Ya Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem SEVENLERİN HAKKI İÇİN
İnsanın
ufku mümindir.
Müminin
ufku Peygamber,
Peygamberin
ufku da, mutlak gerçeklerin habercisi, her peygamberi şahsiyetinin katlarında
bir yaprak gibi bulunduran son Peygamber...
Peygamber
nasıl insanın ufkuysa, Na’t da şiirin ufkudur.
İlk
Çağlar medeniyetinde sevgi, maddenin büyüsüyle anlatılıyordu. Mermer şarap gibi
bir etki yapıyor ve insanı çarpıyordu. Ruh, fizik bir baskıyla, red ve kabul;
imkânlarından, istiklâlinden ve hürlüğünden mahrum ediliyordu. Heykel, ilk
adına dikildiği adamdan kopuyor, bizzat tanrı, tapınak, adına yapıldığı
inançları siliyor, din ödevlerinin yerine getirildiği yer değil, bizzat din
oluyordu. Ruhun köleleşmesi böyle başlıyordu. Kehanet, adaletin ve şuurun
yerini alıyor ve medeniyet, ilkeleri kısa zamanda bir zulüm anayasası haline
geliyordu. Ve bir başka alternatife yer kalmıyordu.
İslâmla
başlayan Yeni Çağlar medeniyetiyse ruhim ve zihnin zaferi ve medeniyetidir.
Şiirden cebire kadar ruhun ve zihnîn aydınlık vasıtaları yeni bir dünya örüyor.
Putların saltanatı sona eriyor. Madde madde sınırında, insan insan sınırında
duruyor. Duygunun maddeden çok kelimeyle tesbit edilmesi gibi tarihin en büyük
inkılâplarından biri bu mutlaklık medeniyetinin, bir safhası oluyor. Sevgi ve
övgü, ruhun ve şuurun da refakat ettiği ve iptal edilmediği, bütün zenginlik ve
verimiyle ayakta durduğu bir vasıtaya sahiptir. Na’t, bunun en iyi modeli.
Na’t,
insanın, insanı, kendini Peygamberde araması, gerçeği O’nun çevresinde
dolaşarak bulmaya çalışması, O’na yaklaşmağa çalışarak yaradılışın sırrına
eriteceğini idrâk edişidir.
Na’t,
Peygamberin şiirle yapılmak istenen bir portresidir. Her şâir, durduğu yerden
ve görme kabiliyeti ölçüsünde O’na bakar; O büyük mükemmelliğin karşısındaki
duygularını zapt etmeğe çalışır. Bütün na’tlar âdeta, tarih boyunca yapılan tek
bir portrenin farklı cephelerden birer örneği gibidir ve tek bir portre
içindir. Bir portre ki, tarih ve insan devam ettikçe bitmeyecektir, bütün na’tlar,
bir meşale ormanı gibi pırıldar insanlığın üstünde; ve insanlık, Peygambere
doğru bu ışıkların altında sevinçle, aşkla, güvenle yürürler.
Na’t,
en ileri ve en mükemmel bir sevgi âbidesidir. Eski çağlardaki gibi bir tehlike,
Peygamberi tanrılaştırma tehlikesi yoktur. Çünkü: Kelimelerin bir anlam taşıma
mecburiyeti bir garanti sağlar ve bu anlamların prensiplere aykırı olmaları
halinde derhal görülerek tasfiye edilebilmeleri mümkün olur. Şiir şuura
bitişiktir. Şuur, taş ve mermerin tesirinde olduğu gibi iptale uğramaz. Öte
yandan, aklın dar çerçevesine de mahkûm olmaz. Şiir, ses, biçim ve derinlik,
perspektif zenginliği, çok yanlılığı gibi anlamın etrafında toplanan ve onu
akıl üstü ve akıl ötesinin de bütün imkânlarından faydalandıran bir mahiyet taşır.
Eski
medeniyette, bir heykelin karşısında onu seyr edenin bütün şahsiyeti ve ruhu
siliniyor, yalnız heykel ortada kalıyordu. Bir na’tın okuyucusu ve dinleyicisi
ise, ruhunun bütün cepheleriyle uyanışına ve dirilişine, gelişmesine şahit
olur. Bütün benliğiyle, ledün dünyasının havasını alır ve orada yaşar. Bir
heykelin etkisi, hipnotik bir etkidir. Ona maruz kalan sanki bir medyum gibi
uyutulmuştur ve ondan kurtulunca bir uykudan uyanmış ve bir kâbustan kurtulmuş
gibi olur. Cadı büyüsü çözülmüş gibi. Na’tın etkisiyse bir neşvünema
etkisidir. Ruhu besler, eğitir, yetiştirir ve geliştirir. Tazeler.
Heykel,
na’tın yanında, portrenin yanındaki bir natürmorttur.[cansız resmi] Na’tta,
bütün unsurlar, kelimeler, mısralar ve bütünüyle şiir canlıdır. Na’fın atmosferi,
sahabelerin, içinde bulunduğu atmosferden bir örnektir. Peygamberlik yolunun
diri havasını tatmak. Yani na’t, sahabeliğe bir uzanış, o ideal dünyadan bir
ışık, bir renk, bir ses getirmek, oraya bir yürek, bir gönül taşımak
geleneğinin şiirdeki çalışmasının bir verimidir.
Heykel,
insanı; belki, kendi vücudunun ölü şemasına ve bilgisine götürür. Na’tsa,
ruhunun görünmez görünüş ve oluşlarına bilinmez bilgilerine.
★
İki
eşsiz na’tı örnek verelim :
«Su
kasidesi» nden insan, denizi arayan bir kaynak suyu gibi, o âleme doğru gider.
O âlemin aşk ve ayrılık acısıyla başım taştan taşa vurup gezer. Şeyh Galib’in
na’tında da insan, ebedî sultanlığı İlâhî takdirle takdir ve İlâhî hükümlerle
teyid edilmiş olan Peygamberi, sonsuza kadar bütün ufukları dolduran ümmetinin
ortasında, dimdik ve pırıl pırıl durur gibi görür.
★
Günümüz
Türk şiirinde aruz geleneğinin hemen hemen tek temsilcisi şâir Abdullah Öztemiz
Hacıtalıiroğlu arkadaşımızın hazırladığı bu na’tlar sergisi, Türk şâirlerinin
İslam’a ve Peygamberine duydukları eşsiz sevgi ve bağlılığı, din inançlarına en
ufak bir gölge getirecek inanç sapmalarının bir noktasına bile düşmemenin
mucizevî saadetiyle birlikte Peygamber sevgisinde nasıl eridikleri ve O’na bir
cepheden baktıkları halde yalnız Onu gördükleri ve nasıl büyük bir aşk çizgisi
çektiklerini bize bir sinema şeridi gibi gösteriyor. Bu ruhun büyük senfonisi
içinde ve ulvilikler kamerasının Önünde insan, kıl gibi ince, kılıçtan keskin
bir yol üstünde hiç sürçmeden yürür ve- gider. İşte bu da O’nun mucizelerinden
biri değil midir?
★
Yüzlerce
şiiri içine alan bu eseri, Türk aydınına ve edebiyatına kazandıran, şâir
Abdullah Öztemiz’e ve Yağmur Yaymevi’ne teşekkür etmek bir borçtur ve bir
ödevdir. Hele bu, edebiyatımızda, yeni şiir ve sanat imkânlarıyla, na’t vadisinin,
Peygambere yolculuğun yeniden doğuşunun bir işareti olursa...
Ama
şüphesiz ki, bu değerli emeklerin en büyük karşılığı, bütün bu şiirlerin asıl
sahibinin bir lütuf bakışma ermektir ve ermektedir.
Sezai KARAKOÇ
****
Peygamber
Efendimiz için yazılan manzum ve mensur eserler genel olarak beş çeşit içinde
incelenir . Na’t, Mevlid, Hilye, Mi’râciyye, Siyer.
1) Na’t-ı Şerif: «Na’t», geniş anlamda vasf
ve methetmek demektir. Özellikle Peygamber Efendimizi öğmeğe ve yine O’nu öğmek
için yazılan şiirlere de na’t adı verilir. Türk edebiyatında, İslâmiyetin kabul
edilmesinden başlayarak günümüze gelinceye kadar sayısız şâirimiz na’t’lar
yazmışlardır. Bilhassa dîvan şiirimizde birçok şâirlerin dîvanlarında tevhîd ve
münâcatlardan sonra na’tlar yer alır. Ayrıca, mesnevî biçiminde yazılmış
müstakil eserlerin başlangıcında da münâcat ve na’tlarla karşılaşılır.
Kaside
biçiminde na’tlar bulunduğu gibi, rubâî, terkîb-i bend, terci’-i bend, kıt’a,
mesnevî, muhammes, müseddes, murabbâ v.s. biçimlerinde yazılmış na’tlar da
bulunur. Ayrıca halk şâirlerinin bâzı koşmaları ile tekke şâirlerinin bâzı
İlâhileri de na’ttır.
Fuzûlî’nin
«Su» redifli kasidesi Türk edebiyatının en ünlü na’tları arasındadır.
Nef’î’nin, Çelebizâde Âsım’m ve Şeyh Gaalib’in natları da çok tanınmış na’tlardandır.
Şâir ve bestekâr Nazîm’in şiirlerinin çoğu na'ttır. Bunlar beşyüz büyük
sayfalık divanının üçte ikisini tutar. Na’tları yüzünden halk arasında ün
kazanmış, hattâ velî tanınmıştır. Söylentilere göre eğlenceye pek düşkün bir
kimse iken, Peygamber Efendimiz şâire bir gece düşünde, sâlih kişilerden biri
ile selâm göndermiş. Nazîm de bunun üzerine tövbekâr olarak ömrünü na’t yazmaya
hasretmiş. Neccar zâde Şeyh Rızâ Efendi ve Şeref Hanım da çok sayıda na’t yazan
şâirler arasında göze çarpmaktadırlar.
Biz
bu güldestemizi yüzlerce yazma ve matbu dîvanı tarayarak ortaya koyduk. Bâzı
şâirlerden çok sayıda na’t alınıp bâzılarından az sayıda alınmıştır. Çok sayıda
na’tını aldığımız şâirler çok sayıda na’t yazanlardır. Bâzı pek ünlü
şâirlerimizin notlarının bulunmadığı göze çarpıyor. Belki de bunların
yazdıkları na’tlar ele geçmemiş olabilir. Matbu dîvanların çoğu esasen
yazmalara göre çok eksik olduğundan bu durum daha iyi anlaşılır. Öyle de olsa
böyle de olsa, bütün dîvan şâirlerimiz Peygamber Efendimize sonsuz sevgi
beslerler ve şiirlerinde bunu sık sık belirtirler. Dîvanında na’t bulunmayan
Nedîm bir gazelinde bu duyguyu şöyle belirtir:
Hac
yollarında meş’ale-i kârvan gibi
Erbâb-ı
aşk içinde nümâyansın ey gönül
Hayâli,
Âhî, Bâkî, Bahâyî Efendi, Nedîm, Tâlib, Hâmî-i Âmidî, Koca Ragib Paşa, Haşmet,
Antakyalı Münif gibi ünlü şâirlerin dîvanlarında na’t bulunmamasına karşılık
dünyânın en büyük şâirleri arasında bulunan Goethe, Puşkin, Rilke ile ünlü
Alman birliği kurucusu Prens Bismarck’ın Peygamber Efendimiz için yazdıkları
na’tları vardır. Bunlardan birkaçı güldestemize alınmış bulunmaktadır. Büyük Alman şâiri
Goethe esâsen ömrünün son yıllarında bâzı mutaassıp Hıristiyan çevrelerce
hücuma uğrayarak “müslüman” olarak vasıflandırılmıştır. Kendisinin bu ithamlara
cevap vermesi «eğer samimî bir Hıristiyan ise
müslüman olmadığını açıklaması» teklif edilmesine rağmen büyük
Goethe bu soruları karşılıksız bırakmıştır. Bu sebeple doğu ve batıda
Goethe’nin müslümanlığı üzerine sayısız tartışmalar olmuştur. Bu konu bugün
için de bütün esrarını muhafaza etmektedir.
Cumhuriyet
devrinde yetişen şâirlerimiz arasında da seyrek olmakla birlikte na’t yazan
şâirlerle karşılaşıyoruz. Arif Nihad Asya, Necip Fâzıl Kısakürek, Ali Ulvi
Kurucu, Feyzi Halıcı, Sezâi Karakoç, Vedad F. Belli v.s.. bunlardan
başlıcalarıdır.
2) Mevlid’i Şerîf: Konusu Peygamber
Efendimiz olan müstakil uzun mesnevî biçiminde manzumelerdir. Çağımıza
gelinceye kadar otuzsekiz Türk şâirinin kaleme aldığı Mevlid-i Şerifler
arasında en ünlü olanı Süleyman Çelebi’nin yazarak 1409 yılında bitirmeyi
başardığı şaheserdir. Yüzyıllardan beri vecd ile okunup dinlenmekte olan
Mevlid-i Şerif, İngilizce dâhil, birçok batı ve doğu dillerine
çevrilmiştir..Çelebi’nin çağına göre pek açık bir halk dili ile yazdığı bu eşsiz
dinî eser edebiyatımızın da sayılı âbidelerindendir. Mevlid-i Şerif de,
Peygamberlik nurunun Hazret-i Âdem Aleyhisselâm’dan başlayıp bütün
Peygamberlerden geçtikten sonra Hazret-i Muhammed salla’llâhu aleyhi ve
sellemde karar kıldığını, Peygamberimizin doğuşunu, o anda cümle âlemin nura
büründüğünü, cihânın bütün zerrelerinin bu mübârek ânı kutlamak için merhabâ
diye çağırttıklarını, feleğin sevincinden raksa girdiğini, Kâ’be’nin bile «yâ Muhammed beni putlardan temizle, müşriklerden
kurtar!» diye feryâd ettiğini;
Hazret-i Muhammed salla’llâhu aleyhi ve sellemin kırk yaşına geldikten sonra
başına Risâlet tacının konulduğunu, Kur’ân-ı Kerîm’in âyet âyet nazil olarak
sırasıyla bütün mucizelerin ortaya çıktığını, mi’râcı, Peygamberimizin Cibrîlin
delâletiyle Burak’a binerek bir anda âlem-i Kuds’e ayak bastığını, daha sonra
Sidre’ye en sonunda da Refref ile Sidre’den öteye geçerek Allah’ın huzuruna
çıktığını, Cemâlullahın keyfiyyetsiz ve kemmiyyetsiz olarak Peygamber
Efendimize göründüğünü, Peygamberimizin hitâb-ı îlâhiyeye mazhar olduğunu, en
sonunda Peygamberimizin vefatını çok sâde, samimî ve heyecanlı bir dil ile
tasvir eder.
3) Hilye-i Şerîf: Peygamber Efendimizin
vasıflarını anlatan uzun mesneviler biçiminde yazılmış eserlerdir.
Edebiyatımızda en ünlü hilyeyi Hâkaanî Mehmed Bey kaleme almıştır.
4) Mi’râciyye : Peygamberimizin «Mi’râc» nı
tasvir eden kısa vezinli uzun mesnevî biçiminde yazılmış manzumelerdir.
5) Siyer: Peygamberimizden bahseden mensûr
eserlere siyer denir. Alaşehirli Veysî Efendi’nin yazdığı Siyer-i Veysi
bunların en ünlüsüdür.
Bir
iddiâsı olmayan bu güldestemiz, son yıllarda artan bir ihtiyâca cevap vermek
üzere tertiplenmiştir. Bundan- sonra daha geniş olarak bu konudaki çalışmalara
bir başlangıç olursa, bu, bizim için bir sevinç olacaktır.
İstanbul: 31 Ekim -1965
Dr. Abdullah Öztemiz Hacıtâhiroğlu
Derleyen: Abdullah ÖZTEMİZ HACITAHİROĞLU,
Hazreti Peygambere Şiirler Antolojisi (Na'tlar), Yağmur Yayınevi 19 6 6, İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar