Print Friendly and PDF

Yahudi SORUNU- “Yahudi DÜŞMANI”- “Antisemitin PORTRESİ” -JEAN PAUL SARTRE



 Çeviren : Emin Türk ELİÇİN

"Yahudiler bütün çağdaş uluslarca özümlenmeye hazır ve elverişli iken salt istenmemeleri yüzünden Yahudi kalmış bir halk olarak tanımlanabilir. İsa Peygamberin öldürülmüş olmasının günahı ta baştan beri Yahudi'nin omzuna yüklenmiş ağır bir yüktür. Kilise Ortaçağ'da Yahudileri zorla özümlemeye çalışacak, ya da yok edecek yerde onlara göz yummuş ise bunun da nedeni onların çok önemli bir ekonomik görev yüklenmiş olmalarıdır. Ortada yine ancak lanetlenmişler tarafından yapılması gereken lanetlenmiş bir uğraş vardı: Para alışverişleri.
Bir Hıristiyan, kendini lekelemeden bu işle uğraşamayacağından, toprağı olmayan, askerlik hizmetinden uzak tutulan Yahudi için para ticareti biçilmiş kaftandı. Böylece eski dinsel lanete, yeni bir ekonomik lanet katılmış, günümüze dek gelen bir çifte lanet halkası olarak Yahudi'nin omzunda asılı kalmıştı. Hıristiyanlar, Yahudi'yi kendileri yaratmıştır, demekte hiç abartma yoktur, çünkü onu, özümlemekten ansızın vazgeçip, giderek büyük ustalık kazanmaları pek doğal olan bir göreve iradesi dışında onlar yöneltmişlerdir.
Kimi sivri akıllılar, Yahudilerin ardında enternasyonal kapitalizm, tröstlerle silah fabrikatörlerinin emperyalizmi saklıdır, sanıyorlar. Bir bakıyorsunuz, tam tersine, dişleri arasında hançer tutan bir Bolşevik hayali! Şurada bir Yahudi bankerini -ki komünizmden şeytandan kaçar gibi kaçması pek belli bir şeydir- komünist tehlikesinden sorumlu tutarken orada Rosier sokağını dolduran yoksul Yahudileri uluslararası kapitalizmden sorumlu sayarlar.
Zengin-yoksul, işçi-patron, yasal güçler-karanlık güçler, köylü-kentli., vb. çelişki ve ayrıntılar yalnız Yahudilerle Yahudi olmayanlar arasındaki karşılıkta toplanıp yerelleştirilmeye çalışılır. Bundan anlaşılıyor ki, antisemitizm sınıf kavgasının burjuvaca ve mistik bir şeklidir, onun için de sınıfsız bir toplumda yok olması pek doğaldır."
I
Bir kişi, yurdunun mutsuzluğundan ya da kendi özel talihsizliğinden toplumdaki Yahudi elemanları sorumlu tu­tar, bu kötülükleri ortadan kaldırmak için Yahudilerin bazı haklarını kısmak, onları kimi ekonomik ve sosyal görevle­rin dışında bırakmak; yurttan kovmak ya da büsbütün yok etmek gerektiği düşüncesini savunursa, o kişinin antisemitçe “görüşler” beslediği söylenir.
Bu “görüşler” sözcüğü düşündürücüdür.
Evin hanımı soysuzlaşmaya yüz tutan bir tartışmayı kesmek için onu kullanır, bu bununla demek is­ter ki: Bütün görüşler eşit değerlidir. Bu, düşüncelerin in­citici tonunu yumuşatır, çünkü onları bir beğeni, bir zevk meselesi yapar. Her beğeni doğaldır, her görüş caizdir; be­ğeni, renk seçimi ve görüşler üstüne çekişilmez. Demokra­si adına, düşünce özgürlüğü adına Yahudi düşmanlığı et­meyi antisemit kendisi için her yerde bir hak sayar. Büyük devrimden bu yana, bizler (çözümsel) analit bir düşünme, bir görüş yöntemi benimsemişizdir; her şeyi bileşik görür. Katmanlarına ayırmak isteriz; insanları ve karakterleri, her taşı yanyana gelmiş, iç varlığı etkilemeyen, mozayikler gi­bi alırız. Onun için, antisemitik düşünüş bize, aslında deği­şikliğe sebep olmadan, herhangi başkalarıyla birleşip kaynaşabilen bir molekül gibi görünür: Bir kişi iyi bir koca ve baba, örnek bir yurttaş, kültürlü ve insancıl olur da öte yan­dan yine antisemit olabilir sanırız. O sevgi heyecanlarına açık olabilir, oltayla balık avlamaktan hoşlanabilir, din ko­nularında hoşgörülü olur, Orta Afrika yerlilerinin yaşayış­ları üzerine yüce düşünceler besleyebilir de öte yandan Yahudilere de kin bağlamış bulunabilir. O eğer Yahudilerden hoşlanmıyorsa, denemeleri kendisini onların kötülüğüne inandırmış istatistikler Yahudi tehlikesini meydana çıkar­mış, belirli tarihsel etmenler yargısını etkilemiş olmalı de­nir.
Demek ki bu görüş, görünürde yalnız dış nedenlere bağ­lanmış oluyor: Kim isterse onu, antisemitin kendisiyle uğ­raşmadan, inceleyebilir, istatistiklere başvurarak 1914’te orduya giren Yahudilerin yüzdesini çıkarabilir; bankerler arasında, endüstri beyleri, doktorlar ve avukatlar arasında tuttukları yere bakabilir ve nihayet Yahudilerin Fransız ta­rihindeki yerlerini gözden geçirebilir. Bu inceleme, söze nesnel bir durum; antisemitizm denilen duygu-düşünce yö­nüne yine tamamıyla nesnel olarak açıklayan, grafiklerle belirtilebilir bir gerçek durum ortaya çıkarır; 1870 ile 1914 arasındaki gelişmeyi bütün ayrıntılarıyla göz önüne sere­bilir. Buna göre antisemitizm, görünürde bir yandan salt
öznel, bir beğeni, başkalarıyla birlikte kişiliği yaratan bir beğeni sayılırken; öte yandan da rakamlar ve ortalama sa­yılarda dile getirilen ekonomik, tarihsel ve politik verilerle koşullu bir sosyal olay gibi açıklanmak istenir. Bu iki görü­şün birbirine aykırı olduğunu söylemek istemiyorum; yal­nız onların tehlikeleri, çok tehlikeli yanlışlar olduğunu söylüyorum. Hükümetin bağcılık politikası üstüne özel dü­şünceler beslenebilir, yani düşünüp taşındıktan sonra Ce­zayir’den Fransa’ya üzüm içertilmesi beğenilir ya da beğe­nilmez; çünkü burada söz konusu olan, bir yönetim tedbiri üstüne düşüncesini söylemekten ibarettir. Ama belirli var­lıkları hedef aldığı açıkça belli olan, onları haklarından yoksun etmek ya da büsbütün yok etmek amacı güden bir dogmaya bir görüş deyip geçemem. Antisemitizmin hedef aldığı Yahudi, yalnız yönetimsel ya da tüzel görevleri ve yurttaşlık hakkıyla nitelenen şematik bir varlık değildir. O Yahudi oğlu Yahudi, dış görünüşünde, saç renginde, belki giyiminde ve sözde karakterinde kendini belli eden bir insandır. Antisemitizm düşünce de değil, düpedüz bir tut­kudur. Onun bir öğreti kılığına bürünmesine aldanılmamalıdır. Ilımlı antisemit kibar, çoğu zaman nazik bir adamdır; o size yumuşak bir sesle der ki: “Ben Yuhudilerden nefret etmiyorum, yalnız ulusal yaşayışta daha az pay almaları gerektiğini söylüyorum.” Ama biraz sonra şöyle biraz kızışmca, dilinin altında sakladığı baklayı çıkarır: “Çevrenize dikkatle bakacak olursanız, Yahudilere karşı beslenen duy­guların pek hoş olmadığını anlarsınız. Adamlar bende ba­yağı fizik bir hoşnutsuzluk uyandırıyorlar.” Belki yüz kere duyduğum bu kanıt üstüde durulmaya değer:
O, her şeyden önce tutku mantığına dayanır. Bütün cid­diliğiyle şöyle diyebilen adam, tutkudan başka neye dayanabilir? “Domateste bir hal var* yemeye kalktım mı tüyle­rim diken diken oluyor!” Bununla birlikte, görülüyor ki an­tisemitizm en ılımlı, en ince biçimlerinde bile, bir bakıma akıllıca sözlerle dile gelen, ama fizyolojik değişmelere dek varabilen bir kafa bozukluğudur da. Kimi erkekler, seviş­tikleri kadının Yahudi olduğunu anlar anlamaz iktidarsız­lığına düşmektedirler. Kimi insanlar Yahudilerle karşıla­şınca tiksiniyorlar; tıpkı Çinliler ya da zenciler karşısında tiksinti duyanlar bulunduğu gibi. Ne var ki bu tiksinti asla organik bir nedenden ileri gelmez, ırkı üstüne bir şey bilmeşeydi, o erkek Yahudi sevgilisiyle düşüp kalkmaya ra­hatça devam edecekti. O tiksinme duygusu beden ancak ruhtan geçerek ulaşabilir. O, ruhsal bir tutumdur, ama kökü öyle derindir ki histeri sayrılığında olduğu gibi kolayca fizyoloji alanına atlayabilir. Bu tutum deneye, yaşantıya dayanmaz. Belki yüz kişiden antisemitliğinin nedenini sor­dum, çoğundan aldığım cevap genel olarak Yahudilerde bulunduğu öteden beri ileri sürülen kusurları saymak şek­linde oldu: “Onlardan nefret ederim, çünkü bencildirler, entrikacı, yapışkan ve kabadırlar..” gibi.
-             Ama hiç değilse birkaç tanesiyle düşüp kalkıyorsunuzdur?
-            Allah göstermesin!
Bir ressam, bana şöyle dedi: “Yahudilerden hoşlanmam, çünkü beğenmeyen, eleştirici tutumlarıyla hizmetçileri­mizi saygısızlığa, disiplinsizliğe alıştırıyorlar.”
Ama, kimisi daha elle tutular kişisel yaşantılardan söz açtılar, Yeteneksiz bir genç aktör, tiyatro kariyerinin Yahu­dilerce berbat edildiğini, çünkü hep küçük roller oynamak zorunda bırakıldığını söyledi. Bir genç kadın da şöyle dedi: “Kürkçülerle başım belada. Beni aldattılar, en güzel kür­kümü on paralık ettiler. Bunların hepsi Yahudiydi!” Bu genç bayan neden hoşnutsuzluğunu, öfkesinin vurgusunu daha çok Yahudiler üstüne bindiriyor da yalnız kürkünün üstüne koymuyordu? Koymuyordu, çünkü antisemitizme bir tanıklığı vardı.
Bir okullu genç, Yahudilerin kendisini kızdırdıklarım, çünkü “Yahudi doldurulmuş kurumların Yahudi adayları kayırmak için alabildiğine haksızlık ettiklerini” söyledi. Bu yıl ben giriş sınavında elendiğim halde bir Yahudi arka­daşım kazandı. Hiç kimse iddia edemez ki, babası Krokau ya da Lenberg’den gelmiş olan bir herif Ronsard’dan bir şiiri ya da Virgil’den bir idi benden daha iyi anlar?”. Ama o aynı zamanda “kalem tilkiliği” diye horladığı sınava hiç de hazırlıklı girmemiş olduğunu itiraf etti. Demek ki bu genç başarısızlığım iki birbirini tutmaz yorumla açıklıyor, bu bakımdan, delilik nöbetlerinde kendilerini Macar kralı sanan, ama sertçe azarlanınca kundura tamircisi oldukla­rını itiraf eden ruh hastalarına benziyordu. Hiç tedirgin ol­madan kafasını iki ayrı yola işletebiliyordu. Dahası var: Tembelliğini mazur göstermek için Yahudilerin önünde verilecek bir sınavda hazırlanmak için boşuna yorulacak kadar enayi olmadığım da sözüne ekledi; Yahudi adayların en iyi Fransızlara üstün sayılacağı belli oluyormuş: Oysa bu genç son listede 27. yeri alıyormuş. Kendinden önce 12 kazanan, 14 te elenen vardı. Yahudi rakipleri bulunmasaydı o kazanacak mıydı sanki? Elenenler arasında başta gel­seydi, hatta geçmiş olanlardan biri çıkarılarak buna giriş şansı verilseydi bile, neden Normon Mathieu ya da Breton Arzell’den önce Yahudi Veil dışarıda bırakılacaktı? Dostu­mu böylesine kızdırmak için Yahudilerin sosyal durumuna ve insancıl niteliğine karşı kökü derine giden bir peşin yar­gısı bulunmak gerekti. 26 talihli yarışmacıdan onun elen­mesine sebep olanın tam da o Yahudi genci olduğu sonucu­nu çıkarmak için bizim arkadaş kendi hayatına tutkularını kılavuz etmeyi önceden kararlaştırmış olmalıydı.
Yahudi kavramam yaratan deneme değildir ya da dene­meyi peşin yargı bozmaktadır. Yahudi olmasa antisemit onu uydururdu, yaratırdı. Peki, denecek, somut denemeler ortaya sürmeden de antisemitizmi belli birtakım tarihsel gerçeklerle açıklamak gerekmez mi? O nihayet gökten düşmedi ya! Bu itirazı karşılamak kolaydır. Çünkü Fransız tarihi Yahudiler üstüne hiçbir şey söylememektedir. Yahudiler 1789’da değin ezgi-baskı altında bulunuyordu, ancak daha sonraları ulusun hayatında ellerinden geldiğin­ce rol almışlardır.
Serbest yarışmadan elbet faydalanıp zayıfların yerlerini almışlar, ama bunu benzeri Fransızlardan ne daha çok, ne daha az yapmışlardır. Fransa’ya karış suçları da yoktur, hayinlikleri de. 1945’te orduya katılan Yahudilerin azlığı hatırlatılacak olursa derim ki, bu sonuca istatistikler ka­rıştırılarak varılmıştır, yoksa durumda bu aykırılık yoktur. Cephe askerlerinin her birini kendi daracık sektöründe Musevi vatandaşa pek seyrek rastlaması ise şaşılacak şey değildir.
İsrailoğulları üstüne tarihin söylediği şeyler hep kendi tarih anlayışımıza bağlı olduğundan, açık bir “Yahudi hayinliği” örneğini yabancı bir ulusun tarihinden almayı daha uygun buluyorum: 19. Yüzyılın kanlı Lehistan ayak­lanmalarında Varşova Yahudileri, Çardan gördükleri poli­tik kayırmalar dolayısıyla, pasif kalmışlardı. Ayaklanmala­ra katılmaktan başka, yola getirme ve tepeleme hareketle­riyle sarsılıp hırpalanan ülkede ticaret işlerini büsbütün el­lerine geçirip zengin olmuşlardı. Bunun tarihsel gerçeğe ne kerte uygun olduğunu bilmem, ama birçok Polonyalı bu­nun böyle olduğuna inanıyor, Yahudi düşmanlığının artı­şında bu olayın önemli payı olduğunu belirtiyorlar. Oysa, ben olaya daha yakından baktığımda bir kısır döngü karşı­sında bulunduğumu anladım. Çarlar kendi ülkelerinde Yahudilere karşı bilerek ve isteyerek “Programlar” yaptırdık­ları halde, politik bu tutarsız davranışın başlıca nedeni şu idi: PolonyalIlar arasına geçimsizlik sokmak! Rus hükü­metinin her yerde özümlenmez, yabancı ve zararlı bir ele­man saydığı Yahudileri Kiev ve Moskova’da kılıçtan ge­çirtirken Varşova’da kayırtması politikasının gereklerine uyuyordu. Bu yüzden asıl Polonya’lılar Yahudi yurttaşları­na kızıp diş biliyor, onları, tıpkı Rusya’da olduğu gibi top­luma mal olmaz, yabancı ve düşman bir eleman sayıyordu. Çarlarca ve Polonya’lılarca aynı gözle görülüp, aynı mua­meleye uğratılan İsrailoğulları, kendilerini gerçekten ya­bancı topluluklar arasında görmeye alışır da, yalnız Yahudi çıkarları peşinde koşmaya başlar ve zamanla, kendilerine, yakıştırılan sıfatlara gerçekten uygun huylar, tutum ve dav­ranışlar edinirse, buna şaşmak gerekir mi? Görülüyor ki, burada Daşrolü oynayan etmen; “tarihsel gerçekler”den da­ha çok, tarihin iplerini elinde tutanların Yahudilerle ilgili tasarımlarıdır. Yahudilerin o zamanki işlerini, başlarına ka­kan bugünkü PolonyalIlar bile, aynı duygu ve düşüncelerin etkisindedirler. Ataların kusurlanndan torunları sorumlu saymak için insanın pek ilkel bir sorum anlayışı taşıması gerekmez mi? Ancak böyle bir zihniyettir ki evlatların hep atalara benzediğini, gençlerin de yine ihtiyarlar gibi dav­ranmak zorunda olduğunu, Yahudi karakterini kuşaktan kuşağa değişmez bulunduğunu kabul edebilir.
İşte böylece 1940 PolonyalIları da Yahudileri yine “Ya­hudi” saydılar ve onlara tıpkı 1848’deki gibi davrandılar. Bu köklü, bu değişmez Yahudi tasarımı, benzer koşullar al­tında, bugünkü Yahudileri de 1848’deki ataları gibi dav­ranmaya zorlarsa şaşacak ne var? Görünüşe bakılırsa, bu­rada tarihsel gerçekler düşünceleri değil de Yahudi ile ilgili düşünceler tarih gerçeklerini belirliyor. Biraz derine kaydınrsak, yine bir kısır döngü ile karşılaşırız: Pek çok Ya­hudi avukatı vardır, deniyor, ama pek çok Norman avukatı bulunduğundan söz edildiği ya da yakmıldığı duyulmuş mudur? Breton’lann hepsi hekim olsaydı, “Fransa’nın bü­tün hekimleri Bretagne’den çıkar”dan başka ne söylenirdi? İkisi arasında çok fark var, denecek. Şüphesiz var, ama asıl göze çarpan nokta işte budur: Normanı Norman, Yahudiyi de Yahudi saymamız! Böylece bir yol daha meydana çıkı­yor ki ne yöne dönsek Yahudi ile ilgili peşin yargı en önemli etmen olarak karşımıza dikiliyor. Antisemitin Ya­hudi düşmanığı hiçbir dış etmene bağlı değildir. O düş­manlık kişinin kendi seçtiği bir tutum, yalnız Yahudiye karşı değil, genelde insanoğluna, tarih ve topluma karşı alınmış bir durumdur. O hem bir tutku, hem bir dünya gö­rüşüdür.
. Kimi antisemitte şu, kiminde de bu özellikler baskın olabilirse de gerçekte hepsi bir arada bulunur ve aynı ipi çeker.
Şimdi bütün bu düşünce karmaşasını gözden geçirelim:
Antisemitliğin bir tutku olarak belirdiğini yukarıda söy­lemiştim. Bu tutkunun özelliği kin ve öfke şeklinde belirir. Kin ve öfkenin özelliği ise genel olarak bir kışkırtmaya karşı tepki şeklinde gözükmektedir. Filandan nefret ede­rim, çünkü bana acı çektirmiştir, sövmüş ya da alay et­miştir. Ama antisemitizmde bu nitelik yoktur, o tutku ken­dini kışkırtması gereken olaylardan öncedir. Kışkırtıcı ne­denleri o kendisi arar bulur. Onların gerçekten incitici, öf­kelendirici olmasını, içinde keyfince yorumlar. Öyle iken eğer antisemitle konuşursanız adamakıllı heyecanlanıp coştuğunu görürsünüz. Bir hiddetin patlaması için insanın isteyerek kendini ona kaptırması gerektiğini de düşünür­sek, antisemit denilen kişinin hayatını isteyerek o tutkuya bırakmış ya da ona göre ayarlamış olduğunu anlarız. Kaldı ki hayatını tutkunun hizmetine bırakanlar, aklın buyruğuna verenlerden zaten daha çoktur. Kadın, ün, er, para biriktir­me.. gibi tutku konuları genel olarak daha çok sevilir, anti­semit kin ve tutkusunu seçmiş olduğuna göre o tutumu se­viyor da olmalıdır. Bilindiği gibi duygulu olmanın bu tür­lüsü hoş karşılanmaz. Bir kadını pek arzulayan o kadından dolayı ve tutkuya inat alevlenmiştir. Aşk, kin ve kıskanç­lığın dikte ettiği bir düşünceyi her çareye başvurarak savu­nan tutkusal tanıtlara güvenilmez. Tutkulu yanıltılardan ve “monodeizm” dedikleri saplantılardan sakınılır. Ama antisemit, tam tersine, bunlardan hoşlanır. Peki, insan bilerek nasıl yanlış yargılar? Saltıka (mutlaka) karşı duyulan öz­lemden!
Düşüne» insan bilir ki düşünceler yalnız olanaklan dile getirir, kesinlikleri değil! Başka düşüncelere her şeyi ye­niden şüpheli kılar. O nereye varacağını bilmez. Her şeye “açıktır”, bu yüzden de dünya onu bir savsak sayar. Buna karşılık, kimi insanlar taşların sonsuz durgunluğundan hoş­lanır, kaya gibi sarsılmaz ve nüfuz edilmez olmak ister. Her değişiklikten ürker: Bu yol (değişiklik) onları nerelere götürür yoksa? Bu “ben” önünde duyulan köksel korku, hakikat karşısında yürekleri saran ürküdür. Sezgi ile bile farkında olmadıkları iç gerçekten daha çok, o gerçeğin ele gelmez, ulaşılmaz gölgesinden ürkerler. Varlıkları kendile­rine bu suretle belirlenmiş gözükür, ama onlar koşuntusuzca günü gününe yaşamak isterler. Edinilmiş, kazanılmış ni­teliklere hiç heves etmezler, bunları yolları üstünde hazır bulmak isterler. Mantıktan korkarlar, onun için de mantık ile araştırmanın ikinci derecede rol. oynadığı bir yaşayışı özlerler. Öyle bir hayat şekli ki orada her şey çoktan bulun­muş ve yerleşmiş olsun, eskiden beri ne olunmuş ise hep öylece kalınsın! Geriye tutkudan başka hangi çıkar yol kalır öyleyse? Şimşek gibi keskin ve kesin inanç sağlayan, mantığı dizgin altında tutan, denemeye boşveren, ömür boyu avutan ancak güçlü bir duygu ile başı dönmüş olmak­tır. Kin antisemitin kendini seve seve bıraktığı işte böyle inançtır. Mantık ve akıl yönünden gelecek itiraz seslerine kulağını önceden tıkamış olduğundan, Yahudilerin insanlık hakları üstüne açılan tartışmaları dinlemez bile. O bu ha­linde kendini pek beğenir. Görüşünü savunmak zorunda kalırsa bunu terbiye ve nezaket gereği yapar, pek önemseme­den, şöyle dil ucuyla ya da bu konuşmanın tek bir amacı vardır: Kesin sezgisel inancma yakışan söz kalıpları bulmak!
Antisemitlerin birkaç zeka incisini yukarıda vermiştim: “Yahudilerden nefretim hizmetçilerimi dikbaşlılığa alıştır­maları yüzündendir. Kürkçüler bana oyun ettiler de on­dan..” gibi. Antisemitlerin bu sözlerin boşluğuna akıl erdıremediklerine inanılmaz. Sözlerinin soyalığını, tutarsız­lığını bile bile, eğlence için öyle konuşurlar. Sözlere değer veren konuşukları varsın onların değeri üstüne kafa yor­sun; onlar hu sözleri yalnız oyun olsun diye söylemişlerdir. Söyleşi ile hokkabazlık bile ederler, konuştuklarının söz­lerini tartışır görünerek maskaralık yaparlar. “Kötü inanç” şevki ile doludurlar, çünkü amaçları dayanıklı kanıtlarla tez savunmak değil, yalnızca ürkütmek ya da şaşırtmaktır. Çok sıkışınca susar, kapanır ve burun kıvırarak, artık tanıt­lama çağının geçmiş olduğunu söylerler. Kandırılıp, inandırılmaktan değil, gülünç olmaktan ya da kendilerince kazanmak istedikleri üçüncü kişilerin yanında utanmaktan çekinirler.
Görülüyor ki antisemitin tanık ve kanıtlara karşı kapalı oluşu inancının güçlü olmasından değil, ta baştan kapalı kalmaya kararlı olmasından ileri gelmektedir.
Antisemit korkunç görünmeye bayılır. Onu hiç kızdır­maya gelmez. Tutkusunun kargaşalığı onu nerelere sürük­ler, kendisinden başka kimse bilemez, çünkü bu tutku dışarıdan uyarılmış ya da kışkırtılmış değildir. O peşin olarak kendi elinde bulunduğundan dizgini bir kısar, bir bırakır, işine nasıl gelirse öyle kullanır. Kendinden emindir ve sözleriyle jestlerini hasmının gözünde okuduğu korku derecesine göre ayarlar. Elin gözümde gördüğü bu korku­tucu hayali kendi kişiliğinin bir yansısı olarak benimser ve böylece içinde asıl benliğini aramak zahmetinden kurtulur. Dışarı dönük olarak yaşamaya karar vermiştir, kendini hiç aramayacak, yalnız başkasına verdiği korkuda yaşayacak­tır. Ama bu onun kendinden, kendi üzerine gizlice bildiği hakikatten ürkmesine engel değildir, akıl ve mantık kanıt­larına kulaklarını tıkamaya çalışması bu yüzdendir.
Ama bu adam, belki yalnız Yahudi konusunda böyledir de başka yerde akıllıca davranır, denecek. Hayır, böyle bir şey olamaz! Buna örnek olarak 1942’de sahte kimlikle ya­şayan rakip iki Yahudiyi Almanlara jurnal eden balık tüc­carını ele alalım. Bana temin ettiler ki, bu adam hep yumu­şak huylu, dost, iyi ve iyilikçi bir adamdı. Ben bundan şüp­heliyim. Suçsuz insanları cellada teslim etmekten çekin­meyen bir adamın, insanla insan değeri üstüne bizim görü­şümüzü paylaşacağına inanamam. Bakıp beslediği insan­lara karşı bile başka türlü olacağını sanmam. O bizim gö­zümüzle göremez, onun yumuşak başlılığı bizimkine, gö­nül yüceliği bizimkine benzeyemez: Tutku engel ve sınır tanımaz!
Antisemit Yahudinin akıllı ve çalışkan olduğunu bu ba­kımdan kendinden üstün olduğunu itiraftan çekinmez. Ama bu itiraf ona pahalıya mal olacak değildir. O bu özel­liği adeta tırnak içinde anar. Çünkü onun değeri sahibine göre ölçülür. Yahudinin erdemleri ne denli çoksa, tehlikesi de o kerte büyüktür. Antisemit, kendi üstüne hayale kapıl­maz. O orta sınıftan, hatta aşağı orta sınıftan olduğunu bi­lir. Demek ki ortadan bir adam! Yahudilere üstünlük iddia eden antisemit görülmemiştir. Ama o, bu ortadan oluşla böbürlenir de utanmaz.
Antisemit, yalnızlıktan korkan bir adamdır, dahinin yal­nızlığından da katilin yalnızlığından da! O tipik sürü hay­vandır, ne kerte ufak olsa da yine göze çarpmak ve ken­disiyle karşılaşmak korkusuyla başını eğer ve büzülür. O antisemit olmuşsa, Yahudi düşmanlığının moda olduğu toplum içinde bulunmasındandır. “Yahudılerden nefret edi­yorum” sözü en iyi koro içinde bağırılır; böyle bağırdın mı bir geleneğe, bir topluluğa tutunmuş olursun: Ortalama insanların topluluğuna. Ortadan adam olmayı kabul etmek ne alçakgönüllü olmayı gerektirir ne de iddiasız olmayı! Tam tersine, ortadan oluşun meydan okuyucu gururu var­dır, antisemitlik ortada oluşu değerlendiren, ortadan olan­lara bir seçkinler zümresinden olmayı sağlayan bir akım­dır.
Antisemit için akıl ve zeka bir Yahudi erdemi olduğun­dan bütün öteki Yahudi nitelikleriyle birlikte kolayca hor görülebilir. Bu Yahudinin her zaman yoksun kalacağı den­geli orta hiza için bir “ersatz” [ ivaz, taviz, bedel, ödün ] dır. Yurdunda, ocağında kök­lü gerçek Fransız iki bin yıllık tarihten ve sayısız ataların bilgeliğinden kuvvet almaktadır, denenmiş göreneklere ve törelere bağlıdır. O zekayı ne yapsın? Onu çevreleyen her şeyde yüz kuşağın emeği vardır, ona düşen bu şeylerle kay­naşmak ve bütün erdemi onlara sahip olmakta görmektir. Gerçek değeri olan, işte bu atalardan kalanlardır; parayla alınıp satılanlar değil! Antisemit, para, hisse senedi ve ben­zeri mülkiyet biçimlerini anlamaz, çünkü onları hor görür. Bu gibi değerler soyut semitik zekaya uygun düşen soyut­luklar, zeka uyduruklarıdır. Hisse senedi her ele geçebile­ceğinden, kimsenin malı sayılamaz, O zenginlik imgesi olabilir, ama somut, elle tutulur bir mal, asla!
Antisemit yalnız ilkel, köylüce bir mal sahipliğinden anlar, bu sahiplik o malla gerçek ve sinirli bir ilintiyle bağ­lanmış, mal ile mal sahibi karşılıklı etkilerin mistik bağıy­la kopmaz bir şekilde kaynaşmış bulunmalıdır. O, toprağın şair sahibidir. Bu hal, sahibini içinden değiştirmiş, ona belli bir özel duyarlık vermiştir. Bu ince duygunun tabii sonsuz gerçeklerle, evrensel değerlerle ilgisi yoktur. Ev­rensel olan Yahudiye özgüdür, çünkü zeka işidir. Antisemitin o ince anlağı ancak zeka dışında kalan şeyleri kavrar. Başka bir deyişle antisemitizmin temel kuralı odur ki belir­li bir nesneye sahip olmak demek, gizli bir yoldan o nes­nenin özüne, içyüzüne ulaşmak demektir. Maurras’m be­lirttiği gibi bir Yahudi Racine’in şu koşuğunu asla kavrayamaz: “Dans L’orient descert, quuel devient mon ennui” En yırtık, en gelişmiş zekanın kavramadığı şeyi ortadan bir adam olan ben neden mi anlıyorum? Çünkü Racine bende­dir, onun dili de tıpkı Fransız toprağı gibi benimdir. Yahudi belki benden, daha temiz Fransızca konuşuyordur. Grameri ve sözdizimini belki benden daha iyi biliyordur, hatta belki bir yazardır; ama bundan ne çıkar! O bu dili yirmi yıldan beri, ben ise bin yıldan beri kullanıyoruz. Onun üslup doğ­ruluğu soyuttur, öğrenmedir, benim yanlışım bile dilin ru­huna uygundur.
Burada akla Barres’in borsacılar üstüne eleştirisi geli­yor. Ama bunda şaşılacak bir şey yok ki! Yahudiler ulusun borsacıları değil mi zaten? Para ya da aklın kazanabileceği ne varsa onlara bırakılmıştır, ama bu yalnız mavi duman­dır. Orada yalnız ve ancak o elle tutulmaz değerler sayıl­makta, daima elden kaçan değerler geçmektedir.
Böylece antisemit ta baştan pratik bir us-dışçılık (irrationalisme) tanımış oluyor. Onun Yahudiye karşı koyuşu, duygunun akla, tek kişinin kumaya, geçmişin bu zamana, somutun soyuta, çiftlik ağasının taşınır değerler sahibine karşı oluşuna benzer. Birçok antisemitin -belki çoğunlu­ğundaha çok şehirlerin küçük burjuvaları arasından çıktı­ğına da dikkat edilmelidir. Memurlar, hizmetçiler, ufak tüccarlar, yani bankalar yoluyla bir şeyi bulunmayanlar! Ama Yahudilere karşı ayaklandıkları anda akıllarına he­men mal sahibi oldukları düşüncesi geliyor. Yahudiyi hır­sız olarak düşündüklerini, kendilerini soyulabilecek bir adamın imrenilerek durumuna sokmuş olurlar. Yahudi, Fransa’yı soymak isteyince, onların öz malını çalmak iste­miş olur. Demek ki antisemitizmi kendilerini mal sahibi hissetmenin bir aracı olarak seçmişlerdir. Yahudinin daha çok parası varsa, daha iyi ya işte; zaten para Yahudiye ya­raşır, akıl gibi onu da hor görmeleri tabiidir. Onlar gerçi Perigord’lu düşük derebeyinden, Deauce’lu köy ağasından daha az servet sahibidirler. Ama ne zararı var, Yahudi hay­dutlarına karşı diş bilemeye başladılar mı bütün Fransa’yı kendi yanlarında bulacaklarından emindirler. İyi ve gerçek Fransızlar hep birbirine eşittirler. Çünkü her biri ayrı ayrı tek ve bölünmez Fransa’nın sahibidir.
Ben antisemitizme yoksulların snopluğu [züppe: Seçkin görünmek için, bazı çevrelerdeki düşünceleri benimseyen, hayranlık duyan ve onlar gibi davranmaya özenen (kimse), ] adını takaca­ğım. Gerçekten öyle görünüyor ki, zenginlerin çoğu bir tutkuya gönülden katılmaktan ziyade, onu öz çıkarları için sömürmekle yetiniyorlar. Onların daha önemli işleri var.
Yahudi düşmanlığı genel olarak aşağı orta sınıfta yayı­lıyor. Çünkü orada toprak mülkiyeti, saraylar, hatta evler yok, az çok para ile bankada birkaç hisse senedi! 1925 Al­man küçük burjuvalarının antisemit olmaları bir tesadüf değildir. Bu “kolalı yakalı proleterya”nın yalnız bir kaygısı vardı: Asıl proleteryaya benzememek! Büyük endüstri da­yak yemiş, Junker’lerden hakaret görmüş olmasına bak­madan bütün gönlüyle onların yanında bulunuyordu. Al­man küçük burjuvazisi nasıl büyük burjuvazi gibi giyinme­ye heves ediyorsa, aynı hevesle kendini antisemitizme ve­riyordu, çünkü işçiler uluslarüstü bir platformda bulunu­yorlar ve çünkü Junkerler Almanya’ya hükmediyor, so­nuna kadar da hükmetmeye azimli görünüyorlardı. Ayrıca antisemitizm yalnız kinleri doyurmakla kalmıyor, olumlu zevkler de sağlıyordu. Yahudiyi değersiz ya da zararlı var­lık olarak gördüğü anda kendini bir seçkinler takımına mal etmiş olurdu. Üstelik bu, çalışma ve iyi hizmet karşılığı olan bugünkü serbest seçkinlikten daha çok, her noktada bir do­ğumsal soyluğu andırmaktadır. Onu elde etmek için çalış­mak gerekmediği gibi yitirmeye de imkan yoktur. O, soy­luluk insana her zaman için verilmiştir. O Ding an sich’tir.
Numen (Noumenon) veya Ding an sich, yani "kendinde olan şey", Kant felsefesinde fenomenin ötesindeki bilinemez ve tanımlanamaz "gerçeklik", "gerçek bilgi" manasındadır. Bilginin imkânı ya da imkânsızlığına yönelik düşünceler çerçevesinde, özne'nin ilişki kurduğu nesnenin görüntüsünün ardındaki gerçek özünü tanımlama çabası olan numen, somutun ifade bulduğu "fenomen"'in karşıtı olup, varoluşsal özü ifade eder. Herhangi bir varlığın algımızdan bağımsız, kendi içinde oluşur.

Ama biz bu kendiliğinden önceliği herhangi bir değer yargısıyla karıştırmayalım. Antisemitizm değer ihtiyacı yoktur. Değer de hakikat gibi arayıp bulunmak ister. Bu zor bir iştir; elde edilince de değer kolay kolay zaptolunmaz, şüpheli bir hale gelir. Ufak bir sürçme, bir yanlış ve o uçar gider. Biz beşikten mezara kadar kendimizden ve de­ğerimizden sorumluyuz. Antisemit kendi vicdanından na­sıl kaçarsa, bu sorumdan da öyle sakınır. O, benliği için ka­ya durgunluğu ahlakı için de eski değerlerden bir merdiven benimsemiştir. Ne yapsa, ne etse hep o merdivenin üst ba­samağında kalacağını düşünür. Oysa, ağzıyla kuş tutsa Ya­hudi, yine alt basamakta kalacaktır.
Antisemitizmin ruhsal art nedenleri oldukça aydınlan­mıştır sanırım. Antisemit, kendi istem özgürlüğünden ür­kerek değişmeze, yalnızlıktan korkarak ortadanlığa sarılır ve onulmaz ortadanlıktan kendisine bir soyluluk putu ya­par. Bütün bu yapmacıklar için Yahudi ona gereklidir, Ya­hudi olmasa o kimden üstün olacaktı? Antisemitin dilediği gibi, bütün Yahudiler yok oluverse o yine birden bire sıkı hiyerarşik bir toplumda kapıcı ya da eskici kertesine düşer, , “gerçek Fransız” olma değeri de herkes öyle olacağı için değerinden çok şey yitirirdi. Yurdu üstünde kutsal hakları olduğu duygusu uçar giderdi; çünkü ortada bunu yok say­acak kimse bulunmazdı. Kendini gizlice zenginlere, güçlülere bağlayan anlaşma da çözülürdü. Çünkü aslında o da olumsuz niteliktedir. Yahudilerin dürüst olmayan yarışma şekillerine yorduğu kendi başarısızlıkları için başka neden­ler aramak, ya da içine eğilip bakmak zorunda kalırdı. Umutsuzluğa düşer, yukarı katlara karşı amansız bir kin bağlardı. Antisemit, yok etmek istediği bir düşman bulma­dıkça, yaşayamayan bir tiptir.
Antisemitin ulaşmaya çabaladığı bu eşitleştirmenin de­mokratik anlamdaki eşitlikle bir ilgisi yoktur. Onunki, eko­nomik katları olduğu gibi kalan bir toplumda gerçekleş­il-eli ve görevlerin çeşitliliğiyle uzlaşır olmalıdır... Antise­mit, bütün aryaların eşitliğini ister, yeter ki görevler merdi­veni olduğu gibi kalsın! O iş bölümünden bir şey hakkı is­temesi kendi yerinde, mesleğinde herkesle birlikte ulusun ekonomik ve kültürel yaşayışında emekdaşlık etmesinden değil, tüm ve bölünmez yurt üstünde herkes gibi doğumsal, onun için de su götürmez hak sahibi olmasından dolayı yerindedir. Antisemitin görünüşüne uygun toplum -bizim de kabul edebildiğimiz gibibir yanyana bulunuş toplumudur, çünkü onun mülkiyet ideali toprak mülkiyetidir. Antisemitler çok olduğundan, bunlardan her biri, düzenli devlet içinde kör bir dayanışma topluluğu meydana getirmeye yardım eder. Her antisemitin bu topluluğa bağlılık derece­si ile benzeşme derecesi, deyiş yerinde ise bu topluluğun ısı derecesi ile uşağını nasıl birbirine yaklaştırdığını, yine bu düşmanlık sayesinde burjuva ailelerinin, Bey konakları­na nasıl kabul edildiğini Proust’tan okuyabilirsiniz. Bunun böyle oluşu, antisemitin dayandığı eşityönlü (akordu) top­luluğun yığın toplulukları tipinde olmasından, ya da bir linç ve iskandal sırasında ansızın ortaya çıkan, geçici top­luluklar çeşidinden olmasındandır. Eşitlik burada görev­lerin ayrışmamış olmasından doğar. Sosyal bağ öfkedir. Topluluğun belli kişilere karşı geniş cezalandırma tedbir­leri almaktan başka bir amacı yoktur. Üyelerin ayrı ayrı özel görevler almış olmaması, yığm güdülerinin ve tasarı­larının daha yeğin yayılmasına ve sarsılmasına sebep olur. Bireyler yığm içinde belirsiz olarak kümenin düşünüş ve tepkileri tamamıyla ilkelleşir. Bu gibi toplulukları ortaya çıkaran elbet yalnız antisemitizm değildir. Bir ayaklanma, bir cinayet, pek göze batıcı bir haksızlık onları ansızın yer­yüzüne çıkarabilir. Ancak bu hallerde topluluk pek gevşek olur. Doğduğu kadar hızla silinir gider. Oysa, antisemitizm kin ve öfke taşkınlıklarıyla birlikte çekilip sönmez, yan­daşlarının kurduğu bir topluluk olarak normal zamanlarda bile gizlice yaşar ve her antisemit ona dayanmakta olduğu­nu bilir.
Antisemit çağdaş toplum düzeninin anlayamaz, buna­lım sürelerini dörtgözle bekler ki, ilkel topluluk yine ansı­zın ortaya çıksın ve kaynama derecesini bulsun. O zaman küme ile kaynaşacak ve kendini yığınların akıntısına kap­tırıp sürüklenecek. “Bütün Fransızlar birleşin!” diye haykı­rırken, gözü önünde işte bir program havası vardır. Bu an­lamda antisemitizm yurttaşın devlet gücüne karşı gizli bir savaşı demektir. Bir arka sokakta kıstırdıkları yalnız bir Yahudiyi döven ve bu uğurda kanunu çiğnemekten çekin­meyen şu zıpır delikanlılarımızdan birini sorguya çeker­seniz size, kendisini özgür düşünme yolunda can sıkıcı so­run duygusundan kurtaracak güçte bir hükümet istediğini söylemesi pek mümkündür. Cumhuriyet bir sıkı elin yöne­timi olmadığından boyun eğme ihtiyacı tersine dönerek is­yan şeklini almıştır. Delikanlı, gerçekten otoriter bir hü­kümet mi istiyor? Hayır! O gerçekte başkaları için sert bir düzen, ama kendisi için sorumsuz bir düzensizlik istemek­tedir. Yasa dışına çıkmak, hem de yalnızlıktan ve irade ser­bestliğinden sakınmak istiyor. Bunun için bir hileye başvu­ruyor: Yahudi seçimlere katılıyor, hükümet koltuklarında oturuyor; demek ki, devlet kökten çürüktür, belki ortada devlet bile yoktur; o halde onun yasalarının hiçe saymak doğrudur. Devlet olmayınca, yasatanımazlık suç sayıla­maz, isyan sayılamaz. Şu halde antisemit için iki çeşit Fransa vardır: Biri, “gerçek” ama bulanık ve organsız hü­kümetli Fransa; biri de soyut, resmi ve Yahudileşmiş Fran­sa. Bu İkincisine saygı göstermemek, hatta ona karşı gelmek yerindedir, doğrudur. Bu sürekli karşı gelme elbet­te grupça sahneye konur, çünkü antisemit hiçbir durumda kendi başına düşünmeye ve iş yapmaya yetenekli değildir. Grupta kendini bir azınlık partisi gibi görmek istemez. Yoksa, bu sıfatla bir program ortaya koyması, kendine bir yön çizmesi gerekirdi. Bu ise girişkenlik, sorumluluk şevki ve irade özgürlüğü ister. Antisemit birlikleri hiçbir şey yapmak istemiyor, her sorumu reddediyor, kamuoyunun bir parçası olmayı asla kabul etmiyorlar. Çünkü bu halde dahi bir program yapmak ve yasal tedbirler önermek zo­rundadırlar. Onlar “gerçek” ve bölünmez Fransa’nın duy­gularına tercüman olan ve katkısız bir grup olarak görün­meyi yeğ buluyorlar. Böylece her antisemit, az çok düzenli devlet düşmanıdır. O disiplinsiz bir grubun itaatli üyesi ol­mak istiyor. O düzeni sayıyor, ama “sosyal” düzeni. Politik düzensizliği kışkırtması sanki Yahudileri dışarıda bıraka­cak ilkel, tekyönlü ve ateşli bir sosyal düzeni yeniden kur­mak istemesinden ileri gelmektedir. Bu esaslar ona, benim sapkın hürriyet demek istediğim türü kendine özgü bir ba­ğımsızlık sağlar. Gerçek hürriyet sorum yüklendiği halde, antisemitin hürriyeti her sorumu reddeder. Antisemit daha var olmayan otoriter bir toplumla yadsıdığı resmi ve hoş­görülü toplum arasında bocaladığı halde, kendisine anar­şist denilmesinden ödü kopar.' Niyetlerinin hiçbir söz ve eylemin ifade edemediği derin ciddiyeti ona belli bir şak­labanlık hakkı verir. Evet o bir şaklabandır, maskaralıklar eder, döver, “arıtır”, çalar: Hepsi o iyi amaç uğruna.
Kuvvetli bir yönetim antisemitizmi azaltır, meğer ki o hükümet programına girmiş olmasın! Bu takdirde antise­mitizm biçim değiştirir. Antisemit, adı üstünde bir Yahudi düşmanı olduğu halde, nasıl Yahudilerin varlığına muhtaç ise bir antidemokratik olduğu halde, demokrasinin de öz yavrusudur. Ancak bir cumhuriyetin koşulları altında ser­pilir ve iş görür.
Anlıyoruz ki, antisemitizm düpedüz bir “görüş” olma­yıp, ilgili insanın bütün kişiliğine sinmiş bir şeydir. Ama bununla da onun tasvirini tamamlamış değiliz, çünkü o yalnız moral ve politik yön çizgileri çekmekle kalmaz, başlıbaşma bir felsefe, bir dünya görüşüdür de. Onu gereği gibi anlamak için bazı psikolojik kurallara el atmak zorun­dayız.
Antisemit der ki: Yahudi, Yahudi olarak kötüdür. Kötü­lüğün ta kendisidir. Şayet bazı erdemler edinmişse bile, bunlar da salt Yahudi oluşundan ötürü, onda kötülüğe, ku­sura dönüşmüştür; elinin emeği onun uğursuz damgasını taşır, bir köprü yapmışsa, muhakkak ilk ayağından son ayağına kadar uğursuzdur, çünkü Yahudi, elinden çıkmış­tır; aynı iş bir Hıristiyanm elinden çıkarsa başkadır, bir Ya­hudinin elinden çıkarsa başka. Yahudi dokunduğu her şeye bir kötülük, ne bileyim ancak şeytanın bildiği öğrenç bir şey bulaştırır. Almanlar her yerden önce, hamamlarla, plaj­ları Yahudilere kapamışlardı. Bir Yahudinin bedeni girerse, bütün su mundar olur sanıyorlardı. Yahudi soluklandığı havayı bile zehirler, vebalardı. Dayanılan temel ilkeleri soyut iddialarla formüllemek istersek, şu sonuçlara ulaşı­rız:
Bir bütün parçalarının toplamı olmaktan daha çok ve daha başka bir şeydir. O bütün parçaların anlamını ve iç varlığım belirler.. Aynı oksijen, azot ve argon gazlarıyla havayı, hidrojenle birleşince suyu yaptığı gibi yiğitlik er­demi bir Hıristiyan ile bir Yahudi de aynı şey değildir. Her birey, bölünmez bir bütündür. Yiğitliği, büyüklüğü ve dü­şünüşüyle; gülüşü, yiyişi ve içişi ile çözülmez, bölünmez bir bütün. Antisemit dünyayı anlamak için sentetik düşün­cede sığmak aramıştır, demek gerekiyor. O sayede bütün Fransa ile kopmaz bir birlik oluşturduğuna inanmıştır. Sen­tetik düşünce adına İsrailoğullarının salt analizi, eleştirici zekasını yeriyor. Bir zamandır gerek sağda, gerek solda; hem tutucular hem sosyalistler arasında, buıjuva demokra­sisinin kuruluşu sırasında saygın analizci düşünceye aykırı olarak sentetik ilkelere önem verildiği doğrudur. Ama ger­çekte hepsinde eşit ilkeler söz konusu değildir, hiç değilse; uygulama, kullanma farkları vardır. Antisemit bunlardan ne şekilde yararlanmaktadır.
Antisemitizm işçiler arasında yok gibidir. Onlar arasın­da Yahudi yok da ondan, denecek belki. Durum böyle ol­saydı, işçiler herhalde sızlanırlardı; demek ki bu açıklama yersizdir. Naziler bunu çok iyi bildiklerinden, propagandalarını proletarya üstünde topladıkça hep “Yahudi Kapi­talizmi” sloganım kullanırlardı. İşçi sınıfı ne de olsa duru­mu sentetik olarak gördüğünden, antisemitizm metotlarını benimsemiyor. O işin tümünü uydurma ölçülere, terimlere göre kesip biçecek yerde, ekonomik görevlere göre değer­lendiriyor. Onun uğraştığı bu sentetik terimler ise burju­vazidir, köylülüktür, proletaryadır. Bunlar da ayrıca işçi ve işveren sendikalarına, sonra tröstler, karteller ve partiler gibi bağlı birliklere ayrılır. Böylece işçilerin tarihsel olay­ları açıklayışları işbölümüne dayanan bir toplumun örgüt­sel yapısına tamamıyla uygun düşer. Onlara göre tarih, ekonomik kurumlarla birbiri içine giren sentetik grupların güçleri arasındaki sınaşmadan doğar.
Antisemitlerin çoğunluğu, dediğimiz gibi sınıfta bu­lunur, yani Yahudilerle eşit ve hatta üstün yaşama düzeyin­de bulunanlar arasında, başka bir deyişle; işverenler, tüc­carlar, serbest meslek erbabı, asalak yaşayanlar gibi üretim dışı elemanlar arasında görülür. Burjuva yönetir, alır-satar, dağıtır, ama gerçekte üretim süresi dışında kalır. Onun görevi daima tüketiciyle karşı karşıya bulunmak, bütün işi onunla alış-veriş yapmaktır. İşçi de her türlü uğraşmala­rında daima nesne ile başbaşadır, tarih yargıları kendi mesleksel durumu ile sıkıca ilgilidir. Maddeler ve nesne­lerle sürekli uğraşmasının kazandırdığı kafa yapısı, dola­yısıyla toplumda daima sıkı sıkı yasalara göre etkileyen gerçek güçlerin verimini, sonucunu görür. Onun “Diyalek­tik Materyalizmi” maddi dünya gibi sosyal dünyayı da ay­nı gözle gördüğünün ifadesidir.
Buıjuva, hele antisemit burjuva ise, tarihi bireysel is­temlerin etkisi olarak görmek ve açıklamak ister. Meslek görevlerini yaparken bağlı bulunduklarım hissettikleri hep aynı istem eylemleri değil midir?( Burada mühendisleri, bilim adamlarını, yapı-işleri üstencilerini (müteahhit) dışta bırakıyorum. Kaldı ki onlar arasında antisemıte pek rastlanmaz. ) Sosyal olaylar karşı­sında bunlar tıpkı, Ayın Güneşin ardında küçük bir Tanrı varsayan ilkel budunlar gibi davranırlar. Evrenin gidişi gibi onların işlerini yöneten güçler de hep aynıdır: entrikalar, dolanlar, birinin vicdan karası ile ötekinin gönül yüceliği ya da yiğitliği... vb. Burjuva sınıfından doğan antisemitizm bize böylece, yığın olaylarını tek tek kişilerin inisiyatifiyle açıklamak istemek gibi gözüküyor.
İşçilerin duvar ilanlarında ve gazetelerinde burjuvayı, antisemitin Yahudiyi tasvir ettiği şekilde göstermesi bizi şaşırtmasın; işçiye göre burjuvayı burjuva yapan onun sosyal durumu, yani dış etmenlerin birleşik bir sonucudur. Başka bir deyişle gözle görülür bazı niteliklerin sentetik birliği, davranışlarının bir toplamıdır. Antisemite göre Ya­hudiyi yapan şey ise, ondaki Yahudilik ilkesidir, tıpkı Phlogiston (18. yüzyılda, yanan cisimden çıktığı sanılan ruh ) ya da haşhaşın uyutucu gücü gibi. Aldanmayalım, kalıtımla ve ırkla açıklama teorileri sonradan ortaya çık­mıştır, bunlar da, öteden beri süregelen inanca bilimsel bir manto giydirme çabasından ibarettir. Mendel’lerden, Gobineu’lardan çok önceleri de Yahudiden tiksinirlerdi. Bu tiksintiye tanık olanlar, onu ancak Montaigne’in La Boetie’ye dostluğunu dile getiren şu sözüyle belirtebilir­lerdi: “Çünkü o, o (şey) dir; çünkü ben o (şey) im”.
Bu metafizik eğilim hesaba katılmadan antisemitlerce Yahudilere mal edilen şeylerin anlaşılması olacak şey de­ğildir. Hayat ve kazancının borçlu olduğu bir ülkenin kal­kınıp geliştiğini görmek ve yalınç mantık ölçüsünün bir gereği iken, Yahudi tüccarın onu bastırmak istediğini dü­şünebilmek metafiziksiz nasıl anlaşılıp açıklanır? Bunun gibi ailesi, duyguları, alışkanlıkları kadar servetinin değeri ve kaynağı ile de belli bir ülkeye bağlı bulunun bir adamın entemasyonalist olabileceğine nasıl inanılır? Kimi sivriakıllılar, Yahudilerin ardında enternasyonal kapitalizm, tröstlerle silah fabrikatörlerinin emperyalizmi saklıdır, sa­nıyorlar. Bir bakıyorsunuz, tam tersine, dişleri arasında hançer tutan bir Bolşevik hayali! Şurada bir Yahudi bankerini -ki komünizmden şeytandan kaçar gibi kaçması pek belli bir şeydir-komünist tehlikesinden sorumlu tu­tarken orada Rosier sokağını dolduran yoksul Yahudileri uluslararası Kapitalizmden sorumlu sayarlar. Eğer Yahudiyi akıl yolundan ayrılmaz, yarar ve çıkarlarına uygun davranan bir adam sayacak yerde bütün durumlarda “kötü­lük yapmaya mahkum”, neredeyse metafizik bir “kötülük ilkesi”nin kölesi kabul ederseniz o zaman bütün bu çelişki­ler ortadan kalkar. Ancak bu takdirde, Yahudi kendinin de mahvına sebep olacak işleri yapmaktan çekinmez. Bu ilke, tahmin edileceği gibi sihirli, büyülü bir şeydir: O bir yan­dan bir özdür, bir varoluş biçimidir, ateş nasıl yakmaktan vazgeçemezse, Yahudi de ne yapsa, o kötülük ilkesini de­ğiştiremez. Öbür yandan aynı büyülü güç bir özgür ira­dedir de. Çünkü Yahudiyi yaptığından sorumlu tutmadıkça ondan nefret etmek nasıl mümkün olur? Yer depreminden ya da bir üzüm biti salgınından nefret edilmez ya!
Yalnız unutulmasın ki burada söz konusu olan irade, öz­gürlüğü sınırlıdır, dardır. Yahudi, ancak kötülük yapmakta hürdür. İrade özgürlüğü Yahudiye suçlarını, cinayetlerini sonucundan sorumlu olsun diye tanınmıştır, yoksa kendini düzekmek ve eğitmek için değil! Bu ne tuhaf bir irade öz­gürlüğü ki öz biçim’den önce gelip onu yapacak, yaratacak ve de kendisi tamamıyla ona bağlı ve bağımlı kalıyor, o özün ama yine de irade özgürlüğü olarak kalıyor? Benim bildiğime göre bu anlamda özgür olan yalnız bir yaratık vardır: Kötülüğün ruhu demek olan şeytan! Demek ki Ya­hudi eşit şeytan ya da öteki adıyla Habis-ruh! Yahudinin iradesi, Kant’takinin tersi olarak salt ve nedensiz kötülük­tür, kötülük iradesinin ta kendisidir. Böyle olunca dünya­nın bütün kötülükleri (bunalımlar, harpler, açlıklar, ayak­lanmalar, devrimler..) dolaysız hep ona yükletilebilir.
Antisemit dünyanın aslında kötü olduğu düşüncesini benimsemez, hatta ondan korkar, çünkü o takdirde arayıp bulmak, eğitip düzeltmek gerekir, Ademoğlu kaderini, bü­tün tedirgin edici ve sürekli sorumuyla birlikte, kendi eline almak zorunda kalırdı. Ana kötülüğü Yahudide bulmak ko­laylığı varken öyle tedirginlere kapılmak doğru olur mu? Eğer bugün uluslar birbiriyle boğuşuyorsa nedeni, rasyo­nalizmin bugünkü şekliyle emperyalizmi doğurmuş ve çı­kar çatışmalarım savaşa kadar azıştırmış olması filan değil, hükümetlerin gerisinde saklı Yahudilerin kavga alevini tutuşturmuş olmasıdır. Eğer ortada bir sınıf kavgası varsa, bu ekonomik düzenin bozukluğundan filan değil, Yahudi elebaşların, çarpık burunlu kışkırtmacıların, işçilerimizi baştan çıkarmış olmalarından ileri gelmektedir. Görüldüğü gibi antisemitizm eski Manicheizm dinine benzer. Ona gö­re, acun iyilik ve kötülük ilkeleri arasındaki sürekli kavga­dan ibarettir. Bunlar arasında uzlaşma olamaz, biri yene­cek, biri yenilecek: Başka çare yoktur?
Okuyun Geline’i, göreceksiniz ki çizdiği gelecek zaman tablosu korkunçtur. Yahudinin burnunu sokmadığı yer kal­mamış, yeryüzü berbat olmuştur. Arya (Avrupalı) açık ver­memeye bakmalı, hiç pazarlığa yanaşmamalıdır. Ne yazık ki iş işten geçmiş, AvrupalInın soluduğu hava bile Yahudi vebasıyla pislenmiştir. Nasıl, bu bir Katharer  (Manichizme yakın-ve yeğin bir Zühd (askitlik) yolacı (11-12. Yüzyıl).) papazının vaazına benzemiyor mu? Rasyonal-sosyalistlerin tezini böylesine savunan Celine, herhalde satılmış olmalı, yoksa ona yürekten inanamaz. Bu yazara göre tek çıkar yol; yığın halinde intiharlardır, döllenmekten vazgeçmektir, ölümdür. Maurras gibiler yine daha az umut kırıcıdır. Bunlar iyinin son zaferine değin sürüp gidecek, yeneni yenileni belirsiz, bir sıra savaşlar haber veriyorlar: Hürmüz ile Ahrıman kavgası.
Görülüyor ki, antisemit Maniheizmi bir anlatma-açıklama aracı olarak kullanmıyor, hayır, eski Maniheizm inancı antisemitizmi açıklıyor belirtiyor. Şimdi soralım öyleyse: Peki, bu eski dinin bugünkü insanla ne ilişiği olabilir?
Sınıf kavgası düşüncesiyle antisemitik Maniheizmi birbiriyle karşılaştırmak istiyorum: Marksistler için sınıf kav­gası asla iyi ile kötü arasında bir çarpışma olmayıp, türlü insan grupları arasında bir çıkarlar çatışmasıdır. Devrimci, proleterin görüşünü benimser, çünkü o kendi öz sınıfının görüşüdür; sonra da, o sınıf ezilen sınıftır, sınıfların en kal­abalığıdır, en önemlisi de toptan insanlığın kaderi bugünkü sıkı sıkıya proleteryanmkine bağlıdır, onun zaferi sınıf ay­rıklıklarının ortadan kalkması demek olacaktır.
Toplum düzenini değiştirmek devrimcinin amacı oldu­ğuna göre, eski rejimi yıkmak istemesi doğaldır, ama bu yetmez, yeni bir düzen tasarlaması da gerekir. Ayrıcalıklı yukarı sınıflar sosyalist kuruluşta gönüllüce pay alsalar ve iyi niyetlerinin kanıtlarını açıkça gösterselerdi, onları zorla yerlerinden, koparmak için hiç sebep kalmazdı. Gerçi, bunların gönülden sosyalistlere hizmet sunmaları hiç bek­lenmez, ama bu onların ayrıcalıkla sosyal durumlarını so­nucu olup, yoksa içlerinde bulunan, kimbilir nasıl bir şey­tanın kendilerini bundan alıkoyması yüzünden değildir, onları istemeye istemeye kötülüğe sürüklemesinden de de­ğildir. Üst sınıflardan kopanlar, kolayca ezilenler arasına katılırlar ve kendilerine davranışlarına göre değer biçilir, ama “özlerine” bakılmaz. Politzer, bir gün bana: “Öz de­diğiniz şeye zırnık önem vermem” dedi.
Antisemit Mahieist için ise başlıca önem yıkım üstün­dedir. Söz konusu olan, çıkarlar arasında bir çatışma değil, kötü ruhun topluma verdiği zarardır. Ona göre iyilik her şeyden önce kötülüğü yok etmektedir. Antisemitin öfkeli tafrası gerisinde şu iyimser inanç saklıdır ki, eğer kötülük kovulursa iyilik, uygunluk kendiliğinden gelir. Demek ki onun olumsuz bir görevi vardır:-Yeni bir toplum kurmak değil, yalnızca eldekini ayıklayıp arıtmak gerek! Bu amaca ulaşmak içinse, “İyi niyetli” Yahudinin yardım etmesi fay­dasız, hatta zararlıdır. Kaldı ki, bir Yahudi iyi niyetli de olamaz. Antisemit iyilik savaşçısı olarak kutsaldır, ama Yahudi de tıpkı parya gibi tıpkı sömürge yerlileri gibi tabu altında bir çeşit kutsallık taşır. Kavga dinsel-inansal bir alanda olduğundan, ister istemez kutsal savaşın faydaları vardır. Gördük ki o, çağdaş toplumdan bir şey anlamaz, bir kalkınma planı tasarlayamaz. Hep tutkuların etkisi altında bulunduğundan, davranışı hiçbir zaman yapıcı olamaz. Malaya’ lıların Tanrısı Amok gibi onun için de bir öfke kö­pürmesi uzun hesaplar isteyen bir girişimden daha iyidir. Kafa çalışması yorumculuktan öteye gitmez, tarih olayla­rında yalnızca Habis-Ruh’un izlerini arar. Paranoya say­rılarını andıran karmakarışık ve çocukça buluşlara varması bundandır. Öte yandan antisemitizm devrimci akımları şaşırtarak, kurumlan yıkmaktan daha çok, kimi insanları yok etme yoluna saptırır. Birkaç Yahudi öldürüldü, birkaç Havra ateşe verildi mi antisemit kalabalık ödevini yerine getirdiğini sanır. Demek ki, bu akım teşvik gördüğü zengin sınıflara bir subap hizmeti yapmakta, rejim için tehlikeli olabilecek bir öfke ve kin dalgası bu suretle tek tek adamlara yöneltilerek savuşturulmaktadır. Bu çocukça iki­cilik (düalizm) antisemitin tembel ruhuna ferahlık verir:
Öyle ya, kötülüğü kaldır, iyilik kendiliğinden gelir! Ar­tık uzun boylu aramaya, bulup ortaya çıkarmaya, sabır ile emek harcamaya gerek yoktur; etkisini denemek, sonuç­larını düşünmek, kendi moral seçme sorumunu yüklenmek hiç gerekmez. Büyük antisemitin taşkınlıklarının ardında belli bir iyimserlik sezilmesi boşuna değildir: Antisemit iyiden işkillenmemek için kötülüğü seçmiştir. Açıkça söy­lemese de antisemitin düşünceleri ve sözleri ardında şu inanç saklıdır: Bir kutsal yıkıcı olarak o ödevini yerine ge­tirdi mi yitik cennet yeniden bulunacaktır. Yalnız şu anda uzun boylu düşünmeye vakti yoktur. O istihkâm gerisinde durmuş, dövüşmektedir. Gerçekte bütün bu tafraların, öfke taşkınlıklarını başlıca amacı kendi tedirgin vicdanıyla baş başa kalıp iyiliği daha başka yerde aramak ihtiyacı duyma­maktadır. Ama bu davranışın ardında daha çok şeyler vardır. Öyle ki, bunların aydınlığa çıkarılması için psikana­liz alanına girmemiz gerekiyor. Antisemitte Manheizm köklü bir kötülük eğilimini pençelemektedir. Kötü ile uğ­raşmak antisemitin hem alınyazısı, hem ödevidir. Sonra başkaları gelip iyilik savaşına devam edebilirler. O şimdi­lik toplum öncüsü olarak çalışmaktadır, uğruna kavgaya girdiği arı erdemlere şimdilik sırt çevirebilir. Onun gözü önünde yalnız kötülük hedefi vardır, bu hedefi açıp göster­mek, ölçülerini alıp saptamak görevi onundur. Yahudinin açgözlülüğünü, kaypaklığını, yalan dolandırıcılığım, türlü hainliklerini belirten dedikoduları, fıkra ve hikayeleri top­lamalı ve kamuya duyurmalıdır. Onun durmadan pislik eşelemesi bundandır.
Dumont’un “Yahudileşmiş Fransa” adlı kitabı bir daha okunsun, görülecektir ki “yüksek Fransız töreselliği”nin bu örnek yapıtı töreye aykırı iğrenç hikayelerin bir dergi­sinden başka bir şey değildir. Antisemitin karmaşık do­ğasım hiçbir şey bu kitaptan daha iyi bilemez. İyilik kavra­mını kendisi yapmak istemeyerek ürkü ile yan çizmekte, orta malı iyilik kavramıyla yetinmektedir. Antisemitin ah­lakı ne değerleri tanıyıp tanımlama ilkesine, ne Eflatun an­layışında sevgiye dayanır. O, yalnız en keskin aforoz ve sürgün kararlarıyla, en katı yürekli ve yolsuz buyruklarla kendini belli eder: Durmadan düşündüğü ve üzerine bir çe­şit kendine özgü seziş ve biliş kazandığı şey kötülüktür. Sapık eğilimleri ile heyecanlarını doyurmak için hep çıl­gınca edepsizdirler, canice hareketler tasarlar ve bunları hep yüzsüz Yahudilere mal ettiğinden, vicdan tedirgin ol­maz, o yüzden kendinde bir günah bulmaz.
Berlin’de tanıdığım bir Protestanda cinsel tutku kadınlara karşı bir kin kılığına bürünmüştü, onları banyo trikotları içinde gördü mü tepesi atıyordu. Ama bu öfkeleri doğuran vesileleri kendi arar bulur, sözgelimi yüzme banyolarından ayrılmazdı. Antisemit de tıpkı böyledir. Onun Yahudi düş­manlığını bir katmanı onların kendi üstüne yaptıkları cinsel etkidir. Ama kötülük etme tutkusu ve merakı ne de olsa başta gelir, bu ise fikrimce daha çok sadizm alanına düşer.
O kerte çirkin ve kınama ve kargaşalara konu olan Ya­hudinin gerçekte büsbütün suçsuz ve zararsız olduğunu göz önünde tutmadan antisemitizmi gereği gibi anlamak yine mümkün değildir. Bunu bilen antisemit, Yahudilerin gizli birlikleri, tehlikeli gizli Masonlukları üstüne söylen­tiler yayar ve dedikodular yapar. Oysa, karşılaştığı Yahudi­lerin çoğu zayıf, güçsüz insanlardır, zor kullanmak şöyle dursun, kendilerini savunacak halde bile değildirler. An­tisemit bunu da bilir ve onların bir pogrom sırasında nasıl debeleneceklerini hayal ederek için için sevinirler.
Antisemitteki Yahudi kini, İtalyanların 1830’da Avus­turyalIlara karşı, Fransızların 1942’de Alınanlara karşı duyduklarına benzemez. Bu iki halde söz konusu olan sert, zalim, soğukkanlı ezgici ve baskıcılardı: Ellerinde silah­ları, paralan ve siyasal güçleri vardı, ayaklananların onlara yapabileceği kötülük görecekleri yanında hiç kalırdı. Böylesine bir düşmanlıkta sadist duygulara yer bulunmaz. Antisemit için böyle kahramanlık durumuna düşmek teh­likesi yoktur, çünkü kötülük silahsız pusatsız, görende kor­ku değil, acıma duygusu uyandıran zavallı insanlar üstünde toplanmıştır. Antisemit olmak bir şaka, bir eğlenmedir. Ya­hudileri dövmek, işkence etmek tehlikesizdir, onların ya­pabilecekleri tek şey, resmi makamlara yanıp yakılmaktır ki, kanunların yumuşaklığı karşısında çekilmeye bile değ­mez. Antisemitin Yahudiye karşı beslediği sadistlik duygu­su ya da eğilimi öylesine güçlüdür ki, birtakım yeminli an­tisemitlerin Yahudi dostlarla çevrili yaşadıktan bile olur; mazeretleri çoğun, “Bunlar başka Yahudilerdir, asıllarma hiç benzemezler” şeklindedir. Başlarda andığım ressam Lubbin, Yahudi kırımını kötülemiyor, mahkum etmiyordu, ama atölyesinin ocaklık gezinde GESTAPO’ca temizlemiş bir Yahudi dostunun resmini bulundurmaktan da vazgeç­miyordu. Ne de olsa, antisemitlerin dostluktan içten, özden değildir. Dedikodularında “İyi Yahudileri” bile ayırt et­mezler. Kendileri bazı Yahudi tanıdıklarında birkaç iyi ni­telikli başka Yahudiler tanımış olabileceğine inanmazlar. Tanıdıkları birkaç iyi Yahudiyi tersine dönmüş bir sadizm ile korur görünmekten hoşlanırlar ama nefret ettikleri o halkın canlı tasvirini hiç gözden uzak tutmazlar. Antisemit kadınların Yahudi erkekleri hem çekici hem de itici bul­dukları çok görülür. Ben bir Polonyalı Yahudi ile gizlice düşüp kalkan bir antisemit kadın tanıdım. Bu kadın ara sıra Yahudinin yatağına gelip, omuzlarını memelerini okşa­tıyor, ama daha fazlasına razı olmuyordu. Yahudi erkeğin saygısından, yumuşak ve zelil halinden, itilip, incitilmiş erotik isteğin gizlice kıvranışından hoşlanıyordu. Bu ka­dının başka erkeklerle yatıp kalkışı ise normaldi. “Güzel Yahudi Kadını” sözünde pek gıcıklayıcı bir erotik anlam vardır ki, bu özel anlam örneğin “güzel Romanyalı”, “gü­zel Çinli”, “güzel Amerikalı” sözlerinde bulunmaz. Çünkü kan dökme, zorla ırza geçme gibi sadistçe tasarımlar ancak birinci halde rol oynamaktadır. Güzel Yahudi kadın, Ka­zakların saçlarından sürükleyerek yan köyden dışan gö­türdükleri kadındır. Kırbaçlama sahneleriyle zengin ro­manlar Yahudi kadına ayrı bir değer ve şeref kazandır­mıştır. Bunun açık seçik edebiyatı karıştırmaya hiç hacet yoktur: “Ponson du Terraü”inkileri bir yana bırakırsak bile “Ivanhoe”nin Rebekka’sından “Gilles”in Yahudi kadınına kadar en ciddi romanlarda onlar önemli, özel bir rol oynar­lar. Çoğunlukla ırzları yırtılıp insafsızca dövülen bu kadın­lar ya ancak ölümle şerefsizlikten kurtulur ya da itaatli, horlanmış ama yine de seven hizmetçiler olarak Arya ka­dınlarla evlenen Hıristiyan efendilerinin yanında kalırlar. Folklarda Yahudi kadının oynadığı rolü belirtmek için bu kadar yeter sanırım.
Profesyonel yıkımcı “iffetli” sadist olan antisemit ruhu­nun derinliğinde bir canidir. Düşündüğü ve istediği Yahu­dinin ölümüdür. Bütün antisemitler güpegündüz Yahudi kı­rımı istemezler elbet, ancak önerdikleri tertipler, gizlice is­tedikleri öldürüm için Ersatz yerine geçen alçaltma, ezgileme ve sürgün etme tedbirlerinden başka bir şey değil­dir İmgesel öldürüm! Bu ona günah duygusu yüklemez, vicdanı dinsiz kalır, yapılan cinayetse bile iyilik uğruna ya­pılmıştır. Kötülük kötülükle yok edilmek gerekmişse o ne yapsın? Fransa, “gerçek” Fransa ona yargıçlık görevi ver­miştir. Bu görevi her gün yerine getirmeye fırsat bulmu­yorsa aldanmayın, ansızın başgösteı en hiddet köpürmeleri, “domuz Yahudilere” karşı gürlemesine haykırdığı sözler hep idam hükümleri yerine geçer. Halk ağzı, “Yahudi yi­yen” deyimini isabetle uydurmuştur.
Antisemit kendini bir cani olarak seçmiştir, ama “suç­suz” bir cani! O bu seçmeden de sorum yüklenmez. O ken­dindeki öldürme içgüdüsünü tanımış, ama onları kendine itiraf etmeden doyurmanın yolunu bulmuştur. Yaptığının kötü olduğunu bilmekte, ama ona iyilik uğruna yaptığın­dan ve bütün bir ulus kurtuluşu ondan beklediğinden, ken­dini adeta bir kutsal kötülükçü saymaktadır. Bütün değer­leri ters indirerek, örneğin bir kutsal orospuluk tanıyan kimi Hint yolaçlarında olduğu gibi öfke ve kinin, yağ­manın ve cinayetin, kısacası her türlü zorbalık biçimlerinin saygı görüp allaş toplayabileceğine inanır. Alçakların en coşkun ve kızgın anlarından ise temiz vicdanla ve ödevi yerine getirmiş olmanın tatlı bilinciyle kendini kanatlan­mış hisseder.
Antisemitin portresini burada tamamlamış oluyoruz.
Yahudilerden nefret ettiklerini söylemekten hoşlananlardan bazıları sonra bunu anımsamaz görünürlerse nedeni kinlerinin gerçek olmayışıdır. Bunlar Yahudileri ne sevdi­ler ne de kıllarına dokundular; ama onları savunmak için de parmaklarını oynatmazlar. Bunlar, gerçekten antisemit değildirler, hiçbir şey değildirler, “hiç kimse” değildirler. Ama bir şey gibi görünmek de gerektiğinden yankı olmayı, megafon olmayı benimsemişlerdir. Kötülük düşünmeden, hiçbir şey düşünmeden ortada dolaşır ve yaydıkları ezber­lenmiş beylik sözlerle bazı salonların kapısını açmayı ba­şarırlar. Boşboğazdan başka bir şey olmadıkları, kendileri­nin olmayan, onun içinde daha çok beğendikleri iri, caf­caflı sözlerle kafaları dolu olduğu halde kabara böbürlene gezip yürürler. Burada antisemitizmin rolü yalnızca des­teklemek, haklı çıkarmaktır. Üstelik bu hık deyiciler öyle­sine kofturlar ki, antisemitizmin yerine herhangi başka bir haklı çıkarma aracını da kabullenebilirler, elverir ki “kibar­ca” olsun: Antisemitizm, yığın psikolojisinin konservatif bir Fransız yaratmak için yararlı bütün belirtileri gibi “ki­bar” sayılır. Bütün bu hoş kafalar sanıyorlar ki, eğer Yahu­di bir yurt zararlısıdır diye haykırmada birbiriyle yarış ederlerse, kendilerini toplumun itibar yerlerine ve ısı kay­naklarına yaklaştıran kutsal bir töreden geçmiş olurlar. Bu anlamda antisemitizmin insan kurban edilen çağlardan bir şey sakladığı söylenebilir. Derin iç boşluklarını sezen bu zavallılara antisemitizm ne de olsa çok yararlı olmaktadır. Bu sayede onlar kendilerine bir tutku gölgesi sağlamış olu­yor. Romantizm’den beri tutkuyu kişilikle karıştırdığımız­dan, bu ikinci elden antisemitler kolayca bir savaşçı ünü kazanabiliyorlar. Dostlarımdan biri, bu konuda benimle görüşürken sık sık onlara gelip birlikte yemek yiyen bir kuzeninden söz açardı. “Jules, İngilizleri hiç sevmez” de­nirmiş onun yanında, biraz da aile gruruyla. Dostum, ku­zeni üstüne bundan başka bir şey söylendiğini de hatırla­mıyordu. Jules ile aile arasında sanki bir anlaşma varmış gibi, yanında hiç İngiliz lafı edilmezmiş. Bu dikkat ve sa­kınma kuzeni garip bir hayat ışığıyla bezer, aile üyelerinde, bir çeşit töreye katılmışçasına, ciddi ve tatlı bir duygu ya­ratırmış. Bazı olağanüstü hallerde ve yerlerde birisi Büyük Britanya ya da sömürgeleri üstüne dikkatle seçilmiş bir dü­şünce ortaya atar ve kuzen de öyle dehşetli bir öfke göste­risine girişirmiş ki, o anda büyük bir yaşama hazzı duyar ve bütün aile de bundan memnun olurmuş. Birçokları işte bu anlamda antisemitlerdir. Ama tıpkı İngiliz düşmanlığı numarası yapan kuzen Jules gibi bunlar da davranışlarının anlamı üstüne düşünmezler ve kendilerine bunun hesabını vermezler. Eğer bilerek isteyerek hesaplayarak antisemit olanlar bulunmasaydı bu yansıklar, bu yelde sallanan boru­lar dünyada onu akıl edemezlerdi. Ne var ki antisemitizm biyol bulunmuştur, onlar canla başla çalışıp antisemitizmi yaşatacak, kuşaktan kuşağa aktaracaklardır. Artık antisemiti iyi anlıyoruz sanırım. O tedirgin, korkulu bir adamdır: Kendinden, kendi istem özgürlüğünden, içgüdülerinden, sorumlu olmaktan, yalnızlıktan, her türlü değişiklikten, dünyadan ve insanlardan, kısacası her şeyden korkar, yal­nız Yahudiden korkmaz!.. O gizli bir korkak, öldürme tut­kusunu altbilince itmiş bir öldürgendir. Ya imgesel (sem­bolik) olarak öldürecek ya da kalabalık içinde kim vurduya getirerek öldürecektir. Bir hoşnutsuzdur, hatta bir isyan­cıdır, ama davranışının sonuçlarından çekinerek kendini tutar. Antisemit olmakla bir düşünce, bir görüş benimsemiş olmaz, yaptığı yalnızca bir kendini belirlemektir. O kendi “Ben”i için kayanın nüfuz edilmezliğini, subayın emrini yerine getiren bir erin sorumsuzluğunu seçmiştir. Ne var ki onun komutanı, buyuranı yoktur. O kendi çabasıyla bir şey elde etmek istemiyor, her şeyi doğuştan hazır bulmak isti­yor. Ona göre iyi, standart mal gibi hazır ve her kuşkunun üstünde olmalı, ellenmez ve yoklanmaz olmalı. Belki beğenmeyip başka bir iyi aramak zorunda kalırım korkusuy­la başını kaldırıp ona bakmaz bile. Bu tip insan için Yahudi yalnız bir bahanedir, zenci ya da Çinli başka yerde aynı ro­lü oynar. Yahudinin antisemite başlıca yararlığı onun tedirgisini daha doğarken boğmaktır, o bunu dünyadaki yerinin, kendisi daha ana karamda iken hazırlanmış olduğuna, o yeri almaktan kendisini hiçbir şeyin alıkoyamayacağma inanarak sağlar. Bir tek sözle; antisemitizm insan olmak korkusudur, diyebiliriz. Antisemit kaya gibi vurdumduymaz, sel gibi sürükler, yıldırım gibi yakıcı olmak ister. Evet, her şey olur, elverir ki insan olmasın! O insan türü­nün soylu bir dölü değildir!

Ne de olsa Yahudilerin bir dostu vardır toplumda: Demokrat. Ama zavallı bir savurgandır. O bütün insanla­rın hak eşitliğini ilan etmiş, hatta inan hakları birliğini kur­muştur; kurmuştur ama çıkardığı bildiriler onun durumun­daki güçsüzlüğü belirtmekten başka bir işe yaramamıştır.
18. Yüzyılda analitik ruha kendini kaptırdığından bu yana demokratın gözü tarihin sentetik olaylarına karşı kör olmuş­tur. O ne Yahudi, ne Arap, ne zenci, hatta ne burjuva ve iş ta­nır; ona göre her zaman ve her yerde özdeş kalan tek bir in­sanoğlu vardır. Bütün toplumları yalnız bireylerden yapılmış sayar, tıpkı cisimlerin moleküllerden yapılmış olması gibi. Bireyden anladığı da, insan doğasının genel çizgilerinden oluşan kendine özgü bir gelişim, bir kişileşim’dir. Bundan ötürü, demokratla Yahudi ne kadar konuşsalar, söyleşseler anlaşamazlar, aynı şeyden söz ettiklerini sanırlar, ama değildir.
Antisemit, Yahudinin cimriliğini mi kargıyor, demokrat hemen cömertlerin de bulunduğunu söyler. Ne var ki anti­semit öyle kolay inananlardan değildir, onun demek iste­diği bir Yahudi cimriliğinin bulunduğudur, yani şu “Yahudi kişiliği” denilen sentetik birliğin etkisiyle meydana gelen özel cimriliktir. O cimri Hıristiyanlar bulunduğunu da bilir ve söyler, ancak bir Yahudinin cimriliği başka, bir Hıristiyanınki yine başkadır. Demokrat için ise, böyle bir şey asla olamaz, onca cimrilik bireyin karakter çizgileri arasın­da bulunan genel, değişmez bir nitelik olup, her türlü ko­şullar altında hep aynı kalır. İnsan ya cimridir, ya değildir. İşte o kadar! İki türlü cimrilik boş laftır. Demokrat, bilim adamının yaptığı gibi tek insanı göremez, çünkü birey ona göre genel niteliklerin bir toplamından başka bir şey de­ğildir. Bundan şu sonuç çıkar ki, demokratın savunması Yahudiyi insan olarak kurtarırken Yahudi olarak batırır.
Antisemitin tersine, demokrat kendinden korkmaz, onun başlıca korkusu içinde silinmekten çekindiği büyük yığın örgütlerdir. Analitik düşünmeye bağlılığı bu yüzden­dir, çünkü çözümcü kafa bu gibi sentetik şemaları görmez. Yahudide bir “Yahudi bilinci”, yani ayrı bir İsrailoğulları topluluğu düşüncesi doğmasını hoşgörmez, tıpkı işçide “sınıf bilinci” doğmasını istemediği gibi. Demokrat, elin­den gelse, herkesi yalnız kendisi olduğuna, yalnız kendisi için varolduğuna inandırmak ister. Ona göre “Yahudi yok­tur”, demek ki, bir “Yahudi Sorunu”da yoktur. O Yahudiyi dininden, ailesinden, halkından kopararak demokratik er­gitme potasına atmak, oradan çıplak ve yalnız, bütün öteki insanlara eşit bireysel bir varlık olarak çıkarmak gerektiği­ni düşünür: Amerika Birleşik Devletleri’nde buna özümle­me politikası adını vermişlerdir. Göç yasağı koyan kanun­lar bu politikanın suya düştüğünü gösterdiği gibi doğru­sunu isterseniz, bütün demokratik görüşün iflas ettiğini de ortaya koymuştur. Başka nasıl olabilirdi ki? Gerçek bir Ya­hudi elbet İsrailoğlu olduğunda direnecek ama bundan dolayı yüklenmiş olduğu ulusal ödevlerden de yan çizmeyecektir. Yahudi için demokrat ile antisemit arasında bu ba­kımdan fark yoktur: Birisi onu insan olarak yok edip yalnız Yahudi –parayı-alıkoymak isterken, öteki de Yahudiyi yok edip onu yalnız insan olarak yani yurttaşlık ve insanlık hak­larının genel ve soyut öznesi olarak yaşatmak istemektedir.
En liberal demokrat bile antisemitizmden büsbütün uzak değildir, çünkü Yahudi kendini Yahudi olarak tanıyıp tanıtmaya cüret ediyor. Demokratın bu düşmanlığı bir çeşit şen ve hoşgörülü ironide kendini belli eder: Sözgelimi Ya­hudiliği kolayca fark edilen bir dosttan konuşulurken güle­rek: “Yalnız pek Yahudidir haa!” ya da: “Benim Yahudilerde zoruma giden tek şey; sürüsel içgüdüleridir, birini işe almaya gör, bütün manga ardından sökün eder” denir.
Alman salgını sırasında demokratlar, Yahudi kovuştur­malarından nefretlerini saklamıyorlar, ama ara sıra şöyle iç çekmekten de geri durmuyorlardı: “Yahudilerimiz sürgün­den öyle bir hınçla geri dönecekler ki, antisemitizmin ye­niden hortlamasından korkulur.” Asıl korktuğu ise kovuş­turmaların Yahudide, Yahudilik bilincini daha da keskin­leştireceği düşüncesi idi. Antisemit Yahudiye Yahudi ol­masını çok görürken, demokrat onun kendini Yahudi ola­rak tanımasını hoşgörmez. Yahudi böylece dostu ile düş­manı arasında eli böğründe kalakalmıştır. Bana öyle gelir ki, Yahudi için kızartılmaktan haşlanmaktan birini seçmek­ten başka yapacak şey yoktur!
Şimdi bize şunu sormak düşüyor: Yahudi var mıdır/ Varsa nedir? Yahudi mi başta gelir, yoksa özümlenmesinde mi? En nihayet, soruyu bir başka türlü koyup, başka bir çö­züm yolu aranabilir mi?

Biz bu noktada antisemitle birleşiyoruz: Her ikimiz de insan doğasına inanmıyor, bir toplumu yalıtılmış ya da yalıtılabilir (tecrit) moleküllerin bir toplamı olarak gör­müyoruz. İnanıyoruz ki biyolojik, fizik ve sosyal olayları bireşimsel (sentetik) bir ruhla kavramak gerekir. Bu bireşimsel görüş ya da yöntemin uygulanmasına sıra geldi­ğinde yollarımız birdenbire ayrılıyor.
Biz ekzistansiyalistler bir “Yahudi ilkesi” tanımayız, Maniheist değiliz, “Gerçek” denilen Fransızın, atalarının deneylerinden ya da geleneklerinden öyle emeksizce ya­rarlanabileceğine de inanmıyoruz. Fizik niteliklerin kalı­tım (irsiyet) yoluyla geçtiğinden çok şüpheliyiz, etnolojik terimleri ancak elde bilimsel belgeler bulunduğu yerlerde kullanırız: Yani Biyoloji ve Patolojide. Bize göre insan her şeyden önce “durumu” ile belirlenen bir varlıktır; biyolo­jik, ekonomik, politik, kültürel... v.b... durumlarıyla bireşimsel bir bütün oluşturur. İnsan üstüne yargı verirken du­rumunu gözönünde bulundurmak şarttır, çünkü olanak­larını belirleyen, onu biçimleyen bu durumdur. Ama öte yandan tutum ve davranışlarıyla o duruma anlam kazan­dıran da kendisidir.           
Belirli bir durumda bulunmak demek bizce o durumu seçmek demektir. İnsanlar durumlarına ve bu durumlar karşısındaki tutumlarına göre, birbirinden ayırt edilir. İnsanlarda ortak olan belirli bir töz, bir nitelik değil, belir­li yaşama koşulları, yani bir sıra engeller (yasaklar) ve buyruklar toplamıdır: Ölmek zorunu, yaşamaya çalışmak zorunu, başkalarıyla paylaşa oturduğu bir dünyada onlarla düşüp kalkma zorunu gibi. İnsanın durumu denilen şey aslında işte bu koşullardır. Ya da bir başka türlü söylemek istenirse, bütün durumlarda özdeş olan soyut ayırmaçların tümüdür. Bu halde, Yahudiyi bütün başkaları gibi bir insan sayan demokrat haklıdır. Ancak bu yargı bana, Yahudinin de başkaları gibi hem sert, hem bağımlı olduğunu, ana-babadan doğup, acı tatlı günler gördüğünü sevip nefret ettiği­ni ve nihayet ölüp gittiğim söylemekten daha çok bir şey öğretmez. Bu pek genel ve bayağı bilgiler başka ne öğretebilirdi ki zaten? “Yahudi”nin kim olduğunu öğrenmek is­tersem onun bir insan olarak içinde bulunduğu durumu da­ha yakından tanımalıyım. Burada hemen şunu söylemeli­yim ki, konumuz bütün dünya Yahudileri değil, yalnız Fransız Yahudileridir. Bir Yahudi ırkı bulunduğu doğrudur. Ama birbirimizi iyi anlayalım: Eğer ırk kavramından şu tensel (somatik), tinsel (ahlaksal ve zihinsel) niteliklerin rastgele karıştığı “Türlü Yemeği” kastediliyorsa ben böyle bir şeye inanmam. Benim faute de mieux;( Sıkışınca, daha iyisi olmadığı için) etnolojik nite­likler demek istediğim daha çok Yahudilerde görülen kalıt­sal beden biçimleridir. Ama bunda da çekinceli olmak, da­ha iyisi, tek bir Yahudi ırkından değil, Yahudi ırklarından söz açmaktadır. Bilindiği üzere, bütün Semitler Yahudi de­ğildir. Böyle oluşu sorunu büsbütün karıştırıyor. Öyle sarı­şın Rus Yahudileri var ki, kıvırcık saçlı bir Cezayirli Yahudiden daha çok Doğu Prusyalı bir “Arya”ya benzer. Ger­çekte her ülkenin Yahudisi ayrıdır. Biz Fransızların İsrailoğlu üstüne kafamıza yerleştirdiğimiz tasarım (hayal) komşularımızınkine hiç uymaz.
Nazi rejiminin ilk zamanlarında Berlin’de bulunduğum sıralarda yanımda iki Fransız dostum vardı: Bunlardan biri Yahudi idi ve tam Yahudi tipinde bir görünüşü vardı: Eğri burun, yaprak kulaklar, kaim dudaklar... Bir Fransız onu ilk bakışta Yahudi olarak tanırdı. Ama o hem sarışın ve in­ce uzun boylu, hem de telaşsız tavırlı olduğundan, Alman­lar, Yahudiliğini sezemiyorlardı. O da ara sıra SS’lerle do­laşmak ve birlikte kır gezintisi yapmakla eğleniyordu. Bir gün SS’lerden biri ona, Yahudiyi yüz metre uzaktan görse hemen tanıyacağını söyleyerek, onu bıyık altından güldürmüştü. Öteki dostum ise Korsikalı eski bir Katolik aileden­di. Kara ve hafif kıvırcık saçları vardı, kısa boylu ve şiş­mandı. Sokak çocukları onu gördükçe: “Jud, Jud!” diye ba­ğırırlar ve arkasından taş atarlardı, çünkü belli bir doğulu Yahudi tipini andırıyordu ve Almanların Yahudi tasarım­larına uyuyordu.
Üstelik diyelim ki bütün Yahudilerde belirli ortak beden çizgileri vardır. Bu onların aynı karakter çizgilerine sahip olduklarını -birkaç dayanıksız karşılaştırma bir yana bırakılırsa tanıtlamaya yeter mi? Kaldı ki saptanabilir semitik tip özellikleri birbirine bağlı da değildir. Bu fizik be­den ayırmaçlarını ayrı ayrı bir “Arya”da da bulmak kaabildir. Böyledir diye o aryanın, aynı bedensel özelliğe uyan, Yahudiliğe özgü, ruh niteliğine sahip olması gerekir mi? Elbet hayır, değil mi? Öyleyse ırk temeline dayanmak iste­yen bütün teoriler boştur. İlk teorisi Yahudinin bölünmez bir bütün olduğu varsayımından kalktığı halde, ondan her parçası kendi yerinden kaldırılıp bir başka yere konabilen, bir mozaik meydana getirmektedir. Oysa ne fizikten psişi­ğe sonuç lama olabilir, ne de psiko-fızyolojik koşutluk var­dır. Somatik yapı çizgilerini “toptan” almak gerektiğini söyleyeceklere cevabım şuuur: Bu “Toptanlık” ya etnolojik çizgilerin bir toplamıdır, ki asla tam bir psişik senteze eşdeğer olamaz, bir küme beyin hücresinin bir düşünceye uyduğunu söylemekten daha çok değer taşımaz, ya da Ya­hudilerin fizik görünüşlerinden söz ederken beden ve ruh özelliklerini ancak sezgi yoluyla kavranabilen bir bütün halinde kaynaştırmak murat ediliyor demektir. O zaman ortaya Kohler anlayışında bir “Geştalt” çıkar. Antisemitler bir Yahudiyi “korkusundan” bildiklerini söylerken ya da Yahudiler için özel bir “korkma yetisi” taşıdıklarım iddia ederken bunu kastediyor olmalılar... Ne var ki bedensel elemanları ilgili ruhsal elemanlardan ayrıca gözlemleyip incelemek mümkün değildir.
İşte orada, Rue des Rosier’de evinin eşiğine oturmuş bir Yahudi görüyorsunuz. İlk bakışta, ben onun Yahudiliğini okuyorum: Kara kıvırcık sakalı, eğrice burnu, yaprak ku­lakları, demir çerçeveli gözlüğü, gözlerine inen kalıplı şap­kası, sinirli ve telaşlı jestleri tuhaf bir şekilde acı ve iyicil bir gülümseyişi var. Belli ki adamda bedensel ve ruhsal elemanlar kopmaz şekilde birleşmiştir. Sakalı kara ve kı­vırcıktır, dedik, doğru, bu bir bedensel ayırmaçtır; ama be­ni asıl şaşırtan, adamın bu sakalı isteyerek bırakmasıdır. Bununla açıkça demek istiyor ki; o Polonyadan gelen ilk göçmen kuşağındandır ve Yahudi topluluğunun gelenek­lerine bağlı kalmak niyetindedir. Sakalını tıraş eden oğlu sanki ondan daha mı az Yahudi? Öteki beden çizgileri, bu­run biçimi, yaprak kulakları., v.s. salt anatomik özellikler­dir. Ama kılık ve gözlük, yaz mimikleri, jestler gibi zihin­sel ve toplumsal olanlar da vardır. Yahudiyi ayırmaçlayan bütün o bedensel, zihinsel, dinsel, toplumsal ve kişisel özelliklerin bölünmez tümü değilse; evet, elbet kalıtsal ol­mayan ve aslında yalnız tek bir kişi ile tüm özdeş bulunan bu canlı sentez değilse, başka ne olabilir? Biz Yahudinin bedensel ve kalıtsal ayırmaçlarını onun durumunun etmen­lerinden ancak biri olarak görüyoruz, ama doğasının bir temel koşulu olarak değil! Yahudiyi ırkıyla belirlemek ola­mayınca, şu halde onu dini inancı ile ya da salt Yahudi ulusal topluluğuna bağlı oluşuyla belirlemekten başka ça­remiz yoktur. îşte burada iş daha çok çatallaşıp karmaşık hale giriyor.
Çok eski bir çağda şüphesiz İsrail denilen bir dinsel ve budunsal topluluk vardı. Ama bu topluluğun tarihi iki bin beş yüz yıldan beri süregelen bir çözülme ve dağılma tari­hi olmuştur. O ilkin egemenliğini yitirdi, sonra başına Babil tutsaklığı geldi, arkasından Fars boyunduruğu, en sonunda da Roma salgını çattı. Bu serüvende bir “kargınmışlık” görmek coğrafık kargınmışlıklar olabileceğini ka­bul etmekten farklı değildir. Oysa, Filistin’in durumu, an­tik ticaret yollarının kesiştiği yerde, iki güçlü Cihan devle­tinin arasında sıkışmış bulunması o sürekli kamulaştırma olayını yetesiye açıklar. Dağılan Yahudilerle anayurtta ka­lanlar arasındaki dinsel bağ, biricik olanaklı bağ olarak git­tikçe kuvvetlendi ve başka yerlerdeki ulusal bağların yeri­ni tuttu. Ama bu “aktarım” ortak bağların bir tinselleşip zihinleşmesi, dolayısıyla soyutlaşması demekti. Nitekim çok geçmeden Hıristiyanlık gelip Yahudiler arası ayrılığı, kopuşukluğu tamamladı. Yeni dinin ortaya çıkması Yahudi dünyasının en ağır bunalımını doğurdu, yerli Yahudilerle dağılmış olanlar arasında keskin bir çatışma yarattı. İlk çı­kışından beri Hıristiyanlığın gösterdiği dev gücü karşısın­da Musa peygamberin dini zayıf düşüyor, çözülüp dağıl­maya mahkum görünüyordu. O yalnız karmaşık bir hoşgö­rü politikasıyla ve inatla tutunabilmekte idi. Ortaçağın bü­tün Yahudi kovuşturmalarına ve tedirginliklerine dayandı, ama Aydınlık çağının ve eleştiri ruhunun baskısına pek da­yanamadı. Bizim çevremizin Yahudileri dinlerine artık yal­nız töre saygısıyla ya da topluluğun hatırı için riayet edi­yorlar. Dostlarımdan birine oğlunu niçin sünnet ettirdiğini sorduğumda, “Annemin hatırı için bir, bir de temizlik ol­sun diye” şeklinde cevap verdi, -Peki anneniz bu işe neden önem veriyor? Dostları ile komşularından çekindiğinden dolayı.
Bana öyle geliyor ki, ama, bu pek ayık ve soğuk açıkla­malar geleneklere sarılmak, ulusal bir geçmişin yokluğu dolayısıyla törelerle göreneklerin geçmişinde kök salmak yolunda duyulan bulanık ve derin ihtiyacı örtmek için ya­pılmaktadır. Bu bakımdan din en elverişli imgesel araç olsa gerektir. Musevilik, hiç değilse Avrupa’da, rasyonalizm ile Hıristiyanlık ruhunun ortaklaşa saldırısına dayanamamış­tır. Düşüncelerini sorduğum ateist Yahudiler, Tanrı konusu üstüne tartışmalara daha çok Hıristiyanlığı göz önünde tu­tarak katıldıklarını söylediler. Saldırdıkları, kendilerini baskısından kurtarmak istedikleri, Hıristiyanlıktır. Onların Tanrıtanımazlığı ile, Katolikten “kopmak” istediğini söy­leyen Martin du Gard’ınki arasında fark yoktur. Yahudi ay­dınları asla “Tevrat’a karşı” ateist değildirler, kötüleyip horladıkları din adamı da haham değil rahiptir. Buna göre, sorunun verileri şöyle özetlenebilir: Tarihsel bir topluluk ilkin ulusal ve dinseldir, ama ilkin hem öyle hem böyle olan Yahudi topluluğu giderek somut özelliklerini yitirmiş­tir. Dağılmaları ortaklaşa geleneklerin çözülmesini doğur­duğu gibi, iki bin yıllık göçebelik ve güçsüzlük onları bir tarih geçmişinden de yoksun kılmıştır. Hegel’in dediği gibi, eğer bir topluluk tarihini hatırladığı ölçüde tarihsel ise denilebilir ki, Yahudi topluluğu en az tarihsel topluluktur. Çünkü, o ardında yalnız sürekli bir ezgi, uzun bir eylem­sizlik çağı bırakmıştır. O halde, Yahudi topluluğuna bir bir­lik görünüşü kazandıran nedir? Bu soruyu yanıtlamak için yine Durum kavramına el atmak zorundayız. İsrailoğullarını birleştiren ne varsa, eğer hepsi aynı adı özellikte bir “Yahudilik durumunda” yaşamaları, yani kendilerini Yahu­diliğe mıhlayıp damgalayan bir ortamda yaşamak zorunda bulunmalarıdır. Yahudiler bütün çağdaş uluslarca özümle­meye hazır ve elverişli iken salt istenmemeleri yüzünden Yahudi kalmış bir halk olarak tanımlanabilir. İsa Peygam­berin öldürülmüş olmasının günahı ta baştan beri Yahudi­nin omuzuna yüklenmiş ağır bir yüktür. (Oysa, dağılış zamanlarında Hıristiyanlarca uydurulmuş ve giderek inanılmış masallardan başka bir şey yoktur. Bilindiği gibi çarmıha germe Romalıların idam usullerinden biri idi ve İsa bir siyasal asi olarak öldürülmüştü.) Sorun duygusu mantık öncesi çağlardan kalmış bir toplumun anlayışına göre öldürenle öldürülenin soyundan olmak arasında ayrım yoktur, yani ikisi de kargınmış (lanetlenmiş) sayılır. Ne de olsa bu, günümüzün antisemitizmini açıklamaya yetmez, bugün antisemit Yahudiyi, dinsel buğuzun desteklediği, bir kin konusu olarak seçmiştir. Bu buğuz ve tiksinti ilgi çeki­ci bir ekonomik olguya kaynaklık etmiştir: Kilise Ortaçağ­da Yahudileri zorla özümlemeye çalışacak yerde, -ya da yok edecek yerde-göz yummuş, katlamış ise bunun da ne­deni onların çok önemli bir ekonomik görev yüklenmiş ol­malarıdır. Ortada yine ancak kargınmışlarca yapılması ge­reken kargınmış bir uğraş vardı: Para alışverişleri. Bir Hı­ristiyan, kendini lekelemeden bu işle uğraşmayacağından, toprağı olmayan, askerlik hizmetinden uzak tutulan Yahudi için para ticareti biçilmiş kaftandı. Böylece eski dinsel kar­gışa, yeni bir ekonomik kargış katılmış, günümüze dek ge­len bir çifte lanet halkası olarak Yahudinin omuzunda asılı kalmıştı. Üretimsel olmayan bir işle uğraşmayı Yahudinin başına kakınç edenler unutuyorlar ki, kendisine toplum içinde sözde bağımsızlık sağlayan bu işe onu zorla sokan­lar kendi öz atalarıdır. Bütün kapıları Yahudinin yüzüne kapatarak! Hıristiyanlar, Yahudiyi kendileri yaratmıştır, demekte hiç abartma yoktur, çünkü onu, özümlemekten ansızın vazgeçip, giderek büyük ustalık kazanımları pek doğal olan bir göreve iradesi dışında onlar yöneltmişlerdir. Kaldı ki, bugün bu gerçekten ortada kalan bir anıdan baş­ka bir şey değildir, ekonomik görevlerde ayrımlaşma artık öylesine ilerlemiştir ki Yahudilere herhangi özel bir uğraşı alanı kalmamıştır. Artık olsa olsa şöyle denebilir: Belirli alanlarda uzun süre alışıklık ve uzmanlık kazanan Yahu­diler, sonra kendilerine de açılan bazı iş kollarına heves et­memişlerdir. Ne de olsa çağdaş toplumlar, eski anıları unutmuyor, onları bugünkü antisemitizmleri için kullanıp değerlendiriyorlar.
Bugünkü Yahudinin ne olduğunu anlamak için asıl Hı­ristiyan vicdanı sorguya çekilmelidir. Ama soru “Yahudi nedir” şeklinde değil de “Yahudiden sen ne yaptın” şeklin­de olmalıdır.
Gerçek odur ki, Yahudi onu Yahudi sayan in­sanların bir yaratmasıdır. Çıkış yapılması gereken yalınç gerçek işte budur. Antisemite demokratın dediği bu anlam­da çok doğrudur: Yahudiyi yapan yalnız antisemitizmdir! Ne de olsa Yahudiye karşı beslenen bu kuşkuyu, gözetleme merakını, o maskeli düşmanlığı tek tek bağnazların arasıra yaptıkları taşkınlıklara vermek elbet doğru değildir. An­tisemitizm buraya kadar açıkladığımız gibi her şeyden ön­ce, hukuk devletinin bağrında gizlice yaşayan ilkel, kör ve karanlık bir topluluğun bir tepkisi, bir belirtisidir. Böyle ol­duğundan dolayı da onu büyük sözler ve jestlerle, öğütler ve uyarmalarla yenmek, yok etmek oluşlu değildir. Bu, ne­ye benzer bilir misiniz? Korkunç sonuçlarını bir kitapta toplayıp insanlara okutunca savaşın ortadan kalkacağını sanmaya...
Yahudi, kendisine gösterilen yakınlığın, duygudaşlığın değerini bilir. Bilir ya, yine de antisemitizmin, içinde yaşa­dığı ülkenin tamamlayıcı bir parçası olduğunu hiç unut­maz. Pek iyi bilir ki demokratlar ve bütün öteki savunucu­ları gerçekte antisemitizmi yok etmek niyetinde değildir­ler. İlkin, düşünce özgürlüğüne saygı besleyen bir toplum­da bir cumhuriyette yaşıyoruz; sonra kutsal birlik (Union Sacree) miti Fransızları hâlâ öyle etkiliyor ki -hele ulus­lararası bunalımlar sırasında azgınlığı artan antisemitizme alabildiğine ödün vermekten geri durmuyor. Böyle ödün vermek yatkınlığı gösterenler elbet yalnız iyi niyetli ve iyi yürekli demokratlardır, yoksa antisemit daima durduğu noktadan ayak bile sekitmez. O bir bağnazın bütün avanta­larından yararlanır. “Onu kızdırmayalım, kışkırtmayalım” derler, yanında yüksek sesle konuşmaktan sıkınırlar.
1940’ta birçok Fransızlar, belli art düşüncelerle, Birlik (Union) öğüdü veren Petain’in hükümeti başına toplanmış­lardı. Sonra bu hükümet, aritisemitik tedbirler almaya baş­layınca iyi niyetli “petainist”ler ses çıkarmadılar. İçlerin­den biraz tedirgin olsalar bile, ne yapabilirlerdi? Eğer Fransa birkaç Yahudi kurban ederek kurtalacaksa, buna göz yummak daha iyi değil miydi? Onlar antisemit değil­lerdi, -hayır, haşa!...rastladıkları Yahudilere selam verip konuşuyorlardı bile! Acılarını ve üzüntülerini paylaşıyor­lardı bile! Ama bu Yahudilerden birleşik ve ataerkil (patri­arkal) bir Fransa düzenleme hayali uğruna kendi hayat ve kederlerinin feda edildiğini anlamamaları beklenir miydi? Almanların yırtıcı pençelerinden ya da ölüm kamplarından nasılsa kurtulanlar şimdi Fransa’ya dönüyorlar (Yazı 1944’te çıkmıştır.) Çokları ta baştan beri direnmeci (resistantes) idiler, birçoklarının Leclerc ordusunda oğulları, kuzenleri vardı. Şu anda Fran­sa coşkunluk içinde, sokaklarda kucaklaşıyor, kardeşlik antları içiliyor. Sınır kavgası bile şu anda unutulmuştur. Gazeteler harp tutsakları ile sürgünler üstüne sütunlar dol­duruyorlar. Peki, niçin hiç Yahudilerden söz eden yok? Kurtulup yurda dönen Yahudiler, kutlanacak nu? Lublin gaz odalarında can verenler anılacak mı? Günlük gazetele­rimizde bu konu ile ilgili bir satır bile görülmüyor! Sebe­bini sorsanız, antisemitleri kızdırmamak için, derler; oysa Fransa’nın şimdi her zamandan çok birliğe ihtiyacı var, derler. “Şimdi kendilerinden söz edilmemesi Yahudilerin de hayrına olur. Fransız toplumu dört yıl onlarsız yaşardı, onların yine içimize dönüşünü göze çarpacak biçimde be­lirtmek doğru olmaz!” İyi niyetli gazetecilerimiz işte böyle düşünür.
Sanır mısınız ki, gerçek durum üstüne Yahudiler düşü­nüp taşınmaz? Sanır mısınız ki, bu susuşun sebebini onlar anlamaz? Bu tutumu beğenerek “bizden ne kerte az konu­şulursa o kerte iyi olur” diye düşünenler yok değildir. Ama bu sözdeki burukluğu, acılığı, kendini bilen, ırkına ve inan­cına güvenen bir Fransız sezebilir mi? İnsanın böyle bir feragat felsefesine, bir saklambaç politikasına varması için anayurdunda yıllar yılı düşmanlık sezmesi, her an uyanık kötü niyetin delillerini görmesi, daima sataşıp saldırmaya hazır bir sözde kayıtsızlık ile karşılaşması gerekir. Yahu­diler yurda gizlice dönüyor, ulusal kurtuluşun sevincini herkesle birlikte yaşayamıyorlar, ne acı! Ben “Letres Française”de şöyle, fazla bir şey düşünmeden, harp tutsak­larının, sürgünlerin, politik tutuklularm ve Yahudilerin acı­ları üstüne birkaç satır yazdım diye bazı Yahudilerden do­kunaklı teşekkür sözleri duydum. Bir yazar yalnız Yahudi adını andı diye ona böylesine sıcak minnet duymaları için ne yaman bir yalnızlık, bir kimsesizlik duygusu içinde ya­şamalı bu adamlar? Besbelli ki, Yahudi onu ille de Yahudi sayan bir toplumda belirlenmiş (koşullanmış) bir “Yahudi durumunda” bulunmaktadır.
Yahudinin bağnaz düşmanları, ılıman savunucuları var­dır. Demokrat ılımanlığı kendine bir meslek yapmıştır, uyarır, çıkışır, ama havra yakanlara hiç dokunmaz. Yürek­ten hoşgörülür, hoşgörülüğü snopluk (züppe) derecesindedir, de­mokrasi düşmanlarını bile içine alacak kadar geniştir.
Mauras’nın neredeyse bir deha sayılması bu bakımdan ilgi çekicidir. Demokrat antisemite karşı hoşgörüden ayrılmaz, çünkü kendi kuyusunu kazanlara bir çeşit hayranlık duyar. Belki kendi elinden gelmeye zorbalığa, güç gösterisine karşı bir zaafı, bir özlemi vardır.
Üstelik bu eşit olmayan güçlerin bir karşılanmasıdır. Demokratın Yahudi haklarını daha sıcakça savunması için, onun da maniheist olması ve Yahudiyi iyilik ilkesi olarak kabul etmesi gerekirdi. Bu nasıl olabilirdi? Demokrat aklı­na kaçırmamıştı ya. O Yahudinin avukatlığını yapıyorsa, bunu onda insanlığın bir parçasını gördüğü için yapıyordu; ama insanlığın aynı şekilde savunulması gereken başka parçaları da vardı. O vakit buldukça Yahudi davasıyla uğ­raşırdı, oysa antisemit tek bir düşman tanıyordu, bütün gü­cünü onun üstünde toplayabildi. Onun üstünlüğünü sağla­yan bu idi. Azgınca saldıran ve gevşekçe savunulan Yahudi antisemitizmi her an canlandırıp ayaklandırması mümkün bir toplumda yaşamak zorundadır. Daha yakından yapaca­ğımız gözlemlerde bu çıkış noktasını hiç gözden ırak etme­yelim. Fransız Yahudilerinin çokluğu küçük, büyük burju­valardan bileşiktir. Bunların işlerini, uğraşlarım ben “iyi ünlü” diye niteleyeceğim, çünkü başarı denilen şey, kişisel ustalık ve beceriklilikten daha çok kazanılan üne, başkası­nın o adamla ilgili düşüncelerine bağlıdır. Avukat, ya hazır elbise tüccarı mısınız, müşteriniz ancak hoşa gittiğiniz, beğenildiğiniz oranda bol olur. Demek ki bu meslekler, yol, yordam bilmek ister. Kandırmak, yaltaklanmak, sempati ve güven kazanmayı gerektiriyor. Giyim kuşamda kusur­suzluk, onurlu ve kibar görünüş, müşterileri çeken sayısız gösterişler ve oyunlar arasında bulunur. Hepsinin başında adı iyiye çıkmış olmak gelir. İyi ad da, ancak iyilik ederek kazanılır. Demek ki adı geçen işlerde başarının koşulu, in­sanlarla düşüp kalkmada başarı kazanmaktır. Yalnız top­rağıyla uğraşan köylü ile yalnız elindeki madde ile uğraşan işçinin bu gibi hünerlere ihtiyacı yoktur. Yahudi, böylece kendini çelişik bir duruma sokmaktadır: Herhangi başka bir ad yapıyor, ama bu iyi ad ya da ün, baştan beri taşıdığı ve ne yapsa silkip atamayacağı kötü Yahudilik ünüyle ça­tışıyor. Maden ocağında, arabası üstünde, döküm evinde çalışan bir işçi Yahudiliğini kolayca unutabilir, ama bir Ya­hudi tüccar bunu dünyada unutamaz! O dürüstlüğün, elçiliğinin, binbir kanıtını verse, ağzıyla kuş tutsa, yine ancak ve yalnız “iyi bir Yahudi” ünü kazanabilir. O Yahudidir ve Yahudi kalacaktır. Yahudi, namuslu, namussuz diye anıl­dığını duyunca, bunun ne demeye geldiğini, övülme ya da yerilmeye hangi tutum ve davranışlara borçlu olduğunu çok iyi bilir ve hatırlar, ama ona sadece Yahudi dedikleri zaman bu belli bir durum değil, yaptığı ve yapmadığı her şeye yapışık olan belirli bir tutumdur. Ona durmadan telkin edilmiştir ki, bir Yahudi daima Yahudice düşünür, uyur, yer içer. O dürüst ise Yahudice dürüst, dolandırıcı ise yine Ya­hudice dolandırıcıdır. Ne var ki Yahudi ne kadar arasa ve denese davranışlarında, dendiği gibi bir özellik bulamaz. Biz kendimiz yaşayışımızın biçimini bilir miyiz? Bile­meyiz, çünkü nesnel bir gözlem yapamayacak kadar kendi kendimizle karışmışızdır. Ama Yahudi için durum aynı değildir: Bir gün ansızın kafasına yerleşiveren “Yahudi” sözcüğü bir daha oradan çıkmaz. Kimi çocuklar, ilkokul sı­ralarında kendilerini yumrukla bu damgadan korumaya ça­lışırlar, çünkü “Yahudi suratlı” sövüntüsünü duyunca deli­ye dönerler. Ne fayda, ırklarını daha ne süre bilmezlikten gelebilirler? Tanıdığım ailelerden birinde bir kız çocuğu on beş yaşına dek Yahudi sözcüğünün anlamını öğrenmemiş­ti: Fontenblö’lü bir hekim, düşman yaygını sırasında to­runlarını kökleri, asılları üstüne hiçbir şey öğretmeden bü­yütmeyi becermişti. Ama ne yazık ki, bir gün acı gerçeği onlar da öğreneceklerdi. Kimi zaman çevrelerinde gördük­leri anlamlı bir gülümseme buna yeter, olmazsa bir tepeden bakış ya da bir dedikodu bütün kuşkuları dağıtırdı. Bu öğ­reniş ne denli geç olursa çok tabii o denli yeğin olurdu! Ansızın anlarlardı ki onlar üstüne kendilerinin bilmediği bir şey bilinmektedir, evde duymadıkları bir sıfatla anıl­maktadırlar. Birden bire kendilerini alargada bulur, çocuk toplumundan dışarı atıldıklarını hissederler. Oysa öteki çocuklar rahatça birbiriyle düşüp kalkmaya devam eder, özel adlarından başka ayrı Mr lakap ya da sıfat kullanmaz­lar. Kafaları allak bullak olan bu yavrular evlerine dönünce babalarının yüzüne dikkatle bakar ve düşünürler: “Demek bu da bir Yahudi!” ve bütün baba saygıları uçar gider. Bu çocuklar, ömürleri boyuca o ilk bilinç şokunun etkisini du­yar, silinmez bir şekilde damgalandıklarını düşünürlerse buna şaşılır mı? Ana-babasının cinsel ilişkisini ansızın öğrenen çocuğun tepki ve sapkıları üstüne çok şey söylenmiş ve sayısız örnekler gösterilmiştir. Ana-babasını dikkatle süzüp ilk defa, “Aa! Bunlar Yahudi imiş!” diyen mini-mini bir yavruda benzer tepki ve sapkılar olmaz mı? Ona Yahu­di olmanın ayıp olmadığını, o sıfatla övünmesi gerektiği söylenir şüphesiz, ama çocuk artık neye inanacağını şaşır­mıştır, küçümsenip horlanma korkusuyla, övünüp gönen­me isteği arasında bocalamaya başlar. Sapada kaldığını gö­rür, nedenine aklı ermez; çalışıp çabalar, ama ne yapsa baş­kasının gözünde Yahudilik barajım aşmadığını, aşamaya­cağına inanmak zorunda kalır.
Alman hükümetinin; Yahudileri, “sarı yıldız” takmaya zorlaması halkta haklı bir öfke ve tiksinti yarattı. Bu tedbir, Yahudi denilen insanı hor bakışlara çıplakça sunmak, türlü anlamlara gelen bakışların kurşunlarıyla delik deşik ederek kanlarım içlerine akıtmak demekti. Fransız toplumunda bu öylesine bir tepki yarattı ki o zavallı damgalılara duygu­daşlık gösterebilmek için elden gelen yapılıyordu. Ama iyi niyetli yurttaşlardan gördükleri aşırı iltifatlar, kolboyu şap­ka çıkarmalar onu daha çok sıkıyor, ağlamaklı ediyordu. Hele yaşlı gözlerin patetik bakışları altında büsbütün ezi­liyor, kendilerini açınılan sakat yaratıkları gibi hissederek kahroluyorlardı. Acınma konusu olmak çoklarının sandı­ğından daha yaralayıcıdır. Yahudilere düşen rol, bu erdem­li liberal yurttaşlara bir şekilde kendilerini göstermek fırsa­tı vermekten ibaretti, yüce duyguların türlü jestler ve mi­miklerle gösterilmesine vesile olmaktı. Liberaller ise hür­dü, isterlerse Yahudinin elini sıkar, isterlerse suratına bir tükürük atabilirlerdi. Ahlaklarına, kendilerine seçtikleri yola göre bir karar verirlerdi. Ama Yahudi, Yahudi olup ol­mamakta serbest değildi. Güçlü karakter sahibi Yahudiler için kin ve tiksinme belirtileri görmek, iyilik ve acınma iş­leri görmekten yeğdi. Çünkü kin, çoğun bilinçsiz bir tutku olduğu halde iyilik ve acınma bilerek ve “lütfen” yapılan bir gösteridir. Biz, bu psikolojik halleri öyle iyi biliyorduk ki, yıldızlı Yahudilere rastladıkça başımızı çevirmeyi yeğ bulurduk. Onlara değen bakışlarımızdan utanıyorduk, çün­kü biz istemesek de bu bakışlar onları yine de damgala­maktan geri kalmıyordu. Yapılacak en dostça hareket hiç­bir şey görmüyormuş gibi davranmaktı. Yalnız insana yak­laşmak için ne yapsak yine Yahudi ile karşılaşıyorduk.
NAZİ buyruklarının, aslında önceden var olan, bir durumu daha çok belirtmekten, gerçekte kendimize tamamıyla uyan bir davranışı resmileştirmekten başka bir şey yapma­dığını bilmiyor muyduk sanki? 1940 Yahudisi gerçek yıl­dızlı değildi. Ama adıyla, yüzü ve jestleriyle, daha bilmem kaç çeşit özellikleriyle kendini Yahudi olarak tanıtıyordu, sokakta dolaşır bir kahve, salon ya da tecimevine girerken Yahudi olarak tanılıp damgalandığını hemen hissetmiyor muydu? İçten ve sevimli jestlerle karşılansalar bile, yine bir hoşgörü gösterisine vesile yapıldığını biliyor, tanıdığı­nın bu vesile ile çevresindekilere şöyle demek istediğini seziyordu: Ben öyle küçümen, dar kafalı adam değilim, ge­niş bir görüş ufkum var, antisemit değilim, ben insanlarda yalnız insanı görürüm, ırklarına bakmam.
Yahudinin kendine gelince, o her şeye karşın kendini bütün öteki insanlardan aşağı görmez. Düşünür ki, o da ay­nı dili konuşmakta, aynı ulusal emelleri besleyip aynı sınıf çıkarlarına hizmet etmekte, herkesle birlikte seçimlere ka­tılıp aynı gazeteleri okumakta, aynı görüş ve düşünceleri anlamakta ve paylaşmaktadır. Ama ona, iş aslında hiç de öyle değildir, sen de okur konuşur, geçersin lâkin bütün bunları hep “Yahudice” yaparsın diyorlar. Ne demek Yahu­dice yapmak diye soracak olsa alacağı cevap: “Hele dön de bir aynaya bak” olacaktır. O da gerçekten dönüp aynaya bakar ve kendi hayalini tanır; tanır ya herkesin onda var­saydığı “Yahudi niteliği”ni bir türlü göremez. Ne yapmalı öyleyse? Daha sonra göreceğiz ki Yahudi tedirginliğinin kökü bir yanıtsız soruyu durmadan tekrarlamasında, o be­lirsiz ama bildik, ama ele gelmez ama çok yakındaki gö­rüntü (fantom) ile hesaplaşıp, cenkleşip durmasındadır. Onu bir musallat düş gibi habire kovalayan bu görüntü başkalarının önünde sezdiği kendi hayalidir. Denecek ki bu hemen hepimiz için doğrudur, hepimizin kendi gözümüz­den kaçan, ama çevremizde yerleşmiş bir karakteri, bir tipi vardır. Evet öyledir, o da yakın çevremizle ilişkilerimizin doğurduğu bir tasarımdan başka bir şey değildir. İçinde yaşadığı toplumda, -hiç değilse normal zamanlarda yurt­taşlık haklarını serbestçe kullanabilmesi Yahudi için duru­mu daha da şaşırtıcı bir hale koyar. Acısı kat kat artsa da bunalım zamanlarında kendini hiç değilse elde silah savu­nabilir, “Efendi ile Köle” de Hegel’in anlattığı gibi diya­lektik bir tutumla baskıya karşı ayaklanarak özgürlüğünü yeniden kazanabilir, kargınmış Yahudi doğmasını onu omuzuna yükleyenlere karşı silah gücüyle yoksayabilir. Ama her şeyin susuk ve normal olduğu dönemlerde ne yapsın, kime karşı ayaklansın? O zaman kendini çevrele­yen toplumla uzaklaşmaktan, törelerine uyup, partilerine karışmaktan başka çıkar yolu yoktur. Artık o da herkesle birlikte aynı namus ve şeref karışma sağlayan bir devletin hür vatandaşıdır. Bundan dolayı da her türlü toplum rütbe­leri ve devlet kapıları ona da açıktır. Onur nişanları alabi­leceği gibi büyük avukat ve bakan da olabilir. Ama legal haklarının doruğuna çıktığı anda karşısına ansızın şekilsiz ve karışık, bambaşka bir toplum çıkarak onu öfke ile aşağı iter. O zaman adam acı ile anlar ki, gördüğü bütün saygılar dışındadır, bütün mutluluk görünürleri boştur. En büyük başarılar bile onu şu “gerçek” denilen topluma mal edeme­yecektir. Bakan da olsa yine Yahudi bakan sayılacak, bir yandan ekselans, bir yandan da parya muamelesi görecek­ti. Gerçi açık ve özel bir direnme ile karşılaşmaz, ama yine de her şey ondan çekinir gibidir; çevresinde bir boşluk, bir oyuk meydana gelir, elini neye sürse, sanki kimyasal bir et­kiye tutulmuşçasına, değişir ve bozulur.
Burjuva toplumunda değerler, insanların durmadan bir­birine karışması, yığınsal akımlar, töreler ve modalarla ya­ratılır. Şiirlerin, möblelerin, evlerin, toprakların değerleri daha çok, hafif bir çiğ gibi nesnelerin üstüne çöken o ken­diliğinden yoğunlaşma ile meydana gelir. Değerler tama­mıyla ulusal nitelikte olup, geleneksel ve tarihsel bir top­lumun, normal işleyişinden doğar. Fransız olmak yalnız Fransa’da doğmuş olmak seçimlere katılıp vergi ödemek demek değildir; o daha çok, Fransa’nın değerlerini kavra­yıp, kullanmayı bilmek demektir. Hele onların yaratıl­masında payın varsa bu benlik bilincini yükseltir, bütünle bir olma duygusunu derinleştirerek var oluşa anlam ve hürriyet kazandırır. Bir XVI. Lui möblesini, bir Chamfort özdeyişini, bir lle-de France toprağını, bir Claude Lorrain tablosunu beğenip değerlendirmek demek kendini Fransız toplumundan hissetmek ve ona bağlılığı sessiz bir toplum antlaşması ile yenileyip pekitmek demektir. Bulanık ve raslantısal varlığımız birden bire tüzel bir varoluş değeri kazanır. Bir Villon’u okuyarak ya da Versay sarayım göz­den geçirerek işten sarsılan her Fransız devletin bir parçası ve değişmez hakların bir öznesi olur. Ama Yahudiysen bu değerlere yaklaşmak yasaktır. Bu gerçi işçi için de böyledir, ama ne de olsa, onun durumu yine başkadır, işçi bur­juva kültürünü hor görürken, yerine kültür değerleri koy­mayı tasarlar. Yahudi ise gerçekte kendini yadsıyan adam­ların smıfındandır, onların beğenisini, yaşayışını paylaş­makta, elini onların değerlerine doğru uzatmaktadır; ama bu el nedense onlara ulaşmaz, bu göz onları göremez, bu insan onları gerçekten edinmez ve benimseyemez.
Gerçek elbet böyle değildir. Kim inanır ki Bloch, Cremieux, Suares, Cchwob, Bende Fransız yapıtlarını bir Hı­ristiyan bakkaldan ya da polisten daha az anlar? Kim inanır ki Max Jacob bizim dilimizi “Arya” olan bu belediye yazıcısından daha az biliyordu? Yarım Yahudi Proust, Rasin’i bundan dolayı yarım mı anlıyordu? Stendhal’i kim daha iyi anlıyordu: Ünlü bir yazar bozuntusu olan “Arya” Chuquet mi yoksa Leon Blume mu? Bütün bu doğrular ne yazık ki pek yaygın olan yanlıştan hiçbir şey değiştirmez. Bunun yanlış ya da doğru olduğuna Yahudi kendisi karar vermek, hatta kanıtını bulup göstermek zorundadır. Bu kanıt, bu­lunsa da onu reddetmek yine karşı tarafın elindedir. O bir yapıtın, bir törenin, bir çağın, bir stilin anlayışında kendin­den pek ileri de olsa, nesnelerin gerçek değerini, yalnız gerçek Fransa’nın Fransızlarına nasip olanı, bayağı sözler­le deyişlendirilmesi mümkün olmayanı kavrayamaz, bu onun bütün “yeteneklerini aşar”. O okumuşluğunu, yaptık­larını boşuna ortaya serer, çünkü asıl bu okumuşluk ve yapıtlardır ki, Yahudinin gerçek değerleri kavramaktan ne kerte uzak olduğunu belli eder! Yahudi inanmalıdır ki, nes­nelerin içerik anlamları ona daima kapalı kalacaktır, çünkü kendinin olmayan gerçek Fransa, gerçek değerleri, gerçek takıtı, gerçek ahlakı ile onu bir duman gibi sarmıştır. O, dünyanın malını ele geçirmiş, isterse saraylar ve geniş top­raklar edinmiş olsun: Tapu senetlerini cebine indirir indir­mez, sanki büyülenmiş gibi mülkler bambaşka bir anlam kazanır. Gerçek mal sahipliği ancak bir Fransızca, bir Fransız oğluna, köylü çocuklarına yaraşır. Bir köyde sefil bir barınağı ak akçe ile ödemiş olmak bile gerçekten ona sahip olmaya yetmez. Bütün komşuları, ana-babalarını ve atalarını, yöredeki tarlaları kayın ve meşelikleri tanımak; ekip biçmiş, avlanmış ve balık tutmuş olmak; ağaç kabuk­larına çentilmiş adları sonra irileşmiş harflerle yeniden bulmuş olmak gerekir. Yahudinin bu koşullan yerine getir­mediğine ise ant içilse baş ağrımaz. Belki Fransız da bu koşulları yerine getirmemiştir, ama o başka, kural dışına çıkmak bir Fransıza hoşgörülebilir! Arpa ile yulafı birbiri­ne karıştıran bir Yahudi olabileceği gibi bir Fransız da ola­bilir, ama Fransız başka türlü karıştırır, Yahudi başka türlü! Böylece Yahudi toplum içinde sipsivri bir yabancı, bir dağ­dan bağa inmiş, bir dıştan giden olarak kalır. Elde edeme­yeceği şey yoktur, ama hiçbir şeye gerçekten sahip olması mümkün değildir. Şimdi gerçek mülk parayla satın alına­maz. Yahudinin dokunduğu, satın aldığı her mülk eli altın­da yozukur, değerden düşer. İçinde yaşadığı, -ama manen dışında bulunduğu-toplumun geleceğine o da herkes kadar pay kattığını Yahudi bilir, hatta Fransız da bilir; bilir ama Yahudiye geleceği bağışlasa bile geçmişi esirger. Öyle ya, ne Fransız kralları, ne onların danışman ve komutanları, ne kodaman derebeyleri, ne bilim ve sanat adamları Yahudi değildi. Büyük Devrimi de Yahudiler yapmadı. Bunu Ya­hudi de çok iyi bilir ve hiçbir diyeceği yoktur. Nasıl olsun ki, 19. Yüzyıla değin onlar da tıpkı kadınlar gibi vasilik al­tında yaşıyorlardı; sosyal ve siyasal hakları da bu bakım­dan yine kadınlarınki gibi yenidir. Einstein, Charly Chaplin, Bergson, Chagell, Kafka... gibi birkaç ad sıralamak bi­le, eğer daha erken azat edilmiş olsalar Yahudilerin dünya­ya neler verebilecek olduklarını göstermeye yeter. Yığınsal bellekleri korkunç programlar, Getto’lar, sürgünler, ardı arkası gelmeyen baskı ve işkencelerle doludur. Ellerindeki gibi sürekli bir gelişme ve yükselme yerine iki bin yıllık bir yerinde sayma ya da tekrarlamaktan başka bir şey olmayan tarihleri üstüne donuk, bulanık anılar, angılar saklamışlar­dır. Yahudiler belki en eski budun oldukları halde hâlâ ta­rihsel değildirler. Bir yandan sonsuz derecede kocamış, bir yandan da dünkü çocuk görünmelerinin nedeni budur. Ya­hudilerin bilgeliği vardır ama tarihleri; hayır! Varsın öyle olsun, bu hal onların bizim içimize karışıp gitmelerini bel­ki daha da kolaylaştırır, onları koşulsuz koşuntusuz içimize kabul edersek bizim tarih aynı zamanda onların, hiç değil­se çocuklarının olur, diye düşünülecek; iyi ama onlardan asıl esirgenen de işte budur. Yahudi yalnız bu yüzden yal­palanıp gezmektedir. O yeniden İsrail’e dönüp Fransa’da kendinden esirgenen geçmişi orada yeniden bulmayı aklın­dan geçirmemelidir. Bugünkü Fransa’da olsun, ne ulusallı­ğa, ne toprağa, ne dine, ne ekonomik çıkar ayrılığına da­yanmayan, yalnız eşit-ortak durumdan doğan bir Yahudi topluluğu pekala bir sevgi bağı, bir kültür ve dayanışma bağı olabilirdi. Ne çare ki İsrailoğullarının düşmanları hiç böyle düşünmüyor, sayılan ulusal bağların asla Yahudileri kapsayamayacağını söylüyorlar. O zaman Yahudi de belki doğru bir terim bulamadığından dolayı, ırk kelimesini kul­lanmayı yeğliyor, bununla da antisemite hak vermiş olu­yor: “Baksanıza, kendileri de bir Yahudi ırkı bulunduğunu kabul ediyorlar, her yerde de soydaşlarıyla bululup kafa kafaya veriyorlar. Yahudiler bu topluluktan haklı bir övün­me payı çıkarmak isterlerse, yine ırk ayırmasına sarılmak zorundadırlar, çünkü bunu ne özel bir Yahudi yapıtları bü­tününden, ne Yahudilere özgü bir uygarlıktan ne de genel bir mitten çıkarabilirler. Antisemit böylece her cephede üs­tünlük sağlamış olur. Fransız toplumuna dışarıdan sokulan Yahudi orada yalıtılmış kalmalıdır. Buna razı olmazsa hakarete uğrar, baş eğerse yine makbul olmaz ve özüm­lenmez; olsa olsa yalnız katlanılır ve her yerde karşılaştığı “güvensizlik sınavını” sabırla geçiştirmesi istenir.
Harp ve ayaklanma dönemlerinde gerçek Fransızın hiç sınanmaya ihtiyacı yoktur, o süel ve sivil ödevlerini yerine getirir, işte o kadar! Ama Yahudi için öyle değil. O bilir ki ordudaki, Yahudi sayısı bir bir hesaplanacaktır. Dindaşla­rıyla birleşmesin, dayanışmasın da ne yapsın Yahudi?
Yüküm çağını aşmış olsa bile Yahudi yine kışlalara baş­vurmak zorundadır, çünkü Yahudilerin kaytardıkları iddia­sından çekinir. Kaytardıktan sanki yanlış mı diye soranlar bulunabilirse karşılığı şudur: Evet, temelinden yanlıştır! Steckel’in, daha sonra üstünde durmak istediğim, ırk kompleksi üstüne bir analizde bir Yahudi kadının ağzından şu tümceyi okudum: “Hıristiyanlar Yahudilerin imkan bul­dukça kaytardığını ileri sürüyorlar. Kocam onun için ordu­ya gönüllü olarak katıldı.” Burada 1914 Dünya Savaşı söz konusudur. Yani Avusturya 1866’dan beri savaş görmemiş, o savaşı da bir meslek ordusuyla yapmıştı. Demek bu çağrı hem Avusturya’da hem de Fransa’da Yahudilere güvenil­mediğinin peşin bir ifadesi idi. 1938 bunalımında ise ki, sonra Münih’te çözülecekti, Fransız hükümeti yedeklerin daha yalnız birkaç sınıfını silah altına almış bulunuyordu. Öyle iken Belleville’de tanıdığım bir Yahudi tüccarın vitri­nini taşlamışlardı: Sözde kaytarmacı diye! Onun için Ya­hudi elden önce silah altına koşmak zorunda bulunuyordu. Kıtlık olursa herkesten çok Yahudi açlık çekmeliydi, bir afet olursa yine o daha çok zarar görmüş olmalıydı... Fran­sız olduğunu durmadan tanıtlamak zorunda kalması Yahudide ister istemez bir suç kompleksi doğurmaktadır. Kendi­ni her fırsatta ortaya atmayan her yerde herkesten çok koşup yardım etmeyen Yahudi suçlu sayılmayı, pis Yahudi diye sövülmeyi göze almalıdır. Beaumrchais’nin bir cüm­lesi öykünerek şöyle denilebilirdi: Gerçek Fransız sayıl­mak için bir Yahudiden istenen erdemlere bakılınca, insa­nın, acaba kaç Fransız kendi öz yurdunda Yahudi olmaya layıktır, diye soracağı geliyor. Yahudi uğraşlarında, hakla­rında, yaşayışında hep başkalarının görüşüne bağlı oldu­ğundan durumu pek oynaktır, gerçek denilen toplumun keyfine kalmıştır. Bundan ötürü Yahudinin sevgisi antise­mitizm dalgalarına, bunalımlara, yeraltı akımlarına karşı son derece duyarlı, algılıdır. Dış olayların kendi özel duru­muna etki derecesini durmaksızın hesaplamak ihtiyacı his­seder. Yasal garantilere, onurlamalara, zenginliklere boğul­muş olsa bile, hatta bunlar yüzünden, daha çok saldırıya uğrayacağını bilir. Ona bir yandan bütün çabaları başarıy­la sonuçlanacakmış gibi gözükür, çünkü ırkının şimşek hı­zıyla yükselişlerini bilir; öte yandan bu çabaların yakasını bir uğursuzluk bırakmaz. Onda en zavallı bir Hıristiyanın güvenci bile yoktur. Bu belki de Yahudi yazar Kafka’nın “Duruşma” adlı romanında anlatılan şeyin aynıdır: Tıpkı romanın kahramanı gibi Yahudi bitmek bilmez bir duruş­manın çıkmazına düşmüştür. Yargıçlarını da avukatlarını da hemen hemen tanımaz, suçlamanın ne olduğunu anla­maz. O kendisini savunmak için kırk dereden su getirerek tanıtlarını toplar, ama neye yarar! Bulduğu en su götürmez tanıtlar onu su götürmez suçunun bataklığına daha çok gömmekten başka bir şeye yaramaz. Dış durumu ne kerte parlak olsa bu bitmez dava onu durmadan kemirecek, özü­nü söyleyen yabancı insanlarca kenar semtlerinden birine götürülüp kurşuna dizilecektir.
Yahudinin Yahudice yiyip içtiği, uyuduğu ve öldüğü id­diası yalan değildir. Başka nasıl olabilirdi ki? Yemeği, uy­kusu ve ölümü kahpece zehirlenen adam her an bu zehir­lenme korkusuyla yaşarsa şaşılır mı? Ayağını eşikten dışarı bastığı, sokakta ya da toplulukta ellerle karşılaştığı, bir ga­zetenin “Mahutlar” diye andığı insanların ürküntü, küçüm­seme, suçlama ve insan sevgisi karışık bakışlarını üstünde hissettiği zaman karar vermek zorundadır: Kendine yükle­nen rolü oynamak istiyor mu istemiyor mu? İstiyorsa nere­ye dek, istemiyorsa bütün öteki İsrailoğullarıyla her türlü akrabalığı ya da bir halktan olmayı temelli ret mi ediyor? Ne yapsa, nereye gitse hep bu dörtyol ağzına varmak zo­runda bulunuyor. Yiğit ya da korkak olmak, şen ya da üz­gün olmak. Hıristiyanları sevmek ya da öldürmek elinde­dir; yalnız Yahudi olmamak elinde değildir. Hatta dünyada Yahudi olmadığını söylese kendi içindeki Yahudiyi yoksa, işte asıl bundan dolayı, Yahudi sayılmaktadır. Yahudi ol­mayan ben hiçbir şeyi yoksamak, hiçbir şeyi tanıtlamak zorunda değilken ırkının varlığını yok saymaya karar ve­ren bunun tanıtını göstermek zorundadır. Yahudi olmak Yahudinin durumuna atılmak demek, kendi kişiliğinde bü­tün Yahudi halkının yazgısından, hatta doğasından sorum­lu olmak demektir. Yahudi ne yapsa, ne dese, sorumluluğu­nun bilinç aydınlığı ne olursa olsun, eğilimlerini, işlemle­rini sanki daima bir Kant “salt buyruğuna” uydurmak ve her olayda kendine sormakla yükümlüdür: “Bütün Yahudi­ler benim gibi davransa Yahudiliğin hali nice olurdu?” Bu­nun gibi daha bir sürü soruyu (örneğin bütün Yahudiler sıyonist olsalar ne olurdu ya da hepsi vaftiz edilselerdi ya da Yahudiliklerini inkar etselerdi) gibi yalnız başına yanıtla­mak ve ona göre gideceği yolu seçmek zorundadır. Eğer insanoğlunun öz durumuyla koşullu bir “istem özgürlüğü” olduğu üstünde anlaşmış isek, bunun gerçek ya da sahte ol­duğunu, kendini tam vaktinde gösterip göstermediğine ba­karak kolayca anlayabiliriz. Kendiliğinden anlaşılacağı üzere, bir şeyin gerçekliği (doğruluğu), durumu açıkça kavramış olarak onun birlikte getirdiği bütün tehlikeleri göze alıp sorumları yüklenmekle ve ister gurur ve gönül al­çaklığı ile ister kin ve tiksinti ile bu uğurda kendini ortaya koymakla belli olur. Bilindiği gibi doğruluk ve gerçekseverlik insanda yürek ister, hele yaygın olan yalancılık ve eğrilik karşısında yürek pekliğinden öteye bir şeyler gerek­tirir. Çoğunluk genel olarak yalancıdır, şu anlamda ki, du­rumlarını burjuva ya da Hıristiyan olarak bütün sonuçlarıy­la benimseyip katlanacak yerde bu durumun bazı acılarını kendilerinden bile saklarlar. Komünistler programlarına “yığınları radikalleştirmek” sloganını yazmışlar ve Marx proleterlerin kendilerini bilmesi gerektiğini söylemişse, bu işçilerin de ilkin doğru olmadığını kabul etmek demektir. Yahudi de elbet bu kuralın dışında değildir: Yahudi için doğru olmak Yahudilik durumunu sonuna dek yaşamak de­mek ise yalancı olmak da o durumdan sakınmak ya da onu büsbütün yoksamak demektir. Bu bakımdan Yahudinin yalana kapılmak tehlikesi öteki insanlarınkinden çok daha büyüktür, çünkü durumunu benimseyip yaşamak işkenceyi göze almak demektir.
Kaderin en hor üvey çocuklarını bile sıkı bir dayanışma bağı öteki insanlara kenetler. Gerek sağlam ücret alanların (devrimci görüşten yaşanınca), ekonomik durumunda ge­rek kovuşturma altındaki bir yolaç (mezhep) üyesinin de­rin bir maddi manevi menfaat ortaklığı vardır, ama Yahu­diler arasında böyle bir çıkar ortaklığı bulunmadığını gör­dük. Onları birbirine bağlayan genel bir inan da yoktur. Or­tak bir yurtları, bir tarihleri: Yine öylesine. Şu halde içten, doğru bir Yahudi gördüğü saygısızlığa, yergiye katlanan­dır; barış zamanlarında dayanılması pek güç olan durumu eksiksiz kavrayıp, yaşamayı göze alandır. Bir manevi hava, yüzlerde sezilip sözlerde gizlenen bir anlam, her şeyin ar­kasında saklı bir tehdit, bir soyut bağ onu başkalarıyla, başka hallerde kendine hiç benzemeyen insanlarla birleşti­rir. Onun kendini bayağı bir Fransız hissetmesine karşı her şey antlaşmış, sözleşmiştir sanki! Oysa Yahudinin kendi genlik ve zenginliği ne denli yurdunkine bağlı ise çocukla­rının talihi de o denli Fransa’nın büyüklük ve esenliğine bağlıdır. Konuştuğu dil, aldığı eğitim ve kültür onun bütün düşünce ve hesaplarını ulus ve ülkenin temel kurallarına uydurmasına elverişlidir; öylesine elverişli ki, Yahudiliğini tümden unutması için kendini şöyle biraz bırakması yeter­di: Eğer her yerde o gizli zehirle, çehresinin düşmanca tu­tumuyla karşılaşmasaydı! Bizi utançlı Yahudilerin bulun­ması değil, utanç Hıristiyanlara oranla daha az sayıda utançlı Yahudinin bulunması şaşırtmalıydı. Antisemit, Ya­hudi ile ilgili mit’ini utançlı Yahudilerin özel tutum ve dav­ranışından çıkarmıştır oysa ki!
Yahudilere asıl özellik, özgürlük veren gerçek ise du­rumdan sakınmalarıdır; onu yalanlamaya, sorumundan kaç­maya ya da onlara dayanılmaz gelen yalnızlığı (bırakılmışlığı) inkâra karar vermiş olmalarıdır. Bu belki Yahudi kav­ramasını büsbütün yok etmek ya da bir Yahudiliğin varlı­ğını açıkça yadsımak değildir, ama jestleri, duygulan ve davranışlarıyla onu sanki dünyadan dışan atmak istedikle­rini sezdirirler. Sözün kısası, utançlı Yahudiler Yahudi sa­yılmakta inat edilen, edildikçe de o dayanılmaz durumdan kaçmaya çabalayan kişilerdir. Bu çaba türlü biçimlerde ken­dini gösterir. Antisemit o müthiş tipik Yahudi tablosunun bütün o ayrıntılı, çoğu birbirine aykırı kaçma çabalarını top­layıp birleştirmek için İsrailoğullarının gösterdiği bu gönül­lü çaba antisemite göre onlarda pek derine giden, kalıtsal, onun için de silinmez, düzelmez bir karakter özelliğidir.
Biz işin içyüzünü daha aydın görebilmek için antisemi­tin tablosunu bozup dağıtalım ve kaçış çabalarının türlü bi­çimlerini doğal özellikler sayacak yerde belli bir durumdan doğan psikolojik olaylar gibi değerlendirelim. Bu kaçış ça­balarıyla ilgili terimler takımı, kendiliğinden anlaşılacağı gibi yalnız utançlı Yahudiler için olup, -ki utançlı burada üstelik bir değer yargısı değildir doğru, içten Yahudinin tasviriyle tamamlamak ister. Ayrıca unutmayalım ki bütün hallerde bize yol gösterecek olan Yahudinin durumudur. Bu yöntem iyi kavranır ve aynen kullanılırsa o büyük maniheist mitin yerine belki çok daha aydın, ama ne de olsa henüz eksik, gerçekler konulabilecektir.
Antisemit mitolojinin ilk sözü ne idi? Aşağı yukarı şu: Yahudi öyle karmaşık bir yaratıktır ki, vaktini durmadan kendini analiz ederek ve sivri aklıyla sürekli yanıltmacalar bularak geçirir. Onun böyle “kılı kırk yarmak” ile suçla­maktan hoşlanılır da, bu analiz ve içe-bakma düşkünlüğü­nün, öte yandan ona yükletilen para-canlılığı ve yükselme azgınlığı ile uyuşup uyuşmadığına dikkat bile edilmez. Bi­ze kalırsa deriz ki, kendi durumundan kaçmak çabası Ya­hudilerin çoğunda, hele aydınlarda, sürekli bir derinleme, bir ince düşünme eğilimi yaratıyor. Ama bu asla atalardan geçme bir huy değildir. O kaçmayı kuruyor, doğru ama onu hallerde bir “ırk kompleksinden” söz ederler, Yahudilerin çoğu da bu bakımdan bir aşağılık duygusu beslediklerini itiraf ederler. Bu kompleksin dış etkilerinden ileri gelmeyi, Yahudi gizlemeye karar verdiği anda ona yakalandığı gö­rüşünde ısrar edilirse bu deyimin (ırk kompleksi teriminin) kullanılması etkinmiş, onun propagandasının ilk kurbanı olmuştur. O da antisemite uyarak eğer dünyada bir Yahudi varsa, elbet halkın şom ağzında anıldığı gibi olmak gerek­tiğine inanmış, ondan sonra bütün çabasını kendini martir, tam anlamıyla bir inan kahramanı olarak göstermeye yö­neltmiştir. Böylece kendi şahsında “Yahudi”nin yokluğunu kanıtlamak istemektedir. Tedirgi çoğun onda özel biçim­lere bürünür. Başlıcalarından biri Yahudi olarak düşünmek ve davranmak korkusudur. Öldürmek, pencereden atla­mak, çirkin sözler haykırmak gibi saplantıları olan psiko­patları tanırız, bunaltıları seyrek olarak patolojik ölçüyü bulsa da kimi Yahudiler onlara benzer. Bunlar başkalarının kendileriyle ilgili düşünce ve kanılarından öylesine etki­lenmişlerdir ki, davranışlarının o kanıya uygun düşmesin­den ödleri kopar. Yukarıda geçen bir deyimi tekrarlayarak bu Yahudilerin içten dışa aşırı belirlenmiş olduklarını söy­leyebiliriz. Bunların davranışları gerçekten de yalnız çıkar­cılık, tutkusallık, elçilik, gibi Yahudi olmayanlara da uya­cak etmenlerle açıklanamaz. Bu davranışlar ayrıca “tipik Yahudi” sayılan hallere benzememek istek ve çabasıyla da belirlenirler, nitelenirler. Paracan sayıldıkları için pek çok Yahudi isteyerek cömert, özveren, hatta beyce davranır. Bunun bir “cimrilik yenme çabası” olarak değerlendirmek yerinde değildir, çünkü bir Yahudinin, bir Hıristiyandan daha kısnık olması için hiçbir sebep yoktur. Ancak bu bey­ce görünme hevesi Yahudinin sahiden beyce tutumlarını bozar, zehirler. Kendiliğinden olan, içten gelenle isteyerek yapılan onda sarmaş-dolaştır. Burada bir yandan somut bir sonuca varılmak murat ediliyor, bir yandan da gerek kendi gerek başkasına ispat edilmek isteniyor ki “tipik bir Yahudi doğası” yoktur? Utançlı Yahudiler, Yahudi olmamak oyu­nunu işte böyle beceriksizce oynuyorlar.
Birçok Yahudi ilgi çekici tepkilerini silahlar sustuktan sonra bana anlattılar. Onların direnme (Resistance) hareke­tindeki parlak rollerini bilmeyen yoktur. Komünistler daha meydana atılmadan önce ilk karşı-koyma kadrolarını ku­ranlar onlardı. Dört yıl süresince öylesine bir yiğitlik ve azimle dövüştüler ki, insan ancak sevinç ve övünç duyabi­lir. Ne var ki birçokları ilkin kararsızdı, çünkü direnme ha­reketine katılmanın ne denli Yahudiliğin yararına olduğunu daha kestirememişlerdi. Ama Yahudi olarak değil de Fran­sız olarak görüşebilseler buna canla başla hazırdılar. Bu ilk şaşkınlık onların düşünce ve davranışlarındaki özelliği be­lirtmeye yeter. Yahudilik gerçeği her şeyde işe karışmakta, yalnız çıplak gerçeklere bakarak karar vermelerini engelle­mektedir. Sözün kısası, Yahudiler ilkin kendi kendileriyle hesaplaşmak zorunda kaldılar. Bayağı korkağın ya da çe­kingenin yaptığı gibi Yahudi öyle içinden gelen sese uya­rak hareket edemez ve düşünemez: O kendini hareket eder ve düşünür bir halde bulur.
Yalnız şu noktaya işaret etmeden geçmeyelim: Bu Ya­hudice kendini kollama ne salt irdeleme içgüdüsüne yoru­labilir ne de moral bir doğru-yola-sokma arzusuna; o ta­mıyla belli bir amaç gütmektedir. Yahudi gözünü içe çevir­mekle oradaki insanı tanımak, bilmek istiyor denilemez; o asıl orada bulduğu Yahudiyi nasıl yokumsayacağını düşü­nüp taşınıyordun Eksikliklerini, kusurlarını öğrenip gider­meyi değil, nasıl davranırsa onlara hiç sahip değilmiş gibi gözükeceğini tasarlıyordun Kendilerini durmadan göz hapsinde tutmak şeklinde beliren ve çoğu yerde kendileri­ne zarar veren bu bağıl (izafi) Yahudi ironisi işte böyle an­laşılıp açıklanmalıdır. Kendini sürekli yabancı göz altında bilmesi yüzündendir ki daha önce davranıp kendinde ne ol­duğunu bilmek istemektedir, içine elin gözüyle bakmaya çalışmaktadır. Bu kendine dönük nesnellik (objektiflik) başka bir gizlenme kurnazlığıdır. Kendini bir başkasının “serbest bakışıyla” gözetlerken kendinden kurtulmuş, ay­rılmış olur, o artık bir başkasıdır, bir tanıktır.
Öte yandan Yahudi çok iyi bilir ki bu kendi dışına çık­ma, ancak başkalarınca tanınıp onandığı takdirde bir işe yarar. Çevreye uyma yeteneğinin çok gelişmiş olması bu yüzdendir. Her şeyi öğrenmek için duyduğu o doymaz kafa açlığını yalnız bilim aşkına veremeyiz. Onun her şeyden önce ve hepsinin üstünde istediği “insan” olmak, herkes gi­bi bir insan olmaktır. Onun için beynini insanlığın bütün düşüncelerine açmış, evrensel dünya görüşleri edinmeye can atmıştır. Kendini böyle eğitmekle içindeki Yahudiyi yok etmeyi ummaktadır. Terenz’in sözünü biraz değiştirip ona uygulasalar memnun olurdu: Nil humani mihi elienum putoerog homo sum. Yahudinin bir istediği de Hıristiyan kalabalıklara karışıp belirsiz olmaktır. Hıristiyanların ken­dilerini Yahudiler gibi bir ırk değil, düpedüz insan, öz in­san olmak iddiasını ileri sürmek kurnazlık ve cesaretini göstermiş olduklarını yukarıda görmüştük. Eğer Yahudi, Hıristiyanların büyüsüne kapılmışsa, hiç de beğenmediği erdemlerinden dolayı değil, anonimliklerinden, ırksız yalın insanı temsil ettiklerinden dolayı kapılmıştır. Kibar çevre­lere sokulmak için duyduğu hırs, hep başına kakıldığı gibi ikbal severliğinden değil, çok daha başka bir sebeptendir: Her yerde aradığı, onun da bütün öteki insanlardan ayrı ve geri olmadığını gösterip kabul ettirmektir! Her yere burnu­nu sokmaya çalışıyorsa bunu, kendine kapalı bir çevre bu­lundukça, kendi gözünde temize çıkamamasından ve baş­kasının gözünde Yahudi kalmak korkusundan dolayı ya­pıyordur. Özümlemek, benimsemek amacıyla yarışa çık­mak değilse bu ya nedir? Yahudi Fransızlık hakkı kazan­mak için yarışıyor, didiniyor. İşte bütün dava bu!
Ne yazık ki davası, ta baştan başarısızlığa mahkumdur. O yalnız “insan” olma hevesindedir, ama içine sokulabildiği çevrelerde dahi yalnız Yahudi olarak kabul edilmekte­dir. Sözgelimi o zengin bir Yahudi ise “ister istemez” ken­disiyle düşülüp kalkılacaktır, yok “iyi, özge” bir Yahudi ise dostluk hatırı için ırkına göz yumulacaktır. Yahudi bunu bilir, bilir ya itiraf etmez, çünkü aksi halde bütün çabasının boş olduğunu kabul etmesi, umudunu tüm yitirmesi gere­kir. Onun için umudunun temelsiz olduğunu bile bile, ba­şını kuma sokarak, çabalamaya, ter dökmeye devam eder. Bir yeri ele geçirip bol olanaklarla (tabii Yahudi olanak­ları) elde tutulabilir, ama her yeni başarı onun için özüm­lenme savaşında bir yeni basamaktan bir yeni aşamadan başka bir anlam taşımaz. İçine girdiği her çevre hemen antisemitik eğilimini belli eder. O bunlara göz yumup, hoş gördükçe düşmanlık gösterilerinin dozu artar, rengi koyulaşır. Tuhafı şu ki, antisemitlerin saldırışları Yahudiyi sü­rekli yeni çevreler ve başka gruplar ele geçirmeye kışkırtır, çünkü onun şeref düşkünlüğü aslında güven aramaktan, snopluğu (şayet snopsa) ulusal tabloları, kitapları., vb. be­nimsemek ve özümsemekten başka bir şey değildir. Toplu­mun bütün katlarını bir kuyruklu yıldız gibi dolaşır dolaşır ya, her çevrede yeni erimez, sindirilmez bir çekirdek olarak kalır. Özümlenir görünmesi parlak olur, amâ geçi­cidir. Bu geçicilik de suç olarak yine ona yüklenir. Stegfriet’e bakılırsa, Amerikan antisemitizminin başlıca nedeni, sözde pek çabuk özümlenen Yahudi göçmenlerinin ikinci üçüncü kuşakta yeniden Yahudi olarak horlan­malarıdır. Bununla denilmek isteniyor ki, Yahudi gerçekte özümlenmeyi istememekte, yalnız münafıkça bir uysallık göstererek gizlice ırkının geleneklerine bağlı kalmaktadır. Oysa, durum hiç de böyle değildir. Yahudinin özümlenmez oluşunun tek nedeni, her yerde olduğu gibi orada da Ya­hudi muamelesi görmekten başka bir şey olamaz.
Bu durum yeni bir sözde çelişme (paradoks) doğurur: Utançlı Yahudi bir yandan Hıristiyan dünyasında belirsiz olup gitmek isterken bir yandan da Yahudilikte çakılıp kal­mak istiyor. Hayır, bu çelişki aldatıcıdır, gerçek, yukarıda söylendiği gibi şu olguda aranmalıdır: Yahudi Yahudi­likten kaçmak için nereye yönelse, hangi kapıya başvursa yine Yahudi muamelesi görmekte, daima o gözle görül­mektedir. Hıristiyanlar arasında yaşamak ondaki gerginliği giderip aradığı anonimliği sağlamak şöyle dursun, tam ter­sini yaratmaktadır. O, insanlara doğru kaçmakta, o uğursuz Yahudi hayali de hep peşinden gelmektedir. Yahudileri kendi aralarında bağdaşık, dayanışık yapan etmen işte bu­dur, yani durum tıpkılığıdır; yoksa çıkarlarda ve davranış­larda birlik değil, Yahudileri iki bin yıllık işkenceden daha çok birleşik kılan, Hıristiyanlardan gördükleri bugünkü düşmanlıktır. Aynı semtlerde oturup aynı kira evlerinde ba­rınmaları, hatta aynı girişimlerde birleşmiş olmaları bir te­sadüftür, diyenler aldanıyor. Hayır, Yahudiler arasında zorlu, ilgi çekici bir bağ bulunduğuna şüphe edilemez. Ya­hudi biz zamiri kullanırken Yahudileri düşünmekte haklı­dır. Onları (hiç değilse utançlı Yahudileri) toptan birleşti­ren “kendini başka insanlardan ayrı” düşünme saplantısı, başkasının düşünceleri önünde duydukları başdönmesi, bir de bu saplantıdan kurtulmak için yaptıkları körükörüne ve umutsuzca savaştır. Ama kendi evlerinde, yani yabancı gö­zü bulunmayan yerde, Yahudi gerçeğini tamamıyla unuturlar, unuturlar ya, kendilerini o hallerinde görmeye muvaf­fak olan Hıristiyanlara da her zamankinden daha çok Ya­hudi görünmekten kurtulamazlar. Bu kendilerini gevşet­melerinden ileri gelir, yoksa iddia edildiği gibi asla kendi­lerini seve isteye “Yahudi doğasına” kaptırmalarından de­ğil; tam tersine, evin gizliliği içinde bu doğayı büsbütün akıldan çıkarıp rahatlarlar da ondan. Kendi aralarında her Yahudi, gerek kendi önünde gerek ırktaşlarının gözünde düpedüz insandır. Bu olayı tanıtlamak için şunu söyleye­lim ki bir ailenin üyeleri çoğu zaman akrabalar arasındaki etnolojik ayırmaçların farkında bile olmamaktadır (etnolo­jik ayırmaçlardan anladığımız kalıtsal biyolojik olgular­dır).
Tanıdığım Yahudi bayanlardan birinin oğlu 1934 yılın­da işinin zoruyla Almanya’ya gidip gelmekte idi. Üstelik bu genç, Fransız Yahudilerinin tipini temsil ediyordu: Eğri burun, yaprak kulaklar... vb. Gidişlerinden birinde başına bir felaket gelmesinden korkulduğu bir sırada, kendi an­nesi, dostlarını şu sözle avutmak isterdi: “Çok şükür benim kaygım yok, oğlum Yahudiye benzemez ki!”
Ancak bu eve sığınma, bu bir Yahudi içkinliği (immanenz) yaratma çabası ki her Yahudi, ötekinin tanığı olacak yerde, bir genel öznellik içinde belirsiz olup gitsin Hıristi­yanların bakışlarından korunmak için uğraşmazlar... Sözün kısası bütün bu kaçıp kurtulma denemeli Yahudi olmaya­nın arasız-amansız varlığı yüzünden hep aramızdadır. Üs­telik bu birbiriyle düşüp kalkma eğiliminin Hıristiyanlarca kendilerini Yahudiliğe mıhlayan başlıca sebeplerden oldu­ğunu, din kardeşleriyle dayanışma halinde yaşamalarını bir suçmuş gibi yüzlerine vurulduğunu bilir ve bundan gerekli dersi de çıkarırlar. Bu Hıristiyan evinde başka bir Yahudiye rastlayan Yahudi, yadellerde bir yurttaşına rastlayan bir Fransıza çok benzer, ancak şu farkla ki, Fransız yaban­cılar arasında Fransızlığıyla övündüğü halde, Yahudi, Ya­hudi olmayan bir toplumda kendini öyle hissetmemeye ve öyle göstermemeye çalışır, daha doğrusu bir ikinci Yahu­dinin orada bulunuş onun bu çabasını boşa çıkarır. Az önce oğlunda ya da yeğeninde Yahudi çizgilerini fark bile etme­yen adam şimdi buradaki dindaşım neredeyse bir antisemi­tin bakışıyla dikiz etmeye başlar. Bir korku ve kadercilik karışımıyla onda ortak soylarının göze çarpan özelliklerini arar ve sanki Hıristiyanların sezmesinden telaşlanmış gibi onları uyarmakta acele eder: Telaş ve sabırsızlığı yüzünden orada, başka Yahudilerin zararına, antisemit rolü oynar. Ötekinde bulduğu her Yahudi çizgisi ona bir ok gibi batar, çünkü onların kendinde de bulunmasından kuşkulanır: Bu­lanık ama gerçek bir hal, onulmaz bir gocuntu! Onun için Yahudi ırkının bir utanç gibi sırıtmasına kimin sebep oldu­ğu önemli değildir, onca asıl önemli olan Yahudiliğini yoksama konusundaki çabalarının, bu canlı tanık karşısında, boşa gitmesidir. İsrailoğulları düşmanlarının görüşlerini desteklemek için, “Yahudiden beter antisemit yoktur” de­mekten hoşlanmaları boşuna değildir. Antisemitik, Hıristiyanlardan Yahudilere de bulaşmıştır. Bu hastalığın başlıca belirtilerinden biri, ona tutulmuş olanların, bütün güçleriy­le üstlerinden atmaya çalıştıkları kusurların ana-babada ya da yakınlarında bulunması korkusudur. Yukarıda adı geçen Steckel’in analizinden okuyalım: “Evdeki ön-eğitim her noktada Yahudi kocanın buyruğuna göre verilir. Toplumda ise durum daha da beterdir: Koca eşini (psikanalize giden karısını) amansız bir dikkatle gözetler ve onu öylesine eleştirir, didikler ki kadın büsbütün çıldırır. Oysa kızlığın­da kendine güvenirdi, herkes kibar ve güvenli davranışını överdi. Şimdi ise yanlış yapmaktan ödü kopuyor, kocasının gözünde fark ettiği azar dayanılır gibi değildir... En küçük bir tökezlemesinde onu Yahudice davranmakla suçluyor.”
Şu aile dramını insan sanki yanlardaymışçasına, seyret­miyor mu? Küçümen, güç beğenir, biteviye düşünün bir koca, eşini durmadan Yahudice davranmakla suçluyor, ne­den, çünkü kendisi de öyle görünmekten korkuyor da on­dan! Bu amansız, bu düşmanca bakışların altında ezilen kadın, elinde olmayarak hep, “Yahudi soyunda çakılı” kal­dığını, her söz ve hareketinde kökünü herkese belli eden bir uygunsuzluk göründüğünü sanarak kahroluyor. Hayat artık hem karı, hem koca için cehennemdir.
Ayrıca bilinmeli ki, Yahudinin antisemitizminde “ır­kının” sözde kusurlarından uzaklaşıp, nesnel gören bir yar­gıç ya da tanık rolü oynaması çabası vardır. Kendi üstüne derin ve acı hükümler veren insanlara sık sık rastlanır ya, bunun psikolojik nedeni “otokritik”in kişiliği çiftleştirici bir etki yapması ve kendini kendi üstüne yargıçlık duru­munda hisseden insanın suçlu durumundan çıkar gibi ol­masıdır. Ne de olsa “Yahudi gerçeği”nin başkalarında göze batan varlığı utançlı Yahudinin yüreğinde, -o ne denli gör­memeye çalışsa daötekilere bağlılığının gizli ve mistik bir sezgisini doğurur. Bu sezgi ve duygu, aslında bir kader birliğinin tanınması, bilinmesidir. Yahudilerin her biri ayrı ayrı bir ötekine bağlıdır, birinin hayatı sakınılmaz şekilde ötekine karışmıştır. Öyle ki utançlı Yahudi, Yahudiliğini yoksamak yolunda ne kerte çabalarsa, bu mistik bağ da o kerte güçlenir. Kanıt olarak yalnız bir ömek vereceğim: Bi­lindiği gibi yabancı ülkelerde pek çok Fransız orospusubulunur. Bir Alman genelevinde ya da Cezayir’de böyle bir Fransız kadınına rastlamak bir Fransız erkeğini daima üzer, ama belirli bir ulustan olma duygusu onda çok başka bir nitelik gösterir: Fransız ekonomik, kültürel, askeri ku­rum ve eylemleriyle öyle gerçek ve tüm bir toplum, bir ulus oluşturur ki, herhangi bir yurtsever onun ikincil, gölgesel kusurlarına kolayca göz yumabilir. Ama aynı durum­da bir Yahudi hiç öyle düşünmez. O, orospu Yahudi kadı­nın alçalışında bütün İsrailoğullarının alçalışını görür ve içi kan ağlar. Özel bir yaşantı olarak bana anlatılan bir olayı bu bakımdan pek ilginç bulduğumdan dolayı, size de bildiriyorum: Bir Yahudi, girdiği bir genelevde gözüne kestirdiği bir kadınla içeri çekilir. Yatakta sevişme cilveleri sırasında kadın Yahudi olduğunu söyler söylemez, adamın erkekliği hemen bağlandıktan başka, Öyle dayanılmaz bir alçalış duygusuna kapılır ki şiddetli öğürtülerle kusmaya koyulur. Adamı böylesine tiksindiren elbet bir Yahudi ka­dınıyla yatmak olamaz, çünkü Yahudiler çokluk birbiriyle evlenirler. Hayır, onu böyle şiddetle sarsan, orospu kadın­da ve dolayısıyla kendinde bütün Yahudi ırkım alçaltmış, aşağılatmış olma duygusu ve düşüncesidir. Zina yüzünden alçalan kendisi, kendisiyle birlikte de bütün Yahudi halkıdır...
İşte böyle, utançlı Yahudi ne yapsa ne etse Yahudilik bi­linciyle dolu kalıyor. Kendi üstüne tasarlanmış olan Yahu­di hayalini içinden söküp atmak için olanca gücünü har­cadığı sırada bir de ansızın görür ki, aynı uğursuz hayal çiğ ışıkla daha çok belirmiş çirkin çizgileriyle yeniden oraya doluşmaktadır. Yahudi dindaşlarından hem kaçar, hem ko­valar. Bir yandan yalnız insan herkes gibi bir insan olduğu­na inanmak ister, bir yandan da ilk rastladığı Yahudinin tutum ve durumuyla yalancı çıktığını hissedip, üzülmekten kurtulamaz. O antisemittir, Yahudi topluluğu ile bütün ilgi­lerini kesmek ister, ama ruhunun derinliklerinde, o ilgilerin ne denli sağlam olduğunu sezip itiraf etmekten de geri kal­maz. Geri kalmaz, çünkü herhangi bir Yahudinin bir antisemitten gördüğü saygısızlık ve hakaretin iliklerine kadar işlediğini, hakaret acısının kendi yüreğini de kor gibi yaktı­ğını duyar. Gurur ile aşağılık duygusu arasında bu sallanış ırkının çizgilerini üstünden silmek için duyduğu istekle Yahudiliğe içinden bağlılık duygusu arasında bocalayış utançlı Yahudinin tipik bir ayırmacıdır. Bu yürek ezici, bir özümsüz durum, kimi Yahudileri mazohizme götürür. Çün­kü mazohizm geçici bir özüm, bir erteleme, bir mola gibi gözükür.
Yahudiyi ezip kahreden, o da herhangi bir insan gibi kendinden sorumlu olduğu, özgür irade ve duru vicdanla hareket ettiği halde, düşman bir toplumca her yapıtının Ya­hudi pisliği ile bulaşık sayılmakta ayak diremesidir. Sü­rekli kaçmaya çalıştığı Yahudiliğe sırtüstü geri düşüp dur­ması bu yüzdendir. Öylesine eşit olmayan bir savaşa tutul­muştur ki, daima yenilecek ve yenilmenin hıncını da bu zorla oranlı olarak hem öteki Yahudiler hem de Hıristiyanlar karşısında Yahudiliği kabullenmek ve hatta onunla övünmek azabını çekip duracaktır. Yahudilik kendisiyle ve kendisine inat, var olmaya devam edecektir.' Mazohizm, konu (obje) olarak muamele görmek isteği ve zevkidir, Mazohist incinmiş, horgörülmüş ya da yalnız görmezlikten gelinmiş olarak bir nesne, bir mal gibi oradan oraya atıl­maktan, itilip kakılmaktan, sövülüp sayılmaktan derin bir haz duyar. .Değersiz bir nesne sayılmak isteği de başarı sağladığı oranda sorum duygusunun azabından da kurtul­muş olur. Bu her şeyden vazgeçiş, kimi Yahudilere pek çe­kici gözüküyor, çünkü o bulutsu ve işkenceli, o sürekli ta­zelenen Yahudiliğe karşı savaşta yorgun düşmüşler, o bit­meyen kavgadan bıkıp usanmışlardır. Gerçi, Yahudiliğinin bilmek içten, özden Yahudi olmak anlamına gelir, ancak içten Yahudiliğin yalnız savaş sırasında belireceğini Yahu­diler anlamamışlardır; istedikleri yalnız, başkalarının ba­kışları, saldırışları ve horlayışlarıyla her zaman için Yahudi damgasını giyerek, sağlam bir yeri ve değişmez nitelikleri olan bir taş gibi durakalmıştır. Böylece, kısa bir süre için de olsa o netameli irade hürriyetinde kurtulmuş olurlar: Onlara yazgılardan kurtulma şansı bırakmayan, olanca güçleriyle karşı koydukları şeyden onları sorumlu kılan ki­şi özgürlüğünden.
Tabii bu arada Mazohizmin öteki nedenlerini de gözden kaçırmamalı. Sofokles “Antigone”nin insafsız bir cümle­sinde şöyle der: “Sen felakete uğramış bir insan için pek mağrursun.” Antigone’nin tümcesini tersindirerek Yahu­dilere şöyle uygulayabilirdik: Yüzyıllar boyu felaketle içli­dışlı olmak sabrı ve gönül alçaklığını onların karakter çiz­gisi haline getirmiştir. Bundan Yahudinin başarıda şımarık başarısızlıkta alçakgönüllü olduğu sonucu çıkarmamalıdır, o bambaşka bir şeydir. O, gerek bilgeliğinin Ödipus ağzın­dan kızma verdiği o unutulmaz öğüde uyarak, anlamıştır ki, felakete yaraşan sabırdır, susmak ve alçakgönüllü ol­maktır, çünkü insanların gözünde bir erdem değil, bir suç, bir günahtır. Böyle düşünmek ister istemez mazohizme, acıdan hoşlanmaya götürür. Ne var ki burada asıl önemli olan, bireysel benlikten sıyrılıp, her zaman için Yahudi gözüyle ve Yahudi yargısıyla başbaşa kalma özlemidir, bu özlem onu her çeşit sorumdan ve savaşma yükümünden beri kılar. Utançlı Yahudide antisemitizm ile mazohizm kaçma çabasının iki kutbunu meydana getirir. Birinci halde o insanlar arasında damgasız yaşayabilmek için ırkını yoksayama kadar gider. İkinci halde ise Yahudi olmak utancı­dan kurtulmak ve cansız bir nesnenin duygusuzluğuna ve pasifliğine sığınmak suretiyle insanlık onurunu da kurban eder.
Ama antisemit, tabloya yeni renkler katmaktan geri dur­maz. Yahudi, bir soyut aydındır, der, salt bir zihin adamı! Hemen hissederiz ki aydın, soyut, zihin sözcükleri onun ağzında horgören bir ton kazanmıştır. Eh, doğrusu başka türlü de olamazdı: Eğer onun ‘Tanrı kayrasiyle” ulusun bü­tün varlığına sahip çıktığım düşünürsek... Bize gelince, biz zihin gücünün (aklın) insanın özgürleşmesinde başrolü oy­nadığını düşünerek onun salt bir kafa oyunu gibi görünme­sini reddeder, tam tersine, onun yaratıcı gücüne inancımızı belirtmek isteriz. Yüzyılların en iyilerinden iki tanesi bü­tün umutlan ona (akıl gücüne) bağlamış, bilimleri ve fenleri onunla, onun bayrağı altında yaratmıştır. Akıl o sıralar­da hem bir ideal, hem bir tutku idi. Akılcılık (rasyonalizm) insanları barıştırmaya, bulduğu sayısız gerçekler üstünde onları birleştirmeye çalışıyor, içe dokunan çocukça bir iyimserlikle kötü kavramım yanlış ile bir ve özdeş sayı­yordu. Yahudilerdeki akılcılık dünyada anlaşılmaz: Eğer gerçekte olduğu gibi alınmaz, yani Yahudinin insanlara karşı beslediği taze, canlı sevgide aranacak yerde onun tar­tışma düşkünlüğüne ve diyalektik zevkine yorulursa... Yal­nız bu da bir kaçma yolu hem de belki ana kaçma yoludur.
Buraya dek yalnız, bedenleri ve ruhlarıyla Yahudilik durumlarını yokumsayan İsrailoğullarını göz önünde tut­tuk, ama öyleleri de var ki, ırk fikrine hiç yer bırakmayan dünya görüşleri benimsemeyi yeğlemişlerdir. Gerçi bunlar, daima Yahudi olmak durumuyla maskelenirler, ama aslın­da istedikleri gerek kendilerini, gerek başkalarını, Yahudi kavramının boşluğuna inandırmaktır. Öyle bir dünya görüşleri düzeni yaratmalı ki, orada gözler -tıpkı kırmızı ya da yeşili olmayan renk körleri gibi-Yahudi gerçeğine ka­palı kalsın! İşte ancak öyle bir dünyada “insanlar arasında insan” olduklarını duyar ve rahatça ilan edebilirlerdi. Akıl­cılık Yahudilerde bir tutkudur dedik; evet, bütün bütün kavrayıcı ve kapsayıcı bilgilere karşı ateşli bir tutkudur. Bu tutkuyu doğuran ve besleyen de o evrensel görüşlerle ken­dilerini yabancı varlıklar yapan ayrıca akımlara karşı sa­vaşmak heves ve ihtiyacıdır. Akıl insanlar arasında en adaletli dağıtılmış bir değerli maldır, o herkesin ve hiç kimsenindir, çünkü herkeste eşit olarak vardır. Bu bakım­dan eğer bir akıl varsa, gerçeklerin bir Fransızı, bir Alman olamaz; bir zenci ve bir Yahudi gerçeği de olamayacağı gi­bi. Gerçek, eğer gerçekten gerçek ise, bir tanedir ve onu ilk bulan insanların başı ve birincisi olmayı hak eder. Sonsuz dünya yasaları (gerçekleri) karşısında insan, ancak dünya yurttaşı sayılabilir. Ne Polak vardır, ne Yahudi! Yalnızca Polonya denilen ülkede yaşayan insanlar vardır ki, bunlar­dan bazılarının kimliğinde “dini Musevidir” diye yazar, bütün fark bundan ibarettir. Evrensel değerler söz konusu olduğu yerde bu insanlar arasında bir anlaşma ve uyuşma­ya varılmama olanağı yoktur. Eflatun’un “Phadon”da ta­sarladığı filozof hayali gözönüne getirilsin: Bu filozofta aklın uyanmasıyla bedensellik, karakter özgülükleri ölür, yalnız soyut ve saltık bir gerçek arayıcısı olarak kalan filo­zof ruhlaşmış filozof bütün kişisel özelliklerini yitirerek yalnız dünyanın gözü olur. Yahudiler işte böyle içlekleşip, tinselleşip gitmek istiyorlar. Kendini Yahudi olarak his­setmemenin en iyi yolu salt mantıkla düşünmektir, çünkü mantık orta malıdır ve herkes orada kendi yolunu bulabilir. Matematiğin Yahudicesi olamayacağı gibi matematikçi sı­fatıyla sonurgularını çıkaran Yahudi de Yahudi olmaz, yal­nız evrensel insan olur. Öyle ki bu düşünceleri doğru bulup benimseyen antisemit bile Yahudi ile kardeş olmuş sayılır. Görülüyor ki Yahudinin aşk ve zevkle sarıldığı akılcılık bir kendini gitme bir iç-arıtma temrini ve bir evren enginine kaçış denemesidir. Soyut ve parlak sonurgulardan hoşlanmayı öğrenen genç Yahudi bedeninin yoklamaya başlayan bebeğe benzer. Dünya yurttaşının durumunu inceleyip eleştirirken Yahudi tıpkı o bebek gibi sevinir. Toplum ala­nında kendine tanınmayan anlaşma ve birleşmeyi o daha yüksek bir alanda gerçekleştirmiş olur. Akılcılığı seçmek Yahudi için insan yazgısı ve doğası üstüne karar verme yetkisi kazanmak demektir. “Yahudi Hıristiyandan daha akıllıdır” demek bu bakımdan hem doğrudur, hem yanlış. Ben şöyle demeyi yeğ bulurum: Yahudi salt aklı sever ve her vesilede onu sınamak ve göstermek ister. Üstelik akıl onda, Hıristiyanı hâlâ etkileyen, sayısız tabularla sınırlanıp engellenmiş de değildir. Yahudi olmayanın daha inatla üs­tünde durup savunduğu birçok ayırısı, ayrılıkçı duygusal­lıklardan o uzaktır. Yahudinin bir çeşit tutkulu akıl emper­yalisti olduğu da söylenebilir. O herkesi haklı olduğuna inandırmaya çalışmakla kalmıyor, akılcılığın koşuntusuz ve saltık değerini de kanıtlamak istiyor. Kendini evrensel­lik misyoneri sayan Yahudi, yanaştırılmadığı Katolik dini­ne karşılık olmak üzere salt akıl katolikliğini kurarak onu insanlar arasında hem bilgi temeli, hem de anlaşma aracı yapmak istiyor. Yahudi filozof Leon Bruncshwing boşuna mı aklın ilerleyişini fikirlerin ve dolayısıyla inanların bir­liğine giden biricik yol saymaktadır?
Antisemit, Yahudiyi yaratıcı olmayan çözücü, dağıtıcı ve zekaya sahip olmakla suçluyor ve bu suçlamanın ne denli yerinde olduğunu belirtmek için de şu adları sıralı­yor: Spinoza, Proust, Kafka, Darius, Milhaud, Chagell, Einstein, Bergson.. Yahudi zekasının daha çok eleştirici bir eğilim gösterdiği doğrudur ya, burada görülen de yine be­yin hücrelerinden özel bir oluşumu değil, belli bir silahın bilerek seçilmesidir.
Geleneğin, ırkın, ulusal yazgının ve içgüdünün bütün güçleri seferber edilmiştir. İddiaya bakılırsa, bu güçler anıtlar dikmiş, bir tarih ve bir kültür yaratmıştır: Bunlar daha usdışı (irrasyonel) doğuşlarının damgasını taşıyan ve yalnız savunmak zorunda kalan Yahudi, sevzgiyi de usdışı bütün güçleri de yok sayarak doğanın temel yasalarına uy­mayan, ayrılık ve ayrılık sayılabilecek sihir ve benzeri bü­tün olayları değerden düşürmeye çalışır. Hıristiyan ruhu­nun yer yer ortaya çıkardığı toptancı bloklara hiç güveni yoktur, onları “yadsır”, hiçe sayar. Bu anlamda bir Yahudi yıkıcılığından söz edebilir şüphesiz, ancak onun yıkmak istediği şeyler belli: Şu sınırlayan usdışı yetiler ve değer­lerin tümüdür. Yahudi haşininin her iddiası için bir tanıt, bir güven isterken gerçekte nefsini savunmaktadır. Sezgiye güvenmez ve itibar etmez, çünkü tartışmaya gelmez ve so­nunda insanları birbirinden uzaklaştırır. O hasmıyla ateşli bir tartışmaya koyulursa bilin ki, bunu bir anlaşma elde et­mek emeliyle yapar ve her tartışmadan önce, çıkış noktası olacak temel ilkeleri bulup koymaya çalışır. Böylece önce­den saptanmış bir anlaşma zemininden hareket ederek in­san doğasının genel eşitliğine dayanan yeni bir toplum dü­zeni tasarlayıp önermek ister. Başına kakınç olan bu sürek­li eleştirme hevesi, gerçekte hasımlarıyla bir ilişkilerden zorun, zorbalığın hiç gerekli olmadığı yolundaki çocukça inancını da içerir. Antisemitler, faşistler ve benzeri bağnaz­lar dile gelmez sezgilerden hareketle sıkışınca zora başvur­dukları, inandırmayınca korkutmayı yeğledikleri halde, utançlı Yahudi, insanları ayırıp zorbalığa sürükleyecek ve ilk kurban olarak da kendini tepeleyecek şeyleri ve konula­rı eleştirel bir analizle durmadan aydınlatmaya uğraşır.
Spinoza, Husserl ve Bergson öğretilerinden sezgiye önemli yer vermişlerdir, biliyorum, ancak ilk ikisinde sezgi rasyonel, yani akla uygun ve eleştiriye dayanıklıdır. O hiç­bir bakımdan Pascal’ın ince duygusuna benzemez. Yahu­dinin en yaman düşmanını gördüğü işte bu çürütülmez, canlı ve kırk çeşit gizli algılara dayandırılan ince duygu­dur.
Bergson’a gelince: Onun felsefesi gerçekten, en ince eleştiren, en mantıklı bir zeka tarafından yaratılmış olması­na karşın zeka düşmanı bir öğretinin ilginç bir örneğidir. Bergson, mantık sonurgularıyla kanıtlamaktadır ki, bir salt zaman ve bir filozofik sevgi vardır. Zaman ile hayatın an­lamını kavrayan bu “sezgi”nin kendisi de herkese açık ol­mak bakımından ve ayrıca konularını kavrayıp adlandır­mak mümkün olması yönünden evrensel ile ilgilidir. Duy­duğuma göre Bergson dili istemeyerek kullanmakta ve kullanmak zorunda kalınca da sözlere ancak yol gösterici ve yarı güvenilir haberciler olarak bakmaktadır. Daha fazla ne isteniyor ondan? Çatışmadan ne denli hoşlandığını gör­mek isterseniz, o ünlü Denemesini bir daha okuyunuz, hani şu araçsız veriler ve olgular üstüne yazdığı, psiko-fızyolojik koşutluk üstüne o klasik eleştiriyi içeren, ayrıca söz yitimi (aphasie) ile ilgili Broea teorisini gözden geçiren ya­zısını... O zaman Poencare ile birlikte şöyle denilebileceği­ni anlayacaksınız: Oksidel olmayan geometri bir tanımla­ma işi olup, kavislerin belli bir biçimine, örneğin bir küre yüzeyine çizilen çevre (çember) çizgisine doğru denildiği anda ortaya çıkmıştır. Bergson felsefesi işte böyle bir akıl­cılık (rasyonalizm) olup dili de tam kendine özgüdür. Ön­ceki felsefenin “süreklilik” dediğine Bergson dirim der, salt zaman, der., vb. “Süreklilik” anlayışının adı da “sezgi” olur. Ne var ki bu anlayışa götüren yol araştırmalar ve us­sal eleştirmeler üstünden geçtiği bunlar ise aktarılır (dile gelir) ayrıntıları değil, ancak evrenseli içerdiği için" buna usdışı sezgi demekle aklın bireşimsel görevi demek arasın­da ayrım yoktur. Bir Kierkegaard ile bir Novals’ın düşün ürünlerine haklı olarak usdışıcılık (irrasyonalizm) denebi­lirse de, Bergson sistemine olsa olsa adı değişmiş bir usçu­luk denir. Bana sorarsanız ona bir koğuşturuların başvur­duğu son savunma çaresidir, derim: Savunmak amacıyla saldırmak, hasmın usdışçılık silahını elinden düşürüp za­rarsız kılmak ve yapıcı bir aklın potasında eritip yok et­mek. Gerçekten bir Sorel’in usdışsallığı düpedüz zora, zor­balığa götürdüğü halde Bergson’unki tehlikesizdir ve an­cak genel kardeşliğe hizmet edebilir.
Bu evrensellik, bu eleştirel usçuluk genel olarak yalnız demokratta bulunur. Onun soyut liberalizmi Yahudilerin, Çinlilerin, zencilerin öteki toplum üyeleriyle eşit haklı ol­duğunu savunur, ama bu hakları onların insanlık onuru adı­na ister, yoksa evrimin özgül sonuçları olmak sıfatları için değil. Kimi Yahudiler bunun için demokratların ilgisin çekmeye çalışır. Kavgası, ayrılıkçı toplum biçimlerinin hâ­lâ sindirilmemiş artıkları demek olan zorun, zorbalığın umacısıyla tedirgin Yahudi antlaşması bir topluluk düşü görmektedir. O toplumda düşünce (ide) antlaşmanın temeli ve şekli olacağından, yanıtlar da baştan o temeller üstünde anlaşmış bulunacak, yani “toplumsal antlaşma” insanlar arasında biricik bağı oluşturacaktır. Yahudi insanların en yumuşak başlısı, zordan, zorbalıktan en çok nefret edeni­dir. En azgınca kovuşturmalarda bile korudukları o sarsıl­maz yumuşakları, kaba, haksız ve düşman bir topluma karşı tek silah olarak kullandıkları o adalet ve feraset ruhu­dur ki Yahudilerin insanlığa belki en iyi muştuları, kendi büyüklüklerinin de aldatılmaz belirtisidir.
Ama antisemit, Yahudilerin dayanmak ve duruma ha­kim olmak yolunda bu içten çabalarının keyfince yorumla­makta gecikmez: Ona göre bu hal, Yahudinin özümlenmezliğinin, nasıl sert bir karakter çekirdeğine sahip oldu­ğunun belirtisidir. Yahudi, onca bir usçu (rasyonalist) de­ğil, bir kılı-kırk yarandır; durmadan araştırması evrenseli bulmak uğrundaki olumlu isteğinin bir kanıtı değil, dirim­sel, ırksal ve ulusal değerleri kavrayabilmekten ne kerte uzak olduğunun kanıtıdır. Onun inantılara ve mitlere karşı kendini savunmak için kullandığı serbest eleştirme ruhu, antisemitin fıkrince Mefıstodaki zehirli ve bölücü ruhtan başka bir şey değildir. O Yahudinin bu eğilimini çağdaş toplumun ortasında doğup gelişen bir kendi kendini eleştir­me saymaz, onda ulusal bağların ve özgül Fransız değerle­rinin bir tehdidini sezer. Onun için biz Yahudi usçuluğunu açıklamayı, onlarda gerçek sevgisi olmadığını iddia et­mekten daha akıllıca bulduk.
Kimi Yahudilerin kendi bedenlerine karşı tutumunda bir ikinci kaçış denemesi görmekteyiz. Yahudinin başlıca et­nolojik çizgileri elbet bedende belirir. Antisemit bu ger­çeğe dayanarak mitini yarattığı gibi onu ilk bakışta tanı­mak iddiasını da yine ona güvenerek yapmaktadır. Kimi Yahudiler kendilerini böyle ele veren bedenlerini hor görür ve ihmal ederler. Yahudilerin genel olarak bedenlerini sev­medikleri, birçok “Arya”ların yaptığı gibi onun şımartma­dıkları şüphesizdir. Aryalar indinde beden, Fransız topra­ğından doğmuş, onun için de aynı mübarek toprağın uğur ve bereketini, büyülü kültürünü doğuşta birlikte dünyaya getirmiştir. Şu halde o da mübarektir ve sahibine haklı bir övünç verir. Kendini böyle bir öğünçle dolduran ve gövde­ye, özgül yaşam ideallerinin ifadesi olan usdışı değerler yüklerse çok görülür mü? Scheller bunlara haklı olarak “dirimsel değerler” demiştir. Bu dirimsel değerler ne be­denin ilksel ihtiyaçlarını karşılar, ne de ruhun isterlerini; onlar ancak belirli bir gelişme tarzına, görünürdü organiz­manın en gizli çalışmalarına, organların uyuşum ve bağım­sızlığına, hücrelerin sürüm ve aktarımına ilişkin biyolojik bir stildir, ki bu stil her şeyden önce “yaşama isteminde”, bütün yaşayanların varlık hizmeti olan o kör ve amansız is­tem gücünde kendini gösterir. Alımlı, çekici kedi diyoruz; çalımlı onurlu kartal diyoruz. Bu gibi biyolojik değerler­den birçoğunu ırk kavramına sokuşturanlar elbette eksik değildir. Irk da dirimsel (vital) bir değer değil mi?
Temellerinde bir değer yargısı taşımıyor mu? -Hele ır­kın eşitsizlik kavramını da içerdiği göz önünde tutulursa-, Hıristiyan arya onun için bedenini bir başka türlü hisseder. Onda yalnız yalınç organ duyguları yoktur, bedenin ona ulaştırdığı bütün duyumlar ideal renklere bürünür, dirmsel değerlerin az-çok imgeleri sayılır. Hıristiyan arya biyolojik idealine yaklaşmak için zaman ve emek harcamaya da ha­zırdır. Modacı gençlerimizin umursamazlığı, kimi zaman moda sayılan “uçarılık” ve canlılık, İtalyan faşistlerinin öf­keli çalımları, kadınlann incelik ve zerafeti... Bütün bu tutum biçimlerinin tek amacı bedenin soyluluğunu belirt­mektir. Bu değerlere karşılık, şüphesiz bazı değersizlikler de vardır: Bedenin aşağı görevlerinin kötü sanılması, bazı davranışlar, utanma gibi birkaç sosyal duygu bu aradadır. Gerçeğe bu yalnız ut yerlerini göstermekten ileri gelen bir utanç değildir, o bedeni kutsal saymanın bir çeşididir de; onu yalnız bir gereç saymaya karşı örtük bir protestodur ve nihayet giysiler içinde saklanan bir aziz emanet yerine koymadır.
Hıristiyan, Yahudinin elinden işte bu dirimsel değerleri almıştır. Yahudi gövdesini aklına getirince hemen ırk ifriti karşısına dikilir, değerlerini hep aryalar kiralamış ve tekel­lerine almışlardır. Yahudi, bunları tamsa, halk üstünlüğü kavramını da bütün sonuçlarıyla birlikte yeniden gözden geçirmesi gerekecektir. Onun için evrensel insan fikri adına gövdesinin kendine özgü duyumlarına boşverir, akıl adına bütün usdışı değerleri yok sayarak yalnız içlek (ma­nevi) değerlere yer verir. Evrenseli böylece en yüce yere oturttuğundan akla uygun bir şekilde örgütlenmiş bir çeşit evrensel beden tasarlar. Bedeni zahitçe hor görüp, bir “boş görüntü” ya da bir “yırtıcı hayvan” saymaz, ama bir tapınç konusu da yapmaz. Onu büsbütün aklından çıkarmadığı zamanlar, yalnız bir gereç gibi bakar ve amaçlarına hizmet ettirir. Akıldışı dirim ve değerlerini nasıl tanımazsa doğal görevler arasında bir derece düzeni de tanımaz. Bununla güttüğü amaçlardan biri; İsrail’in antik özelliğini yoksamak ise biri de Hıristiyanları gövdelerinin basbayağı bir gereç olduğuna inandırmaktadır. Antisemitin Yahudilerde kınadığı utanmazlık yine aynı tutumdan doğar: Eğer beden yalnız bir mekanizma ise onun dışkıları ya da dışkılama ihtiyaçları neden ayıp olsun? Gövdeyi sürekli kollamak, göz hapsinde tutmak neden gereksin? Bedeni bir makineye bakar gibi heyecansız, sevgi ve sevinçsiz, ama utanç da duymadan temizlemeli, sağ esen tutmalıdır. Ne var ki bu utanmazlığın bazı hallerde bir çeşit umutsuzluktan, umar­sızlıktan doğduğuna şüphe yoktur: Aryaların her zaman için soyup çıplak koydukları bedenin ar ve ut yerlerini ört­meye kalkmak boş değil mi? Onların gözünde Yahudi ol­mak çıplak olmaktan daha ayıp değil mi sanki?
Oysa, bu akılcılık hiç de tipik Yahudice değildir. Birçok Hıristiyanlar, hele hekimler vardır ki, hem kendi vücut­larını, hem de çocuklarının vücutları için bu görüşe katıl­maktadırlar. Evet ama bunda çoğu zaman bir zafer duy­gusunun kalıtsal geleneklerinden bir kurtuluş isteğinin rol oynadığı da unutulmamalıdır. Yahudi dirimsel değerlerden bir şey anlamaz, anlamak da istemez.
Antisemite hatırlatılmalı ki, bu öz bedeninden hoşlanmayış tersine etkiler de yapabilir ve aşırı utangaçlığa, aşırı iffetseverliğe de götürebilir, nitekim ben iffetçe Hıristiyanlara çok üstün Yahudilere de rastlamışımdır. Bunlardan ki­mi sıkı sıkı örtünüyor, kimi de gövdesini yüceltmeye çalı­şıyordu. Bunun anlamı dirimsel değerleri yoksanan bedeni içlek (manevi) değerlerle donatmak istemektir. Kimi Ya­hudiler de Hıristiyanları utandıracak ya da tedirgin edecek kadar yüzlerinde ve jestlerinde kibardırlar. Bunlardan çev­relerine sürekli bir iyilik, feraset, feragat ve acılık yayılır.
Yahudilerin sık ve hızlı jestlerle konuşmalarıyla çok alay edilir. Oysa bu mimik canlılık sanıldığı kadar aşırı de­ğildir. Sonra bunları başka el kol oynatma biçimlerinden, örneğin Marsilya’lılarınkinden ayırmak gerekir. Marsiya’lıda, ateşli ivedi ve zengin mimik içten gelen bir ateşe, sürekli sinirliliğe, görüp duyduğu her şeyi bütün gövde ile dile getirme eğilimine alamet olduğu halde, Yahudiye her şeyden önce önemli görünmek isteği hakimdir. Organiz­masını bir gerçek belirtisi olarak düşüncenin hizmetine vermek, kendini rahatsız eden bedeni yücelterek onu ruhun sunduğu algı ve bililere yardımcı kılmak. Bana öyle gelir ki, o dillerde dolaşan Yahudi densizliğini ya da savruklu­ğunu işte böyle açıklamak yerinde olur. Üstelik bu suçla­manın yarı yarıya bühtan olduğu daha unutulmasın! Evet, denlilik (takt) denilen şey, Yahudinin hiç güvenmediği “in­ce duygu”ya dayanır. Denli olmak demek, durumu bir ba­kışta kavramak, bireşimsel olarak üstten görmek, çözümle­mekten çok sezinlemek demektir. Daha, daha: Davranışı bir sıra bularak ilkelere ayar etmek demektir ki bunların bi­razı dirimsel değerlere ilgili, birazı da büsbütün kof, aşın­mış, eski nezaket şekilleriyle törelerdir. Şu halde, denli ol­manın, savruk olmamanın ilk koşulu “varsayımı” gelenek­sel, bireşimsel ve töresel bir dünya görüşüdür. Taktı, den­liliği mantıkla açıklayanlayız, o gerektiği anda psikolojik iklimi hissettirmek için özel bir algı, bir yeti ister. O eleş­tirici değildir ve tam itibarını ancak kendine özgü idealleri, töreleri ve görenekleri olan sıkıca sınırlı bir toplumda bu­lur. Yahudi de herhangi biri kadar normal takta sahiptir: Eğer bu sözcüğün altında yakınımıza karşı göstermemiz gereken ilksel (köklü) seziş ve anlayış kastediliyorsa... Ama Yahudi takatli, denli görünmeye çabalamaz. Denli ta­katli, davranmaya çalışmak aklın insanlararası ilişkilerde yeterli bir önder olmadığım kabullenmek, gelenekler ile gizli sezgi güçlerinin çevreye uymada ve insanlarla düşüp kalkmada akla üstünlüğünü itiraf etmek olurdu. Bir mantık ukalalığına kapılıp bir ayrık ahlaka oy vererek, genel tep­kilerle birlikte, bir genel insan doğası fikrinden de vazgeç­mek anlamına gelirdi. İtiraf etmek gerekirdi ki, ne somut durumla, ne de bireyler eşit değildir, öyle olunca da ayrı­lıkçılık doğrudur. Yalnız bu denlilik uğruna antisemit ken­disini özge, ayrık bir hal sayıp, ulusal topluluktan dışarı at­mak isterken Yahudi nasıl bu hatayı işlerdi, bu bindiği dalı kesmek olmaz mıydı? Yahudi, akıl yoluyla çözümleyecek sorun, yenilmeyecek güçlük olmadığına inanmak zorunda­dır. Us dışı olanı, gizemliyi, esrarlıyı, özel ve özge ayrın­tıları görmezlikten gelecek, duygu inceliklerine inanmaya­caktır. Hayatı başkalarının düşüncelerine bağlı bu adam, anlaşılır bir protesto ile özel düşüncenin değerini yok sa­yacak, cansız nesnelere uyan bir mantığı insanlara da uy­gulamakta ayak direyecektir. Böylece, mühendis ile işçinin akılcılığına yaklaşması onlarda olduğu gibi nesnelerin eği­tip biçimlenmesinin sonucu değil, toplum dışı sayılmaya karşı bir tepki, bir protestodur. Onun çözümsel (analizci) ruhu, psikolojik bireşimler (sentezler) yerine menfaatlerle içgüdülerin yarışmasını ve eğilimlerin cebirsel toplamını koymaktan hoşlanır. Üstün ve yengin gelmek, kandırmak, inandırmak hüneri onun için artık bir matematik işlemidir. Yalnız şu var ki, insan davranışlarını genel kavramlara bağlamak ve bu kavramlarla açıklamak ister istemez so­yutluğa götürür. Bu soyutluk sevgisi, Yahudinin paraya özel ilgisini de açıklar. Halk ağzı Yahudiyi pek para-canlı ve aç-gözlü sayarken çok yerde onu masalların ünlü hasis­leriyle karıştırır, oysa antisemit bile Yahudiyi daha çok is­raf düşkünlüğü ile suçlar ve kınar. Gerçekte, Yahudinin pa­raya düşkünlüğü maden ve kağıt paraları elinde ve cebinde bulundurmak zevkiyle ilgili değildir, onda para kavramı hisse senetleri, çekler ve banknotlar biçimine bürünmüştür, yani soyutlaşmış ve yalnızca satın-alma gücü anlamına gelir olmuştur. Yahudi, bu türlü mülkiyeti arar ve yeğler, çünkü genel ve evrenseldir. Satın alma yoluyla elde etmek, alıcının ırkıyla ilgili olmaksızın, serbest olup sevi ile sevisizlikle (idiosynkrasie) hiç değişmez. Malın, nesnenin değeri yalnız bir koşula bağlıdır: Ödeyebilmek! Ödeme işlemi tamamlandığı anda alıcı o mal ya da nesnenin yasal sahibidir. Satın alma ile elde edilen mülkiyet şu halde ge­nel ve soyut bir mülkiyet şekli olup, bu nitelikle öteki özel ve usdışı biçimlerden ayrılır.
Burada karşımıza bir kısır-döngü (fasit daire) çıkmak­tadır. Yahudi ne denli zenginleşirse antisemit de iddiasını o denli yeğinleterek, gerçek mal-sahipliğinin kanunun tanıdığı ve tanımladığı olmayıp, insanın beden ve ruhuna sıkı sıkıya bağlı kalan bir şey olduğunu ileri sürmektedir. Bununla güt­tüğü amaç meydandadır: Fransa topraklarını ve içlek (ma­nevi) haznelerini yalnız öz Fransızlara mal etmek! An­tisemit edebiyatta, erdemli yetimlerin ya da düşkün aristo­kratların zengin Yahudilere karşı, hep aynı kalan, şu laytmo­tif ile böbürlendikleri görülür: Namus, Onur, Sevgi, Erdem, Beğenç.. para ile satın alınamaz! Yahudiyi toplumdışı tut­mak isteyen antisemit, mülkiyetin bu çeşidi üstünde ne kerte ayak direrse, Yahudi de o kerte bir inatla biricik mülkiyet şeklinin kanuna uygun olarak satın alman şeyden ibaret ol­duğunu savunur. Kendinden esirgenen, hatta satın aldığı şeylerin yasallığını bile şüphe altına sokan o gizemsel, bü­yülü mülkiyete karşı protesto olmak üzere adsız evrensel in­sanın haklı satın alma gücünü temsil eden-satın alma hakkını savunurken bir yandan da mal ile sahibi arasındaki bağı ussallaştırmak (rasyonelleştirmek) suretiyle mülkiyet kavrammı ussal dünya görüşünün çevresine sığdırmaya çalışır. Ussal ve tecimsel bir işlem olan satın alma mülkiyeti yasal­laştırır ve onu düpedüz kullanma hakkı olarak tanımlamış olur. Satın alman değer Tanrı bilir nasıl bir put sayılacak yerde, ki bu da ancak gizli yetileri olan bazı kişilerce bilinir, resmi fiyata eşit olur. Yahudinin para sevgisi bir açıkla­manın ışığı altında kolayca anlaşılır. Değer para ile belirlen­di mi, artık kamusal geçerlik kazanır, ussaldır, toplumun bilmem hangi karanlık kaynaklarından fışkıracak yerde her elin ulaşabileceği bir yerde bulunur. İşte böyle bir toplum düzeninde Yahudiyi toplumdışı etmek oluşlu değildir, o ar­tık bir müşteri, bir adsız tüketmen (müstehlik) olarak rahat­ça içeride kalabilir. “Para her şey demek değildir”, “Her şey para ile alınmaz” gibi boş laflara tam tersini savunan özde­yişlerle karşılık verir: “Bütün ruhlar satılıktır, sen paradan haber ver!” Bu tutum onun köpeksiliğini (şinikliğini) ya da duygu bayağılığını değil, savunma ya da karşı hücum arzu­sunu gösterir. Bu suretle antisemite demek ister ki usdışsal değerler kuruntudan başka bir şey değildir ve onları seve se­ve paraya çevirmeyecek kimse yoktur. Antisemit satılmaya yanaştı mı dava kanıtlanmış olur. Çünkü böylece o da as­lında para ile mal edinme şeklini gizemsel (mistik) ilişkilere dayanan mal sahipliğine üstün tutuyor demek olur. Böylece kalabalığa dalıp belirsiz olan Yahudi artık genel bir insandır ve ancak satın alma gücüyle ellerden ayrılır ve seçilir. Bu hem ondaki “zengin olma tutkusunu” hem de gerçek gönül yüceliğini gösterir. “Para sevgisi” insanların nesnelerle iliş­kilerinin yalnız ussal, soyut ve genel bir değer taşıyabileceği yolundaki inancının nedenim açıklar.
Yahudi, faydacıdır, doğru, ama ondan, düpedüz kullan­ma zevki dışında, her şey esirgeniyor da ondan. Kendinden kıskanılan, esirgenen toplum haklarını, o para gücüyle sa­tın almaya çabalarsa şaşılır mı? Parasından ötürü sayılıp sevilmek zoruna gitmez, ama açık kesesi sayesinde ka­zandığı saygı ve övgünün gerçekte yalnız şu ve şu satın al­ma gücünün adsız sahibine olduğunu bilir. O da zaten bu adsızlığı aramakta değil miydi? Toplumda parmakla göste­rilir bir adam olması zenginliğe bağlı ise neden zengin ol­maya çabalamasın?
Yahudi gönlüne yeteri kadar ışık tuttuğumuzu sanıyo­rum. Bu gönül kendi için yaptığı seçim ve durumunun öne­mi ile orantılı olarak iyice belirmiş bulunmaktadır. Ama biz burada bir portre resmetmek istemiyoruz. Amacımız yalnız Yahudinin sabrına, kovuşturmaları bekleyişine, iyi yıllarda bile içinde sakladığı felâket sezgisine, sonra bu fe­laketlerin gerçekten, gökyüzü bulutlanırcasına ansızın kopmasına işaret ederek insanlığındaki özel biçimi ve en dar kafalı bir ayrılıkçılık ile karşılanan genel kardeşlik iste­mini ve en nihayet onu adam yerine koymak istemeyenlere göstermekten geri kalmadığı o garip sevgi, nefret, hayran­lık ve güvensizlik karışımını hatırlatıp belirtmektir.
Onun sütten ağzı yanmış, en çağırtkan liberal parolalar altında bile nasıl sinsi bir antisemitizm saklı olduğunu gör­müştür. Onun Hıristiyanlara karşı güvensizliği işçinin “Halk dostu” burjuvalara güvensizliğine pek benzer. Fay­dacı psikolojisi tek tek kişilerin seyrek sevi (sempati) gös­terilerinin gerisinde özel çıkar hesapları ve iki yüzlü hoş­görü saygı gösterilerinden yine de hoşlanır, bu gözle görü­lür sempati ve iyi niyet belirtileriyle o müzmin güvensizlik ve tedirginliğinden kurtulmayı umar ya da hayal eder; en­gelleri aşarak herkesle birlikte, herkesin ortasında bulun­maya can atar.
Bu iki kutuplu dünyayı, bu kopuk parça insanlığı tasvir ederek, Yahudinin biri Hıristiyana, biri Yahudiye karşı ol­mak üzere nasıl iki çeşit duygu beslediği görülmeliydi! Yahudinin bu Hıristiyan kadını ile bir Yahudi kadınına kar­şı duyduğu istek bile özdeş değildir. Onun yüreği genel in­sanlık sevgisi altında derin bir çatlak saklamaktadır.
Nihayet Yahudinin dünyayı düzeltmek için beslediği ar­zunun bozulmamış kökselliğini, her dem tazeliğini de söy­lemeliyiz. Gizlenen, utançlı Yahudi duygularını çözümle­yebilir ama eğitip yüceltemez. Belki bir Proust olur, ama bir Barres olamaz, çünkü duyguların ve özbirliğin bakılıp tımar edilmesi bir gelenek sezgisine, anlaşılmaza karşı bir önseziye bağlı olduğu gibi ampirik yöntemlere bir geri dö­nüşü, namuslu kazanılmış haklardan gönül esenliğiyle ya­rarlanabilmeyi gerektirir. Aristokrat bir gönlün temel çiz­gileri işte bunlardır. Bu görüşten kalkan Hıristiyan kendine bir ser bitkisi gibi bakar ya da şu şarap fıçıları gibi ki Hindistan’a yüklendiği halde geri getirilmişlerdir, çünkü deniz havası içlerindeki şaraba pek hoş bir tat, bir aroma kazan­dırmıştır, “Ben” bakımı hem esrarlı hem aristokratça bir hünerdir, ama kendi benine gösterilen sürekli dikkat ve özen giderek meyvelerini verir. Kendinden kaçıp kurtul­maya çalışan Yahudi de ruh olaylarını bir organizmanın gelişmesinden daha çok, nesnel bir mekanizma saysa dahi içinde eğilimlerin oynaşmasını ilgi ve merakla seyreder şüphesiz, çünkü onlara nesnel bir gözlem platformundan bakmaktadır, ama onlar üstünde uzun boylu durmaz ve emek harcamaz. Onların gerçek anlamım kavradığından da emin değildir. Mantıksal analiz, ruh irdelemesinde en iyi yöntem değildir. Akılcı daima duyumların ve tutkuların baskısı altındadır. O özgün bir gönlü zihinsel bir kültürün incelikleriyle birleştirmiştir. Yahudinin dostluk gösterile­rindeki açıklık, tazelik ve sıcaklığa geleneklere biçimciliğe gömülmüş Hıristiyanlarda pek seyrek raslanır. Bütün acıla­rın en acısı olan Yahudi acısına o çaresizliği, o dokunaklığı veren budur. Ama bu noktada daha çok eğlenmek istemi­yorum, Yahudilerin saklanma, gizlenme olanakları ile so­nuçlarına değinmekle yetiniyoruz.
Yazımızı bağlamadan önce Yahudinin çok anılan telaşçılığım ana çizgileriyle biraz daha yakından görelim. Ya­hudiler gerçekten dur durak nedir, bilmezler. Ne yerlerin­den emindirler, ne hallerinden. Hatta yarın aynı memleket­te olup olmayacaklarını bile kesin olarak bilmezler. Çalış­ma yerleri, kazançları, hatta yaşama haklan sürekli tehdit altındadır. Düşman yığınlarca tasarlanmış olan kendi uğur­suz hayalince durmadan kovalanması da cabası! Yahudi ta­rihi, iki bin yıllık bir işkence ve alçalış yolu, sonu gelmez bir yanlış yoldur, o yanlış yolda her duraklamadan sonra yine değneğine sarılmak zorundadır. İliklerine dek tedirgi dolu, öz gövdesini amansız düşmanı, durmadan boşuna özümlenme düşü görerek “Arya’nın sahip olduğu güven hedefine yaklaştıkça uzaklaşarak koşar ve emekler, o arya ki toprağının üstünde yapışık gibi sapasağlam oturmakta, kefilli ve tapulu malından öylesine emin bulunmaktadır ki, başka bir şık aklına bile gelmez, yurdu ile bağlılığını doğal bir gerçek bilir. Ne var ki Yahudinin tedirginliğini meta­fizik bir nedene bağlamak doğru olmadığı gibi insanlığın toptan durumunu düşündükçe bize çullanan o sorucu, be­yin yakıcı, ürpertici tedirgi ile de karıştırmamalıdır. O me­tafizik kaygı bugün için ne işçinin ne de Yahudinin iltifat edeceği bir lüks değildir. İnsanın evrendeki yerini ve bo­yun eğdiği yazgıyı merak etmek için yeryüzüne iyice yer­leşmiş olmak, güçsüzlerle ezilenlerin gündelik ekmeği de­mek olan sayısız tasa ve korkudan azat olmak gerekir. Sö­zün kısası metafizik felsefe bugün için egemen arya sınıf­ların bir ön hakkı, bir ayrıcalığıdır. Öyledir ama bu dü­şünce yine de metafiziğin değerini yok edemez; yeryüzündeki kurtuluştan hemen sonra insanların baş kaygısı bu olacaktır.
Yahudinin bugünkü başlıca sorusu metafizik değil, sos­yaldir. Onu kaygılandıran insanın evrendeki durumu değil, toplumdaki kendi durumudur. Her kişinin ayrı ayrı ses ver­mez evrendeki yalnızlık ve bırakılmışlığı daha onun gözü­ne çarpmıyor, çünkü insan topluluğundan sıyrılıp evren boşluğuna açılmaya daha fırsat bulamamıştır. O yalnızlık ve bırakılmışlığı henüz insanlar arasında hissetmekte, ırk sorusu ufkunu daraltmaktadır. Tedirgisi sürekli inceleme ve araştırma ile yaşayıp gelişen bir tedirgi değil, sıkıntı ve­ren, kurtulmak için can atılan bir tedirgidir. Fransa’da sür­realistler arasında hiçbir Yahudinin bulunmadığına dikka­timi çektiler. Gerçekten sürrealizm insanın alınyazısı üstü­ne kendi türünde birtakım sorular sorar. Yıkıcılığı, gürül­tücülüğü ile sürrealizm Büyük Savaştan kazanarak çıkmış bir ülkede her şeyi kendilerinin sayan şımarık burjuva gençlerinin lüks bir eğlencesi idi. Yahudi yıkıcı olmadığı gibi insanlığın umutsuzluğu üstüne derin düşünceye dal­maktan da hoşlanmaz. O salt toplum adamıdır, çünkü bü­tün derdi toplumdur. Onu Tanrı buyruğu değil, toplum Ya­hudi yapmıştır, Yahudi sorununu ortaya çıkaran, Yahudiyi bütün benliği ile ona karşı direnmeye ve savaşmaya mah­kum eden odur. Yahudi var oluşunu toplumda ve toplum aracılığı ile seçer. Ulusal topluma katılma çabası sosyal, başka insanlarla kaynaşma isteği sosyal, acıları ve sevinç­leri hep sosyaldir, çünkü omuzunda taşıdığı kargış (lanet) sosyaldir, yani toplumca yaratılmıştır. Metafizik ilgisizliği­ni ya da sürekli tedirginliğinin kökel pozitivizmine yakış­madığını Yahudinin başına kakmak, unutmayalım ki ancak bu kakınca yapanları utandırır. Sürekli izlenen, kovuşturu­lan bir adam olarak Yahudi “BEN”ini yanlış problemler üstünden yanlış bir durum içine seçer, çevrenin tehditleri ve düşmanlığı yüzünden metafizik duyarlığını, algısallığını (idrak yetisini) yitirerek bir umutsuzluk rasyonalizmine düşer. Hayatı hep kendinden ve başkalarından kaçmakla geçer. Ona her şeyi, hatta çıplak bedenini bile çok gör­müşler, gönlünü kırmışlar, kafasındaki dünya kardeşliğini gerçekleştirme idealinden başka ona bir şey bırakmamış­lardır. Kabahat kimin? Yahudi bizim gözlerimize bakınca orada, kaçıp kurtulmak için boşuna çabaladığı kendi ha­yalini görmektedir. Bütün sözlerimiz ve jestlerimizle antısemitizmimiz kadar tepeden bakan liberalizmimizle onun kalbini habire zehirlemekteyiz. îster yılsın, ister göğüs ger­sin, onu herhalde Yahudi kalmaya zorlayan biziz. Ona ya utançlı ya da içten Yahudi olmaktan gayri şık bırakmayan yine biziz. Kapitalist ya da feodal toplumun bir ürünü olan ve yalnız o koşullarda yeri olabilen bu insan türünü biz ya­rattık ve ona, daha mantık tanımayan bir toplulukta şamar oğlanlığı rolü verdik. Hem bunu öyle bir insan materyalin­den yarattık ki başka bütün türlerden daha çok gerçek in­sanoğluna tanıklık etmektedir; etmektedir, çünkü insanlı­ğın kucağında ikincil (tali) tepkilerden doğmuş ve oluş­muştur: Bu horlanan, kökünden kopmuş olan, ta baştan be­ri gizlenmeye ya da baskıya katlanmaya zorlanan insan tü­rü!... Bu işte hiçbirimizi suçsuz değiliz; suçluyuz, caniyiz. Nazilerin döktüğü suçsuz kanlardan sorumluyuz!...
Yahudi serbesttir, içten Yahudi olmakta özgürdür, de­necek. Evet öyledir, ama unutulmasın ki, onun için bizde de pek seyrek rastlanan, demir bir yürek ister. Tutuklu da kaçmakta serbesttir, ama bu serbestliğin ağır bir pahası var. Kelleyi koltuğa almak! Tutuklunun durumundan zindan bekçisi daha mı az sorumludur? İçten, doğru Yahudi olmak demek bütün sonuçlarını göze alarak kendini açıkça Yahudi bilmek demektir. Doğru Yahudi dünya yurttaşlığı idealinden vazgeçerek bile-isteye, tarihin kargınmış Yahudisinin rolünü alacak, ne kendinden kaçıp ne de yakınların­dan dolayı utanıp arlanacak: Nasıl bir babayiğit olmak ge­rek bunun için? İçten, doğru Yahudi dünyanın bozukluğu­nu anlamış olduktan başka, utançlı Yahudi gibi çocukçasına birciliğe (Monizme) inanmaz, yalnız toplum güçlerine inanır. Sapada kaldığını, dokunulmaz (parya) olduğunu, kargınmış bulunduğunu bilir ve bilerek katlanır. Akılcı iyimserliğinden bir çırpıda yüz çevirip dünyanın aptalca parçalanmış olduğunu görür ve orda kendine düşen talihe razı olarak bundan gerekli dersleri alır. Kardeş ve arkadaş­larını hep öteki Yahudilerden seçer ve olanca umudunu be­şeri büyüklüğe bağlar, çünkü dayanılmazlığı ispatlanabilir olan yaşama koşullarını isteyerek omuzlamış, kendine “minnetten zevk”, acıdan, incinmeden gurur çıkarmıştır. Pasif durumdan ayrılmakla öte yandan antisemitin gücünü de kısmış olmaktadır, çünkü utançlı Yahudi Yahudilikten kaçmak istedikçe antisemitten damga damga üstüne yiyor­du. O, özden Yahudi, herkese karşı Yahudiliğini açıkça ka­bullenmiş ve kurbanlığa (martirliğe) kadar varan bütün sonuçlarını da göze almış olduğundan antisemit bir bakıma silahsız kalmıştır, ona olsa olsa söver, ama dağlayıp damgalayamaz. Böylece özden Yahudi, her açık yürekli insan gibi karikatür konusu olmaktan çıkar. Utançlı Yahudilerin ortak çizgileri ortak gizlenişlerinden, kaçışlarından doğar, onun için de özden Yahudide bulunmaz. Özden Yahudi ne olmak istediyse odur, o olmuştur, üstüne artık ne söylene­bilir? O artık özgür yalnızlığında bir insan olur, insanlığın durumuna uygun gelen metafizik çevren (ufuk) ile çevrili tam bir insan!
İyi niyetli kişiler bu sözlere bakıp, “eh, öyleyse ne du­ruyorlar? Madem ki özgür iradeleri var, hepsi de özden, doğru Yahudi olsunlar da biz de dedikodudan kurtulalım” diyemezler. Onlar Yahudiliği açıkça kabullenseler de, bu Yahudi sorununun sosyal çözümü olmaz, bireysel bir sö­züm bile olmaz.
Gerçi içten, özden Yahudiler bugün daha çoktur, son yılların amansız acıları gözlerini öylesine açmıştır ki, bu­gün açık yürekli Yahudilerin sayısı bu gibi Hıristiyanların sayısından fazla bile olabilir. Ne var ki böyle bireysel dav­ranışlar, yazgıya rıza göstermeler Yahudilerin genel hayat savaşlarını kolaylaştırmaktan uzaktır, bu yüzden o kavga­nın daha da güçleştiği bile söylense yeridir. Sözgelimi: 1940’ta birlikte dövüşmüş bir Yahudi yurttaş Fransa’nın Alman çizmesi altında bulunduğu sıralarda Londra’da bir Fransız propaganda dergisi çıkarıyor. Fransa’da bıraktığı “Arya” eşinin başım belaya sokmamak için de yazılarında takma ad kullanıyor. Aynı şeyi birçok Fransız göçmeni de yapmış, bundan dolayı da kimse onları kınamamı ştır. Ama Yahudi yazar pek ayıplanıyor ve: “Aha, işte size kendini gizleyen bir pis Yahudi daha!” deniyor. Bu adam dergisine aldığı yazıları yalnız değerlerine bakarak seçmekte, yaza­nın kimliğine önem vermemektedir. Eğer kasıtsız olarak dergide daha çok Yahudi yazarlar yer almışsa: “Gördünüz mü, soy sop hep bir arada!” dendiği gibi tersine, bir Yahu­dinin yazısı geri çevrildi mi damga yine hazır: “Adam anti­semitizm yapıyor!”
“Madem ki adam özü doğru bir Yahudidir, bu gibi dedi­kodulara kulak asmayıversin denecek belki. Bunu söyle­mek kolay, yapmak zordur, sonra da onun işi gücü propa­gandadır, yani başkalarının düşüncesine sıkı sıkıya bağlı­dır, kulağını tıkayamaz. “Öyleyse bu iş onlar için değildir, uzak dursunlar” denirse asıl o zaman yaraya parmak ba­sılmış olur. Şu halde siz, yani böyle diyenler, içten Yahu­diliğin yolu doğruca Getto’ya çıktığı takdirde beğeniyor, uygun görüyorsunuz. Davanın gerçek çözümünü balta­layan sakın siz olmayasınız?
Sosyal bakımdan da durum daha iyi değildir. Bizim kendi elimizle yaratığımız koşullar Yahudiler arasında ay­rılık, anlaşmazlık doğurmaktadır. Açık yürekli Yahudi ol­ma kararı birbirine aykırı politik yönelimlere meydan veri­yor. Yahudi, Yahudi olarak yerini Fransız toplumunda gö­rüp bütün hakları ve yükümleriyle birlikte Fransız Yahudisi tanınmayı isteyebileceği gibi gerçek Yahudiliğin ancak bir Yahudi devletince korunabileceğini düşünerek öz top­rağı üstünde Yahudi ulusunun yeniden yaratılmasını da is­teyebilir. Bu iki görüş içten, özden Yahudiliğin iki ayrı yönden görünüşü demek olduğundan birbiriyle uyuşup uz­laşmaları gerek gibi gelirse de insana, konuyu rahatça tar­tışabilmeleri için Yahudilerin kuşku ve baskı altında olma­maları, düşmanlarının eline sonra kendilerine çevrilecek silahlar vermekten çekinmemeleri gerekirdi. Yahudiyi ken­di özgül Yahudi durumuna iteklememiş olsaydık, iş yalnız Filistin ve Fransa arasında serbest bir seçim davasından ibaret kalırdı. O zaman Fransız Yahudilerinin ezici çoğun­luğu hiç şüphesiz Fransa’yı seçer, pek azı bağımsız bir Yahudi devleti hayali uğruna Filistin’e göç etmeyi göze alırdı. Bu asla Fransız toplumunda kalan Yahudilerin Tel-Aviv ile sıkı bağ kuracakları anlamına gelmez, olsa olsa Fi­listin kendileri için bir sembol, bir ideal olur, bağımsız bir Yahudi devletinin varlığı Fransız toplumunun bütünlüğü için hiç itirazsız kabul ettiğimiz Roma’ya bağlı bir Katoliğin varlığından daha tehlikeli olmazdı. Ne yazık ki ça­ğın ruhu böyle haklı bir seçim davasından Yahudiler arası bir kavga konusu çıkarmıştır. Bir Yahudi ülkesinin kurulu­şunda bizim antisemit, Yahudinin Fransa’ya yabancı olu­şunun kanıtını görmek istiyor. Bir zaman ırkları başkaları­na kakılıyordu, şimdi de yabancı sayılıyorlar. Bu yabancı­ların bizde ne işi var, çekip gitsinler kendi Filistinlerine! Görülüyor ki Yahudiliği açık yürekle kabullenmek siyonizme götürdüğü takdirde oturduğu yerde kalmak isteyen Yahudi bundan çok zarar görür, çünkü antisemit iddialarını sözde doğrulanmış sayarak işi daha da azıtır. Fransız Yahudisi bunun için siyonizme içerlemektedir, çünkü zaten güç olan durumu bir de bu yüzden daha kötüleşiyor, kar­makarışık oluyor.
Şimdi iyice anlamış bulunuyoruz ki, içten, özden Ya­hudi olmak kararı Yahudiye belki ahlak bakımından bir onur, bir kuvvet kazandırır, ama asla sosyal ve politik bir çözüm sağlamaz. Zavallının durumu öylesine bozuk ve çapraşık ki ne yapsa, ne etse yine hep zararlı çıkıyor.

Buraya dek söylenenler, kendiliğinden anlaşılacağı üze­re, Yahudi sorununun çözümüne götürmez, ama bir çözü­mün ciddi olarak düşünülmesine elverişli koşulların aydın­lanmasına yaradığı söylenebilir.
Yaygın inancın tersine, antisemitizmi yaratan Yahudi’nin karakteri değil, Yahudi’nin karakterini yapan antisemitizmdir, bunu yetesiye belirttik. Bu suretle baş olay, ilk etmen olarak beliren antisemitizmin daha mantık aşamasına ulaş­mamış bir sosyal ortamda doğan gerici bir dünya görüşü olarak nitelenebilir. Bu saptamadan ne çıkar?
Şu çıkar ki sorunun çözümü, amacı tanıyıp araçları bilmeye bağlıdır. Çoğu yerde amaç tanınmadan araçlar üstüne tartışma ko­parılır. Peki, bu davada gerçekten nasıl bir amaç güdüle­bilir ya da güdülmelidir?
Özümleme mi?
Boş umut, çünkü söylediğimiz gibi özümlemenin baş düşmanı Yahudi değil, antisemittir. Azatlıktan beri, demek ki aşağı yukarı yüz elliyıldır, Yahudi bütün içtenliği ile topluma mal olmaya ça­lıştığı halde durmadan geri itiliyor, çabası boşa çıkarılıyor, Yahudinin elinden sürekli kaçan bu özümlenme ve bütün­lenme olanağını yine onun yardımıyla yeniden destekleyip hızlandırmak elimizdedir. Antisemitizm yaşadıkça Yahudi­ye özümleme kapılarının kapalı kalacağını gördük. Bu işin bazı zorlama ve dayatma önlemleriyle yürütülmesini salık verenler var. Kimi Yahudiler bile dindaşlarını adlarını de­ğiştirip Durand, Dupon gibi Fransız adları takınmaya zor­lamak istiyorlar. Bu tedbir tek başına etkin olamaz, ama karışık evlenmeler çoğalır, Yahudi törenleri, hele çocuk sünnet etme geleneği yasaklanırsa iş değişir sanırım. Ne var ki bütün bu önlemler bence insanlık ilkelerine aykırı düşer. Napolyon bunları uygulamayı tasarlamış olabilir, ama o bireyi devlete kurban etmek isteyen bir zorba idi. Hiçbir demokrasi, Yahudileri özümleme bahanesiyle öyle önlemler düşünemez ve alamaz. Kaldı ki Yahudi ırkının bölünmesinden başka pek bir işe yaramayacak olan bu önlemler yalnız antisemitik psikoz altında acı duyan utançlı, gizli Yahudilerce öğütleniyor. Nihayet bu görüş, “insan” adına Yahudiyi yok etmek isteyen demokratta gördüğümüz eğilimdir. Gerçek dünyada “öz insan, soyut insan” yoktur, Yahudiler Protestanlar Katolikler, Fransızlar İngilizler Almanlar, aklar karalar sarılar vardır. Sözün kısası, Ya­hudi sorununa böyle bir çözüm yolu göstermek, gelenek ve göreneklerden, duygulardan meydana gelen bir topluluğu ulusal bir toplum yararına ortadan kaldırmak istemek demektir. Bu yolda bir özümleme denemesini Yahudilerin büyük çoğunluğunun reddedeceğine şüphe yoktur. Onlar ulusun içine girmek, katılmak istiyorlar ama yine Yahudi olarak bunu kim kınayabilir? Adamları kendilerini Yahudi görmeye zorla, birbirine tutunup dayanışmaya alıştır, ayrı bir tür olma duygusunu içlerine göm, sonra İsrail gerçeği­ni göz göre göre yok saymaya ya da yok etmeye kalkış!
Olacak şey mi bu?
Haksız bir itirazla Yahudilerin “Ulus içinde ulus” ol­dukları söylenecektir. Biz göstermeye ve tanıtlamaya ça­lıştık ki Yahudi topluluğu ne ulusal, ne uluslararası, ne din­sel, ne törel, ne de siyasaldır; o yalnızca bir sözde tarihsel toplumdur. Gerçek dünyada Yahudiyi yapan, yaratan et­men ise onun özel durumu, Yahudiler arası durum eşitli­ğidir. Yahudilik denilen bu sanki tarihsel kurum, içinde ya­şadığı topluma yabancı bir eleman sayılamaz, tersine, top­lumu tamamlar ve işe yarar, Gücü sınırsız olduğu çağlarda bile kilise Yahudilere katlandıysa sebebi, onların kendileri­ni bazı ekonomik görevlerle pek yararlı ve vazgeçilmez kılmalarıdır. O görevler bugün gerçi herkese açıktır, ama bu asla demek değildir ki, Yahudiler yine de bir içlek (ma­nevi) etmen olarak Fransız ulusuna kendine özgü karak­terini ve dengesini kazanmak yolunda yardım etmemiştir ve etmiyor! Utançlı Yahudinin karakter çizgilerini keskin ve belki biraz sert çekmiş olduk. Ama bunlar arasında bir tanesi bile çıkmaz ki, bu nitelikle Fransız ulusuna katıl­mayı ve özümsemeyi reddetsin!” Tam tersine onun akılcı­lığı, eleştirici zekası, anlaşmalı bir toplum anlayışı ve dün­ya kardeşliği kuruntusu ve hümanizmi kendisini bir toplum için uyarıcı, silkeleyici ve dolayısıyla çok yararlı bir öğe haline getirmiştir.
Biz burada gerçek bir liberalizm salık vereceğiz: Diye­ceğiz ki emekleriyle bir ülkenin büyüklüğüne, onur kazan­masına pay katan her insan o ülkede yurttaşlık hakkı iste­yebilir. Hem de soyut, ne idiğü belirsiz bir “insan doğası” adına değil, toplumun hayatına kattığı emek payına daya­narak. Demek ki Yahudi, Arap, zenci, kim olursa olsun, ulus davalarda herkesle dayanışma halinde bulunan her ki­şinin bu davalarda bir oyu ve bir itiraz hakkı olmalıdır. Bu da devletin uyruğu, ülkenin yurttaşı olmaya eşittir. Ne var ki onlar bu hakları Yahudi, zenci ve arap olarak kullanırlar. Kadınlara seçim hakkı tanıyan bir toplumda sandık başına giderken onlardan cinsiyet değiştirmeleri istenemez, on­ların oyu erkeklerinkine eşit sayılır; onun gibi Yahudinin yasal hakları ve -hiçbir yasa kitabına yazılı olmasa bile-, bu yüzden daha az önemli olmayan bütün öteki insanlık hakları söz konusu olunca da bu hakları ona yalnız, ken­dinde varsayılan gizli (potansiyel) Hıristiyanındaki kadar tanımak olamaz; o bu hakları Fransız Yahudisi olarak kı­sıntısız, koşuntusuz kullanmalıdır. Onu karakteri, ahlakı, beğenisi, dindar ise dini, kendi adı ve dış, görünüşüyle ol­duğu gibi kabul etmek zorundayız. Eğer bu kabul ediş iç­ten ve sakıncasız ise Yahudinin içten Yahudi olması da ko­laylaşacak, giderek zorsuz bir tarihsel evrinme ve gelişme ile önceleri zorla varılmak istenen özümleme amacına ula­şılacaktır. Ne var ki tanımladığımız biçimdeki bu somut li­beralizm yalnız bir dilek, bir yürekten isteyiş olduğundan, amaca giden yolu gereği gibi belirtip aydınlatmazsak, ça­bucak, kuruntu olarak kalır ya da yozlaşır. Gösterdiğimiz gibi dava Yahudilerce ele alınamaz. Yahudi sorunu antisemitizmden doğduğuna göre çözümünün baş koşulda antisemitizmi ortadan kaldırmaktır. O halde antisemitizmi or­tadan kaldırmanın yolu yöntemi nedir? İşte bütün sorunun özü, çekirdeği bu noktada bulunuyor. Propaganda, eğitim gibi denenmiş yöntemler elbette ihmal edilmemeli, öğren­cilerimizi tutkusal yanıltılardan korumalıdır. Ancak korka­rım ki bu yoldan varılacak sonuç yalnız bireysel değer ta­şıyacaktır. Fransızların belli bir takımını söz ve tutum edepsizliklerinden dolayı açık yasa hükümleriyle etkin bir şekilde cezalandırmak gerektiği de muhakkaktır. Ne var ki bu türlü önlemlerin etkisi bakımından hayale kapılmak da doğru değildir. Yasalar antisemiti ürkütmemiştir, ürkütmez de. Çünkü o kendini yasaların ötesinde mistik bir toplulu­ğun ürünü saymaktadır. Buyrukları, yasakları istediğiniz kadar çoğaltın, bunlar yalnız resmi Fransa’nın malı ola­caktır, antisemit ise kendini “gerçek” Fransa’nın temsilcisi biliyor. Antisemitizmin maniheist, ilkel bir dünya görüşü olduğunu ve Yahudi düşmanlığının eski kayıptan bilicilik mitosunun yerini aldığını unutmayalım. Ancak burada söz konusu olan görüşler arasında bir görüş değil, belirli durumdaki bir insanın bütün beni ile nasıl tutum aldığı ve dünya görüşünü nasıl seçtiğidir. Bu kendi toprağı için du­yulan o mistik ve taşkın duyguya benzer. Bu tutumu oluşsuz kılmak için propaganda, eğitim yetmediği gibi antise­mitin serbest iradesini kanun yasaklarıyla etkilemeye kalk­mak da yetmez. Onda da her insan gibi ancak durumla ko­şullu bir irade özgürlüğü bulunduğundan, temelinden de­ğiştirilmesi gerek işte o durumdur. Antisemitin ben seçimi­ni değiştirmek için o kendi kendine belirleme şansını kök­ten değiştirmek gerekir. Bununla özgür iradeye dokunul­muş olmaz, ama özgür irade başka verilere dayanarak ve başka oluşumlara (formasyonlara) bakarak karar verir.
Öte yandan politikacı, yurttaşların özgür istemlerini as­la etkileyemez, onun bulunduğu yer bile yurttaşla olumlu bir ilişkiye elvermez; o özgür iradeyi engellemeye çalışır, yalnız durum ile uğraşır. Yine saptamış bulunuyoruz ki, antisemitizm toplumun sınıflara bölünmesine karşı ulusal birliği sağlamak amacıyla girişilen umutsuzca bir den­emedir; toplumun birbirine düşman gruplara ayrılmasını kızıştırılan kamusal tutkuların ateşinde eritmek arzusudur. Ancak toplumsal olaylar ya da buluntular ekonomik ve sosyal nedenleri kaldırmadıkça oldukları yerde duracak­larından hepsi birleştirilip tek bir tanesinde akaçlanarak savuşturulmak isteniyor: Zengin yoksul, işçi patron, yasal güçler karanlık güçler, köyle kentli., vb. çelişki ve ayrıntıları yalnız Yahudilerle Yahudi olmayanlar arasındaki karşılıkta toplanıp yerelleştirilmeye çalışılıyor. Bundan an­laşılıyor ki, antisemitizm sınıf kavgasının burjuvaca ve mis­tik bir şeklidir, onun için de sınıfsız bir toplumda yok olması pek doğaldır. O insanların birbirinden kopuşlarını, toplum içinde yalnız kalışlarım, çıkar ve tutku çatışmalarını açığa vurur. O ancak, zayıflamış bir dayanışmanın çok parçalan­mış çoğunlukları birleştirdiği topluluklarda var olabilir, bir sosyal çokluk (pluralizm) olayıdır. Bütün yurttaşların daya­nışma halinde bulunduğu bir toplumda, yani çıkar çeliş­meleri bulunmayan yerde, antisemitizme yer yoktur. Antise­mitizm nihayet, insanoğlu ile malı mülkü, Nazilerin ağzıyla, kanı ile toprağı arasında varsayılan, mülkiyetin bugünkü şekline uygun, belki mistik ilintiyi gösterir, dile getirir.
Belit (mütearife) sayılmak gerekir ki üretim araçlarının ortaklaşa kullanıldığı bir toplumda insanoğlu ilkel çağlar­dan beri sürdürüp getirdiği kurgu ve kuruntularından kur­tularak kendini gerçekten layık olduğu uğraşa, yani yeryü­zü cennetini kurmaya verecek ve o cennette şüphesiz anti­semitizm bulunmayacaktır. O toplumda antisemitizm kök­lenilmiş bir ağaç gibi kuruyacaktır. Antisemitizm saye­sinde kendini Yahudi hisseden içten Yahudinin özümlenmeye karşı duruşu, sınıf bilinçli işçinin sınıfların kaldırıl­masına karşı direnmesinden farklı değildir; her iki halde de kendini bilme süreci ne denli hızlanırsa ırk ve sınıf kav­gasının sonu da o kerte yaklaşacaktır. Açık yürekli Yahudi kendi adına bugün için özümlenmekten vazgeçebilir, ama bu mutluluğu, antisemitizmin kökten temizlenmesi saye­sinde, çocukları için ummakta ve beklemektedir. Bugünkü Yahudi kavganın ta göbeğinde bulunuyor. Bundan şu so­nuç çıkar ki, antisemitizmi kökünden kurutmayı sağlaya­cak olan sosyal devrim onun için de gereklidir. Biz devri­mi Yahudiler için de yapmış olacağız.
Ya o zamana değin ne olacak? Yahudi sorunun çözümü­nü devrime bırakmak, doğrusu biraz kaytarmacılık olurdu! Bu hava hepimizi ilgilendirir, hepimiz Yahudilerle omuz omuzayız, çünkü antisemitizm giderek, aşırı ulusçuluğa, nasyonal sosyalizme varır. Biz İsrailoğlunun kişiliğine saygı göstermezsek, bizimkine kim gösterir? Bu tehlikeleri görüyorsak, bizi cellat yapan antisemitlerle istemeye iste­meye paylaştığımız utancı derinden derine duyuyorsak, anlarız ki bizler kendimiz ki dar Yahudiler uğruna da dö­vüşmek zorundayız.
Duyduğuma göre antisemitizmle savaşmak üzere yeni bir Yahudi demeği kurulmuştur. Buna çok sevindim, çünkü bir içten Yahudilik ruhunun İsrailoğullarında yeniden ge­liştiğini göstermektedir. Ama bu demek bir iş başarabilir mi? Birçok Yahudiler hem de iyileri, bir çeşit gönül alçak­lığıyla derneğe katılmaktan çekiniyorlarmış. Bunlardan biri bana şöyle dedi: “Bu da iş mi canım” ve biraz salakça, ama içten ve derin bir utançla ekledi: “Antisemitizm ve Yahudi kovuşturmaları sanki pek önemli şeyler mi?”
Yahudilerde bu ürkeklik anlaşılır şeydir, ama bizlerin onu paylaşmamız doğru mu? Zenci yazar Richard Wright son zamanlarda şöyle dedi: Birleşik Devletlerde bir zenci sorunu değil, bir beyaz insanlar problemi vardır.” Biz de öyle, diyebiliriz: Antisemitizm bir Yahudi meselesi değil, bizim kendi meselemizdir. Biz, suçsuzların da kurban gitme teh­likesini bile bile bu davayı kendi üstümüze almazsak gözü­müz kör olmuş demektir.
Antisemitizme karşı ilk demeği kurmak Yahudiye değil, bize düşerdi. Böyle bir derneğin Yahudi problemini or­tadan kaldıramayacağı belli duruyor, ama bütün Fransada dalbudak salar, devletçe tanınıp desteklenirse, başka ülke­ler de giderek bu örneğe uyarlarsa ve sonunda bunların hepsi bir uluslararası örgütte derlenip toplanırsa, bu büyük birlik nerden taşkınlık ve haksızlık haberleri alırsa, alsın protesto eder, işe el koyarsa, ayrıca kendisi basın yolu, rad­yo ve benzeri araçlarla sıkı propaganda yaparak eğitsel et­kiler yaratıp yayarsa... Büyük sonuçlar elde edilebilir. Her şeyden önce antisemitizm düşmanlarına birleşip, çalışkan bir örgüt içinde görevlenmek fırsatı verir, böyle geniş öl­çülü birliklerden yayılması doğal olan çekicilik ışınlarıyla Yahudi davası üstüne pek kafa yormamış savsakları da ker­vana katabilin Sonra böyle bir organ “gerçek yurdu” dev­lete karşı ve devlete üstün sayan kimi hasımlara, devletin genel soyutlaması dışında, kendi ideal kavgasını yürüten gerçek bir işbirliği örneği vermiş olur. Böylece, antisemitin elinden gerçeklik mitine dayanan en sevgili kanıtını da almış olur.
Eğer yandaşları, savunanları, düşmanlarının ortaya koy­duğu tutku ile dayanma gücünün bir parçasını göstere­bilmiş olsalardı, Yahudi davası yarı yarıya kazanılmış olur­du! Bu tutkuyu kızıştırıp alevlendirmek için “Aryaların gö­nül yüceliğine başvurmak boşunadır. En iyilerinde bile bu erdem kıt bulunur, ama herkese ayrı ayrı anlatmaya çalış­malı ki, Yahudinin kaderi kendi kaderiyle birdir, özdeştir.
Yahudiler bütün haklarına kavuşmadıkça hiçbir Fransız hür olamaz! Fransada ya da bütün dünyada bir Yahudi ha­yat korkusu içinde titredikçe hiçbir Fransız kendini güven altında sayamaz!.
Kaynak: Jean Paul Sartre Yahudi SORUNU ,  orj: Réflexions sur la question juive ,Çeviri: Emin Türk Eliçin 1. Baskı: Ataç Kitabevi, 1958-1965
ÖZGÜR OLMAK-Antisemit’in Portresi -2. Baskı: Toplumsal Dönüşüm Yayınları, 1995 3. Baskı: Toplumsal Dönüşüm Yayınları, 1998 İstanbul

Twitter, geçtiğimiz hafta Fransa’da popüler olan bir hesabı, anti-semitik mesajlar paylaştığı için kapattı. Bu olay, Paris yakınlarındaki bir sinagoga yapılan silahlı saldırıdan, bir koşer restoranına atılan el bombasından sonra ortaya çıkartılan aşırı İslamcı bir suç ağının keşfinden ve geçen sene Toulouse şehrinde bir öğretmenin ve öğrencilerin bir Yahudi okulunda öldürülmelerinin ardından geldi. Tüm bu saldırılar Fransa’daki Yahudilere karşı yükselişte olan bir şiddet kampanyasının parçası olarak zikredilebilir.
Bugünlerde, Avrupa Solunun büyükçe bir kısmı anti-Siyonizm’in, anti semitizm’e döndüğü anlarda açık bir tavır sergilemek hususunda isteksiz. 1990’lardan başlayarak, Avrupa solundaki birçok hareket büyümekte olan Müslüman nüfusları, memleketlerinin yeni proletaryası olarak görmeye başladılar; Filistin meselesi ise bu noktada taraftar toplama rolü oynadı. Filistin meselesi bilhassa kimlikler arasında sıkışıp kalan göçmen çocukları için harekete geçirici bir etmen oldu.
Kapitalizm, mükemmel İslam toplumunun altını oyan bir unsur olarak resmedilirken, kültürel emperyalizmin de İslam’ı yozlaştırdığı düşünüldü. Bu taktik güzide bir devrimci soydan gelir. Hatta öyle ki “Yaşasın Sovyet gücü, yaşasın şeriat” naraları 1920lerde Lenin devrimi Avrupa’ya yaymakta başarısız olduktan sonra Sovyetlerin doğusundaki Müslüman milliyetçileri kendi safına geçirmeye çalışırken Orta Asya’da duyuluyordu. Şu soru yine de baki kalıyor: Avrupalı sosyalistler neden bugün kendilerini aslında fikri olarak birkaç ışık yılı mesafede olan İslamcılarla özdeşleştiriyor?
Son yıllarda Yahudi, Siyonist ve İsrailli terimlerinin farkları giderek bulanıklaşıyor. Hizbullah grubunun lideri Hasan Nasrallah’ın şu meşhur deyişine dikkat çekmekte fayda var: “Şayet tüm dünyada daha korkak, daha adi, ruhen, aklen, fikren ve dinen daha çürük ve zayıf bir şahıs ararsak, Yahudi gibisini bulamayız. Dikkat edin, İsrailli bile demiyorum.”
Hıristiyanlık ile mukayese edildiğinde, İslam tarihsel olarak Yahudilere çok daha müşfik davranmış olsa da, günümüzde birçok çağdaş İslamcıda “ezeli Yahudi” fikri uyandırılmıştır. Mesela, 629’da Peygamber Muhammed’in Yahudi aşiretlerine karşı yaptığı Hayber savaşı Hizbullah’ın mitinglerinde zafer marşı olarak geçmekte: “Hayber, Hayber, Ey Yahudiler, Muhammed’in ordusu geri dönecektir” ve bazen de Hayber ismi menzillerinde İsrail olan Hizbullah roketlerini şereflendirir.
Günümüzün çoğu İslamcısı için yedinci yüzyıl Arabistanında peygamberin muhalifi olan Yahudilerle, bugünün Yahudileri arasında çok az fark vardır. Avrupa antisemitizminin eski sembollerini ithal etmek böyle bir Yahudi imajının sağlamlaşmasına yardım etmektedir: mesela Yahudileri Tanrının düşmanı ilan etmek yahut dünya çapında bir Yahudi komplosunu iddia etmek gibi. Şayet İslami Yahudi karşıtlığı ile modern antisemitizm arasından bir fark vardıysa da bu fark Fransız İslamcılar için kaybedilmiş görünüyor.
Orta Doğu’da bir Yahudi üstünlüğünün korkusu, İslamcı medyada durmadan tekrar edilen bir mesele haline geldi ve tabi bu Arap baharının neticesi olarak bir zemin kazanan dinci partilerin gelmesiyle daha da tesirli olmaya başladı. İşte bu durum Hizbullah ve Hamas gibi militan grupların kamuya açık buluşmaları reddetmelerinde bir faktör oldu; 1993’de Beyaz Saray’ın çimenlerinde Yitzhak Rabin ve Yasir Arafat’ın isteyerek el sıkışması, Filistin milliyetçileri ve İsrailli barışseverlerinin hatırası olarak artık uzak bir hatıra.
Avrupa’daki eski Sol 1930’larda yerel faşistlerle mücadele ederken şeklini şemalini almıştı. Avrupa’nın büyük bir kısmı vahşi bir Nazi işgalini tecrübe etti ve Holokostun mezalimlerine tanıklık etti. Avrupa solu Yahudilerin çektiği acılarla kendi kimliğini tanımladı ve bu yüzden de 1948’de İsrail devletinin kurulmasını hoş karşıladı. Bazı solcular, İsrail için verilen mücadeleyi İspanyol İç Savaşında özgürlük için verilmiş mücadeleye benzeterek algıladı.
Ancak Avrupa solunun bir sonraki kuşağı meseleleri bu şekilde idrak etmedi. Bir sonraki kuşağın derdi anti-kolonyalist çekişmelerdi ve ilgi alanları Vietnam’da, Güney Afrika’da, Rodezya’da ve daha birçok yerdeki koloni çözülmelerine kaydı. Bu kuşağın ilahi ikonu Franco’ya karşı İspanya’da mücadele veren Enternasyonal tugay değil Che Guevara’ydı ve Che Guevera’nın resmi sayısız öğrencinin yatak odasını süsledi. Anti-kolonyalizm daha birçok şeye sebep oldu: 1960’larda ki Amerikan Kara Panterlerinden (Black Panthers) Hugo Chávez’in Venezuela’da gerçekleştirdiği bugünkü devrimine kadar.
Tüm bunlar İsrail’in “Bağlantısızlar Hareketi”nden [Ne Amerikan ne de Sovyet kutbuna ait olmayan ülkelerin kendi aralarında yaptığı antlaşma. ç.n.] 50 sene evvel dışlanmasıyla başladı. O zaman Arap devletleri Endonezya’da 1955’de düzenlenecek olan Bağlantısızlar Konferansı’na bir İsrailli delegenin katılması durumunda iştirak etmeyeceklerini söylemişlerdi. Yahudi devleti Suudi Arabistan, Libya ve Yemen gibi birkaç feodal krallık uğruna hakir görülmüştü. Ertesi sene, İsrail’in Süveyş Krizi esnasında Britanya ve Fransa gibi emperyalist güçlerin yanında olması da, İsrail’in dışlanmışlığını pekiştirdi.
Kolonyal dönemdeki kabahatlerin yarattığı derin vicdan azabından dolayı, 1960’ların Yeni Solu için ortaya çıkmakta olan milli Filistin meselesiyle özdeşleşmek, zaten kurumsal tesisini bitirmiş sosyal ve demokratik İsrail ile özdeşleşmekten daha kolay oldu. Avrupa’da, İsrail’e karşı giderek derinleşen düşmanlık 1967 Arap-İsrail savaşından da, Batı Şeria’da yerleşimlerin yapılmaya çalışılmasında da önce mevcuttu.
İsrail’e karşı artan düşmanlığın tam da ortasından, Fransız filozof ve siyasi aktivist Jean-Paul Sartre başka bir çıkış yolunu savunuyordu. Sartre, İkinci Dünya Savaşı’nda Yahudilere ne olduğunun -ayrımcılık, ihanetler, tehcirler ve yok etmeler- hatırasıyla korkmuş durumdaydı. Sartre, İsrail’in bağımsızlık savaşının meşruiyetini anladı ve bir ara İsrail devletinin tesis edilmesini “umudumuzu korumamıza yardım eden” birkaç olaydan biri olarak değerlendirdi. Aynı zamanda Sartre Cezayir’in Fransa’ya karşı verdiği bağımsızlık savaşını da kuvvetlice destekliyordu.
İsrail ve Cezayir meselelerinin ikisinin birden desteklenmesi durumu savaş sonrası tüm Avrupa Solunun çıkmazdaki durumunu sembolize ediyordu. Sartre, solun iki ahlaki ilke arasında seçim yapmaya zorlanmamasını savunuyordu ve ona göre Filistin meselesi Yahudilerin ve Arapların kendi aralarında tartışma ve müzakere ile çözmeleri gereken bir meseleydi. Sartre, diyalog için bir alan yaratmaya çalıştı, bunun için kendi ismini ve itibarını taraflar arasında özel ve kamuya açık toplantılar düzenlemek için kullandı, mesela 1970lerde Comité Israël-Palestine’i [Israil- Filistin Komitesi] kurdu. Onun bu yaklaşımı Avrupa’da İsrail ve Filistinliler arasında birçok kamuoyuna yansımayan toplantının gerçekleştirilmesiyle zirveye ulaştı ve nihayetinde bu durum Oslo antlaşmalarına kadar uzandı.
Ancak Sartre’ın bu vizyonu, 1977’den sonra İsrail’in yerleşim yerleri iyice arttıktan sonra değişiverdi, zira bu yerleşimler solun emperyalist ve kolonyal-yerleşimci İsrail figürünü güçlendirmişti. Avrupa solunda bazı önde gelen sesler eski muteber anti-semitik kinayeleri Filistin meselesine destek veriyor görünmek için kullanmaya tekrar başladılar. Sabık bir gazete editörü ve Londra’nın eski belediye başkanı Ken Livingstone, Yahudiler hakkında duyarsız açıklamaları hususunda uzun bir hikâyeye sahip; Livingstone bir karikatür köşesinde 1982 yılında İsrail’in o zamanki başbakanı Menachem Begin’in Gestapo üniforması içindeki resmini yayınlatmıştı. Resimde, İsrail başbakanı Filistinlilerin kafataslarından oluşan yığının üstünde Yahudi bir gazeteciye “bir toplama kampı bekçisi”ni andıracak şekilde duruyordu. Livingstone, bugün Press TV için çalışmakta, Press TV İran hükümetinin İngilizce yayın yapan yan koludur.
Sol görüşlü insanlar bazen katledilmiş korumasız Yahudilerle sonradan oluşan İsrail’deki “Prusyalılar” arasında ayrım yapmaktalar. Ancak bir tarafta da Yahudi olan İsraillilerin çoğunluğu devletlerinin gayri meşru ilan edilmesi ile beraber, o devletin insanlarının da aynı şekilde gayri meşru ilan edilecek olmasından korkmaktadırlar.
Avrupa Sol’unun bazı kısımları tarafından ileri sürülen bu şekil bir İsrail korkusu, açıkça Filistinliler ve Arap dünyasında yükselişe geçen İslamcılıkla birebir örtüşüyor. “Yahudi”nin İslamcılık tarafından kuşatılması birçok Avrupalı Marksistin gözünü kamaştırmıştır. Birçok Yahudi ve Müslümanın İsrail-Filistin meselesindeki farklı görüşlerini bir kenara koymaya yönelik iyi niyetli çabasına rağmen, “Saldıran Yahudi” imajı Batı Avrupa’da birçok göçmen topluluk arasında kalmaya devam ediyor. İslamcılar, sosyalistlerle ve ateistlerle platformlarını paylaşmaya sıcak bakarken, Siyonistlerle platformlarını paylaşmayı düşünmüyorlar.
“Yeni Sol”un Amerikan gücüne yönelik büyük muhalefeti ve tepkisel İslamcılarla sorgulama yapmayan solcuların yakınlaşması 2003 yılında Irak’ın işgalini protesto etmek için Londra’da milyonlarca insanın iştirak ettiği gösteride ortaya çıkmıştı. Bu gösteri Britanya Müslüman Birliği, Troçkist Sosyalist İşçi Partisi ve Britanya Stalinist Komünist Partisi tarafından organize edilmişti. Bazı Müslümanlar gayri-Müslimlerle bir protestoya katılmak hususunda çekincelerini bildirince, Britanya Müslüman Birliği yönetimi helal yiyecek sağlandığı takdirde ve kadınlarla erkeklere ayrı yerler tahsis edilebilirse gösteriye katılmanın dinen caiz olduğunu açıklamıştı. Erken Bolşeviklerin “reaksiyonist dincilik” olarak düşünecekleri bu neviden bir şey örtbas edilip geçildi.
Sartre çatışmanın basit bir şekilde İsrailliler ile Filistinliler arasında olmadığını anladı, çatışma esasen barışı savunanlar ile bunu ret edenler arasında idi ve bu gruplar her iki tarafta da vardı. İşte bu çatışma içindeki çatışma, çoğu Avrupa solcusunun içerlerinde bulundukları tatsız ittifaklardan ötürü hala anlayamadıkları bir meseledir.
İsrail ve Filistin’deki barışçı tarafların siyasi kutuplaşma yüzünden tüketilmesi, yenilikçi akılların da hızla sönüp gitmesini doğurdu. Durağan bir kadercilik anlayışı sinagogda ibadet edenlere saldıranların ve küçük çocukların katilinin yaratılan güç boşluğunu doldurmasını sağladı.
Çeviren: Mehmet Yılmaz AKBULUT
(The New York Times, The European Left And Its Troubles With Jews, Colin Shindler, Londra Üniversitesi Oryantal ve Afrika Çalışmaları Bölümü Emekli Profesörü ve “İsrail ve Avrupa Solu: Dayanışma ile Gayrimeşruiyet Arasında” (“Israel and the European Left: Between Solidarity and Delegitimization”) Kitabı Yazarı, 27 Ekim 2012)
Siyonizmin doğasında, onun ırkçılığında ve kolonyal politikalarında ne bulunmakta ki, pek çok solcu Avrupalı entellektüelin zekasını atlatmaya devam etmekte?
Filistinlilere Jean-Paul Sartre ve Michel Foucult gibi önde gelen solcu entellektüellerden çok az miktarda destek gelmiş olmasının ya da Jacque Derrida, Pierre Bourdieu, Etienne Balibar ve Slavoj Zizek gibilerinin Filistinlileri sadece koşullu bir şekilde desteklemiş olmasının sebebi nedir? Edward Said bir keresinde Sartre, Foucault (ikisi de Filistin karşıtı) ve Gilles Deleuze (anti-Siyonist) ile bu bağlamdaki buluşmaları hakkında yazmıştı. Siyonizm yanlısı Sartre tarafından başlatılmış ve Said tarafından gözlemlenmiş olan entellektüel ve politik bağlılık bugünün solcu ve liberal Avrupalı aydınlarının pek çok tutumunda sembol olarak yaşamaya devam ediyor.
Bu aydınların çoğu ırkçılığa ve beyazların üstünlüğüne karşı açık bir duruş sergilemelerine, Nazizme ve Güney Afrika’daki apartheid rejimine muhalefet etmelerine, eskisiyle ve yenisiyle sömürgeciliğe karşı çıkıyor görünmelerine rağmen, hala Avrupa’da sadece Holokost mağdurları olarak sunulan Avrupalı Yahudilerin statüsünde bir değişiklik görmeyi reddeden Sartreci mirası paylaşıyorlar. Avrupalı Yahudilerin Filistin halkına karşı geçtiğimiz yüzyıl boyunca ırkçı sömürgeci şiddete başvurmuş bir sömürgeciye dönüştüklerini kabul etmeyi reddediyorlar ve hararetli bir şekilde buna direnmeye devam ediyorlar. Bu entellektüellerin bir kısmı İsrailli Yahudilerin Batı Şeria’daki ve Gazze’deki zorbalığını, bu toprakların İsrail tarafından işgal edildiğini açıkça kabul ediyorlar, fakat Yahudi devletinin silahlı kolonyal yerleşimciler tarafından değil de Holokost mağdurları tarafından kurulduğu şeklindeki eskiden kalma görüşe tutunmaya devam ediyorlar.
2000 yılında Filistin Çalışmaları Dergisi’nin kendisiyle gerçekleştirdiği bir mülakatta merhum Pierre Bourdieu şunları söylemişti: “Kamusal bir duruş sergileme konusunda her zaman tereddüt ettim... Çünkü, hiç kuşku yok ki, çağımızın en zor ve en trajik sorusu (ırkçı şiddetin alasının kurbanı olanlar ile bunların kurbanları arasında nasıl seçim yapılacağı) hakkında sahici açıklamalar sunacak kadar kendimi yetkin hissetmedim.”
Eğer Bourdieu bununla Holokost mağdurlarını kast ediyordu ise, o durumda kendisi de Siyonist propagandanın kurbanı olmuş. Siyonizm Filistinlilere yönelik şiddetinin bahanesi olarak bu konuyu ne kadar hortlatmaya ve iddia etmeye devam ederse etsin, Holokost, İsrail’in ırkçı doğasını haklı çıkarmaz. Eğer Bourdieu bunu kabul etseydi, İsrail ile onun kurbanları arasında seçim yapma ikilemi kolaylıkla çözülürdü.
Diğer bir örnek olarak Jacques Derrida’yı ele alalım. Kendisi işgal altındaki Kudüs’te ders verirken meseleye dair duruşunu şöyle açıklamıştı: “Bu topraklarda; şiddetin son olmasını savunan, terörizmin, ordunun ve polisin işlediği suçları kınayan, İsrail’in işgal edilen bölgelerden çekilmesini destekleyen, ayrıca -şimdi hiç olmadığı kadar zorunlu olan- Filistinlilerin müzakereler için kendi temsilcilerini seçme hakkını tanıyan herkesle dayanışma içinde olduğumu derhal ilan etmek istiyorum.” Ne var ki, Derrida söz konusu konuşmasında, “İsrail Devleti’nin varlığının, söylemeye gerek bile yok, bundan sonra herkes tarafından tanınmak zorunda olduğunu” belirtmeyi de gerekli görmüştü.
Derrida, açık bir biçimde, İsrail’in işgal gibi bazı eylemleri nedeniyle saflığını kaybettiği fikrine bağlı kalıyor. Derrida, bu noktada, birbirini takip eden İşçi Partisi hükümetleri dönemlerinde Filistinlilerin uğradığı katliamları ve yaşadığı zulmü önemsemeyen, yalnızca Likud hükümetleri İsrail’in Lübnan istilaları sırasında benzer bir yol izlediği zaman mahçup olan Siyonist liberallerden güç bela ayrılıyor.
Al-Hayat gazetesi tarafından 2000 yılının Mart ayında ders anlatmak için Mısır’da bulunduğu sırada kendisi ile yapılan röportajda, Derrida, İsrail işgaline olan devamlı suretteki muhalefetini ve Filistin direnişine yönelik desteğini ifade etti. Bununla birlikte, Derrida, bu desteğe anti-Yahudi eğilimlerin tarafında olmadığı şeklinde bir şerh de düştü. Derrida, ırkçı zalimlik karşısındaki Filistin direnişi ile “anti-Yahudi eğilimler” arasında gördüğü bağları hiçbir zaman açıklamadı.
Derrida’nın İsrail’e yönelik duruşu, Bourdieu’nünki gibi, hiç de benzersiz değil. Solcu Fransız aydını Etienne Balibar kısa bir süre önce çok sayıda meslektaşına, ders vermek üzere İsrail’e gidişini haklı çıkarmaya çalışan bir açıklama gönderdi. Bu açıklamada bazı Fransız akademilerin ve kurumların İsrail’e yönelik uyguladığı akademik boykotun iyi yanlarını ve kötü yanlarını tartışan Balibar’ın tavrı, öyle demese bile, anti-boykot cephesine denk düşüyor. Boykotu desteklediğini iddia etmesine rağmen, İsrail’i ziyareti ve orada ders vermesi bu iddia ile çelişiyor. Söz konusu gerekçelendirmede, Balibar, bu konudaki tutumunun bir “çelişkiden” ziyade bir “açmaz” olduğunu iddia ediyor. Bir yandan hükümetlerinin işgal politikasına karşı çıkan İsrailli akademisyenleri izole etmek istemiyor, fakat öte yandan böyle İsraillilerin çok az olduğunu belirtiyor.
Balibar, İsrail’de ders vermenin nasıl olup da bahsi geçen az sayıdaki İsraillinin tecrit edilmişliklerini kırmalarına yardım ettiğini açıklamıyor. Balibar, söz konusu ziyaretlerin -basitçe söylemek gerekirse- İsrail’in meşruluğunu arttırıp arttırmadığını; İsrail’i kendi topraklarında bile eleştirebilen, dünyanın önde gelen entelektüellerinin bu şekliyle yaptıkları ziyaretlerin İsrail’in “Ortadoğu’nun tek demokratik devleti” olduğu şeklindeki propagandif imajını pekiştirip pekiştirmediğini açıklamıyor. Balibar, açıklamasının hiçbir yerinde İsrail’in ırkçı bir Yahudi devleti olduğuna işaret etmiyor. Onun muhalefeti sadece Batı Şeria’nın ve Gazze’nin işgaliyle sınırlı kalıyor. Balibar, Filistin akademik kurumlarıyla ve Filistinli akademisyenlerle buluşarak veya izleyicilerinin arasına onları dahil ederek, İsrail ziyaretinin meşrulaşacağına inanıyor görünüyor.
Balibar’ın İsrail devletinin doğasından ve onun ırkçı politikalarından bihaber olmadığı açıkça görülüyor. Örneğin, Balibar İsrail’i Güney Afrika’daki apartheid rejimine benzetiyor. Ne var ki, acaba Balibar 1980’li yılların ortasında Güney Afrika’daki apartheid rejimini ziyaret eder miydi, Güney Afrika birliklerinin Angola’dan ve Namibya’dan çekilmesi çağrısı yapar mıydı ve Güney Afrika devletinin ırkçılığı hakkında bütün bir zaman boyunca sessiz kalırken Namibyalı akademisyenler ile buluşma isteğinde bulunur muydu? Böylesi bir gerekçelendirmede ne tür bir etik devreye sokuluyor? İnsan, “Balibar bunu bir çelişki olarak mı yoksa bir açmaz olarak mı görürdü?” diye merak ediyor.
Slovenyalı meşhur sosyalist entellektüel Slavoj Zizek “Gerçeğin Çölüne Hoşgeldiniz” adlı son kitabında Filistin sorununu oldukça bayağı bir tarzda ele alıyor. Onu en çok endişelendiren şey; ne Siyonizmin yapısal ırkçılığı ve onun somut çocuğu olan ırkçı Yahudi devleti, ne İsrail okullarının ırkçı müfredatı, ne İsrail medyasının Filistinliler hakkındaki ırkçı yayınları, ne sağcı ve solcu İsrailli liderlerin ırkçı açıklamaları, ne de Siyonizme, İsrail’in devlet hukukuna ve politikalarına yön veren -Yahudilerin üstünlüğünü temel alan- haklar ve ayrıcalıklar. Bütün bunlar Zizek’i çok az kaygılandırıyor görünüyor. Bunun aksine, Zizek’i Arapların “anti-semitizmi”nin hoş görülmemesi ilgilendiriyor.
Zizek, Hitler’in hala çoğu Arap ükesinde bir kahraman olarak düşünüldüğü ve bu ülkelerdeki ilkokul ders kitaplarında “Siyon Liderlerinin Protokolleri” ile diğer anti-semitik mitlerin bulunduğu şeklinde, gerçeklikle ilgisi olmayan ve Siyonizmden ilham alan propagandif iddialar ortaya atıyor. Zizek, İsrail’in kendi yurttaşı olan Filistinlilere yönelik uyguladığı ayrımcı politikalara ve Batı Şeria ile Gazze’de yaşayan Filistinlilerin maruz kaldığı günlük İsrail terörüne işaret ediyor görünürken, İsrail-Filistin çatışmasını rekabet halindeki milliyetçilikler sorunu olarak görüyor ve söz konusu çatışmanın olası bir NATO müdahalesiyle çözülebileceğini düşünüyor. Zizek, Arapların tepki verdiği ve direndiği şeyin Siyonist Yahudi sömürgeciliği ve bu sömürgeciliğin Yahudilik kisvesi altında Avrupalı beyazların üstünlüğü fikrine bağlılığı olmadığını, aksine mevcut çatışmayı karakterize eden şeyin -Yahudi “kozmopolitanizmi”nin tetiklediği- İslam’ın modernizm reddiyeciliği olduğunu belirtiyor. Zizek çalışmasında İsrail’in neo-sömürgeci rolüne işaret ederek, “İsrail’in Batı’nın liberal hoşgörü ilkesinin savunucusu” olduğu düşüncesinin değerini düşürüyor fakat bu onu belli ki ırkçı Yahudi devletini ziyaret etmekten alıkoymuyor. Geçtiğimiz hafta ders vermek üzere İsrail’e giden Zizek, Ha’aretz gazetesinin haberine göre, bu derslerin hiçbirinde bir kez bile Filistinlilerden, İsrail’in ırkçılığından veya terörden bahsetmedi. Jean-Paul Sartre’dan birçok Avrupalı solcu aydına kalan miras böyle bir şey işte!
Sartre’nin, Holokost mültecileri olarak Avrupa’yı terk etmiş Yahudilerin silahlı koloniciler halinde Filistin’e geldiklerini göremediğini varsayarsak, Zizek’in yaklaşımı daha sinsi bir hal alıyor. Zizek, Holokost ile Filistin-İsrail çatışması arasında bir bağ olmadığında ısrar ederken, Yahudi kolonicileri Holokost’tan geriye kalan mülteciler ve sözde Arap anti-semitizminin muhtemel kurbanları olarak görmeye devam ediyor. Zizek’in, söz konusu Yahudilerin -ırkçı şiddetlerine direnenler tarafından- maruz kaldıkları “anti-semitizme” karşı çıkma takıntısı burada yatıyor. Zizek’in kendisi anti-semitik bir şekilde Yahudileri “kozmopolitan” olarak tanımlıyor. Onun anti-semitizmi, Yahudiliği anti-semitik bir kavram olan “Yahudi-Hristiyan” geleneğine indirgemesinde açığa çıkıyor. Kendi anti-semitizmini Filistinlilere yansıtan Zizek, bu durumun bir türlü farkına varmıyor.
Bahsi geçen Avrupalı aydınlar Avrupalı Yahudilerin statüsünü Holokost’tan sağ kurtulanlar olarak dondururken, Siyonist koloniciliğin büyük oranda Holokost’tan yarım yüzyıl önce başladığını ve Yahudi kolonicilerin 1936-1939 yılları arasında, Hitler’in Alman Yahudilerine karşı Kristal Gece saldırısını başlattığı dönemde, Filistinli devrimcileri katleden İngiliz ölüm mangalarının parçası olduklarını göremiyorlar. Siyonizmin anti-semitik projesi (Diasporadaki Yahudilerin kültürünü ve dilini; hiçbirisinin konuşmadığı, uydurulmuş bir dil olan İbranice için ve bahsi geçen Yahudileri Avrupa’dan çıkarıp daha önce hiç bulunmadıkları bir Asya toprağına götürme amacıyla yok etmek) bu entelektüeller tarafından asla incelenmedi. Siyonizm hareketinin başlangıcından bu yana onunla anti-semitizm arasındaki ideolojik ve pratik danışıklı dövüş de hakeza.
Zizek, başka bir yazısında, Siyonist Yahudilerin Filistinlileri tarif ederken anti-semitik kavramları kullandığını fark edecek kadar dikkatli görünüyor. Fakat Zizek bundan Siyonizmin her zaman anti-semitizme ve Siyonistler ile anti-semitik emperyalistler arasındaki ittifaka dayandığı sonucunu çıkarmıyor. Daha ziyade, Zizek, bugünün Siyonistlerinin anti-semitizm kuvvetleriyle olan ittifakını “Yahudi bir devletin kurulmasının maksimum bedeli” şeklinde algılıyor.
Bu aydınlar İsrailli yerleşimcilerin kolonilerine zarar veren anti-semitizm konusunda kaygı duyarlarken, İsrail’in en büyük başarısını -Yahudilerin anti-semitiklere, Filistinlilerin Yahudilere dönüşümünü- görmezden geliyorlar. Yahudi devletinin ırkçı temeline muhalefet etmedikleri sürece bu kesimlerin Filistin direnişine olan destekleri hiçbir zaman inandırıcı olmayacak. Merhum Gilles Deleuze’ün bir zamanlar belirttiği gibi, Siyonistler ırkçı şiddetlerini haklı göstermek için durmadan “Biz başka hiçbir halk gibi değiliz” diye haykırırken, Filistin direnişinin çığlığı her zaman “Biz diğer herkes gibiyiz” şeklinde oldu. Avrupalı aydınlar Filistin sorunu üzerine eğilirken hangi çığlığa kulak vereceklerini seçmek zorundadır.
                            * Columbia Üniversitesi Siyaset Bilimi Öğretim Üyesi
Mehmed Şevket Eygi
28 Temmuz 2006 Cuma
1962'de haftalık Yeni İstiklâl Gazetesini yayımlıyordum. Adnan Menderes'in idamının yıldönümünde "Zulümlerin en şenii ve alçakçası kanunların gölgesinde yapılandır" başlıklı bir başmakale yayınlamıştım. Onun yanında meşhur şair Şükûfe Nihal hanımefendinin "Git!" şiirini basmıştım. Hemen tutuklandım. Sultanahmet Hapishanesi'ne atıldım. O tarihte hapishaneler bugünküne nisbetle çok insanî idi. Gazeteci olduğum için beni "Beşinci Kısım"a verdiler. Yassı Ada'dan gelme İstanbul Milletvekili İbrahim Bey, Eminönü Emniyet Amiri Zeki Şahin, Adnan Menderes'in korumalarından Bumin Yamanoğlu, döviz kaçakçısı Ruben Asa...Malî suçlardan yatan Max Frumkin isminde bir Yahudi de vardı o kısımda. Türk vatandaşı değildi. Haymatlos idi. Birgün elimde Cevat Rifat Atilhan'nın Siyonistler aleyhindeki bir kitabını görünce bana şu soruyu yöneltmişti:
-Şevket Bey, Dünya'nın en büyük Yahudi düşmanı kimdir biliyor musunuz?
Ben:
-Herhalde Mısır Devlet Başkanı Abdünnasır'dır cevabını vermiştim.
Frumkin:
-Birincisi benim... demişti.
-Nasıl olur siz Yahudisiniz!..
-Öyle ama Yahudilerden o kadar çok çektim ki, şu anda onlara en fazla düşman olan benim.
Max Frumkin daha sonra "Yahudilikten Niçin Çıktım?" başlıklı bir kitap yazmış ve yayınlatmıştır.
Ben ondan önce tahliye edildim. O daha sonra çıktı, lakin hayli yüklü bir tazminat ödemesi gerekiyordu. işleri bozulmuş, malî gücü kalmamıştı. Bir gün Yunanistan'dan bir mektup geldi. Frumkin'dendi. Edirne civarında Pityon istasyonunda trenden inmiş, Yunanistan'a iltica etmişti (o tarihlerde Edirne'ye giden tren Pityon civarında Yunan topraklarından geçiyordu, sonradan hattı dahile aldılar...)
Max Frumkin, Yahudiliği bırakmış Protestan olmuştu. Niçin Müslüman olmadığını sorduğumda, "Siz Müslümanlar birbirinizin gözünü oyuyorsunuz nerede kaldı ki bana yardım edeceksiniz. İstanbul'daki Hollanda kilisesinin papazı bana yardım ediyor. Anlatabildim mi?" cevabını vermişti.
Yahudiliği ve Museviliği bırakıp İslâmiyet'i kabul eden kimseler de vardır. Bunların bir kısmı hakkında internetteki "www.jewsforallah.org" sitesinde bilgi bulabilirsiniz.
Max, bir ara İstanbul'dan İsrail'e gitmiş, orada iş bulacak, çalışıp kazanacak, hayatını tanzim edecek...Ber-Şeba'da çok sıcak bir gün bahçesini sulayan bir ırkdaşından ve dindaşından bir içim su istemiş adam, "parasız vermem" demiş!..
Birkaç ay önce dış ticaret işleri ile uğraşan bir dostum, İsrail'e gitmişti. O anlattı:
-Kudüs'te kalabalık bir sokakta bir İsrail askeri, çelik yelek takmış, pür silâh bir setin üzerine oturmuş kucağında da bir kız ve gelip geçenlerin, kadınların, çocukların, halkın arasında öpüşüyorlar, sevişiyorlar.
Seks konusunda sanırım Dünya'nın en "özgürlükçü" ülkesi İsrail'dir. Ondan sonra şu malum karikatürleri yayımlayan Danimarka gelir. Bundan bir yıl kadar önce İngiltere'deki dostlarımdan bir zat 276 sayfalık ilmî ve ciddi bir kitap getirdi. Yazarı Danny Kaplan, isminden anlaşılacağı üzere bir Yahudi'dir. Kitabın ismi şu "Brothers and Others in Arms. The Making of Love and War in Israeli Combat Units." Bu kitap İsrail ordusundaki seks faaliyetlerini, özellikle homoseksüelliği anlatıyor. Öyle hayalî, uydurma bir kitap değil. İlmî araştırma ve anket şeklinde hazırlanmış, kitabın arka kapağında üniversitelerin, uzmanların, yetkili kişilerin tahlillerinden alınmış cümleler var. (Southern Tier Editions Harrington ParkPress)
İsrail ordusunun saldırganlığını anlamak ve izah etmek için İsrail'deki seks anlayışını ve cinsel faaliyetleri bilmek gerekir. Amerikalıların Irak'ta Guantanamo'da yaptıklarını anlamak için de bu gereklidir. Sivil halka, kadınlara, çocuklara, ihtiyarlara, hastalara, yaralılara merhametsizce saldıranların psikolojik sorunları vardır. İsrail halkının büyük kısmı, ordusunun büyük kısmı (tamamı demiyorum) erotik ve sadik bir pislik içindedir.
II.Dünya Savaşı'nda Almanlarda böyle bir durum görülmemiştir. Binde bir istisnai bir vakıa olsa bizzat Alman ordusu ve Alman devleti tarafından en şiddetli şekilde cezalandırılmıştır. Jean Paul Sartre "Situations" adlı kitabında, işgal altındaki Paris metrosunda oturan bir Alman subayının yaşlı bir Fransız kadınına yer vermesi gibi vak'aların çok görüldüğünü anlatır. Fransızca bir kitapta Rusya'dan çekilen Alman ordusu Karpat dağlarını geçerken kendi askerlerinden birini Askerî Mahkeme kararı ile bir ağacın dalına asarak idam etmiştir. Suçu? Bir elma bahçesinden izinsiz elma koparmasıdır.
1915 Çanakkale Savaşı'nda müttefik (İngiliz, Fransız vs.) kuvvetlerin başkumandanı olan İngiliz generalinin hatıralarında okumuştum. Günlük şeklinde yazılmış, bir yerde şu küçük cümle yer alıyor: "Çerkes asıllı bir Osmanlı zabiti yaralı bir İngiliz'i sırtına almış sahra hastanesine götürmüş..." Düşman generalinin bu cümlesinde hayret vardır, hayranlık vardır, takdir vardır.
Amerikan ve İsrail ordusu Lübnan'da, Irak'da, Afganistan'da arslanlar gibi değil sırtlanlar gibi çarpışıyor.
İsrail'in acımasız, uluslararası savaş hukukunu ayaklar altına alarak, masum çocukları öldürerek yaptığı kuralsız ve etiksiz savaşı bir kısım (İsrailli ve Diaspora'ya mensup) Yahudiler de lânetliyor. Yazık ki çoğunluk sırtlanlıklara alkış tutuyor.
İsrail Hahamlar Konseyi'nin Talmut'a göre savaşta kadınlar, çocuklar, ihtiyarlar ve siviller de öldürülebilir fetvası, Yahudi olmayanların gözlerini açmalıdır. 2007'ye kalmaz Ortadoğu Savaşı genel bir yangın haline dönüşecektir. İsrail'in Türkiye'nin tamamını vurabilecek nükleer veya nükleer olmayan füzeleri bulunmaktadır. Bunları ateşleyip fırlattıkları zaman ne asker dinleyecekler, ne sivil.
Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılışında Yahudilerin büyük rolü olmuştur. Yahudiler "Katırlı Lejyonlar" meydana getirerek İngilizlerle birlikte, velinimetleri Türklere karşı savaşmışlardır. Filistin, Osmanlı ülkesinin bir parçası iken Aaronsohn adında bir Siyonist, Nili gizli teşkilatını kurmuş ve Türkler aleyhine casusluk yapmaya başlamıştı.
Nili, Kahire'deki İngilizlerle gizli bağ kurmuş, aylarca Osmanlılar aleyhine bilgi göndermiştir. Türkler 1917 Eylül'ünde Mısır'dan Yahudi casuslarına haber getiren bir posta güvercini yakalamışlar ve casusluğu öğrenmişlerdi. Teşkilatın üyelerinden biri olan Na'aman Belkind, Osmanlı otoriteleri tarafından yakalanmış, teşkilatın bir takım üyeleri tutuklanmıştı. Bunların bir kısmı sürülmüş, bir kısmı idam edilmiştir. İsrail devleti daha sonra, Osmanlı'nın çöküşüne yol açan casusluk faaliyetlerinde bulunan bu kimselerin kabirlerini araştırmış ve onları millî kahraman ilan etmiştir.
İsrail'in kurulması için Osmanlı Devleti'nin yıkılması ve Filistin'in İngiliz mandası altına konulması gerekiyordu. Yahudiler bu işi becermişlerdi.
Türkleri mânevî bakımdan çökertmek aliéné etmek, bir millet olmaktan çıkartıp, bir sürü haline getirmek için onların İslâm'a olan bağlılıklarının da zayıflatılması konusunda bir takım Yahudiler çok çalışmışlardır. Bunlardan, Selanik Hukuk Mektebi muallimi (profesörü) Moiz Kohen Efendi, buram buram Oğuz Türklüğü kokan Tekin Alp takma adıyla Türkçülük ve milliyetçilik kitapları yazmış, bunlardan birine "Kahrolsun Şeriat!" başlıklı bir bölüm koymuştur. Bugün (hakiki Türkçüleri ve milliyetçileri tenzih ederek beyan ediyorum) İslâm'a sövüp sayan, Müslümanlara gerici ve yobaz diyen bir takım sahte Türkçüler ve milliyetçiler işte bu Tekip Alp nâm-ı diğer Moiz Kohen'in çömezleridir.
Bernard Lewis
Princeton, Şubat 1994
1492’nin çeşitli yıldönümleri ve 1492’nin farklı yerlerde, farklı insan gruplarınca algılanmasında ve anılmasında görülen keskin karşıtlıklardı. Amacım başta İber Yarımadasındaki Müslüman iktidarının son ileri karakolu Gırnata’nın (Graneda) Hıristiyanlarca fethedilmesi ve birkaç ay sonra İspanya’nın her yanındaki Yahudilerin ülke dışına sürülmesi olmak üzere aynı yıl içinde meydana gelen başka bazı olaylara dikkat çekmek, görünüşte birbirinden farklı olan bu olayların nasıl birbiriyle bağlantılı olduğunu göstermek ve bunu yaparken de üç süreci, yani fetih, ülkeden çıkarma ve keşif süreçlerini uluslararası, dinlerarası ve hatta denebilirse kıtalararası tarihin oluşturduğu daha geniş bir çerçeve içine oturtmaktı.
Avrupa’nın batı ucunu geri almaya ve yeniden fethetmeye yönelik uzun mücadelenin tamamlandığının işareti olan Hıristiyanların Gırnata’yı ele geçirmesi, Avrupa’nın büyük karşı saldırısına da zemin hazırladı. Derin bir anlamda bu karşı saldırının başlangıç noktası İspanyol ve Portekiz denizcilerinin seyahatleriydi.
1492’ye gelindiğinde İber Yarımadası’nın her yanında Hıristiyan yönetimi hüküm sürmekteydi; ama Yahudiler ve çok daha büyük sayıdaki Müslümanlar olmak üzere geride Hıristiyan olmayan birçok insan kalmıştı. İspanya’nın ve birkaç yıl sonra da Portekiz’in Hıristiyan hükümdarları, yeniden fetih ve karşı saldırı sürecinin zorunlu bir parçası olarak bunları tasfiye etme işini yerine getirdi. İki azınlıktan daha küçüğü ve daha zayıfı Yahudilerin kovulması atılan ilk adım oldu. Daha büyük çapta, daha karmaşık ve daha tehlikeli bir iş olan Müslümanların ülkeden atılması ise biraz daha uzun bir zaman aldı.
Avrupa’nın yayılması her iki uçta aynı anda meydana geldi ve her ikisinde de yüzyıllar boyunca sürmüş Müslüman egemenliğini ortadan kaldırma çabasıyla başladı. Doğuda Ruslar uzun bir mücadelenin ardından sonunda tarihçilerinin deyişiyle “Tatar boyunduruğu”ndan kurtulmayı başardı. Batıda Hıristiyanlar sekiz yüzyıl önce kurulmuş olan Mağribi egemenliğine ve hatta zaman içinde Mağribi varlığına son verdiler. Avrupa’nın hem doğusunda, hem de batısında yeniden dirilen Hıristiyanlar bu mücadeleyi düşman kampın içlerine taşıdılar. Doğuda Ruslar Tatarları önlerine katarak Tatar topraklarına girdiler, Orta ve Kuzey Asya üzerinde bir egemenlik kurdular. Batıda daha sonra öteki denizci halkların da izlediği İspanyollar ve Portekizliler, kovaladıkları Mağribilerin peşinde Afrika ve Asya’ya yöneldiler ve neredeyse tesadüfen Amerika’yı “keşfedip” sömürgeleştirdiler.
Kaynak: Bernard LEWIS, Çatışan Kültürler-Keşifler Çağında Hıristiyanlar, Müslümanlar, Yahudiler, Özgün Adı: Cultures in Conflict Christians, Muslims and Jews, in the Age of Discovery, Çeviren Nurettin Elhüseyni, TARİH VAKFI YURT YAYINLARI, Dördüncü Basım: Ekim 2002,İstanbul

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar