Yahudi SORUNU- “Yahudi DÜŞMANI”- “Antisemitin PORTRESİ” -JEAN PAUL SARTRE
Çeviren : Emin Türk
ELİÇİN
"Yahudiler
bütün çağdaş uluslarca özümlenmeye hazır ve elverişli iken salt istenmemeleri
yüzünden Yahudi kalmış bir halk olarak tanımlanabilir. İsa Peygamberin
öldürülmüş olmasının günahı ta baştan beri Yahudi'nin omzuna yüklenmiş ağır bir
yüktür. Kilise Ortaçağ'da Yahudileri zorla özümlemeye çalışacak, ya da yok
edecek yerde onlara göz yummuş ise bunun da nedeni onların çok önemli bir
ekonomik görev yüklenmiş olmalarıdır. Ortada yine ancak lanetlenmişler
tarafından yapılması gereken lanetlenmiş bir uğraş vardı: Para alışverişleri.
Bir Hıristiyan, kendini lekelemeden bu
işle uğraşamayacağından, toprağı olmayan, askerlik hizmetinden uzak tutulan
Yahudi için para ticareti biçilmiş kaftandı.
Böylece eski dinsel lanete, yeni bir ekonomik lanet katılmış, günümüze dek
gelen bir çifte lanet halkası olarak Yahudi'nin omzunda asılı kalmıştı. Hıristiyanlar,
Yahudi'yi kendileri yaratmıştır, demekte hiç abartma yoktur, çünkü onu,
özümlemekten ansızın vazgeçip, giderek büyük ustalık kazanmaları pek doğal olan
bir göreve iradesi dışında onlar yöneltmişlerdir.
Kimi
sivri akıllılar, Yahudilerin ardında enternasyonal kapitalizm, tröstlerle silah
fabrikatörlerinin emperyalizmi saklıdır, sanıyorlar. Bir bakıyorsunuz, tam
tersine, dişleri arasında hançer tutan bir Bolşevik hayali! Şurada bir Yahudi
bankerini -ki komünizmden şeytandan kaçar gibi kaçması pek belli bir şeydir-
komünist tehlikesinden sorumlu tutarken orada Rosier sokağını dolduran yoksul Yahudileri
uluslararası kapitalizmden sorumlu sayarlar.
Zengin-yoksul,
işçi-patron, yasal güçler-karanlık güçler, köylü-kentli., vb. çelişki ve
ayrıntılar yalnız Yahudilerle Yahudi olmayanlar arasındaki karşılıkta toplanıp
yerelleştirilmeye çalışılır. Bundan anlaşılıyor ki, antisemitizm sınıf
kavgasının burjuvaca ve mistik bir şeklidir, onun için de sınıfsız bir toplumda
yok olması pek doğaldır."
Bir kişi, yurdunun mutsuzluğundan ya da kendi
özel talihsizliğinden toplumdaki Yahudi elemanları sorumlu tutar, bu
kötülükleri ortadan kaldırmak için Yahudilerin bazı haklarını kısmak, onları
kimi ekonomik ve sosyal görevlerin dışında bırakmak; yurttan kovmak ya da
büsbütün yok etmek gerektiği düşüncesini savunursa, o kişinin antisemitçe
“görüşler” beslediği söylenir.
Bu
“görüşler” sözcüğü düşündürücüdür.
Evin
hanımı soysuzlaşmaya yüz tutan bir tartışmayı kesmek için onu kullanır, bu
bununla demek ister ki: Bütün görüşler eşit değerlidir. Bu, düşüncelerin incitici
tonunu yumuşatır, çünkü onları bir beğeni, bir zevk meselesi yapar. Her beğeni
doğaldır, her görüş caizdir; beğeni, renk seçimi ve görüşler üstüne
çekişilmez. Demokrasi adına, düşünce özgürlüğü adına Yahudi düşmanlığı etmeyi
antisemit kendisi için her yerde bir hak sayar. Büyük devrimden bu yana, bizler
(çözümsel) analit bir düşünme, bir görüş yöntemi benimsemişizdir; her şeyi
bileşik görür. Katmanlarına ayırmak isteriz; insanları ve karakterleri, her
taşı yanyana gelmiş, iç varlığı etkilemeyen, mozayikler gibi alırız. Onun
için, antisemitik düşünüş bize, aslında değişikliğe sebep olmadan, herhangi
başkalarıyla birleşip kaynaşabilen bir molekül gibi görünür: Bir kişi iyi bir
koca ve baba, örnek bir yurttaş, kültürlü ve insancıl olur da öte yandan yine
antisemit olabilir sanırız. O sevgi heyecanlarına açık olabilir, oltayla balık
avlamaktan hoşlanabilir, din konularında hoşgörülü olur, Orta Afrika
yerlilerinin yaşayışları üzerine yüce düşünceler besleyebilir de öte yandan
Yahudilere de kin bağlamış bulunabilir. O eğer Yahudilerden hoşlanmıyorsa,
denemeleri kendisini onların kötülüğüne inandırmış istatistikler Yahudi
tehlikesini meydana çıkarmış, belirli tarihsel etmenler yargısını etkilemiş
olmalı denir.
Demek
ki bu görüş, görünürde yalnız dış nedenlere bağlanmış oluyor: Kim isterse onu,
antisemitin kendisiyle uğraşmadan, inceleyebilir, istatistiklere başvurarak
1914’te orduya giren Yahudilerin yüzdesini çıkarabilir; bankerler arasında,
endüstri beyleri, doktorlar ve avukatlar arasında tuttukları yere bakabilir ve
nihayet Yahudilerin Fransız tarihindeki yerlerini gözden geçirebilir. Bu
inceleme, söze nesnel bir durum; antisemitizm denilen duygu-düşünce yönüne
yine tamamıyla nesnel olarak açıklayan, grafiklerle belirtilebilir bir gerçek
durum ortaya çıkarır; 1870 ile 1914 arasındaki gelişmeyi bütün ayrıntılarıyla
göz önüne serebilir. Buna göre antisemitizm, görünürde bir yandan salt
öznel,
bir beğeni, başkalarıyla birlikte kişiliği yaratan bir beğeni sayılırken; öte
yandan da rakamlar ve ortalama sayılarda dile getirilen ekonomik, tarihsel ve
politik verilerle koşullu bir sosyal olay gibi açıklanmak istenir. Bu iki görüşün
birbirine aykırı olduğunu söylemek istemiyorum; yalnız onların tehlikeleri,
çok tehlikeli yanlışlar olduğunu söylüyorum. Hükümetin bağcılık politikası
üstüne özel düşünceler beslenebilir, yani düşünüp taşındıktan sonra Cezayir’den
Fransa’ya üzüm içertilmesi beğenilir ya da beğenilmez; çünkü burada söz konusu
olan, bir yönetim tedbiri üstüne düşüncesini söylemekten ibarettir. Ama belirli
varlıkları hedef aldığı açıkça belli olan, onları haklarından yoksun etmek ya
da büsbütün yok etmek amacı güden bir dogmaya bir görüş deyip geçemem.
Antisemitizmin hedef aldığı Yahudi, yalnız yönetimsel ya da tüzel görevleri ve
yurttaşlık hakkıyla nitelenen şematik bir varlık değildir. O Yahudi oğlu
Yahudi, dış görünüşünde, saç renginde, belki giyiminde ve sözde karakterinde
kendini belli eden bir insandır. Antisemitizm düşünce de değil, düpedüz bir tutkudur.
Onun bir öğreti kılığına bürünmesine aldanılmamalıdır. Ilımlı antisemit kibar,
çoğu zaman nazik bir adamdır; o size yumuşak bir sesle der ki: “Ben
Yuhudilerden nefret etmiyorum, yalnız ulusal yaşayışta daha az pay almaları
gerektiğini söylüyorum.” Ama biraz sonra şöyle biraz kızışmca, dilinin
altında sakladığı baklayı çıkarır: “Çevrenize dikkatle bakacak olursanız, Yahudilere karşı beslenen duyguların
pek hoş olmadığını anlarsınız. Adamlar bende bayağı fizik bir hoşnutsuzluk
uyandırıyorlar.” Belki yüz kere duyduğum bu kanıt üstüde durulmaya
değer:
O,
her şeyden önce tutku mantığına dayanır. Bütün ciddiliğiyle şöyle diyebilen
adam, tutkudan başka neye dayanabilir? “Domateste bir hal var* yemeye kalktım
mı tüylerim diken diken oluyor!” Bununla birlikte, görülüyor ki antisemitizm
en ılımlı, en ince biçimlerinde bile, bir bakıma akıllıca sözlerle dile gelen,
ama fizyolojik değişmelere dek varabilen bir kafa bozukluğudur da. Kimi
erkekler, seviştikleri kadının Yahudi olduğunu anlar anlamaz iktidarsızlığına
düşmektedirler. Kimi
insanlar Yahudilerle karşılaşınca tiksiniyorlar; tıpkı Çinliler ya da zenciler
karşısında tiksinti duyanlar bulunduğu gibi. Ne var ki bu tiksinti
asla organik bir nedenden ileri gelmez, ırkı üstüne bir şey bilmeşeydi, o erkek
Yahudi sevgilisiyle düşüp kalkmaya rahatça devam edecekti. O tiksinme duygusu
beden ancak ruhtan geçerek ulaşabilir. O, ruhsal bir tutumdur, ama kökü öyle
derindir ki histeri sayrılığında olduğu gibi kolayca fizyoloji alanına
atlayabilir. Bu tutum deneye, yaşantıya dayanmaz. Belki yüz kişiden
antisemitliğinin nedenini sordum, çoğundan aldığım cevap genel olarak
Yahudilerde bulunduğu öteden beri ileri sürülen kusurları saymak şeklinde
oldu: “Onlardan nefret ederim, çünkü bencildirler, entrikacı, yapışkan ve
kabadırlar..” gibi.
-
Ama hiç değilse birkaç
tanesiyle düşüp kalkıyorsunuzdur?
-
Allah göstermesin!
Bir
ressam, bana şöyle dedi: “Yahudilerden hoşlanmam, çünkü beğenmeyen, eleştirici
tutumlarıyla hizmetçilerimizi saygısızlığa, disiplinsizliğe alıştırıyorlar.”
Ama,
kimisi daha elle tutular kişisel yaşantılardan söz açtılar, Yeteneksiz bir genç
aktör, tiyatro kariyerinin Yahudilerce berbat edildiğini, çünkü hep küçük
roller oynamak zorunda bırakıldığını söyledi. Bir genç kadın da şöyle dedi: “Kürkçülerle
başım belada. Beni aldattılar, en güzel kürkümü on paralık ettiler. Bunların
hepsi Yahudiydi!” Bu genç bayan neden hoşnutsuzluğunu, öfkesinin vurgusunu
daha çok Yahudiler üstüne bindiriyor da yalnız kürkünün üstüne koymuyordu?
Koymuyordu, çünkü antisemitizme bir tanıklığı vardı.
Bir
okullu genç, Yahudilerin kendisini kızdırdıklarım, çünkü “Yahudi doldurulmuş
kurumların Yahudi adayları kayırmak için alabildiğine haksızlık ettiklerini”
söyledi. Bu yıl ben giriş sınavında elendiğim halde bir Yahudi arkadaşım
kazandı. Hiç kimse iddia edemez ki, babası Krokau ya da Lenberg’den gelmiş olan
bir herif Ronsard’dan bir şiiri ya da Virgil’den bir idi benden daha iyi
anlar?”. Ama o aynı zamanda “kalem tilkiliği” diye horladığı sınava hiç de
hazırlıklı girmemiş olduğunu itiraf etti. Demek ki bu genç başarısızlığım iki
birbirini tutmaz yorumla açıklıyor, bu bakımdan, delilik nöbetlerinde
kendilerini Macar kralı sanan, ama sertçe azarlanınca kundura tamircisi olduklarını
itiraf eden ruh hastalarına benziyordu. Hiç tedirgin olmadan kafasını iki ayrı
yola işletebiliyordu. Dahası var: Tembelliğini mazur göstermek için Yahudilerin
önünde verilecek bir sınavda hazırlanmak için boşuna yorulacak kadar enayi
olmadığım da sözüne ekledi; Yahudi adayların en iyi Fransızlara üstün
sayılacağı belli oluyormuş: Oysa bu genç son listede 27. yeri alıyormuş.
Kendinden önce 12 kazanan, 14 te elenen vardı. Yahudi rakipleri bulunmasaydı o
kazanacak mıydı sanki? Elenenler arasında başta gelseydi, hatta geçmiş
olanlardan biri çıkarılarak buna giriş şansı verilseydi bile, neden Normon
Mathieu ya da Breton Arzell’den önce Yahudi Veil dışarıda bırakılacaktı? Dostumu
böylesine kızdırmak için Yahudilerin sosyal durumuna ve insancıl niteliğine
karşı kökü derine giden bir peşin yargısı bulunmak gerekti. 26 talihli
yarışmacıdan onun elenmesine sebep olanın tam da o Yahudi genci olduğu sonucunu
çıkarmak için bizim arkadaş kendi hayatına tutkularını kılavuz etmeyi önceden
kararlaştırmış olmalıydı.
Yahudi
kavramam yaratan deneme değildir ya da denemeyi peşin yargı bozmaktadır.
Yahudi olmasa antisemit onu uydururdu, yaratırdı. Peki, denecek, somut
denemeler ortaya sürmeden de antisemitizmi belli birtakım tarihsel gerçeklerle
açıklamak gerekmez mi? O nihayet gökten düşmedi ya! Bu itirazı karşılamak
kolaydır. Çünkü Fransız tarihi Yahudiler üstüne hiçbir şey söylememektedir.
Yahudiler 1789’da değin ezgi-baskı altında bulunuyordu, ancak daha sonraları
ulusun hayatında ellerinden geldiğince rol almışlardır.
Serbest
yarışmadan elbet faydalanıp zayıfların yerlerini almışlar, ama bunu benzeri
Fransızlardan ne daha çok, ne daha az yapmışlardır. Fransa’ya karış suçları da
yoktur, hayinlikleri de. 1945’te orduya katılan Yahudilerin azlığı
hatırlatılacak olursa derim ki, bu sonuca istatistikler karıştırılarak
varılmıştır, yoksa durumda bu aykırılık yoktur. Cephe askerlerinin her birini
kendi daracık sektöründe Musevi vatandaşa pek seyrek rastlaması ise şaşılacak
şey değildir.
İsrailoğulları
üstüne tarihin söylediği şeyler hep kendi tarih anlayışımıza bağlı olduğundan,
açık bir “Yahudi hayinliği” örneğini yabancı bir ulusun tarihinden almayı daha
uygun buluyorum: 19. Yüzyılın kanlı Lehistan ayaklanmalarında Varşova
Yahudileri, Çardan gördükleri politik kayırmalar dolayısıyla, pasif
kalmışlardı. Ayaklanmalara katılmaktan başka, yola getirme ve tepeleme hareketleriyle
sarsılıp hırpalanan ülkede ticaret işlerini büsbütün ellerine geçirip zengin
olmuşlardı. Bunun tarihsel gerçeğe ne kerte uygun olduğunu bilmem, ama birçok
Polonyalı bunun böyle olduğuna inanıyor, Yahudi düşmanlığının artışında bu
olayın önemli payı olduğunu belirtiyorlar. Oysa, ben olaya daha yakından
baktığımda bir kısır döngü karşısında bulunduğumu anladım. Çarlar kendi
ülkelerinde Yahudilere karşı bilerek ve isteyerek “Programlar” yaptırdıkları
halde, politik bu tutarsız davranışın başlıca nedeni şu idi: PolonyalIlar
arasına geçimsizlik sokmak! Rus hükümetinin her yerde özümlenmez, yabancı ve
zararlı bir eleman saydığı Yahudileri Kiev ve Moskova’da kılıçtan geçirtirken
Varşova’da kayırtması politikasının gereklerine uyuyordu. Bu yüzden asıl
Polonya’lılar Yahudi yurttaşlarına kızıp diş biliyor, onları, tıpkı Rusya’da
olduğu gibi topluma mal olmaz, yabancı ve düşman bir eleman sayıyordu.
Çarlarca ve Polonya’lılarca aynı gözle görülüp, aynı muameleye uğratılan
İsrailoğulları, kendilerini gerçekten yabancı topluluklar arasında görmeye
alışır da, yalnız Yahudi çıkarları peşinde koşmaya başlar ve zamanla,
kendilerine, yakıştırılan sıfatlara gerçekten uygun huylar, tutum ve davranışlar
edinirse, buna şaşmak gerekir mi? Görülüyor ki, burada Daşrolü oynayan etmen;
“tarihsel gerçekler”den daha çok, tarihin iplerini elinde tutanların
Yahudilerle ilgili tasarımlarıdır. Yahudilerin o zamanki işlerini, başlarına kakan
bugünkü PolonyalIlar bile, aynı duygu ve düşüncelerin etkisindedirler. Ataların
kusurlanndan torunları sorumlu saymak için insanın pek ilkel bir sorum anlayışı
taşıması gerekmez mi? Ancak böyle bir zihniyettir ki evlatların hep atalara
benzediğini, gençlerin de yine ihtiyarlar gibi davranmak zorunda olduğunu,
Yahudi karakterini kuşaktan kuşağa değişmez bulunduğunu kabul edebilir.
İşte
böylece 1940 PolonyalIları da Yahudileri yine “Yahudi” saydılar ve onlara
tıpkı 1848’deki gibi davrandılar. Bu köklü, bu değişmez Yahudi tasarımı, benzer
koşullar altında, bugünkü Yahudileri de 1848’deki ataları gibi davranmaya
zorlarsa şaşacak ne var? Görünüşe bakılırsa, burada tarihsel gerçekler
düşünceleri değil de Yahudi ile ilgili düşünceler tarih gerçeklerini
belirliyor. Biraz derine kaydınrsak, yine bir kısır döngü ile karşılaşırız: Pek
çok Yahudi avukatı vardır, deniyor, ama pek çok Norman avukatı bulunduğundan
söz edildiği ya da yakmıldığı duyulmuş mudur? Breton’lann hepsi hekim olsaydı,
“Fransa’nın bütün hekimleri Bretagne’den çıkar”dan başka ne söylenirdi? İkisi
arasında çok fark var, denecek. Şüphesiz var, ama asıl göze çarpan nokta işte
budur: Normanı Norman, Yahudiyi de Yahudi saymamız! Böylece bir yol daha
meydana çıkıyor ki ne yöne dönsek Yahudi ile ilgili peşin yargı en önemli
etmen olarak karşımıza dikiliyor. Antisemitin Yahudi düşmanığı hiçbir dış
etmene bağlı değildir. O düşmanlık kişinin kendi seçtiği bir tutum, yalnız
Yahudiye karşı değil, genelde insanoğluna, tarih ve topluma karşı alınmış bir
durumdur. O hem bir tutku, hem bir dünya görüşüdür.
.
Kimi antisemitte şu, kiminde de bu özellikler baskın olabilirse de gerçekte
hepsi bir arada bulunur ve aynı ipi çeker.
Şimdi
bütün bu düşünce karmaşasını gözden geçirelim:
Antisemitliğin
bir tutku olarak belirdiğini yukarıda söylemiştim. Bu tutkunun özelliği kin ve
öfke şeklinde belirir. Kin ve öfkenin özelliği ise genel olarak bir kışkırtmaya
karşı tepki şeklinde gözükmektedir. Filandan nefret ederim, çünkü bana acı
çektirmiştir, sövmüş ya da alay etmiştir. Ama antisemitizmde bu nitelik
yoktur, o tutku kendini kışkırtması gereken olaylardan öncedir. Kışkırtıcı nedenleri
o kendisi arar bulur. Onların gerçekten incitici, öfkelendirici olmasını,
içinde keyfince yorumlar. Öyle iken eğer antisemitle konuşursanız adamakıllı
heyecanlanıp coştuğunu görürsünüz. Bir hiddetin patlaması için insanın
isteyerek kendini ona kaptırması gerektiğini de düşünürsek, antisemit denilen
kişinin hayatını isteyerek o tutkuya bırakmış ya da ona göre ayarlamış olduğunu
anlarız. Kaldı ki hayatını tutkunun hizmetine bırakanlar, aklın buyruğuna
verenlerden zaten daha çoktur. Kadın, ün, er, para biriktirme.. gibi tutku
konuları genel olarak daha çok sevilir, antisemit kin ve tutkusunu seçmiş
olduğuna göre o tutumu seviyor da olmalıdır. Bilindiği gibi duygulu olmanın bu
türlüsü hoş karşılanmaz. Bir kadını pek arzulayan o kadından dolayı ve tutkuya
inat alevlenmiştir. Aşk, kin ve kıskançlığın dikte ettiği bir düşünceyi her
çareye başvurarak savunan tutkusal tanıtlara güvenilmez. Tutkulu yanıltılardan
ve “monodeizm” dedikleri saplantılardan sakınılır. Ama antisemit, tam tersine,
bunlardan hoşlanır. Peki, insan bilerek nasıl yanlış yargılar? Saltıka
(mutlaka) karşı duyulan özlemden!
Düşüne»
insan bilir ki düşünceler yalnız olanaklan dile getirir, kesinlikleri değil!
Başka düşüncelere her şeyi yeniden şüpheli kılar. O nereye varacağını bilmez.
Her şeye “açıktır”, bu yüzden de dünya onu bir savsak sayar. Buna karşılık,
kimi insanlar taşların sonsuz durgunluğundan hoşlanır, kaya gibi sarsılmaz ve
nüfuz edilmez olmak ister. Her değişiklikten ürker: Bu yol (değişiklik) onları
nerelere götürür yoksa? Bu “ben” önünde duyulan köksel korku, hakikat
karşısında yürekleri saran ürküdür. Sezgi ile bile farkında olmadıkları iç
gerçekten daha çok, o gerçeğin ele gelmez, ulaşılmaz gölgesinden ürkerler.
Varlıkları kendilerine bu suretle belirlenmiş gözükür, ama onlar koşuntusuzca
günü gününe yaşamak isterler. Edinilmiş, kazanılmış niteliklere hiç heves
etmezler, bunları yolları üstünde hazır bulmak isterler. Mantıktan korkarlar,
onun için de mantık ile araştırmanın ikinci derecede rol. oynadığı bir yaşayışı
özlerler. Öyle bir hayat şekli ki orada her şey çoktan bulunmuş ve yerleşmiş
olsun, eskiden beri ne olunmuş ise hep öylece kalınsın! Geriye tutkudan başka
hangi çıkar yol kalır öyleyse? Şimşek gibi keskin ve kesin inanç sağlayan,
mantığı dizgin altında tutan, denemeye boşveren, ömür boyu avutan ancak güçlü
bir duygu ile başı dönmüş olmaktır. Kin antisemitin kendini seve seve
bıraktığı işte böyle inançtır. Mantık ve akıl yönünden gelecek itiraz seslerine
kulağını önceden tıkamış olduğundan, Yahudilerin insanlık hakları üstüne açılan
tartışmaları dinlemez bile. O bu halinde kendini pek beğenir. Görüşünü
savunmak zorunda kalırsa bunu terbiye ve nezaket gereği yapar, pek önemsemeden,
şöyle dil ucuyla ya da bu konuşmanın tek bir amacı vardır: Kesin sezgisel
inancma yakışan söz kalıpları bulmak!
Antisemitlerin
birkaç zeka incisini yukarıda vermiştim: “Yahudilerden nefretim
hizmetçilerimi dikbaşlılığa alıştırmaları yüzündendir. Kürkçüler bana oyun
ettiler de ondan..” gibi. Antisemitlerin bu sözlerin boşluğuna akıl
erdıremediklerine inanılmaz. Sözlerinin soyalığını, tutarsızlığını bile bile,
eğlence için öyle konuşurlar. Sözlere değer veren konuşukları varsın onların
değeri üstüne kafa yorsun; onlar hu sözleri yalnız oyun olsun diye
söylemişlerdir. Söyleşi ile hokkabazlık bile ederler, konuştuklarının sözlerini
tartışır görünerek maskaralık yaparlar. “Kötü inanç” şevki ile doludurlar,
çünkü amaçları dayanıklı kanıtlarla tez savunmak değil, yalnızca ürkütmek ya da
şaşırtmaktır. Çok sıkışınca susar, kapanır ve burun kıvırarak, artık tanıtlama
çağının geçmiş olduğunu söylerler. Kandırılıp, inandırılmaktan değil, gülünç
olmaktan ya da kendilerince kazanmak istedikleri üçüncü kişilerin yanında
utanmaktan çekinirler.
Görülüyor
ki antisemitin tanık ve kanıtlara karşı kapalı oluşu inancının güçlü olmasından
değil, ta baştan kapalı kalmaya kararlı olmasından ileri gelmektedir.
Antisemit
korkunç görünmeye bayılır. Onu hiç kızdırmaya gelmez. Tutkusunun kargaşalığı
onu nerelere sürükler, kendisinden başka kimse bilemez, çünkü bu tutku
dışarıdan uyarılmış ya da kışkırtılmış değildir. O peşin olarak kendi elinde
bulunduğundan dizgini bir kısar, bir bırakır, işine nasıl gelirse öyle
kullanır. Kendinden emindir ve sözleriyle jestlerini hasmının gözünde okuduğu
korku derecesine göre ayarlar. Elin gözümde gördüğü bu korkutucu hayali kendi
kişiliğinin bir yansısı olarak benimser ve böylece içinde asıl benliğini aramak
zahmetinden kurtulur. Dışarı dönük olarak yaşamaya karar vermiştir, kendini hiç
aramayacak, yalnız başkasına verdiği korkuda yaşayacaktır. Ama bu onun
kendinden, kendi üzerine gizlice bildiği hakikatten ürkmesine engel değildir,
akıl ve mantık kanıtlarına kulaklarını tıkamaya çalışması bu yüzdendir.
Ama
bu adam, belki yalnız Yahudi konusunda böyledir de başka yerde akıllıca
davranır, denecek. Hayır, böyle bir şey olamaz! Buna örnek olarak 1942’de
sahte kimlikle yaşayan rakip iki Yahudiyi Almanlara jurnal eden balık tüccarını
ele alalım. Bana temin ettiler ki, bu adam hep yumuşak huylu, dost, iyi ve
iyilikçi bir adamdı. Ben bundan şüpheliyim. Suçsuz insanları cellada teslim
etmekten çekinmeyen bir adamın, insanla insan değeri üstüne bizim görüşümüzü
paylaşacağına inanamam. Bakıp beslediği insanlara karşı bile başka türlü olacağını
sanmam. O bizim gözümüzle göremez, onun yumuşak başlılığı bizimkine, gönül
yüceliği bizimkine benzeyemez: Tutku engel ve sınır tanımaz!
Antisemit
Yahudinin akıllı ve çalışkan olduğunu bu bakımdan kendinden üstün olduğunu
itiraftan çekinmez. Ama bu itiraf ona pahalıya mal olacak değildir. O bu özelliği
adeta tırnak içinde anar. Çünkü onun değeri sahibine göre ölçülür. Yahudinin
erdemleri ne denli çoksa, tehlikesi de o kerte büyüktür. Antisemit, kendi
üstüne hayale kapılmaz. O orta sınıftan, hatta aşağı orta sınıftan olduğunu bilir.
Demek ki ortadan bir adam! Yahudilere üstünlük iddia eden antisemit
görülmemiştir. Ama o, bu ortadan oluşla böbürlenir de utanmaz.
Antisemit,
yalnızlıktan korkan bir adamdır, dahinin yalnızlığından da katilin yalnızlığından
da! O tipik sürü hayvandır, ne kerte ufak olsa da yine göze çarpmak ve kendisiyle
karşılaşmak korkusuyla başını eğer ve büzülür. O antisemit olmuşsa, Yahudi
düşmanlığının moda olduğu toplum içinde bulunmasındandır. “Yahudılerden
nefret ediyorum” sözü
en iyi koro içinde bağırılır; böyle bağırdın mı bir geleneğe, bir topluluğa
tutunmuş olursun: Ortalama insanların topluluğuna. Ortadan adam olmayı
kabul etmek ne alçakgönüllü olmayı gerektirir ne de iddiasız olmayı! Tam
tersine, ortadan oluşun meydan okuyucu gururu vardır, antisemitlik ortada
oluşu değerlendiren, ortadan olanlara bir seçkinler zümresinden olmayı
sağlayan bir akımdır.
Antisemit
için akıl ve zeka bir Yahudi erdemi olduğundan bütün öteki Yahudi
nitelikleriyle birlikte kolayca hor görülebilir. Bu Yahudinin her zaman yoksun
kalacağı dengeli orta hiza için bir “ersatz” [
ivaz, taviz, bedel, ödün ] dır. Yurdunda, ocağında köklü gerçek Fransız iki
bin yıllık tarihten ve sayısız ataların bilgeliğinden kuvvet almaktadır,
denenmiş göreneklere ve törelere bağlıdır. O zekayı ne yapsın? Onu çevreleyen
her şeyde yüz kuşağın emeği vardır, ona düşen bu şeylerle kaynaşmak ve bütün
erdemi onlara sahip olmakta görmektir. Gerçek değeri olan, işte bu atalardan
kalanlardır; parayla alınıp satılanlar değil! Antisemit, para, hisse senedi ve
benzeri mülkiyet biçimlerini anlamaz, çünkü onları hor görür. Bu gibi değerler
soyut semitik zekaya uygun düşen soyutluklar, zeka uyduruklarıdır. Hisse
senedi her ele geçebileceğinden, kimsenin malı sayılamaz, O zenginlik imgesi
olabilir, ama somut, elle tutulur bir mal, asla!
Antisemit
yalnız ilkel, köylüce bir mal sahipliğinden anlar, bu sahiplik o malla gerçek
ve sinirli bir ilintiyle bağlanmış, mal ile mal sahibi karşılıklı etkilerin
mistik bağıyla kopmaz bir şekilde kaynaşmış bulunmalıdır. O, toprağın şair
sahibidir. Bu hal, sahibini içinden değiştirmiş, ona belli bir özel duyarlık
vermiştir. Bu ince duygunun tabii sonsuz gerçeklerle, evrensel değerlerle
ilgisi yoktur. Evrensel olan Yahudiye özgüdür, çünkü zeka işidir.
Antisemitin o ince anlağı ancak zeka dışında kalan şeyleri kavrar. Başka bir
deyişle antisemitizmin temel kuralı odur ki belirli bir nesneye sahip olmak
demek, gizli bir yoldan o nesnenin özüne, içyüzüne ulaşmak demektir. Maurras’m
belirttiği gibi bir Yahudi Racine’in şu koşuğunu asla kavrayamaz: “Dans
L’orient descert, quuel devient mon ennui” En yırtık, en gelişmiş zekanın
kavramadığı şeyi ortadan bir adam olan ben neden mi anlıyorum? Çünkü Racine
bendedir, onun dili de tıpkı Fransız toprağı gibi benimdir. Yahudi belki
benden, daha temiz Fransızca konuşuyordur. Grameri ve sözdizimini belki benden
daha iyi biliyordur, hatta belki bir yazardır; ama bundan ne çıkar! O bu dili
yirmi yıldan beri, ben ise bin yıldan beri kullanıyoruz. Onun üslup doğruluğu
soyuttur, öğrenmedir, benim yanlışım bile dilin ruhuna uygundur.
Burada
akla Barres’in borsacılar üstüne eleştirisi geliyor. Ama bunda şaşılacak bir
şey yok ki! Yahudiler ulusun borsacıları değil mi zaten? Para ya da aklın
kazanabileceği ne varsa onlara bırakılmıştır, ama bu yalnız mavi dumandır.
Orada yalnız ve ancak o elle tutulmaz değerler sayılmakta, daima elden kaçan
değerler geçmektedir.
Böylece
antisemit ta baştan pratik bir us-dışçılık (irrationalisme) tanımış oluyor.
Onun Yahudiye karşı koyuşu, duygunun akla, tek kişinin kumaya, geçmişin bu
zamana, somutun soyuta, çiftlik ağasının taşınır değerler sahibine karşı
oluşuna benzer. Birçok antisemitin -belki çoğunluğundaha çok şehirlerin küçük
burjuvaları arasından çıktığına da dikkat edilmelidir. Memurlar, hizmetçiler,
ufak tüccarlar, yani bankalar yoluyla bir şeyi bulunmayanlar! Ama Yahudilere
karşı ayaklandıkları anda akıllarına hemen mal sahibi oldukları düşüncesi
geliyor. Yahudiyi hırsız olarak düşündüklerini,
kendilerini soyulabilecek bir adamın imrenilerek durumuna sokmuş olurlar.
Yahudi, Fransa’yı soymak isteyince, onların öz malını çalmak istemiş olur. Demek
ki antisemitizmi kendilerini mal sahibi hissetmenin bir aracı olarak
seçmişlerdir. Yahudinin daha çok parası varsa, daha iyi ya işte; zaten para
Yahudiye yaraşır, akıl gibi onu da hor görmeleri tabiidir. Onlar gerçi
Perigord’lu düşük derebeyinden, Deauce’lu köy ağasından daha az servet
sahibidirler. Ama ne zararı var, Yahudi haydutlarına karşı diş bilemeye
başladılar mı bütün Fransa’yı kendi yanlarında bulacaklarından emindirler. İyi
ve gerçek Fransızlar hep birbirine eşittirler. Çünkü her biri ayrı ayrı tek ve
bölünmez Fransa’nın sahibidir.
Ben
antisemitizme yoksulların snopluğu [züppe: Seçkin görünmek için, bazı
çevrelerdeki düşünceleri benimseyen, hayranlık duyan ve onlar gibi davranmaya
özenen (kimse), ] adını takacağım. Gerçekten öyle görünüyor ki, zenginlerin
çoğu bir tutkuya gönülden katılmaktan ziyade, onu öz çıkarları için sömürmekle
yetiniyorlar. Onların daha önemli işleri var.
Yahudi
düşmanlığı genel olarak aşağı orta sınıfta yayılıyor. Çünkü orada toprak
mülkiyeti, saraylar, hatta evler yok, az çok para ile bankada birkaç hisse
senedi!
1925 Alman küçük burjuvalarının antisemit olmaları bir tesadüf değildir. Bu “kolalı
yakalı proleterya”nın yalnız bir kaygısı vardı: Asıl proleteryaya benzememek!
Büyük endüstri dayak yemiş, Junker’lerden hakaret görmüş olmasına bakmadan
bütün gönlüyle onların yanında bulunuyordu. Alman küçük burjuvazisi nasıl
büyük burjuvazi gibi giyinmeye heves ediyorsa, aynı hevesle kendini
antisemitizme veriyordu, çünkü işçiler uluslarüstü bir platformda bulunuyorlar
ve çünkü Junkerler Almanya’ya hükmediyor, sonuna kadar da hükmetmeye azimli
görünüyorlardı. Ayrıca antisemitizm yalnız kinleri doyurmakla kalmıyor, olumlu
zevkler de sağlıyordu. Yahudiyi değersiz ya da zararlı varlık olarak gördüğü
anda kendini bir seçkinler takımına mal etmiş olurdu. Üstelik bu, çalışma ve
iyi hizmet karşılığı olan bugünkü serbest seçkinlikten daha çok, her noktada
bir doğumsal soyluğu andırmaktadır. Onu elde etmek için çalışmak gerekmediği
gibi yitirmeye de imkan yoktur. O, soyluluk insana her zaman için verilmiştir.
O Ding an sich’tir.
Numen
(Noumenon) veya Ding an sich, yani "kendinde olan şey", Kant felsefesinde
fenomenin ötesindeki bilinemez ve tanımlanamaz "gerçeklik",
"gerçek bilgi" manasındadır. Bilginin imkânı ya da imkânsızlığına
yönelik düşünceler çerçevesinde, özne'nin ilişki kurduğu nesnenin görüntüsünün
ardındaki gerçek özünü tanımlama çabası olan numen, somutun ifade bulduğu
"fenomen"'in karşıtı olup, varoluşsal özü ifade eder. Herhangi bir
varlığın algımızdan bağımsız, kendi içinde oluşur.
Ama
biz bu kendiliğinden önceliği herhangi bir değer yargısıyla karıştırmayalım. Antisemitizm
değer ihtiyacı yoktur.
Değer de hakikat gibi arayıp bulunmak ister. Bu zor bir iştir; elde edilince de
değer kolay kolay zaptolunmaz, şüpheli bir hale gelir. Ufak bir sürçme, bir
yanlış ve o uçar gider. Biz beşikten mezara kadar kendimizden ve değerimizden
sorumluyuz. Antisemit kendi vicdanından nasıl kaçarsa, bu sorumdan da öyle
sakınır. O, benliği için kaya durgunluğu ahlakı için de eski değerlerden bir
merdiven benimsemiştir. Ne yapsa, ne etse hep o merdivenin üst basamağında
kalacağını düşünür. Oysa,
ağzıyla kuş tutsa Yahudi, yine alt basamakta kalacaktır.
Antisemitizmin
ruhsal art nedenleri oldukça aydınlanmıştır sanırım. Antisemit, kendi istem
özgürlüğünden ürkerek değişmeze, yalnızlıktan korkarak ortadanlığa sarılır ve
onulmaz ortadanlıktan kendisine bir soyluluk putu yapar. Bütün bu yapmacıklar
için Yahudi ona gereklidir, Yahudi olmasa o kimden üstün olacaktı? Antisemitin
dilediği gibi, bütün Yahudiler yok oluverse o yine birden bire sıkı hiyerarşik
bir toplumda kapıcı ya da eskici kertesine düşer, , “gerçek Fransız” olma
değeri de herkes öyle olacağı için değerinden çok şey yitirirdi. Yurdu üstünde
kutsal hakları olduğu duygusu uçar giderdi; çünkü ortada bunu yok sayacak
kimse bulunmazdı. Kendini gizlice zenginlere, güçlülere bağlayan anlaşma da
çözülürdü. Çünkü aslında o da olumsuz niteliktedir. Yahudilerin dürüst olmayan
yarışma şekillerine yorduğu kendi başarısızlıkları için başka nedenler aramak,
ya da içine eğilip bakmak zorunda kalırdı. Umutsuzluğa düşer, yukarı katlara
karşı amansız bir kin bağlardı. Antisemit, yok etmek istediği bir
düşman bulmadıkça, yaşayamayan bir tiptir.
Antisemitin
ulaşmaya çabaladığı bu eşitleştirmenin demokratik anlamdaki eşitlikle bir
ilgisi yoktur. Onunki, ekonomik katları olduğu gibi kalan bir toplumda
gerçekleşil-eli ve görevlerin çeşitliliğiyle uzlaşır olmalıdır... Antisemit,
bütün aryaların eşitliğini ister, yeter ki görevler merdiveni olduğu gibi
kalsın! O iş bölümünden bir şey hakkı istemesi kendi yerinde, mesleğinde
herkesle birlikte ulusun ekonomik ve kültürel yaşayışında emekdaşlık etmesinden
değil, tüm ve bölünmez yurt üstünde herkes gibi doğumsal, onun için de su
götürmez hak sahibi olmasından dolayı yerindedir. Antisemitin görünüşüne uygun
toplum -bizim de kabul edebildiğimiz gibibir yanyana bulunuş toplumudur, çünkü
onun mülkiyet ideali toprak mülkiyetidir. Antisemitler çok olduğundan,
bunlardan her biri, düzenli devlet içinde kör bir dayanışma topluluğu meydana
getirmeye yardım eder. Her antisemitin bu topluluğa bağlılık derecesi ile
benzeşme derecesi, deyiş yerinde ise bu topluluğun ısı derecesi ile uşağını
nasıl birbirine yaklaştırdığını, yine bu düşmanlık sayesinde burjuva
ailelerinin, Bey konaklarına nasıl kabul edildiğini Proust’tan
okuyabilirsiniz. Bunun böyle oluşu, antisemitin dayandığı eşityönlü (akordu)
topluluğun yığın toplulukları tipinde olmasından, ya da bir linç ve iskandal
sırasında ansızın ortaya çıkan, geçici topluluklar çeşidinden olmasındandır.
Eşitlik burada görevlerin ayrışmamış olmasından doğar. Sosyal bağ öfkedir.
Topluluğun belli kişilere karşı geniş cezalandırma tedbirleri almaktan başka
bir amacı yoktur. Üyelerin ayrı ayrı özel görevler almış olmaması, yığm
güdülerinin ve tasarılarının daha yeğin yayılmasına ve sarsılmasına sebep
olur. Bireyler yığm içinde belirsiz olarak kümenin düşünüş ve tepkileri
tamamıyla ilkelleşir. Bu gibi toplulukları ortaya çıkaran elbet yalnız
antisemitizm değildir. Bir ayaklanma, bir cinayet, pek göze batıcı bir
haksızlık onları ansızın yeryüzüne çıkarabilir. Ancak bu hallerde topluluk pek
gevşek olur. Doğduğu kadar hızla silinir gider. Oysa, antisemitizm kin ve öfke
taşkınlıklarıyla birlikte çekilip sönmez, yandaşlarının kurduğu bir topluluk
olarak normal zamanlarda bile gizlice yaşar ve her antisemit ona dayanmakta
olduğunu bilir.
Antisemit
çağdaş toplum düzeninin anlayamaz, bunalım sürelerini dörtgözle bekler ki,
ilkel topluluk yine ansızın ortaya çıksın ve kaynama derecesini bulsun. O
zaman küme ile kaynaşacak ve kendini yığınların akıntısına kaptırıp
sürüklenecek. “Bütün Fransızlar birleşin!” diye haykırırken, gözü önünde işte
bir program havası vardır. Bu anlamda antisemitizm yurttaşın devlet gücüne
karşı gizli bir savaşı demektir. Bir arka sokakta kıstırdıkları yalnız
bir Yahudiyi döven ve bu uğurda kanunu çiğnemekten çekinmeyen şu zıpır
delikanlılarımızdan birini sorguya çekerseniz size, kendisini özgür düşünme
yolunda can sıkıcı sorun duygusundan kurtaracak güçte bir hükümet istediğini
söylemesi pek mümkündür. Cumhuriyet
bir sıkı elin yönetimi olmadığından boyun eğme ihtiyacı tersine dönerek isyan
şeklini almıştır. Delikanlı, gerçekten otoriter bir hükümet mi istiyor? Hayır!
O gerçekte başkaları için sert bir düzen, ama kendisi için sorumsuz bir
düzensizlik istemektedir. Yasa dışına çıkmak, hem de yalnızlıktan ve irade serbestliğinden
sakınmak istiyor. Bunun için bir hileye başvuruyor: Yahudi seçimlere
katılıyor, hükümet koltuklarında oturuyor; demek ki, devlet kökten çürüktür,
belki ortada devlet bile yoktur; o halde onun yasalarının hiçe saymak doğrudur.
Devlet olmayınca, yasatanımazlık suç sayılamaz, isyan sayılamaz. Şu halde
antisemit için iki çeşit Fransa vardır: Biri, “gerçek” ama bulanık ve organsız
hükümetli Fransa; biri de soyut, resmi ve Yahudileşmiş Fransa. Bu İkincisine
saygı göstermemek, hatta ona karşı gelmek yerindedir, doğrudur. Bu sürekli
karşı gelme elbette grupça sahneye konur, çünkü antisemit hiçbir durumda kendi
başına düşünmeye ve iş yapmaya yetenekli değildir. Grupta kendini bir azınlık
partisi gibi görmek istemez. Yoksa, bu sıfatla bir program ortaya koyması,
kendine bir yön çizmesi gerekirdi. Bu ise girişkenlik, sorumluluk şevki ve
irade özgürlüğü ister. Antisemit birlikleri hiçbir şey yapmak istemiyor, her
sorumu reddediyor, kamuoyunun bir parçası olmayı asla kabul etmiyorlar. Çünkü
bu halde dahi bir program yapmak ve yasal tedbirler önermek zorundadırlar.
Onlar “gerçek” ve bölünmez Fransa’nın duygularına tercüman olan ve katkısız
bir grup olarak görünmeyi yeğ buluyorlar. Böylece her antisemit, az çok
düzenli devlet düşmanıdır. O disiplinsiz bir grubun itaatli üyesi olmak
istiyor. O düzeni sayıyor, ama “sosyal” düzeni. Politik düzensizliği
kışkırtması sanki Yahudileri dışarıda bırakacak ilkel, tekyönlü ve ateşli bir
sosyal düzeni yeniden kurmak istemesinden ileri gelmektedir. Bu esaslar ona,
benim sapkın hürriyet demek istediğim türü kendine özgü bir bağımsızlık
sağlar. Gerçek hürriyet sorum yüklendiği halde, antisemitin hürriyeti her
sorumu reddeder. Antisemit daha var olmayan otoriter bir toplumla yadsıdığı
resmi ve hoşgörülü toplum arasında bocaladığı halde, kendisine anarşist
denilmesinden ödü kopar.' Niyetlerinin hiçbir söz ve eylemin ifade edemediği
derin ciddiyeti ona belli bir şaklabanlık hakkı verir. Evet o bir şaklabandır,
maskaralıklar eder, döver, “arıtır”, çalar: Hepsi o iyi amaç uğruna.
Kuvvetli
bir yönetim antisemitizmi azaltır, meğer ki o hükümet programına girmiş
olmasın! Bu
takdirde antisemitizm biçim değiştirir. Antisemit, adı üstünde bir Yahudi
düşmanı olduğu halde, nasıl Yahudilerin varlığına muhtaç ise bir antidemokratik
olduğu halde, demokrasinin de öz yavrusudur. Ancak bir cumhuriyetin koşulları
altında serpilir ve iş görür.
Anlıyoruz
ki, antisemitizm düpedüz bir “görüş” olmayıp, ilgili insanın bütün kişiliğine
sinmiş bir şeydir. Ama bununla da onun tasvirini tamamlamış değiliz, çünkü o
yalnız moral ve politik yön çizgileri çekmekle kalmaz, başlıbaşma bir felsefe,
bir dünya görüşüdür de. Onu gereği gibi anlamak için bazı psikolojik kurallara
el atmak zorundayız.
Antisemit der ki: Yahudi, Yahudi olarak
kötüdür. Kötülüğün ta kendisidir. Şayet bazı erdemler edinmişse bile, bunlar
da salt Yahudi oluşundan ötürü, onda kötülüğe, kusura dönüşmüştür; elinin
emeği onun uğursuz damgasını taşır, bir köprü yapmışsa, muhakkak ilk ayağından
son ayağına kadar uğursuzdur, çünkü Yahudi, elinden çıkmıştır; aynı iş bir
Hıristiyanm elinden çıkarsa başkadır, bir Yahudinin elinden çıkarsa başka.
Yahudi dokunduğu her şeye bir kötülük, ne bileyim ancak şeytanın bildiği öğrenç
bir şey bulaştırır. Almanlar her yerden önce, hamamlarla, plajları Yahudilere
kapamışlardı. Bir Yahudinin bedeni girerse, bütün su mundar olur sanıyorlardı.
Yahudi soluklandığı havayı bile zehirler, vebalardı. Dayanılan temel ilkeleri
soyut iddialarla formüllemek istersek, şu sonuçlara ulaşırız:
Bir
bütün parçalarının toplamı olmaktan daha çok ve daha başka bir şeydir. O bütün
parçaların anlamını ve iç varlığım belirler.. Aynı oksijen, azot ve argon
gazlarıyla havayı, hidrojenle birleşince suyu yaptığı gibi yiğitlik erdemi bir
Hıristiyan ile bir Yahudi de aynı şey değildir. Her birey, bölünmez bir
bütündür. Yiğitliği, büyüklüğü ve düşünüşüyle; gülüşü, yiyişi ve içişi ile
çözülmez, bölünmez bir bütün. Antisemit dünyayı anlamak için sentetik düşüncede
sığmak aramıştır, demek gerekiyor. O sayede bütün Fransa ile kopmaz bir birlik
oluşturduğuna inanmıştır. Sentetik düşünce adına İsrailoğullarının salt
analizi, eleştirici zekasını yeriyor. Bir zamandır gerek sağda, gerek solda;
hem tutucular hem sosyalistler arasında, buıjuva demokrasisinin kuruluşu
sırasında saygın analizci düşünceye aykırı olarak sentetik ilkelere önem
verildiği doğrudur. Ama gerçekte hepsinde eşit ilkeler söz konusu değildir,
hiç değilse; uygulama, kullanma farkları vardır. Antisemit bunlardan ne şekilde
yararlanmaktadır.
Antisemitizm
işçiler arasında yok gibidir. Onlar arasında Yahudi yok da ondan, denecek
belki. Durum böyle olsaydı, işçiler herhalde sızlanırlardı; demek ki bu
açıklama yersizdir. Naziler bunu çok iyi bildiklerinden, propagandalarını
proletarya üstünde topladıkça hep “Yahudi Kapitalizmi” sloganım kullanırlardı.
İşçi sınıfı ne de olsa durumu sentetik olarak gördüğünden, antisemitizm
metotlarını benimsemiyor. O işin tümünü uydurma ölçülere, terimlere göre kesip
biçecek yerde, ekonomik görevlere göre değerlendiriyor. Onun uğraştığı bu
sentetik terimler ise burjuvazidir, köylülüktür, proletaryadır. Bunlar da
ayrıca işçi ve işveren sendikalarına, sonra tröstler, karteller ve partiler
gibi bağlı birliklere ayrılır. Böylece işçilerin tarihsel olayları
açıklayışları işbölümüne dayanan bir toplumun örgütsel yapısına tamamıyla
uygun düşer. Onlara göre tarih, ekonomik kurumlarla birbiri içine giren
sentetik grupların güçleri arasındaki sınaşmadan doğar.
Antisemitlerin
çoğunluğu, dediğimiz gibi sınıfta bulunur, yani Yahudilerle eşit ve hatta
üstün yaşama düzeyinde bulunanlar arasında, başka bir deyişle; işverenler, tüccarlar,
serbest meslek erbabı, asalak yaşayanlar gibi üretim dışı elemanlar arasında
görülür. Burjuva
yönetir, alır-satar, dağıtır, ama gerçekte üretim süresi dışında kalır. Onun
görevi daima tüketiciyle karşı karşıya bulunmak, bütün işi onunla alış-veriş
yapmaktır. İşçi de her türlü uğraşmalarında daima nesne ile başbaşadır, tarih
yargıları kendi mesleksel durumu ile sıkıca ilgilidir. Maddeler ve nesnelerle
sürekli uğraşmasının kazandırdığı kafa yapısı, dolayısıyla toplumda daima sıkı
sıkı yasalara göre etkileyen gerçek güçlerin verimini, sonucunu görür. Onun
“Diyalektik Materyalizmi” maddi dünya gibi sosyal dünyayı da aynı gözle
gördüğünün ifadesidir.
Buıjuva,
hele antisemit burjuva ise, tarihi bireysel istemlerin etkisi olarak görmek ve
açıklamak ister. Meslek görevlerini yaparken bağlı bulunduklarım hissettikleri
hep aynı istem eylemleri değil midir?( Burada mühendisleri, bilim adamlarını,
yapı-işleri üstencilerini (müteahhit) dışta bırakıyorum. Kaldı ki onlar
arasında antisemıte pek rastlanmaz. ) Sosyal olaylar karşısında bunlar tıpkı,
Ayın Güneşin ardında küçük bir Tanrı varsayan ilkel budunlar gibi davranırlar.
Evrenin gidişi gibi onların işlerini yöneten güçler de hep aynıdır: entrikalar,
dolanlar, birinin vicdan karası ile ötekinin gönül yüceliği ya da yiğitliği...
vb. Burjuva sınıfından doğan antisemitizm bize böylece, yığın olaylarını tek
tek kişilerin inisiyatifiyle açıklamak istemek gibi gözüküyor.
İşçilerin
duvar ilanlarında ve gazetelerinde burjuvayı, antisemitin Yahudiyi tasvir
ettiği şekilde göstermesi bizi şaşırtmasın; işçiye göre burjuvayı burjuva yapan
onun sosyal durumu, yani dış etmenlerin birleşik bir sonucudur. Başka bir
deyişle gözle görülür bazı niteliklerin sentetik birliği, davranışlarının bir
toplamıdır. Antisemite
göre Yahudiyi yapan şey ise, ondaki Yahudilik ilkesidir, tıpkı Phlogiston (18.
yüzyılda, yanan cisimden çıktığı sanılan ruh ) ya da haşhaşın uyutucu gücü
gibi. Aldanmayalım, kalıtımla ve ırkla
açıklama teorileri sonradan ortaya çıkmıştır, bunlar da, öteden beri süregelen
inanca bilimsel bir manto giydirme çabasından ibarettir.
Mendel’lerden, Gobineu’lardan çok önceleri de Yahudiden tiksinirlerdi. Bu
tiksintiye tanık olanlar, onu ancak Montaigne’in La Boetie’ye dostluğunu dile
getiren şu sözüyle belirtebilirlerdi: “Çünkü o, o (şey) dir; çünkü ben o (şey)
im”.
Yalnız
unutulmasın ki burada söz konusu olan irade, özgürlüğü sınırlıdır, dardır.
Yahudi, ancak kötülük yapmakta hürdür. İrade özgürlüğü Yahudiye suçlarını,
cinayetlerini sonucundan sorumlu olsun diye tanınmıştır, yoksa kendini düzekmek
ve eğitmek için değil! Bu ne tuhaf bir irade özgürlüğü ki öz biçim’den önce
gelip onu yapacak, yaratacak ve de kendisi tamamıyla ona bağlı ve bağımlı
kalıyor, o özün ama yine de irade özgürlüğü olarak kalıyor? Benim bildiğime göre bu anlamda
özgür olan yalnız bir yaratık vardır: Kötülüğün ruhu demek olan şeytan! Demek
ki Yahudi eşit şeytan ya da öteki adıyla Habis-ruh! Yahudinin iradesi,
Kant’takinin tersi olarak salt ve nedensiz kötülüktür, kötülük iradesinin ta
kendisidir. Böyle olunca dünyanın bütün kötülükleri (bunalımlar, harpler,
açlıklar, ayaklanmalar, devrimler..) dolaysız hep ona yükletilebilir.
Antisemit
dünyanın aslında kötü olduğu düşüncesini benimsemez, hatta ondan korkar, çünkü
o takdirde arayıp bulmak, eğitip düzeltmek gerekir, Ademoğlu kaderini, bütün
tedirgin edici ve sürekli sorumuyla birlikte, kendi eline almak zorunda
kalırdı. Ana kötülüğü Yahudide bulmak kolaylığı varken öyle tedirginlere
kapılmak doğru olur mu? Eğer
bugün uluslar birbiriyle boğuşuyorsa nedeni, rasyonalizmin bugünkü şekliyle
emperyalizmi doğurmuş ve çıkar çatışmalarım savaşa kadar azıştırmış olması
filan değil, hükümetlerin gerisinde saklı Yahudilerin kavga alevini tutuşturmuş
olmasıdır. Eğer
ortada bir sınıf kavgası varsa, bu ekonomik düzenin bozukluğundan filan değil,
Yahudi elebaşların, çarpık burunlu kışkırtmacıların, işçilerimizi baştan
çıkarmış olmalarından ileri gelmektedir. Görüldüğü gibi antisemitizm eski
Manicheizm dinine benzer. Ona göre, acun iyilik ve kötülük ilkeleri arasındaki
sürekli kavgadan ibarettir. Bunlar arasında uzlaşma olamaz, biri yenecek,
biri yenilecek: Başka çare yoktur?
Okuyun
Geline’i, göreceksiniz ki çizdiği gelecek zaman tablosu korkunçtur. Yahudinin
burnunu sokmadığı yer kalmamış, yeryüzü berbat olmuştur. Arya
(Avrupalı) açık vermemeye bakmalı, hiç pazarlığa yanaşmamalıdır. Ne yazık ki
iş işten geçmiş, AvrupalInın soluduğu hava bile Yahudi vebasıyla pislenmiştir.
Nasıl, bu bir Katharer (Manichizme
yakın-ve yeğin bir Zühd (askitlik) yolacı (11-12. Yüzyıl).) papazının vaazına
benzemiyor mu? Rasyonal-sosyalistlerin tezini böylesine savunan Celine,
herhalde satılmış olmalı, yoksa ona yürekten inanamaz. Bu yazara göre tek çıkar
yol; yığın halinde intiharlardır, döllenmekten vazgeçmektir, ölümdür. Maurras
gibiler yine daha az umut kırıcıdır. Bunlar iyinin son zaferine değin sürüp
gidecek, yeneni yenileni belirsiz, bir sıra savaşlar haber veriyorlar: Hürmüz
ile Ahrıman kavgası.
Görülüyor
ki, antisemit Maniheizmi bir anlatma-açıklama aracı olarak kullanmıyor, hayır,
eski Maniheizm inancı antisemitizmi açıklıyor belirtiyor. Şimdi soralım
öyleyse: Peki, bu eski dinin bugünkü insanla ne ilişiği olabilir?
Sınıf
kavgası düşüncesiyle antisemitik Maniheizmi birbiriyle karşılaştırmak
istiyorum: Marksistler için sınıf kavgası asla iyi ile kötü arasında bir
çarpışma olmayıp, türlü insan grupları arasında bir çıkarlar çatışmasıdır.
Devrimci, proleterin görüşünü benimser, çünkü o kendi öz sınıfının görüşüdür;
sonra da, o sınıf ezilen sınıftır, sınıfların en kalabalığıdır, en önemlisi de
toptan insanlığın kaderi bugünkü sıkı sıkıya proleteryanmkine bağlıdır, onun
zaferi sınıf ayrıklıklarının ortadan kalkması demek olacaktır.
Toplum
düzenini değiştirmek devrimcinin amacı olduğuna göre, eski rejimi yıkmak
istemesi doğaldır, ama bu yetmez, yeni bir düzen tasarlaması da gerekir.
Ayrıcalıklı yukarı sınıflar sosyalist kuruluşta gönüllüce pay alsalar ve iyi
niyetlerinin kanıtlarını açıkça gösterselerdi, onları zorla yerlerinden,
koparmak için hiç sebep kalmazdı. Gerçi, bunların gönülden sosyalistlere hizmet
sunmaları hiç beklenmez, ama bu onların ayrıcalıkla sosyal durumlarını sonucu
olup, yoksa içlerinde bulunan, kimbilir nasıl bir şeytanın kendilerini bundan
alıkoyması yüzünden değildir, onları istemeye istemeye kötülüğe sürüklemesinden
de değildir. Üst sınıflardan kopanlar, kolayca ezilenler arasına katılırlar ve
kendilerine davranışlarına göre değer biçilir, ama “özlerine” bakılmaz.
Politzer, bir gün bana: “Öz dediğiniz şeye zırnık önem vermem” dedi.
Antisemit
Mahieist için ise başlıca önem yıkım üstündedir. Söz konusu olan, çıkarlar
arasında bir çatışma değil, kötü ruhun topluma verdiği zarardır. Ona göre
iyilik her şeyden önce kötülüğü yok etmektedir. Antisemitin öfkeli tafrası
gerisinde şu iyimser inanç saklıdır ki, eğer kötülük kovulursa iyilik, uygunluk
kendiliğinden gelir. Demek ki onun olumsuz bir görevi vardır:-Yeni bir toplum
kurmak değil, yalnızca eldekini ayıklayıp arıtmak gerek! Bu amaca ulaşmak
içinse, “İyi niyetli” Yahudinin yardım etmesi faydasız, hatta zararlıdır.
Kaldı ki, bir Yahudi iyi niyetli de olamaz. Antisemit iyilik savaşçısı olarak
kutsaldır, ama Yahudi de tıpkı parya gibi tıpkı sömürge yerlileri gibi tabu
altında bir çeşit kutsallık taşır. Kavga dinsel-inansal bir alanda olduğundan,
ister istemez kutsal savaşın faydaları vardır. Gördük ki o, çağdaş toplumdan
bir şey anlamaz, bir kalkınma planı tasarlayamaz. Hep tutkuların etkisi altında
bulunduğundan, davranışı hiçbir zaman yapıcı olamaz. Malaya’ lıların Tanrısı
Amok gibi onun için de bir öfke köpürmesi uzun hesaplar isteyen bir girişimden
daha iyidir. Kafa çalışması yorumculuktan öteye gitmez, tarih olaylarında
yalnızca Habis-Ruh’un izlerini arar. Paranoya sayrılarını andıran karmakarışık
ve çocukça buluşlara varması bundandır. Öte yandan antisemitizm devrimci akımları
şaşırtarak, kurumlan yıkmaktan daha çok, kimi insanları yok etme yoluna
saptırır. Birkaç Yahudi öldürüldü, birkaç Havra ateşe verildi mi antisemit
kalabalık ödevini yerine getirdiğini sanır. Demek ki, bu akım teşvik gördüğü
zengin sınıflara bir subap hizmeti yapmakta, rejim için tehlikeli olabilecek
bir öfke ve kin dalgası bu suretle tek tek adamlara yöneltilerek
savuşturulmaktadır. Bu çocukça ikicilik (düalizm) antisemitin tembel ruhuna
ferahlık verir:
Öyle
ya, kötülüğü kaldır, iyilik kendiliğinden gelir! Artık uzun boylu aramaya,
bulup ortaya çıkarmaya, sabır ile emek harcamaya gerek yoktur; etkisini
denemek, sonuçlarını düşünmek, kendi moral seçme sorumunu yüklenmek hiç
gerekmez. Büyük antisemitin taşkınlıklarının ardında belli bir iyimserlik sezilmesi
boşuna değildir: Antisemit iyiden işkillenmemek için kötülüğü seçmiştir. Açıkça
söylemese de antisemitin düşünceleri ve sözleri ardında şu inanç saklıdır: Bir
kutsal yıkıcı olarak o ödevini yerine getirdi mi yitik cennet yeniden
bulunacaktır. Yalnız şu anda uzun boylu düşünmeye vakti yoktur. O istihkâm
gerisinde durmuş, dövüşmektedir. Gerçekte bütün bu tafraların, öfke
taşkınlıklarını başlıca amacı kendi tedirgin vicdanıyla baş başa kalıp iyiliği
daha başka yerde aramak ihtiyacı duymamaktadır. Ama bu davranışın ardında daha
çok şeyler vardır. Öyle ki, bunların aydınlığa çıkarılması için psikanaliz
alanına girmemiz gerekiyor. Antisemitte Manheizm köklü bir kötülük eğilimini
pençelemektedir. Kötü ile uğraşmak antisemitin hem alınyazısı, hem ödevidir.
Sonra başkaları gelip iyilik savaşına devam edebilirler. O şimdilik toplum
öncüsü olarak çalışmaktadır, uğruna kavgaya girdiği arı erdemlere şimdilik sırt
çevirebilir. Onun gözü önünde yalnız kötülük hedefi vardır, bu hedefi açıp
göstermek, ölçülerini alıp saptamak görevi onundur. Yahudinin açgözlülüğünü,
kaypaklığını, yalan dolandırıcılığım, türlü hainliklerini belirten
dedikoduları, fıkra ve hikayeleri toplamalı ve kamuya duyurmalıdır. Onun
durmadan pislik eşelemesi bundandır.
Dumont’un
“Yahudileşmiş Fransa” adlı kitabı bir daha okunsun, görülecektir ki “yüksek
Fransız töreselliği”nin bu örnek yapıtı töreye aykırı iğrenç hikayelerin bir
dergisinden başka bir şey değildir. Antisemitin karmaşık doğasım hiçbir şey
bu kitaptan daha iyi bilemez. İyilik kavramını kendisi yapmak istemeyerek ürkü
ile yan çizmekte, orta malı iyilik kavramıyla yetinmektedir. Antisemitin ahlakı
ne değerleri tanıyıp tanımlama ilkesine, ne Eflatun anlayışında sevgiye
dayanır. O, yalnız en keskin aforoz ve sürgün kararlarıyla, en katı yürekli ve
yolsuz buyruklarla kendini belli eder: Durmadan düşündüğü ve üzerine bir çeşit
kendine özgü seziş ve biliş kazandığı şey kötülüktür. Sapık eğilimleri ile
heyecanlarını doyurmak için hep çılgınca edepsizdirler, canice hareketler
tasarlar ve bunları hep yüzsüz Yahudilere mal ettiğinden, vicdan tedirgin olmaz,
o yüzden kendinde bir günah bulmaz.
Berlin’de
tanıdığım bir Protestanda cinsel tutku kadınlara karşı bir kin kılığına
bürünmüştü, onları banyo trikotları içinde gördü mü tepesi atıyordu. Ama bu
öfkeleri doğuran vesileleri kendi arar bulur, sözgelimi yüzme banyolarından
ayrılmazdı. Antisemit de tıpkı böyledir. Onun Yahudi düşmanlığını bir katmanı
onların kendi üstüne yaptıkları cinsel etkidir. Ama kötülük etme tutkusu ve
merakı ne de olsa başta gelir, bu ise fikrimce daha çok sadizm alanına düşer.
O
kerte çirkin ve kınama ve kargaşalara konu olan Yahudinin gerçekte büsbütün
suçsuz ve zararsız olduğunu göz önünde tutmadan antisemitizmi gereği gibi
anlamak yine mümkün değildir. Bunu bilen antisemit, Yahudilerin gizli
birlikleri, tehlikeli gizli Masonlukları üstüne söylentiler yayar ve
dedikodular yapar. Oysa, karşılaştığı Yahudilerin çoğu zayıf, güçsüz
insanlardır, zor kullanmak şöyle dursun, kendilerini savunacak halde bile
değildirler. Antisemit bunu da bilir ve onların bir pogrom sırasında nasıl
debeleneceklerini hayal ederek için için sevinirler.
Antisemitteki
Yahudi kini, İtalyanların 1830’da AvusturyalIlara karşı, Fransızların 1942’de
Alınanlara karşı duyduklarına benzemez. Bu iki halde söz konusu olan sert,
zalim, soğukkanlı ezgici ve baskıcılardı: Ellerinde silahları, paralan ve
siyasal güçleri vardı, ayaklananların onlara yapabileceği kötülük görecekleri
yanında hiç kalırdı. Böylesine bir düşmanlıkta sadist duygulara yer bulunmaz.
Antisemit için böyle kahramanlık durumuna düşmek tehlikesi yoktur, çünkü
kötülük silahsız pusatsız, görende korku değil, acıma duygusu uyandıran
zavallı insanlar üstünde toplanmıştır. Antisemit olmak bir şaka, bir
eğlenmedir. Yahudileri dövmek, işkence etmek tehlikesizdir, onların yapabilecekleri
tek şey, resmi makamlara yanıp yakılmaktır ki, kanunların yumuşaklığı
karşısında çekilmeye bile değmez. Antisemitin Yahudiye karşı beslediği
sadistlik duygusu ya da eğilimi öylesine güçlüdür ki, birtakım yeminli antisemitlerin
Yahudi dostlarla çevrili yaşadıktan bile olur; mazeretleri çoğun, “Bunlar başka
Yahudilerdir, asıllarma hiç benzemezler” şeklindedir. Başlarda andığım ressam
Lubbin, Yahudi kırımını kötülemiyor, mahkum etmiyordu, ama atölyesinin ocaklık
gezinde GESTAPO’ca temizlemiş bir Yahudi dostunun resmini bulundurmaktan da
vazgeçmiyordu. Ne de olsa, antisemitlerin dostluktan içten, özden değildir.
Dedikodularında “İyi Yahudileri” bile ayırt etmezler. Kendileri bazı Yahudi
tanıdıklarında birkaç iyi nitelikli başka Yahudiler tanımış olabileceğine
inanmazlar. Tanıdıkları birkaç iyi Yahudiyi tersine dönmüş bir sadizm ile korur
görünmekten hoşlanırlar ama nefret ettikleri o halkın canlı tasvirini hiç
gözden uzak tutmazlar. Antisemit kadınların Yahudi erkekleri hem çekici hem de
itici buldukları çok görülür. Ben bir Polonyalı Yahudi ile gizlice düşüp
kalkan bir antisemit kadın tanıdım. Bu kadın ara sıra Yahudinin yatağına gelip,
omuzlarını memelerini okşatıyor, ama daha fazlasına razı olmuyordu. Yahudi
erkeğin saygısından, yumuşak ve zelil halinden, itilip, incitilmiş erotik
isteğin gizlice kıvranışından hoşlanıyordu. Bu kadının başka erkeklerle yatıp
kalkışı ise normaldi. “Güzel Yahudi Kadını” sözünde pek gıcıklayıcı bir erotik
anlam vardır ki, bu özel anlam örneğin “güzel Romanyalı”, “güzel Çinli”,
“güzel Amerikalı” sözlerinde bulunmaz. Çünkü kan dökme, zorla ırza geçme gibi
sadistçe tasarımlar ancak birinci halde rol oynamaktadır. Güzel Yahudi kadın,
Kazakların saçlarından sürükleyerek yan köyden dışan götürdükleri kadındır.
Kırbaçlama sahneleriyle zengin romanlar Yahudi kadına ayrı bir değer ve şeref
kazandırmıştır. Bunun açık seçik edebiyatı karıştırmaya hiç hacet yoktur:
“Ponson du Terraü”inkileri bir yana bırakırsak bile “Ivanhoe”nin Rebekka’sından
“Gilles”in Yahudi kadınına kadar en ciddi romanlarda onlar önemli, özel bir rol
oynarlar. Çoğunlukla ırzları yırtılıp insafsızca dövülen bu kadınlar ya ancak
ölümle şerefsizlikten kurtulur ya da itaatli, horlanmış ama yine de seven
hizmetçiler olarak Arya kadınlarla evlenen Hıristiyan efendilerinin yanında
kalırlar. Folklarda Yahudi kadının oynadığı rolü belirtmek için bu kadar yeter
sanırım.
Profesyonel
yıkımcı “iffetli” sadist olan antisemit ruhunun derinliğinde bir canidir.
Düşündüğü ve istediği Yahudinin ölümüdür. Bütün antisemitler güpegündüz Yahudi
kırımı istemezler elbet, ancak önerdikleri tertipler, gizlice istedikleri
öldürüm için Ersatz yerine geçen alçaltma, ezgileme ve sürgün etme
tedbirlerinden başka bir şey değildir İmgesel öldürüm! Bu ona günah duygusu
yüklemez, vicdanı dinsiz kalır, yapılan cinayetse bile iyilik uğruna yapılmıştır.
Kötülük kötülükle yok edilmek gerekmişse o ne yapsın? Fransa, “gerçek” Fransa
ona yargıçlık görevi vermiştir. Bu görevi her gün yerine getirmeye fırsat
bulmuyorsa aldanmayın, ansızın başgösteı en hiddet köpürmeleri, “domuz
Yahudilere” karşı gürlemesine haykırdığı sözler hep idam hükümleri yerine
geçer. Halk ağzı, “Yahudi yiyen” deyimini isabetle uydurmuştur.
Antisemit
kendini bir cani olarak seçmiştir, ama “suçsuz” bir cani! O bu seçmeden de
sorum yüklenmez. O kendindeki öldürme içgüdüsünü tanımış, ama onları kendine
itiraf etmeden doyurmanın yolunu bulmuştur. Yaptığının kötü olduğunu bilmekte,
ama ona iyilik uğruna yaptığından ve bütün bir ulus kurtuluşu ondan
beklediğinden, kendini adeta bir kutsal kötülükçü saymaktadır. Bütün değerleri
ters indirerek, örneğin bir kutsal orospuluk tanıyan kimi Hint yolaçlarında
olduğu gibi öfke ve kinin, yağmanın ve cinayetin, kısacası her türlü zorbalık
biçimlerinin saygı görüp allaş toplayabileceğine inanır. Alçakların en coşkun
ve kızgın anlarından ise temiz vicdanla ve ödevi yerine getirmiş olmanın tatlı
bilinciyle kendini kanatlanmış hisseder.
Antisemitin
portresini burada tamamlamış oluyoruz.
Yahudilerden
nefret ettiklerini söylemekten hoşlananlardan bazıları sonra bunu anımsamaz
görünürlerse nedeni kinlerinin gerçek olmayışıdır. Bunlar Yahudileri ne sevdiler
ne de kıllarına dokundular; ama onları savunmak için de parmaklarını
oynatmazlar. Bunlar, gerçekten antisemit değildirler, hiçbir şey değildirler,
“hiç kimse” değildirler. Ama bir şey gibi görünmek de gerektiğinden yankı
olmayı, megafon olmayı benimsemişlerdir. Kötülük düşünmeden, hiçbir şey
düşünmeden ortada dolaşır ve yaydıkları ezberlenmiş beylik sözlerle bazı
salonların kapısını açmayı başarırlar. Boşboğazdan başka bir şey olmadıkları,
kendilerinin olmayan, onun içinde daha çok beğendikleri iri, cafcaflı
sözlerle kafaları dolu olduğu halde kabara böbürlene gezip yürürler. Burada
antisemitizmin rolü yalnızca desteklemek, haklı çıkarmaktır. Üstelik bu hık
deyiciler öylesine kofturlar ki, antisemitizmin yerine herhangi başka bir
haklı çıkarma aracını da kabullenebilirler, elverir ki “kibarca” olsun:
Antisemitizm, yığın psikolojisinin konservatif bir Fransız yaratmak için
yararlı bütün belirtileri gibi “kibar” sayılır. Bütün bu hoş kafalar
sanıyorlar ki, eğer Yahudi bir yurt zararlısıdır diye haykırmada birbiriyle
yarış ederlerse, kendilerini toplumun itibar yerlerine ve ısı kaynaklarına
yaklaştıran kutsal bir töreden geçmiş olurlar. Bu anlamda antisemitizmin insan
kurban edilen çağlardan bir şey sakladığı söylenebilir. Derin iç boşluklarını
sezen bu zavallılara antisemitizm ne de olsa çok yararlı olmaktadır. Bu sayede
onlar kendilerine bir tutku gölgesi sağlamış oluyor. Romantizm’den beri
tutkuyu kişilikle karıştırdığımızdan, bu ikinci elden antisemitler kolayca bir
savaşçı ünü kazanabiliyorlar. Dostlarımdan biri, bu konuda benimle görüşürken
sık sık onlara gelip birlikte yemek yiyen bir kuzeninden söz açardı. “Jules,
İngilizleri hiç sevmez” denirmiş onun yanında, biraz da aile gruruyla. Dostum,
kuzeni üstüne bundan başka bir şey söylendiğini de hatırlamıyordu. Jules ile
aile arasında sanki bir anlaşma varmış gibi, yanında hiç İngiliz lafı
edilmezmiş. Bu dikkat ve sakınma kuzeni garip bir hayat ışığıyla bezer, aile
üyelerinde, bir çeşit töreye katılmışçasına, ciddi ve tatlı bir duygu yaratırmış.
Bazı olağanüstü hallerde ve yerlerde birisi Büyük Britanya ya da sömürgeleri
üstüne dikkatle seçilmiş bir düşünce ortaya atar ve kuzen de öyle dehşetli bir
öfke gösterisine girişirmiş ki, o anda büyük bir yaşama hazzı duyar ve bütün
aile de bundan memnun olurmuş. Birçokları işte bu anlamda antisemitlerdir. Ama
tıpkı İngiliz düşmanlığı numarası yapan kuzen Jules gibi bunlar da
davranışlarının anlamı üstüne düşünmezler ve kendilerine bunun hesabını
vermezler. Eğer bilerek isteyerek hesaplayarak antisemit olanlar bulunmasaydı
bu yansıklar, bu yelde sallanan borular dünyada onu akıl edemezlerdi. Ne var
ki antisemitizm biyol bulunmuştur, onlar canla başla çalışıp antisemitizmi
yaşatacak, kuşaktan kuşağa aktaracaklardır. Artık antisemiti iyi anlıyoruz
sanırım. O tedirgin, korkulu bir adamdır: Kendinden, kendi istem özgürlüğünden,
içgüdülerinden, sorumlu olmaktan, yalnızlıktan, her türlü değişiklikten,
dünyadan ve insanlardan, kısacası her şeyden korkar, yalnız Yahudiden
korkmaz!.. O gizli bir korkak, öldürme tutkusunu altbilince itmiş bir
öldürgendir. Ya imgesel (sembolik) olarak öldürecek ya da kalabalık içinde kim
vurduya getirerek öldürecektir. Bir hoşnutsuzdur, hatta bir isyancıdır, ama
davranışının sonuçlarından çekinerek kendini tutar. Antisemit olmakla bir
düşünce, bir görüş benimsemiş olmaz, yaptığı yalnızca bir kendini
belirlemektir. O kendi “Ben”i için kayanın nüfuz edilmezliğini, subayın emrini
yerine getiren bir erin sorumsuzluğunu seçmiştir. Ne var ki onun komutanı,
buyuranı yoktur. O kendi çabasıyla bir şey elde etmek istemiyor, her şeyi
doğuştan hazır bulmak istiyor. Ona göre iyi, standart mal gibi hazır ve her
kuşkunun üstünde olmalı, ellenmez ve yoklanmaz olmalı. Belki
beğenmeyip başka bir iyi aramak zorunda kalırım korkusuyla başını kaldırıp ona
bakmaz bile. Bu tip insan için Yahudi yalnız bir bahanedir, zenci ya da Çinli
başka yerde aynı rolü oynar. Yahudinin antisemite başlıca yararlığı onun
tedirgisini daha doğarken boğmaktır, o bunu dünyadaki yerinin, kendisi daha ana
karamda iken hazırlanmış olduğuna, o yeri almaktan kendisini hiçbir şeyin
alıkoyamayacağma inanarak sağlar. Bir tek sözle;
antisemitizm insan olmak korkusudur, diyebiliriz. Antisemit kaya gibi
vurdumduymaz, sel gibi sürükler, yıldırım gibi yakıcı olmak ister. Evet, her
şey olur, elverir ki insan olmasın! O insan türünün soylu bir dölü değildir!
Ne de olsa Yahudilerin bir dostu
vardır toplumda: Demokrat.
Ama zavallı bir savurgandır. O bütün insanların hak eşitliğini ilan etmiş,
hatta inan hakları birliğini kurmuştur; kurmuştur ama çıkardığı bildiriler
onun durumundaki güçsüzlüğü belirtmekten başka bir işe yaramamıştır.
18.
Yüzyılda analitik ruha kendini kaptırdığından bu yana demokratın gözü tarihin
sentetik olaylarına karşı kör olmuştur. O ne Yahudi, ne Arap, ne zenci, hatta
ne burjuva ve iş tanır; ona göre her zaman ve her yerde özdeş kalan tek bir insanoğlu
vardır. Bütün toplumları yalnız bireylerden yapılmış sayar, tıpkı cisimlerin
moleküllerden yapılmış olması gibi. Bireyden anladığı da, insan doğasının genel
çizgilerinden oluşan kendine özgü bir gelişim, bir kişileşim’dir. Bundan ötürü,
demokratla Yahudi ne kadar konuşsalar, söyleşseler anlaşamazlar, aynı şeyden
söz ettiklerini sanırlar, ama değildir.
Antisemit, Yahudinin cimriliğini
mi kargıyor, demokrat hemen cömertlerin de bulunduğunu söyler.
Ne var ki antisemit öyle kolay inananlardan değildir, onun demek istediği bir
Yahudi cimriliğinin bulunduğudur, yani şu “Yahudi kişiliği” denilen sentetik
birliğin etkisiyle meydana gelen özel cimriliktir. O cimri Hıristiyanlar
bulunduğunu da bilir ve söyler, ancak bir Yahudinin cimriliği başka, bir Hıristiyanınki
yine başkadır. Demokrat için ise, böyle bir şey asla olamaz, onca cimrilik
bireyin karakter çizgileri arasında bulunan genel, değişmez bir nitelik olup,
her türlü koşullar altında hep aynı kalır. İnsan ya cimridir, ya değildir.
İşte o kadar! İki türlü cimrilik boş laftır. Demokrat, bilim adamının yaptığı
gibi tek insanı göremez, çünkü birey ona göre genel niteliklerin bir
toplamından başka bir şey değildir. Bundan şu sonuç çıkar ki, demokratın savunması Yahudiyi insan olarak
kurtarırken Yahudi olarak batırır.
Antisemitin
tersine, demokrat kendinden korkmaz, onun başlıca korkusu içinde silinmekten
çekindiği büyük yığın örgütlerdir. Analitik düşünmeye bağlılığı bu yüzdendir,
çünkü çözümcü kafa bu gibi sentetik şemaları görmez. Yahudide bir “Yahudi
bilinci”, yani ayrı bir İsrailoğulları topluluğu düşüncesi doğmasını hoşgörmez,
tıpkı işçide “sınıf bilinci” doğmasını istemediği gibi. Demokrat, elinden
gelse, herkesi yalnız kendisi olduğuna, yalnız kendisi için varolduğuna
inandırmak ister. Ona göre “Yahudi yoktur”, demek ki, bir “Yahudi Sorunu”da
yoktur. O Yahudiyi dininden, ailesinden, halkından kopararak demokratik ergitme
potasına atmak, oradan çıplak ve yalnız, bütün öteki insanlara eşit bireysel
bir varlık olarak çıkarmak gerektiğini düşünür: Amerika Birleşik
Devletleri’nde buna özümleme politikası adını vermişlerdir. Göç yasağı
koyan kanunlar bu politikanın suya düştüğünü gösterdiği gibi doğrusunu
isterseniz, bütün demokratik görüşün iflas ettiğini de ortaya koymuştur. Başka
nasıl olabilirdi ki? Gerçek bir Yahudi elbet İsrailoğlu olduğunda direnecek
ama bundan dolayı yüklenmiş olduğu ulusal ödevlerden de yan çizmeyecektir.
Yahudi için demokrat ile antisemit arasında bu bakımdan fark yoktur: Birisi
onu insan olarak yok edip yalnız Yahudi –parayı-alıkoymak isterken, öteki de
Yahudiyi yok edip onu yalnız insan olarak yani yurttaşlık ve insanlık haklarının
genel ve soyut öznesi olarak yaşatmak istemektedir.
En
liberal demokrat bile antisemitizmden büsbütün uzak değildir, çünkü Yahudi
kendini Yahudi olarak tanıyıp tanıtmaya cüret ediyor. Demokratın bu düşmanlığı
bir çeşit şen ve hoşgörülü ironide kendini belli eder: Sözgelimi Yahudiliği
kolayca fark edilen bir dosttan konuşulurken gülerek: “Yalnız pek Yahudidir
haa!” ya da: “Benim
Yahudilerde zoruma giden tek şey; sürüsel içgüdüleridir, birini işe almaya gör,
bütün manga ardından sökün eder” denir.
Alman
salgını sırasında demokratlar, Yahudi kovuşturmalarından nefretlerini
saklamıyorlar, ama ara sıra şöyle iç çekmekten de geri durmuyorlardı: “Yahudilerimiz
sürgünden öyle bir hınçla geri dönecekler ki, antisemitizmin yeniden
hortlamasından korkulur.” Asıl korktuğu ise kovuşturmaların Yahudide,
Yahudilik bilincini daha da keskinleştireceği düşüncesi idi. Antisemit
Yahudiye Yahudi olmasını çok görürken, demokrat onun kendini Yahudi olarak
tanımasını hoşgörmez. Yahudi böylece dostu ile düşmanı arasında eli böğründe
kalakalmıştır. Bana öyle gelir ki, Yahudi için kızartılmaktan haşlanmaktan
birini seçmekten başka yapacak şey yoktur!
Şimdi
bize şunu sormak düşüyor: Yahudi var mıdır/
Varsa nedir? Yahudi mi başta gelir, yoksa özümlenmesinde mi? En
nihayet, soruyu bir başka türlü koyup, başka bir çözüm yolu aranabilir mi?
Biz
bu noktada antisemitle birleşiyoruz: Her ikimiz de insan doğasına inanmıyor,
bir toplumu yalıtılmış ya da yalıtılabilir (tecrit) moleküllerin bir toplamı
olarak görmüyoruz. İnanıyoruz ki biyolojik, fizik ve sosyal olayları
bireşimsel (sentetik) bir ruhla kavramak gerekir. Bu bireşimsel görüş ya da
yöntemin uygulanmasına sıra geldiğinde yollarımız birdenbire ayrılıyor.
Biz
ekzistansiyalistler bir “Yahudi ilkesi” tanımayız, Maniheist değiliz, “Gerçek”
denilen Fransızın, atalarının deneylerinden ya da geleneklerinden öyle
emeksizce yararlanabileceğine de inanmıyoruz. Fizik niteliklerin kalıtım
(irsiyet) yoluyla geçtiğinden çok şüpheliyiz, etnolojik terimleri ancak elde
bilimsel belgeler bulunduğu yerlerde kullanırız: Yani Biyoloji ve Patolojide.
Bize göre insan her şeyden önce “durumu” ile belirlenen bir varlıktır;
biyolojik, ekonomik, politik, kültürel... v.b... durumlarıyla bireşimsel bir bütün
oluşturur. İnsan üstüne yargı verirken durumunu gözönünde bulundurmak
şarttır, çünkü olanaklarını belirleyen, onu biçimleyen bu durumdur. Ama öte
yandan tutum ve davranışlarıyla o duruma anlam kazandıran da kendisidir.
Belirli
bir durumda bulunmak demek bizce o durumu seçmek demektir. İnsanlar
durumlarına ve bu durumlar karşısındaki tutumlarına göre, birbirinden ayırt
edilir. İnsanlarda ortak olan belirli bir töz, bir nitelik değil, belirli
yaşama koşulları, yani bir sıra engeller (yasaklar) ve buyruklar toplamıdır:
Ölmek zorunu, yaşamaya çalışmak zorunu, başkalarıyla paylaşa oturduğu bir
dünyada onlarla düşüp kalkma zorunu gibi. İnsanın durumu denilen şey aslında
işte bu koşullardır. Ya da bir başka türlü söylemek istenirse, bütün durumlarda
özdeş olan soyut ayırmaçların tümüdür. Bu halde, Yahudiyi
bütün başkaları gibi bir insan sayan demokrat haklıdır. Ancak bu yargı bana,
Yahudinin de başkaları gibi hem sert, hem bağımlı olduğunu, ana-babadan doğup,
acı tatlı günler gördüğünü sevip nefret ettiğini ve nihayet ölüp gittiğim
söylemekten daha çok bir şey öğretmez. Bu
pek genel ve bayağı bilgiler başka ne öğretebilirdi ki zaten? “Yahudi”nin kim
olduğunu öğrenmek istersem onun bir insan olarak içinde bulunduğu durumu daha
yakından tanımalıyım. Burada hemen şunu söylemeliyim ki, konumuz bütün dünya
Yahudileri değil, yalnız Fransız Yahudileridir. Bir Yahudi ırkı bulunduğu
doğrudur. Ama birbirimizi iyi anlayalım: Eğer ırk kavramından şu tensel
(somatik), tinsel (ahlaksal ve zihinsel) niteliklerin rastgele karıştığı “Türlü
Yemeği” kastediliyorsa ben böyle bir şeye inanmam. Benim faute de mieux;( Sıkışınca,
daha iyisi olmadığı için) etnolojik nitelikler demek istediğim daha çok Yahudilerde
görülen kalıtsal beden biçimleridir. Ama bunda da çekinceli olmak, daha
iyisi, tek bir Yahudi ırkından değil, Yahudi ırklarından söz açmaktadır. Bilindiği üzere, bütün Semitler
Yahudi değildir. Böyle oluşu sorunu büsbütün karıştırıyor. Öyle sarışın
Rus Yahudileri var ki, kıvırcık saçlı bir Cezayirli Yahudiden daha çok Doğu
Prusyalı bir “Arya”ya benzer. Gerçekte her ülkenin Yahudisi ayrıdır. Biz
Fransızların İsrailoğlu üstüne kafamıza yerleştirdiğimiz tasarım (hayal)
komşularımızınkine hiç uymaz.
Nazi
rejiminin ilk zamanlarında Berlin’de bulunduğum sıralarda yanımda iki Fransız
dostum vardı: Bunlardan biri Yahudi idi ve tam Yahudi tipinde bir görünüşü
vardı: Eğri burun, yaprak kulaklar, kaim dudaklar... Bir Fransız onu ilk
bakışta Yahudi olarak tanırdı. Ama o hem sarışın ve ince uzun boylu, hem de
telaşsız tavırlı olduğundan, Almanlar, Yahudiliğini sezemiyorlardı. O da ara
sıra SS’lerle dolaşmak ve birlikte kır gezintisi yapmakla eğleniyordu. Bir gün
SS’lerden biri ona, Yahudiyi yüz metre uzaktan görse hemen tanıyacağını
söyleyerek, onu bıyık altından güldürmüştü. Öteki dostum ise Korsikalı eski bir
Katolik ailedendi. Kara ve hafif kıvırcık saçları vardı, kısa boylu ve şişmandı.
Sokak çocukları onu gördükçe: “Jud, Jud!” diye bağırırlar ve arkasından taş
atarlardı, çünkü belli bir doğulu Yahudi tipini andırıyordu ve Almanların
Yahudi tasarımlarına uyuyordu.
Üstelik
diyelim ki bütün Yahudilerde belirli ortak beden çizgileri vardır. Bu onların
aynı karakter çizgilerine sahip olduklarını -birkaç dayanıksız karşılaştırma
bir yana bırakılırsa tanıtlamaya yeter mi? Kaldı ki saptanabilir semitik tip
özellikleri birbirine bağlı da değildir. Bu fizik beden ayırmaçlarını ayrı
ayrı bir “Arya”da da bulmak kaabildir. Böyledir diye o aryanın, aynı bedensel
özelliğe uyan, Yahudiliğe özgü, ruh niteliğine sahip olması gerekir mi? Elbet
hayır, değil mi? Öyleyse ırk temeline dayanmak
isteyen bütün teoriler boştur. İlk teorisi Yahudinin bölünmez bir bütün olduğu
varsayımından kalktığı halde, ondan her parçası kendi yerinden kaldırılıp bir
başka yere konabilen, bir mozaik meydana getirmektedir.
Oysa ne fizikten psişiğe sonuç lama olabilir, ne de psiko-fızyolojik koşutluk
vardır. Somatik yapı çizgilerini “toptan” almak gerektiğini söyleyeceklere
cevabım şuuur: Bu “Toptanlık” ya etnolojik çizgilerin bir toplamıdır, ki asla
tam bir psişik senteze eşdeğer olamaz, bir küme beyin hücresinin bir düşünceye
uyduğunu söylemekten daha çok değer taşımaz, ya da Yahudilerin fizik
görünüşlerinden söz ederken beden ve ruh özelliklerini ancak sezgi yoluyla
kavranabilen bir bütün halinde kaynaştırmak murat ediliyor demektir. O zaman
ortaya Kohler anlayışında bir “Geştalt” çıkar. Antisemitler bir Yahudiyi
“korkusundan” bildiklerini söylerken ya da Yahudiler için özel bir “korkma yetisi”
taşıdıklarım iddia ederken bunu kastediyor olmalılar... Ne var ki bedensel
elemanları ilgili ruhsal elemanlardan ayrıca gözlemleyip incelemek mümkün
değildir.
İşte
orada, Rue des Rosier’de evinin eşiğine oturmuş bir Yahudi görüyorsunuz. İlk
bakışta, ben onun Yahudiliğini okuyorum: Kara kıvırcık sakalı, eğrice burnu,
yaprak kulakları, demir çerçeveli gözlüğü, gözlerine inen kalıplı şapkası,
sinirli ve telaşlı jestleri tuhaf bir şekilde acı ve iyicil bir gülümseyişi
var. Belli ki adamda bedensel ve ruhsal elemanlar kopmaz şekilde birleşmiştir.
Sakalı kara ve kıvırcıktır, dedik, doğru, bu bir bedensel ayırmaçtır; ama beni
asıl şaşırtan, adamın bu sakalı isteyerek bırakmasıdır. Bununla açıkça demek
istiyor ki; o Polonyadan gelen ilk göçmen kuşağındandır ve Yahudi topluluğunun
geleneklerine bağlı kalmak niyetindedir. Sakalını tıraş eden oğlu sanki ondan
daha mı az Yahudi? Öteki beden çizgileri, burun biçimi, yaprak kulakları.,
v.s. salt anatomik özelliklerdir. Ama kılık ve gözlük, yaz mimikleri, jestler gibi
zihinsel ve toplumsal olanlar da vardır. Yahudiyi ayırmaçlayan bütün o
bedensel, zihinsel, dinsel, toplumsal ve kişisel özelliklerin bölünmez tümü
değilse; evet, elbet kalıtsal olmayan ve aslında yalnız tek bir kişi ile tüm
özdeş bulunan bu canlı sentez değilse, başka ne olabilir? Biz Yahudinin
bedensel ve kalıtsal ayırmaçlarını onun durumunun etmenlerinden ancak biri
olarak görüyoruz, ama doğasının bir temel koşulu olarak değil! Yahudiyi ırkıyla
belirlemek olamayınca, şu halde onu dini inancı ile ya da salt Yahudi ulusal
topluluğuna bağlı oluşuyla belirlemekten başka çaremiz yoktur. îşte burada iş
daha çok çatallaşıp karmaşık hale giriyor.
Çok
eski bir çağda şüphesiz İsrail denilen bir dinsel ve budunsal topluluk
vardı. Ama bu topluluğun tarihi iki bin beş yüz yıldan beri süregelen bir
çözülme ve dağılma tarihi olmuştur. O ilkin egemenliğini yitirdi, sonra başına
Babil tutsaklığı geldi, arkasından Fars boyunduruğu, en sonunda da Roma salgını
çattı. Bu serüvende bir “kargınmışlık” görmek coğrafık kargınmışlıklar
olabileceğini kabul etmekten farklı değildir. Oysa, Filistin’in durumu, antik
ticaret yollarının kesiştiği yerde, iki güçlü Cihan devletinin arasında
sıkışmış bulunması o sürekli kamulaştırma olayını yetesiye açıklar. Dağılan
Yahudilerle anayurtta kalanlar arasındaki dinsel bağ, biricik olanaklı bağ
olarak gittikçe kuvvetlendi ve başka yerlerdeki ulusal bağların yerini tuttu.
Ama bu “aktarım” ortak bağların bir tinselleşip zihinleşmesi, dolayısıyla
soyutlaşması demekti. Nitekim çok geçmeden Hıristiyanlık gelip Yahudiler arası
ayrılığı, kopuşukluğu tamamladı. Yeni dinin ortaya çıkması Yahudi dünyasının en
ağır bunalımını doğurdu, yerli Yahudilerle dağılmış olanlar arasında keskin bir
çatışma yarattı. İlk çıkışından beri Hıristiyanlığın gösterdiği dev gücü
karşısında Musa peygamberin dini zayıf düşüyor, çözülüp dağılmaya mahkum
görünüyordu. O yalnız karmaşık bir hoşgörü politikasıyla ve inatla
tutunabilmekte idi. Ortaçağın bütün Yahudi kovuşturmalarına ve
tedirginliklerine dayandı, ama Aydınlık çağının ve eleştiri ruhunun
baskısına pek dayanamadı. Bizim çevremizin Yahudileri dinlerine artık yalnız
töre saygısıyla ya da topluluğun hatırı için riayet ediyorlar. Dostlarımdan
birine oğlunu niçin sünnet ettirdiğini sorduğumda, “Annemin hatırı için bir,
bir de temizlik olsun diye” şeklinde cevap verdi, -Peki anneniz bu işe neden
önem veriyor? Dostları ile komşularından çekindiğinden dolayı.
Bana
öyle geliyor ki, ama, bu pek ayık ve soğuk açıklamalar geleneklere sarılmak,
ulusal bir geçmişin yokluğu dolayısıyla törelerle göreneklerin geçmişinde kök
salmak yolunda duyulan bulanık ve derin ihtiyacı örtmek için yapılmaktadır. Bu
bakımdan din en elverişli imgesel araç olsa gerektir. Musevilik, hiç değilse
Avrupa’da, rasyonalizm ile Hıristiyanlık ruhunun ortaklaşa saldırısına
dayanamamıştır. Düşüncelerini sorduğum ateist Yahudiler, Tanrı konusu üstüne
tartışmalara daha çok Hıristiyanlığı göz önünde tutarak katıldıklarını
söylediler. Saldırdıkları, kendilerini baskısından kurtarmak istedikleri,
Hıristiyanlıktır. Onların Tanrıtanımazlığı ile, Katolikten “kopmak”
istediğini söyleyen Martin du Gard’ınki arasında fark yoktur. Yahudi aydınları asla “Tevrat’a
karşı” ateist değildirler, kötüleyip horladıkları din adamı da haham değil
rahiptir. Buna göre, sorunun verileri şöyle özetlenebilir: Tarihsel bir
topluluk ilkin ulusal ve dinseldir, ama ilkin hem öyle hem böyle olan Yahudi
topluluğu giderek somut özelliklerini yitirmiştir. Dağılmaları ortaklaşa
geleneklerin çözülmesini doğurduğu gibi, iki bin yıllık göçebelik ve güçsüzlük
onları bir tarih geçmişinden de yoksun kılmıştır. Hegel’in dediği gibi, eğer
bir topluluk tarihini hatırladığı ölçüde tarihsel ise denilebilir ki, Yahudi
topluluğu en az tarihsel topluluktur. Çünkü, o ardında yalnız sürekli bir ezgi,
uzun bir eylemsizlik çağı bırakmıştır. O halde, Yahudi topluluğuna bir birlik
görünüşü kazandıran nedir? Bu soruyu yanıtlamak için yine Durum
kavramına el atmak zorundayız. İsrailoğullarını birleştiren ne varsa, eğer
hepsi aynı adı özellikte bir “Yahudilik durumunda” yaşamaları, yani kendilerini
Yahudiliğe mıhlayıp damgalayan bir ortamda yaşamak zorunda bulunmalarıdır.
Yahudiler bütün çağdaş uluslarca özümlemeye hazır ve elverişli iken salt
istenmemeleri yüzünden Yahudi kalmış bir halk olarak tanımlanabilir. İsa Peygamberin
öldürülmüş olmasının günahı ta baştan beri Yahudinin omuzuna yüklenmiş ağır
bir yüktür. (Oysa, dağılış zamanlarında Hıristiyanlarca uydurulmuş ve giderek
inanılmış masallardan başka bir şey yoktur. Bilindiği gibi çarmıha germe
Romalıların idam usullerinden biri idi ve İsa bir siyasal asi olarak
öldürülmüştü.) Sorun duygusu mantık öncesi çağlardan kalmış bir toplumun
anlayışına göre öldürenle öldürülenin soyundan olmak arasında ayrım yoktur,
yani ikisi de kargınmış (lanetlenmiş) sayılır. Ne de olsa bu, günümüzün
antisemitizmini açıklamaya yetmez, bugün antisemit Yahudiyi, dinsel buğuzun
desteklediği, bir kin konusu olarak seçmiştir. Bu buğuz ve tiksinti ilgi çekici
bir ekonomik olguya kaynaklık etmiştir: Kilise Ortaçağda Yahudileri zorla
özümlemeye çalışacak yerde, -ya da yok edecek yerde-göz yummuş, katlamış ise
bunun da nedeni onların çok önemli bir ekonomik görev yüklenmiş olmalarıdır.
Ortada yine ancak kargınmışlarca yapılması gereken kargınmış bir uğraş vardı:
Para alışverişleri. Bir Hıristiyan, kendini lekelemeden bu işle
uğraşmayacağından, toprağı olmayan, askerlik hizmetinden uzak tutulan Yahudi
için para ticareti biçilmiş kaftandı. Böylece eski dinsel kargışa, yeni bir
ekonomik kargış katılmış, günümüze dek gelen bir çifte lanet halkası olarak
Yahudinin omuzunda asılı kalmıştı. Üretimsel olmayan bir işle uğraşmayı
Yahudinin başına kakınç edenler unutuyorlar ki, kendisine toplum içinde sözde
bağımsızlık sağlayan bu işe onu zorla sokanlar kendi öz atalarıdır. Bütün
kapıları Yahudinin yüzüne kapatarak! Hıristiyanlar, Yahudiyi kendileri
yaratmıştır, demekte hiç abartma yoktur, çünkü onu, özümlemekten ansızın
vazgeçip, giderek büyük ustalık kazanımları pek doğal olan bir göreve iradesi
dışında onlar yöneltmişlerdir. Kaldı ki, bugün bu gerçekten ortada kalan
bir anıdan başka bir şey değildir, ekonomik görevlerde ayrımlaşma artık
öylesine ilerlemiştir ki Yahudilere herhangi özel bir uğraşı alanı kalmamıştır.
Artık olsa olsa şöyle denebilir: Belirli alanlarda uzun süre alışıklık ve
uzmanlık kazanan Yahudiler, sonra kendilerine de açılan bazı iş kollarına
heves etmemişlerdir. Ne de olsa çağdaş toplumlar, eski anıları unutmuyor,
onları bugünkü antisemitizmleri için kullanıp değerlendiriyorlar.
Bugünkü
Yahudinin ne olduğunu anlamak için asıl Hıristiyan vicdanı sorguya
çekilmelidir. Ama soru “Yahudi nedir” şeklinde değil de “Yahudiden sen ne
yaptın” şeklinde olmalıdır.
Gerçek
odur ki, Yahudi onu Yahudi sayan insanların bir yaratmasıdır. Çıkış yapılması
gereken yalınç gerçek işte budur. Antisemite demokratın dediği bu anlamda çok
doğrudur: Yahudiyi yapan yalnız antisemitizmdir! Ne de olsa Yahudiye karşı beslenen bu kuşkuyu, gözetleme
merakını, o maskeli düşmanlığı tek tek bağnazların arasıra yaptıkları
taşkınlıklara vermek elbet doğru değildir. Antisemitizm buraya kadar
açıkladığımız gibi her şeyden önce, hukuk devletinin bağrında gizlice yaşayan
ilkel, kör ve karanlık bir topluluğun bir tepkisi, bir belirtisidir. Böyle olduğundan
dolayı da onu büyük sözler ve jestlerle, öğütler ve uyarmalarla yenmek, yok
etmek oluşlu değildir. Bu, neye benzer bilir misiniz? Korkunç sonuçlarını bir
kitapta toplayıp insanlara okutunca savaşın ortadan kalkacağını sanmaya...
Yahudi,
kendisine gösterilen yakınlığın, duygudaşlığın değerini bilir. Bilir ya, yine
de antisemitizmin, içinde yaşadığı ülkenin tamamlayıcı bir parçası olduğunu
hiç unutmaz. Pek iyi bilir ki demokratlar ve bütün öteki savunucuları
gerçekte antisemitizmi yok etmek niyetinde değildirler. İlkin, düşünce
özgürlüğüne saygı besleyen bir toplumda bir cumhuriyette yaşıyoruz; sonra
kutsal birlik (Union Sacree) miti Fransızları hâlâ öyle etkiliyor ki -hele uluslararası
bunalımlar sırasında azgınlığı artan antisemitizme alabildiğine ödün vermekten
geri durmuyor. Böyle ödün vermek yatkınlığı gösterenler elbet yalnız iyi
niyetli ve iyi yürekli demokratlardır, yoksa antisemit daima durduğu noktadan
ayak bile sekitmez. O bir bağnazın bütün avantalarından yararlanır. “Onu
kızdırmayalım, kışkırtmayalım” derler, yanında yüksek sesle konuşmaktan
sıkınırlar.
1940’ta
birçok Fransızlar, belli art düşüncelerle, Birlik (Union) öğüdü veren Petain’in
hükümeti başına toplanmışlardı. Sonra bu hükümet, aritisemitik tedbirler
almaya başlayınca iyi niyetli “petainist”ler ses çıkarmadılar. İçlerinden
biraz tedirgin olsalar bile, ne yapabilirlerdi? Eğer Fransa birkaç Yahudi
kurban ederek kurtalacaksa, buna göz yummak daha iyi değil miydi? Onlar
antisemit değillerdi, -hayır, haşa!...rastladıkları Yahudilere selam verip
konuşuyorlardı bile! Acılarını ve üzüntülerini paylaşıyorlardı bile! Ama bu
Yahudilerden birleşik ve ataerkil (patriarkal) bir Fransa düzenleme hayali
uğruna kendi hayat ve kederlerinin feda edildiğini anlamamaları beklenir miydi?
Almanların yırtıcı pençelerinden ya da ölüm kamplarından nasılsa kurtulanlar
şimdi Fransa’ya dönüyorlar (Yazı 1944’te çıkmıştır.) Çokları ta baştan beri
direnmeci (resistantes) idiler, birçoklarının Leclerc ordusunda oğulları,
kuzenleri vardı. Şu anda Fransa coşkunluk içinde, sokaklarda kucaklaşıyor, kardeşlik
antları içiliyor. Sınır kavgası bile şu anda unutulmuştur. Gazeteler harp
tutsakları ile sürgünler üstüne sütunlar dolduruyorlar. Peki, niçin hiç
Yahudilerden söz eden yok? Kurtulup yurda dönen Yahudiler, kutlanacak nu?
Lublin gaz odalarında can verenler anılacak mı? Günlük gazetelerimizde bu konu
ile ilgili bir satır bile görülmüyor! Sebebini sorsanız, antisemitleri
kızdırmamak için, derler; oysa Fransa’nın şimdi her zamandan çok birliğe
ihtiyacı var, derler. “Şimdi
kendilerinden söz edilmemesi Yahudilerin de hayrına olur. Fransız toplumu dört
yıl onlarsız yaşardı, onların yine içimize dönüşünü göze çarpacak biçimde belirtmek
doğru olmaz!” İyi
niyetli gazetecilerimiz işte böyle düşünür.
Sanır
mısınız ki, gerçek durum üstüne Yahudiler düşünüp taşınmaz? Sanır mısınız ki,
bu susuşun sebebini onlar anlamaz? Bu tutumu beğenerek “bizden ne kerte az konuşulursa
o kerte iyi olur” diye düşünenler yok değildir. Ama
bu sözdeki burukluğu, acılığı, kendini bilen, ırkına ve inancına güvenen bir
Fransız sezebilir mi? İnsanın böyle bir feragat felsefesine, bir saklambaç
politikasına varması için anayurdunda yıllar yılı düşmanlık sezmesi, her an
uyanık kötü niyetin delillerini görmesi, daima sataşıp saldırmaya hazır bir
sözde kayıtsızlık ile karşılaşması gerekir. Yahudiler yurda gizlice dönüyor,
ulusal kurtuluşun sevincini herkesle birlikte yaşayamıyorlar, ne acı! Ben
“Letres Française”de şöyle, fazla bir şey düşünmeden, harp tutsaklarının,
sürgünlerin, politik tutuklularm ve Yahudilerin acıları üstüne birkaç satır
yazdım diye bazı Yahudilerden dokunaklı teşekkür sözleri duydum. Bir yazar
yalnız Yahudi adını andı diye ona böylesine sıcak minnet duymaları için ne
yaman bir yalnızlık, bir kimsesizlik duygusu içinde yaşamalı bu adamlar?
Besbelli ki, Yahudi onu ille de Yahudi sayan bir toplumda belirlenmiş
(koşullanmış) bir “Yahudi durumunda” bulunmaktadır.
Yahudinin
bağnaz düşmanları, ılıman savunucuları vardır. Demokrat ılımanlığı kendine bir
meslek yapmıştır, uyarır, çıkışır, ama havra yakanlara hiç dokunmaz. Yürekten
hoşgörülür, hoşgörülüğü snopluk (züppe) derecesindedir, demokrasi düşmanlarını
bile içine alacak kadar geniştir.
Mauras’nın
neredeyse bir deha sayılması bu bakımdan ilgi çekicidir. Demokrat antisemite
karşı hoşgörüden ayrılmaz, çünkü kendi kuyusunu kazanlara bir çeşit hayranlık
duyar. Belki kendi elinden gelmeye zorbalığa, güç gösterisine karşı bir zaafı,
bir özlemi vardır.
Üstelik
bu eşit olmayan güçlerin bir karşılanmasıdır. Demokratın Yahudi haklarını daha
sıcakça savunması için, onun da maniheist olması ve Yahudiyi iyilik ilkesi
olarak kabul etmesi gerekirdi. Bu nasıl olabilirdi? Demokrat aklına
kaçırmamıştı ya. O Yahudinin avukatlığını yapıyorsa, bunu onda insanlığın bir
parçasını gördüğü için yapıyordu; ama insanlığın aynı şekilde savunulması
gereken başka parçaları da vardı. O vakit buldukça Yahudi davasıyla uğraşırdı,
oysa antisemit tek bir düşman tanıyordu, bütün gücünü onun üstünde
toplayabildi. Onun üstünlüğünü sağlayan bu idi. Azgınca saldıran ve gevşekçe
savunulan Yahudi antisemitizmi her an canlandırıp ayaklandırması mümkün bir
toplumda yaşamak zorundadır. Daha yakından yapacağımız gözlemlerde bu çıkış
noktasını hiç gözden ırak etmeyelim. Fransız Yahudilerinin çokluğu küçük,
büyük burjuvalardan bileşiktir. Bunların işlerini, uğraşlarım ben “iyi ünlü”
diye niteleyeceğim, çünkü başarı denilen şey, kişisel ustalık ve
beceriklilikten daha çok kazanılan üne, başkasının o adamla ilgili
düşüncelerine bağlıdır. Avukat, ya hazır elbise tüccarı mısınız, müşteriniz
ancak hoşa gittiğiniz, beğenildiğiniz oranda bol olur. Demek ki bu meslekler,
yol, yordam bilmek ister. Kandırmak, yaltaklanmak, sempati ve güven kazanmayı
gerektiriyor. Giyim kuşamda kusursuzluk, onurlu ve kibar görünüş, müşterileri
çeken sayısız gösterişler ve oyunlar arasında bulunur. Hepsinin başında adı
iyiye çıkmış olmak gelir. İyi ad da, ancak iyilik ederek kazanılır. Demek ki
adı geçen işlerde başarının koşulu, insanlarla düşüp kalkmada başarı
kazanmaktır. Yalnız toprağıyla uğraşan köylü ile yalnız elindeki madde ile uğraşan
işçinin bu gibi hünerlere ihtiyacı yoktur. Yahudi, böylece kendini çelişik bir
duruma sokmaktadır: Herhangi başka bir ad yapıyor, ama bu iyi ad ya da ün,
baştan beri taşıdığı ve ne yapsa silkip atamayacağı kötü Yahudilik ünüyle çatışıyor.
Maden ocağında, arabası üstünde, döküm evinde çalışan bir işçi Yahudiliğini
kolayca unutabilir, ama bir Yahudi tüccar bunu dünyada unutamaz! O
dürüstlüğün, elçiliğinin, binbir kanıtını verse, ağzıyla kuş tutsa, yine ancak
ve yalnız “iyi bir Yahudi” ünü kazanabilir. O
Yahudidir ve Yahudi kalacaktır. Yahudi, namuslu, namussuz diye anıldığını
duyunca, bunun ne demeye geldiğini, övülme ya da yerilmeye hangi tutum ve
davranışlara borçlu olduğunu çok iyi bilir ve hatırlar, ama ona sadece Yahudi
dedikleri zaman bu belli bir durum değil, yaptığı ve yapmadığı her şeye yapışık
olan belirli bir tutumdur. Ona durmadan telkin edilmiştir ki, bir Yahudi daima
Yahudice düşünür, uyur, yer içer. O dürüst ise Yahudice dürüst, dolandırıcı ise yine Yahudice
dolandırıcıdır.
Ne var ki Yahudi ne kadar arasa ve denese davranışlarında, dendiği gibi bir
özellik bulamaz. Biz kendimiz yaşayışımızın biçimini bilir miyiz? Bilemeyiz,
çünkü nesnel bir gözlem yapamayacak kadar kendi kendimizle karışmışızdır. Ama
Yahudi için durum aynı değildir: Bir gün ansızın kafasına yerleşiveren
“Yahudi” sözcüğü bir daha oradan çıkmaz. Kimi çocuklar, ilkokul sıralarında
kendilerini yumrukla bu damgadan korumaya çalışırlar, çünkü “Yahudi suratlı”
sövüntüsünü duyunca deliye dönerler. Ne fayda, ırklarını daha ne süre
bilmezlikten gelebilirler? Tanıdığım ailelerden birinde bir kız çocuğu on beş
yaşına dek Yahudi sözcüğünün anlamını öğrenmemişti: Fontenblö’lü bir hekim,
düşman yaygını sırasında torunlarını kökleri, asılları üstüne hiçbir şey
öğretmeden büyütmeyi becermişti. Ama ne yazık ki, bir gün acı gerçeği onlar da
öğreneceklerdi. Kimi zaman çevrelerinde gördükleri anlamlı bir gülümseme buna
yeter, olmazsa bir tepeden bakış ya da bir dedikodu bütün kuşkuları dağıtırdı.
Bu öğreniş ne denli geç olursa çok tabii o denli yeğin olurdu! Ansızın
anlarlardı ki onlar üstüne kendilerinin bilmediği bir şey bilinmektedir, evde
duymadıkları bir sıfatla anılmaktadırlar. Birden bire kendilerini alargada
bulur, çocuk toplumundan dışarı atıldıklarını hissederler. Oysa öteki çocuklar
rahatça birbiriyle düşüp kalkmaya devam eder, özel adlarından başka ayrı Mr
lakap ya da sıfat kullanmazlar. Kafaları allak bullak olan bu yavrular
evlerine dönünce babalarının yüzüne dikkatle bakar ve düşünürler:
“Demek bu da bir Yahudi!” ve
bütün baba saygıları uçar gider. Bu çocuklar, ömürleri boyuca o ilk bilinç
şokunun etkisini duyar, silinmez bir şekilde damgalandıklarını düşünürlerse
buna şaşılır mı? Ana-babasının cinsel ilişkisini ansızın öğrenen çocuğun tepki
ve sapkıları üstüne çok şey söylenmiş ve sayısız örnekler gösterilmiştir.
Ana-babasını dikkatle süzüp ilk defa, “Aa! Bunlar Yahudi imiş!” diyen
mini-mini bir yavruda benzer tepki ve sapkılar olmaz mı? Ona Yahudi olmanın
ayıp olmadığını, o sıfatla övünmesi gerektiği söylenir şüphesiz, ama çocuk
artık neye inanacağını şaşırmıştır, küçümsenip horlanma korkusuyla, övünüp
gönenme isteği arasında bocalamaya başlar. Sapada kaldığını görür, nedenine
aklı ermez; çalışıp çabalar, ama ne yapsa başkasının gözünde Yahudilik barajım
aşmadığını, aşamayacağına inanmak zorunda kalır.
Alman
hükümetinin; Yahudileri, “sarı yıldız” takmaya zorlaması halkta haklı bir öfke
ve tiksinti yarattı. Bu tedbir, Yahudi denilen insanı hor bakışlara çıplakça
sunmak, türlü anlamlara gelen bakışların kurşunlarıyla delik deşik ederek
kanlarım içlerine akıtmak demekti. Fransız toplumunda bu öylesine bir tepki
yarattı ki o zavallı damgalılara duygudaşlık gösterebilmek için elden gelen
yapılıyordu. Ama iyi niyetli yurttaşlardan gördükleri aşırı iltifatlar, kolboyu
şapka çıkarmalar onu daha çok sıkıyor, ağlamaklı ediyordu. Hele yaşlı gözlerin
patetik bakışları altında büsbütün eziliyor, kendilerini açınılan sakat
yaratıkları gibi hissederek kahroluyorlardı. Acınma konusu olmak çoklarının
sandığından daha yaralayıcıdır. Yahudilere düşen rol, bu erdemli liberal
yurttaşlara bir şekilde kendilerini göstermek fırsatı vermekten ibaretti, yüce
duyguların türlü jestler ve mimiklerle gösterilmesine vesile olmaktı.
Liberaller ise hürdü, isterlerse Yahudinin elini sıkar, isterlerse suratına
bir tükürük atabilirlerdi. Ahlaklarına, kendilerine seçtikleri yola göre
bir karar verirlerdi. Ama Yahudi, Yahudi olup olmamakta serbest değildi. Güçlü
karakter sahibi Yahudiler için kin ve tiksinme belirtileri görmek, iyilik ve
acınma işleri görmekten yeğdi. Çünkü kin, çoğun bilinçsiz bir tutku olduğu
halde iyilik ve acınma bilerek ve “lütfen” yapılan bir gösteridir. Biz, bu
psikolojik halleri öyle iyi biliyorduk ki, yıldızlı Yahudilere rastladıkça
başımızı çevirmeyi yeğ bulurduk. Onlara değen bakışlarımızdan utanıyorduk, çünkü
biz istemesek de bu bakışlar onları yine de damgalamaktan geri kalmıyordu.
Yapılacak en dostça hareket hiçbir şey görmüyormuş gibi davranmaktı. Yalnız
insana yaklaşmak için ne yapsak yine Yahudi ile karşılaşıyorduk.
NAZİ
buyruklarının, aslında önceden var olan, bir durumu daha çok belirtmekten,
gerçekte kendimize tamamıyla uyan bir davranışı resmileştirmekten başka bir şey
yapmadığını bilmiyor muyduk sanki? 1940 Yahudisi gerçek yıldızlı değildi. Ama
adıyla, yüzü ve jestleriyle, daha bilmem kaç çeşit özellikleriyle kendini
Yahudi olarak tanıtıyordu, sokakta dolaşır bir kahve, salon ya da tecimevine
girerken Yahudi olarak tanılıp damgalandığını hemen hissetmiyor muydu? İçten ve
sevimli jestlerle karşılansalar bile, yine bir hoşgörü gösterisine vesile
yapıldığını biliyor, tanıdığının bu vesile ile çevresindekilere şöyle demek
istediğini seziyordu: Ben öyle küçümen, dar kafalı adam değilim, geniş bir
görüş ufkum var, antisemit değilim, ben insanlarda yalnız insanı görürüm,
ırklarına bakmam.
Yahudinin
kendine gelince, o her şeye karşın kendini bütün öteki insanlardan aşağı
görmez. Düşünür ki, o da aynı dili konuşmakta, aynı ulusal emelleri besleyip
aynı sınıf çıkarlarına hizmet etmekte, herkesle birlikte seçimlere katılıp
aynı gazeteleri okumakta, aynı görüş ve düşünceleri anlamakta ve
paylaşmaktadır. Ama ona, iş aslında hiç de öyle değildir, sen de okur konuşur,
geçersin lâkin bütün bunları hep “Yahudice” yaparsın diyorlar. Ne demek Yahudice
yapmak diye soracak olsa alacağı cevap: “Hele dön de bir aynaya bak” olacaktır.
O da gerçekten dönüp aynaya bakar ve kendi hayalini tanır; tanır ya herkesin
onda varsaydığı “Yahudi niteliği”ni bir türlü göremez. Ne yapmalı öyleyse?
Daha sonra göreceğiz ki Yahudi tedirginliğinin kökü bir yanıtsız soruyu
durmadan tekrarlamasında, o belirsiz ama bildik, ama ele gelmez ama çok
yakındaki görüntü (fantom) ile hesaplaşıp, cenkleşip durmasındadır. Onu bir
musallat düş gibi habire kovalayan bu görüntü başkalarının önünde sezdiği kendi
hayalidir. Denecek ki bu hemen hepimiz için doğrudur, hepimizin kendi gözümüzden
kaçan, ama çevremizde yerleşmiş bir karakteri, bir tipi vardır. Evet öyledir, o
da yakın çevremizle ilişkilerimizin doğurduğu bir tasarımdan başka bir şey
değildir. İçinde yaşadığı toplumda, -hiç değilse normal zamanlarda yurttaşlık
haklarını serbestçe kullanabilmesi Yahudi için durumu daha da şaşırtıcı bir
hale koyar. Acısı kat kat artsa da bunalım zamanlarında kendini hiç değilse
elde silah savunabilir, “Efendi ile Köle” de Hegel’in anlattığı gibi diyalektik
bir tutumla baskıya karşı ayaklanarak özgürlüğünü yeniden kazanabilir,
kargınmış Yahudi doğmasını onu omuzuna yükleyenlere karşı silah gücüyle
yoksayabilir. Ama her şeyin susuk ve normal olduğu dönemlerde ne yapsın, kime
karşı ayaklansın? O zaman kendini çevreleyen toplumla uzaklaşmaktan,
törelerine uyup, partilerine karışmaktan başka çıkar yolu yoktur. Artık o da
herkesle birlikte aynı namus ve şeref karışma sağlayan bir devletin hür
vatandaşıdır. Bundan dolayı da her türlü toplum rütbeleri ve devlet kapıları
ona da açıktır. Onur nişanları alabileceği gibi büyük avukat ve bakan da
olabilir. Ama legal haklarının doruğuna çıktığı anda karşısına ansızın şekilsiz
ve karışık, bambaşka bir toplum çıkarak onu öfke ile aşağı iter. O zaman adam
acı ile anlar ki, gördüğü bütün saygılar dışındadır, bütün mutluluk görünürleri
boştur. En büyük başarılar bile onu şu “gerçek” denilen topluma mal edemeyecektir.
Bakan da olsa yine Yahudi bakan sayılacak, bir yandan ekselans, bir yandan da
parya muamelesi görecekti. Gerçi açık ve özel bir direnme ile karşılaşmaz, ama
yine de her şey ondan çekinir gibidir; çevresinde bir boşluk, bir oyuk meydana
gelir, elini neye sürse, sanki kimyasal bir etkiye tutulmuşçasına, değişir ve
bozulur.
Burjuva
toplumunda değerler, insanların durmadan birbirine karışması, yığınsal
akımlar, töreler ve modalarla yaratılır. Şiirlerin, möblelerin, evlerin,
toprakların değerleri daha çok, hafif bir çiğ gibi nesnelerin üstüne çöken o
kendiliğinden yoğunlaşma ile meydana gelir. Değerler tamamıyla ulusal
nitelikte olup, geleneksel ve tarihsel bir toplumun, normal işleyişinden
doğar. Fransız olmak yalnız Fransa’da doğmuş olmak seçimlere katılıp vergi
ödemek demek değildir; o daha çok, Fransa’nın değerlerini kavrayıp, kullanmayı
bilmek demektir. Hele onların yaratılmasında payın varsa bu benlik bilincini
yükseltir, bütünle bir olma duygusunu derinleştirerek var oluşa anlam ve
hürriyet kazandırır. Bir XVI. Lui möblesini, bir Chamfort özdeyişini, bir
lle-de France toprağını, bir Claude Lorrain tablosunu beğenip değerlendirmek
demek kendini Fransız toplumundan hissetmek ve ona bağlılığı sessiz bir toplum
antlaşması ile yenileyip pekitmek demektir. Bulanık ve raslantısal varlığımız
birden bire tüzel bir varoluş değeri kazanır. Bir Villon’u okuyarak ya da
Versay sarayım gözden geçirerek işten sarsılan her Fransız devletin bir
parçası ve değişmez hakların bir öznesi olur. Ama Yahudiysen bu değerlere
yaklaşmak yasaktır. Bu gerçi işçi için de böyledir, ama ne de olsa, onun durumu
yine başkadır, işçi burjuva kültürünü hor görürken, yerine kültür değerleri
koymayı tasarlar. Yahudi ise gerçekte kendini yadsıyan adamların
smıfındandır, onların beğenisini, yaşayışını paylaşmakta, elini onların
değerlerine doğru uzatmaktadır; ama bu el nedense onlara ulaşmaz, bu göz onları
göremez, bu insan onları gerçekten edinmez ve benimseyemez.
Gerçek
elbet böyle değildir. Kim inanır ki Bloch, Cremieux, Suares, Cchwob, Bende
Fransız yapıtlarını bir Hıristiyan bakkaldan ya da polisten daha az anlar? Kim
inanır ki Max Jacob bizim dilimizi “Arya” olan bu belediye yazıcısından daha az
biliyordu? Yarım Yahudi Proust, Rasin’i bundan dolayı yarım mı anlıyordu?
Stendhal’i kim daha iyi anlıyordu: Ünlü bir yazar bozuntusu olan “Arya” Chuquet
mi yoksa Leon Blume mu? Bütün bu doğrular ne yazık ki pek yaygın olan yanlıştan
hiçbir şey değiştirmez. Bunun yanlış ya da doğru olduğuna Yahudi kendisi karar
vermek, hatta kanıtını bulup göstermek zorundadır. Bu kanıt, bulunsa da onu
reddetmek yine karşı tarafın elindedir. O bir yapıtın, bir törenin, bir çağın,
bir stilin anlayışında kendinden pek ileri de olsa, nesnelerin gerçek
değerini, yalnız gerçek Fransa’nın Fransızlarına nasip olanı, bayağı sözlerle
deyişlendirilmesi mümkün olmayanı kavrayamaz, bu onun bütün “yeteneklerini
aşar”. O okumuşluğunu, yaptıklarını boşuna ortaya serer, çünkü asıl bu
okumuşluk ve yapıtlardır ki, Yahudinin gerçek değerleri kavramaktan ne kerte
uzak olduğunu belli eder! Yahudi inanmalıdır ki, nesnelerin içerik anlamları
ona daima kapalı kalacaktır, çünkü kendinin olmayan gerçek Fransa, gerçek
değerleri, gerçek takıtı, gerçek ahlakı ile onu bir duman gibi sarmıştır. O,
dünyanın malını ele geçirmiş, isterse saraylar ve geniş topraklar edinmiş
olsun: Tapu senetlerini cebine indirir indirmez, sanki büyülenmiş gibi mülkler
bambaşka bir anlam kazanır. Gerçek mal sahipliği ancak bir Fransızca, bir
Fransız oğluna, köylü çocuklarına yaraşır. Bir köyde sefil bir barınağı ak akçe
ile ödemiş olmak bile gerçekten ona sahip olmaya yetmez. Bütün komşuları,
ana-babalarını ve atalarını, yöredeki tarlaları kayın ve meşelikleri tanımak;
ekip biçmiş, avlanmış ve balık tutmuş olmak; ağaç kabuklarına çentilmiş adları
sonra irileşmiş harflerle yeniden bulmuş olmak gerekir. Yahudinin bu koşullan
yerine getirmediğine ise ant içilse baş ağrımaz. Belki Fransız da bu koşulları
yerine getirmemiştir, ama o başka, kural dışına çıkmak bir Fransıza
hoşgörülebilir! Arpa ile yulafı birbirine karıştıran bir Yahudi olabileceği
gibi bir Fransız da olabilir, ama Fransız başka türlü karıştırır, Yahudi başka
türlü! Böylece Yahudi toplum içinde sipsivri bir yabancı, bir dağdan bağa
inmiş, bir dıştan giden olarak kalır. Elde edemeyeceği şey yoktur, ama hiçbir
şeye gerçekten sahip olması mümkün değildir. Şimdi gerçek mülk parayla satın
alınamaz. Yahudinin dokunduğu, satın aldığı her mülk eli altında yozukur,
değerden düşer. İçinde yaşadığı, -ama manen dışında bulunduğu-toplumun
geleceğine o da herkes kadar pay kattığını Yahudi bilir, hatta Fransız da
bilir; bilir ama Yahudiye geleceği bağışlasa bile geçmişi esirger. Öyle ya, ne
Fransız kralları, ne onların danışman ve komutanları, ne kodaman derebeyleri,
ne bilim ve sanat adamları Yahudi değildi. Büyük Devrimi de Yahudiler yapmadı.
Bunu Yahudi de çok iyi bilir ve hiçbir diyeceği yoktur. Nasıl olsun ki, 19.
Yüzyıla değin onlar da tıpkı kadınlar gibi vasilik altında yaşıyorlardı;
sosyal ve siyasal hakları da bu bakımdan yine kadınlarınki gibi yenidir.
Einstein, Charly Chaplin, Bergson, Chagell, Kafka... gibi birkaç ad sıralamak
bile, eğer daha erken azat edilmiş olsalar Yahudilerin dünyaya neler
verebilecek olduklarını göstermeye yeter. Yığınsal bellekleri korkunç
programlar, Getto’lar, sürgünler, ardı arkası gelmeyen baskı ve işkencelerle
doludur. Ellerindeki gibi sürekli bir gelişme ve yükselme yerine iki bin yıllık
bir yerinde sayma ya da tekrarlamaktan başka bir şey olmayan tarihleri üstüne
donuk, bulanık anılar, angılar saklamışlardır. Yahudiler belki en eski budun
oldukları halde hâlâ tarihsel değildirler. Bir yandan sonsuz derecede kocamış,
bir yandan da dünkü çocuk görünmelerinin nedeni budur. Yahudilerin bilgeliği
vardır ama tarihleri; hayır! Varsın öyle olsun, bu hal onların bizim içimize
karışıp gitmelerini belki daha da kolaylaştırır, onları koşulsuz koşuntusuz
içimize kabul edersek bizim tarih aynı zamanda onların, hiç değilse
çocuklarının olur, diye düşünülecek; iyi ama onlardan asıl esirgenen de işte
budur. Yahudi yalnız bu yüzden yalpalanıp gezmektedir. O yeniden İsrail’e
dönüp Fransa’da kendinden esirgenen geçmişi orada yeniden bulmayı aklından
geçirmemelidir. Bugünkü Fransa’da olsun, ne ulusallığa, ne toprağa, ne dine,
ne ekonomik çıkar ayrılığına dayanmayan, yalnız eşit-ortak durumdan doğan bir
Yahudi topluluğu pekala bir sevgi bağı, bir kültür ve dayanışma bağı
olabilirdi. Ne çare ki İsrailoğullarının düşmanları hiç böyle düşünmüyor,
sayılan ulusal bağların asla Yahudileri kapsayamayacağını söylüyorlar. O zaman
Yahudi de belki doğru bir terim bulamadığından dolayı, ırk kelimesini kullanmayı
yeğliyor, bununla da antisemite hak vermiş oluyor: “Baksanıza, kendileri de
bir Yahudi ırkı bulunduğunu kabul ediyorlar, her yerde de soydaşlarıyla bululup
kafa kafaya veriyorlar. Yahudiler bu topluluktan haklı bir övünme payı
çıkarmak isterlerse, yine ırk ayırmasına sarılmak zorundadırlar, çünkü bunu ne
özel bir Yahudi yapıtları bütününden, ne Yahudilere özgü bir uygarlıktan ne de
genel bir mitten çıkarabilirler. Antisemit böylece her cephede üstünlük
sağlamış olur. Fransız toplumuna dışarıdan sokulan Yahudi orada yalıtılmış
kalmalıdır. Buna razı olmazsa hakarete uğrar, baş eğerse yine makbul olmaz ve
özümlenmez; olsa olsa yalnız katlanılır ve her yerde karşılaştığı “güvensizlik
sınavını” sabırla geçiştirmesi istenir.
Harp
ve ayaklanma dönemlerinde gerçek Fransızın hiç sınanmaya ihtiyacı yoktur, o
süel ve sivil ödevlerini yerine getirir, işte o kadar! Ama Yahudi için öyle
değil. O bilir ki ordudaki, Yahudi sayısı bir bir hesaplanacaktır. Dindaşlarıyla
birleşmesin, dayanışmasın da ne yapsın Yahudi?
Yüküm
çağını aşmış olsa bile Yahudi yine kışlalara başvurmak zorundadır, çünkü
Yahudilerin kaytardıkları iddiasından çekinir. Kaytardıktan sanki yanlış mı
diye soranlar bulunabilirse karşılığı şudur: Evet, temelinden yanlıştır!
Steckel’in, daha sonra üstünde durmak istediğim, ırk kompleksi üstüne bir
analizde bir Yahudi kadının ağzından şu tümceyi okudum: “Hıristiyanlar
Yahudilerin imkan buldukça kaytardığını ileri sürüyorlar. Kocam onun için orduya
gönüllü olarak katıldı.” Burada 1914 Dünya Savaşı söz konusudur. Yani Avusturya
1866’dan beri savaş görmemiş, o savaşı da bir meslek ordusuyla yapmıştı. Demek
bu çağrı hem Avusturya’da hem de Fransa’da Yahudilere güvenilmediğinin peşin
bir ifadesi idi. 1938 bunalımında ise ki, sonra Münih’te çözülecekti, Fransız
hükümeti yedeklerin daha yalnız birkaç sınıfını silah altına almış bulunuyordu.
Öyle iken Belleville’de tanıdığım bir Yahudi tüccarın vitrinini taşlamışlardı:
Sözde kaytarmacı diye! Onun için Yahudi elden önce silah altına koşmak zorunda
bulunuyordu. Kıtlık olursa herkesten çok Yahudi açlık çekmeliydi, bir afet
olursa yine o daha çok zarar görmüş olmalıydı... Fransız olduğunu durmadan
tanıtlamak zorunda kalması Yahudide ister istemez bir suç kompleksi
doğurmaktadır. Kendini her fırsatta ortaya atmayan her yerde herkesten çok
koşup yardım etmeyen Yahudi suçlu sayılmayı, pis Yahudi diye sövülmeyi göze
almalıdır. Beaumrchais’nin bir cümlesi öykünerek şöyle denilebilirdi: Gerçek
Fransız sayılmak için bir Yahudiden istenen erdemlere bakılınca, insanın, acaba
kaç Fransız kendi öz yurdunda Yahudi olmaya layıktır, diye soracağı geliyor.
Yahudi uğraşlarında, haklarında, yaşayışında hep başkalarının görüşüne bağlı
olduğundan durumu pek oynaktır, gerçek denilen toplumun keyfine kalmıştır.
Bundan ötürü Yahudinin sevgisi antisemitizm dalgalarına, bunalımlara, yeraltı
akımlarına karşı son derece duyarlı, algılıdır. Dış olayların kendi özel durumuna
etki derecesini durmaksızın hesaplamak ihtiyacı hisseder. Yasal garantilere,
onurlamalara, zenginliklere boğulmuş olsa bile, hatta bunlar yüzünden, daha
çok saldırıya uğrayacağını bilir. Ona bir yandan bütün çabaları başarıyla
sonuçlanacakmış gibi gözükür, çünkü ırkının şimşek hızıyla yükselişlerini
bilir; öte yandan bu çabaların yakasını bir uğursuzluk bırakmaz. Onda en
zavallı bir Hıristiyanın güvenci bile yoktur. Bu belki de Yahudi yazar
Kafka’nın “Duruşma” adlı romanında anlatılan şeyin aynıdır: Tıpkı romanın
kahramanı gibi Yahudi bitmek bilmez bir duruşmanın çıkmazına düşmüştür.
Yargıçlarını da avukatlarını da hemen hemen tanımaz, suçlamanın ne olduğunu
anlamaz. O kendisini savunmak için kırk dereden su getirerek tanıtlarını
toplar, ama neye yarar! Bulduğu en su götürmez tanıtlar onu su götürmez suçunun
bataklığına daha çok gömmekten başka bir şeye yaramaz. Dış durumu ne kerte
parlak olsa bu bitmez dava onu durmadan kemirecek, özünü söyleyen yabancı
insanlarca kenar semtlerinden birine götürülüp kurşuna dizilecektir.
Yahudinin
Yahudice yiyip içtiği, uyuduğu ve öldüğü iddiası yalan değildir. Başka nasıl
olabilirdi ki? Yemeği, uykusu ve ölümü kahpece zehirlenen adam her an bu zehirlenme
korkusuyla yaşarsa şaşılır mı? Ayağını eşikten dışarı bastığı, sokakta ya da
toplulukta ellerle karşılaştığı, bir gazetenin “Mahutlar” diye andığı
insanların ürküntü, küçümseme, suçlama ve insan sevgisi karışık bakışlarını
üstünde hissettiği zaman karar vermek zorundadır: Kendine yüklenen rolü
oynamak istiyor mu istemiyor mu? İstiyorsa nereye dek, istemiyorsa bütün öteki
İsrailoğullarıyla her türlü akrabalığı ya da bir halktan olmayı temelli ret mi
ediyor? Ne yapsa, nereye gitse hep bu dörtyol ağzına varmak zorunda bulunuyor.
Yiğit ya da korkak olmak, şen ya da üzgün olmak. Hıristiyanları sevmek ya da
öldürmek elindedir; yalnız Yahudi olmamak elinde değildir. Hatta dünyada
Yahudi olmadığını söylese kendi içindeki Yahudiyi yoksa, işte asıl bundan
dolayı, Yahudi sayılmaktadır. Yahudi olmayan ben hiçbir şeyi yoksamak, hiçbir
şeyi tanıtlamak zorunda değilken ırkının varlığını yok saymaya karar veren
bunun tanıtını göstermek zorundadır. Yahudi olmak Yahudinin durumuna atılmak
demek, kendi kişiliğinde bütün Yahudi halkının yazgısından, hatta doğasından
sorumlu olmak demektir. Yahudi ne yapsa, ne dese, sorumluluğunun bilinç
aydınlığı ne olursa olsun, eğilimlerini, işlemlerini sanki daima bir Kant
“salt buyruğuna” uydurmak ve her olayda kendine sormakla yükümlüdür: “Bütün
Yahudiler benim gibi davransa Yahudiliğin hali nice olurdu?” Bunun gibi daha
bir sürü soruyu (örneğin bütün Yahudiler sıyonist olsalar ne olurdu ya da hepsi
vaftiz edilselerdi ya da Yahudiliklerini inkar etselerdi) gibi yalnız başına
yanıtlamak ve ona göre gideceği yolu seçmek zorundadır. Eğer insanoğlunun öz
durumuyla koşullu bir “istem özgürlüğü” olduğu üstünde anlaşmış isek, bunun
gerçek ya da sahte olduğunu, kendini tam vaktinde gösterip göstermediğine bakarak
kolayca anlayabiliriz. Kendiliğinden anlaşılacağı üzere, bir şeyin gerçekliği
(doğruluğu), durumu açıkça kavramış olarak onun birlikte getirdiği bütün
tehlikeleri göze alıp sorumları yüklenmekle ve ister gurur ve gönül alçaklığı
ile ister kin ve tiksinti ile bu uğurda kendini ortaya koymakla belli olur.
Bilindiği gibi doğruluk ve gerçekseverlik insanda yürek ister, hele yaygın olan
yalancılık ve eğrilik karşısında yürek pekliğinden öteye bir şeyler gerektirir.
Çoğunluk genel olarak yalancıdır, şu anlamda ki, durumlarını burjuva ya da
Hıristiyan olarak bütün sonuçlarıyla benimseyip katlanacak yerde bu durumun
bazı acılarını kendilerinden bile saklarlar. Komünistler programlarına
“yığınları radikalleştirmek” sloganını yazmışlar ve Marx proleterlerin
kendilerini bilmesi gerektiğini söylemişse, bu işçilerin de ilkin doğru
olmadığını kabul etmek demektir. Yahudi de elbet bu kuralın dışında değildir:
Yahudi için doğru olmak Yahudilik durumunu sonuna dek yaşamak demek ise
yalancı olmak da o durumdan sakınmak ya da onu büsbütün yoksamak demektir. Bu
bakımdan Yahudinin yalana kapılmak tehlikesi öteki insanlarınkinden çok daha
büyüktür, çünkü durumunu benimseyip yaşamak işkenceyi göze almak demektir.
Kaderin
en hor üvey çocuklarını bile sıkı bir dayanışma bağı öteki insanlara kenetler.
Gerek sağlam ücret alanların (devrimci görüşten yaşanınca), ekonomik durumunda
gerek kovuşturma altındaki bir yolaç (mezhep) üyesinin derin bir maddi manevi
menfaat ortaklığı vardır, ama Yahudiler arasında böyle bir çıkar ortaklığı
bulunmadığını gördük. Onları birbirine bağlayan genel bir inan da yoktur. Ortak
bir yurtları, bir tarihleri: Yine öylesine. Şu halde içten, doğru bir Yahudi
gördüğü saygısızlığa, yergiye katlanandır; barış zamanlarında dayanılması pek
güç olan durumu eksiksiz kavrayıp, yaşamayı göze alandır. Bir manevi hava,
yüzlerde sezilip sözlerde gizlenen bir anlam, her şeyin arkasında saklı bir
tehdit, bir soyut bağ onu başkalarıyla, başka hallerde kendine hiç benzemeyen
insanlarla birleştirir. Onun kendini bayağı bir Fransız hissetmesine karşı her
şey antlaşmış, sözleşmiştir sanki! Oysa Yahudinin kendi genlik ve zenginliği ne
denli yurdunkine bağlı ise çocuklarının talihi de o denli Fransa’nın büyüklük
ve esenliğine bağlıdır. Konuştuğu dil, aldığı eğitim ve kültür onun bütün
düşünce ve hesaplarını ulus ve ülkenin temel kurallarına uydurmasına
elverişlidir; öylesine elverişli ki, Yahudiliğini tümden unutması için kendini
şöyle biraz bırakması yeterdi: Eğer her yerde o gizli zehirle, çehresinin
düşmanca tutumuyla karşılaşmasaydı! Bizi utançlı Yahudilerin bulunması değil,
utanç Hıristiyanlara oranla daha az sayıda utançlı Yahudinin bulunması
şaşırtmalıydı. Antisemit, Yahudi ile ilgili mit’ini utançlı Yahudilerin özel
tutum ve davranışından çıkarmıştır oysa ki!
Yahudilere
asıl özellik, özgürlük veren gerçek ise durumdan sakınmalarıdır; onu
yalanlamaya, sorumundan kaçmaya ya da onlara dayanılmaz gelen yalnızlığı
(bırakılmışlığı) inkâra karar vermiş olmalarıdır. Bu belki Yahudi kavramasını
büsbütün yok etmek ya da bir Yahudiliğin varlığını açıkça yadsımak değildir,
ama jestleri, duygulan ve davranışlarıyla onu sanki dünyadan dışan atmak
istediklerini sezdirirler. Sözün kısası, utançlı Yahudiler Yahudi sayılmakta
inat edilen, edildikçe de o dayanılmaz durumdan kaçmaya çabalayan kişilerdir.
Bu çaba türlü biçimlerde kendini gösterir. Antisemit o müthiş tipik Yahudi
tablosunun bütün o ayrıntılı, çoğu birbirine aykırı kaçma çabalarını toplayıp
birleştirmek için İsrailoğullarının gösterdiği bu gönüllü çaba antisemite göre
onlarda pek derine giden, kalıtsal, onun için de silinmez, düzelmez bir
karakter özelliğidir.
Biz
işin içyüzünü daha aydın görebilmek için antisemitin tablosunu bozup dağıtalım
ve kaçış çabalarının türlü biçimlerini doğal özellikler sayacak yerde belli
bir durumdan doğan psikolojik olaylar gibi değerlendirelim. Bu kaçış çabalarıyla
ilgili terimler takımı, kendiliğinden anlaşılacağı gibi yalnız utançlı
Yahudiler için olup, -ki utançlı burada üstelik bir değer yargısı değildir
doğru, içten Yahudinin tasviriyle tamamlamak ister. Ayrıca unutmayalım ki bütün
hallerde bize yol gösterecek olan Yahudinin durumudur. Bu yöntem iyi kavranır
ve aynen kullanılırsa o büyük maniheist mitin yerine belki çok daha aydın, ama
ne de olsa henüz eksik, gerçekler konulabilecektir.
Antisemit
mitolojinin ilk sözü ne idi? Aşağı yukarı şu: Yahudi öyle karmaşık bir
yaratıktır ki, vaktini durmadan kendini analiz ederek ve sivri aklıyla sürekli
yanıltmacalar bularak geçirir. Onun böyle “kılı kırk yarmak” ile suçlamaktan
hoşlanılır da, bu analiz ve içe-bakma düşkünlüğünün, öte yandan ona yükletilen
para-canlılığı ve yükselme azgınlığı ile uyuşup uyuşmadığına dikkat bile
edilmez. Bize
kalırsa deriz ki, kendi durumundan kaçmak çabası Yahudilerin çoğunda, hele
aydınlarda, sürekli bir derinleme, bir ince düşünme eğilimi yaratıyor. Ama bu
asla atalardan geçme bir huy değildir. O kaçmayı kuruyor, doğru ama onu
hallerde bir “ırk kompleksinden” söz ederler, Yahudilerin çoğu da bu bakımdan
bir aşağılık duygusu beslediklerini itiraf ederler. Bu
kompleksin dış etkilerinden ileri gelmeyi, Yahudi gizlemeye karar verdiği anda
ona yakalandığı görüşünde ısrar edilirse bu deyimin (ırk kompleksi teriminin)
kullanılması etkinmiş, onun propagandasının ilk kurbanı olmuştur. O da
antisemite uyarak eğer dünyada bir Yahudi varsa, elbet halkın şom ağzında
anıldığı gibi olmak gerektiğine inanmış, ondan sonra bütün çabasını kendini
martir, tam anlamıyla bir inan kahramanı olarak göstermeye yöneltmiştir.
Böylece kendi şahsında “Yahudi”nin yokluğunu kanıtlamak istemektedir. Tedirgi
çoğun onda özel biçimlere bürünür. Başlıcalarından biri Yahudi olarak düşünmek
ve davranmak korkusudur. Öldürmek, pencereden atlamak, çirkin sözler haykırmak
gibi saplantıları olan psikopatları tanırız, bunaltıları seyrek olarak
patolojik ölçüyü bulsa da kimi Yahudiler onlara benzer. Bunlar başkalarının
kendileriyle ilgili düşünce ve kanılarından öylesine etkilenmişlerdir ki,
davranışlarının o kanıya uygun düşmesinden ödleri kopar. Yukarıda geçen bir
deyimi tekrarlayarak bu Yahudilerin içten dışa aşırı belirlenmiş olduklarını
söyleyebiliriz. Bunların davranışları gerçekten de yalnız çıkarcılık,
tutkusallık, elçilik, gibi Yahudi olmayanlara da uyacak etmenlerle açıklanamaz.
Bu davranışlar ayrıca “tipik Yahudi” sayılan hallere benzememek istek ve
çabasıyla da belirlenirler, nitelenirler. Paracan sayıldıkları için pek çok
Yahudi isteyerek cömert, özveren, hatta beyce davranır. Bunun bir “cimrilik
yenme çabası” olarak değerlendirmek yerinde değildir, çünkü bir Yahudinin, bir
Hıristiyandan daha kısnık olması için hiçbir sebep yoktur. Ancak bu beyce
görünme hevesi Yahudinin sahiden beyce tutumlarını bozar, zehirler.
Kendiliğinden olan, içten gelenle isteyerek yapılan onda sarmaş-dolaştır.
Burada bir yandan somut bir sonuca varılmak murat ediliyor, bir yandan da gerek
kendi gerek başkasına ispat edilmek isteniyor ki “tipik bir Yahudi doğası”
yoktur? Utançlı Yahudiler, Yahudi olmamak oyununu işte böyle beceriksizce oynuyorlar.
Birçok
Yahudi ilgi çekici tepkilerini silahlar sustuktan sonra bana anlattılar.
Onların direnme (Resistance) hareketindeki parlak rollerini bilmeyen yoktur.
Komünistler daha meydana atılmadan önce ilk karşı-koyma kadrolarını kuranlar
onlardı. Dört yıl süresince öylesine bir yiğitlik ve azimle dövüştüler ki,
insan ancak sevinç ve övünç duyabilir. Ne var ki birçokları ilkin kararsızdı,
çünkü direnme hareketine katılmanın ne denli Yahudiliğin yararına olduğunu
daha kestirememişlerdi. Ama Yahudi olarak değil de Fransız olarak
görüşebilseler buna canla başla hazırdılar. Bu ilk şaşkınlık onların düşünce ve
davranışlarındaki özelliği belirtmeye yeter. Yahudilik gerçeği her şeyde işe
karışmakta, yalnız çıplak gerçeklere bakarak karar vermelerini engellemektedir.
Sözün kısası, Yahudiler ilkin kendi kendileriyle hesaplaşmak zorunda kaldılar.
Bayağı korkağın ya da çekingenin yaptığı gibi Yahudi öyle içinden gelen sese
uyarak hareket edemez ve düşünemez: O kendini hareket eder ve düşünür bir
halde bulur.
Yalnız
şu noktaya işaret etmeden geçmeyelim: Bu Yahudice kendini kollama ne salt
irdeleme içgüdüsüne yorulabilir ne de moral bir doğru-yola-sokma arzusuna; o
tamıyla belli bir amaç gütmektedir. Yahudi gözünü içe çevirmekle oradaki
insanı tanımak, bilmek istiyor denilemez; o asıl orada bulduğu Yahudiyi nasıl
yokumsayacağını düşünüp taşınıyordun Eksikliklerini, kusurlarını öğrenip gidermeyi
değil, nasıl davranırsa onlara hiç sahip değilmiş gibi gözükeceğini
tasarlıyordun Kendilerini durmadan göz hapsinde tutmak şeklinde beliren ve çoğu
yerde kendilerine zarar veren bu bağıl (izafi) Yahudi ironisi işte böyle anlaşılıp
açıklanmalıdır. Kendini sürekli yabancı göz altında bilmesi yüzündendir ki daha
önce davranıp kendinde ne olduğunu bilmek istemektedir, içine elin gözüyle
bakmaya çalışmaktadır. Bu kendine dönük nesnellik (objektiflik) başka bir
gizlenme kurnazlığıdır. Kendini bir başkasının “serbest bakışıyla” gözetlerken
kendinden kurtulmuş, ayrılmış olur, o artık bir başkasıdır, bir tanıktır.
Öte
yandan Yahudi çok iyi bilir ki bu kendi dışına çıkma, ancak başkalarınca
tanınıp onandığı takdirde bir işe yarar. Çevreye uyma yeteneğinin çok gelişmiş
olması bu yüzdendir. Her şeyi öğrenmek için duyduğu o doymaz kafa açlığını
yalnız bilim aşkına veremeyiz. Onun her şeyden önce ve hepsinin üstünde
istediği “insan” olmak, herkes gibi bir insan olmaktır. Onun için beynini
insanlığın bütün düşüncelerine açmış, evrensel dünya görüşleri edinmeye can
atmıştır. Kendini böyle eğitmekle içindeki Yahudiyi yok etmeyi ummaktadır.
Terenz’in sözünü biraz değiştirip ona uygulasalar memnun olurdu: Nil humani
mihi elienum putoerog homo sum. Yahudinin bir istediği de Hıristiyan
kalabalıklara karışıp belirsiz olmaktır. Hıristiyanların kendilerini Yahudiler
gibi bir ırk değil, düpedüz insan, öz insan olmak iddiasını ileri sürmek
kurnazlık ve cesaretini göstermiş olduklarını yukarıda görmüştük. Eğer Yahudi,
Hıristiyanların büyüsüne kapılmışsa, hiç de beğenmediği erdemlerinden dolayı
değil, anonimliklerinden, ırksız yalın insanı temsil ettiklerinden dolayı
kapılmıştır. Kibar çevrelere sokulmak için duyduğu hırs, hep başına kakıldığı
gibi ikbal severliğinden değil, çok daha başka bir sebeptendir: Her yerde
aradığı, onun da bütün öteki insanlardan ayrı ve geri olmadığını gösterip kabul
ettirmektir! Her yere burnunu sokmaya çalışıyorsa bunu, kendine kapalı bir
çevre bulundukça, kendi gözünde temize çıkamamasından ve başkasının gözünde
Yahudi kalmak korkusundan dolayı yapıyordur. Özümlemek, benimsemek amacıyla
yarışa çıkmak değilse bu ya nedir? Yahudi Fransızlık hakkı kazanmak için
yarışıyor, didiniyor. İşte bütün dava bu!
Ne
yazık ki davası, ta baştan başarısızlığa mahkumdur. O yalnız “insan” olma
hevesindedir, ama içine sokulabildiği çevrelerde dahi yalnız Yahudi olarak
kabul edilmektedir. Sözgelimi o zengin bir Yahudi ise “ister istemez” kendisiyle
düşülüp kalkılacaktır, yok “iyi, özge” bir Yahudi ise dostluk hatırı için
ırkına göz yumulacaktır. Yahudi bunu bilir, bilir ya itiraf etmez, çünkü aksi
halde bütün çabasının boş olduğunu kabul etmesi, umudunu tüm yitirmesi gerekir.
Onun için umudunun temelsiz olduğunu bile bile, başını kuma sokarak,
çabalamaya, ter dökmeye devam eder. Bir yeri ele geçirip bol olanaklarla (tabii
Yahudi olanakları) elde tutulabilir, ama her yeni başarı onun için özümlenme
savaşında bir yeni basamaktan bir yeni aşamadan başka bir anlam taşımaz. İçine
girdiği her çevre hemen antisemitik eğilimini belli eder. O bunlara göz yumup,
hoş gördükçe düşmanlık gösterilerinin dozu artar, rengi koyulaşır. Tuhafı şu
ki, antisemitlerin saldırışları Yahudiyi sürekli yeni çevreler ve başka
gruplar ele geçirmeye kışkırtır, çünkü onun şeref düşkünlüğü aslında güven
aramaktan, snopluğu (şayet snopsa) ulusal tabloları, kitapları., vb. benimsemek
ve özümsemekten başka bir şey değildir. Toplumun bütün katlarını bir kuyruklu
yıldız gibi dolaşır dolaşır ya, her çevrede yeni erimez, sindirilmez bir
çekirdek olarak kalır. Özümlenir görünmesi parlak olur, amâ geçicidir. Bu
geçicilik de suç olarak yine ona yüklenir. Stegfriet’e bakılırsa, Amerikan
antisemitizminin başlıca nedeni, sözde pek çabuk özümlenen Yahudi göçmenlerinin
ikinci üçüncü kuşakta yeniden Yahudi olarak horlanmalarıdır. Bununla denilmek
isteniyor ki, Yahudi gerçekte özümlenmeyi istememekte, yalnız münafıkça bir
uysallık göstererek gizlice ırkının geleneklerine bağlı kalmaktadır. Oysa,
durum hiç de böyle değildir. Yahudinin özümlenmez oluşunun tek nedeni, her
yerde olduğu gibi orada da Yahudi muamelesi görmekten başka bir şey olamaz.
Bu
durum yeni bir sözde çelişme (paradoks) doğurur: Utançlı Yahudi bir yandan
Hıristiyan dünyasında belirsiz olup gitmek isterken bir yandan da Yahudilikte
çakılıp kalmak istiyor. Hayır, bu çelişki aldatıcıdır, gerçek, yukarıda
söylendiği gibi şu olguda aranmalıdır: Yahudi Yahudilikten kaçmak için nereye
yönelse, hangi kapıya başvursa yine Yahudi muamelesi görmekte, daima o gözle
görülmektedir. Hıristiyanlar arasında yaşamak ondaki gerginliği giderip
aradığı anonimliği sağlamak şöyle dursun, tam tersini yaratmaktadır. O,
insanlara doğru kaçmakta, o uğursuz Yahudi hayali de hep peşinden gelmektedir.
Yahudileri kendi aralarında bağdaşık, dayanışık yapan etmen işte budur, yani
durum tıpkılığıdır; yoksa çıkarlarda ve davranışlarda birlik değil, Yahudileri
iki bin yıllık işkenceden daha çok birleşik kılan, Hıristiyanlardan gördükleri
bugünkü düşmanlıktır. Aynı semtlerde oturup aynı kira evlerinde barınmaları,
hatta aynı girişimlerde birleşmiş olmaları bir tesadüftür, diyenler aldanıyor.
Hayır, Yahudiler arasında zorlu, ilgi çekici bir bağ bulunduğuna şüphe
edilemez. Yahudi biz zamiri kullanırken Yahudileri düşünmekte haklıdır.
Onları (hiç değilse utançlı Yahudileri) toptan birleştiren “kendini başka
insanlardan ayrı” düşünme saplantısı, başkasının düşünceleri önünde duydukları
başdönmesi, bir de bu saplantıdan kurtulmak için yaptıkları körükörüne ve
umutsuzca savaştır. Ama kendi evlerinde, yani yabancı gözü bulunmayan yerde,
Yahudi gerçeğini tamamıyla unuturlar, unuturlar ya, kendilerini o hallerinde
görmeye muvaffak olan Hıristiyanlara da her zamankinden daha çok Yahudi
görünmekten kurtulamazlar. Bu kendilerini gevşetmelerinden ileri gelir, yoksa
iddia edildiği gibi asla kendilerini seve isteye “Yahudi doğasına”
kaptırmalarından değil; tam tersine, evin gizliliği içinde bu doğayı büsbütün
akıldan çıkarıp rahatlarlar da ondan. Kendi aralarında her Yahudi, gerek kendi
önünde gerek ırktaşlarının gözünde düpedüz insandır. Bu olayı tanıtlamak için
şunu söyleyelim ki bir ailenin üyeleri çoğu zaman akrabalar arasındaki
etnolojik ayırmaçların farkında bile olmamaktadır (etnolojik ayırmaçlardan
anladığımız kalıtsal biyolojik olgulardır).
Tanıdığım
Yahudi bayanlardan birinin oğlu 1934 yılında işinin zoruyla Almanya’ya gidip
gelmekte idi. Üstelik bu genç, Fransız Yahudilerinin tipini temsil ediyordu:
Eğri burun, yaprak kulaklar... vb. Gidişlerinden birinde başına bir felaket
gelmesinden korkulduğu bir sırada, kendi annesi, dostlarını şu sözle avutmak
isterdi: “Çok şükür benim kaygım yok, oğlum Yahudiye benzemez ki!”
Ancak
bu eve sığınma, bu bir Yahudi içkinliği (immanenz) yaratma çabası ki her
Yahudi, ötekinin tanığı olacak yerde, bir genel öznellik içinde belirsiz olup
gitsin Hıristiyanların bakışlarından korunmak için uğraşmazlar... Sözün kısası
bütün bu kaçıp kurtulma denemeli Yahudi olmayanın arasız-amansız varlığı
yüzünden hep aramızdadır. Üstelik bu birbiriyle düşüp kalkma eğiliminin
Hıristiyanlarca kendilerini Yahudiliğe mıhlayan başlıca sebeplerden olduğunu,
din kardeşleriyle dayanışma halinde yaşamalarını bir suçmuş gibi yüzlerine
vurulduğunu bilir ve bundan gerekli dersi de çıkarırlar. Bu
Hıristiyan evinde başka bir Yahudiye rastlayan Yahudi, yadellerde bir
yurttaşına rastlayan bir Fransıza çok benzer, ancak şu farkla ki, Fransız yabancılar
arasında Fransızlığıyla övündüğü halde, Yahudi, Yahudi olmayan bir toplumda
kendini öyle hissetmemeye ve öyle göstermemeye çalışır, daha doğrusu bir ikinci
Yahudinin orada bulunuş onun bu çabasını boşa çıkarır. Az
önce oğlunda ya da yeğeninde Yahudi çizgilerini fark bile etmeyen adam şimdi
buradaki dindaşım neredeyse bir antisemitin bakışıyla dikiz etmeye başlar. Bir
korku ve kadercilik karışımıyla onda ortak soylarının göze çarpan özelliklerini
arar ve sanki Hıristiyanların sezmesinden telaşlanmış gibi onları uyarmakta
acele eder: Telaş ve sabırsızlığı yüzünden orada, başka Yahudilerin zararına,
antisemit rolü oynar. Ötekinde bulduğu her Yahudi çizgisi ona bir ok gibi
batar, çünkü onların kendinde de bulunmasından kuşkulanır: Bulanık ama gerçek
bir hal, onulmaz bir gocuntu! Onun için Yahudi ırkının bir utanç gibi
sırıtmasına kimin sebep olduğu önemli değildir, onca asıl önemli olan
Yahudiliğini yoksama konusundaki çabalarının, bu canlı tanık karşısında, boşa
gitmesidir. İsrailoğulları düşmanlarının görüşlerini desteklemek için, “Yahudiden
beter antisemit yoktur” demekten hoşlanmaları boşuna değildir. Antisemitik,
Hıristiyanlardan Yahudilere de bulaşmıştır. Bu hastalığın başlıca
belirtilerinden biri, ona tutulmuş olanların, bütün güçleriyle üstlerinden
atmaya çalıştıkları kusurların ana-babada ya da yakınlarında bulunması
korkusudur. Yukarıda adı geçen Steckel’in analizinden okuyalım: “Evdeki
ön-eğitim her noktada Yahudi kocanın buyruğuna göre verilir. Toplumda ise durum
daha da beterdir: Koca eşini (psikanalize giden karısını) amansız bir dikkatle
gözetler ve onu öylesine eleştirir, didikler ki kadın büsbütün çıldırır. Oysa
kızlığında kendine güvenirdi, herkes kibar ve güvenli davranışını överdi.
Şimdi ise yanlış yapmaktan ödü kopuyor, kocasının gözünde fark ettiği azar
dayanılır gibi değildir... En küçük bir tökezlemesinde onu Yahudice davranmakla
suçluyor.”
Şu
aile dramını insan sanki yanlardaymışçasına, seyretmiyor mu? Küçümen, güç
beğenir, biteviye düşünün bir koca, eşini durmadan Yahudice davranmakla
suçluyor, neden, çünkü kendisi de öyle görünmekten korkuyor da ondan! Bu
amansız, bu düşmanca bakışların altında ezilen kadın, elinde olmayarak hep,
“Yahudi soyunda çakılı” kaldığını, her söz ve hareketinde kökünü herkese belli
eden bir uygunsuzluk göründüğünü sanarak kahroluyor. Hayat artık hem karı, hem
koca için cehennemdir.
Ayrıca
bilinmeli ki, Yahudinin antisemitizminde “ırkının” sözde kusurlarından
uzaklaşıp, nesnel gören bir yargıç ya da tanık rolü oynaması çabası vardır.
Kendi üstüne derin ve acı hükümler veren insanlara sık sık rastlanır ya, bunun
psikolojik nedeni “otokritik”in kişiliği çiftleştirici bir etki yapması ve
kendini kendi üstüne yargıçlık durumunda hisseden insanın suçlu durumundan
çıkar gibi olmasıdır. Ne de olsa “Yahudi gerçeği”nin başkalarında göze batan
varlığı utançlı Yahudinin yüreğinde, -o ne denli görmemeye çalışsa daötekilere
bağlılığının gizli ve mistik bir sezgisini doğurur. Bu sezgi ve duygu, aslında
bir kader birliğinin tanınması, bilinmesidir. Yahudilerin her biri ayrı ayrı
bir ötekine bağlıdır, birinin hayatı sakınılmaz şekilde ötekine karışmıştır.
Öyle ki utançlı Yahudi, Yahudiliğini yoksamak yolunda ne kerte çabalarsa, bu
mistik bağ da o kerte güçlenir. Kanıt olarak yalnız bir ömek vereceğim: Bilindiği
gibi yabancı ülkelerde pek çok Fransız orospusubulunur. Bir Alman genelevinde
ya da Cezayir’de böyle bir Fransız kadınına rastlamak bir Fransız erkeğini
daima üzer, ama belirli bir ulustan olma duygusu onda çok başka bir nitelik
gösterir: Fransız ekonomik, kültürel, askeri kurum ve eylemleriyle öyle gerçek
ve tüm bir toplum, bir ulus oluşturur ki, herhangi bir yurtsever onun ikincil,
gölgesel kusurlarına kolayca göz yumabilir. Ama aynı durumda bir Yahudi hiç
öyle düşünmez. O, orospu Yahudi kadının alçalışında bütün İsrailoğullarının
alçalışını görür ve içi kan ağlar. Özel bir yaşantı olarak bana anlatılan bir
olayı bu bakımdan pek ilginç bulduğumdan dolayı, size de bildiriyorum: Bir
Yahudi, girdiği bir genelevde gözüne kestirdiği bir kadınla içeri çekilir.
Yatakta sevişme cilveleri sırasında kadın Yahudi olduğunu söyler söylemez,
adamın erkekliği hemen bağlandıktan başka, Öyle dayanılmaz bir alçalış
duygusuna kapılır ki şiddetli öğürtülerle kusmaya koyulur. Adamı böylesine
tiksindiren elbet bir Yahudi kadınıyla yatmak olamaz, çünkü Yahudiler çokluk
birbiriyle evlenirler. Hayır, onu böyle şiddetle sarsan, orospu kadında ve
dolayısıyla kendinde bütün Yahudi ırkım alçaltmış, aşağılatmış olma duygusu ve
düşüncesidir. Zina yüzünden alçalan kendisi, kendisiyle birlikte de bütün
Yahudi halkıdır...
İşte böyle, utançlı Yahudi ne yapsa ne etse
Yahudilik bilinciyle dolu kalıyor. Kendi üstüne tasarlanmış olan Yahudi
hayalini içinden söküp atmak için olanca gücünü harcadığı sırada bir de
ansızın görür ki, aynı uğursuz hayal çiğ ışıkla daha çok belirmiş çirkin
çizgileriyle yeniden oraya doluşmaktadır. Yahudi dindaşlarından hem kaçar, hem
kovalar. Bir yandan yalnız insan herkes gibi bir insan olduğuna inanmak
ister, bir yandan da ilk rastladığı Yahudinin tutum ve durumuyla yalancı
çıktığını hissedip, üzülmekten kurtulamaz. O antisemittir, Yahudi topluluğu ile
bütün ilgilerini kesmek ister, ama ruhunun derinliklerinde, o ilgilerin ne
denli sağlam olduğunu sezip itiraf etmekten de geri kalmaz.
Geri kalmaz, çünkü herhangi bir Yahudinin bir antisemitten gördüğü saygısızlık
ve hakaretin iliklerine kadar işlediğini, hakaret acısının kendi yüreğini de
kor gibi yaktığını duyar. Gurur ile aşağılık duygusu arasında bu sallanış
ırkının çizgilerini üstünden silmek için duyduğu istekle Yahudiliğe içinden
bağlılık duygusu arasında bocalayış utançlı Yahudinin tipik bir ayırmacıdır. Bu
yürek ezici, bir özümsüz durum, kimi Yahudileri mazohizme götürür. Çünkü
mazohizm geçici bir özüm, bir erteleme, bir mola gibi gözükür.
Yahudiyi
ezip kahreden, o da herhangi bir insan gibi kendinden sorumlu olduğu, özgür
irade ve duru vicdanla hareket ettiği halde, düşman bir toplumca her yapıtının
Yahudi pisliği ile bulaşık sayılmakta ayak diremesidir. Sürekli kaçmaya
çalıştığı Yahudiliğe sırtüstü geri düşüp durması bu yüzdendir. Öylesine eşit
olmayan bir savaşa tutulmuştur ki, daima yenilecek ve yenilmenin hıncını da bu
zorla oranlı olarak hem öteki Yahudiler hem de Hıristiyanlar karşısında
Yahudiliği kabullenmek ve hatta onunla övünmek azabını çekip duracaktır. Yahudilik
kendisiyle ve kendisine inat, var olmaya devam edecektir.' Mazohizm, konu
(obje) olarak muamele görmek isteği ve zevkidir, Mazohist incinmiş, horgörülmüş
ya da yalnız görmezlikten gelinmiş olarak bir nesne, bir mal gibi oradan oraya
atılmaktan, itilip kakılmaktan, sövülüp sayılmaktan derin bir haz duyar.
.Değersiz bir nesne sayılmak isteği de başarı sağladığı oranda sorum duygusunun
azabından da kurtulmuş olur. Bu her şeyden vazgeçiş, kimi Yahudilere pek çekici
gözüküyor, çünkü o bulutsu ve işkenceli, o sürekli tazelenen Yahudiliğe karşı
savaşta yorgun düşmüşler, o bitmeyen kavgadan bıkıp usanmışlardır. Gerçi,
Yahudiliğinin bilmek içten, özden Yahudi olmak anlamına gelir, ancak içten
Yahudiliğin yalnız savaş sırasında belireceğini Yahudiler anlamamışlardır;
istedikleri yalnız, başkalarının bakışları, saldırışları ve horlayışlarıyla
her zaman için Yahudi damgasını giyerek, sağlam bir yeri ve değişmez
nitelikleri olan bir taş gibi durakalmıştır. Böylece, kısa bir süre için de
olsa o netameli irade hürriyetinde kurtulmuş olurlar: Onlara yazgılardan
kurtulma şansı bırakmayan, olanca güçleriyle karşı koydukları şeyden onları
sorumlu kılan kişi özgürlüğünden.
Tabii
bu arada Mazohizmin öteki nedenlerini de gözden kaçırmamalı. Sofokles
“Antigone”nin insafsız bir cümlesinde şöyle der: “Sen felakete uğramış bir
insan için pek mağrursun.” Antigone’nin tümcesini tersindirerek Yahudilere
şöyle uygulayabilirdik: Yüzyıllar boyu felaketle içlidışlı olmak sabrı ve
gönül alçaklığını onların karakter çizgisi haline getirmiştir. Bundan
Yahudinin başarıda şımarık başarısızlıkta alçakgönüllü olduğu sonucu
çıkarmamalıdır, o bambaşka bir şeydir. O, gerek bilgeliğinin Ödipus ağzından
kızma verdiği o unutulmaz öğüde uyarak, anlamıştır ki, felakete yaraşan
sabırdır, susmak ve alçakgönüllü olmaktır, çünkü insanların gözünde bir erdem
değil, bir suç, bir günahtır. Böyle düşünmek ister istemez mazohizme, acıdan
hoşlanmaya götürür. Ne var ki burada asıl önemli olan, bireysel benlikten
sıyrılıp, her zaman için Yahudi gözüyle ve Yahudi yargısıyla başbaşa kalma
özlemidir, bu özlem onu her çeşit sorumdan ve savaşma yükümünden beri kılar.
Utançlı Yahudide antisemitizm ile mazohizm kaçma çabasının iki kutbunu meydana
getirir. Birinci halde o insanlar arasında damgasız yaşayabilmek için ırkını yoksayama
kadar gider. İkinci halde ise Yahudi olmak utancıdan kurtulmak ve cansız bir
nesnenin duygusuzluğuna ve pasifliğine sığınmak suretiyle insanlık onurunu da
kurban eder.
Ama
antisemit, tabloya yeni renkler katmaktan geri durmaz. Yahudi, bir soyut aydındır,
der, salt bir zihin adamı! Hemen hissederiz ki aydın, soyut, zihin sözcükleri
onun ağzında horgören bir ton kazanmıştır. Eh, doğrusu başka türlü de olamazdı:
Eğer onun ‘Tanrı kayrasiyle” ulusun bütün varlığına sahip çıktığım
düşünürsek... Bize gelince, biz zihin gücünün (aklın) insanın özgürleşmesinde
başrolü oynadığını düşünerek onun salt bir kafa oyunu gibi görünmesini
reddeder, tam tersine, onun yaratıcı gücüne inancımızı belirtmek isteriz.
Yüzyılların en iyilerinden iki tanesi bütün umutlan ona (akıl gücüne)
bağlamış, bilimleri ve fenleri onunla, onun bayrağı altında yaratmıştır. Akıl o
sıralarda hem bir ideal, hem bir tutku idi. Akılcılık (rasyonalizm) insanları
barıştırmaya, bulduğu sayısız gerçekler üstünde onları birleştirmeye çalışıyor,
içe dokunan çocukça bir iyimserlikle kötü kavramım yanlış ile bir ve özdeş sayıyordu.
Yahudilerdeki akılcılık dünyada anlaşılmaz: Eğer gerçekte olduğu gibi alınmaz,
yani Yahudinin insanlara karşı beslediği taze, canlı sevgide aranacak yerde
onun tartışma düşkünlüğüne ve diyalektik zevkine yorulursa... Yalnız bu da
bir kaçma yolu hem de belki ana kaçma yoludur.
Buraya
dek yalnız, bedenleri ve ruhlarıyla Yahudilik durumlarını yokumsayan
İsrailoğullarını göz önünde tuttuk, ama öyleleri de var ki, ırk fikrine hiç
yer bırakmayan dünya görüşleri benimsemeyi yeğlemişlerdir. Gerçi bunlar, daima
Yahudi olmak durumuyla maskelenirler, ama aslında istedikleri gerek
kendilerini, gerek başkalarını, Yahudi kavramının boşluğuna inandırmaktır. Öyle
bir dünya görüşleri düzeni yaratmalı ki, orada gözler -tıpkı kırmızı ya da
yeşili olmayan renk körleri gibi-Yahudi gerçeğine kapalı kalsın! İşte ancak
öyle bir dünyada “insanlar arasında insan” olduklarını duyar ve rahatça ilan
edebilirlerdi. Akılcılık Yahudilerde bir tutkudur dedik; evet, bütün bütün
kavrayıcı ve kapsayıcı bilgilere karşı ateşli bir tutkudur. Bu tutkuyu doğuran
ve besleyen de o evrensel görüşlerle kendilerini yabancı varlıklar yapan
ayrıca akımlara karşı savaşmak heves ve ihtiyacıdır. Akıl insanlar arasında en
adaletli dağıtılmış bir değerli maldır, o herkesin ve hiç kimsenindir, çünkü
herkeste eşit olarak vardır. Bu bakımdan eğer bir akıl varsa, gerçeklerin bir
Fransızı, bir Alman olamaz; bir zenci ve bir Yahudi gerçeği de olamayacağı gibi.
Gerçek, eğer gerçekten gerçek ise, bir tanedir ve onu ilk bulan insanların başı
ve birincisi olmayı hak eder. Sonsuz dünya yasaları (gerçekleri) karşısında
insan, ancak dünya yurttaşı sayılabilir. Ne Polak vardır, ne Yahudi! Yalnızca
Polonya denilen ülkede yaşayan insanlar vardır ki, bunlardan bazılarının
kimliğinde “dini Musevidir” diye yazar, bütün fark bundan ibarettir. Evrensel
değerler söz konusu olduğu yerde bu insanlar arasında bir anlaşma ve uyuşmaya
varılmama olanağı yoktur. Eflatun’un “Phadon”da tasarladığı filozof hayali
gözönüne getirilsin: Bu filozofta aklın uyanmasıyla bedensellik, karakter
özgülükleri ölür, yalnız soyut ve saltık bir gerçek arayıcısı olarak kalan filozof
ruhlaşmış filozof bütün kişisel özelliklerini yitirerek yalnız dünyanın gözü
olur. Yahudiler işte böyle içlekleşip, tinselleşip gitmek istiyorlar. Kendini
Yahudi olarak hissetmemenin en iyi yolu salt mantıkla düşünmektir, çünkü
mantık orta malıdır ve herkes orada kendi yolunu bulabilir. Matematiğin
Yahudicesi olamayacağı gibi matematikçi sıfatıyla sonurgularını çıkaran Yahudi
de Yahudi olmaz, yalnız evrensel insan olur. Öyle ki bu düşünceleri doğru
bulup benimseyen antisemit bile Yahudi ile kardeş olmuş sayılır. Görülüyor ki
Yahudinin aşk ve zevkle sarıldığı akılcılık bir kendini gitme bir iç-arıtma
temrini ve bir evren enginine kaçış denemesidir. Soyut ve parlak sonurgulardan
hoşlanmayı öğrenen genç Yahudi bedeninin yoklamaya başlayan bebeğe benzer.
Dünya yurttaşının durumunu inceleyip eleştirirken Yahudi tıpkı o bebek gibi
sevinir. Toplum alanında kendine tanınmayan anlaşma ve birleşmeyi o daha
yüksek bir alanda gerçekleştirmiş olur. Akılcılığı seçmek Yahudi için insan
yazgısı ve doğası üstüne karar verme yetkisi kazanmak demektir. “Yahudi
Hıristiyandan daha akıllıdır” demek bu bakımdan hem doğrudur, hem yanlış. Ben
şöyle demeyi yeğ bulurum: Yahudi salt aklı sever ve her vesilede onu sınamak ve
göstermek ister. Üstelik akıl onda, Hıristiyanı hâlâ etkileyen, sayısız
tabularla sınırlanıp engellenmiş de değildir. Yahudi olmayanın daha inatla üstünde
durup savunduğu birçok ayırısı, ayrılıkçı duygusallıklardan o uzaktır.
Yahudinin bir çeşit tutkulu akıl emperyalisti olduğu da söylenebilir. O
herkesi haklı olduğuna inandırmaya çalışmakla kalmıyor, akılcılığın koşuntusuz
ve saltık değerini de kanıtlamak istiyor. Kendini evrensellik misyoneri sayan
Yahudi, yanaştırılmadığı Katolik dinine karşılık olmak üzere salt akıl
katolikliğini kurarak onu insanlar arasında hem bilgi temeli, hem de anlaşma
aracı yapmak istiyor. Yahudi filozof Leon Bruncshwing boşuna mı aklın
ilerleyişini fikirlerin ve dolayısıyla inanların birliğine giden biricik yol
saymaktadır?
Antisemit,
Yahudiyi yaratıcı olmayan çözücü, dağıtıcı ve zekaya sahip olmakla suçluyor ve
bu suçlamanın ne denli yerinde olduğunu belirtmek için de şu adları sıralıyor:
Spinoza, Proust, Kafka, Darius, Milhaud, Chagell, Einstein, Bergson.. Yahudi
zekasının daha çok eleştirici bir eğilim gösterdiği doğrudur ya, burada görülen
de yine beyin hücrelerinden özel bir oluşumu değil, belli bir silahın bilerek
seçilmesidir.
Geleneğin,
ırkın, ulusal yazgının ve içgüdünün bütün güçleri seferber edilmiştir. İddiaya
bakılırsa, bu güçler anıtlar dikmiş, bir tarih ve bir kültür yaratmıştır:
Bunlar daha usdışı (irrasyonel) doğuşlarının damgasını taşıyan ve yalnız
savunmak zorunda kalan Yahudi, sevzgiyi de usdışı bütün güçleri de yok sayarak
doğanın temel yasalarına uymayan, ayrılık ve ayrılık sayılabilecek sihir ve
benzeri bütün olayları değerden düşürmeye çalışır. Hıristiyan ruhunun yer yer
ortaya çıkardığı toptancı bloklara hiç güveni yoktur, onları “yadsır”, hiçe
sayar. Bu anlamda bir Yahudi yıkıcılığından söz edebilir şüphesiz, ancak onun
yıkmak istediği şeyler belli: Şu sınırlayan usdışı yetiler ve değerlerin
tümüdür. Yahudi haşininin her iddiası için bir tanıt, bir güven isterken
gerçekte nefsini savunmaktadır. Sezgiye güvenmez ve itibar etmez, çünkü
tartışmaya gelmez ve sonunda insanları birbirinden uzaklaştırır. O hasmıyla
ateşli bir tartışmaya koyulursa bilin ki, bunu bir anlaşma elde etmek emeliyle
yapar ve her tartışmadan önce, çıkış noktası olacak temel ilkeleri bulup
koymaya çalışır. Böylece önceden saptanmış bir anlaşma zemininden hareket
ederek insan doğasının genel eşitliğine dayanan yeni bir toplum düzeni
tasarlayıp önermek ister. Başına kakınç olan bu sürekli eleştirme hevesi,
gerçekte hasımlarıyla bir ilişkilerden zorun, zorbalığın hiç gerekli olmadığı
yolundaki çocukça inancını da içerir. Antisemitler, faşistler ve benzeri bağnazlar
dile gelmez sezgilerden hareketle sıkışınca zora başvurdukları, inandırmayınca
korkutmayı yeğledikleri halde, utançlı Yahudi, insanları ayırıp zorbalığa
sürükleyecek ve ilk kurban olarak da kendini tepeleyecek şeyleri ve konuları
eleştirel bir analizle durmadan aydınlatmaya uğraşır.
Spinoza,
Husserl ve Bergson öğretilerinden sezgiye önemli yer vermişlerdir, biliyorum,
ancak ilk ikisinde sezgi rasyonel, yani akla uygun ve eleştiriye dayanıklıdır.
O hiçbir bakımdan Pascal’ın ince duygusuna benzemez. Yahudinin en yaman
düşmanını gördüğü işte bu çürütülmez, canlı ve kırk çeşit gizli algılara
dayandırılan ince duygudur.
Bergson’a
gelince: Onun felsefesi gerçekten, en ince eleştiren, en mantıklı bir zeka
tarafından yaratılmış olmasına karşın zeka düşmanı bir öğretinin ilginç bir
örneğidir. Bergson, mantık sonurgularıyla kanıtlamaktadır ki, bir salt zaman ve
bir filozofik sevgi vardır. Zaman ile hayatın anlamını kavrayan bu “sezgi”nin
kendisi de herkese açık olmak bakımından ve ayrıca konularını kavrayıp
adlandırmak mümkün olması yönünden evrensel ile ilgilidir. Duyduğuma göre
Bergson dili istemeyerek kullanmakta ve kullanmak zorunda kalınca da sözlere
ancak yol gösterici ve yarı güvenilir haberciler olarak bakmaktadır. Daha fazla
ne isteniyor ondan? Çatışmadan ne denli hoşlandığını görmek isterseniz, o ünlü
Denemesini bir daha okuyunuz, hani şu araçsız veriler ve olgular üstüne
yazdığı, psiko-fızyolojik koşutluk üstüne o klasik eleştiriyi içeren, ayrıca
söz yitimi (aphasie) ile ilgili Broea teorisini gözden geçiren yazısını... O
zaman Poencare ile birlikte şöyle denilebileceğini anlayacaksınız: Oksidel
olmayan geometri bir tanımlama işi olup, kavislerin belli bir biçimine,
örneğin bir küre yüzeyine çizilen çevre (çember) çizgisine doğru denildiği anda
ortaya çıkmıştır. Bergson felsefesi işte böyle bir akılcılık (rasyonalizm)
olup dili de tam kendine özgüdür. Önceki felsefenin “süreklilik” dediğine
Bergson dirim der, salt zaman, der., vb. “Süreklilik” anlayışının adı da
“sezgi” olur. Ne var ki bu anlayışa götüren yol araştırmalar ve ussal
eleştirmeler üstünden geçtiği bunlar ise aktarılır (dile gelir) ayrıntıları
değil, ancak evrenseli içerdiği için" buna usdışı sezgi demekle aklın
bireşimsel görevi demek arasında ayrım yoktur. Bir Kierkegaard ile bir
Novals’ın düşün ürünlerine haklı olarak usdışıcılık (irrasyonalizm) denebilirse
de, Bergson sistemine olsa olsa adı değişmiş bir usçuluk denir. Bana
sorarsanız ona bir koğuşturuların başvurduğu son savunma çaresidir, derim:
Savunmak amacıyla saldırmak, hasmın usdışçılık silahını elinden düşürüp zararsız
kılmak ve yapıcı bir aklın potasında eritip yok etmek. Gerçekten bir Sorel’in
usdışsallığı düpedüz zora, zorbalığa götürdüğü halde Bergson’unki
tehlikesizdir ve ancak genel kardeşliğe hizmet edebilir.
Bu
evrensellik, bu eleştirel usçuluk genel olarak yalnız demokratta bulunur. Onun
soyut liberalizmi Yahudilerin, Çinlilerin, zencilerin öteki toplum üyeleriyle
eşit haklı olduğunu savunur, ama bu hakları onların insanlık onuru adına
ister, yoksa evrimin özgül sonuçları olmak sıfatları için değil. Kimi Yahudiler
bunun için demokratların ilgisin çekmeye çalışır. Kavgası, ayrılıkçı toplum
biçimlerinin hâlâ sindirilmemiş artıkları demek olan zorun, zorbalığın
umacısıyla tedirgin Yahudi antlaşması bir topluluk düşü görmektedir. O toplumda
düşünce (ide) antlaşmanın temeli ve şekli olacağından, yanıtlar da baştan o
temeller üstünde anlaşmış bulunacak, yani “toplumsal antlaşma” insanlar
arasında biricik bağı oluşturacaktır. Yahudi insanların en yumuşak başlısı,
zordan, zorbalıktan en çok nefret edenidir. En azgınca kovuşturmalarda bile
korudukları o sarsılmaz yumuşakları, kaba, haksız ve düşman bir topluma karşı
tek silah olarak kullandıkları o adalet ve feraset ruhudur ki Yahudilerin
insanlığa belki en iyi muştuları, kendi büyüklüklerinin de aldatılmaz belirtisidir.
Ama
antisemit, Yahudilerin dayanmak ve duruma hakim olmak yolunda bu içten
çabalarının keyfince yorumlamakta gecikmez: Ona göre bu hal, Yahudinin
özümlenmezliğinin, nasıl sert bir karakter çekirdeğine sahip olduğunun
belirtisidir. Yahudi, onca bir usçu (rasyonalist) değil, bir kılı-kırk
yarandır; durmadan araştırması evrenseli bulmak uğrundaki olumlu isteğinin bir
kanıtı değil, dirimsel, ırksal ve ulusal değerleri kavrayabilmekten ne kerte
uzak olduğunun kanıtıdır. Onun
inantılara ve mitlere karşı kendini savunmak için kullandığı serbest eleştirme
ruhu, antisemitin fıkrince Mefıstodaki zehirli ve bölücü ruhtan başka bir şey
değildir. O
Yahudinin bu eğilimini çağdaş toplumun ortasında doğup gelişen bir kendi
kendini eleştirme saymaz, onda ulusal bağların ve özgül Fransız değerlerinin
bir tehdidini sezer. Onun için biz Yahudi usçuluğunu açıklamayı, onlarda gerçek
sevgisi olmadığını iddia etmekten daha akıllıca bulduk.
Kimi
Yahudilerin kendi bedenlerine karşı tutumunda bir ikinci kaçış denemesi görmekteyiz.
Yahudinin başlıca etnolojik çizgileri elbet bedende belirir. Antisemit bu gerçeğe
dayanarak mitini yarattığı gibi onu ilk bakışta tanımak iddiasını da yine ona
güvenerek yapmaktadır. Kimi Yahudiler kendilerini böyle ele veren bedenlerini
hor görür ve ihmal ederler. Yahudilerin genel olarak bedenlerini sevmedikleri,
birçok “Arya”ların yaptığı gibi onun şımartmadıkları şüphesizdir. Aryalar
indinde beden, Fransız toprağından doğmuş, onun için de aynı mübarek toprağın
uğur ve bereketini, büyülü kültürünü doğuşta birlikte dünyaya getirmiştir. Şu
halde o da mübarektir ve sahibine haklı bir övünç verir. Kendini böyle bir
öğünçle dolduran ve gövdeye, özgül yaşam ideallerinin ifadesi olan usdışı
değerler yüklerse çok görülür mü? Scheller bunlara haklı olarak “dirimsel
değerler” demiştir. Bu dirimsel değerler ne bedenin ilksel ihtiyaçlarını
karşılar, ne de ruhun isterlerini; onlar ancak belirli bir gelişme tarzına,
görünürdü organizmanın en gizli çalışmalarına, organların uyuşum ve bağımsızlığına,
hücrelerin sürüm ve aktarımına ilişkin biyolojik bir stildir, ki bu stil her
şeyden önce “yaşama isteminde”, bütün yaşayanların varlık hizmeti olan o kör ve
amansız istem gücünde kendini gösterir. Alımlı, çekici kedi diyoruz; çalımlı
onurlu kartal diyoruz. Bu gibi biyolojik değerlerden birçoğunu ırk kavramına
sokuşturanlar elbette eksik değildir. Irk da dirimsel (vital) bir değer değil
mi?
Temellerinde
bir değer yargısı taşımıyor mu? -Hele ırkın eşitsizlik kavramını da içerdiği
göz önünde tutulursa-, Hıristiyan arya onun için bedenini bir başka türlü
hisseder. Onda yalnız yalınç organ duyguları yoktur, bedenin ona ulaştırdığı
bütün duyumlar ideal renklere bürünür, dirmsel değerlerin az-çok imgeleri
sayılır. Hıristiyan arya biyolojik idealine yaklaşmak için zaman ve emek
harcamaya da hazırdır. Modacı gençlerimizin umursamazlığı, kimi zaman moda
sayılan “uçarılık” ve canlılık, İtalyan faşistlerinin öfkeli çalımları,
kadınlann incelik ve zerafeti... Bütün bu tutum biçimlerinin tek amacı bedenin
soyluluğunu belirtmektir. Bu değerlere karşılık, şüphesiz bazı değersizlikler
de vardır: Bedenin aşağı görevlerinin kötü sanılması, bazı davranışlar, utanma
gibi birkaç sosyal duygu bu aradadır. Gerçeğe bu yalnız ut yerlerini
göstermekten ileri gelen bir utanç değildir, o bedeni kutsal saymanın bir
çeşididir de; onu yalnız bir gereç saymaya karşı örtük bir protestodur ve
nihayet giysiler içinde saklanan bir aziz emanet yerine koymadır.
Hıristiyan,
Yahudinin elinden işte bu dirimsel değerleri almıştır. Yahudi gövdesini aklına
getirince hemen ırk ifriti karşısına dikilir, değerlerini hep aryalar kiralamış
ve tekellerine almışlardır. Yahudi, bunları tamsa, halk üstünlüğü kavramını da
bütün sonuçlarıyla birlikte yeniden gözden geçirmesi gerekecektir. Onun için
evrensel insan fikri adına gövdesinin kendine özgü duyumlarına boşverir, akıl
adına bütün usdışı değerleri yok sayarak yalnız içlek (manevi) değerlere yer
verir. Evrenseli böylece en yüce yere oturttuğundan akla uygun bir şekilde
örgütlenmiş bir çeşit evrensel beden tasarlar. Bedeni zahitçe hor görüp, bir
“boş görüntü” ya da bir “yırtıcı hayvan” saymaz, ama bir tapınç konusu da
yapmaz. Onu büsbütün aklından çıkarmadığı zamanlar, yalnız bir gereç gibi bakar
ve amaçlarına hizmet ettirir. Akıldışı dirim ve değerlerini nasıl tanımazsa
doğal görevler arasında bir derece düzeni de tanımaz. Bununla güttüğü
amaçlardan biri; İsrail’in antik özelliğini yoksamak ise biri de Hıristiyanları
gövdelerinin basbayağı bir gereç olduğuna inandırmaktadır. Antisemitin
Yahudilerde kınadığı utanmazlık yine aynı tutumdan doğar: Eğer beden yalnız bir
mekanizma ise onun dışkıları ya da dışkılama ihtiyaçları neden ayıp olsun?
Gövdeyi sürekli kollamak, göz hapsinde tutmak neden gereksin? Bedeni bir
makineye bakar gibi heyecansız, sevgi ve sevinçsiz, ama utanç da duymadan
temizlemeli, sağ esen tutmalıdır. Ne var ki bu utanmazlığın bazı hallerde bir
çeşit umutsuzluktan, umarsızlıktan doğduğuna şüphe yoktur: Aryaların her zaman
için soyup çıplak koydukları bedenin ar ve ut yerlerini örtmeye kalkmak boş
değil mi? Onların gözünde Yahudi olmak çıplak olmaktan daha ayıp değil mi
sanki?
Oysa,
bu akılcılık hiç de tipik Yahudice değildir. Birçok Hıristiyanlar, hele
hekimler vardır ki, hem kendi vücutlarını, hem de çocuklarının vücutları için
bu görüşe katılmaktadırlar. Evet ama bunda çoğu zaman bir zafer duygusunun
kalıtsal geleneklerinden bir kurtuluş isteğinin rol oynadığı da
unutulmamalıdır. Yahudi dirimsel değerlerden bir şey anlamaz, anlamak da
istemez.
Antisemite
hatırlatılmalı ki, bu öz bedeninden hoşlanmayış tersine etkiler de yapabilir ve
aşırı utangaçlığa, aşırı iffetseverliğe de götürebilir, nitekim ben iffetçe
Hıristiyanlara çok üstün Yahudilere de rastlamışımdır. Bunlardan kimi sıkı
sıkı örtünüyor, kimi de gövdesini yüceltmeye çalışıyordu. Bunun anlamı
dirimsel değerleri yoksanan bedeni içlek (manevi) değerlerle donatmak
istemektir. Kimi Yahudiler de Hıristiyanları utandıracak ya da tedirgin edecek
kadar yüzlerinde ve jestlerinde kibardırlar. Bunlardan çevrelerine sürekli bir
iyilik, feraset, feragat ve acılık yayılır.
Yahudilerin
sık ve hızlı jestlerle konuşmalarıyla çok alay edilir. Oysa bu mimik canlılık
sanıldığı kadar aşırı değildir. Sonra bunları başka el kol oynatma
biçimlerinden, örneğin Marsilya’lılarınkinden ayırmak gerekir. Marsiya’lıda,
ateşli ivedi ve zengin mimik içten gelen bir ateşe, sürekli sinirliliğe, görüp
duyduğu her şeyi bütün gövde ile dile getirme eğilimine alamet olduğu halde,
Yahudiye her şeyden önce önemli görünmek isteği hakimdir. Organizmasını bir
gerçek belirtisi olarak düşüncenin hizmetine vermek, kendini rahatsız eden
bedeni yücelterek onu ruhun sunduğu algı ve bililere yardımcı kılmak. Bana öyle
gelir ki, o dillerde dolaşan Yahudi densizliğini ya da savrukluğunu işte böyle
açıklamak yerinde olur. Üstelik bu suçlamanın yarı yarıya bühtan olduğu daha
unutulmasın! Evet, denlilik (takt) denilen şey, Yahudinin hiç güvenmediği “ince
duygu”ya dayanır. Denli olmak demek, durumu bir bakışta kavramak, bireşimsel
olarak üstten görmek, çözümlemekten çok sezinlemek demektir. Daha, daha:
Davranışı bir sıra bularak ilkelere ayar etmek demektir ki bunların birazı
dirimsel değerlere ilgili, birazı da büsbütün kof, aşınmış, eski nezaket
şekilleriyle törelerdir. Şu halde, denli olmanın, savruk olmamanın ilk koşulu
“varsayımı” geleneksel, bireşimsel ve töresel bir dünya görüşüdür. Taktı, denliliği
mantıkla açıklayanlayız, o gerektiği anda psikolojik iklimi hissettirmek için
özel bir algı, bir yeti ister. O eleştirici değildir ve tam itibarını ancak
kendine özgü idealleri, töreleri ve görenekleri olan sıkıca sınırlı bir
toplumda bulur. Yahudi de herhangi biri kadar normal takta sahiptir: Eğer bu
sözcüğün altında yakınımıza karşı göstermemiz gereken ilksel (köklü) seziş ve
anlayış kastediliyorsa... Ama Yahudi takatli, denli görünmeye çabalamaz. Denli
takatli, davranmaya çalışmak aklın insanlararası ilişkilerde yeterli bir önder
olmadığım kabullenmek, gelenekler ile gizli sezgi güçlerinin çevreye uymada ve
insanlarla düşüp kalkmada akla üstünlüğünü itiraf etmek olurdu. Bir mantık
ukalalığına kapılıp bir ayrık ahlaka oy vererek, genel tepkilerle birlikte,
bir genel insan doğası fikrinden de vazgeçmek anlamına gelirdi. İtiraf etmek
gerekirdi ki, ne somut durumla, ne de bireyler eşit değildir, öyle olunca da
ayrılıkçılık doğrudur. Yalnız bu denlilik uğruna antisemit kendisini özge,
ayrık bir hal sayıp, ulusal topluluktan dışarı atmak isterken Yahudi nasıl bu
hatayı işlerdi, bu bindiği dalı kesmek olmaz mıydı? Yahudi, akıl yoluyla
çözümleyecek sorun, yenilmeyecek güçlük olmadığına inanmak zorundadır. Us dışı
olanı, gizemliyi, esrarlıyı, özel ve özge ayrıntıları görmezlikten gelecek,
duygu inceliklerine inanmayacaktır. Hayatı başkalarının düşüncelerine bağlı bu
adam, anlaşılır bir protesto ile özel düşüncenin değerini yok sayacak, cansız
nesnelere uyan bir mantığı insanlara da uygulamakta ayak direyecektir.
Böylece, mühendis ile işçinin akılcılığına yaklaşması onlarda olduğu gibi
nesnelerin eğitip biçimlenmesinin sonucu değil, toplum dışı sayılmaya karşı
bir tepki, bir protestodur. Onun çözümsel (analizci) ruhu, psikolojik
bireşimler (sentezler) yerine menfaatlerle içgüdülerin yarışmasını ve
eğilimlerin cebirsel toplamını koymaktan hoşlanır. Üstün ve yengin gelmek,
kandırmak, inandırmak hüneri onun için artık bir matematik işlemidir. Yalnız şu
var ki, insan davranışlarını genel kavramlara bağlamak ve bu kavramlarla
açıklamak ister istemez soyutluğa götürür. Bu soyutluk sevgisi, Yahudinin
paraya özel ilgisini de açıklar. Halk ağzı Yahudiyi pek para-canlı ve aç-gözlü
sayarken çok yerde onu masalların ünlü hasisleriyle karıştırır, oysa antisemit
bile Yahudiyi daha çok israf düşkünlüğü ile suçlar ve kınar. Gerçekte,
Yahudinin paraya düşkünlüğü maden ve kağıt paraları elinde ve cebinde
bulundurmak zevkiyle ilgili değildir, onda para kavramı hisse senetleri, çekler
ve banknotlar biçimine bürünmüştür, yani soyutlaşmış ve yalnızca satın-alma
gücü anlamına gelir olmuştur. Yahudi, bu türlü mülkiyeti arar ve yeğler, çünkü
genel ve evrenseldir. Satın alma yoluyla elde etmek, alıcının ırkıyla ilgili
olmaksızın, serbest olup sevi ile sevisizlikle (idiosynkrasie) hiç değişmez.
Malın, nesnenin değeri yalnız bir koşula bağlıdır: Ödeyebilmek! Ödeme işlemi
tamamlandığı anda alıcı o mal ya da nesnenin yasal sahibidir. Satın alma ile
elde edilen mülkiyet şu halde genel ve soyut bir mülkiyet şekli olup, bu
nitelikle öteki özel ve usdışı biçimlerden ayrılır.
Burada
karşımıza bir kısır-döngü (fasit daire) çıkmaktadır. Yahudi ne denli
zenginleşirse antisemit de iddiasını o denli yeğinleterek, gerçek
mal-sahipliğinin kanunun tanıdığı ve tanımladığı olmayıp, insanın beden ve
ruhuna sıkı sıkıya bağlı kalan bir şey olduğunu ileri sürmektedir. Bununla güttüğü
amaç meydandadır: Fransa topraklarını ve içlek (manevi) haznelerini yalnız öz
Fransızlara mal etmek! Antisemit edebiyatta, erdemli yetimlerin ya da düşkün
aristokratların zengin Yahudilere karşı, hep aynı kalan, şu laytmotif ile
böbürlendikleri görülür: Namus, Onur, Sevgi, Erdem, Beğenç.. para ile satın
alınamaz! Yahudiyi toplumdışı tutmak isteyen antisemit, mülkiyetin bu çeşidi
üstünde ne kerte ayak direrse, Yahudi de o kerte bir inatla biricik mülkiyet
şeklinin kanuna uygun olarak satın alman şeyden ibaret olduğunu savunur.
Kendinden esirgenen, hatta satın aldığı şeylerin yasallığını bile şüphe altına
sokan o gizemsel, büyülü mülkiyete karşı protesto olmak üzere adsız evrensel
insanın haklı satın alma gücünü temsil eden-satın alma hakkını savunurken bir
yandan da mal ile sahibi arasındaki bağı ussallaştırmak (rasyonelleştirmek)
suretiyle mülkiyet kavrammı ussal dünya görüşünün çevresine sığdırmaya çalışır.
Ussal ve tecimsel bir işlem olan satın alma mülkiyeti yasallaştırır ve onu
düpedüz kullanma hakkı olarak tanımlamış olur. Satın alman değer Tanrı bilir
nasıl bir put sayılacak yerde, ki bu da ancak gizli yetileri olan bazı
kişilerce bilinir, resmi fiyata eşit olur. Yahudinin para sevgisi bir açıklamanın
ışığı altında kolayca anlaşılır. Değer para ile belirlendi mi, artık kamusal
geçerlik kazanır, ussaldır, toplumun bilmem hangi karanlık kaynaklarından
fışkıracak yerde her elin ulaşabileceği bir yerde bulunur. İşte böyle bir
toplum düzeninde Yahudiyi toplumdışı etmek oluşlu değildir, o artık bir
müşteri, bir adsız tüketmen (müstehlik) olarak rahatça içeride kalabilir.
“Para her şey demek değildir”, “Her şey para ile alınmaz” gibi boş laflara tam
tersini savunan özdeyişlerle karşılık verir: “Bütün ruhlar satılıktır, sen
paradan haber ver!” Bu tutum onun köpeksiliğini (şinikliğini) ya da duygu
bayağılığını değil, savunma ya da karşı hücum arzusunu gösterir. Bu suretle
antisemite demek ister ki usdışsal değerler kuruntudan başka bir şey değildir
ve onları seve seve paraya çevirmeyecek kimse yoktur. Antisemit satılmaya
yanaştı mı dava kanıtlanmış olur. Çünkü böylece o da aslında para ile mal
edinme şeklini gizemsel (mistik) ilişkilere dayanan mal sahipliğine üstün
tutuyor demek olur. Böylece kalabalığa dalıp belirsiz olan Yahudi artık genel
bir insandır ve ancak satın alma gücüyle ellerden ayrılır ve seçilir. Bu hem
ondaki “zengin olma tutkusunu” hem de gerçek gönül yüceliğini gösterir. “Para
sevgisi” insanların nesnelerle ilişkilerinin yalnız ussal, soyut ve genel bir
değer taşıyabileceği yolundaki inancının nedenim açıklar.
Yahudi,
faydacıdır, doğru, ama ondan, düpedüz kullanma zevki dışında, her şey
esirgeniyor da ondan. Kendinden kıskanılan, esirgenen toplum haklarını, o para
gücüyle satın almaya çabalarsa şaşılır mı? Parasından ötürü sayılıp sevilmek
zoruna gitmez, ama açık kesesi sayesinde kazandığı saygı ve övgünün gerçekte
yalnız şu ve şu satın alma gücünün adsız sahibine olduğunu bilir. O da zaten
bu adsızlığı aramakta değil miydi? Toplumda parmakla gösterilir bir adam
olması zenginliğe bağlı ise neden zengin olmaya çabalamasın?
Yahudi
gönlüne yeteri kadar ışık tuttuğumuzu sanıyorum. Bu gönül kendi için yaptığı
seçim ve durumunun önemi ile orantılı olarak iyice belirmiş bulunmaktadır. Ama
biz burada bir portre resmetmek istemiyoruz. Amacımız yalnız Yahudinin sabrına,
kovuşturmaları bekleyişine, iyi yıllarda bile içinde sakladığı felâket
sezgisine, sonra bu felaketlerin gerçekten, gökyüzü bulutlanırcasına ansızın
kopmasına işaret ederek insanlığındaki özel biçimi ve en dar kafalı bir
ayrılıkçılık ile karşılanan genel kardeşlik istemini ve en nihayet onu adam
yerine koymak istemeyenlere göstermekten geri kalmadığı o garip sevgi, nefret,
hayranlık ve güvensizlik karışımını hatırlatıp belirtmektir.
Onun
sütten ağzı yanmış, en çağırtkan liberal parolalar altında bile nasıl sinsi bir
antisemitizm saklı olduğunu görmüştür. Onun Hıristiyanlara karşı güvensizliği
işçinin “Halk dostu” burjuvalara güvensizliğine pek benzer. Faydacı
psikolojisi tek tek kişilerin seyrek sevi (sempati) gösterilerinin gerisinde
özel çıkar hesapları ve iki yüzlü hoşgörü saygı gösterilerinden yine de hoşlanır,
bu gözle görülür sempati ve iyi niyet belirtileriyle o müzmin güvensizlik ve
tedirginliğinden kurtulmayı umar ya da hayal eder; engelleri aşarak herkesle
birlikte, herkesin ortasında bulunmaya can atar.
Bu
iki kutuplu dünyayı, bu kopuk parça insanlığı tasvir ederek, Yahudinin biri
Hıristiyana, biri Yahudiye karşı olmak üzere nasıl iki çeşit duygu beslediği
görülmeliydi! Yahudinin bu Hıristiyan kadını ile bir Yahudi kadınına karşı
duyduğu istek bile özdeş değildir. Onun yüreği genel insanlık sevgisi altında
derin bir çatlak saklamaktadır.
Nihayet
Yahudinin dünyayı düzeltmek için beslediği arzunun bozulmamış kökselliğini,
her dem tazeliğini de söylemeliyiz. Gizlenen, utançlı Yahudi duygularını çözümleyebilir
ama eğitip yüceltemez.
Belki bir Proust olur, ama bir Barres olamaz, çünkü duyguların ve özbirliğin
bakılıp tımar edilmesi bir gelenek sezgisine, anlaşılmaza karşı bir önseziye
bağlı olduğu gibi ampirik yöntemlere bir geri dönüşü, namuslu kazanılmış
haklardan gönül esenliğiyle yararlanabilmeyi gerektirir. Aristokrat bir gönlün
temel çizgileri işte bunlardır. Bu görüşten kalkan Hıristiyan kendine bir ser
bitkisi gibi bakar ya da şu şarap fıçıları gibi ki Hindistan’a yüklendiği halde
geri getirilmişlerdir, çünkü deniz havası içlerindeki şaraba pek hoş bir tat,
bir aroma kazandırmıştır, “Ben” bakımı hem esrarlı hem aristokratça bir
hünerdir, ama kendi benine gösterilen sürekli dikkat ve özen giderek
meyvelerini verir. Kendinden kaçıp kurtulmaya çalışan Yahudi de ruh olaylarını
bir organizmanın gelişmesinden daha çok, nesnel bir mekanizma saysa dahi içinde
eğilimlerin oynaşmasını ilgi ve merakla seyreder şüphesiz, çünkü onlara nesnel
bir gözlem platformundan bakmaktadır, ama onlar üstünde uzun boylu durmaz ve
emek harcamaz. Onların gerçek anlamım kavradığından da emin değildir. Mantıksal
analiz, ruh irdelemesinde en iyi yöntem değildir. Akılcı daima duyumların ve
tutkuların baskısı altındadır. O özgün bir gönlü zihinsel bir kültürün
incelikleriyle birleştirmiştir. Yahudinin dostluk gösterilerindeki açıklık,
tazelik ve sıcaklığa geleneklere biçimciliğe gömülmüş Hıristiyanlarda pek
seyrek raslanır. Bütün acıların en acısı olan Yahudi acısına o çaresizliği, o
dokunaklığı veren budur. Ama bu noktada daha çok eğlenmek istemiyorum,
Yahudilerin saklanma, gizlenme olanakları ile sonuçlarına değinmekle
yetiniyoruz.
Yazımızı
bağlamadan önce Yahudinin çok anılan telaşçılığım ana çizgileriyle biraz daha
yakından görelim. Yahudiler gerçekten dur durak nedir, bilmezler. Ne yerlerinden
emindirler, ne hallerinden. Hatta yarın aynı memlekette olup olmayacaklarını
bile kesin olarak bilmezler. Çalışma yerleri, kazançları, hatta yaşama haklan
sürekli tehdit altındadır. Düşman yığınlarca tasarlanmış olan kendi uğursuz
hayalince durmadan kovalanması da cabası! Yahudi tarihi, iki bin yıllık bir
işkence ve alçalış yolu, sonu gelmez bir yanlış yoldur, o yanlış yolda her
duraklamadan sonra yine değneğine sarılmak zorundadır. İliklerine dek tedirgi
dolu, öz gövdesini amansız düşmanı, durmadan boşuna özümlenme düşü görerek
“Arya’nın sahip olduğu güven hedefine yaklaştıkça uzaklaşarak koşar ve emekler,
o arya ki toprağının üstünde yapışık gibi sapasağlam oturmakta, kefilli ve
tapulu malından öylesine emin bulunmaktadır ki, başka bir şık aklına bile
gelmez, yurdu ile bağlılığını doğal bir gerçek bilir. Ne var ki Yahudinin
tedirginliğini metafizik bir nedene bağlamak doğru olmadığı gibi insanlığın
toptan durumunu düşündükçe bize çullanan o sorucu, beyin yakıcı, ürpertici
tedirgi ile de karıştırmamalıdır. O metafizik kaygı bugün için ne işçinin ne
de Yahudinin iltifat edeceği bir lüks değildir. İnsanın evrendeki yerini ve boyun
eğdiği yazgıyı merak etmek için yeryüzüne iyice yerleşmiş olmak, güçsüzlerle
ezilenlerin gündelik ekmeği demek olan sayısız tasa ve korkudan azat olmak
gerekir. Sözün kısası metafizik felsefe bugün için egemen arya sınıfların bir
ön hakkı, bir ayrıcalığıdır. Öyledir ama bu düşünce yine de metafiziğin
değerini yok edemez; yeryüzündeki kurtuluştan hemen sonra insanların baş
kaygısı bu olacaktır.
Yahudinin
bugünkü başlıca sorusu metafizik değil, sosyaldir. Onu kaygılandıran insanın
evrendeki durumu değil, toplumdaki kendi durumudur. Her kişinin ayrı ayrı ses
vermez evrendeki yalnızlık ve bırakılmışlığı daha onun gözüne çarpmıyor,
çünkü insan topluluğundan sıyrılıp evren boşluğuna açılmaya daha fırsat
bulamamıştır. O yalnızlık ve bırakılmışlığı henüz insanlar arasında
hissetmekte, ırk sorusu ufkunu daraltmaktadır. Tedirgisi sürekli inceleme ve
araştırma ile yaşayıp gelişen bir tedirgi değil, sıkıntı veren, kurtulmak için
can atılan bir tedirgidir. Fransa’da sürrealistler arasında hiçbir Yahudinin
bulunmadığına dikkatimi çektiler. Gerçekten sürrealizm insanın alınyazısı üstüne
kendi türünde birtakım sorular sorar. Yıkıcılığı, gürültücülüğü ile sürrealizm
Büyük Savaştan kazanarak çıkmış bir ülkede her şeyi kendilerinin sayan şımarık
burjuva gençlerinin lüks bir eğlencesi idi. Yahudi yıkıcı olmadığı gibi
insanlığın umutsuzluğu üstüne derin düşünceye dalmaktan da hoşlanmaz. O salt
toplum adamıdır, çünkü bütün derdi toplumdur. Onu Tanrı buyruğu değil, toplum
Yahudi yapmıştır, Yahudi sorununu ortaya çıkaran, Yahudiyi bütün benliği ile
ona karşı direnmeye ve savaşmaya mahkum eden odur. Yahudi var oluşunu toplumda
ve toplum aracılığı ile seçer. Ulusal topluma katılma çabası sosyal, başka
insanlarla kaynaşma isteği sosyal, acıları ve sevinçleri hep sosyaldir, çünkü
omuzunda taşıdığı kargış (lanet) sosyaldir, yani toplumca yaratılmıştır.
Metafizik ilgisizliğini ya da sürekli tedirginliğinin kökel pozitivizmine
yakışmadığını Yahudinin başına kakmak, unutmayalım ki ancak bu kakınca
yapanları utandırır. Sürekli izlenen, kovuşturulan bir adam olarak Yahudi
“BEN”ini yanlış problemler üstünden yanlış bir durum içine seçer, çevrenin
tehditleri ve düşmanlığı yüzünden metafizik duyarlığını, algısallığını (idrak
yetisini) yitirerek bir umutsuzluk rasyonalizmine düşer. Hayatı hep kendinden
ve başkalarından kaçmakla geçer. Ona her şeyi, hatta çıplak bedenini bile çok
görmüşler, gönlünü kırmışlar, kafasındaki dünya kardeşliğini gerçekleştirme
idealinden başka ona bir şey bırakmamışlardır. Kabahat kimin? Yahudi bizim
gözlerimize bakınca orada, kaçıp kurtulmak için boşuna çabaladığı kendi hayalini
görmektedir. Bütün sözlerimiz ve jestlerimizle antısemitizmimiz kadar tepeden
bakan liberalizmimizle onun kalbini habire zehirlemekteyiz. îster yılsın, ister
göğüs gersin, onu herhalde Yahudi kalmaya zorlayan biziz. Ona ya utançlı ya da
içten Yahudi olmaktan gayri şık bırakmayan yine biziz. Kapitalist ya da feodal
toplumun bir ürünü olan ve yalnız o koşullarda yeri olabilen bu insan türünü
biz yarattık ve ona, daha mantık tanımayan bir toplulukta şamar oğlanlığı rolü
verdik. Hem bunu öyle bir insan materyalinden yarattık ki başka bütün
türlerden daha çok gerçek insanoğluna tanıklık etmektedir; etmektedir, çünkü
insanlığın kucağında ikincil (tali) tepkilerden doğmuş ve oluşmuştur: Bu
horlanan, kökünden kopmuş olan, ta baştan beri gizlenmeye ya da baskıya
katlanmaya zorlanan insan türü!... Bu işte hiçbirimizi suçsuz değiliz;
suçluyuz, caniyiz. Nazilerin döktüğü suçsuz kanlardan sorumluyuz!...
Yahudi
serbesttir, içten Yahudi olmakta özgürdür, denecek. Evet öyledir, ama
unutulmasın ki, onun için bizde de pek seyrek rastlanan, demir bir yürek ister.
Tutuklu da kaçmakta serbesttir, ama bu serbestliğin ağır bir pahası var.
Kelleyi koltuğa almak! Tutuklunun durumundan zindan bekçisi daha mı az
sorumludur? İçten, doğru Yahudi olmak demek bütün sonuçlarını göze alarak
kendini açıkça Yahudi bilmek demektir. Doğru Yahudi dünya yurttaşlığı
idealinden vazgeçerek bile-isteye, tarihin kargınmış Yahudisinin rolünü alacak,
ne kendinden kaçıp ne de yakınlarından dolayı utanıp arlanacak: Nasıl bir
babayiğit olmak gerek bunun için? İçten, doğru Yahudi dünyanın bozukluğunu
anlamış olduktan başka, utançlı Yahudi gibi çocukçasına birciliğe (Monizme)
inanmaz, yalnız toplum güçlerine inanır. Sapada kaldığını, dokunulmaz (parya)
olduğunu, kargınmış bulunduğunu bilir ve bilerek katlanır. Akılcı
iyimserliğinden bir çırpıda yüz çevirip dünyanın aptalca parçalanmış olduğunu
görür ve orda kendine düşen talihe razı olarak bundan gerekli dersleri alır.
Kardeş ve arkadaşlarını hep öteki Yahudilerden seçer ve olanca umudunu beşeri
büyüklüğe bağlar, çünkü dayanılmazlığı ispatlanabilir olan yaşama koşullarını
isteyerek omuzlamış, kendine “minnetten zevk”, acıdan, incinmeden gurur
çıkarmıştır. Pasif
durumdan ayrılmakla öte yandan antisemitin gücünü de kısmış olmaktadır, çünkü
utançlı Yahudi Yahudilikten kaçmak istedikçe antisemitten damga damga üstüne
yiyordu. O, özden Yahudi, herkese karşı Yahudiliğini açıkça kabullenmiş ve
kurbanlığa (martirliğe) kadar varan bütün sonuçlarını da göze almış olduğundan
antisemit bir bakıma silahsız kalmıştır, ona olsa olsa söver, ama dağlayıp
damgalayamaz. Böylece özden Yahudi, her açık yürekli insan gibi
karikatür konusu olmaktan çıkar. Utançlı Yahudilerin ortak çizgileri ortak
gizlenişlerinden, kaçışlarından doğar, onun için de özden Yahudide bulunmaz.
Özden Yahudi ne olmak istediyse odur, o olmuştur, üstüne artık ne söylenebilir?
O artık özgür yalnızlığında bir insan olur, insanlığın durumuna uygun gelen
metafizik çevren (ufuk) ile çevrili tam bir insan!
İyi
niyetli kişiler bu sözlere bakıp, “eh, öyleyse ne duruyorlar? Madem ki özgür
iradeleri var, hepsi de özden, doğru Yahudi olsunlar da biz de dedikodudan
kurtulalım” diyemezler. Onlar Yahudiliği açıkça kabullenseler de, bu Yahudi
sorununun sosyal çözümü olmaz, bireysel bir sözüm bile olmaz.
Gerçi
içten, özden Yahudiler bugün daha çoktur, son yılların amansız acıları
gözlerini öylesine açmıştır ki, bugün açık yürekli Yahudilerin sayısı bu gibi
Hıristiyanların sayısından fazla bile olabilir. Ne var ki böyle bireysel davranışlar,
yazgıya rıza göstermeler Yahudilerin genel hayat savaşlarını kolaylaştırmaktan
uzaktır, bu yüzden o kavganın daha da güçleştiği bile söylense yeridir. Sözgelimi: 1940’ta birlikte
dövüşmüş bir Yahudi yurttaş Fransa’nın Alman çizmesi altında bulunduğu
sıralarda Londra’da bir Fransız propaganda dergisi çıkarıyor. Fransa’da
bıraktığı “Arya” eşinin başım belaya sokmamak için de yazılarında takma ad
kullanıyor. Aynı şeyi birçok Fransız göçmeni de yapmış, bundan dolayı da kimse
onları kınamamı ştır. Ama Yahudi yazar pek ayıplanıyor ve: “Aha, işte size
kendini gizleyen bir pis Yahudi daha!” deniyor. Bu adam dergisine aldığı
yazıları yalnız değerlerine bakarak seçmekte, yazanın kimliğine önem
vermemektedir. Eğer kasıtsız olarak dergide daha çok Yahudi yazarlar yer
almışsa: “Gördünüz mü, soy sop hep bir arada!” dendiği gibi tersine, bir Yahudinin
yazısı geri çevrildi mi damga yine hazır: “Adam antisemitizm yapıyor!”
“Madem
ki adam özü doğru bir Yahudidir, bu gibi dedikodulara kulak asmayıversin
denecek belki. Bunu söylemek kolay, yapmak zordur, sonra da onun işi gücü
propagandadır, yani başkalarının düşüncesine sıkı sıkıya bağlıdır, kulağını
tıkayamaz. “Öyleyse bu iş onlar için değildir, uzak dursunlar” denirse asıl o
zaman yaraya parmak basılmış olur. Şu halde siz, yani böyle diyenler, içten
Yahudiliğin yolu doğruca Getto’ya çıktığı takdirde beğeniyor, uygun
görüyorsunuz. Davanın gerçek çözümünü baltalayan sakın siz olmayasınız?
Sosyal
bakımdan da durum daha iyi değildir. Bizim kendi elimizle yaratığımız koşullar
Yahudiler arasında ayrılık, anlaşmazlık doğurmaktadır. Açık yürekli Yahudi olma
kararı birbirine aykırı politik yönelimlere meydan veriyor. Yahudi, Yahudi
olarak yerini Fransız toplumunda görüp bütün hakları ve yükümleriyle birlikte
Fransız Yahudisi tanınmayı isteyebileceği gibi gerçek Yahudiliğin ancak bir
Yahudi devletince korunabileceğini düşünerek öz toprağı üstünde Yahudi
ulusunun yeniden yaratılmasını da isteyebilir. Bu iki görüş içten, özden
Yahudiliğin iki ayrı yönden görünüşü demek olduğundan birbiriyle uyuşup uzlaşmaları
gerek gibi gelirse de insana, konuyu rahatça tartışabilmeleri için Yahudilerin
kuşku ve baskı altında olmamaları, düşmanlarının eline sonra kendilerine
çevrilecek silahlar vermekten çekinmemeleri gerekirdi. Yahudiyi kendi özgül
Yahudi durumuna iteklememiş olsaydık, iş yalnız Filistin ve Fransa arasında
serbest bir seçim davasından ibaret kalırdı. O zaman Fransız Yahudilerinin
ezici çoğunluğu hiç şüphesiz Fransa’yı seçer, pek azı bağımsız bir Yahudi
devleti hayali uğruna Filistin’e göç etmeyi göze alırdı. Bu asla Fransız
toplumunda kalan Yahudilerin Tel-Aviv ile sıkı bağ kuracakları anlamına gelmez,
olsa olsa Filistin kendileri için bir sembol, bir ideal olur, bağımsız bir
Yahudi devletinin varlığı Fransız toplumunun bütünlüğü için hiç itirazsız kabul
ettiğimiz Roma’ya bağlı bir Katoliğin varlığından daha tehlikeli olmazdı. Ne
yazık ki çağın ruhu böyle haklı bir seçim davasından Yahudiler arası bir kavga
konusu çıkarmıştır. Bir Yahudi ülkesinin kuruluşunda bizim antisemit,
Yahudinin Fransa’ya yabancı oluşunun kanıtını görmek istiyor. Bir zaman ırkları
başkalarına kakılıyordu, şimdi de yabancı sayılıyorlar. Bu yabancıların bizde
ne işi var, çekip gitsinler kendi Filistinlerine! Görülüyor ki Yahudiliği açık
yürekle kabullenmek siyonizme götürdüğü takdirde oturduğu yerde kalmak isteyen
Yahudi bundan çok zarar görür, çünkü antisemit iddialarını sözde doğrulanmış
sayarak işi daha da azıtır. Fransız Yahudisi bunun için siyonizme
içerlemektedir, çünkü zaten güç olan durumu bir de bu yüzden daha kötüleşiyor,
karmakarışık oluyor.
Şimdi
iyice anlamış bulunuyoruz ki, içten, özden Yahudi olmak kararı Yahudiye belki
ahlak bakımından bir onur, bir kuvvet kazandırır, ama asla sosyal ve politik
bir çözüm sağlamaz. Zavallının durumu öylesine bozuk ve çapraşık ki ne yapsa,
ne etse yine hep zararlı çıkıyor.
Buraya dek söylenenler, kendiliğinden
anlaşılacağı üzere, Yahudi sorununun çözümüne götürmez, ama bir çözümün ciddi
olarak düşünülmesine elverişli koşulların aydınlanmasına yaradığı
söylenebilir.
Yaygın
inancın tersine, antisemitizmi yaratan Yahudi’nin karakteri değil, Yahudi’nin
karakterini yapan antisemitizmdir, bunu yetesiye belirttik. Bu
suretle baş olay, ilk etmen olarak beliren antisemitizmin daha mantık aşamasına
ulaşmamış bir sosyal ortamda doğan gerici bir dünya görüşü olarak
nitelenebilir. Bu saptamadan ne çıkar?
Şu
çıkar ki sorunun çözümü, amacı tanıyıp araçları bilmeye bağlıdır. Çoğu yerde
amaç tanınmadan araçlar üstüne tartışma koparılır. Peki, bu davada gerçekten
nasıl bir amaç güdülebilir ya da güdülmelidir?
Özümleme
mi?
Boş
umut, çünkü söylediğimiz gibi özümlemenin baş düşmanı Yahudi değil,
antisemittir.
Azatlıktan beri, demek ki aşağı yukarı yüz elliyıldır, Yahudi bütün içtenliği
ile topluma mal olmaya çalıştığı halde durmadan geri itiliyor, çabası boşa
çıkarılıyor, Yahudinin elinden sürekli kaçan bu özümlenme ve bütünlenme
olanağını yine onun yardımıyla yeniden destekleyip hızlandırmak elimizdedir. Antisemitizm yaşadıkça Yahudiye
özümleme kapılarının kapalı kalacağını gördük. Bu
işin bazı zorlama ve dayatma önlemleriyle yürütülmesini salık verenler var.
Kimi Yahudiler bile dindaşlarını adlarını değiştirip Durand, Dupon gibi
Fransız adları takınmaya zorlamak istiyorlar. Bu tedbir tek başına etkin
olamaz, ama karışık evlenmeler çoğalır, Yahudi törenleri, hele çocuk sünnet
etme geleneği yasaklanırsa iş değişir sanırım. Ne var ki bütün bu önlemler
bence insanlık ilkelerine aykırı düşer. Napolyon bunları uygulamayı tasarlamış
olabilir, ama o bireyi devlete kurban etmek isteyen bir zorba idi. Hiçbir
demokrasi, Yahudileri özümleme bahanesiyle öyle önlemler düşünemez ve alamaz.
Kaldı ki Yahudi ırkının bölünmesinden başka pek bir işe yaramayacak olan bu
önlemler yalnız antisemitik psikoz altında acı duyan utançlı, gizli Yahudilerce
öğütleniyor. Nihayet bu görüş, “insan” adına
Yahudiyi yok etmek isteyen demokratta gördüğümüz eğilimdir. Gerçek
dünyada “öz insan, soyut insan” yoktur, Yahudiler Protestanlar Katolikler,
Fransızlar İngilizler Almanlar, aklar karalar sarılar vardır. Sözün kısası, Yahudi
sorununa böyle bir çözüm yolu göstermek, gelenek ve göreneklerden, duygulardan
meydana gelen bir topluluğu ulusal bir toplum yararına ortadan kaldırmak
istemek demektir. Bu yolda bir özümleme denemesini Yahudilerin büyük
çoğunluğunun reddedeceğine şüphe yoktur. Onlar ulusun içine girmek, katılmak
istiyorlar ama yine Yahudi olarak bunu kim kınayabilir? Adamları kendilerini
Yahudi görmeye zorla, birbirine tutunup dayanışmaya alıştır, ayrı bir tür olma
duygusunu içlerine göm, sonra İsrail gerçeğini göz göre göre yok saymaya ya da
yok etmeye kalkış!
Olacak
şey mi bu?
Haksız
bir itirazla Yahudilerin “Ulus içinde ulus” oldukları söylenecektir. Biz
göstermeye ve tanıtlamaya çalıştık ki Yahudi topluluğu ne ulusal, ne
uluslararası, ne dinsel, ne törel, ne de siyasaldır; o yalnızca bir sözde
tarihsel toplumdur. Gerçek dünyada Yahudiyi yapan, yaratan etmen ise onun özel
durumu, Yahudiler arası durum eşitliğidir. Yahudilik denilen bu sanki tarihsel
kurum, içinde yaşadığı topluma yabancı bir eleman sayılamaz, tersine, toplumu
tamamlar ve işe yarar, Gücü sınırsız olduğu çağlarda bile kilise Yahudilere
katlandıysa sebebi, onların kendilerini bazı ekonomik görevlerle pek yararlı
ve vazgeçilmez kılmalarıdır. O görevler bugün gerçi herkese açıktır, ama bu
asla demek değildir ki, Yahudiler yine de bir içlek (manevi) etmen olarak
Fransız ulusuna kendine özgü karakterini ve dengesini kazanmak yolunda yardım
etmemiştir ve etmiyor! Utançlı Yahudinin karakter çizgilerini keskin ve belki
biraz sert çekmiş olduk. Ama bunlar arasında bir tanesi bile çıkmaz ki, bu
nitelikle Fransız ulusuna katılmayı ve özümsemeyi reddetsin!” Tam tersine onun
akılcılığı, eleştirici zekası, anlaşmalı bir toplum anlayışı ve dünya
kardeşliği kuruntusu ve hümanizmi kendisini bir toplum için uyarıcı,
silkeleyici ve dolayısıyla çok yararlı bir öğe haline getirmiştir.
Biz
burada gerçek bir liberalizm salık vereceğiz: Diyeceğiz ki emekleriyle bir
ülkenin büyüklüğüne, onur kazanmasına pay katan her insan o ülkede yurttaşlık
hakkı isteyebilir. Hem de soyut, ne idiğü belirsiz bir “insan doğası” adına
değil, toplumun hayatına kattığı emek payına dayanarak. Demek ki Yahudi, Arap,
zenci, kim olursa olsun, ulus davalarda herkesle dayanışma halinde bulunan her
kişinin bu davalarda bir oyu ve bir itiraz hakkı olmalıdır. Bu da devletin
uyruğu, ülkenin yurttaşı olmaya eşittir. Ne var ki onlar bu hakları Yahudi,
zenci ve arap olarak kullanırlar. Kadınlara seçim hakkı tanıyan bir toplumda
sandık başına giderken onlardan cinsiyet değiştirmeleri istenemez, onların oyu
erkeklerinkine eşit sayılır; onun gibi Yahudinin yasal hakları ve -hiçbir yasa
kitabına yazılı olmasa bile-, bu yüzden daha az önemli olmayan bütün öteki
insanlık hakları söz konusu olunca da bu hakları ona yalnız, kendinde
varsayılan gizli (potansiyel) Hıristiyanındaki kadar tanımak olamaz; o bu
hakları Fransız Yahudisi olarak kısıntısız, koşuntusuz kullanmalıdır. Onu
karakteri, ahlakı, beğenisi, dindar ise dini, kendi adı ve dış, görünüşüyle olduğu
gibi kabul etmek zorundayız. Eğer bu kabul ediş içten ve sakıncasız ise
Yahudinin içten Yahudi olması da kolaylaşacak, giderek zorsuz bir tarihsel
evrinme ve gelişme ile önceleri zorla varılmak istenen özümleme amacına ulaşılacaktır.
Ne var ki tanımladığımız biçimdeki bu somut liberalizm yalnız bir dilek, bir
yürekten isteyiş olduğundan, amaca giden yolu gereği gibi belirtip
aydınlatmazsak, çabucak, kuruntu olarak kalır ya da yozlaşır. Gösterdiğimiz
gibi dava Yahudilerce ele alınamaz. Yahudi sorunu antisemitizmden doğduğuna
göre çözümünün baş koşulda antisemitizmi ortadan kaldırmaktır. O halde antisemitizmi
ortadan kaldırmanın yolu yöntemi nedir? İşte bütün sorunun özü, çekirdeği bu
noktada bulunuyor. Propaganda, eğitim gibi denenmiş yöntemler elbette ihmal
edilmemeli, öğrencilerimizi tutkusal yanıltılardan korumalıdır. Ancak korkarım
ki bu yoldan varılacak sonuç yalnız bireysel değer taşıyacaktır. Fransızların
belli bir takımını söz ve tutum edepsizliklerinden dolayı açık yasa
hükümleriyle etkin bir şekilde cezalandırmak gerektiği de muhakkaktır. Ne var
ki bu türlü önlemlerin etkisi bakımından hayale kapılmak da doğru değildir.
Yasalar antisemiti ürkütmemiştir, ürkütmez de. Çünkü o kendini yasaların
ötesinde mistik bir topluluğun ürünü saymaktadır. Buyrukları, yasakları
istediğiniz kadar çoğaltın, bunlar yalnız resmi Fransa’nın malı olacaktır,
antisemit ise kendini “gerçek” Fransa’nın temsilcisi biliyor. Antisemitizmin
maniheist, ilkel bir dünya görüşü olduğunu ve Yahudi düşmanlığının eski
kayıptan bilicilik mitosunun yerini aldığını unutmayalım. Ancak burada söz
konusu olan görüşler arasında bir görüş değil, belirli durumdaki bir insanın
bütün beni ile nasıl tutum aldığı ve dünya görüşünü nasıl seçtiğidir. Bu kendi
toprağı için duyulan o mistik ve taşkın duyguya benzer. Bu tutumu oluşsuz
kılmak için propaganda, eğitim yetmediği gibi antisemitin serbest iradesini
kanun yasaklarıyla etkilemeye kalkmak da yetmez. Onda da her insan gibi ancak
durumla koşullu bir irade özgürlüğü bulunduğundan, temelinden değiştirilmesi
gerek işte o durumdur. Antisemitin ben seçimini değiştirmek için o kendi kendine
belirleme şansını kökten değiştirmek gerekir. Bununla özgür iradeye dokunulmuş
olmaz, ama özgür irade başka verilere dayanarak ve başka oluşumlara
(formasyonlara) bakarak karar verir.
Öte
yandan politikacı, yurttaşların özgür istemlerini asla etkileyemez, onun
bulunduğu yer bile yurttaşla olumlu bir ilişkiye elvermez; o özgür iradeyi
engellemeye çalışır, yalnız durum ile uğraşır. Yine saptamış bulunuyoruz ki,
antisemitizm toplumun sınıflara bölünmesine karşı ulusal birliği sağlamak
amacıyla girişilen umutsuzca bir denemedir; toplumun birbirine düşman gruplara
ayrılmasını kızıştırılan kamusal tutkuların ateşinde eritmek arzusudur. Ancak
toplumsal olaylar ya da buluntular ekonomik ve sosyal nedenleri kaldırmadıkça
oldukları yerde duracaklarından hepsi birleştirilip tek bir tanesinde
akaçlanarak savuşturulmak isteniyor: Zengin yoksul, işçi patron, yasal güçler
karanlık güçler, köyle kentli., vb. çelişki ve ayrıntıları yalnız Yahudilerle
Yahudi olmayanlar arasındaki karşılıkta toplanıp yerelleştirilmeye çalışılıyor.
Bundan anlaşılıyor ki, antisemitizm sınıf kavgasının burjuvaca ve mistik bir
şeklidir, onun için de sınıfsız bir toplumda yok olması pek doğaldır. O
insanların birbirinden kopuşlarını, toplum içinde yalnız kalışlarım, çıkar ve
tutku çatışmalarını açığa vurur. O ancak, zayıflamış bir dayanışmanın çok
parçalanmış çoğunlukları birleştirdiği topluluklarda var olabilir, bir sosyal
çokluk (pluralizm) olayıdır. Bütün yurttaşların dayanışma halinde bulunduğu
bir toplumda, yani çıkar çelişmeleri bulunmayan yerde, antisemitizme yer
yoktur. Antisemitizm nihayet, insanoğlu ile malı mülkü, Nazilerin ağzıyla,
kanı ile toprağı arasında varsayılan, mülkiyetin bugünkü şekline uygun, belki
mistik ilintiyi gösterir, dile getirir.
Belit
(mütearife) sayılmak gerekir ki üretim araçlarının ortaklaşa kullanıldığı bir
toplumda insanoğlu ilkel çağlardan beri sürdürüp getirdiği kurgu ve
kuruntularından kurtularak kendini gerçekten layık olduğu uğraşa, yani yeryüzü
cennetini kurmaya verecek ve o cennette şüphesiz antisemitizm bulunmayacaktır.
O toplumda antisemitizm köklenilmiş bir ağaç gibi kuruyacaktır. Antisemitizm
sayesinde kendini Yahudi hisseden içten Yahudinin özümlenmeye karşı duruşu,
sınıf bilinçli işçinin sınıfların kaldırılmasına karşı direnmesinden farklı
değildir; her iki halde de kendini bilme süreci ne denli hızlanırsa ırk ve
sınıf kavgasının sonu da o kerte yaklaşacaktır. Açık yürekli Yahudi kendi
adına bugün için özümlenmekten vazgeçebilir, ama bu mutluluğu, antisemitizmin
kökten temizlenmesi sayesinde, çocukları için ummakta ve beklemektedir.
Bugünkü Yahudi kavganın ta göbeğinde bulunuyor. Bundan şu sonuç çıkar ki,
antisemitizmi kökünden kurutmayı sağlayacak olan sosyal devrim onun için de
gereklidir. Biz devrimi Yahudiler için de yapmış olacağız.
Ya o zamana değin ne olacak? Yahudi sorunun
çözümünü devrime bırakmak, doğrusu biraz kaytarmacılık olurdu! Bu hava
hepimizi ilgilendirir, hepimiz Yahudilerle omuz omuzayız, çünkü antisemitizm
giderek, aşırı ulusçuluğa, nasyonal sosyalizme varır. Biz İsrailoğlunun kişiliğine
saygı göstermezsek, bizimkine kim gösterir? Bu tehlikeleri görüyorsak, bizi
cellat yapan antisemitlerle istemeye istemeye paylaştığımız utancı derinden
derine duyuyorsak, anlarız ki bizler kendimiz ki dar Yahudiler uğruna da dövüşmek
zorundayız.
Duyduğuma
göre antisemitizmle savaşmak üzere yeni bir Yahudi demeği kurulmuştur. Buna çok
sevindim, çünkü bir içten Yahudilik ruhunun İsrailoğullarında yeniden geliştiğini
göstermektedir. Ama bu demek bir iş başarabilir mi? Birçok Yahudiler hem de
iyileri, bir çeşit gönül alçaklığıyla derneğe katılmaktan çekiniyorlarmış.
Bunlardan biri bana şöyle dedi: “Bu da iş mi canım” ve biraz salakça, ama içten
ve derin bir utançla ekledi: “Antisemitizm ve Yahudi kovuşturmaları sanki pek
önemli şeyler mi?”
Yahudilerde bu ürkeklik anlaşılır şeydir, ama
bizlerin onu paylaşmamız doğru mu? Zenci yazar Richard Wright son zamanlarda
şöyle dedi: Birleşik
Devletlerde bir zenci sorunu değil, bir beyaz insanlar problemi vardır.” Biz
de öyle, diyebiliriz: Antisemitizm bir Yahudi meselesi değil, bizim kendi
meselemizdir. Biz, suçsuzların da kurban gitme tehlikesini bile bile bu davayı
kendi üstümüze almazsak gözümüz kör olmuş demektir.
Antisemitizme karşı ilk demeği
kurmak Yahudiye değil, bize düşerdi. Böyle
bir derneğin Yahudi problemini ortadan kaldıramayacağı belli duruyor, ama
bütün Fransada dalbudak salar, devletçe tanınıp desteklenirse, başka ülkeler
de giderek bu örneğe uyarlarsa ve sonunda bunların hepsi bir uluslararası
örgütte derlenip toplanırsa, bu büyük birlik nerden taşkınlık ve haksızlık
haberleri alırsa, alsın protesto eder, işe el koyarsa, ayrıca kendisi basın
yolu, radyo ve benzeri araçlarla sıkı propaganda yaparak eğitsel etkiler
yaratıp yayarsa... Büyük sonuçlar elde edilebilir. Her şeyden önce antisemitizm
düşmanlarına birleşip, çalışkan bir örgüt içinde görevlenmek fırsatı verir,
böyle geniş ölçülü birliklerden yayılması doğal olan çekicilik ışınlarıyla
Yahudi davası üstüne pek kafa yormamış savsakları da kervana katabilin Sonra
böyle bir organ “gerçek yurdu” devlete karşı ve devlete üstün sayan kimi
hasımlara, devletin genel soyutlaması dışında, kendi ideal kavgasını yürüten
gerçek bir işbirliği örneği vermiş olur. Böylece, antisemitin elinden gerçeklik
mitine dayanan en sevgili kanıtını da almış olur.
Eğer
yandaşları, savunanları, düşmanlarının ortaya koyduğu tutku ile dayanma
gücünün bir parçasını gösterebilmiş olsalardı, Yahudi davası yarı yarıya
kazanılmış olurdu! Bu tutkuyu kızıştırıp alevlendirmek için “Aryaların gönül
yüceliğine başvurmak boşunadır. En iyilerinde bile bu erdem kıt bulunur, ama
herkese ayrı ayrı anlatmaya çalışmalı ki, Yahudinin kaderi kendi kaderiyle
birdir, özdeştir.
Yahudiler
bütün haklarına kavuşmadıkça hiçbir Fransız hür olamaz! Fransada ya da bütün dünyada
bir Yahudi hayat korkusu içinde titredikçe hiçbir Fransız kendini güven
altında sayamaz!.
Kaynak: Jean Paul Sartre Yahudi SORUNU
, orj: Réflexions sur la question juive
,Çeviri: Emin Türk Eliçin 1. Baskı: Ataç Kitabevi, 1958-1965
ÖZGÜR OLMAK-Antisemit’in Portresi -2.
Baskı: Toplumsal Dönüşüm Yayınları, 1995 3. Baskı: Toplumsal Dönüşüm Yayınları,
1998 İstanbul
Twitter, geçtiğimiz hafta Fransa’da
popüler olan bir hesabı, anti-semitik mesajlar paylaştığı için kapattı. Bu
olay, Paris yakınlarındaki bir sinagoga yapılan silahlı saldırıdan, bir koşer
restoranına atılan el bombasından sonra ortaya çıkartılan aşırı İslamcı bir suç
ağının keşfinden ve geçen sene Toulouse şehrinde bir öğretmenin ve öğrencilerin
bir Yahudi okulunda öldürülmelerinin ardından geldi. Tüm bu saldırılar
Fransa’daki Yahudilere karşı yükselişte olan bir şiddet kampanyasının parçası
olarak zikredilebilir.
Bugünlerde,
Avrupa Solunun büyükçe bir kısmı anti-Siyonizm’in, anti semitizm’e döndüğü
anlarda açık bir tavır sergilemek hususunda isteksiz. 1990’lardan başlayarak, Avrupa solundaki birçok hareket büyümekte olan
Müslüman nüfusları, memleketlerinin yeni proletaryası olarak görmeye
başladılar; Filistin meselesi ise bu noktada taraftar toplama rolü oynadı.
Filistin meselesi bilhassa kimlikler arasında sıkışıp kalan göçmen çocukları
için harekete geçirici bir etmen oldu.
Kapitalizm, mükemmel İslam toplumunun
altını oyan bir unsur olarak resmedilirken, kültürel emperyalizmin de İslam’ı
yozlaştırdığı düşünüldü. Bu taktik güzide bir devrimci soydan gelir. Hatta öyle
ki “Yaşasın Sovyet gücü, yaşasın şeriat” naraları 1920lerde Lenin devrimi
Avrupa’ya yaymakta başarısız olduktan sonra Sovyetlerin doğusundaki Müslüman
milliyetçileri kendi safına geçirmeye çalışırken Orta Asya’da duyuluyordu. Şu
soru yine de baki kalıyor: Avrupalı sosyalistler neden bugün kendilerini
aslında fikri olarak birkaç ışık yılı mesafede olan İslamcılarla
özdeşleştiriyor?
Son yıllarda Yahudi, Siyonist ve İsrailli
terimlerinin farkları giderek bulanıklaşıyor. Hizbullah grubunun lideri Hasan Nasrallah’ın şu meşhur deyişine dikkat
çekmekte fayda var: “Şayet tüm dünyada daha korkak, daha adi, ruhen, aklen, fikren ve dinen daha
çürük ve zayıf bir şahıs ararsak, Yahudi gibisini bulamayız. Dikkat edin,
İsrailli bile demiyorum.”
Hıristiyanlık ile mukayese edildiğinde,
İslam tarihsel olarak Yahudilere çok daha müşfik davranmış olsa da, günümüzde
birçok çağdaş İslamcıda “ezeli Yahudi” fikri uyandırılmıştır. Mesela, 629’da
Peygamber Muhammed’in Yahudi aşiretlerine karşı yaptığı Hayber savaşı
Hizbullah’ın mitinglerinde zafer marşı olarak geçmekte: “Hayber, Hayber, Ey Yahudiler, Muhammed’in ordusu geri dönecektir” ve bazen de Hayber ismi menzillerinde İsrail olan Hizbullah roketlerini
şereflendirir.
Günümüzün çoğu İslamcısı için yedinci
yüzyıl Arabistanında peygamberin muhalifi olan Yahudilerle, bugünün Yahudileri
arasında çok az fark vardır. Avrupa antisemitizminin eski sembollerini ithal
etmek böyle bir Yahudi imajının sağlamlaşmasına yardım etmektedir: mesela
Yahudileri Tanrının düşmanı ilan etmek yahut dünya çapında bir Yahudi
komplosunu iddia etmek gibi. Şayet İslami Yahudi karşıtlığı ile modern
antisemitizm arasından bir fark vardıysa da bu fark Fransız İslamcılar için
kaybedilmiş görünüyor.
Orta Doğu’da bir Yahudi üstünlüğünün
korkusu, İslamcı medyada durmadan tekrar edilen bir mesele haline geldi ve tabi
bu Arap baharının neticesi olarak bir zemin kazanan dinci partilerin gelmesiyle
daha da tesirli olmaya başladı. İşte bu durum Hizbullah ve Hamas gibi
militan grupların kamuya açık buluşmaları reddetmelerinde bir faktör oldu;
1993’de Beyaz Saray’ın çimenlerinde Yitzhak Rabin ve Yasir Arafat’ın isteyerek el sıkışması, Filistin
milliyetçileri ve İsrailli barışseverlerinin hatırası olarak artık uzak bir
hatıra.
Avrupa’daki eski Sol 1930’larda yerel
faşistlerle mücadele ederken şeklini şemalini almıştı. Avrupa’nın büyük bir
kısmı vahşi bir Nazi işgalini tecrübe etti ve Holokostun mezalimlerine tanıklık
etti. Avrupa solu Yahudilerin çektiği acılarla kendi kimliğini tanımladı ve bu
yüzden de 1948’de İsrail devletinin kurulmasını hoş karşıladı. Bazı solcular,
İsrail için verilen mücadeleyi İspanyol İç Savaşında özgürlük için verilmiş
mücadeleye benzeterek algıladı.
Ancak Avrupa solunun bir sonraki kuşağı
meseleleri bu şekilde idrak etmedi. Bir sonraki kuşağın derdi anti-kolonyalist
çekişmelerdi ve ilgi alanları Vietnam’da, Güney Afrika’da, Rodezya’da ve daha
birçok yerdeki koloni çözülmelerine kaydı. Bu kuşağın ilahi ikonu Franco’ya
karşı İspanya’da mücadele veren Enternasyonal tugay değil Che Guevara’ydı ve
Che Guevera’nın resmi sayısız öğrencinin yatak odasını süsledi.
Anti-kolonyalizm daha birçok şeye sebep oldu: 1960’larda ki Amerikan Kara
Panterlerinden (Black Panthers) Hugo Chávez’in Venezuela’da gerçekleştirdiği
bugünkü devrimine kadar.
Tüm bunlar İsrail’in “Bağlantısızlar
Hareketi”nden [Ne Amerikan ne de Sovyet kutbuna ait olmayan ülkelerin kendi
aralarında yaptığı antlaşma. ç.n.] 50 sene evvel dışlanmasıyla başladı. O zaman
Arap devletleri Endonezya’da 1955’de düzenlenecek olan Bağlantısızlar
Konferansı’na bir İsrailli delegenin katılması durumunda iştirak
etmeyeceklerini söylemişlerdi. Yahudi devleti Suudi Arabistan, Libya ve Yemen
gibi birkaç feodal krallık uğruna hakir görülmüştü. Ertesi sene, İsrail’in
Süveyş Krizi esnasında Britanya ve Fransa gibi emperyalist güçlerin yanında
olması da, İsrail’in dışlanmışlığını pekiştirdi.
Kolonyal dönemdeki kabahatlerin yarattığı
derin vicdan azabından dolayı, 1960’ların Yeni Solu için ortaya çıkmakta olan
milli Filistin meselesiyle özdeşleşmek, zaten kurumsal tesisini bitirmiş sosyal
ve demokratik İsrail ile özdeşleşmekten daha kolay oldu. Avrupa’da, İsrail’e
karşı giderek derinleşen düşmanlık 1967 Arap-İsrail savaşından da, Batı
Şeria’da yerleşimlerin yapılmaya çalışılmasında da önce mevcuttu.
İsrail’e karşı
artan düşmanlığın tam da ortasından, Fransız filozof ve siyasi aktivist
Jean-Paul Sartre başka bir çıkış yolunu savunuyordu. Sartre, İkinci Dünya Savaşı’nda Yahudilere ne olduğunun -ayrımcılık,
ihanetler, tehcirler ve yok etmeler- hatırasıyla korkmuş durumdaydı. Sartre,
İsrail’in bağımsızlık savaşının meşruiyetini anladı ve bir ara İsrail
devletinin tesis edilmesini “umudumuzu korumamıza yardım eden” birkaç olaydan
biri olarak değerlendirdi. Aynı zamanda Sartre Cezayir’in Fransa’ya karşı
verdiği bağımsızlık savaşını da kuvvetlice destekliyordu.
İsrail ve Cezayir meselelerinin ikisinin
birden desteklenmesi durumu savaş sonrası tüm Avrupa Solunun çıkmazdaki
durumunu sembolize ediyordu. Sartre, solun iki ahlaki ilke arasında seçim
yapmaya zorlanmamasını savunuyordu ve ona göre Filistin meselesi Yahudilerin ve
Arapların kendi aralarında tartışma ve müzakere ile çözmeleri gereken bir
meseleydi. Sartre, diyalog için bir alan
yaratmaya çalıştı, bunun için kendi ismini ve itibarını taraflar arasında özel
ve kamuya açık toplantılar düzenlemek için kullandı, mesela 1970lerde Comité
Israël-Palestine’i [Israil- Filistin Komitesi] kurdu. Onun bu yaklaşımı Avrupa’da İsrail ve Filistinliler arasında birçok
kamuoyuna yansımayan toplantının gerçekleştirilmesiyle zirveye ulaştı ve
nihayetinde bu durum Oslo antlaşmalarına kadar uzandı.
Ancak Sartre’ın bu vizyonu, 1977’den sonra
İsrail’in yerleşim yerleri iyice arttıktan sonra değişiverdi, zira bu
yerleşimler solun emperyalist ve kolonyal-yerleşimci İsrail figürünü
güçlendirmişti. Avrupa solunda bazı önde gelen sesler eski muteber anti-semitik
kinayeleri Filistin meselesine destek veriyor görünmek için kullanmaya tekrar
başladılar. Sabık bir gazete editörü ve Londra’nın eski belediye başkanı Ken
Livingstone, Yahudiler hakkında duyarsız açıklamaları hususunda uzun bir
hikâyeye sahip; Livingstone bir karikatür köşesinde 1982 yılında İsrail’in o
zamanki başbakanı Menachem Begin’in Gestapo üniforması içindeki resmini
yayınlatmıştı. Resimde, İsrail başbakanı Filistinlilerin kafataslarından oluşan
yığının üstünde Yahudi bir gazeteciye “bir toplama kampı bekçisi”ni andıracak
şekilde duruyordu. Livingstone, bugün Press TV için çalışmakta, Press TV İran
hükümetinin İngilizce yayın yapan yan koludur.
Sol görüşlü insanlar bazen katledilmiş
korumasız Yahudilerle sonradan oluşan İsrail’deki “Prusyalılar” arasında ayrım
yapmaktalar. Ancak bir tarafta da Yahudi olan İsraillilerin çoğunluğu
devletlerinin gayri meşru ilan edilmesi ile beraber, o devletin insanlarının da
aynı şekilde gayri meşru ilan edilecek olmasından korkmaktadırlar.
Avrupa Sol’unun bazı kısımları tarafından
ileri sürülen bu şekil bir İsrail korkusu, açıkça Filistinliler ve Arap
dünyasında yükselişe geçen İslamcılıkla birebir örtüşüyor. “Yahudi”nin
İslamcılık tarafından kuşatılması birçok Avrupalı Marksistin gözünü
kamaştırmıştır. Birçok Yahudi ve Müslümanın İsrail-Filistin meselesindeki farklı
görüşlerini bir kenara koymaya yönelik iyi niyetli çabasına rağmen, “Saldıran
Yahudi” imajı Batı Avrupa’da birçok göçmen topluluk arasında kalmaya devam
ediyor. İslamcılar, sosyalistlerle ve ateistlerle platformlarını paylaşmaya
sıcak bakarken, Siyonistlerle platformlarını paylaşmayı düşünmüyorlar.
“Yeni Sol”un Amerikan gücüne yönelik büyük
muhalefeti ve tepkisel İslamcılarla sorgulama yapmayan solcuların yakınlaşması
2003 yılında Irak’ın işgalini protesto etmek için Londra’da milyonlarca insanın
iştirak ettiği gösteride ortaya çıkmıştı. Bu gösteri Britanya Müslüman Birliği, Troçkist Sosyalist İşçi Partisi ve
Britanya Stalinist Komünist Partisi tarafından organize edilmişti. Bazı Müslümanlar gayri-Müslimlerle bir protestoya katılmak hususunda
çekincelerini bildirince, Britanya Müslüman Birliği yönetimi helal yiyecek
sağlandığı takdirde ve kadınlarla erkeklere ayrı yerler tahsis edilebilirse
gösteriye katılmanın dinen caiz olduğunu açıklamıştı. Erken Bolşeviklerin
“reaksiyonist dincilik” olarak düşünecekleri bu neviden bir şey örtbas edilip
geçildi.
Sartre
çatışmanın basit bir şekilde İsrailliler ile Filistinliler arasında olmadığını
anladı, çatışma esasen barışı savunanlar ile bunu ret edenler arasında idi ve
bu gruplar her iki tarafta da vardı. İşte bu çatışma içindeki çatışma, çoğu
Avrupa solcusunun içerlerinde bulundukları tatsız ittifaklardan ötürü hala
anlayamadıkları bir meseledir.
İsrail ve Filistin’deki barışçı tarafların
siyasi kutuplaşma yüzünden tüketilmesi, yenilikçi akılların da hızla sönüp gitmesini
doğurdu. Durağan bir kadercilik anlayışı sinagogda ibadet edenlere
saldıranların ve küçük çocukların katilinin yaratılan güç boşluğunu
doldurmasını sağladı.
Çeviren: Mehmet Yılmaz AKBULUT
(The
New York Times, The European Left And Its Troubles With Jews,
Colin Shindler, Londra Üniversitesi Oryantal ve Afrika Çalışmaları Bölümü
Emekli Profesörü ve “İsrail ve Avrupa Solu: Dayanışma ile Gayrimeşruiyet
Arasında” (“Israel and the European Left: Between
Solidarity and Delegitimization”)
Kitabı Yazarı, 27 Ekim 2012)
Siyonizmin doğasında, onun ırkçılığında
ve kolonyal politikalarında ne bulunmakta ki, pek çok solcu Avrupalı
entellektüelin zekasını atlatmaya devam etmekte?
Filistinlilere Jean-Paul Sartre ve
Michel Foucult gibi önde gelen solcu entellektüellerden çok az miktarda destek
gelmiş olmasının ya da Jacque Derrida, Pierre Bourdieu, Etienne Balibar ve
Slavoj Zizek gibilerinin Filistinlileri sadece koşullu bir şekilde desteklemiş
olmasının sebebi nedir? Edward Said bir keresinde Sartre,
Foucault (ikisi de Filistin karşıtı) ve Gilles Deleuze (anti-Siyonist) ile bu
bağlamdaki buluşmaları hakkında yazmıştı. Siyonizm yanlısı Sartre tarafından
başlatılmış ve Said tarafından gözlemlenmiş olan entellektüel ve politik
bağlılık bugünün solcu ve liberal Avrupalı aydınlarının pek çok tutumunda
sembol olarak yaşamaya devam ediyor.
Bu
aydınların çoğu ırkçılığa ve beyazların üstünlüğüne karşı açık bir duruş
sergilemelerine, Nazizme ve Güney Afrika’daki apartheid rejimine muhalefet
etmelerine, eskisiyle ve yenisiyle sömürgeciliğe karşı çıkıyor görünmelerine
rağmen, hala Avrupa’da sadece Holokost mağdurları olarak sunulan Avrupalı
Yahudilerin statüsünde bir değişiklik görmeyi reddeden Sartreci mirası
paylaşıyorlar. Avrupalı Yahudilerin Filistin halkına karşı geçtiğimiz yüzyıl
boyunca ırkçı sömürgeci şiddete başvurmuş bir sömürgeciye dönüştüklerini kabul
etmeyi reddediyorlar ve hararetli bir şekilde buna direnmeye devam ediyorlar.
Bu entellektüellerin bir kısmı İsrailli Yahudilerin Batı Şeria’daki ve Gazze’deki
zorbalığını, bu toprakların İsrail tarafından işgal edildiğini açıkça kabul
ediyorlar, fakat Yahudi devletinin silahlı kolonyal yerleşimciler tarafından
değil de Holokost mağdurları tarafından kurulduğu şeklindeki eskiden kalma
görüşe tutunmaya devam ediyorlar.
2000
yılında Filistin Çalışmaları Dergisi’nin kendisiyle gerçekleştirdiği bir
mülakatta merhum Pierre Bourdieu şunları söylemişti: “Kamusal bir duruş
sergileme konusunda her zaman tereddüt ettim... Çünkü, hiç kuşku yok ki,
çağımızın en zor ve en trajik sorusu (ırkçı şiddetin alasının kurbanı olanlar
ile bunların kurbanları arasında nasıl seçim yapılacağı) hakkında sahici
açıklamalar sunacak kadar kendimi yetkin hissetmedim.”
Eğer
Bourdieu bununla Holokost mağdurlarını kast ediyordu ise, o durumda kendisi de
Siyonist propagandanın kurbanı olmuş. Siyonizm Filistinlilere yönelik
şiddetinin bahanesi olarak bu konuyu ne kadar hortlatmaya ve iddia etmeye devam
ederse etsin, Holokost, İsrail’in ırkçı doğasını haklı çıkarmaz. Eğer Bourdieu
bunu kabul etseydi, İsrail ile onun kurbanları arasında seçim yapma ikilemi
kolaylıkla çözülürdü.
Diğer
bir örnek olarak Jacques Derrida’yı ele alalım. Kendisi işgal altındaki
Kudüs’te ders verirken meseleye dair duruşunu şöyle açıklamıştı: “Bu
topraklarda; şiddetin son olmasını savunan, terörizmin, ordunun ve polisin
işlediği suçları kınayan, İsrail’in işgal edilen bölgelerden çekilmesini
destekleyen, ayrıca -şimdi hiç olmadığı kadar zorunlu olan- Filistinlilerin
müzakereler için kendi temsilcilerini seçme hakkını tanıyan herkesle dayanışma
içinde olduğumu derhal ilan etmek istiyorum.” Ne var ki, Derrida söz konusu
konuşmasında, “İsrail
Devleti’nin varlığının, söylemeye gerek bile yok, bundan sonra herkes
tarafından tanınmak zorunda olduğunu” belirtmeyi
de gerekli görmüştü.
Derrida,
açık bir biçimde, İsrail’in işgal gibi bazı eylemleri nedeniyle saflığını
kaybettiği fikrine bağlı kalıyor. Derrida, bu noktada, birbirini takip eden
İşçi Partisi hükümetleri dönemlerinde Filistinlilerin uğradığı katliamları ve
yaşadığı zulmü önemsemeyen, yalnızca Likud hükümetleri İsrail’in Lübnan
istilaları sırasında benzer bir yol izlediği zaman mahçup olan Siyonist
liberallerden güç bela ayrılıyor.
Al-Hayat
gazetesi tarafından 2000 yılının Mart ayında ders anlatmak için Mısır’da
bulunduğu sırada kendisi ile yapılan röportajda, Derrida, İsrail işgaline olan
devamlı suretteki muhalefetini ve Filistin direnişine yönelik desteğini ifade
etti. Bununla birlikte, Derrida, bu desteğe anti-Yahudi eğilimlerin tarafında
olmadığı şeklinde bir şerh de düştü. Derrida, ırkçı zalimlik karşısındaki
Filistin direnişi ile “anti-Yahudi eğilimler” arasında gördüğü bağları hiçbir
zaman açıklamadı.
Derrida’nın
İsrail’e yönelik duruşu, Bourdieu’nünki gibi, hiç de benzersiz değil. Solcu
Fransız aydını Etienne Balibar kısa bir süre önce çok sayıda meslektaşına, ders
vermek üzere İsrail’e gidişini haklı çıkarmaya çalışan bir açıklama gönderdi.
Bu açıklamada bazı Fransız akademilerin ve kurumların İsrail’e yönelik
uyguladığı akademik boykotun iyi yanlarını ve kötü yanlarını tartışan
Balibar’ın tavrı, öyle demese bile, anti-boykot cephesine denk düşüyor. Boykotu
desteklediğini iddia etmesine rağmen, İsrail’i ziyareti ve orada ders vermesi
bu iddia ile çelişiyor. Söz konusu gerekçelendirmede, Balibar, bu konudaki
tutumunun bir “çelişkiden” ziyade bir “açmaz” olduğunu iddia ediyor. Bir yandan
hükümetlerinin işgal politikasına karşı çıkan İsrailli akademisyenleri izole
etmek istemiyor, fakat öte yandan böyle İsraillilerin çok az olduğunu
belirtiyor.
Balibar,
İsrail’de ders vermenin nasıl olup da bahsi geçen az sayıdaki İsraillinin
tecrit edilmişliklerini kırmalarına yardım ettiğini açıklamıyor. Balibar, söz
konusu ziyaretlerin -basitçe söylemek gerekirse- İsrail’in meşruluğunu arttırıp
arttırmadığını; İsrail’i kendi topraklarında bile eleştirebilen, dünyanın önde
gelen entelektüellerinin bu şekliyle yaptıkları ziyaretlerin İsrail’in
“Ortadoğu’nun tek demokratik devleti” olduğu şeklindeki propagandif imajını
pekiştirip pekiştirmediğini açıklamıyor. Balibar, açıklamasının hiçbir yerinde
İsrail’in ırkçı bir Yahudi devleti olduğuna işaret etmiyor. Onun muhalefeti
sadece Batı Şeria’nın ve Gazze’nin işgaliyle sınırlı kalıyor. Balibar, Filistin
akademik kurumlarıyla ve Filistinli akademisyenlerle buluşarak veya
izleyicilerinin arasına onları dahil ederek, İsrail ziyaretinin meşrulaşacağına
inanıyor görünüyor.
Balibar’ın
İsrail devletinin doğasından ve onun ırkçı politikalarından bihaber olmadığı
açıkça görülüyor. Örneğin, Balibar İsrail’i Güney Afrika’daki apartheid
rejimine benzetiyor. Ne var ki, acaba Balibar 1980’li yılların ortasında Güney
Afrika’daki apartheid rejimini ziyaret eder miydi, Güney Afrika birliklerinin
Angola’dan ve Namibya’dan çekilmesi çağrısı yapar mıydı ve Güney Afrika
devletinin ırkçılığı hakkında bütün bir zaman boyunca sessiz kalırken Namibyalı
akademisyenler ile buluşma isteğinde bulunur muydu? Böylesi bir
gerekçelendirmede ne tür bir etik devreye sokuluyor? İnsan, “Balibar bunu bir
çelişki olarak mı yoksa bir açmaz olarak mı görürdü?” diye merak ediyor.
Slovenyalı meşhur sosyalist
entellektüel Slavoj Zizek “Gerçeğin Çölüne Hoşgeldiniz” adlı son kitabında
Filistin sorununu oldukça bayağı bir tarzda ele alıyor. Onu
en çok endişelendiren şey; ne Siyonizmin yapısal ırkçılığı ve onun somut çocuğu
olan ırkçı Yahudi devleti, ne İsrail okullarının ırkçı müfredatı, ne İsrail
medyasının Filistinliler hakkındaki ırkçı yayınları, ne sağcı ve solcu İsrailli
liderlerin ırkçı açıklamaları, ne de Siyonizme, İsrail’in devlet hukukuna ve
politikalarına yön veren -Yahudilerin üstünlüğünü temel alan- haklar ve
ayrıcalıklar. Bütün bunlar Zizek’i çok az kaygılandırıyor görünüyor. Bunun
aksine, Zizek’i Arapların “anti-semitizmi”nin hoş görülmemesi ilgilendiriyor.
Zizek,
Hitler’in hala çoğu Arap ükesinde bir kahraman olarak düşünüldüğü ve bu
ülkelerdeki ilkokul ders kitaplarında “Siyon Liderlerinin Protokolleri” ile
diğer anti-semitik mitlerin bulunduğu şeklinde, gerçeklikle ilgisi olmayan ve
Siyonizmden ilham alan propagandif iddialar ortaya atıyor.
Zizek, İsrail’in kendi yurttaşı olan Filistinlilere yönelik uyguladığı ayrımcı
politikalara ve Batı Şeria ile Gazze’de yaşayan Filistinlilerin maruz kaldığı
günlük İsrail terörüne işaret ediyor görünürken, İsrail-Filistin çatışmasını
rekabet halindeki milliyetçilikler sorunu olarak görüyor ve söz konusu
çatışmanın olası bir NATO müdahalesiyle çözülebileceğini düşünüyor. Zizek,
Arapların tepki verdiği ve direndiği şeyin Siyonist Yahudi sömürgeciliği ve bu
sömürgeciliğin Yahudilik kisvesi altında Avrupalı beyazların üstünlüğü fikrine
bağlılığı olmadığını, aksine mevcut çatışmayı karakterize eden şeyin -Yahudi
“kozmopolitanizmi”nin tetiklediği- İslam’ın modernizm reddiyeciliği olduğunu
belirtiyor. Zizek çalışmasında İsrail’in neo-sömürgeci rolüne işaret ederek,
“İsrail’in Batı’nın liberal hoşgörü ilkesinin savunucusu” olduğu düşüncesinin
değerini düşürüyor fakat bu onu belli ki ırkçı Yahudi devletini ziyaret
etmekten alıkoymuyor. Geçtiğimiz hafta ders vermek üzere İsrail’e giden
Zizek, Ha’aretz gazetesinin haberine göre, bu derslerin hiçbirinde bir kez bile
Filistinlilerden, İsrail’in ırkçılığından veya terörden bahsetmedi. Jean-Paul
Sartre’dan birçok Avrupalı solcu aydına kalan miras böyle bir şey işte!
Sartre’nin,
Holokost mültecileri olarak Avrupa’yı terk etmiş Yahudilerin silahlı
koloniciler halinde Filistin’e geldiklerini göremediğini varsayarsak, Zizek’in
yaklaşımı daha sinsi bir hal alıyor. Zizek, Holokost ile Filistin-İsrail
çatışması arasında bir bağ olmadığında ısrar ederken, Yahudi kolonicileri
Holokost’tan geriye kalan mülteciler ve sözde Arap anti-semitizminin muhtemel
kurbanları olarak görmeye devam ediyor. Zizek’in, söz konusu Yahudilerin -ırkçı
şiddetlerine direnenler tarafından- maruz kaldıkları “anti-semitizme” karşı
çıkma takıntısı burada yatıyor. Zizek’in kendisi anti-semitik bir şekilde
Yahudileri “kozmopolitan” olarak tanımlıyor. Onun anti-semitizmi, Yahudiliği
anti-semitik bir kavram olan “Yahudi-Hristiyan” geleneğine indirgemesinde açığa
çıkıyor. Kendi anti-semitizmini Filistinlilere yansıtan Zizek, bu durumun bir
türlü farkına varmıyor.
Bahsi
geçen Avrupalı aydınlar Avrupalı Yahudilerin statüsünü Holokost’tan sağ
kurtulanlar olarak dondururken, Siyonist koloniciliğin büyük oranda Holokost’tan
yarım yüzyıl önce başladığını ve Yahudi kolonicilerin 1936-1939 yılları
arasında, Hitler’in Alman Yahudilerine karşı Kristal Gece saldırısını
başlattığı dönemde, Filistinli devrimcileri katleden İngiliz ölüm mangalarının
parçası olduklarını göremiyorlar. Siyonizmin anti-semitik projesi (Diasporadaki Yahudilerin kültürünü ve
dilini; hiçbirisinin konuşmadığı, uydurulmuş bir dil olan İbranice için ve
bahsi geçen Yahudileri Avrupa’dan çıkarıp daha önce hiç bulunmadıkları bir Asya
toprağına götürme amacıyla yok etmek) bu entelektüeller tarafından asla
incelenmedi.
Siyonizm hareketinin başlangıcından bu yana onunla anti-semitizm arasındaki
ideolojik ve pratik danışıklı dövüş de hakeza.
Zizek,
başka bir yazısında, Siyonist Yahudilerin Filistinlileri tarif ederken
anti-semitik kavramları kullandığını fark edecek kadar dikkatli görünüyor.
Fakat Zizek bundan Siyonizmin her zaman anti-semitizme ve Siyonistler ile
anti-semitik emperyalistler arasındaki ittifaka dayandığı sonucunu çıkarmıyor. Daha ziyade, Zizek, bugünün
Siyonistlerinin anti-semitizm kuvvetleriyle olan ittifakını “Yahudi bir
devletin kurulmasının maksimum bedeli” şeklinde algılıyor.
Bu
aydınlar İsrailli yerleşimcilerin kolonilerine zarar veren anti-semitizm
konusunda kaygı duyarlarken, İsrail’in en büyük başarısını -Yahudilerin
anti-semitiklere, Filistinlilerin Yahudilere dönüşümünü- görmezden geliyorlar.
Yahudi devletinin ırkçı temeline muhalefet etmedikleri sürece bu kesimlerin
Filistin direnişine olan destekleri hiçbir zaman inandırıcı olmayacak. Merhum Gilles Deleuze’ün bir
zamanlar belirttiği gibi, Siyonistler ırkçı şiddetlerini haklı göstermek için
durmadan “Biz başka hiçbir halk gibi değiliz” diye haykırırken, Filistin
direnişinin çığlığı her zaman “Biz diğer herkes gibiyiz” şeklinde oldu. Avrupalı
aydınlar Filistin sorunu üzerine eğilirken hangi çığlığa kulak vereceklerini
seçmek zorundadır.
*
Columbia Üniversitesi Siyaset Bilimi Öğretim Üyesi
Mehmed Şevket Eygi
28 Temmuz 2006 Cuma
28 Temmuz 2006 Cuma
1962'de haftalık Yeni
İstiklâl Gazetesini yayımlıyordum. Adnan Menderes'in idamının yıldönümünde "Zulümlerin
en şenii ve alçakçası kanunların gölgesinde yapılandır" başlıklı bir
başmakale yayınlamıştım. Onun yanında meşhur şair Şükûfe Nihal hanımefendinin "Git!"
şiirini basmıştım. Hemen tutuklandım. Sultanahmet Hapishanesi'ne atıldım. O
tarihte hapishaneler bugünküne nisbetle çok insanî idi. Gazeteci olduğum için
beni "Beşinci Kısım"a verdiler. Yassı Ada'dan gelme İstanbul
Milletvekili İbrahim Bey, Eminönü Emniyet Amiri Zeki Şahin, Adnan Menderes'in
korumalarından Bumin Yamanoğlu, döviz kaçakçısı Ruben Asa...Malî suçlardan
yatan Max Frumkin isminde bir Yahudi de vardı o kısımda. Türk vatandaşı
değildi. Haymatlos idi. Birgün elimde Cevat Rifat Atilhan'nın Siyonistler
aleyhindeki bir kitabını görünce bana şu soruyu yöneltmişti:
-Şevket Bey, Dünya'nın en büyük Yahudi düşmanı kimdir
biliyor musunuz?
Ben:
-Herhalde Mısır Devlet Başkanı Abdünnasır'dır cevabını
vermiştim.
Frumkin:
-Birincisi benim... demişti.
-Nasıl olur siz Yahudisiniz!..
-Öyle ama Yahudilerden o kadar çok çektim ki, şu anda
onlara en fazla düşman olan benim.
Max Frumkin daha sonra "Yahudilikten Niçin
Çıktım?" başlıklı bir kitap yazmış ve yayınlatmıştır.
Ben ondan önce tahliye edildim. O daha sonra çıktı,
lakin hayli yüklü bir tazminat ödemesi gerekiyordu. işleri bozulmuş, malî gücü
kalmamıştı. Bir gün Yunanistan'dan bir mektup geldi. Frumkin'dendi. Edirne
civarında Pityon istasyonunda trenden inmiş, Yunanistan'a iltica etmişti (o
tarihlerde Edirne'ye giden tren Pityon civarında Yunan topraklarından
geçiyordu, sonradan hattı dahile aldılar...)
Max Frumkin, Yahudiliği bırakmış Protestan olmuştu.
Niçin Müslüman olmadığını sorduğumda, "Siz Müslümanlar birbirinizin
gözünü oyuyorsunuz nerede kaldı ki bana yardım edeceksiniz. İstanbul'daki
Hollanda kilisesinin papazı bana yardım ediyor. Anlatabildim mi?"
cevabını vermişti.
Yahudiliği ve Museviliği bırakıp İslâmiyet'i kabul
eden kimseler de vardır. Bunların bir kısmı hakkında internetteki "www.jewsforallah.org" sitesinde bilgi bulabilirsiniz.
Max, bir ara İstanbul'dan İsrail'e gitmiş, orada iş
bulacak, çalışıp kazanacak, hayatını tanzim edecek...Ber-Şeba'da çok sıcak bir
gün bahçesini sulayan bir ırkdaşından ve dindaşından bir içim su istemiş adam,
"parasız vermem" demiş!..
Birkaç ay önce dış ticaret işleri ile uğraşan bir
dostum, İsrail'e gitmişti. O anlattı:
-Kudüs'te kalabalık bir sokakta bir İsrail askeri,
çelik yelek takmış, pür silâh bir setin üzerine oturmuş kucağında da bir kız ve
gelip geçenlerin, kadınların, çocukların, halkın arasında öpüşüyorlar,
sevişiyorlar.
Seks konusunda sanırım Dünya'nın en
"özgürlükçü" ülkesi İsrail'dir. Ondan sonra şu malum karikatürleri
yayımlayan Danimarka gelir. Bundan bir yıl kadar önce İngiltere'deki
dostlarımdan bir zat 276 sayfalık ilmî ve ciddi bir kitap getirdi. Yazarı Danny
Kaplan, isminden anlaşılacağı üzere bir Yahudi'dir. Kitabın ismi şu "Brothers
and Others in Arms. The Making of Love and War in Israeli Combat Units." Bu
kitap İsrail ordusundaki seks faaliyetlerini, özellikle homoseksüelliği
anlatıyor. Öyle hayalî, uydurma bir kitap değil. İlmî araştırma ve anket
şeklinde hazırlanmış, kitabın arka kapağında üniversitelerin, uzmanların,
yetkili kişilerin tahlillerinden alınmış cümleler var. (Southern Tier Editions
Harrington ParkPress)
İsrail ordusunun saldırganlığını anlamak ve izah etmek
için İsrail'deki seks anlayışını ve cinsel faaliyetleri bilmek gerekir.
Amerikalıların Irak'ta Guantanamo'da yaptıklarını anlamak için de bu
gereklidir. Sivil halka, kadınlara, çocuklara, ihtiyarlara, hastalara,
yaralılara merhametsizce saldıranların psikolojik sorunları vardır. İsrail
halkının büyük kısmı, ordusunun büyük kısmı (tamamı demiyorum) erotik ve sadik
bir pislik içindedir.
II.Dünya Savaşı'nda Almanlarda böyle bir durum
görülmemiştir. Binde bir istisnai bir vakıa olsa bizzat Alman ordusu ve Alman
devleti tarafından en şiddetli şekilde cezalandırılmıştır. Jean Paul Sartre "Situations"
adlı kitabında, işgal altındaki Paris metrosunda oturan bir Alman subayının
yaşlı bir Fransız kadınına yer vermesi gibi vak'aların çok görüldüğünü anlatır.
Fransızca bir kitapta Rusya'dan çekilen Alman ordusu Karpat dağlarını geçerken
kendi askerlerinden birini Askerî Mahkeme kararı ile bir ağacın dalına asarak
idam etmiştir. Suçu? Bir elma bahçesinden izinsiz elma koparmasıdır.
1915 Çanakkale Savaşı'nda müttefik (İngiliz, Fransız
vs.) kuvvetlerin başkumandanı olan İngiliz generalinin hatıralarında okumuştum.
Günlük şeklinde yazılmış, bir yerde şu küçük cümle yer alıyor: "Çerkes
asıllı bir Osmanlı zabiti yaralı bir İngiliz'i sırtına almış sahra hastanesine
götürmüş..." Düşman generalinin bu cümlesinde hayret vardır, hayranlık
vardır, takdir vardır.
Amerikan ve İsrail ordusu Lübnan'da, Irak'da,
Afganistan'da arslanlar gibi değil sırtlanlar gibi çarpışıyor.
İsrail'in acımasız, uluslararası savaş hukukunu
ayaklar altına alarak, masum çocukları öldürerek yaptığı kuralsız ve etiksiz
savaşı bir kısım (İsrailli ve Diaspora'ya mensup) Yahudiler de lânetliyor.
Yazık ki çoğunluk sırtlanlıklara alkış tutuyor.
İsrail Hahamlar Konseyi'nin Talmut'a göre savaşta
kadınlar, çocuklar, ihtiyarlar ve siviller de öldürülebilir fetvası, Yahudi
olmayanların gözlerini açmalıdır. 2007'ye kalmaz Ortadoğu Savaşı genel bir
yangın haline dönüşecektir. İsrail'in Türkiye'nin tamamını vurabilecek nükleer
veya nükleer olmayan füzeleri bulunmaktadır. Bunları ateşleyip fırlattıkları
zaman ne asker dinleyecekler, ne sivil.
Osmanlı
İmparatorluğu'nun yıkılışında Yahudilerin büyük rolü olmuştur. Yahudiler "Katırlı
Lejyonlar" meydana getirerek İngilizlerle birlikte, velinimetleri
Türklere karşı savaşmışlardır. Filistin, Osmanlı ülkesinin bir parçası iken
Aaronsohn adında bir Siyonist, Nili gizli teşkilatını kurmuş ve Türkler aleyhine
casusluk yapmaya başlamıştı.
Nili, Kahire'deki İngilizlerle gizli bağ kurmuş,
aylarca Osmanlılar aleyhine bilgi göndermiştir. Türkler 1917 Eylül'ünde
Mısır'dan Yahudi casuslarına haber getiren bir posta güvercini yakalamışlar ve
casusluğu öğrenmişlerdi. Teşkilatın üyelerinden biri olan Na'aman Belkind,
Osmanlı otoriteleri tarafından yakalanmış, teşkilatın bir takım üyeleri
tutuklanmıştı. Bunların bir kısmı sürülmüş, bir kısmı idam edilmiştir. İsrail
devleti daha sonra, Osmanlı'nın çöküşüne yol açan casusluk faaliyetlerinde
bulunan bu kimselerin kabirlerini araştırmış ve onları millî kahraman ilan
etmiştir.
İsrail'in kurulması için Osmanlı Devleti'nin yıkılması
ve Filistin'in İngiliz mandası altına konulması gerekiyordu. Yahudiler bu işi
becermişlerdi.
Türkleri mânevî bakımdan çökertmek aliéné etmek, bir
millet olmaktan çıkartıp, bir sürü haline getirmek için onların İslâm'a olan
bağlılıklarının da zayıflatılması konusunda bir takım Yahudiler çok
çalışmışlardır. Bunlardan, Selanik Hukuk Mektebi muallimi (profesörü) Moiz
Kohen Efendi, buram buram Oğuz Türklüğü kokan Tekin Alp takma adıyla
Türkçülük ve milliyetçilik kitapları yazmış, bunlardan birine "Kahrolsun
Şeriat!" başlıklı bir bölüm koymuştur. Bugün (hakiki Türkçüleri ve
milliyetçileri tenzih ederek beyan ediyorum) İslâm'a sövüp sayan, Müslümanlara
gerici ve yobaz diyen bir takım sahte Türkçüler ve milliyetçiler işte bu Tekip
Alp nâm-ı diğer Moiz Kohen'in çömezleridir.
Bernard Lewis
Princeton, Şubat 1994
Princeton, Şubat 1994
1492’nin çeşitli yıldönümleri ve 1492’nin farklı yerlerde, farklı insan
gruplarınca algılanmasında ve anılmasında görülen keskin karşıtlıklardı. Amacım başta İber Yarımadasındaki
Müslüman iktidarının son ileri karakolu Gırnata’nın (Graneda) Hıristiyanlarca
fethedilmesi ve birkaç ay sonra İspanya’nın her yanındaki Yahudilerin ülke
dışına sürülmesi olmak üzere aynı yıl içinde meydana gelen başka bazı olaylara
dikkat çekmek, görünüşte birbirinden farklı
olan bu olayların nasıl birbiriyle bağlantılı olduğunu göstermek ve bunu
yaparken de üç süreci, yani fetih, ülkeden çıkarma ve keşif süreçlerini
uluslararası, dinlerarası ve hatta denebilirse kıtalararası tarihin oluşturduğu
daha geniş bir çerçeve içine oturtmaktı.
Avrupa’nın batı ucunu geri almaya ve yeniden fethetmeye yönelik uzun
mücadelenin tamamlandığının işareti olan Hıristiyanların Gırnata’yı ele
geçirmesi, Avrupa’nın büyük karşı saldırısına da zemin hazırladı. Derin bir
anlamda bu karşı saldırının başlangıç noktası İspanyol ve Portekiz
denizcilerinin seyahatleriydi.
1492’ye gelindiğinde İber Yarımadası’nın her yanında Hıristiyan yönetimi
hüküm sürmekteydi; ama Yahudiler ve çok daha büyük sayıdaki Müslümanlar olmak
üzere geride Hıristiyan olmayan birçok insan kalmıştı. İspanya’nın ve birkaç
yıl sonra da Portekiz’in Hıristiyan hükümdarları, yeniden fetih ve karşı
saldırı sürecinin zorunlu bir parçası olarak bunları tasfiye etme işini yerine
getirdi. İki azınlıktan daha küçüğü ve daha zayıfı Yahudilerin kovulması atılan
ilk adım oldu. Daha büyük çapta, daha karmaşık ve daha tehlikeli bir iş olan
Müslümanların ülkeden atılması ise biraz daha uzun bir zaman aldı.
Avrupa’nın yayılması her iki uçta aynı anda meydana geldi ve her ikisinde
de yüzyıllar boyunca sürmüş Müslüman egemenliğini ortadan kaldırma çabasıyla
başladı. Doğuda Ruslar uzun bir mücadelenin ardından sonunda tarihçilerinin
deyişiyle “Tatar boyunduruğu”ndan kurtulmayı başardı. Batıda Hıristiyanlar
sekiz yüzyıl önce kurulmuş olan Mağribi egemenliğine ve hatta zaman içinde Mağribi
varlığına son verdiler. Avrupa’nın hem doğusunda, hem de batısında yeniden
dirilen Hıristiyanlar bu mücadeleyi düşman kampın içlerine taşıdılar. Doğuda
Ruslar Tatarları önlerine katarak Tatar topraklarına girdiler, Orta ve Kuzey
Asya üzerinde bir egemenlik kurdular. Batıda daha sonra öteki denizci halkların
da izlediği İspanyollar ve Portekizliler, kovaladıkları Mağribilerin peşinde
Afrika ve Asya’ya yöneldiler ve neredeyse tesadüfen Amerika’yı “keşfedip”
sömürgeleştirdiler.
Kaynak: Bernard LEWIS, Çatışan Kültürler-Keşifler Çağında Hıristiyanlar,
Müslümanlar, Yahudiler, Özgün Adı: Cultures in Conflict Christians, Muslims and
Jews, in the Age of Discovery, Çeviren Nurettin Elhüseyni, TARİH VAKFI YURT
YAYINLARI, Dördüncü Basım: Ekim 2002,İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar