Print Friendly and PDF

YAHUDİLER ve HRİSTİYANLARDA AHİRET İNANCI YOK GİBİDİR




İNSAN RUHU EBEDİ MİDİR?-ÖLÜMDEN SONRA DİRİLME PROBLEMİ-
(Not: Yahudilerin ve Hristiyanların ahiret inancı yok diyebileceğimiz bir derece de olunca, onların dünyayı kendilerine yakın bilmeleri ve hayatta acımasız olmaları doğal karşılanabilir. Çünkü dünyadan başka yurtları olmayacağını düşünürler. Ve dünya güçlünün zifafına girer. Bu nedenle ehli kitap inançlarını tevhide tapşırmadıkları müddetçe rahatımız olmaz/olamayacaktır. İhramcızâde)
Cemil Sena ONGUN
Hz. Musa’nın Mısır’da büyüyüp yetişmesine ve Mısırlıların bir ahiret hayatına inanmalarına rağmen, Yahudi’lerin ahiret hayatına ait fikirleri karışık ve müphemdir. Hemen denebilir ki; bu millet, ruhun ölmezliği inancına pek de malik olmuş değildir. Gerek Tevrat ve gerek İncil’in hiçbir yerinde bu ko­nuya rastlanmaz. Yalnız Romalılar devrine rastlayan iki eserde, bu meseleden iki defa bahsedildiği görülür. (A Serach, XVII, 29; B Sagesse, 1, 15 (bu eseri Job’un yazdığı tahmin edilir)
İncil’de (1600) dan fazla ruh kelimesi vardır. Fakat bunun ölmezliğinden bahsedilmemiştir.
Tevrat’ın (23205) âyeti vardır. Bunlardan da yalnız dördünde ruh kelimesi görülmektedir; ve açıkça ölmezlik konusuna temas edilmez. Yalnız bunun yorum (tefsir) tarzı münakaşa edilir. Bu münakaşalardan da anlıyoruz k:; o va­kitler, eski Mısır’ın geleneksel inançları, Beni İsrail arasın­da yaygın rivayetler ve hiç olmazsa bir takım bid’atlerle mis­tik hatıralar şeklinde devam etmektedir. Papa XI inci Pie’nin onaylaması ile neşredilen Th II. Martindin eserinde, «Katiyetle itiraf edebiliriz ki, ruhun yalınçlık (basitlik) ve ölmezliğine dair olan felsefî doktrin, İncil’in hiçbir yerinde mevcut değildir.» denilmektedir (Th H. Martin, La vie future, 3. Cilt, P: 76.) Tevrat’ın beş sefer-pentateuque inde, ahiret hayatına dair küçük bir iz bile görülemez. Hattâ ölümden sonraki muhakemeden bahis bile edilmez. Cennet ve cehennem düşüncelerine de rastlan­maz. Tevrat, ölüler için duayı tavsiye etmediği gibi, geçmiş­teki büyük adamların hatırasına saygı için yapılan bayram­ları da tavsiye etmez. Yehovah’ın kendi milletine yaptığı vait ve tehditler, sadece yaşayan günlerin menfaatlerine taallûk eder: «Pederine ve validene hürmet edebin, Ta ki senin Al­lah'ın olan Yehovah’m sana verdiği diyar üzerinde ömrün uzun ola.» (Huruç, XX, 12.) Ve diğer bir âyette de: «Onlara secde ve iba­det etmiyesin, zira senin Allah’ın Yahovah bana, buğz eden­lerden pederler günahını oğullardan üçüncü ve dördüncü nesile kadar arayan gayretli Allahım.» (Tesmiye, V, 9.) der. Bu dinde, ebediyyet vasfına yalnız Yahovah sahiptir.. «Musanın duala­rı» diye tanınmış olan (Mezamir), tanrısal ebediyyeti, «tar­lalardaki otlar gibi» gelip geçmeğe mahkûm olan insan ha­yatının tamamen zıddı olarak vasıflandırır.
İbrani'ler için, insanın ölmezliği iddiası, Allaha karşı yapılabilecek küfürlerin en büyüğüdür. Vakıa Musevî’ler Scheol veya Refum adını verdikleri bir nevi Mâne’lara, göl­geler âlemine inanırlarsa da, bu âlemi bir uyku veya kendin­den göçmek, rehavet haline dalmak manasına alırlar. Ve bu, ruhun bir ölmezliği halinden ziyade isimsel bir artakalış survivence ’dir. Çünkü bu hal, hayattan ziyade ölüme yakın bir haldır; nitekim, Tevrat’ın bazı kısımlarında (Krallar. 1, XXVIII, 11, 15.) bu gölgelerin özel haller içinde uyandırılabileceği kabul edilirse de yine bu paragraflardan anlıyoruz ki, bu suretle uyandırılmış olan Samoel, rahatı bozulmuş olduğundan şikâyet etmekte­dir. Bu uyandırma keyfiyeti, sadece bir imana davet etme telkin ve gösterişten ibaret, yani bir nevi mucizedir. Meselâ: «Bir ölü çocuğun üzerine üç defa uzanarak Rabbe niyazla: Ya Allah'ım sana rica ederim, bu çocuğun canı derunune gel­sin, dedi; ve Rab, İlia’nın sesini işitti, ve çocuğun canı derununa giderek dirildi.» (Mûlüki salis. XXVIII, 21, 22.) ifadesinde olduğu gibi ki, İsa’nın da körlerin gözlerini açmak ve ölüleri diriltmek gibi peygam­berliğine delil olarak getirilmiş mucizeleri bu neviden dir. Yoksa Mezamir’de açıkça: «ömrüm, senin indinde hiç hük­mündedir; Hakikaten her adam, en iyi halinde bile fani­dir» (Mezamir XXXIX, 5.) denilmekte ve diğer bir yerinde de: «Ya Rab, bana mühlet ver, ta ki göçüp nâ-bedit olmadan evvel ferahlana­yım» cümlesi görülmektedir. (Mezamir XXXIX, 13.) ve bir hitabe tarzında da: «ölülerde mi mucizeler göstereceksin? Hayaller kalkıp seni temcit edecekler mi?» (Mezamir LXXXVIII, 10, 12.) diye sorarken: «Mucizelerin zul­mette ve adaletin unutma diyarında bilinir mi?» (Mezamir LXXXVIII, 13.) suresiyle de bir imkânsızlığa işaret olunmaktadır. Nitekim Jobda (Job Sagesse, II, 6.) doğruların artakalışını, insanların hatırasında şerefli bir yer tutmak, ve Allah’ın hatırasında yaşamak anlamında kabul eder.
Ancak Babil esirliğinden sonradır ki, Musevi’ler, mazdeisme’in bazı fikirlerini benimsemişlerdir. Daha sonra da Yunanı etkilerle kısmen bir nevi platonisme’e kapılmışlardır. Milâttan yaklaşık (takribi) olarak yüz yıl evvel yazılmış olan bazı metinlerde bir ahiret hay acına rastlanır: «öldüren ve dirilten, Haviye’ye indirip çıkaran Rab’dır.» (Mülûki evvel LL, 6.) denildiği gibi.
Resullerin işlerinde de, «Mesih’in elem çekmesi ve ölü­lerden kıyam etmesi gerek olduğunu tefsir edip anlatarak»( Resullerin işleri, XVIII, 3.) cümlesine rastlarız. Yine ayni kısımda: «Çünkü Allah, bir gün tesbit eyledi; o günde tayin ettiği âdem vasıtasiyle dünyaya adaletle hüküm edecektir. Onu, ölülerden kıyam ettirerek bütün insanlara teminat verdi.» (Resullerin işleri, XVIII, 31.) denilmektedir. Buna mukabil o devirde de bazıları «ölülerden kıyamı işittikleri zaman eğlendiler.» (Resullerin işleri, XVIII, 32.) denilmektedir.
Zira, ölülerin dirilmesi ve ahiret hayatı meselesi, Yahudi tarikatleri arasında daima bir savaş konusu olmuştur: «Kı­yamet yoktur diyen Sadukî’ler, ona geldiler ve kendisine so­rup dediler, ey muallim, Musa bize yazmıştır, ki, eğer bir adamın kardeşi ölüp karısını bırakır ve çocuk bırakmazsa, kardeşi onun karısını alıp kardeşine zürriyet yetiştirsin. Yedi kardeş vardı; birincisi bir karı aldı; ölüp zürriyet bırakma­dı. İkincisi kadını aldı ve zürriyet bırakmayarak öldü, Üçüncüsü de böyle. Yedisi de zürriyet bırakmadılar. Hepsin­den sonra kadın da öldü. Kıyamette onlardan kimin karısı olacaktır? Çünkü, yedisi de onu aldılar. İsa’da onlara dedi, siz kitapları ve Allah’ın kudretini bilmediğinizden sapıtıyor­sunuz. Zira; ölüler, kıyam ettikleri vakit ne evlenirler, ne de kocaya verilirler. Ancak, göklerdeki melekler gibidirler. Fakat, ölülerin kıyam ettikleri meselesine gelince, Musa’nın kitabında, çalı fıkrasında Allah’ın ona, ben İbrahim’in Al­lah’ı, İshak’ın Allah’ı, Ya’kub’un Allah’ıyım diye nasıl söyle­diğini okumadınız mı? O, ölülerin değil ancak yaşayanların Allah’ıdır. Siz çok sapıtıyorsunuz.» (Morkos XXII, 18 27.)
Bu kat’î surette ölmezliği red eden fıkraya karşı: «On­lardan bir takımı Sadukiler, diğer takımı Fersiler oldu­ğunu Pavlos anlayınca mecliste bağırdı; kardeşler, ben Fersıoğlu Fersî’yim. Ben ölülerin kıyamı ümidinden ötürü muha­keme olunuyorum. Bunu söylediği zaman Fersîlerle Sadukîler arasında bir çekişme oldu ve cemaat ikiye bölündü. Çün­kü, Sadukî’ler, kıyamet ve melek ile ruh yoktur, derler; fa­kat Fersîler ikisini de ikrar ederler.» (Resullerin işleri XXIII, 678,).
Anlaşılıyor ki ne bu kutsal kitaplar ve ne de onları getir­miş olduğu zan edilen kutsal kişiler, bu hususta halkın tabiî ve geleneksel inançlarını değiştirecek bir yeni doktrin getir­memişlerdir. Her toplumsal ülkü gibi dinlerde topluluğun ortaklaşa vicdanını aksettirir ve bu vicdandan çıkar­lar; bu sebepten dinamik bir hamle ile halkın inanç­larını kökünden sarsıp yıkabilecek bir inancın çıka­bilmesi için, bu inançları bir ihtiyaç olarak his etmiş ve zihinlerini bu zarurete hazırlamış olan bir topluluk lâzımdır. Yahudilik ve ona bağlı olan hıristiyanlık ise, intişarları zamanında, ahiretten ziyade dünya meselelerini çözmek ve insanın, birbirleriyle ve devletle olan münasebetlerindeki kılgın hayatı tanzim etmek ihtiyacında idi.
Pavlos bir risalesinde (Pavlos Selâniklilere birinci risale IV, 14 18.): «Eğer İsa'nın ölüp kıyam ettiğine iman edersek, kezalik İsa'da uyuyanları ve hattâ Allah onunla beraber götürecektir. Zira, biz Rabbın zuhu­runa değin hayatta baki kalanlar, uyuyanlara takaddüm etmeyeceğimizi size Rabbın kalemiyle haber veririz. Biz hayatta baki kalanlar, onlarla beraber, Rabbı istikbal için bulutlarda havaya ref olunacağız ve böylece daima Rab ile beraber bulunacağız. İmdi bu sözlerle birbirlerinıze teselli veriniz.» demektedir ki, ölümle uyku, Allah’la İsa, yaşayanlarla ölüler hakkındaki çelişik, müphem ve karışık düşüncelerin güzel bir misalidir. Ve bu, dinsel doktrincin propa­gandasında bu meselenin bir teselli vasıta ve konusu olmak, tan ileri gidemediğini de göstermektedir.
Daha ziyade aristokrat ve muhafazakâr bir tarikat olan Sadukîlik, Musa’nın bu konudaki sükûtunu, delil olarak ileri sürer; ve kanunun bu konudaki ifadesini ebedî bir manada kabul ederek yorumlamadan (tefsirden) vaz geçerler. Bu sebepten de ölümden sonra dirilmeyi inkâr ederler, ve ru­hun ebediliğini de red ederler. (Josephe Gueres des Juifs. 11, 12.) Sadece, içinde yaşadık­ları günlerin yaptırım (müeyyide) larını kabul ederler. Da­ha sonraları ise, Sinagoklar, «kesin bir surette ölmezliği; ruhun mahiyetinin bir neticesi sanan fikirleri red etmişler­dir.» (Hamburger Dictionniere Talmodique.2) Papazların çoğu, imansızların en sonunda mahv olacaklarını vaiz etmişler ve tevrat’m bu önemli konuya karşı kayıtsızlığı, Hristiyanlıkta tanınmış olan kilise baba­larını gülünç yorumlamalara sürüklemiştir.
Luther’le Calvin; Allah'ın bu işi, onları dilediği gibi cezalandırmak için kasten yaptığınıı, rahip Fleury ise ,o devirdeki insanların bu yüksek konuyu anlayacak seviyyede olmadıkları için bu mesele hakkında hiçbir vahy inme­diğini iddia eder. (Fleury Moeurs des îsrailites. 20.) Halbuki, bilindiği üzere Musevi'ler, Tevrat'a göre, Yahovah’ın seçilmiş kulları idi. Eski Mısır ve Yunan kavimleri ise değildirler.
XII inci yüzyılda yetişmiş olan Yahudi feylesoflarından Maimonide derin bir İslâm kültürünü ve bu kültür yardımıyla eski Yunan felsefesini de geniş bir surette elde etmiş olmasına rağmen, kendi millî dininin maçlarından kurtula­mamış ve bu meselede dehasına yakışmayacak kadar müp­hem ve iki yüzlü düşünceler ileri sürmüştür: Ona göre, günahkârlar tamamen mahvolacaklardır. Onlar için bir ahiret hayatı mevcut değildir. (Maimonide le guide des egares, Vol III, (tr. fr. par. s. Munck. Paris, 1866)
Etkin (fail) zihin, organlardan sonra yaşayan tek pren­siptir. Bununla beraber o, Yahudiler arasında bu konuya dair yapılmış olan bütün düşünceleri gözden geçirdikten sonra insanların hakikat ve dine karşı, tıpkı çocukların mükâfat almak ümidiyle öğrenmeğe karşı duydukları alâka gibi bir cazibeye malik, ve muhtaç olduklarını, yoksa, gerçek dinin Allah'ı tanıtmaktan ve Allah aşkından başka hiçbir gayesi olmadığını iddia eder. Çömezlerinden birinin Şam’da ahireti açıktan açığa inkâr etmesi yüzünden çıkan bir skandal dolayısıyladır ki, «ölümden sonra dirilmek» adında bir küçük eser yazarak, ölmezlik doktrininin bir iman konusu olduğuna ve bunun akıl tarafından açıklanamayacak olsa müstakbel bir mucizeden başka bir şey olmadığına işaret eder. Bu feylesofa göre, esasen bu mucize de sınırlı bir süre içindir ve insanın gerçek sonu» tinsel bir ölmezlikten iba­ret olup, bu ölmezlikte zihnimiz, beden kanunlarından kur­tulacak, madde ile temasım tamamen kesecek ve engelsiz bir surette yüce hakikati temaşa edebilecektir. (Dictionnair des sciences philosophique (M, Ad, Franck) Paris 1885, P: 990 1000.).
Şu izahlar da gösterir ki, bu feylesof, âdeta açıkça in­kârdan korkan ve fakat bu ölmezliğe gerçekten inanmayan bir maddeci ruhunu taşımaktadır. Hem hekim, hem feyle­sof ve üstelik Musa dinine bağlı bir insan oluşu dolayısıyla kendisinden başka türlü bir düşünce beklenemez.
1-Ruhun ölmezliği düşüncesi, Hristiyanlığın kurulu­şundan birkaç yüz yıl sonra bu dine girmiştir.
Gerçek olan şudur ki, bir ahiret hayatı düşüncesi, yu­nan ve Roma kültürünü alanların zihninde önemli bir yor tutmamıştır, ve Hristiyanlar başlangıçta ruhun tinselliği spritualite ve ölmezliği inancını kavrayamamışlardır. «Ru­hun mahvedilemiyeceğini ve ruha esaslı bir surette bağlı olan hayatın devamı kavramı (mefhum), yani bizim felse­fede ölmezlik immoralite dediğimiz şey, Havariler tanrı biliminin . Theologie apostolique dönüp dolaştığı fikirlerin çemberi dışındadır.» (Reuss Histoire de la theologie chretienne au sciecles apostolique. I. II, P: 237.) Ahdi cedid, yani İncili yazanlar ara­sında en açık düşünceli olan ve bu meselede İbrani'ler safın­da bulunan Saint Paul’a göre, insan tabii olarak ölümsüz değildir. Ancak tanrı zekâsının yeni ve samimî bir lutfiy­le böyle olabilir. Yoksa insan, mahiyeti itibariyle fânidir. Fakat, iman yoluyla ölmezliğe kavuşmak mümkündür ve bu da «Tanrısal bir inayet grace’dir.» (Aug. Sabatier Memoire sur la nation Hebraique de I’esprit. P: 33.) Nitekim ona gö­re, «Ancak ölmezliğe mâlik olan, yaklaşılmaz nurda duran, insanlardan kimsenin görmediği ve görmeyeceği zat...» (Saint Paul Timeteos’a risale. VI, 6.) Allah'tır.
Anlaşılıyor ki, ölmezlik hakkındaki doğmatik inançlar, incirden gelmemiştir; belki birkaç yüz yıl sonra çıkan bazı kuram (nazariye) ların ölümden sonra dirilme fikriyle İskenderiye platonisme’ini uzaklaştırmak gayretinden doğmuş­tur. Judaisme’den, mazdeisme’den ve en eski Mısır dinle­rinden ve hattâ Bouddhisme’den ve yunan felsefesinden alın­mış öğelerle karışık bir dinin, başlangıçta büyük bir oyopinion genişliğine dayanmak mecburiyeti vardı.
2-Milâdın VI ve VII inci asır tanrıbilimcilerinden Philonus, ölümden sonra tensel cisimlerimizle dirilmiyeceğimizi iddia ettiği gibi;
3-Tertullien gibi bazıları; ruhun, beden gibi maddî olduğuna inanmışlar, diğer bazıları da tabii olarak mahvo­labileceğim ve ancak tanrısal iradenin istensel bir edimiyle (kasdî fiil) ölümden sonra yaşayabileceğini kabul ettiler.
4-Lactance, Arnob, Saint Justin ve saire ancak şarta bağlı bir ölümsüzlüğe taraftar oldular. Hattâ bu bakımdan ruh göçüne (tenasüh) bile inananlar görüldü. (Saint Jerom Lettre à Demetriade.)
5-Saint Augustin’in kendi ruh kuramında, Eflatunla İncil’in uzlaştırılması gayreti vardı. Bu zat daha ileri gide­rek ölü doğan çocukların bile öteki dünyada, kıyamette di­rileceklerine inanır.
6-Origen ise, İskenderiye okulunun mistisizmine tema­yül eder. Kişiliği (şahsiyet) mutlak varlıkta eritir. Jcron, Athanas, Basil'le beraber kadınların kendi cinsiyetleriyle dirileceğine inanmıştır. XIII üncü yüzyılda Paris’li Guiliaume’da Ruh adlı eserinde, ruhun basit ve ölmez bir vasfa malik olduğunu sırf dinsel bir inançla kabul etti.
7-Bütün ortaçağ feylesofları arasında, Dante’nin deyi­miyle: «Her çeşit bilgilerin üstadı» olan (Canté Divine Comedie, Enfer. IV, 44.) Aristote’nin bu meseledeki menfi görüşü, bütün ortaçağ feylesoflarının eser­leri içinde çeşitli yorumlamalara sebeb olmuştu. (E. Gilson La philosophie au moyene age. 3. ed. 1947.). Birbirlerini küfürle suçlandırarak çeşitli işkencelerin tatbikine yol açan Aristote görüşü, iskolastik feylesoflarda safsataya kadar giden müsbet ve menfi çeşitli inançlara yol açmakla beraber, menfi görüşler, müsbet olanlardan daha kuvvetli ve daha bilimsel zekâya uygun görünürler.
İncil’nin ölmezliğe inandığına dair zoraki iddialar ya­pılmasına karşı üç zat, «Kim İncil’de ruhun ebediliğine dair bir tek pasaj gösterebilirse (30) bin frank mükâfat verilece­ğini ilân etmiş ve gazeteler de bunu yazmış olduğu halde hiç kimse bu mükâfatı alamamıştır.» ( Petavel Olliff, probleme de l’immortalitS. T, I, P: 20.)
8- III üncü yüzyıldan itibaren pek büyük bir şöhret ka­zanmış olan Alexandre d’Aphrodise: «Bedenin yalınç bir şek­li olup beden gibi helak olur.» tarzında ifade edilen Aristote’nin ruh kavramını (mefhum) ele aldı; ve 800 tarihlerine doğru Jean Scot, insan hayatının, evrensel hayatın ferdileş­miş bir cüz’ünden başka bir şey olmadığı ölümün varlıkları tüm (kül) içine, «tabii bir sesin havada yayılıp kaybolduğu gibi» dağıttığını iddia etti, ve ruhun bu tanrısal birlik tara­fından yutuluşuna (tanrılaşma) Theosis veya Deification adını verdi.
9-Hıristiyanlığa yayılan bu fikirler arasında Dun Scot, ruhun ölmezliğini, yalnız akıl ışığıyla kavramanın imkânsız olduğunu, bunun ancak iman sayesinde kazanılan bir vahiy hakikati olabileceğini ileri sürdü. Yoachim de Flöre ve Jean de Parme, ussal (makul) ruhun mahiyeti itibariyle kişisel olmadığını ve varlığını, geçici bir surette kendisinden müsta­kil bulunan bedende gösterdiğini iddia ederler. ( Jane de Parme L’evangile Etemal).
10-Ruhun ölmezliğini inceleyen Albert le grand lehte 36 ve aleyhte30 delil toplamıştır. O, bu altı fazla delili, öl­mezliğin hakikat oluşu için yeter sayar. Fakat bunu incele­yen diğer bazıları, bunların mahiyetinden de şüphe etmişler­dir. İmanın en fazla hâkim olduğu yüzyıllarda, bilhassa he­nüz Saint Louis’nin sağlığında, Paris’de pek büyük cür’etle ileri sürülen şüpheli tezler de görülür. Renan’ın anlattığına göre, bu devirde bir Synode «Ruh beden şeklindedir ve be­den gibi mahvolur.» önermesini (kaziyye) mahkûm etmiştir. (1296). Bir diğer Synode da «Ölümden sonra dirilme düşüncesinin felsefi bir değeri olmadığı gibi bu konunun akılla tahkik ve ispatına da imkân yoktur.» önermesini mahkûm et­miştir. (Renan Averroes et Averroissime, P: 265 274.).
11-Pétrarque Avignon pontifliginde: «Ahiret, uhrevî yargılama, cehennem azabı, cennet sevinçleri... Boş ve ço­cukça masallar gibi telâkki olunuyordu.» demektedir (Petrarque Lettres familiers, Egloques.).
12-Ortaçağlarda yetişmiş olup Aristote sistemine bağlı olan Pomponace, Cesalpini, Cardan, Gremonini gibi zatlar, ruhu, «Bilinçli özdeşliğin (meş’ur ayniyet) yalınç bir kişi­leşmesi» diye tarif ederler, (J. Tixernot Histoire des doğmes dans Pantiquite Chretienne.) ve bedenin ölümden sonra dirilmiyeceğine inanırlar. Yalnız, akılla imanı birbirinden ayırmak suretiyle İncil’deki yargılarla uzlaşmış olurlar. Tabiatıyla akıl, bu konuyu ancak felsefî olarak inceleyebilir, iman ise, dinî olarak buna inanır. Bu sebepten Boccaline, ölmezlik inancını red edenlerden Pomponace için: «Onu bir Hristiyan olarak takdir etmeli, fakat bir feylesof olarak yakmalıdır» demişti. Zamanında pek de tehlikesiz olmavan bu şakaya rağmen, inkâr yolunda gidenler az olmadı. Nitekim Giordano Bruno ve Vanini, bir yüzyıl sonra yakılmak sure­tiyle bu şakanın cezasını çekmişlerdir. Yalnız reform’dan evvel kilise kendisini çok kuvvetli zannettiğinden bu konuda incil'e uymayan bazı münakaşalara müsaade etmişti. Her ne kadar 1513 de Latran meclisi, ruhun ölmezliğini inkâr eden­leri mahkûm etmiş ise de, kardinal Bembo, P. Pomponace’ karşı sempatisini muhafaza etmiş ve onu korumuştur. Papa Leon X, bu tehlikeli münakaşaların san’at aşkı namına uza­masını tercih etmişti. Bizzat Luther de papaya karşı olan savaşlarının en hararetli bir devrinde Pomponaee’a taraftar olmuştu. Nitekim o, savaşlarında, ölmezlik fikrini, «Roma gübreliğinden çıkmış uğursuz masalları»diye vasıflandırmıştır.( J. Finoit - Philosophie de longevitee, P : 246.)
P. Pomponace, Ruhun ölmezliği adındaki eserinde; ruhun ebedî olduğuna dair olan sekiz iskolastik deliline sekiz delille menfi cevap verir: ona göre, ölmezliğin isbatı için ge­tirilmiş olan deliller, ancak felsefî olarak isbat edilmişlerdir. Bunları ahlâk düşünceleriyle red etmek mümkündür. Meselâ, bunlardan üçüncü delili: «Eğer, ruhlar ölüyorsa Peygam­ber efendimiz yalancı olur.» iddiasına verdiği cevaptır: «Fa­ziletin gerçek mükâfatı, faziletin bizzat kendisidir, insanı bahtiyar eden de faziletin bizzat kendisidir. Zira, beşerî ta­biat, faziletten daha yüce hiçbir şeye malik değildir. Fazilet­li insanda her şey, ahenklidir. O adam, hiçbir şeyden kork­maz, hiçbir şey ümid etmez. Saadet ve sefaletde de ayni ka­lır. Nitekim, Aristote, «sefil ve kirli insanlarda her şey ka­rışıktır; onların hiçbir suretle, uykuda bile rahatları yoktur» demişti. Sonra faziletli insanlar, ruhun ölümüne, zevaline inanırlar. Çok defa sefiller, onun ebediliğini kabul etmişler­dir. Nitekim, Homere, Simonide, Hipocrate, Galiesı, Aléxondre D’Aphrodias., Sénèque de böyle düşünür.» Ruhun ölmezliği­ne dair olan dördüncü delili: «Eğer ruh ölümlü olsaydı, bütün âlem aldatılmış olurdu.» iddiasına karşıdır: «Herkesin dil tarafından aldatılmış olduğunu bilmek lâzımdır. Fakat bun­da hiçbir fenalık yoktur. Musa’nın, İsa’nın ve Muhammed’in olmak üzere üç kanun vardır. Ya bunun üçü de yanlıştır. Bu takdirde, herkes aldatılmıştır Yahut bunlardan hiç olmazsa ikisi yanlıştır. Bu taktirde insanların çoğu aldatılmışlardır. Fakat bilmelidir ki, Eflâtun ve Aristote’ya göre, kanun koyanlar bir ruh doktorudurlar; ve onlar, insanları aydınlatmak­tan ziyade faziletli yapmak istediklerinden her biri başka başka tabiatte mükâfat ve cezaya muhtaç olanlar, en az asil olanlardır. Fakat diğer her hangi bir kimse için mükafat ve cezanın değeri yoktur. İşte bu sonuncular için ölmezlik icat edilmiştir. Nasıl ki; hekimler, birçok şeyleri tehayyül eder­ler. ve dadılar, çocukları henüz faidesini bilmedikleri çe­şitli aksiyonlara sürüklerlerse, öylece de, din getirenler, pek haklı olarak gayeleri tamamen siyasî olan böyle bir fikri icad etmeşlerdir.» (F. A. Lange Hstoire de materiaisme, T. 1. P: 203 204 (tr. fr. Par, B. Pommeral, 1911).)
Pomponace, Ruhun ölmezliği adlı eserinde, bu mesele­nin «Âlemin ölmezliği meselesi gibi aklın ne lehte ve ne de aleyhte bir karar verebilmesine imkân olmayan meseleler­dendir. Bu hususta kesin bir bilgiye malik olan, ancak Allah’tır» kanaatini ileri sürer. O, bu meseleye, âlem ebedi midir, yoksa yaratılmış mıdır? sorusuyla girer, bunun ikisinin halledilemiyeceği neticesine ulaşır. (Ad. Franck Moralistes ef philosophes. Paris 1874.).
Denebilir ki, rönessans bu fikirlerden doğmuştur.
1-Müslümanlığın en esaslı inançlarından birini ahirete ve ölümden sonra dirilmeye iman teşkil eder. Bu iti­barla hemen hiçbir İslâm mezhebi, feylesofu ve hattâ tarikat sahipleri bu inançlardan uzaklaşmamalardır. Bunlar, açık­lama ve yorumlama bakımından bazı ayrılıklar göstermiş olsalar bile, esasta daima birleşmişlerdir. Kuran’da (6246) âyet vardır. Bunların yalnız (20) sinde (21) defa ruh ke­limesi geçmektedir. (Ömer Rıza Doğrul Tanrı buyruğu.).
Müslümanlıkta Allah’ın büyük hikmetlerinden biri «Di­riyi ölüden ve ölüyü diriden çıkarmasıdır.»
Evrendoğum Cosmogonie bakımından esaslı bir kay­nak olan bu hikmette, Allah’ın, her şeyi yapmağa muktedir olması ve bu yüzden de ölünün dirilebileceği hakikati sak­lıdır. «Bir de sana ruhtan soruyorlar, de ki, ruh Rabbinin emrindedir, ve size ilimden ancak az bir şey verilmiştir« ( E. Mamdi Yazır Kur’an dili. Cilt 4. S: 3197 (İsra Suresi). âyeti mucib'nce ruhun mahiyyeti hakkında sükûtu tercih eden Muhammet; ahlâksal, siyasal ve hukukî bir disiplin vasıtasi olarak ahiret hayatına, kabir azabına ve dolayısıyla cennet ve cehenneme önem vermiştir. «Böyle iken Allah bir olarak anıldığı vakit derhal yüzleri güler.» (Zümer Suresi) «Hamd o Allah’a ki, göklerde ne varsa, yerde ne varsa hep onun, ahirette de hamd onun» (Seba. Suresi ) Dua mahiyetinde olan diğer bir âyet’te de: «Allah’ım, bize dünyada ve ahirette hayır ve saadet ihsan eyle ve bizi cehennem azabından koru...» (Zeynettin A. Zebidî, Sahihi Buharî (Kâmil Miras tercümesi) Cilt. 4v S: 633.) denilmektedir.
Bir ahiret hayatının varlığına dair daha pek çok âyet ve hadis naklolunabilir. Ahiret hayatının var olması için ölülerin dirileceğini kabul etmek zarureti vardır: «Bana dedi, ba’s olunacakları güne kadar mühlet ver.» (En’am Suresi) ve diğer bir âyette de: «Allah dedi ki; onda, o tarzda yaşıyacaksmız ve onda öleceksiniz, ve yine ondan çıkarılacaksınız, ba's ve neşrolunacaksınız» (En’am Suresi)). buyurmaktadır. Diğer bir âyette de: «O gün nâs, müteferrik surette fırlayacaklardır. Amalle­ri kendilerine • gösterilmek için...» ( Zilzal Suresi) kaydı vardır. Bu ifadeler, ahiretin sanki bu dünyada baş göstereceğini ifşa etmektedir.
Müslümanlıkta da bedenle ruh, birbirinden bazan ayırt edilmemiş görünür; Kabir azabına dair olan inançlarda bu hakikati fark etmek mümkündür; Hazreti Aişe’nin Rasûlüllâh sallallâhü aleyhi ve selleme: «İnsanlar, kabirlerinde azaba giriftar olur mu?» sorusuna Peygamber: «Ondan, yani kabir azabından Allah'a sığınırım» (Sahihi Buharî Kâmil Miras tercümesi) Cilt: 3 S: 455 (550 inci hâdis) şeklinde verdikleri cevap ile kabir sualine (Sahihi Buharî Kâmil Miras tercümesi) Cilt: 4 S: 633 (658 inci hâdis) kabir azabına ( Sahihi Buharî Kâmil Miras tercümesi) Cilt: 4 S: 642) ve ölünün mezardaki duygularına (Sahihi Buharî Kâmil Miras tercümesi) Cilt: 4 S: 644) dair olan hâdisler ve bilhassa «Ölü, ailesinin kendisine ağlamasından dolayı azap edilir» (Sahihi Buharî Kâmil Miras tercümesi) Cilt: 4 S: 629, 730, 733 (672 inci hâdis). mealindeki hâdis’de göste­rir ki, insan ölmüş olmakla, sağlığındaki duygulardan kur­tulmuş olmuyor. Nitekim, bu kabir azabına dair olan düşüncelerle «Dünya ve ahiret hayatı» tâbirini ihtiva eden âyetin tefsiri de ayni imanı ifade etmektedir  (Sebe sûresi1 inci âyet)
Müslümanlığa göre, ölümden sonra dirilme bir kıyamet gününde vukua gelecektir. Yoksa, mezardaki dirilme ancak, kendimizi kutsal bir âleme takdim etmek ve tanıtmak için bir nevi tören mahiyetindedir; ve istikbalde, öteki dünyadaki durumumuzun vaktiyle bilinmesini sağlayan muvakkat bir merhaledir: «Kâfirler, bize kıyamet gelmeyecektir, dediler. Onlara de ki, gaybı bilen Rabbime kasem ederim ki, kıyamet size gelecektir.» (Sebe sûresi 4 üncü âyet  ). ve bunun gayesi, «Kıyamette iman eden ve âmâli salihası bulunan kimseleri mükâfata mazhar etmektir.» (Zümer suresi, 24 üncü ayet ) Bu itibarla, kıyamet günü ayni zamanda bir mücazat günüdür: «Kıyamet gününde şiddetli azaptan yü­zünü siper etmek suretiyle sakınan kimse, azaptan emin olan kimse gibi midir?» (Sahihi Buharı (Kâmil Miras tercümesi) Cilt: 4 S: 494 (658 inci hâdis)
Cennet ve cehennemdeki mükâfat ve mücazatın da tinsel (manevi) olmaktan ziyade maddî oluşu, dirilen ruhların be­dende iken duydukları haz ve elemi aynen tadacaklarını göstermektedir. Bu olay şöyle başlayacaktır:
«Sizden biriniz vefat ettiğinde, sabah ve akşam ona kendi makamı gösterilir; o kimse, ehli cennetten ise, ehl-i cennet makamatından bir makam, ehli nâr’dan ise, cehen­nemlik hücrelerinden bir karargâh gösterilir ve ona, burası senin durağındır, Kıyamet günü, Allah seni buraya göndere­cektir.» (Sahihi Buharî (Kâmil Miras tercümesi) Cilt 4 S: 743 (678 inci hâdis) denilir. Zümer sûresi, mü’minlerin cennete nasıl girdiklerini tasvir eder. Orada ve bu dünyadaki nizama uy­gun bir hayatın daha ebedî ve mübalağalısına nail olunur. Evvelâ: «Kıyamette mü’minler, cehennemden kurtulduktan sonra cennetle cehennem arasındaki köprüde tevkif olunur­lar. Burada, dünyada aralarında bulunan mezalimden bir­birine haklarını vererek hesaplaşırlar. Paklandıkları zaman, bunların cennete girmelerine izin verilir.» (Sahihi Buharî (Kâmil Miras tercümesi) Cilt: 7 S: 480 (1085 inci hâdis) (Eski Mı­sır'ın dinsel inançlarında bu olay mevcuttur.) Orada da mü’minlere «Kirazlar, Muzlar, içkiler ve Huriler» (Vakıa sûresi) ve hattâ «ipekler, gölgeler, yiyecekler, gümüş ve billur...» (Dehr sûresi ) la «Pınarlar...» (Hic.r sûresi 45) nasip olacaktır.
Denebilir ki, kızgın çöllerde her şeyden mahrum olanların bir ülkü olarak tasarlayıp peşinden koşabileceği maddî nimetler, ancak cennette gerçekleşecektir. Ve bu nimetler, arzımızın verimli ve mutedil çevrelerinde her zaman görü­lebilen maddelerdir ki, bunlardan ancak iman eden insanlar, öldükten sonra istifade edeceklerdir, ve bu lütuflara nail olmak için pek büyük emeklere de ihtiyaç yoktur. «Ümme­timden her kim Allah ü Teala’ya hiçbir şeyi ortak tutmaya­cak olursa, o kimse cennete gider» hattâ «Zina ve sirkat etmiş bir insan dahi olsa.» (Sahihi Buharı (Kâmil Miras tercümesi) Cilt: 4 S: 330 347 (617 618 inci hâdis)
Müslümanlıkla, sadece insanlar değil, hayvanlar da ahu rette dirilecek ve Tanrı katına çıkacak ve «Boynuzsuz keçi boynuzlu keçiden intikamını» orada alacaktır.
Gerek Kur’an ve gerek hâdis’e dair bütün tefsirlerde ölmezliği ve ahiret hayatını te’yid edici pek çok dinsel ve kutsal işaretlere tesadüf olunur. Denebilir ki; İslâm dini, kendinden evvelki dinlerin şüphe ve tereddütlerini tamamen izale ederek ruh için ölmezliği bir hakikat olarak kabul et­miştir. Toplumsal düzen ve disiplin için bu dünyanın kanun ve yaptırımlarım yeter bulmamış, insanları ve genel olarak bütün canlıları, bu dünyadaki organik ve ruhsal duygularıyla ve bu dünyada korktukları veya peşinden ihtirasla koştuk­ları maddî lezzet ve elemlerle terbiye etmek istemiştir. Bu dirilmeyi sembolik ve mistik anlamlan bakımından başka şekilde yorumlamışlarsa da, onlar burada bizi ilgilendirmez­ler. Biz bu emirlerin görünen anlamlarını, görünmeyen ger­çeklerine tercih etmeyi, pozitif anlayışa daha uygun bulu­yoruz.
2-Nitekim İslâm feylesofları, bu konuyu, felsefî bir görüşle ve başka tarzda açıklamışlardır. Bunlardan İbni Sina, Eflâtun ve Aristote’nin fikirlerine bağlanmış, ruhu sınıflar­ken onlardan fazla olarak bir kutsal (mukaddes) ruh kabul etmiştir. Bu ruh, eşyanın realitesine doğrudan doğruya bir nevi araçsız (vasıtasız) sezgi ile temas eder. «Ussal (aklî) ruha mahsus olan mükemmellik kendisinde tümün (küllün) şeklini değil, içinde hissedilen nizamı ve bu tümde yayılmış bulunan iyiliği bir iyilik olarak benimser ve evvelâ, sırf ve yüce ruh töz (cevher) lerinin serisini, daha sonra da göksel cisimlere tâbi ruhları bütün şekil ve kuvvetleriyle bizzat kendisini tümel varlığa benzeterek takip eder ve gerek âlemin imgesine (hayal) uygun olan ussal bir âleme ka­vuşmuş olur. Bu suretle mutlak güzelliğin, en küçük mü­kemmelliğin ne olduğunu görür ve onunla birleşir ve bu modelde çalışır; bu yolda koşar, sanki iyiliğin (hayır) tözü imiş gibi bizzat iyilik haline gelir» (F. Palhories Vie et doctrines des philosophes. Cilt: II P: 29.)). Böylece mistisizm’e yol açan İbn-i Sina; aklın, organsız da idrak edebileceğine inanır, ve bunun için çeşitli deliller getirir. Bu suretle insan ruhun tensel (cismanî) olmaktan ziyade tinsel mahiyetini ortaya çıkarmış olur. Bu bakımdan bedenle beraber meyda­na gelen ruh, bedeni ancak bir araç ve bir âlet olarak kul­landığından, beden mahvolmakla ruhun da fenâ bulması icabetmez. Zira, ruhun bedenle olan ilgisi, bir tedbir ve tasarruf ilgisidir. Yoksa, kimyasal bir kaynaşma, uzlaşma veya hulûl ilgisi değildir. Yani ruh, bedene nazaran etkin aktif ve müstakildir. Nihayet Müslüman oluşu, bu büyük Türk feylesofunun da kıyamette, mahşerde ruhların bedenle beraber dirileceklerine inanmasını icab ettirmiştir. Kendisi­nin ruh hakkında yazmış olduğu bir kasideyi Arapçasından aynen dilimize çevirmeyi faydalı görüyoruz. Bu kaside, ha­yatının son zamanlarına aittir:
«Ey ceset... Aziz ve kuvvetli olan ruh, sana yüce bir âlemden inmiştir. Herkese görünmekten çekinmeyen ruh, Allah'ı bilenlerin keskin bakışları önünde kapalıdır. Ve sana istemeyerek intikal eden ruh, şimdi edebî bir saadete nail olmadığı için ayrılığından hoşnut değildir.»
«Evvelce ruh, cesede girmek istemedi. Fakat, cesetle birleştikten sonra hoşnutluğunu arza mecbur oldu. Ruhun o birleşmeğe tenezzül etmediği cesetten ayrılmayı istemesine bakılırsa, vaktiyle kendisinden uzaklaşmak istemediği ilk kaynaktaki komşusu ile olan sözleşimini (mukavele, misak) unuttuğu anlaşılıyor. Ruh, cesetle olan bağlılık ve alışkan­lığı dolayısıyla kalp ve hayvansal ruhu da kendi egemenli­ğine bağladı. Yani tedbir yönünden kalp’de, tasarruf yönün den bedende hükmünü yürütmeğe başladı. Bununla beraber,, ruh, ebedî yurdundaki komşusu ile yaptığı sözleşimi hatırla­dıkça, göz yaşı döker. Buna sebep ise, ezelî ve ebedî yurdu, ziyarete engel olan tensel kusurlarla karşılaşmasıdır. Hapse­dildiği yerden kurtulan ruh ise, terk ettiği cesedin kesin bir surette çürümesi önünde hasretle terennüm eder. Bununla beraber, ruh, uzun zaman kendisi ile beraber vakit geçirdiği bir arkadaştan ayrılırken hiçbir kardeşlik kaidesine riayet etmedi. Fakat madde gözünün görmeğe engel olduğu lâhutî âlemlerin sırlarını öğrendikçe, sevincinden teganniye başla­dı. Ruh, cisim içinde kazandığı bilim fazileti sayesinde ar­zusuna nail oldu. Zira bilim, ruh gibi bilgin olanları da yüce mertebelere yükseltir. Ruhun yüce bir âlemden beden ha­pishanesine düşmesinin sebebi nedir? Bu, herhalde tanrısal esrar ve iradeyi bilmek için değildir. Zira, insan aklı, bunu idrak edemez. Eğer ruhun bedene inmesi, ilk ve ebedî yur­dundaki varlık bilim ontologie sırlarını (serairi ledünniye) duyumları ile idrakten ve bir gizli âlemin varlığına inan­maktan ibaret ise, bunun husule gelmesine imkân yoktur. Ne yazık ki; ruh, ezelî takdir merhalesinde o kadar ileri gitmiştir ki, artık cismanî âleme veda etmek zaruretindedir* Ruh, bedende ne kadar uzun zaman misafir olursa olsun bir lahzada yanıp sönen bir şimşek gibi yok olmağa mahkûm­dur.»
Görülüyor ki; bu düşünceler, ehli sünnet inançların­daki ikiciliğe dualisme uygundur. Halbuki İbnî Sina, baş­langıçta bu kadar dinsel doktrinlerin nüfuzuna mağlûp gö­rünmüyordu. İhtimal maruz kaldığı hayatsal sıkıntılar, onu böyle bir ihtidaya mazhar kılmıştır.
3-Gazali de Pantheisme’e bağlı bir ikici Dualiste’dir; Bedenden ayrı bir ruhun varlığına inanır. Zira, o ruhu, soyut (mücerret) bir töz sayar. Ruh, bedenden ayrıldıktan sonra değişir ve çoğalır; ve bu suretle baki kalır Mahşerde ru­hun mutlaka eski bedeniyle değil, fakat herhangi bir bedenle mutlaka zuhur edeceğini kabul eder, «öteki dünyada en yüksek yeri tutan yaratıklar, Allah’ı en yüksek aşk ile se­venlerdir; öteki hayata girmek demek, Allah’ın katında iler­lemek ve ona tesadüf saadetini hissetmek demektir.» (F. Palhories Vie et doctrines des grandes philosphes. Cilt II, P: 39.).
4-Fahrettiini Razi, ruhun bedenden ayrı bir duyarlık ilkesi olarak kabul ettiğinden, ruh bedenle beraber yaratıl­mıştır, fakat bedenden sonra da devam eder kanaatindedir. Ona göre: cismanî hazlara bağlı olanlar öldükten sonra, cis­me ait şeylerden uzak kalacakları için, çok acı elemlere maruz kalacaklardır. Mükâfat ve mücazat gibi ruhsal bir yaptırımın (kuvve-i müeyyide) lüzumunu ileri sürerek ahiret hayatına iman eder. Bu iman, âdeta Hristiyanlığın tanrı­sal inayet Grace doktrinine benzer. Yani ölmezlik, tanrısal bir bilgelik (hikmet) ve inayetin ürünü (mahsul) dür. Zira, maddenin mutlak surette yok olacağı ispat edilemiyeceği gi­bi, ahiret hayatı hakkında Müslümanlığın kuvvetli va’dini de red etmemize imkân yoktur.
5-İbnürrüşd’e gelince: Bu zat XIII üncü yüzyıl iskolastikleri üzerine önemli etkiler (tesir) yapmıştır. Arıstote’yu benimseyerek insanın evnensel (âlemşümul) ruha iştirak ettiğini, fakat kişisel ruhun mahva mahkûm olduğunu okuttu. İnsanlıkta genel akıldan başka devam edebilen hiçbir şe­yin varlığına inanmadı. (Renan Averroes et I’Averroisme. P: 103 107.). Ölüm, tamamen varlıklarla üremesine benzer. O, gücün edime geçişidir. Mademki bütün varlıklar doğmuşlardır, öyle ise, bizzat bir güç halinde mahvi, fesadı ve ölümü taşırlar (F. Palhories (ayni eser) Cilt: II, P: 49.).
6-Farabî de Aristote’yi, mistisizm ve müslümanlıkla uzlaştıran bir ölmezliği müdafaa etmiştir. Yani o, ruhun ebe­diliğini kabul etmiştir. İnsan ancak etkin aklın etkisini alma­ğa istidatlı ve yüksek seviyyeye malik olduğu takdirde yüce iyiliğe (Hayrei âlâ) yaklaşabilir. Hattâ vasıtasız Peygamber bile olabilir. Ona göre insan öldükten sonra daha mükemmel bir bilgiye nail olacaktır.
7-Hemen bütün İslâm mutasavvıfları, herşeyden evvel İslâmî kayıtlara bağlıdırlar. Bununla beraber insanın «Ot gibi bitip ot gibi yittiğini» müdafaa edenler de vardır. Zira; İslâm mezheplerinin, firkalarının yetmiş ikiye çıktığı görül­mektedir. (Şehristanî Elmilelü vennihal.). Fakat İslam mutasavvıfları, varlığın birliği il­kesine, yani, tanrısal varlığın ebediyyeti ilkesine dayandıkları için, onlara göre nihayet baki olan Allah’tır. Yoksa her Şey fanidir. Kur’an’da bu konuya dair pek çok âyet vardır; ve Müslümanların mezar taşlarında görülen (Hüvelbaki) cümlesi bunu ifade eder. Bir dine sıkı sıkıya bağlı olmak ve devrin taassubu, bu çeşit konularda en gerçek inancı açığa vurmaya engel olduğu gibi bu konuları pozitif ve nesnel objektif olarak incelemeğe de engeldir.
Sh:23-76
Üstün ruh olayları ve bunların ölmezlikle ilgisi
a — ölümden sonra hayat inancında:
1— Bu dünyadaki mahrumiyetlerimizi tazmin eden bir âleme kavuşmak;
2— Bu dünyadaki haksızlıkların cezasını veren bir yüce yargıcın adaletini görmek;
3— Bu dünyadaki ülküleri ebedî olarak gerçeklen­dirmiş olan tanrısal bir âlemin bolluk ve nimetlerine nail olmak;
4— Bizzat Tanrıya ve Tanrının kutsal büyüklüğüne ve mübarek zenginliğine kavuşmak;
gibi bir takım menfaatler saklı olduğu gibi, yaşayanlara iyilik veya fenalık yapmak gibi şeytansal ve tinsel bir kuvvet haline gelmek veya bu hale gelenlerden faydalan­mak nevrinden gayeler de saklıdır. Bu inancı kimin, nasıl icadettiğini, insan zihninin böyle bir konuyu hangi kay­nağın ilhamiyle elde ettiğini keşfetmek güçtür. Muhakkak olan şudur ki, bu düşünceler ortaklaşa tasarımlara (ta­savvur) dahildir; Bu tasarımlar, daha çok rahip, sihirbaz ve kâhin gibi bir takım mistik kişilerin san'atı ve bunlara bağlı olan toplulukların tinsel (manevî) birliklerini devam ettiren bir disiplin vasıtasıdır.
Başlangıçta mistik zekâ ve imgelemin (muhayyele) olduğu kadar da toplumsal düzenin ve tutkuların zaruri ola­rak devam ettirdiği bu inançlar, ihtiva ettikleri efsanelerle bazan bir şiir etkisi yapmış ve bazan da korkutan veya özlenen bir özellik göstermiştir. Her şeyden evvel bunu bilmek lâzımdır ki, genel olarak mistik insanlarda ma­razı bir ruh bünyesi vardır. (Dr. Marie — Mysticisme et falie) Birçok akıl ve ruh hastalıkları mütehassısları ve bilhassa Pierre Jenet ve dahs çok evvel Charbonnier (Charbonnier — Maladie des mystiques, P; 5.) hasta olmayan hiçbir mistik adama rastlamadığını söylemektedir. Görres (Görres — Mystique,) bir çok delilerin dinsel hezeyanla ve sanrı hallucination’larına dair çeşitli misaller verir. Bu nevi kişiliklere hayran olanların da az çok farkla bu çeşit hastalıklara tutulmuş olduğu anlaşılmaktadır. (Görres — Ayni eser. P: 159, 170 177.) Bu mistik sanrıların belli bir kültür ve yaşa da ihtiyacı yoktur. Bazan pek küçük yaşlarda bile böyle ruh hallerine rastlanabilir. (Abbé Ribet — La mystiques divine, T: II, P: 38) Bu da bir nevi kişilerin topluluk üzerindeki etkisini arttırır; ve topluluğun imanını kuvvetlendirir. Hâlbuki esas itibariyle bunlar aklî bir soysuzlaşma degeneressence mantale’nın işaretidir ki, Dr. Dupain bunları debiles’ler sınıfın» kor. (Dr. Dupain — Etudes sur la delire religieux, P: 64,)
Mistiklerde marazı bir kibirlenme megalomanie ve övünme vardır ki, kendilerine muhatap olabilenler, bu âlemin günahlıları değil, belki Tanrı ve tanrısal âlemin mübarek ve kutsal kişileridir. Bu kişiler, melek, cin, şey tan ve yüce ruhları teşkil eder. Ve diğer bir âlemle ahiret düşüncesinde, bu büyüklük ve kibir duygusunun çok önemli rolü vardır.
Paul Louis de Biois, mistiklerden birçoğunun «Kut­salların modellerine ve tanrısal sırlarına malik olanlara inandıklarını, göksel ilhamlar temennisinde bulunduklarını ve böyle ilhamlara mazhar olduklarına emin bulunduk­larını, kendilerinin ulaştıklarını zannettikleri çok yüksek kutsallık derecelerinden uzakta bulunanları inandırmak için mucizeler yapmak istediklerini» anlatır. (Paul _ Louis de Blois, La direction des âmes religieus.)
Bu derecelere ve ilhamlara mazhar olmak için hattâ ilkel topluluklardaki rahiplerin bile son derece pehrize ve oruca riayet ettikleri görülmektedir ki, bunlar bir takım zihni –uyarım- excitation mantale’lara ve hattâ sanrıla­ra sebep olur. E. Veron, ilkel topluluklardan « Keebets'ler veya Abipanes’lerin büyücüleri diyor, her çeşit hastalıkla­rı iyileştirmek, hastalıkla cezalandırmak, ölümü getir­mek, geleceği keşfetmek, büyük aralıklarla cereyan eden olayları açıklamak, yağmur veya dolu yağdırmak, fırtına getirmek, ölülerin gölgelerini (ruhlarını) çağırmak, kap­lan şekline girmek, en zehirli yılanlarla tehlikesizce oy­namak... v.s. bütün bu kudretleri kazanmak için kullandıkları vasıta, günlerce bir göl kenarındaki yaşlı bir söğüdün altında oturup ruhları serbest ve hafif bir hâl alıncaya kadar ve geleceği delinceye kadar aç kalmaktır. » (E. Veron — Histoire naturelle des réligions. T: I, P: 98,)
Gerek Hindistan’da ve gerek Afrika ilkelerinde ve eski Yunanda ki Delphes tapınağının kâhin kadınlarında hep aynı açlık ve oruçla kendilerini terbiye ettikleri görü­lür. Bu haller, mistik temayüllerin doğurduğu o çeşit neticelerdir ki, bu temayüllerin doğmasına sebep olan bir riyazet değil belki esasen bu marazı bünyeye mâlik olan­lar bu riyazeti yapmak ıstırarında bulunanlardır. Bu çe­şit oruçlar ve inzivalar, bu marazı bünyelerin büsbütün derin ve müzmin bir hezeyan ve sanrıya tutulmalarını temin eder. Hind'in kutsal kitapları dört ay havadan başka bir besin almayan ve sadece on iki günde bir pek fa­kirane şeyler yiyen azizin, nihayet tanrıyı kendi müfekkiresinde kucaklayabileceğinden bahsederler. (Bagavata Purana — Chapitre IV.) Normal bir bünyenin ise, bu şiddetli perhize dayanamıyacağı ve dayansa bile kendisinde birçok ruhsal karışıklıkların do­ğacağı muhakkaktır.
Bu mertebeye ulaşmak için doğu ve batı mutasavvıf­ları da masivayı terketmek suretiyle tanrısal ahlakı benimsemek yolunu tutarlar. Bunlarda az yemek, az uyu­mak ve insanlardan uzaklaşmak bu kutsallık mertebeleri­ne ulaşmanın esaslı bir şartı görünür.
Bu işte en fazla ileri giden, hattâ kendine mensup olanları bile unutandır: «İsa, halka henüz söylemekte iken, işte anası ve kardeşleri onunla söyleşmek isteyerek dışarda durdular; ve biri İsa’ya dedi: işte anan ve kardeşlerin seninle söyleşmek isteyerek dışarda duruyorlar... Fakat İsa, cevap verip kendisine söyleyene dedi: Benim anam kimdir? Ve kardeşlerim kimdir? Ve altı şakirtlerine doğ­ru uzanıp dedi, işte benim anam ve kardeşlerim. Çünkü; göklerde olan babamın iradesini kim yaparsa, benim kardeşim, kız kardeşim ve anam o dur.» (Ahdı Cedid. Saint Matta XII. 47, 50.)
Bir çok büyük mutasavvıfların biyografilerine dair olan yazılarda, bu kişilerin çeşitli alıştırmalardan sonra, nihayet anormal bir imgelem genişliğiyle tinsel bir âlem yarattıkları görülür. Kendine telkin auto-suggestion, âdeta ferdi ipnotize eder. Bu suretle bir takım sesler işit­meye ve imgeler görmeye başlar. Bu gibilerin bazısı korkutur ve tâciz eder; bazısı ise, rahmani veya şehvani olur. Nitekim «Mısır Hıristiyanlarının münzevileri de. Saint-Paul ve Saint-Antoine gibi cinli perili bir takım tanrısal tecelliler zannettikleri fantastik imgeler görür­lerdi.» (Alfred Maury — Le soraeil et les reves, P: 65.) Bu çeşit görüm hikâyelerinin olağanüstülerine dair misalleri, H. D. Schufeert’in eserinde ve daha diğer eserlerde bolca bulmak mümkündür. (H. D. Schubert — Les terres dans Tuniveres.)
Bu görümlerin bazısı da rüyalardır. Bunların işittik­leri imgesel sözler, kendi hezeyanları olduğu halde far­kında olamazlar. Hattâ bu çeşit deliler, kendi sanrılarının gerçekliğinden de şüphe etmezler; kendilerinde özel bir mantık ve irade başlar. Bunlarda bir nevi kişilik bölün­mesi veya ikiliği dedoublement vardır. Mucizelerin iç yüzü de bu bakımdan bir takım ruhsal sanrılardan başka bir şey değildir (Carre de Montgeson —La vèrité des miracles T: II.).
İmğesel görümler vision imaginere’de bu adamla­rın ruhları ve kişilikleri tamamıyla değişir (Ribot — Mistique T: J.) ve bunu gö­renler, büyük ve göksel bir etkinin bu insanları yücelttiğini veya gizli ve kutsal ruhların bu adamlarla münasebet ha­linde bulunduğunu zannederler. Bütün büyücüler ve üfü­rükçülerle dervişlerin ve pek çok şeyhlerin sar’a gibi has­talıklarla illetli oldukları, bunların bir takım duyumsal ve organsal sanrı ve hezeyanlar içinde olduğu söz götür­mez bir hakikattir. (Bodin — De la demononıanie des sorciers, 1682.)
Ölmezlik inancının doğmasında bu kişilerin telkin ve ilhamları büyük rol oynamıştır ve bunu inkâra imkân yoktur. Zira; Ölmezlik fikri, her şeyden ziyade dinin ve din adamlarının ileri sürdüğü bir harika ve dünyadaki ni­zamı korumak ve yaratmak bakımından mistik bir yaptırmadan başka bir şey değildir.
b — ölmezlik inancını bir de Metapsychique olaylarda aramak lâzımdır. Zira, eğer hakikatte ispritizma ve buna ben­zer faaliyetlerle davet edilen kuvvetler, denildiği gibi öl­müşlerin ruhu ise, beden mahvolduktan sonra bunların varlıklarını devam ettirdiklerini kabul etmek mecburiyeti Vardır. Fakat bu husustaki çalışmaların verdiği netice­lerde böyle bir inancı kuvvetlendirecek kadar pozitif bir değer kazanmamıştır. Uzun zamandan beri İngiltere’de ku­rulmuş olan Socity for Psychical Research de ve diğer mühim bilim merkezlerinde görülen bu çeşit kuramlarda Geley, Floumoy, Crookes, Richet, Lodge, Crowford ve sarire gibi tanınmış kişiler, bu konu üzerinde derin araştırma­larda bulunmuşlardır; genel olarak üzerinde birleşilen ha­kikat, tabiatüstü bir olayın yokluğudur.
Metapsychique olaylar iki zümreye ayrılırlar: Bunla­rın bir kısmı ruhsal olanlardır; kişiliğin çoğalması, telepathie» metagnomie, kehanet predication, harika göster­mek prophetie, television, önceden haber vermek premonition, eros correspondance gibi haller.
Diğeri de reincarnation, hareketler, birdenbire atılmalar -raps, eşyanın yer değiştirmesi iz bırakmalar empreintes, dokunmadan eşyayı kaldırmalar levîtations» ektoplazmadan meydana gelen teşekküller, ses ve gürültü çıkarmak, maddeleşme meterialisation, cansız maddeler­le uzaktan etkiler yapmak, teleplastique yani uzaktan maddeleşme... gibi fiziksel olaylardır. Bunların bir kısmı bir diğerini tamamlar veya birbirine irca olunabilir ki, hepsi medyumluğun ruhsal ve fiziksel iki veçhesini teşkil eder.
İspiritizma peygamberlerinden Alain Kardek, insan ruhunun görünebilir ve hattâ tutulabilir bir hâle gelebile­ceğini iddia eder: bu hâle gelen şeyin gerçekten insan ru­hu mu, yoksa bu çeşit denemeleri yapanlardan intişar eden fiziksel kuvvet mi olduğunu bilmiyoruz. Bu konu ile ciddiyetle uğraşanların bir kısmı deneyler esnasında bilinçli veya bilinçsiz hileleri redder ve ispritizma oturum­larında görülen olayların pek yükselmiş bir zihin seviyesi­ni değil belki ancak medyumun ve deneyde hazır bulu­nanların ruhsal seviyelerini gösterdiğini iddia ederler: Ve bunları şahıslandırılmış rü’ya tipinden bir olay sayarlar; hattâ medyum organizmasındaki biopsychique kuvvetle­rin bugüne kadar bilinmeyen bir şekil değiştirmesi olarak kabul ederler. ( Dr. Albert de Schrenck Notzing, Les phenommes psychiques de la mediumnite.)
Diğer bir bilgin de Bergson’un algı (idrâk) ve bellek (hâfıza) kuramıyla bağıntıcıların relativiste zaman ve uzay telâkkisinden faydalanarak ispritizmacıların bilgi öte­si mstagnomique olaylarım açıklamaya çalışır. Fakat bunlar, ölümden sonra devam eden bir şeyin varlığım is­pat edemezler.
Bu zat, ancak «İnsanın ikinci bir kopyesi olan, fakat kendini ortaya çıkaran ruhun cesetlenmesi haricinde vu­kua gelebilecek hiçbir hareket yapmıyan belleğin arta ka­lışını ispat eder.» (Réné Sııdre, İntroduction a la nıetapsychique humaine)
Genel olarak Alman bilginleri, bu olayların tam kontroluna imkân olmadığına ve kontrol ne kadar ciddileşirse, neticesinin o kadar şüpheli bir hal aldığına emindirler. Bun­lardan Max Dessoire’a göre, Parapsychologique, yani Metapsychologique olaylara dair kuramlar, orta çağ büyüsünün modern bir karikatürüdür; ve bugüne kadar da medyumlu­ğun fiziksel olayları, bilim bakımından ispat edilmiş değildir. Bu zatın idaresinde neşredilmiş olan Occultisme ansiklope­disinin üçüncü cildi, medyumlarda görülen üstün ruh hâlle­rini suprasychique, az çok derin bir şahsiyet karışıklığının görüntüsü olarak kabul eder.
Danville, bu çeşit olaylardan görülebilenlerinin, metapsychique bir olay olduğuna inandıracak mahiyette olma­dığını iddia eder Ona göre: bu olayların gösterdiği za­manda baş vurulan hileler keşfedilmediği takdirde görünen şeylerin metapsychique olduğu ilân edilmektedir. Zira; esasen bu deneyler esnasında maddî kontrolü sağlamak için alman tedbirler bazan yetersizdirler; ve bazan da dalgınlık,, tutku, telkin, esrarlı konuların çekimi gibi şeyler, iyi niyetli insanların ruhunda bile gerçek yanılsamaları illusions vücude getirirler. (G. Denville, Le mystrere psychique. P: 43, 70.) Daha çok evvel Tylore da ruh taklidi ya­parak insanları aldatmanın pek eskiden beri mevcut olduğu­nu bir takım dinsel törenlerde bu hileleri sâf insanlar üze­rinde yapmış olduğu şaşırtıcı etkileri anlatmıştı.
Grasset de, ruhların cesetlenmesini hazırlayan sahne­lerdeki hilelere dair orijinal misaller vermiştir; ve bunla­rın marazî haller olduğuna inanmıştır. (Grossée — Occultisme, P: 68.) Bu zat: «Gerek barbar ve gerek medenî kavimlerde şeytansal tasarrufları tasvir etmekte bir fayda yoktur. Zira; bunlar da, vahşiler­de gördüklerimizi devam ettirmekten başka bir şey yapmamışlardır. Yani insan zihni, bu nevi konularda aynı vehim ve sinir çöküntüleri içindedir.» diyor ( Tylore — La civilisation primitive. T: II P: 175 ve T: I P: 173.) Hattâ bunlardan uğramışlar possedees’la çarpışmış demoniaqueslar ve mistiklerin bir takım hasta ve zavallı ruhlar olduğu artık müspet bilgiler arasına girmiştir. (Moreau de Tours — Psychologie Morbide. P: 221.)
Zaten Maxvelle (Maxwelle — Les Phenomenes psychiques.) ispiritizma için: «Bir bilim değil, bir dindir. Bu henüz iyi bilinmiyen olayların sistematik bir açıklanmasıdır. Fakat bu, olayların basit bir tasdiki değil.» demektedir. En yeni araştırmalarda henüz bu konuda beden­den müstakil veya bedenden ayrılabilir ve ölmez bir ruhun varlığına bilim yoluyla insanlığı inandıracak bir sonuç el­de etmiş değildir.
1902 yılından 1923 yılına kadar bir medyum üzerin­de incelemeler yapmış olan Cormillier’in şu fikirleri ise eski astroloji inançlarından daha ileri bir görüşü ihtiva etmez: «İlkellerden beri mevcut olan bu metapschique olaylar, o çeşitten zihin faaliyetleridir ki, insel topluluklar evriminin yıldızlar plânına bağlı olduğuna delâlet eder. Med­yumların, olayları vukularından evvel söylemeleri yani, kerametleri, ruhlarının bedenlerinden ayrıldığı vakit biz­zat gördükleri imğelerdir. Onlar, yıldızlara mensup zekâ­lar tarafından tasavvur edilmiş olan plânları keşfederler. Zira; bu plân, insel toplulukların evrimini tâyin etmek hu­susunda değişmez, bir mahiyete maliktir. Eğer bu evrim mukadder bir mahiyte malik değilse, gerçeklenmesi imkânsızdır. Aksi halde gerçeklenecek ve vaktinden evvel biline­bilecektir. ( P. E. Cornillier — La prediction a I’avenire.) Bununla beraber Dr. A. S. Notzing’in ese­rinde de, diğer bazılarında olduğu gibi bu olayların gerçekleşeceğine şahadet edenler mevcuttur (Dr. Albert S. Notzing — les phenomaines psychıques de la mediumnite. P: 222 229.)
Ölmezlik inancını yeniden yar atmaya ve kuvvetlendir­meye elverişli olan bu metapsychique olaylara dair ince­lemelerin kıymeti ne olursa olsun, henüz insan bilgisinin sınırları haricinde kalan meseleler çoktur. Daha çok evvel Laplace: «Biz tabiatın tekmil ajanlarını ve bunların çeşitli tarzda yapmış oldukları eylem action’leri bilmekten uza­ğız. Bilgimizin bugünkü haliyle açıklamaya imkân bulama­dığımız olayları inkâr etmek pek de bilgece (hâkimane) bir hareket değildir» demişti (Laplace — Theorie des probabilite, T: I, liv: II, chap. V.) Bunun için olacaktır ki, Ridbet, «Bazı mihaniki ve ruhsal olaylar, kendilerini âdeta zeki ve bilinemez bir takım kuvvetlere borçluymuşuz gibi görünürler» demektedir.
* *
Bu fikirlere biz de iştirâk ediyoruz ve inanmak isti­yoruz ki, enerjiyi koruyan veya enerjiyi bir halden diğer bir hâle sokan termodinamik ilkeleri, adına ruh dediğimiz tin­sel enerji için de bir hakikat olsun ve Descartces’in anladığı gibi kapalı ve bu yüzden de ihtimal sonlu olan bir tabiatteki her şey, ebedî olarak varlığını devam ettirsin. Yalnız din yolu ile kazandığımız iman, zaman zaman sarsılabilir. Tan­rısal bilgelik ve gücü, zihni kandırmayan mistik ve dogma­tik emirlerden değil, pozitif bilimlerden çıkarmak, bu çetin konunun gerçeklik veya yanlışlığına dair kesin bir bilgi el­de etmemize de hizmet eder. Biz ancak bütün varlığın ilk neden’i olarak inandığımız bir Allah'ın ebediyetine inanıyor ve onun insan ruhlarını da ölmez bir hâle getirebileceğini kabul ediyoruz. Fakat böyle bir ölmezliğin varlık veya yokluğunda bilinemezci agnostique kalıyoruz Zira; ölmezliğe inanmayı sağlayan nedenler; din tarihlerinde, insanın bu ölmezliği az veya çok müphem olarak tasav­vur edilmiş bulunan başka bir hâle doğru bir çekim i cazibe hisetmesi ve
a — Saadet iştahının, kusurlu bir yaratık olan insanı başka bir âleme yöneltmiş olması,
b — Metapsychique hallerin ölmezliği ispat değilse de, ciddî bir olasılığı ilham etmesi, (Th. Mainge — İmmortalité, entretiens sur la problem de la survivance.)
c — Ahlâkın, bu toprakta geçen ömrün bir gaye ol­madığını öğretmesi ve nihayet, zihnin kendi işlemleriyle kurulmuş olan maddesizliği,
d — Son olarak bütün metafizik delillerden ibarettir ki, bunların hepsi birbiriyle çelişik ve karışık düşüncelerle inanç ve iman sınırlarını geçmeyen telkinlerden başka bir şey de­ğildirler.
Bu inançların bir ucu da kişisel tutkularla toplumsal ülkü­lere dayandığı inkâr edilemez.
Şüphesiz ki her zihin, böyle bir ebediyet özlemindedir.
Yok, olma korkusu böyle bir ümitte kuvvet ve tesellisini bulmaktadır.
Esasen Metapsychique olayların gerçek mahiyetini po­zitif olarak bilmediğimizden ruhların nasıl olup da yasa­yanların  emri altına girdiğini açıklamak güçtür.
Onlar, di­rilerle daima münasebet halinde midirler?
Muhtelif yer­de ve ayni saatte çağırılan bir tek ruh, her çağırılan yerde görünüyor mu?
Görünmüyorsa neden bunlardan birini ter­cih ediyor?
Görünüyorsa, bir tek fâniye ait olan ruh nasıl olup ta bir kaç yerde tecelli edebiliyor?
Neden yalnız med­yum denilen ve ekseriya akıl veya sinirlerinden sakat olan insanlara görünüyorlar da normal insanlarla temas etmiyor­lar?
Neden sorulara cevap verme zorunda kalıyorlar?
Her şeyin evvel ve ahırını saydam (şeffaf) olarak görüyorlarsa, neden her sorulana doğru cevap vermiyorlar?
Ve bu madde kalıbından sıyrılmış olan tinsel varlık­lar, neden tekrar cesetlenebiliyor?
 Görülebilir bir hâl alı­yor?
Bu tutulabilir ve görülebilir hale gelmelerini sağlayan unsuru, kendi bünyelerinden mi, yoksa, dışardan mı elde edi­yorlar?
Maddeden kurtulmuş ve maddeden ayrı bir ruh varsa, maddede hapsedilmiş olan ruhtan daha hür ve da­ha saf olması icabetmez mi?
Bütün iddialar ve inançlarda bu noktada temerküz ettiği halde, nasıl oluyor da onlar, isabetsiz fikirler ve haberler veriyor ve tekrar maddeleş­meye özeniyorlar, ve medyum denilen bir hastanın em­riyle, davetiyle derhal masa başına koşup geliyorlar?
Tanrısına kavuşan ruhun fâniler arasına karışmak hu­susundaki za’fına akıl erdirmek güçtür; ve bu göründüğü ve geldiği iddia edilen varlığın ölmüş insan ruhları olduğu nu ispat etmek hususundaki deliller çok zayıftır. Kâinat hakkında bilgimiz kadar da hayat ve beyin halikındaki bilgimizin çok noksan oluşu yüzünden, sebeplerini bilmedi­ğimiz olayları tabiat üstü kuvvet ve varlıklara isnad et­mekteyiz; ve bu ilkel insanın olduğu kadar da medenî insanın za’fidir. Temenni edelim ki tanrısal takdir, insanoğlunun, her bilmediğini bilim yoluyla ispat edebilecek kadar zekâ ve idrâkine kuvvet ve kabiliyet versin.
Nihayet, ölüm ruhla bedeni ayırıyorsa, nasıl oluyor da bu töz (cevher) te birleşiyor veyahut ruh bedensiz var­lığına devam edebiliyor?
Tanrı bilimciler, «Tanrı için hiç bir şeyin olmazlığını» kabul edemeyiz derler; bunu, Tanrının tümel gücüyle açıklamaya çalışırlar. Oysa ki, Ölmez­lik özlemi, Tanrının değil, bizlerin, yani fâni olan insanın rüyasıdır. Bunun gerçekleşmesini biz istiyoruz. Tanrı­nın, kendi isteklerimize uygun bir hayat ve tabiat kanunu yaratmış olduğunu ve yaratacağını kabul edebileceğimize yardım eden hiçbir bilimsel ve akla uygun delil yoktur, ölmezlik, insanoğlunun bir taraftan ölümden nefretini, diğer taraftan da sonsuz bir surette yaşama tutkusunu ifade eden bir inançtır. Bu inancı yaratan etkenlerden biri de, insanın kendisini bütün diğer yaratıklardan üstün ve seçkin bir varlık saymasından doğan gururdur. Plin, «Bu aynı övünme, diyor, belleğimizi (hafıza) ebedileştirmeye sevkeder ve bize, mezarın ötesinde başka bir hayatın ya­lanlarını tahayyül ettirir.» (Plin, Histoire naturelle. VII. 56)
Sh:103-114
SONUÇ YERİNE
İnsanın bu sonsuz evrendeki değer ve yeri düşünülecek olursa, bu gururun ve övünmenin ne kadar gülünç ol­duğunu anlamakta güçlük çekilmez. Ruh hastalıklarının işaretlerinden biri de, olamayacak şeyleri istemektir. Aristote’nun dediği gibi, ölmezlik isteği de, olamayacak bir şeyi istemek demektir, İnsanın doğuşunu sağlayan nedenler ka­dar da ölümünü hazırlayan nedenler zorunludur ve hiçbiri bizim dileklerimize göre meydana gelmiş değildir. Doğmak, Dante’nin deyimile «ölüm koşusuna» katılmak demektir (Dante, Divine Comedie, Purgatoire, XXX. III.) ölmek, hayat saatinin durması, bilincin sona ermesi ve organsal enerjinin dönüşmesi (istihale) demektir. Ru­hun ölmezliğini kabul etmek için, kırılan zenbereği ona­ran veya saati yeniden kuran bir sanatçıya (Tanrı’ya) ihtiyaç vardır. İnsan imğelemi (muhayyele) bu sanatçıyı yaratmakta güç­lük çekmemiştir. Çünkü, fânilik, düşünen, duygulanan, bi­len ve isteyen bir varlığın mahiyet ve tutkularına aykırı bir olaydır. Organsal enerji ise, tabiatın evrensel enerjisi içine ışın olarak, ısı olarak, ses, renk, hareket ve kuvvet olarak karışacaktır. Bunu bildiğimiz halde, bu kuvvetin, bilincini, irade ve hürriyetini bu dünyadaki niteliklerile bozulmamış bir benlikte devam ettirip ettirmeyeceğini be­lirtecek hiçbir müsbet işarete malik değiliz. Esasen o ka­dar çok özlediğimiz ölmezliğin insan için bir saadet mi yoksa bir felâket mi olduğu meselesi de ayrıca düşünülebilir. Bir saadetse, bunun bir takım şartlara bağlanması ge­rektir. Bu âlemde kavuşamadığımız nimetleri tatmak gibi, bedenin her çeşit zevk ve lezzetleri kendisile beraber di­ğer bir takım isteklerimiz gerçeklenmedikçe bu ölmezliğin bir değeri yoktur. Ölmezliği, ruhun ve bedenin gittikçe sağlık ve kuvveti azalmış olan uzun bir ömür gibi tasarla­makta ise, hiçbir saadet yoktur. Böyle bir ölmezlik cezadır, işkencedir. Ölmezliğin lehinde olanlar, bu ebediliği, dünya­da kandırılmamış istek ve tutkuları kandıran ve bu âlemde uğradığımız haksızlıkların ve mahrumiyetlerin acısını çı­karacak olan bir âleme kavuşma vâadile süslerler.
Denebilir ki, böyle anlaşılmış olan bir ölmezliğin ah­lâk bakımından yüceltilecek bir değeri yoktur. Bu âdeta açlıklarımızı, öç alma arzularımızı, kinlerimizi ölümden sonraki bir âleme, bir zaman sonsuzluğuna kadar götürmek demektir. Dünyada kazandığımız mükâfatların daha zen­ginine, dünyadaki nefretlerimizin, düşmanlıklarımızın daha şiddetlisine kavuşmak için böyle bir âlemin, zalim oldu­ğu kadar da affetmiyen cömert adaletine sığınmak demek­tir. Bu inanç, biraz da insanın kendisini, bütün diğer insan­lardan ve yaratıklardan üstün ve her çeşit nimetlere olduğu kadar da Tanrı katına lâyık bir varlık zannetmesinden doğmaktadır. Bu bencilik, dünyaya sığmayan insanoğlunun, dünya ötesi bir âlemde yayılmak için duyduğu son­suz tutkusunun bir işaretidir. Bu tutkuda, Tanrıyı da kendi amaçlarına hizmet ettirmek isteği gibi küstah bir dâva da saklıdır.
Anlaşılıyor ki, ölmezlik inancında, sonsuz bir surette hayatı sevmek, yaşamaya kanamamak gibi insanın âcizliğini olduğu kadar da kuvvetini yaratan duygular vardır. Öyle zannediyoruz ki, bu inancın en değerli ve verimli ta­rafı da budur. Bu duygu sayesindedir ki insan, kendisini ebedileştirecek olan büyük işleri başarmak, büyük ve yüce ülküleri gerçekleştirmek gücünü kazanır; kendisini düşü­recek ve küçültecek olan adiliklerden korunabilir. Bu âlem­den kendimizle beraber götürebileceğimiz hiç bir servet ve nimet yoktur. Fakat bu âleme bırakabileceğimiz şeyler çoktur. Biz ancak insanlığa miras bırakabileceğimiz eserle­rin, işlerin, fikirlerin ve hizmetlerin büyüklüğüyle övünebi­lir ve bunlara verdirebildiğimiz değerlerin unutulmazlığı nisbetinde ebedî oluruz. Hayat sevincini tadabilmek, ha­yatı sevebilmek ve sevdirebilmek için, ölümün ötesinde ne korkulacak, ne de özlenecek bir şeylerin var olup olmadı­ğını düşünmemek lâzımdır. Yoksa din ve geleneğin yarat­tığı ölmezlik inancının boşluğu hakkındaki en kuvvetli de­lil, Anaximeme’in deyimiyle ÖLÜM’dür. (L. Bourdeau, le probleme de la mort, 1904.)
Yaşadığımız dünyadan daha yetkin (mükemmel) ve daha iyi bir âlemi, ölümden sonraki bir karanlıkta araştırıp durmaktansa, her türlü haz ve elemlerimizin kaynağı olan bu dünyayı, o aradığımız ve rüyasını gördüğümüz âlem ha­line getirmek için çalışmaktan daha doğru ve yüce bir öde­vimiz yoktur. Umutsuzluğa kapılmadan, bu dünyaya iste­mek için değil, vermek için geldiğimizi anlayarak elimizden geleni esirgememek, ölmezliğin birinci şartıdır. Ancak in­sanlığa yaptığımız hizmet nisbetinde ebedileşiriz. Fazilet, sevgi, bilgi ve şefkatle süslü bir kalbin insan hayatını ko­laylaştıran ve ıstıraplarını azaltan fikir ve eser yaratıcıla­rının ölmezliğine inanalım. Bir fâninin en büyük mükâfatı, ölümden sonraki bir âlemde değil, şu içinde doğup büyüdü­ğümüz, yaşayıp öldüğümüz âlemde saklıdır.
Seviniz, acıyınız, öğreniniz ve öğretiniz.. İnsanlığı ken­dilerine minnettar eden ebedîlerin yolunu tutunuz., ölmez­liğin kutsal saadetine giden yolun dikenli ve yokuşlu oluşun­dan korkmayınız; ölmezlik umduklarımıza kavuşmakta de­ğil. İnsanlığa ve insanlara beklediklerini sunabilmekte sak­lıdır.
Sh:115-117
Kaynak: Cemil Sena ONGUN, İnsan Ruhu Ebedi midir?—Ölümden Sonra Dirilme Problemi — İstanbul — 1951

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar