Print Friendly and PDF

YALAN OLMALISIN

Bunlarada Bakarsınız




Siyah ve beyaz yalanlar:
Yalan nerede ve ne zaman başlıyor

Bir günde 200 kez yalan söylediğimiz gerçekten de doğru mu?
 Gün içinde söylediğimiz yalanların sayısı elbette kurduğumuz sosyal ilişkilere göre değişir. Satıcılar, dok­tor asistanları, avukatlar, psikologlar ve gazeteciler yalnız bir çobandan çok daha fazla yalan söyler, çünkü bunun için daha fazla olanakları vardır. Yalanlar fırsatlardan doğar. Ama yalan sayısı kişinin "yalan" kavramından anladığı şeye ve onu nasıl kullandığına bağlı olarak deği­şebilir. Bu kriteri belirlemek ise hiç kolay değildir. Çünkü ilginç olan bir şey var ki Alman toplumunda, ne günlük konuşma dili ne de bilimsel jargonda "yalan" kavramının herkesçe kabul edilen ve tek bir tanımı bulunmuyor. Ya­lanın ne olduğunu hepimiz gayet iyi bilmemize rağmen yalanın nerede başladığına dair bir açıklama yapmakta güçlük çekiyoruz. Buna bir de yalan söylemenin sayısız yolları da ekleniyor. İşte tam da bu nedenle 400 yıl önce Fransız hümanist Michel de Montaigne, "Yalan söyleme­nin çok fazla yolu var, ama tek bir gerçek vardır" demiş. İnsan yalan yere yemin edebilir, entrika çevirebilir, ihanet edebilir, 1 Nisan şakası yapabilir, geç kaldığını affettir­mek için yalanlar destanı yazabilir, bir reklam sloganı bulabilir, bir roman yazabilir, fotoğrafları photoshopla güzelleştirebilir, göğüslerine silikon taktırabilir ya da peruk takabilir, kötü ruh haline rağmen suratını asmaz, yüzünde eğreti bir sırıtışla dişlerini gösterir ve kendi kendini kandırarak yalan söyler; gerçeği çarpıtır, gizler ya da kendini bir yalana teslim ederek hiç utanmadan abartabilir ya da küçümseyebilir; bir hayatı karartabilir ya da kurtarabilir, hatta gerçekleri söyleyerek de yalan söylenebilir: Aldatan kadın kıskanç kocasına "Tabi ki onunla birlikte oldum ve muhteşemdi. Bugün onunla tekrar buluşacağım" der ve bunu derken de eşinin onu ciddiye almadığından adı gibi emindir.
Yalanın neye benzediğini çok iyi biliriz: Kısa bacakla­rı ve uzun bir burnu vardır. Ama daha fazlası hakkında bir bilgimiz yok. Münster Üniversitesi tarafından insanla­ra yalandan ne anladıklarını soran bir araştırma yapıldı. Marc-Andre Reinhard'ın "Güvenilirliğin Değerlendiril­mesi Süreci" adlı çalışmasında sunduğu araştırma sonuç­ları yalanlarımızın ne kadar çeşitli olduğunu ortaya koy­du. Birçoğu için yalan nesnel bir gerçek dişilik anlamına geliyor; bilinçli ve farkında olarak yalan söyleyenler için­se gerçek dışı bir ifade yalandan başka bir anlama gelmi­yor; bazıları da insanların sadece kötü emellerini hayata geçirmek için yalana başvurduğunu kabul ediyor. Söz­lükten yardım almak da sorunu çözmüyor: DBG sözlü­ğüne göre "kişi, aksini düşünmesine rağmen başka bir şey söylüyorsa" bu yalan anlamına geliyor, yani masum bir 1 Nisan şakasından, heyecanlı bir sinema filminden ya da üzerinde düşünülmeden ağızdan dökülüveren veda sözcüğü "Kendine iyi bak" ifadesi bile bir anda adamakıl­lı bir yalana dönüşebilir. Brockhaus Ansiklopedisi de yalan kelimesinden şu anlamları çıkarmış: "Bilinçli yan­lışlık, kandırmaya dayanan ifade, ayrıca yalan niyetin gizlenilmesi ya da belli edilmemesi istenildiğinde ilk baş­vurulan yol". Bu durumda eşinizle ilgili sorunlardan, sizi kazıklayan araba tamircisinden ya da belinizde hissetti­ğiniz hafif ağrıdan bahsetmek yerine "Çok iyiyim, teşek­kürler, siz nasılsınız?" cevabını vererek müdürümüze de yalan söylemiş oluyoruz. Onun "Ne haber?" sorusu bi­zim hakkımızda daha fazla şey öğrenmek istediği anla­mına da gelmiyor elbette. Bu ifade işle ilgili herhangi bir konuşmanın giriş cümlesidir ve engelleme eşiğini orta­dan kaldırır. Yalanlarımızla, konuşmaya başlamaya hazır olduğumuz mesajını veririz. Böylece müdürünüze ya da patronunuza en iyi niyetinizle ve en bilinçli halinizle ger­çek dışı olanı söylersiniz; bunun yalan olup olmadığı ise bakış açısına bağlıdır.
Alman bilim çevresi yalan ve kandırma konusunda en azından bir noktada uzlaşmış durumdalar. Niyet de yalan sayılabilir. Yanlış bir ifade ya da kandırma amaçlı söylenen bir söz yalandan çok sadece bir cahillik olabilir. Yalan söyleyen kişi ise aksine ne yaptığının farkındadır. Bunun doğru olup olmadığı ise ayrı bir tartışma konusu­dur. İngiliz-Amerikan dilinde "white lie", yani beyaz yalan ve zıddı olan "black lie" yani siyah yalan birbirin­den ayrı anlamlara gelir. İskandinav dilinde de aynı ay­rıma rastlarız. Bu ifadeler ilk kez 1741 yılında Oxford English Dictionary'de kullanılmıştır. Çıkış noktası ise karanlıktır, çünkü beyaz Avrupa'da asırlardır iffet, ma­sumiyet ve iyi anlamına gelirken siyah tam tersine keder, ölüm, günah ve sinsilik anlamını taşıyordu. "Beyaz ya­lan" iyi, "siyah yalan" da kötü olarak değerlendiriliyor­du. İngilizcede yapılan bu çok açık tanım bir yalanın her zaman prensip olarak kötü anlama gelmek zorunda ol­madığını gösteriyordu. Yani bazen gerçeği söylemektense yalan söylemek daha iyi olabiliyordu ve bu yalan saye­sinde sonuçlan iyi olabilecek bir şeye neden olunabiliyordu, işte buna "beyaz yalan" deniliyordu. Alman toplumunda yalan kelimesinin tek karşılığı "kötü"dür, bu biraz haksızlıktır. Büyükannenizin kekini "her zamanki gibi mükemmel" bulmanız bir yalandır, ama sevgi saygı­dan kaynaklı bir yalandır. Büyükanne sonuçta iyi bir ni­yet taşımaktadır ve sadece bizim için mutfağa girip uğ­raşmıştır, bu nedenle onu kırmak istemeyiz. Gerçekdışılığın bu şekli klasik bir "beyaz yalan"dır ve anlamı da şudur: İyi bir amaç için ve iyi niyetle küçük yalanlar söylemek.
Almanca'da "beyaz yalan" ifadesinin karşılığı çoğun­lukla "acil durum yalanları"dır, ancak içerdiği anlamı tam olarak karşılamaz. Sonuç olarak büyükannemize gerçek anlamda güç durumda kaldığımız için değil, sev­gimizden, saygımızdan ve biraz da merhametimizden yalan söyleriz. Paskalya tavşanı ve Noel Baba bile, kanser hastasının çok az ömrü olduğunu bilmesine rağmen ter­sini umut eden doktorların yanlış ama pozitif teşhisleri gibi "beyaz yalanlar" kategorisine girmektedir. Klasik roman yazarı Jurek Becker, Yalancı Jakob adlı eserini beyaz yalan fenomeni üzerine kurmuştur. Jakob Heym 1944 yılında Polonya'nın Yahudi gettolarında yaşayan aç in­sanların hayatlarını ve acılarını hafifletmek için, ilerleyen Kızılordu sayesinde gettoların yakın zamanda özgürleşe­ceği yalanlarını anlatır. Elveda Lenin filmi de diğerine göre daha az dramatik olsa da yine beyaz yalan kurgusu üze­rine çekilmiştir. Duvar yıkıldığı sırada komaya giren, Demokratik Alman Cumhuriyeti'nde (DAC) memur olan ölümcül hasta kadının ailesi büyük bir çaba sarfederek ve para akıtarak ona DAC'ın eskiden olduğu gibi hala ayak­ta olduğu illüzyonunu yaşatmaya çalışıyorlardı. Doktoru hastanın her türlü heyecan veren olaydan uzak tutulması gerektiğini söylemişti, yani DAC'deki rejimin sona erdi­ğini kesinlikle bilmemeliydi.
Beyaz yalan, ardında yatan iyi niyetlere rağmen ba­zen kötü sonuçlar da doğurabilir. Ölümcül hastalığı olan hastasına yakın zamanda iyileşeceği yalanını söyleyen doktor, hastasının kendisini iyi hissetmesini, yaşam ener­jisini güçlendirmesini ve yeni tedavi yöntemlerine ikna olmasını sağlayabilir ama tam tersi sonuçlara da yol aça­bilir. Hasta doktorun kendi söylediklerine bile inanmadı­ğını fark ettiğinde ve söylediklerinin psikolojik bir tuzak­tan başka bir şey olmadığını anladığında yaşadığı güven sorunundan sonra hem doktoruna hem de doktorluk mesleğine ve batı tıbbının bütününe şüpheyle yaklaşır. Ondan sonra da kendini umutsuz bir şekilde güvenilmez şifacıların kucağına atar. İşte size kapkara sonuçları olan beyaz bir yalan.
Zaman zaman en iyi çözümün beyaz yalan olduğuna karar vermek de çok güç olur. Mesela bazı gençler uzun zamandır ayrılmak istediklerini kız arkadaşlarına bir türlü söyleyemezler, çünkü arkadaşı çok önemli bir hu­kuk sınavına hazırlanmaktadır. Kız arkadaşının ayrılma nedeniyle yaşayacağı duygusal bunalımdan ötürü sınava olan konsantrasyonunu kaybetmesinden, sınavdan kötü sonuç almasından ya da en kötüsü sınavı başaramama­sından korkar. Genç adam belirli bir süre için başvurdu­ğu yalanlarıyla kız arkadaşının mesleki kariyerinin çök­mesini ya da gelecekte başarılı bir avukat olabilme ihti­malini yok olmasını engellemek istemektedir. İyi bir ama­ca hizmet eden klasik bir beyaz yalan... Ayrılmak için biraz daha zaman geçmesini beklemeye karar vermek ise koskoca bir yalanlar yumağına sürükleyebilir genci, bir kez yalan söylemesi yetmez. Böylece, birlikte kaldıkları evlerine yeni bir koltuk takımı almak istemez ve pahalı bulduğu bahanesini ortaya atar ya da hiçbir zaman o tatile çıkmayacağını bildiği halde kız arkadaşıyla tatil planları yapmak zorunda kalabilir; onunla birlikte uyu­mamak için çeşitli bahaneler uydurur ya da onun "Seni seviyorum" sözlerine karşılık olarak uzun süredir öyle olmamasına rağmen "Ben de seni" yanıtını verir.
Bu tür durumlarda insanın, gerçeği söylemek yerine yalan söylemenin daha iyi olup olmadığını kendi kendine sorması gerekir. Genç, kız arkadaşı için aslında hiç de var olmayan yapay bir dünya kurmuştur. Belki de genç kızın, bu bir seri yalanlar nedeniyle yaşayacağı dehşet duygusu ve hayal kırıklığı ayrılmanın vereceği acıdan çok daha büyük olabilir. Doğru zaman için beklemek de sorgulan­ması gereken bir durum, sonuçta sınavı başaran taze avukat ilerlemek istediği bir iş bulmak için uğraşacak ve terk etmek için doğru zaman yine o an olmayabilecek. Bu durumda genç adamın yalan söyleyerek kız arkadaşının konsantrasyonunu bozmaması mı yoksa ya da genç ada­mın kız arkadaşı hakkında en iyisinin ne olduğuna karar vermek gibi haksız bir tutum sergilemesi mi doğru bir davranıştır?
 Ya da duygusal bir çöküntüyü gerçekten göze alıp, arkadaşının gelecekteki kariyerini mi yok etme­li?
 Bütün bu sorulara genel geçer bir yanıt vermek güç. Ama beyaz yalan söylemeden önce herkesin bir kez du­rup düşünmesi gerek.
Acil durum yalanı "beyaz yalan"la hemen hemen aynı kapıya çıkar, ardında kötü bir niyet yatmaz, aksine bir ihtiyacı karşılamak için söylenir. Bu yalanlar her za­man hayatı ya da sağlığı tehdit eden boyutlara ulaşmak zorunda değildir, işte ya da ilişkide yaşanan zorluklar ya da mali anlamda kayıplar yaşamaktan korkmak gibi sıra­dan durumlar söz konusu olabilir. Acil durum yalanları, birçok durumda yalanı söyleyen kişinin iyi sonuçlara ulaşmak için bazı dezavantajları göze aldığı beyaz yalan­lara göre biraz daha bencilce bir noktada durur. Büyü­kannesinin hiç de beğenmediği kekini hiç sesini çıkarma­dan yemek zorunda kalan çocuk bu durumda tam bir beyaz yalancıdır. Ama acil durum yalancısı, her şeyden önce kendisini düşünür. Filozof Arthur Schopenhauer'in de özellikle vurguladığı gibi özel alanını korumaya özen gösterir. Schopenhauer bu durumda yalanın mutlaka yaşamsal bir nedeni olmak zorunda olmadığını belirtiyor ve yalan söyleme hakkımızla ilgili şunu iddia ediyor: "Bu tamamıyla benim kişisel ve iş hayatımdaki işgüzarlık tutumumla ilgilidir ve bir soruya verilen yanıt beni tehli­keye atacak şekilde şüphe uyandıracaksa bu yanıtı ver­mem." Kendini korumak için yalan söylemenin zorunlu hale geldiği durumlarla ilgili Schopenhauer şöyle bir yol hikâyesi anlatır. Bir adam para kazanmak için çok uzak bir yere gider, bu yoldan geri dönerken de oldukça yüklü bir parası vardır. Şimdi bu yolculuk sırasında ona eşlik eden biri ona yolculuğunun rotası ve amacıyla ilgili soru­lar sorduğunda kendini soyulmaktan korumak için bir yalan söylemesi gerekir. "Bunu söylemesem daha iyi olur" gibi gerçek anlamda kaçak bir cevap vermesi ise daha fazla merak uyandırmaktan başka bir işe yaramaz. Ayrıca bu soruları soran kişinin gerçekten de başka bir amaç için sorup sormadığını bilmeyince, yabancılara kar­şı sonsuz güven duyarak yanıt vermekten çekinmek ga­yet mantıklı bir tepkidir. Gecenin bir yarısı trende karşı­laştığı bir yabancıyla konuşan kadının zihninden de aynı şeyler geçer. Konuştuğu kişinin görünürde kötü bir niyeti olmamasına rağmen kadın, yaşadığı semt ve mesleği hakkında yalan söyler. Ama özel hayatını korumak ama­cıyla yalan söyleyenlerin tek nedeni hayat memat mesele­si de olmak zorunda değil. Bazen sorular soran kişi far­kında olmadan bizi faka basabiliyor ve cevap vermekte zorlanacağımız durumda bırakıyor. Schopenhauer bir adamın hikâyesini örnek olarak göstermiştir. Adam sev­diği kadının babasının yanında ona ilan-ı aşkta bulunur, tam dışarı çıkarken karşılaştığı bir adamın orada ne işi olduğu sorusuna ise utancından yalan söyler. Günümüze daha yakın bir örnek de düzenli olarak solaryuma gitti­ğinden ten rengi sürekli kumral olan kadının arkadaşla­rının onun doğuştan kumral olduğuna inanması, kadının aslında gerçeğin böyle olmadığını itiraf etmesi kadar acı bir durum olamaz. Özel yaşamımızı korumak için sadece uzaktan tanıdıklarımıza değil çok yakınlarımıza da yalan söylüyoruz. "Şu anda ne düşünüyorsun?" sorusuna he­men hemen hepimiz gerçek yanıt olan "Bundan bahset­mek istemiyorum" demek yerine "Önemli bir şey değil" diye cevap veririz. Cevap vermek istenmediğinde karşı­daki insanda merak ve dikkat duyguları uyanır, yani bu durumda yalan söylemek anlaşılır bir durumdur, hatta tavsiye bile edilebilir. Felsefe profesörü Simone Dietz "Yalanların Sanatı" adlı kitabında "Hiç kimse tek başına sorduğu sorudan bilgi alma hakkına sahip değildir" der. Ama her birimizin özel yaşamımızı ve kendi kararlarımı­zı koruma hakkımız saklıdır.
En çok bilinen yalanlardan birinin sahibi de İsa'nın havarilerinden Petrus'a aittir. İsa tutuklandığında Petrus, kendi yaşamının da tehlikeye girmesinden korkmuştur. Romalı askerler ona 3 kez "Sen de onun havarilerinden misin?" diye sorduğunda hayatını kurtarmak için Petrus her seferinde "Hayır değilim" yanıtını vermiştir. Petrus, ölüm korkusuyla yalan söylemiştir. Bu yalan bizim için anlaşılırdır. Tanrıbilimciler ve ahlak felsefecileri yüzyıllar öncesinde bu tür bir yalanın kabul edilebilir olup olma­dığını tartışabilmiştir. Immanuel Kant gibi felsefeciler için bu tür durumlar şüphe götürmez ve yalan söylemek onun için her ne sebeple olursa olsun kesinlikle kabul edilebilir bir şey değildir. Ona göre bu durum küçücük sıra dışı durumla, toplumumuzun temellerini sarsacak bir davranış şeklidir. "İnsanların bertaraf edemediği doğ­ruculuk, sevsin ya da sevmesin ya da sonuçlarından çok daha vahim şeyler doğsa da insanın herkese karşı yerine getirmesi gereken en normal görevidir." Kant'ın sıra dışı örneği ise "Yardımseverlik amacıyla yalan söyleme hak­kı" yazısıyla önlenmiştir. Suçsuz olduğu halde aranan bir arkadaşını evinde saklayan kişinin, kapıya gelen katil zanlısının arkadaşının nerede olduğu sorusuna, arkada­şının öldürülme ihtimali olmasına rağmen yalan söyle­memesi gerekir. Siyah, beyaz ya da acil durum yalanla­rı... Kant için hepsi de kötüdür.
Günümüzde böylesine radikal bir yaklaşım bizim pek de anlayacağımız bir durum değil. Buna rağmen, etki gücü yüksek olan düşünürlerin yalana olan negatif yakla­şımlarının yankıları günümüze kadar uzanmış durumda. Ama yine de yalanın imajı o kadar da kötü değil. Mesela antik Yunan'da "yalan"a karşılık gelen bir kelime kulla­nılmamış, hile, kurmaca ve yalan arasında bir ayrım gözetilmemiştir. Şair Homer, Odysseus'la edebiyat tarihinin en ünlü dolandırıcılarından birini tanıtmıştır bize. Yunan­lı destan kahramanı Tek gözlü dev Kiklop'u bir yalanla alt etmiştir. Tek gözlü dev ona adını sorduğunda Odysseus "Hiç kimse" yanıtını vermiştir. Dev şüphelenmiştir ve misafir arkadaşlarına kibar bir ev sahibi gibi davranmak yerine adamları mağaranın içine tıkmış, ara­larından birkaçını öldürerek yemiş ardından da karnı tok bir şekilde uykuya dalmıştır. Odysseus da, tahta bir kazı­ğı ateşte ısıtarak devi tek gözünden yaralamayı başarmış­tır. Kiklop bunun üzerine diğer devleri yardıma çağırmış ve onların "Mağaranda kim vardı?" "Bunu kim yaptı?" sorularına "Hiç kimse" yanıtını vermiştir. Bunun üzerine devler artık Kiklop'la ilgilenmekten vazgeçerek orayı terk etmiş ve böylece Odyssesus da hayatını kurtarmıştır. Bu efsaneden de anlaşılıyor ki, Antik Yunan'da yalan ve yalancılar kesinlikle olumlu bir anlam taşıyor; dolandırı­cılık, hilekârlık ve aldatma yetileri üstün bir ruhun belir­gin özelliklerinden sayılıyordu.
Başından itibaren olmasa bile Hristiyanlıkla birlikte yalancı, kötü adam; yalan söylemek de günah oldu. Tev­rat'taki 8 emir en basit biçimiyle "Senden sonra gelenlere yanlış izler bırakmamalısın" der. Ancak 8 emir her ne olursa olsun kesinlikle yalanı yasaklamaz, ancak bir baş­kasıyla ilgili yalan şeyler konuşmamalı ve onun bu ne­denle zarar görmesine neden olmamalı. Macar yalan araş­tırmacısı Peter Stiegnitz, "Yalan" adlı eserinde 8 emiri sadece yanlış ifadelerden kaçınmak zorunda olan "tanık­ların mahkeme önündeki davranış biçimidir" şeklinde yorumlar. Yalana dair genel bir yasaktan ise kesinlikle bahsedilmez. Incil'de ise, İsa havarilerine şu öğütte bulu­nur: "Evet'imiz evet, 'Hayır'ımız hayır olmalıdır. Bunun dışındaki her şey kötüdür." Başka bir şekilde ifade etmek gerekirse, Evet ya da Hayır'ı ancak onu kastettiğimiz zaman dile getirmeliyiz. Ne zaman çenemizi tutmamız gerektiği ise bu çağrıdan anlaşıldığı kadarıyla yasak de­ğildir. Ne var ki bu tür bir davranış biçimini öğütleyen ilk kişi İsa olmamıştır. 2500 yıl önce Budizm inananlarına "Doğru Söz"ü tavsiye etmiştir. Ama sadece doğruluğa bağlı kalmayı değil, ayrıca dedikodudan, hor görmekten, nefret ve kötü niyetten de uzak durmayı ve susmanın zamanını ya da daha uygun bir yol bulmayı öğütlemiştir. Ancak ne Budizm ne de erken Hıristiyanlık öğretisi yala­na şeytani bir anlam yüklemiştir. Kilisenin ileri geleni ve psikopos Aurelius Augustinus İsa'dan sonra 400 yılların­da 2 kitap yazmış ve bu kitaplarında -başkasının istekle­rini yerine getirmek için- yalanın insanlığın kalıtımsal günahı ve temel kötülüğü olduğunu söyleyerek onu la­netleyen ilk kişi olmuştur. O tarihten bugüne insanlar daha az yalan söylemiyor ama yine de bununla ilgili bir vicdani sorumluluk taşıyor. Ama bu acıyı en çok da siyah bir yalan söylediğimizde duyarız, çünkü bir yalan ancak ardında bir başkasına zarar verme amacı taşıdığında ah­laki açıdan utanç kaynağıdır.
Yalanın günah olup olmadığı başka çeşitli durumlar üzerinde tartışılabilir ve bu tartışmanın sonucu da çoğun­lukla "yalan ve yalana göz yumma"nın aldatmak, dolan­dırmak, uydurmak, aldatmak ve kandırmakla aynı anla­ma geldiği olur.

Can Simidi ve Zevk Nesnesi:
Yalan Hayatı Kolaylaştırır ve Eğlenceli Hale Getirir
Birini gerçekten üzmek için kötü bir niyetle söylenen ya­lan sayısı çok fazla değildir. Bilim adamlarının söyledi­ğimiz yalanların temel güdüsünün ne olduğuna dair tes­pitleri bu güdünün utançtan kaynaklanmadığını ve tek ayaküstünde 40 tane yalan söyleyebilme kabiliyetimizin kesinlikle kötü bir eğilimden gelmediğini belirtiyor. Ken­di yaşamımızı ve çevremizdekilerin karmaşık yaşamını kolaylaştırmakla kalmayıp, ayrıca kesinlikle katlanır hale getiriyoruz. Günlük yaşamda başvurduğumuz küçük hilelerimiz aslında bir çeşit toplumsal anlaşma biçimidir. Sosyal bir iletişim kurma aracıdır. Mesela bildiğimiz se­lamlaşma klişesi ya da "Nasılsın?" sorusuna verdiğimiz "Teşekkürler, iyiyim" yanıtı kesinlikle en sık söylediği­miz yalanlardan birisidir. Geo Bilim dergisinin 38/2006 sayısının yayınladığı 2006 yılı Allensbacher Enstitüsü kamuoyu yoklaması sonuçlarına göre, ankete katılanların yüzde 70,7'si gerçekte kendilerini kötü hissetmelerine rağmen soruya "İyiyim" yanıtını verdi. "Nasılsın?" soru­suna verdiğimiz yanıtın soruyu soran kişiye ve bağlama göre değişmesi hiç de şaşırtıcı değildir. Müdürümüze ya da iş arkadaşımıza "İyiyim, Sen nasılsın?" yanıtını verir­ken yakamızdan düşmeyen öksürük sorunumuzu dokto­rumuza, kırık kalbimizi de ancak çok yakın bir arkadaşı­mıza açarız. Bunun nedeni, müdürümüzün ya da iş arka­daşımızın "Nasılsın" sorusunun formüle ediliş biçimin­den de anlaşılacağı ve bizim de bundan çıkarabildiğimiz gibi başka bir anlam taşımasıdır. Bu soru, birazdan yapı­lacak olan toplantının ya da yeni bir müşteri hakkında yapılması gereken konuşmanın başlangıç cümlesidir ve engelleme eşiğini aşma amacını taşır. Bizim psikolojik durumumuz bu açıdan hiç de ilgi çekici değildir, müdü­rümüz ya da iş arkadaşımız bu şekilde, özel sorunlarımı­za rağmen hazır olup olmadığımızı, işimize odaklanıp odaklanamayacağımızı yoklamaktadırlar. Biz de bir ya­lanla onları yanıtlarız ve işle ilgili konuşma bu şekilde başlamış olur.
Aslında iyi bir ruh halinin ve yaşam sevincinin yan­sıması olan gülümsemenin de benzer bir görevi vardır. Günlük yaşamımızda, hiç de öyle hissetmesek de çok sık gülümseriz. Mağazadaki tezgahtar kızın gülümsemesi de aynen "Nasılsın" sorusu gibi sosyal bir iletişimi başlatıp alışveriş için konuşmaya bir giriş yapmak anlamına gelir. Belki de ayakları ağrımasına ya da aklında mesainin bite­ceği akşam saatleri olmasına rağmen gülümseyerek neşeli ve ilgili rolüne bürünür. Tıka basa dolu olan otobüsün ani freniyle tanımadığımız birine çarptığımızda gülümse­memizle "Bilerek olmadı, özür dilerim" demek isteriz. Bilmediğimiz bir şehirde bir adres sorarken aslında oraya buraya dönmekten sinirlerimiz gerilmiş olmasına rağmen kocaman bir sırıtış takındığımızda "Endişelenmeyin, sal­dırgan değilim, kötü bir niyetim yok" mesajını veririz. Aldert Vrij'in Detecting Lies (Yalanları Keşfetmek) adlı kitabında açıkladığı gibi birçok yalanımızın ardında kar­maşık bencil bir güdü yatmaktadır. Yazar kitabında Virginia Üniversitesi'nden Amerikalı psikolog ve yalan araştırmacısı Bela DePaulo'nun deneyini anlatmıştır. DePaulo, bir öğrenci grubunun 7 gün boyunca gerçek bir yalan günlüğü tutmalarını sağladı. Öğrencilerden 10 da­kikayı aşan sohbetlerde tüm yalanları kaydetmeleri is­tendi. Deneyin sonucuna göre öğrencilerin söyledikleri yalanların yüzde 50'sinin kendini daha iyi ifade etmek, alay konusu olmamak ya da zor arkadaşlık kurulan birisi olarak görünmemek gibi bencilce nedenlere dayandığı ortaya çıktı. Çalışmada yer alan üniversitelerde yaşanan tipik bir örnek de üniversiteli bir kız öğrencinin başka bir kız arkadaşına kur yapan arkadaşının aslında yeni bir kız arkadaşı olduğunu söylememesi. Öğrenciler ayrıca anne­lerinin gözünde iyi bir imaj oluşturmak için sıklıkla yalan söylüyorlar. Mesela bir genç lisede hiç bira içmediğini iddia edebiliyor. Bir çıkar sağlamak için de seve seve ya­lana başvurabiliyoruz. Birçoğumuz bir iş görüşmesinde o sırada aldığımız maaşın miktarı konusunda yalan söyle­riz. Yeni bir işe başvuranların hemen hepsi, daha yüksek bir maaş aldığını söyler, böylece yeni işle ilgili maaş gö­rüşmelerine daha avantajlı başlanır ve daha yüksek bir maaş alma şansı yaratılmış olur. DePaulo ayrıca ceza almak korkusuyla da bir kısmımızın yalana başvurduğu­nu belirtiyor. Özellikle çocuklar daha çok böyle bir ne­denle yalan söylüyor. Yalanın ortaya çıkma korkusu ise çalışmanın yürütüldüğü denekler arasında oldukça dü­şüktü. Günlük tutan deneklerin sadece yüzde 12'sinin bir yalanı ortaya çıkmış, bunun dışında ise yalanların anla­şılmasına dair kaydadeğer bir sonuç alınmamış.
Denek kişilerinin yüzde 25'inde yalan söyleme nede­ninin başkası için fedakârlık yapmak olduğu ortaya çıktı. Yani bu kişiler kendi yalanlarıyla başkalarına yardımcı olmak istemişler. Örneğin bir üniversiteli kız, hocasına arkadaşı sadece kaytardığı halde, hasta olduğu için bu­gün derste olmadığını söylüyor; bir diğeri de kısa bir süre önce erkek arkadaşı tarafından terk edilen ve hiç de çekici olmayan arkadaşına kısa zamanda yeni birini bulup terk edilme acısını kolaylıkla unutacağına dair boş bir teselli­de bulunuyor. Geriye kalan yüzde 25'lik kesim ise daha çok sosyal nedenlerden ötürü yalan söylüyor. Bu neden­ler arasında bencillikle birlikte başkası için fedakârlık yapmak gibi gerekçeler de bulunuyor. "Canım sizin gibi sıkıcı tiplerle öğle yemeğine çıkmak istemiyor" yerine "O kadar çok işim var ki..." demek de ofiste çalışanlar için hayatın daha çekici hale gelmesini sağlıyor. İş ortamları­nın gerginliğinden ve çatışmalarından uzak kalabilmek için her geçen gün daha da fazla bu tür yalanlar söylüyor ve çok da değer vermediğimiz ama ilişki kurmak zorun­da olduğumuz insanlarla birlikte çalışabilme imkânlarını sağlıyoruz. Bu tür bir ilişki biçimi söz konusu olduğunda saç şekli ve kıyafetler konusunda yapılan küçük iltifatlar da işin içine giriyor. Küçük hediyeler verir gibi bir etkide bulunarak, katlı saç kesimini ya da çiçek desenli gömleği aslında iğrenç bulsanız da, engelleme eşiğini atlıyor, sal­dırganlık ve kötü ruh hali durumunu bertaraf ediyor ve arkadaşlık kazanıyorsunuz. Bu tür yalanlar bir arada yaşamanın temelidir ve onlar olmadan sosyal toplumun oluşması mümkün değildir.
Yalan söyleme gerekçelerinden birini de aynı za­manda emekli psikoloji profesörü ve yalan araştırmaları­nın öncü isimlerinden olan Duygu Araştırmacısı Paul Ekman ortaya koydu. Sorularını sorduğu çocuk ve yetiş­kinler, DePaulo'nun anketine katılanların aksine çoğun­lukla bir cezadan kurtulmak ya da ceza alma korkusu nedeniyle yalan söyledi. Ama bu cezaların kesinlikle para cezası ya da meslek hayatında caydırıcı cezalar olduğu anlamına gelmiyor. Yarım saat boyunca sinemanın kapısında beklettiğiniz kız arkadaşınızın geçirdiği sinir krizini kazasız belasız atlatmak da cezadan kurtulmak anlamına gelebilir. Bu tür durumlarda hızlıca üretilen trafik sıkışık­lığı ve park yeri bulma güçlüğü bahanesi o akşamın tatlı­ya bağlanmasını sağlar ve bu şekilde her iki taraf da bu küçük hileden faydalanabilir. Ekman'ın araştırmasının sonuçlarına göre ceza alma korkusuyla söylenen yalanla­rın hemen ardından bir çıkar sağlama güdüsü geliyor. Bir başkasının ceza almasını engelleme çabasıyla fedakârlık için söylenen yalanlar ise üçüncü sırada geliyor. Başkala­rıyla iyi geçinmek için de kolaylıkla gerçekleri saklayabi­liyoruz. Ekman'ın deneklerinin en sık yalana başvurma gerekçesi ise sosyal olarak güç bir konumdan kurtulmak. Kişi gergin bir telefon görüşmesini kapının çalması gibi gerçek olmayan bir bahaneyle sonlandırabiliyor ya da keyifsiz bir partiden ayrılmasını bebek bakıcısının o gün erken gitmek zorunda olmasına bağlayabilir. Utandığı için yalan söyleyen insan sayısı da az değil. Ekman'ın deneklerinden bir çocuk, otomobilin koltuğunun işediği için değil de yağmurdan ıslandığı yalanını söylemiş. As­lında terk edilen tarafın kendisi olduğunu bile bile ilişki­nin bitmesinde ilişkinin zaten kendiliğinden sona erdiğini iddia etmek de yetişkinlerin söylediği tipik utanç yalanla­rından biridir.
Ceza almak korkusundan ya da utançtan, iş yaşamı­nın gerektirdiği rekabetten ya da sevgi kazanmak için, görüntüyü kurtarmak, birine kabalık etmemek ve tartış­maktan kaçınmak için... Her birimiz mutlaka bu ya da başka nedenlerle en azından bir kez yalan söylemişizdir tutmalıyız: "Sadece 2000 kişiye sorulan sorulardan 60 milyon kişinin ne düşündüğünü ortaya çıkarmaya çalış­mak benim hala çözemediğim bir bilmecedir. Bunu açık­layamıyorum. Öylesine bir şey."
Sh: 15-31

İçimizden biri: Politikacılar da bizim gibi yalancı

Bu siyasi yalanlardan hangisi sizce top 10 sıralamasında birinci sıraya oturur?
 "Kimsenin duvar yapmaya niyeti yoktu" (Walter Ulbricht)
- "O kadınla, Bayan Lewinsky'le cinsel ilişkiye girmedim" (Bili Clinton),
"Kitle imha silah­ları bulduk. Biyolojik laboratuvarlar bulduk" (George W. Bush)
- "Mecklenburg-Vorpommem, Sachsen-Anhalt, Thüringen, Brandenburg ve Sachsen'in yakın zamanda yeniden gelişmesi ancak bu anlaşmayla mümkündür" (Helmut Kohl).

"Gerçek ve Yalan" da Hannah Arendt, "Yalan söy­lemek sadece demagogların değil, ayrıca politikacıların ve hatta devlet adamlarının bir becerisidir" diyor. Felse­feci bu söylemiyle daha ilk etapta siyasetin temelde do­landırıcılık işi olması nedeniyle ve bunun yanı sıra arka­daşlık ve aşk söz konusu olduğundan dürüstlükle belir­lenmiş olan özel hayata alternatif bir dünya olduğundan kirli bir iş olduğuna dair bilinen ön yargıyı da destekle­miş oluyor. Politikada sahtekârlığın aslında geçmişe da­yanan bir gelenekten geldiği bilinen bir klişedir. İtalyan devlet felsefecisi Niccolo Machiavelli aristokrat okuyucu­larına henüz 16. yüzyılın başında şöyle bir tavsiyede bu­lunmuştu: "Bir yönetici hiçbir zaman tüm (...) erdemleri barındırmak zorunda değildir, ama bu erdemlere de ta­mamıyla uzakta durmamalıdır. Evet, onlara sahip olma­nın ve her zaman onları gözetmenin ne kadar zarar verici bir durum olduğunu söyleme cesaretinde bulunuyorum, ama sakin, sadık, insani, tanrıdan korkan ve dürüst biri olarak görünmek çok faydalıdır. (...) Bunlar ayrıca bir liderin en azından sözünden döndüğünde kullanması gereken bir durum olacaktır. (...) Çünkü insanlar öylesine aptaldır ve anın gerektirdiği şeylere itaat etmeye öylesine hazırdırlar ki kandıran kişi her seferinde kurbanı olacak başkalarını bulabilir."
Lafı gevelemek ve katakulli yap­mak, gizlemek, saklamak, iftira etmek, çarpıtmak gibi kavramlar "politika" deyince bir çırpıda ağzımızdan dö­külen sözcükler oluyor. Bunun ardında yatan ise politi­kacının bir model olma işlevine sahip olduğundan her zaman için dürüst ve iyi niyetli olmak zorunda olduğu gerçeği yatar, iktidar sahibi olan, başkalarının adına karar veren, yönetici pozisyonunda olan her kişi ahlaki olarak doğru davranışlar sergilemek zorundadır, ama her za­man için bu dürüstlük diğerlerinden daha sağlam olma­lıdır, politikacı bu anlamda ahlaki bir rol model olarak bilinmektedir.
Bu bakış açısı çoğulcu demokrasi anlayışıyla çok da birebir örtüşmemektedir. Bir politikacı sadece bir süreli­ğine yöneticilik yapıyordur, onu seçen vatandaşların temsilcisidir, onlardan üstün değildir. Egemen olan halk­tır, bütün iktidar ondan gelir. Kurallar -ve tabi ki ahlaki kurallar- demokraside herkes için eşit derecede geçerlidir.
Politikacıları ruhen ve ahlaken önder olarak görmek on­ları her şeyden önce "normal" vatandaşların üzerinde görmek anlamına gelir. Ama yine de politikacıların yalan söyleme ayrıcalıkları da yoktur. Kurumu ya da koltuğu en azından teorik olarak onun çoğunluğun refahı için hizmet etmesini ve her şeyden önce halkların çıkarını savunmasını ve siyasi tutumlarını ve planlarını şeffaf ve doğru bir şekilde paylaşmasını zorunlu tutar, çünkü va­tandaşlar ve seçmenler ancak bu bilgilere bağlı olarak bir politikacının onların isteğine göre hareket edip etmediği­ne ve bir dahaki seçimlerde ona oy verip iktidara getirip getirmeyeceğine karar verir.
Hemen hemen tüm demokratik ülkelerde var olan bilgi edinme özgürlüğüne dair yasalarda, bu hak pratik olarak korunmaktadır. Gizlilik ise gerekçelendirilmesi istisnasıyla kabul edilebilir. Almanya'da "Bilgi Edinme Hakkı" kanunu 2005 yazında yürürlüğe girdi. Vatandaş­lar 500 euro karşılığında federal bakanlıklardan ve ikinci derece idari birimlerden bilgi edinme hakkına sahip. Hü­kümetin belirttiğine göre kanun, "İnsanların politikaya daha fazla dahil olması için bir davetiye" niteliği taşıyor. Ancak burada bile teori ve pratiğin çatışmasına şahit olu- yorüz.-EDP'den milletvekili Volker Wissing'in yaptığı bir anket çalışmasına göre hükümet Ocak 2007'de bakanlık­lara iletilen "tam kapsamlı bilgi akışı" na dair taleplerin sadece yarısını yanıtlayabildi ve 156 bilgi talebini ya da belge taramasını güvenlik gerekçesiyle reddetti. Demok­rasilerde gizlilik, kulis konuşmaları, sağduyu, saklamak ve dolap çevirme gibi şeylerin olmadığına inanmak saf­lıktan başka bir şey değildir. Ulusal güvenlik, adli kovuş­turma ya da ekonomik kârlarla ilgili alınan koruma ön­lemleri gibi hassas alanlarda başarılı bir şekilde gizliliğin sağlanması ve bir şeylerin üzerini örtmek demokrasinin olmazsa olmazlarındandır.
Bunun yanı sıra bu durum, aynı zamanda kitlelerin bilgiye ulaşmasına, tüm siyasi düşüncelerin, önerilerin, planların ve tasarıların açığa çıkarılmasına tek başına bir engel teşkil ediyor. Böyle olması zaten şeffaflığın sağlan­ması değil de "politik zekâdan yoksunluk" anlamına gelirdi. Siyaset bilimcisi Ulrich Saricinelli, İnkâr Etmek, Gizlemek, Çarpıtmak kitabındaki bir makalede ayrıca şunu da ekliyor: "Tamamıyla şeffaflık, karar verme yetisine ve siyasi iktidara zarar verir." Koalisyon görüşmeleri, ücret planlamaları, fraksiyon toplantıları kapalı kapılar ardında yapılan siyasi eylemlere sadece bir iki örnektir. Rakipler arasındaki çatışmalar bu şekilde çok daha kolay ve hızlı çözülür. Saricinelli buna 1992 yılında İsrail ve Filistin arasında yapılan özel görüşmeleri örnek gösteriyor. Bir yıl önce kamuoyuna açık bir şekilde Madrid'de yürütülen görüşmeler başarısızlıkla sonuçlanmıştı.
Bu açıdan bakınca Hannah Arendt'in yalan söyleyen politikacılar ve devlet adamlarıyla ilgili alıntısını daha farklı değerlendirebiliriz. Gizlemek ve kandırmak sadece demagogların değil devlet adamlarının da çok açık bir niyetle uyguladığı her günkü politika tarzıdır. Ağızların­dan dökülen kelimeler gerçekçi tahminlerdir ama genel­leştirilmiş ve titizlikle hazırlanmış kınamalar değildir. "Politikada sahtekârlık" la ilişkili olarak istek ve umut çoğunlukla "tek bir gerçeklik"le ilişkilendirilir. Bu durum çoğulcu demokrasinin tek bir gerçeklik tekeli, özellikle de bir devlet politikası olmadığı iddiasıyla da çelişir, çünkü demokrasi de birçoğu bize uygun olmasa da, hoşumuza gitmese de ya da tamamıyla yanlış ve gerçek dışı bulsak da birçok bakış açısı ve yorum mevcuttur. Karl Popper'in adını verdiği "Açık Toplum"un karakteristik özellikle­rinden biri, yani tüm yalanları açığa çıkaracak "tek bir doğru"nun olmamasıdır.
"Politikada sahtekârlık" klişesinin katı bir klişe oldu­ğu ve siyaset ve partilerde artan bir şekilde yaşanan hüs­ranların temel nedeni olduğu fikri geçerlidir. Allensbach Enstitüsü'nün bir araştırmasına göre Almanların politika­cılara olan güveni son derece azalmış durumda, 70'li yıl­larda yüzde 57'lik bir kesim Almanya'nın en çok tanınan politikacılarının dürüstlük ve doğruluğun sembolü oldu­ğuna inanıyordu. Ama şimdi sadece Almanların yüzde 15'i bu fikirde. Bunun etkisi ciddiye alınacak kadar bü­yük, 2006 yılının Kasım ayında ARD'nin yaptığı bir anke­te göre politik sistemden memnun olanların sayısı katı­lımcıların yarısına bile ulaşmıyor. Bu veri Federal Cum­huriyet tarihinde şimdiye kadar elde edilmiş en kötü ve­riydi^ 2002 yılında yapılan 14. Shell-Gençlik Araştırma­sına göre ise gençlerin 1991'de yüzde 57 olan siyasi ilgi­lerinin 2002'ye kadar yüzde 34 oranında düştüğünü gös­terdi.
Politikacıların yalancı ve sahtekâr olduklarına dair önyargıyı besleyen şey medya oldu. Bilgi akışının yoğun olduğu toplumumuzda ortaya çıkarılan her yalan ve fo­yası dökülen her sahtekârlık olayı siyasi bir skandal ve medyanın başarısı olarak sunuldu. Bu skandalların konu­su da genelde her zaman para ya da cinsel ilişki olmuş­tur, rüşvet, yozlaşma, haksız kayırmalar ve bakanlık gö­revlilerinin haksız kazançla zenginleşmesi, tuhaf cinsel tercihler ve gizli ilişkiler de işlenen konular arasında bu­lunuyor. Ocak 2007'de Bild, bakan Horst Seehofer'in kendisinden hamile kaldığını iddia eden "32 yaşındaki esmer" kadınla olan evlilik dışı ilişkisini yayınlamıştı. Yazar Dirk Hoeren Bild'de yayınlanan "CSU'da kirli ikti­dar mücadelesi" adlı makalesinde politikacıları yalancı ve dolandırıcı kelimelerini kullanmadan yalancı ilan etmişti: "Seehofer şimdiye kadar suçsuz bir durumdaydı. Eşi Karin (48) ve iki kızı (20,15) ve oğlu (18) ile birlikte Ingolstadt'ta müstakil bir evde hayatını sürdürüyordu. (...) Aile yaz sonunda Bunte dergisine kapılarını açtı. (...) Seehofer, eşinden övgüyle bahsetti, röportajda eşine 25 yıldır harika bir anne ve anlayışlı bir eş olduğu için te­şekkür etti. Ve şimdi olanlara bakın!" Söz konusu olan şey politikacıların "çifte yaşamları", "saklambaç oyunla­rı" ve "ikiyüzlü" olmalarıydı. Röntgenci ve sansasyon peşinde olan biriymiş gibi görünmemek için Bild yazarı, Seehofer'in ahlaki "riayetsizlik"i ve CSU'nun ahlaki ve siyasi prensipleri arasında bir bağ kuruyor ve bu şekilde sadece bir birey olarak Seehofer'in değil de politikacıların çalışmalarını küçümsüyor, bununla birlikte Seehofer'in Bavyera eyaleti Başbakanlığı da yarışını da tehlikeye atı­yordu. Çünkü "CSU'nun parti programında 'Evlilik kurumu ve aile siyasetimizin merkezine oturur. Bunlar öz­gür ve bağımsız bir toplumun tarzını ve köşe taşlarını oluşturan en doğal temeldir. Bu nedenle CSU evlilik ku­rumu ve aileyi önemser ve anayasal hukuk çerçevesinde bunları korur.'" Bir politikacının özel yaşamındaki yalan­cılığı ve sahtekârlığı ortaya çıktığında ve bu bir olay ve sonunda "skandal" haline geldiğinde "Sahtekâr politika- cı"mn resmi çizilmiş oluyor ve bu ilişkinin Seehofer'in siyasi kariyerine hiçbir olumsuz etkisi olmuyor, sadece bu klişeyi destekleyip, devam ettirmiş oluyor.
Siyaset Bilimcileri Thomas Geiger ve Alexander Steinbach, 1996 yılında, son dönemlerde politik skandalların arttığını ancak bunun kesinlikle politikacıların ön­cekine kıyasla normları daha çok ihlal ettiği anlamına gelmeyeceğini, aksine bunun medyanın fazlasıyla deği­şen bakış açısıyla birebir ilişkili olduğunu belirtmişti. Bu tür problemlerde ünlü kimliklerle ilgili daha sık, daha uzun ve ayrıntılı haberler yapılır. Söz konusu resmi ve öncü kişiliklerin cinsel hayatları ve aldatma hikâyeleri olunca, her zaman için bir konu peşinde olan ve birtakım şeyleri halının altına süpürmek yerine işlemeyi tercih eden ve bunlardan bir skandal yaratmaya hazır olan tele­vizyon kanalları, gazeteler ve dergileri düşününce çok da şaşırmamak gerek.
Aynı durum "çocuklarda cinsel istismar" konusunda da geçerli. Her kanalda ve her gazetede detaylı ve genel­de sansasyonel bir tarz tercih edilerek istismar olaylarının giderek arttığı hissi uyandırılıyor ve insanlar arasında bir tehdit algısı oluşturuluyor. Gerçekten de çocuklarda cin­sel istismar son yıllarda artmış durumda, hükümetin güvenlik raporuna göre bir gerilemeden söz etmek mümkün değil. Ekonomi, spor ya da bilimsel medyanın haber yaptığı tüm alanlarda, skandal olayların sayısı art­mış gibi görünüyor, insanlar futbol alanında sadece şike­ye konu olan hakem Robert Hoyzer'le ilgileniyor, ortalık profesyonel sporcunun doping itiraflarıyla çalkalanıyor, VW'deki rüşvet olayları ve turistik gezilere ayrılan para­lar, Siemens'teki rüşvet skandali ya da Koreli araştırmacı Woo Suk Hwang ve prestij düşkünlüğünden başka bir şey kokmayan klonlanmış insan embriyoları da ağızlara sakız olan konulardan. Gerçek olan bu tür skandalların sayısının artmış olması değildir, asıl medyanın bu haber­leri yayma imkânlarının ve röntgenciliğe duyulan ilginin artmasıdır. Jens Bergmann ve Bernhard Pörksen bu bağ­lamda "birincil ve ikincil röntgencilik"ten bahsediyor. Birincisinde "insanlar bir başkasının başarısı ya da başa­rısızlığı konusunda hiçbir çekince duymadan ünlü kişiyle birlikte üzülür ya da sevinç duyar, çünkü onlar aileden birileri gibidir." İzlemekten alman bu keyif "ciddi medya kurumlan tarafından da desteklenen ikinci aşama bir röntgenciliğe ulaşıyor. Bu röntgenciliğin bahanesi ise zaten ortaya atılmış olan bir suçlamanın haberini yapmak oluyor. Bilgi paylaşımı adı altında uzaklaştıran ve nefret uyandıran duygular yeniden üretiliyor."
Uzun bir süre boyunca medya ve iktidar sözsüz bir anlaşmanın kurallarına göre hareket etti. Buna göre siyasi hayata doğrudan olumsuz bir etkisi olduğu için özel ya­şam ve özellikle cinsel hayat bir tabuydu. 60'lı yıllarda İngiltere Savunma Bakanı Profumo'nun telekız Christine Keeler'la yaşadığı ilişki sadece politikacının kariyerine müthiş zarar vermemişti, çünkü Keeler aynı zamanda soğuk savaş döneminin Rus ajanlarının ve diplomatları­nın da bir müşterisi olarak biliniyordu. Başkan Kennedy'nin ilişkileri de her zaman gizli tutulmuştur. Franz Josef Strauss hakkında ise hiçbir haber yapılmamasına rağmen her şey biliniyordu, sabahın üçünde New York Central Park'ta çıktığı "bir gezi"de çantası bir fahişe tara­fından çalınmasaydı birçok şey bilinemeyecekti. Helmut Kohl ve büro müdürü Juliane Weber arasındaki ilişki uzun yıllar gizli kaldı, aynen Willy Brandt'in yaşadığı aşkın gizli kalması gibi. Bugün ise tam tersi bir durum yaşanıyor. Berlin Belediye Başkanı Klaus Wowereit'in "Homoseksüelim ve böyle gayet iyi" diyerek cinsel terci­hini belirten bir cümlesi tabloit gazetelerde boy boy yer aldı ve bunun üzerine SPD parti başkanlığı adaylığı zayıflatılmaya çalışılmıştı. Hamburg Belediye Başkanı Olevon Beust da o zamanlar koalisyon ortağı olan Roland Schill kendisine karşı kirli bir medya kampanyası yürüt­tüğü için homoseksüel tercihleri olduğunu açık etmişti.
Tabi ki bu konuda tek suç medyanın değil, reklam amaçlı olduğunda politikacılar da evlerini, bahçelerini, tatil planlarını ve eşleriyle olan ilişkilerini paylaşmaya açık dürümdalar. Süddeutsche Zeitung'dan Heribert Prantl 16 Ocâk 2007'de "Özel Hayatın Siyasallaştırılması" adlı yazısında şöyle diyordu: "Adenauer'in özel yaşamı hak­kında da yazılar çıktı. Ama söz konusu olan şey yaşlı bir beyefendinin yetiştirmekten büyük keyif aldığı gülleriy­di. Bugün siyasiler bunun işe yaradığını düşündükleri oranda özel yaşamlarını ortaya dökmekten kaçınmıyor­lar. (...) Bu onları hukuken korumasız yapmaz ama hain­ce bir şekilde savunmasız hale getirebilir, çünkü kapı deliğinden bakanlar röntgenciliğin siyasi haberciliğin bir parçası olduğuna inanırlar." Politikacılar da medyanın yalan skandallar ve çarpık gerçeklikler yaratmak konu­sundaki bu hırslı tutumunu, dedikoduları, kuliste konu­şulanları rakiplerini ve düşmanlarını yarış dışında bı­rakmak için kullanıyor. Göttingenli siyaset bilimcisi Peter Lösche özel hayatındaki ayrıntıları gün ışığına çıkararak siyasi rakibini alt etmeye "olumsuz kampanya" denildi­ğini ve tipik bir Amerikan tarzı olduğunu belirtiyor. Lösche 16 Ocak 2007 tarihli Netzzeitung'da "Şimdiye ka­dar böyle bir şeyi yapmamak için aramızda sözsüz bir anlaşma vardı" diyor.
Bunun artık böyle olmadığını Seehofer ve sevgilisinin olayında görüyoruz. 2007 yılının Mayıs ayında Seehofer, Berlinli genç bayanla ilişkisi çarpıtıldığında daha önce yaptığı bir açıklamayı geri çekmeye çalıştı. Stern dergi­sinde Seehofer, politik düşmanlarını özel hayatları hak­kında şereflerine dokunan ayrıntıları açıklamakla tehdit etti. AB Komiseri Alman Günther Verheugen de "olum­suz kampanya"nın Almanya'da da pek eksik olmadığını gösteren bir örneğe imza atü. 2006 yılında Brüksel'de seçimle gelen yönetimin memurlarının "kibirli ve aşağı­layıcı" tavırlar içinde olduklarını ve komisyonun demok­ratik yönetimine "gecekondu" muamelesi yaptıkları eleş­tirisinde bulunmuştu. Kısa bir süre sonra Bild ve Focus bu huysuz politikacının özel hayatına dair hikâyeler ya­yınlamaya başladı. Kabine şefi Petra Erler'le "gizli bir ilişki" yaşadığı iddia edilerek politikacının 48 yaşındaki Erler'le el ele tutuşarak görüntülenen tatil fotoğrafları yayınlandı. FAZ ve bazı küçük gazeteler Verheugen'i adam kayırmakla suçladı. İddiaya göre Perle, Verheugen'le ilişkisi olduğu için Brüksel'de yüksek bir po­zisyona getirilmişti. Bu ilişki iddiasının Verheugen'in kariyerini kötü bir şekilde etkilememesinin tek nedeni eşinin kocasının arkasında durması ve bu görüntüleri "eski arkadaşlar"ın fotoğrafları olarak açıklaması değildi. Buna ek olarak birçok gazete ve dergi de bu karalama kampanyasından uzak durdu. Ludwig Greven Zeit'ın 04/2006 tarihli baskısında "Verheugen'in tatili, üst düzey görevde bulunan kişi açısından yanlış ve zevksiz bulun­muş olabilir. Öte yandan Frankfurter Blatt ve Komiser arasındaki huzursuzluk bir süredir bilinen bir gelişmey­di. Her iki durum da yasak değil. İşte bu nedenle Barosso da FAZ gibi sorumlu medyadan beklenilen bir tepkide bulundu: Bir politikacının özel hayatına saygı duyulması. (...) Yani aslında bu bir skandal değildi."
13 yıl öncesine döndüğümüzde Theo Waigel'in bu kadar şanslı olduğunu söyleyemeyiz. Waigel'in durumu daha çok Seehofer'e karşı yürütülen kampanyaya benzi­yor. O yıllarda Bavyera Başbakanı olan Max Streibl hak­kında çıkan "amigo ilişkisi" iddialarına karşı direnemiyordu. Ayrıca ailesiyle birlikte Bavyeralı bir uçak üreticisi şirketinin masraflarını karşıladığı lüks Brezilya ve Kenya seyahatleri de gündeme gelmişti. Steibl'e halef olarak Bavyera içişleri bakanı Edmund Stoiber ve Federal Mali­ye Bakanı Theo Waigel'in isimleri anılmaya başlanmıştı.
Kimin başkan olacağına henüz karar verilmemişti ki medyada Katolik Waigel'in evliliğiyle ilgili bir sorun ve kayak yarışçısı irene Epple'yle olan yasak ilişkisi günde­me geldi. Waigel yapılan suçlamaları bir basın açıklama­sıyla savuşturmaya çalıştı. 5 yılı aşkın bir süredir karısıy­la ayrı oldukları doğruydu, ancak Waigel irene Epple'le ilgili iddialar hakkında hiçbir açıklama yapmadı. Aslında yapacak fazla bir şey kalmamıştı, çünkü o zamanlarda CSU için biten evliliğini kamuoyuna açıklayan bir kişi başbakanlık için uygun bir aday olamazdı, Waigel'in si­yasi hayatı Bonn'da devam etmeliydi. Partinin liderleri ve eyalet meclisi Streibl'in halefinin Stoiber olması gerektiği konusunda uzlaştı. İşte, tam 14 yıl önce Alman siyasetin­de "olumsuz kampanya" bir rakibin devrilmesi için kul­lanıldı. Heribert Prantl'ın bir tavsiyesine kulak verelim: "Çıkardığımız ders şudur: Politikacılar özel yaşamın si­yasi hedefler için kullanılmaması için eylem düzenleme­lidir."
Her şeye rağmen bu tür skandallar Waigel'in duru­munda olduğu gibi her zaman siyasi kariyerleri ya da başkanlık seçimlerini olumsuz etkilemiyor, olay bir za­rardan öteye gitmeyebiliyor. Nitekim Seehofer'in olayını değerlendiren uzmanlar kariyerinin daha da yükseldiği tespitinde bulunabiliyor. Siyaset bilimci Heinrich Oberreuter bunun nedenini CSU destekçilerinin de insani zaaflara uzak olmamasına ve seçmenin uzun bir süredir daha seküler olmasına bağlıyor. "Katı Katolik olanlar bile papazın evinde dahi günahkâr olunabileceğini bilir" di­yor Oberreuter spiegel-onlirıe'da. Politolog Peter Lösche ise Bavyeralı ruhunun derinliklerine iniyor: "Bavyeralı man­tığına göre bu durum aslında iyidir. Seehofer, adlı sanlı erkekliği için takdir edilir" diyor Lösche 16 Ocak 2007 tarihli Netzzeitung'da. Bu durumda Seehofer'in kendisine karşı yürütülen karalama kampanyasına çelme takmış olması çok daha yakın bir ihtimal.
Dünyanın en ünlü stajyeri Monica Lewinsky'nin filmlere konu olacak kadar büyük skandalı "Monicagate" de buna benzer bir olaydı. Yemin altında verilen yalan ifadelere ve soruşturmalar sırasında Bili Clinton her sefe­rinde kendi söylediği yalanların tuzağına düşmesine rağmen Amerikan halkı görevden azletme kararma karşı kitlesel bir şekilde başkanlarını destekledi. Ağustos 1997'de Amerikan haber dergisi Newsweek'te, Beyaz Saray eski çalışanlarından Linda Tripp, başkanın arka­daşlarından biriyle cinsel bir yakınlaşma içinde olduğunu bildiğini iddia etti. Dergi aynı yazıda Clinton'un avukatı Robert Benett'in sözlerine de yer vermişti: "Linda Tripp bir yalancıdır." Olayı, Tripp'in, 100 dolara aldığı bir ses kayıt cihazıyla Beyaz Saray'ın eski stajyerlerinden arka­daşı Monica Lewinsky'le yaptığı bir konuşmadaki kayıt­larından yola çıkarak anlattığı şekilde öğreniyoruz. Lewinsky telefonda ayrıntılı ve açık bir şekilde başkanla olan ilişkisini anlatıyordu. Kayıtlar Clinton'un Arkansas vahşi "olduğu sırada memur olan Paula Jones'un onun aleyhine açtığı cinsel taciz davasında kullanıldı. 7 Ocak 1998'de Monica Lewinsky yemin ederek Paula Jones da­vasında ifade verdi ve Clinton'la cinsel bir ilişkiye girdi­ğini reddetti. 12 Haziran'da Tripp Lewinsky'le yaptığı konuşmanın gizli kayıtlarını savcı Kenneth Star'a teslim etti. Lewinsky kayıtlarda başkanla olan ilişkisinin yanı sıra bu ilişkiye Clinton'un arkadaşı Vemon Jordan tara­fından zorlandığını ve gerektiği durumda da inkâr etmek üzerine söz verdiğini açıklıyordu. Bundan 5 gün sonra Clinton 6 saatlik bir cinsel yaşam sorgusuna tabi tutuldu. Clinton da yemin ederek Lewinsky'le bir ilişkileri olma­dığını söyledi. "Tekrar ediyorum. Bu kadınla, Bayan Lewinsky'le cinsel bir ilişkim olmamıştır. Hiç kimseye yalan söylemem, hiçbir zaman. Asla." Bu üç cümle dün­yanın en ünlü yalanlarından birkaçıdır. Temmuz ayının sonunda FBI uzmanları Lewinsky'nin mavi elbisesinde şüpheli sperm izlerine rastladı. 6 Ağustos'ta Monica Lewinsky, "Büyük Jüri" olarak bilinen jürinin de katıldığı celsede Clinton'la 18 ay süren bir cinsel ilişkileri olduğu­nu ve Clinton'un kendisini yalan yere yemin etmeye zor­lamadığını söyledi. Bu olaydan sonra başkan da Lewinsky'le ilişkiye girdiğini ama bu ilişkinin kendisine göre "cinsel ilişki" anlamına gelmeyen oral seksten ibaret olduğunu itiraf etti. Clinton'un bu itirafı o dönemde faz­lasıyla alay konusu olmuş, Beyaz Saray'daki "Oval Ofis" "Oral Ofis" olarak adlandırılmıştı.
Aynı akşam Clinton bir televizyonda yaptığı konuş­mada yanlış bir şey yapmadığını ancak tek hatasının ek­sik açıklamalar yapmak olduğunu ifade etti. Konuşma­sında yaptığı ahlaki hatanın sorumluluğunu kabul ettiği­ni belirtti ancak önceden olduğu gibi bu durumun cinsel ilişkiden çok uygunsuz bir hareket olduğunu savundu. "Bayan Lewinsky'le uygun olmayan bir ilişkide bulun­duğum doğrudur. Aslında bu yanlış bir ilişkiydi. Bu yan­lış bir kanı uyandırdı ve yalnızca ve tamamıyla benim sorumlu olduğum kişisel bir hata yapmama neden oldu." Clinton savunmasında kendisine karşı hazırlanan kara­lama kampanyasından ailesini korumak istediğini belirtti. Şubat 1999'da Senato'nun görevden azledilmesi oylaması Clinton'un lehine sonuçlandı. Sonuçta başkan bir kez daha kamuoyuna seslenerek Amerikan halkından yapmış olduğu hatadan dolayı özür diledi ve pişman olduğunu gösterdi. "Bu olaylara neden olan, Kongre'yi ve Ameri­kan halkını büyük sıkıntıya sokan söylediğim ve yaptı­ğım her şeyden çok pişman olduğumu Amerikan halkına belirtmek isterim." Clinton bir maille çalışma arkadaşla­rından da özür diledi ve sadakatlerinden ötürü onlara teşekkür etti. Anketler Amerikan halkının, medya ve cumhuriyetçiler tarafından Clinton'a karşı yürütülen çamur kampanyasından midesinin kalktığını gösterdi ve Clinton'un popülaritesi arttı. Geriye dönük bir değerlen­dirme yaptığımızda bu skandalın söylenen tüm yalanlara rağmen Clinton'a zarar vermediğini söyleyebiliriz. O zihinlerde tövbe eden bir aldatan eş olarak ama her şey­den önce iç ve dış politikada reformlara imza atan bir başkan olarak yer etti. Evlilik dışı ilişkisi ona çok zarar vermedi, sadece insani zaafları olan bir adam olarak de­ğerlendirildi ve "sonuçta o da bir insan" sözüyle birlikte anılan bir kimlikle var oldu.
Bizim seçmenimiz de politikacıların cinsel ilişkilerini ve bu ilişkileriyle ilgili söyledikleri yalanlan affetme eği­limindedirler, hatta Almanlar bu konuda Amerikalılar­dan daha cömerttirler. Ancak buna rağmen bir politikada başarının temiz adam imajına ve ahlaklı bir aile hayatına sahip olmasıyla bire bir ilişkili olması gerektiği düşüncesi Amerika'daki kadar yaygın değil. Bunun nedenleri laikli­ğin son derece yüksek, idealleştirme oranının ise Alman­ya'da daha düşük ve ahlaki şartların daha az zorlayıcı olmasıdır, ayrıca birçok Alman eskiden beri bir kişi eşini aldaüyor olsa bile siyasi olarak ortaya iyi bir iş koyabilme kapasitesine sahip olabildiğine inanır. Birçok Alman, politikacıların seks skandallarına gözlerini yumarken, yozlaşma, rüşvet, yalan ve cepleri doldurmak için yapılan dolandırıcılık fazlasıyla tepki görüyor.
Hertel'in inkâr Etmek, Gizlemek, Çarpıtmak kitabında bulunan makalesinde Allensbacher Kamuoyu Araştırma Enstitüsü'nün bir çalışması anlatılıyor. Araştırmada katı­lımcılara 1992-93 yılları arasında yaşanan ve medyada detaylı bir şekilde haberleri yapılan, bu nedenle de birçok kişi tarafından bilindiği düşünülen 16 siyasi skandalla ilgili sorular soruldu. Katılımcılardan olayları değerlen­dirmeleri ve bir şekilde sıraya koymaları istendi. Aldatma ilişkilerinin birinci sırasına temizlikçisini iş ve işçi bulma kurumuna yerleştiren ulaşürma eski bakanı Günther Krause oturuyor. 850 mark tutarındaki ücretle aldığı ka­dının maaşının 660 markını iş ve işçi bulma kurumu kar­şılıyordu, çünkü temizlikçi kadın uzun bir süredir işsizlik aylığı alıyordu ve kurum işsiz birine imkân sağladığı için Krause'ye destek çıkıyordu. Bu yasadışı bir durum değil­di ama Krause'nin geliri düşünülünce soru işaretlerinin oluşması kaçınılmazdı. İkinci sırada ise Daimler-Benz yönetim kurulu başkanı olarak bilgileri içerden birine aktaran IG-Metall yöneticisi Franz Steinkühler geliyor. Steinkühler 1 milyon mark değerinde Mercedes hissesi almış ve bunlardan 6 haneli rakamlara ulaşan bir kazanç hedeflemişti. Üçüncü sırada karşımıza yine o zamanlar bakan olan Krause çıkıyor, ancak bu kez farklı bir skan- dalla. Politikacı Berlin'den Mecklenburg Börgerend'e taşınma masraflarını bakanlığın hizmet masrafı olarak göstermiş, ve 6390 marklık masrafının karşılanmasını sağlamıştı. Oskar Lafontaine dördüncü sırada bulunuyor. Lafontaine de Saarland Eyalet Başkanı olduğu Saarbrück Belediye Başkanlığından kendisine 22 bin marklık emekli aylığı bağlatıyor. Ancak o sırada Lafontaine kesinlikle emekli değildir hatta görevinde son derece aktiftir. Bavyera eyaleti eski başkanlarmdan Max Streibl Amigo- ilişkisi sayesinde 5. sıraya yerleşmiş. Alman uçak yapım­cısı Grob için Federal Savunma Bakanlığı'ında yüksek kazançlı ihaleler sağlamış bunun karşılığında da CSU için bağış almış ve Brezilya ve Kenya'ya ailesiyle birlikte yap­tığı seyahatlerin karşılanmasını sağlamıştı. Özellikle Oskar Lafontaine'le ilgili aldığımız görüşler oldukça il­ginçti. Katılımcıların yüzde 52'si haksız yere bağlanan emekli aylığını skandal bir durum olarak değerlendirir­ken Lafontaine'nin parayla seks olayını ise katılımcıların sadece yüzde 29'u "saygın bir karaktere" yakışmadığı şeklinde yorumladı. Bu skandal listenin alt sıralarında yer alıyordu ve siyasetçinin kariyerini etkilemiyordu. Bu durum büyük ihtimalle Almanların seks ve aşk konula­rında söylenen yalanlan hoş karşılaması ama parayla ilgili yalanlar konusunda hassas olmasından kaynaklanı­yordu. Bu ülkede "emeğin karşılığı verilmelidir" sözü­nün bu kadar çok popüler olmasının bir nedeni de bu olsagerek. Emek harcanmadan elde edilmiş kazanç Al­ınanlara göre oldukça haksız bir durumdur ve Seehofer'in aldatma hikâyesinden ya da Lafontaine'nin pezevenklik yapan arkadaşı ve genelev ziyaretinden çok daha uzun yıllar gündemde kalır.
Tabloit gazeteler skandalları her durumda abartmak konusunda heveslidirler ve her seferinde de "dolandırıcı siyasetçi" klişesini yeniden üretirler. Bu skandalların böylesine sistematik olarak işlenmesinde sorumluluğun kime ait olduğu tartışmaya açık bir konudur. Skandal söz ko­nusu olduğu sürece okuyan, dinleyen ve izleyen; satın alan, kulak veren bizler değil miyiz?
 Medya aslında bizim skandal merakımızı gidermek için işlemiyor mu bu konu­ları?
 Ya da tam tersi mi?
 Önümüze ne konursa başka bir tercihimiz olmadığı için zorunlu olarak onu mu tüketiyo­ruz?
 Ya da gazetenin tüm sayfalarında yeni seks skandallarıyla ya da rüşvet olaylarıyla bombardımana tutuldu­ğumuz için mi?
 Gazetecilerin hiç utanmaları sıkılmaları olmadığı ya da özel hayat diye bir şeyden haberdar ol­madıkları için mi bunları görüyoruz?
 Ya da belki de medyayı kendisi ve hedefleri için uygun bir araç olarak gören ve gün gelince de bunun bedelini ödeyen politika­cılardadır sorun?
 Bütün bu soruların maalesef tek ve basit bir cevabı yok. Bütün bu bakış açılarının hepsinde insan­ların siyasetin "sahtekârlık" olduğuna ve gelecekte de olacağına dair bir kanı oluşturduğunun izleri görülür. Bunun değişmesi için yapılan bireysel imaj düzeltme kampanyaları çok da işe yaramıyor. Ancak yalancı politi­kacılarla ilgili şunları söylemeden geçmek yanlış olur: Onlar halkın geri kalan kısmından çok daha kötü yalancı­lar değiller, biz ne isek onlar da o. Aramızdaki tek fark onların yalanları televizyon ve Bild sayesinde herkes tara­fından biliniyor.
Öncelikle her şeyi inkâr et:
Politikacıların tipik yalan söyleme yöntemleri
Ne zaman televizyonda bir siyasetçi hakkında yeni bir skandal patlak verse, çatışma tarafları arasında yani poli­tikacı ve onu destekleyenler ve de onların karşısında du­ran medya arasında bir düello ve bir yarış başlar. Suçla­nan kişilerin tepkilerinin genelde aynı olması dikkat çekicidir. Bunun nedeni ise politikacıların uzun yıllar boyun­ca kamuoyunda her zaman olumlu bir imaj oluşturmak için uğraşmalarıdır, bunun sosyolojik tanımı "kendini anlatarak öz imaj oluşturma"dır. Aslında bu sadece poli­tikacıları ilgilendiren bir konu değil, her birimiz belirgin bir imaj ve her zaman gerçeklikle birebir örtüşmese de sosyal çevremizde özel bir etki oluşturmak için uğraşırız. Bunlar "kariyer yapan bekâr kadın", "yetenekli başhe­kim", "havalı deri ceket sahibi" ya da "yılmaz vejeteryan" gibi imajlar olabilir. İnsanlar çizmiş oldukları kariyerle örtüşmeyen her türlü özelliklerini gizlerler ve bu özelliklerini destekleyen her türlü ayrıntıyı ön plana çıkarırlar. Ayrıca bu kişiler, kendi seçtikleri rollerin, ta­nınmak ve itibar sahibi olmak, kariyer imkânları, yüksek maaş, karşı cinsle başarılı bir iletişim, sağlık ve uzun bir ömre sahip olmak gibi şeylerin teminatı olarak görürler. Bakan Horst Seehofer'in kendini çocuklarına ve eşine adamış gibi görünen imajı buna çok iyi bir örnek olabilir.
Politikacıların medyadaki varlıklarının gücü, sadece imajlarına bağlı değildir, imajları aynı zamanda önemli oranda mesleki başarılarına da bağlıdır. Bu imaja gelecek bir zarar kariyerin sona ermesiyle ya da tüm hayatının zarar görmesiyle sonuçlanabilir. Dışişleri eski bakanı Joschka Fischer'in Bergmann ve Pörksen'in bir röporta­jında bunu vurguluyor: "Devletin bir birimindeyseniz, çifte bir role sahipsinizdir. Kan ve etten oluşan bir insan ve aynı zamanda Federal Almanya Cumhuriyeti'nin bir temsilcisi. (...) İnanılırlık çok yüce bir erdemdir. Bunu yıllar hatta onyıllar sonunda edinebilirsiniz ancak, çok kısa bir sürede yitirebilirsiniz."
Medya tarafından "yalancı" ya da "sahtekâr" olmak­la suçlanan politikacıların ilk tepkilerinin neden bu kadar saldırganca olduğu şimdi daha kolay anlaşılabiliyor. Poli­tikacıların bu taktiğine "Eleştiri kaynağını küçümsemek" ve "karşı saldırıya geçmek" deniliyor. 1998'in başlarında yemin ettirilerek 6 saat boyunca özel hayatı hakkında sorgulanan Bili Clinton'un ilk tepkisi de aynı olmuştu. Her şeyi inkâr etmiş ve bütün suçlamaların kendini alt etmek isteyen siyasi rakiplerinin kirletme kampanyası olduğunu iddia etmişti. Politik skandallar sırasında poli­tikacıların kendi kazanımlarını sürekli olarak ön plana çıkarmaları tipik tepkilerden biridir. Bu şekilde gündeme gelen hatalı davranış sözü edilen kazanımların yanında küçük ve önemsiz gibi görünür. Bu taktiğe "dürüstlük gösterisi" denir. Politik skandalın yankıları devam ettiği durumda bir sonraki stratejik adım saldırganlıktan ken­dini savunmaya geçmek olur. Suçlanan kişi zarar gören imajını savunmaya, kurtarmaya ya da yeniden kurmaya çalışır. Sosyolog Astrid Schütz doksanlı yılların başların­da "savunmacı kendini ifade etmede aşamalı yöntemi" geliştirmiştir, bu yöntemin taslak halini ise Hettlage'nin İnkâr Etmek, Gizlemek, Çarpıtmak çalışmasında bulabilirsi­niz. Bu model yardımıyla politik skandallarda suçlu olan­ların nasıl tepki verdiklerini örneklendirebiliriz. Buna göre savunma teknikleri genel olarak şöyle oluyor:
İnkâr etmek (" X olayı gerçekleşmemiştir!")
Yeniden yorumlamak ("X olayı olumsuz bir olay değildir!" ya da "İddia edilenin aksi yaşanmış­tır'!")
Faili inkâr etmek ("O ben değildim!" ya da "Bun­dan bir başkası sorumludur!")
Temize çıkarmak ("Yaptığım/söylediğim şey doğ­ru ve zorunluydu!")
Hâkim olma yetisinin inkârı ("Böyle olmasını is­tememiştim" ya da "Birdenbire oldu!")
Suçlamaları minimize etmek ("Normalde böyle bir şey yapmam!" ya da "Beni tanıyanlar böyle biri olmadığımı bilir!")
Af dilemek.
Bu aşamalı yöntem elbette teorik bir temele dayan­maktadır. Bu yöntemde suçlanan kişilerin her zaman için sadece taktiklerle hareket etmediğini ve duyguların da bu durumda önemli bir rol oynadığı ve olayları etkilediği dikkate almıyor. Bu nedenle gerçek yaşamda süreç aynen sıralandığı gibi yaşanmayabiliyor, bazen bir aşama atla­nıyor ya da aynı anda iki taktik kullanılıyor. Politik olay­larda suçlanan kişinin sessiz kalarak tepki göstermesi ve açıklama yapmayı kesinlikle reddetmesi de sık rastlanılan bir durumdur. Ama genelde söz konusu kişi suçlamaları ilk başta inkâr eder ve suçunu mümkün olduğunca kabul etmekten kaçınır. Ama herkesin bildiğinin ya da kısa bir süre içinde öğrenebileceğinin farkındadır.
Astrid Schütz, psikolog Daniela Groeschke ve Janine Hertel'le birlikte birçok politik olayı ve skandali inceledi. Araştırma yapan üçlü, suçlananların teorize edilmiş ba­samak modeline şaşırtıcı bir şekilde bire bir uygun dav­randığını kanıtladı. Helmut Kohl'un olayını hatırlayalım: 4 Kasım 1999'da Augsburg eyalet mahkemesi CDU eski saymanı Walter Leisler Kiep hakkında tutuklama kararı aldı. Kiep, 1991'de vergisiz 1 milyon mark edinmekle suçlanıyordu. Müfettiş Horst Weyrauch, tanık ifadesinde bu miktarın Leisler Kiep hesabına değil de CDU'nun gü­ven hesabına bağış olarak havale edildiğini açıklamıştı. Böylece CDU ve partinin eski başkanı Helmut Kohl da soruşturmaya dahil olmuştu. 6 Kasım 1999'da Kohl, bu kadar yüksek bir meblağ bağış yapıldığını bilmediğini açıklamış, 21 Kasım'da hakkında yapılan her türlü rüşvet iddialarını inkâr etmişti: "Bu varsayımlar yanlıştır ve iftiradır." Verilen bu ilk iki tepki "inkâr etmek" ve "eleştiri kaynağına karşı saldırıya geçmek" olarak yorumlanabilir. 30 Kasım'da Kohl, CDU'nun "kara kasa" olayından sorumlu olduğunu kabul etmiş ancak olaylara başka bir açıdan bakılması için uğraşmıştır ("yeniden yorumlamak"): "Say­manlığın normal hesaplardan ayrı tutulmasının mantıklı olacağını düşünmüştüm. (...) Şeffaflık ve kontrol meka­nizmasının eksik olmasından kaynaklanan bu sürecin sonuçlarının parti yasalarınca belirlenmiş prensipleri ihlale yol açmasından ötürü pişmanlık duyuyorum." Aynı açıklamanın ilerleyen dakikalarında "suçlamaları minimize etmek" yoluyla yani bahsedilen davranış şeklinin kendisi için tipik bir durum olmadığını vurgulamak için "Beni tanıyan herkes, ülkemizin refahı için sorumlulukla­rımın bilincinde olduğumu ve olacağımı bilir" ifadesini kullandı.
1999'da Aralık ayının ortalarında Kohl, ZDF televiz­yonunda "Sırada ne var?" adlı programda olayı kısmi olarak kabul etmişti ancak bu kez de "faili inkâr etmek" taktiğiyle kendini savundu. Bağış parasıyla ilgili dönen gizliliğin sorumluluğunun ne kendisine ne de saymana ait olduğunu, tüm sorumluluğun parayı veren kişide olduğunu iddia etti. "1,5 ve 2 milyon mark arası tutan bağışları 1993 ve 1998 yılları arasında kabul ettim. (...) Bağışı yapan kişi bana, parayı isminin bağış listesinde görünmemesi koşuluyla verdiğini özellikle belirtmişti." ZDF televizyonunda Kohl ayrıca özür de dilemişti: "Yap­tığım bir hataydı bunu kabul ediyorum ve özür diliyo­rum." 18 Ocak 2000'de Kohl, bağış skandallarından ötürü CDU onur başkanlığı görevinden istifa ederken bir baş­ka "özür" daha geldi, bu açıklamada ayrıca Almanya için yaptığı işleri de ön plana çıkardı, yani klasik "dürüstlük gösterisi" tekniğini kullanarak yaptığı hatanın hizmetle­rinin yanında önemsizmiş gibi görünmesine çabaladı. "Burada (partide) 40 yılı aşkın zamandır çeşitli görevler­de hizmet verdim. Bununla birlikte bir hata yaptım ve bunu da kabul ettim. Her zaman görevlerimi yerine ge­tirmeye çalıştım." Kohl, kısa bir süre sonra ARD'de de aynı açıklamalarda bulundu. "Bambaşka bir amaç uğruna çalıştım, ülkeme hizmet etmek için. (...) Beni bilenler (...) ne rüşvet aldığımı ne de para kabul ettiğimi görmüştür, özel ilişkilerimde her zaman aynı tavrı tercih etmişimdir, ahlaklı olmuşumdur." Buna paralel olarak Kohl, "eleşti­rinin kaynağına saldırmak" tekniğine geçmiş ve medya­nın kendisine yönelik haksız bir kampanya içine girdiğini söyledi. "Bunu siz de biliyorsunuz, yaptıkları şey, sabah akşam takip etmek. Siz bunu yapmıyorsunuz." Ancak parayı veren kişinin adını söylemeyi reddetmeye devam etti. Bağış yapan kişiye bir onur sözü verdiğini söyledi. Mart ayında Kohl, para cezasına çarptırılma ihtimali bu­lunan CDU'nun mali sıkıntılarını gidermek için bir mil­yon euro toplamaya başladı. Bu para toplama kampanya­sı ve televizyonlarda dilediği özürler bu sıkıntıyı atlattı­ğını gösteriyordu ve bundan sonraki süreçte medyayla olan ilişkilerini avukatlarına devretti. Bonn eyalet mah­kemesi 2001 Mart'ında soruşturmanın sona erdirilmesi için 30 bin marklık bir para cezası verilmesine karar ver­di. Kohl bunu kabul etti ve soruşturma sona erdi- Helmut Kohl, bağış olaylarıyla ilgili skandal boyunca "inkâr et­mek", “yeniden yorumlamak", "faili inkâr etmek", “suçlamala­rı minimize etmek" ve "özür dilemek" de dahil olmak üzere "savunmacı ifade biçimi"nin her türlü yöntemini kullan­dı. Ayrıca olumlu bir etki bırakan "dürüstlük gösterisi" gibi "kendini savunma teknikleri"ne ve "eleştirinin kaynağını küçümsemek" ya da "karşı saldırıya geçmek" gibi yöntemlere de başvurdu.
"Savunmacı ifade biçimi"nin başka bir güzel örneği­ne de Baden Württemberg'in eski başbakanı Lothar Späth'ın (CDU) 1991 yılında ortaya çıkan "Rüya gemisi skandali" olayında rastlıyoruz. Skandal Standart Elektrik Lorenz AG (SEL) adlı şirketin eski müdürü Helmut Lohr'un bir ifadesiyle patlak verdi. Vergi kaçırma gerek­çesiyle açılan bir davada Lohr ifadesinde, Späth ve ailesi­nin lüks bir yat gezisiyle Ege'ye davet edildiğini ve seya­hatin giderlerinin de "temsilcilik giderleri" olarak vergi­den düşürüldüğünü itiraf etmek durumunda kaldı. Lohr ve Späth uzun yıllardır arkadaştı. Baden Württemberg başbakanının medyada çıkan haberlere ve gazetecilerin sorularına verdiği ilk tepki "susmak" ve "inkâr etmek" ol­du. Kendisi hiçbir açıklamada bulunmadı ama bakanlık sözcüsü "Başbakan kendini savunmak zorundaymış gibi bir durumla karşı karşıya bırakılmamalıdır" açıklama­sında bulundu Stuttgarter Zeitung'da. Bir iki gün sonra Späth seyahati doğruladı ama bunun yanı sıra "yeniden yorumlamak" ve "faili inkâr etmek" gibi savunma teknikle­rini kullanmayı da ihmal etmedi. Başbakan masrafların SEL firması tarafından karşılanacağını bilseydi böyle bir daveti kabul etmeyeceğini bildirdi. Bu daveti bir arkadaş daveti olarak algılamıştı ("yeniden yorumlamak"). Ayrıca 1990 yılında şirketin seyahat masraflarını talep etmesi üzerine Lohr ailesiyle ilişkilerinin de bozulduğunu belirt­ti ("faili inkâr etmek"). Späth ayrıca açıklamalarında "suçlamaları küçümsemek" fırsatını da kullandı ve Lohr'un is­teğini anında geri çevirdiğini söyledi ve kendini olaydan uzaklaştırdı, bunu yaparken de şu ifadeyi kullanmayı ihmal etmedi: "Böyle bir şeyi asla yapmadım."
Sonraki haftalarda Späth'in başka firmalar üzerinden birden çok rüya tatiline çıktığına dair ayrıntılar ortaya çıkmaya başladı. Başbakan Manila, Hong Kong, Endo­nezya, Meksika, Malezya ve Singapur seyahatlerinin gi­derlerini de şirketler üzerinden sağlamış hatta küçük kızının bir pony çiftliğinde kalması için yer bile ayarlatmıştı. Bu ayrıntılar arasında Späth'in bazı seyahatlerinde büyük ihtimalle şüphe çekmemek için sahte bir pasaport kullandığı da vardı. Späth seyahatlere korumasız olarak çıktığını ve başka ülkelerde güvenlik sorunu yaşamamak için farklı bir isim kullandığını açıkladı. Yani takma isim­ler ve sahte pasaportlar federal polis biriminin kendisin­den talep ettiği güvenlik önlemleriydi ("Yeniden yorumla­mak”, “faili inkâr etmek"). Gazeteciler karşısında Späth, "olayları kontrol edecek kişi"nin kendisi olduğunu ısrarla inkâr ediyordu. Bir başbakan olarak söz konusu ekono­mik ilişkiler olduğunda davetleri kabul etmek dışında başka bir seçeneği yoktu. Randevu takvimi, hangi uçuş şirketini ya da hangi zamanı seçmesine olanak tanımaya­cak kadar doluydu. Späth aynı zamanda "temize çıkarma" yöntemine de başvurmuştu. "Max Grundig adlı işadamı­nın lüks yatıyla yaptığımız Karayipler seyahatinde hiçbir tuhaflık yoktu, sonuçta yatta Baden-Württemberg yararı­na önemli yatırım projeleri bağlamak için konuşmuşlardı. En sonunda Späth basının suçlamaları karşısında eğlen­meye başladı ve saçma bir işle uğraştıklarım iddia etmeye başladı: Späth bir basın konferansında "Ne yani dizel yakıt işleriyle mi ilgileneyim?" dedi ve bu arada daha önceleri "lüks yatlarda bulunduğunu" ekledi. 13 Ocak 1991'de Lothar Späth geri adım atmak zorunda kaldı ve Haziran ayı sonunda başbakanlık görevinden ayrıldı ve CDU eyalet temsilcisi adaylığı da engellendi. Skandalin gündeme geldiği sırada Späth bütün bunların medya tarafından başlatılan bir karalama kampanyası olduğunu iddia etmekten çekindi ama görevini bırakmasının ne­denlerini açıklarken şu ifadeleri kullandı: "Beni devirmek isteyen ve bunu başaranların kurbanı oldum. Hiç de adil davranılmadı". Bu ifadeler Helmut Kohl'un parti bağışı olayı sırasında sıklıkla başvurduğuna şahit olduğumuz "eleştirinin kaynağına saldırmak" tutumundan başka bir şey değil.
Bu olayın olumsuz etkileri Kohl'de de olduğu gibi sı­nırlı kaldı. CDU çoğunluğunun sayesinde Baden- Württemberg eyalet meclisinin soruşturma kararı alması engellenmiş oldu ve Späth işlediği tüm kişisel suçlardan beraat etti. Politik kariyerinin sona ermesiyle işletme ha­yatına atıldı ve Jenoptik AG'nin müdürü olarak başarılı bir kariyere sahip oldu, NTV'de bir tartışma programı yö­netti ve 2002 yılı seçimlerinde Edmund Stoiber'in çaü kabinesinin potansiyel ekonomi bakanı olarak görüldü. Späth'de kendini savunma yöntemleriyle bir başarı elde etmişti: Kariyerinin üzerinde sadece çizikler oluşmuştu, tamamıyla yok olmamıştı, köprünün altından yeterince su aktıktan sonra sorunsuz bir şekilde ekonomi alanına geçebildi hatta siyasi arenada yeni kapılar da açıldı. "Sa­vunmacı ifade biçimi" öyle görünüyor ki politikacılar için en iyi savunma yöntemlerinden biri.
Ama bu yöntemi kullananlar elbette sadece politika­cılar değil, bizler de sık sık böyle bir yönteme örnek ola­cak davranışlar sergiliyoruz. Aynen kırık vazonun ya­nında yakalanan küçük çocuk gibi:
"Vazoyu ben düşürmedim!" (İnkar etmek)
"Odaya girdiğimde vazo öylece yerde duruyor­du!" (Yeniden yorumlamak)
"Ben değilim. Sandra yaptı!" (Faili inkâr etmek)
"Ama o da öyle aptal bir yerde duruyordu ki, çarpmadan geçmek imkânsız!" (Temize çıkarmak)
"Halıya takıldım!" (Kontrol mekanizmasının yitimi)
"Hiçbir zaman bir şeyi kırmamışımdır. Her za­man dikkatliyimdir!" (Suçlamaları minimize etmek)
 "Çok üzgünüm!" (Af dilemek)

Başka bir örnek de enselenen ve uzun zamandır bir sevgilisi olduğunu inkâr eden eştir. "Başka bir kadınla hiçbir ilişkim olmadı!" Kanıtlar gözüne gözüne girmeye başladığında ise "yeniden yorumlamak" yöntemini kul­lanarak olayı farklı bir şekilde göstermeye çalışır: "Onun­la birlikte olduğum doğru. Ama sadece bir kez. Aylardır seni aldattığım yalan, bu tek gecelik biri ilişkiydi!" Buna paralel olarak erkek "faili inkâr etme:" olayına girer ve suçu kendi üzerinden atmaya çalışır: "Beni büsbütün baştan çıkardı! Böyle olmasını istemezdim!" ya da "kont­rol mekanizmasını yitirdiğini" iddia eder: "O kadar sar­hoştum ki, kendimi kontrol edemiyordum!" Eğer yeniden güvenmek kazanmak istiyorsa "suçlamaları minimize etmek" yöntemini de kullanmalı: "Kazanova olmadığımı sen de çok iyi biliyorsun, sana şimdiye kadar hep sadık oldum!" Ve sonunda da "özür" dilenir: "Çok üzgünüm, lütfen beni affet, bir daha böyle bir şey olmayacak!" İddialılık ve saldırganlık teknikleri her adımda bir arada kul­lanılabilir. Örneğin en başta "inkâr etme" aşaması "eleşti­ri kaynağının küçümsenmesi" ile birlikte kullanılabilir: "X'in başkaları hakkında ne yalanlar uydurduğunu sen de biliyorsun. Kendisinin olmadığı için ne kadar kıskanç biri olduğunu biliyorsun!" Bu olayda "kontrol mekaniz­masının yitimi" ve "dürüstlük gösterisi" teknikleri bir arada kullanılmak için çok uygun. "Hiçbir zaman içki içmediğimi biliyorsun. Her zaman senin ve çocukların yanında oldum. Şimdi de sadece bir kez dışarı çıktım, sarhoş oldum ve kontrolümü kaybettim. Ama seni sevi­yorum ve sana ihtiyacım var!"
Bu strateji sadece kamuya açık yalan skandallarında değil özel yaşamda da istenen sonuçları sağlayabiliyor. Yalan ve sahtekârlığın kurbanı olanlar gerçekler kendile­rine taksit taksit söylendiğinde ortalıkta bir şeyler dön­düğü hissine kapılırlar. Bu şekilde kendilerini yavaş ya­vaş bu rahatsız edici ve duygusal duruma alıştırırlar. Suç işleyenin açıklamaları, bahaneleri ve özürleri kurbanın durumu kurtarmak için adım atmasını sağlar. Bu şekilde ayrıca karşılarındakinin kendi kendisini ikna etmesinin de yolunu da açmış olurlar, "Aslında aldatmasının bir nedeni de benim, sadece kariyerimle ilgilendim" ya da "Bir erkek sarhoşsa böyle şeylerin olması kaçınılmaz" gibi. Politikadaki isimler söz konusu olduğunda kriz yö­netimi, iyi bir danışman ve ağzı laf yapan biri duruma müdahale eder ve kendini savunma teknikleri bilinçli bir şekilde devreye sokulur; ama normal hayatta bu aşamala­rı bilinçsiz bir şekilde ve plansız olarak yaşarız. Ama tabi ki durumdan yara almadan sıyrılmak için umut besle­mekten hiçbir zaman vazgeçmeyiz.
İşte gerçek yalan: Seçim kampanyası yalanları
Başbakan yardımcısı ve Çalışma Bakanı Franz Müntefering 2006 yazında yürütülen koalisyon görüşme­leri sırasında "CDU ve SPD'yi seçim vaatleri üzerinden karşılaştırmak haksızlık olur" diyerek durumdan mem­nun olmadığını belirtmişti. Saarland eyaleti başbakanı Peter Müller 2002 yılında FAZ'la yaptığı bir röportajda daha dikkatli davranarak politikada "zaman zaman ço­ğunluğun zarar görmemesi için gerçeklerin açıklanması konusunda güçlükle karşılaşılabileceğini" belirtti. Her seçim kampanyasında ağız dolusu sözler veriliyor, yarı yalan yarı gerçek açıklamalar yapılıyor, bazı şeyler abartılırken bazı şeyler küçümseniyor. Helmut Kohl, 2000 yı­lında işsizliği yarı yarıya azaltacağını söylemiş, Gerhard Schröder de kendi iktidarı sırasında işsizlerin 3,5 milyo­nun altına indiğini söyleyerek yeniden seçilme talebinde bulunmuştu. Söylenenlerin aksine her ikisinin de iktidarı döneminde işsizlik inanılmaz oranda arttı. İşsizliği yok etmek için bir reçeteye sahip olduğunu söylemek öyle görünüyor ki politikacıların birinci sırada gelen yalanları. Küreselleşme çağında politikacıların ekonomiye olan etkileri oldukça azalmış durumda ancak onlar yine de bunun altını çizmeden edemiyorlar. Seçim kampanyasını yürütenlere göre çoğunluğu ve iktidarı kazanmak için yalan söylemek kaçınılmaz bir durum. İktidarı kazanan ise yönetme, yeniden şekillendirme ve değiştirme ya da en azından kendisi için küçük bir işi garantilemek için yeti kazanmış oluyor.
Dışişleri eski bakanı Joschka Fischer, Bergmann ve Pörksen'le yaptığı bir röportajda "Seçim kampanyası, seçim kampanyasıdır" diyor. Fischer seçim kampanyası­nın her türlü durumun olası, gerekli ve hoş görülür oldu­ğu istisnai bir durumdan başka bir anlamı olmadığını söylüyor. Seçim araştırması yapan birçok kişiye göre de bir partinin bu tür yalanlar söylemediği takdirde seçilme ihtimalini unutması gerekiyor. "Seçimler bir program oluşturmak için bir araçtan başka bir şey değildir. Prog­ramla ilgili verilen sözler daha çok partilerin seçimleri kazanmak için kullandığı bir oyun malzemesidir. Burada söz konusu olan şey sadece iktidardır. (...) Seçim kam­panyası sırasında abartılan her şey seçimlerden hemen bir hafta sonra ilk "bütçe yardımı" alınır alınmaz geri plana düşer" diyor sosyolog Manfred Prisching.
Gerçekte tüm politikacılar, gazeteciler ve bilim adam­ları seçmenlerin birçoğunun seçim kampanyası yani ya­lan tiyatrosu sırasında sahnelenen büyük ayinin farkında olduğunu ama bunun gerekli olduğunu kabul ettiğini düşünüyor. Berlin'de yayınlanan Tagesspiegel gazetesi­nin 3 Haziran 2003 tarihli baskısında Robert Bimbaum 2002 yılı parlamento seçimleri sonrasında yalan ayinleriy­le ilgili şunları söyledi: "Özel hayatımızda bir yalancı kendi çıkarı için gerçeğin sadece yarısını dile getirir. Mahkemede de davalı olan kişinin aynı şekilde tepki vermesi en doğal hakkıdır. Politikada ise durum ikisinin ortasında bir yerdedir. Bütünüyle yalan söyleyenler ceza­landırılır, ama hiç kimse çıplak gerçekliğin dile getirilme­sini beklemez." Ama bu tespit her zaman geçerli olmaya­biliyor. Özellikle politikadan anlamayan ya da politikaya ilgi duymayan birçok vatandaş politikacıların verdikleri sözleri ciddiye alıyor ve seçimlerini yaparken bu sözleri dikkate alıyor. Adayların iddiaları ve davranış biçimleri, oy toplamak için oynanan bir tiyatronun parçası olarak algılanmaz.
Seçim araştırmacıları 2002 yılındaki parlamento se­çimlerinden sonra yaptıkları araştırmada seçmenlerin eskisine oranla seçimlerini yaparken daha esnek olduğu­nu ortaya çıkardı. Artık seçmenler televizyon kanalların­da yapılan aday tartışmaları ya da kampanya sırasında verilen sözler gibi daha kısa vadeli etkenleri dikkate alı­yor. 2005 yılında maçoluk kokan ve şansölyelik avantajı bulunan ortalama karizmasıyla Schröder ve daha mantık­lı iddialarda bulunan ve Alman halkına "hizmet" şiarıyla şekillenen protestan mütevazılığı taşıyan Angela Merkel karşı karşıya gelmişti. Seçmenler iki politikacının da ger­çek fikirlerini söylemek yerine seçim kampanyası şartla­rının zorladığı şekilde rol yaptıklarının farkında değildi. Her Alman vatandaşı günümüzde artık seçim kampanya­sının yoğurt ya da otomobil reklamlarıyla aynı kefeye konulabileceğinin farkında değil. Elmar Brand'in Schröder'le dalga geçmek için yaptığı "Vergi Şarkısı"nın başarısı, tutulmayan seçim sözlerinden dolayı yaşanan hayal kırıklığı ve kızgınlığı çok iyi ifade etmesine bağla­nabilir.
"Satış ve içecek vergileriyle/içiririm biraları daha tuzlu­ya/ama bu bile yetmez bana!/Şimdi beni seçtiniz ya/artık yersiniz salata./Şansölyeliğim daha birkaç yıl sürer!/Bugün veremediğiniz sözleri/ yarın tutmayıverir- siniz olur biter/(...)/Vergilerinizi artırıyorum!/Seçim se­çimdir/ Gönderemezsiniz de artık beni / bu da demok­rasinin en tatlı yanı!"
Tutulmayan seçim sözleri politikada ve parti oluşum­larında yaşanan hayal kırıklarıyla sonuçlanıyor. Bunun en yakın örneğini ise büyük koalisyonun katma değer vergisini yüzde 3 oranında artırmasında görebiliriz. Or­taklardan biri seçimlerden önce en fazla yüzde 2'lik bir artış yapılacağını dile getirmişti. Söz konusu para olunca Almanlar abartmalar ve küçümsemelere ya da yarı ger­çekliklere kanma konusunda daha titiz oluyor. Kohl'un "gelişen eyaletler" sözü de eleştiriyle anılıyor.
Seçim kampanyası yapanlar seçim yalanları söyle­mek birçok neden bulabilir. Bunlardan biri de siyasi ça­lışmanın çok karmaşık bir iş olması ve seçmene bunu anlatmanın güçlüğü. Eskiden PDS'de politika yapan ve şimdi de Sol Parti'nin fraksiyon başkanı olan Gregor Gysi, bir röportajda seçmenin politika hakkında kendini bilgilendirme açısından yeterli olup olmadığı sorusuna şöyle bir yanıt vermişti: "Bu bakış açısı küçümseyicidir. Bütün gün boyunca politikadan başka hiçbir şeyle ilgi­lenmiyorum. Bir satıcı bunu yapamaz. Bu adam bütün gün boyunca bir kasanın başında çalışır ve ancak akşam­ları, o da uygun olursa 10 dakika haber izler (...). Ben on­lar için bu konuda bir elçilik görevi yapıyorum, çünkü o kişi oy vermeye gidecektir." Bir başka neden ise sürekli olarak karşımıza çıkan ve karmaşık içerikleri kısaltma, kolaylaştırma ve azaltmaya zorlayan medya oluyor. Cid­di bir yayın olarak bilinen Tagesschau bile 1 dakika 30 saniyelik bir yayında her şeyin anlatılmasını zorluyor. Gysi kendisiyle yapılan röportajda bu duruma değinerek "İşsizlikle nasıl daha etkili bir şekilde mücadele edeceği­mi 1 dakika 30 saniye içinde anlatamam. Bu durumda her politikacı gibi ben de sığ bir açıklama yapmak durumun­dayım" dedi. Dışişleri eski bakanı Joschka Fischer de po­litikanın içine işlemiş olan ve "yağmur dansı" olarak ta­nımladığı politik kariyerinin büyük bir bölümünü oluştu­ran "büyülü element"ten bahsediyor. "Hareket edemez hale geldiğinizde, halk için hareket ettiğinizi göstermeli­siniz."
Yalansız bir seçim kampanyasının mümkün olmadığı çok açık. Ancak her seçim kampanyasında rakipleri yalan söylemekle suçlamak da yalan ritüelinin bir parçası ola­rak normal karşılanan bir durum. Ancak rakiplerin seçim kampanyası sırasında söylediği yalanları seçimlerden sonra bir silah gibi kullanması da oldukça saçma. Günlük konuşma dilinde "yalan komitesi" olarak adlandırdığı­mız "Federal Alman Parlamento Seçimleri 15. seçim dö­nemi 1. soruşturma komitesi"ni bu saçmalığa örnek ola­rak verebiliriz. Komite, CDU/CSU meclis grubu tarafın­dan 2 Aralık 2002'de talep edildi ve araştırma konusu olarak da Gerhard Schröder iktidarının 2002 seçimleri öncesinde bütçe açığının yüksek olacağını, bu nedenle Maastricht kriterlerinin karşılanamayacağını ve vergi artışlarının kaçınılmaz olacağını bildiği iddiası araştırıla­caktı. 23 Kasım 2003'te komite araştırmayla ilgili bir rapor yayınladı ve sonuçlar hiç de şaşırtıcı değildi. İktidar se­çim yılında hiçbir gizli anlaşmanın yapılmadığını ancak hükümetin seçim kampanyası sırasında mali durumla ilgili bütün gerçekleri dile getirmediğini ve sadece olum­lu yanları ön plana çıkardığını ortaya koydu. İktidar ör­neğin, uzmanların yeni borçlanma maliyetinin 33 milyar euroya kadar yükseleceğine dair tahminlerini Haziran ayının ortalarında maliye bakanı Hans Eichel'le paylaştı­ğını gizlemişlerdi. Eichel Eylül ayında hala 21,2 milyar euroluk bir borçtan bahsedebiliyordu bu nedenle. Bunlar tüm seçim kampanyalarında başvurulan klasik yöntem­lerdir, partilerin hemen hepsi bir şekilde bu yalanlardan birini söylemiştir. Bu nedenle gerçekleri ortaya çıkarmak için yürütülen yalan soruşturması boş bir iştir, ancak bu davranışıyla muhalefet, seçim kampanyalarında daha "dürüst" olunmasına yönelik beklentileri artırdı. Gerçek­ten de soruşturmanın pek de faydalı bir sonucu olmadı, her iki taraf da raporun sonuçlarını kendi çıkarlarına göre yorumladı ve rakibine karşı bir zafer kazanmış gibi kul­landı. Ama bu soruşturma hiçbir şekilde Hans Jürgen Leersch'in Die Welt'te 4 Haziran 2003 tarihinde yazdığı gibi hükümetlerin gelecekteki seçim kampanyalarında verdikleri sözlerde daha dikkatli olacakları anlamına gelmiyor. Buradan çıkacak tek sonuç muhalefet şeklinden artık hiçbir şey anlamama noktasına gelen seçmenlerin, politika konusunda daha fazla hayal kırıklığı yaşaması­dır. Politikacılar seçim yalanlarını kaçınılmaz olarak de­ğerlendirirler ancak seçimler sonrasında başlattıkları bir yalan soruşturmasıyla 90 derece dönüp karşı tarafta yer alırlar.
Ancak seçmenin silahı da politikacılarla aynı, seç­menler de seçim kampanyası sırasında yalan söylüyor. En azından Kamuoyu Araştırma Enstitüsü müdürü Vox Populi 18 Eylül 2005 tarihli Netzzeitung'da öyle olduğu­nu iddia etti. Populi, 2005 yılındaki parlamento seçimle­rinden önce yapılan tahminlerin yanlış olduğunu açıkla­dı. "Karşımızda yeni bir olay var. Seçmenlerin bir kısmı gerçek fikrini saklıyor. Bu nedenle anketler, sadece insan­ların telefonlarda söylediklerini yansıtıyor, gerçekten ne düşündüğünü ya da ne yaptığını değil."
Sh: 215-250
Kaynak: Kaynak: Yalana Övgü, Claudia Mayer, Kitabın orijinal adı: Lob der Lüge, Çeviren: Nihal Ünver, Kasım 2008, Ankara

Claudia Mayer, Münih'teki Ludwig Maximilians Universitât'te psikoloji eğitimi aldı. Daha sonra Deutsche Journalistenschule'de gazetecilik eğitimine devam etti. Alman televizyon kanalı Pro Sieben için popüler bilim programı Galileo'yu hazırlıyor.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar