YALNIZLIK: SEVME KORKUSU- İRA J. TANNER
Sunuş: Nil GÜN
Yalnızlık duygusu,
insan duygularının yelpazesi içinde belki de en "komünist" duygudur. Çünkü zengin-fakir,
güzel-çirkin, genç-yaşlı ayrımı hiç mi hiç yapmadan kendisini eşit bir biçimde
ifade eder. Örneğin; çağımızın en yaygın hastalıklarından "stres",
kent yaşamında köy yaşamından çok daha yaygın olduğu halde, "yalnızlık"
için böyle bir ayrım sözkonusu değildir.
Yalnızlık deyince
duygusal yalnızlığı, insanın duygu dünyasında kendisini yalnız hissetmesini
kastediyoruz tabii ki. Fiziksel tekbaşınalığı değil.
Kalabalık içinde
kendini yalnız hissetme duygusunu hiç yaşamamış insan var mıdır bu dünyada?
Eğer kişi, kendisini
ya da başkalarını yalnızlık hissetmediği konusunda aldatmaya çalışmıyorsa,
"kalabalık içinde yalnızlık" duygusu ona yabancı gelmeyecektir.
Özdemir Asaf,
"Yalnızlık paylaşılmaz, paylaşılırsa yalnızlık olmaz" diyor. Gerçekten de
yalnızlık, duygularımızı içtenlikle paylaşacak birinin olmaması demektir. Her
insan, kendisini yargılamadan dinleyecek birine ihtiyaç duyar. Bir insanın
zamanım ve ilgisini bizi dinlemeye ayırması, bizi anlamaya çalışması,
"iyi ki varsın" demesi bize değerli olduğumuz duygusunu verir.
İnsan, değer verdiği birini bilmeye, anlamaya, tanımaya çalışır. Ona emek
verir. Kendi iç dünyasını da içtenlikle paylaşır. Bize güven duyduğunu
gösterir. Yaşamımızda böyle birinin olmaması ise, yoğun yalnızlık duygusu
yaratır.
İnsanların büyük
çoğunluğunun belki birçok tanışı vardır, arkadaşı vardır ama tek dostu bile
yoktur. Seni, senin kadar önemseyen, duygularına değer veren bir dost.
Böylesine dostluk çıkarlara ya da kendi yalnızlığımızı avutma çabasına
dayanmaz. Temeli sevgidir dostluğun. Dost, insanın aynı ya da karşı cinsten
arkadaşı olabilir. Eşi veya sevgilisi olabilir. Ünlü şair Aragon, "Ben ancak dostumla
yatarım" diyerek, cinsel birlikteliğin temelinde dostluk olmasının,
"olmazsa olmaz" bir koşul olduğunu dile getiriyor. Çiftlerin
birbirlerinin dostu olmadığı evlilikler ise, tüm dünyada yaygın biçimde
görülüyor. Evli olmanın, yalnızlığa çare olmadığını da yaşayan bilir. Buna
rağmen sırf yalnızlıktan kurtulacağı umuduyla evlenen nice insan var.
Dostluk, sevginin
varolduğunun göstergesidir. Yalnızlık ise sevginin olmadığının. Bu yüzden
kabullenilmesi en zor duygudur. Kızgınım, üzgünüm, mutsuzum demek daha
kolaylıkla söylenir de, "yalnızım" demek çok zordur. Çünkü
"Kimse beni sevilmeye, değerli bulmaya layık görmüyor" demenin
özetidir bu dile getirilmekten korkulan sözcük.
Bu nedenle yazar,
yalnızlığı sevme korkusu olarak tanımlıyor. "Ya beni sevmeyen bir insanı seversem... Ya sevilmezsem... Böyle bir
risk alacağıma, yalnızlığın dehlizinde kalmayı sürdürürüm. Hiç olmazsa
yalnızlığıma alışkınım" diye düşünür yalnız insan. Bu korkularını
bilinçli olarak dile getiremese, hatta bilincine bile çıkarmamış olsa
hissedilen korku, sevme-sevilmeyle ilgilidir.
Yalnızlığını yadsıma
konusunda insan çok yaratıcıdır. Bir tanıdığım gündüzleri bir şekilde
oyalanıyor ama gecenin yalnızlığını akşam sekizde yatağa girerek uyutmaya
çalışıyor. Bir başkası, günübirlik yatak arkadaşlıklarıyla yalnızlığını
gidermeye çalışıyor. Ona "nemfoman" diyorlar, "kolay kadın"
diyorlar.
Aslında açlığını çektiği şey cinsellik değil, cinselliğini kullanarak
gördüğü geçici ilgi. Erkeklerin ilgisini çekecek başka bir şeyi olmadığını kabullenecek kadar
kendisini değersiz görüyor. Onunla yatmak için söylenilen bir iki tatlı söz,
ona kısa bir an için bile olsa, önem verilen, sevilen kişi olduğu duygusunu
yaşatıyor. Kimileri akşamlan o bar senin, bu bar benim geziyor, alkole
sığınıyor, kimileri komedyen kişiliğiyle ilgi odağı olarak yalnızlığının
acısını biraz olsun hafifletmeye çalışıyor.
Gülen palyaçoların ardında, ağlayan bir insan vardır.
Tedavi için doğru
teşhis gerek. Kişi verem olduğunu kabullenmeyip hastalığına yalnızca
"öksürük" olarak bakarsa uygun tedaviyi nasıl bulabilir?
Teknolojik
iletişimin olağanüstü hız kazandığı günümüzde, duygusal iletişimsizlik yani
yalnızlık duygusu da aynı hızla insanlığın ortak kaderi haline geliyor. Bu
hastalığın bulaşmadığı insan sayısı, sevmesini gerçekten bilen insanların
sayısıyla eşit.
İnsanın kendisini
aldattığı bir başka konu da, sevme yetisine sahip olduğunu sanması. Sevme
olgusu, her insanın içinde potansiyel olarak var. Ama ortaya çıkması, ifade bulması
için, kendini tanımak için emek vermesi gerekiyor. Piyano çalma yeteneğine
sahip bir insan, nasıl bu konuda ders alarak, pratik yaparak, çalışarak, emek
ve zaman harcayarak kendini eğitme sürecinden geçiyorsa, sevmeyi bilmek için de
emek, çaba ve kendini tanıma süreci gerekli.
İnsan, genellikle
bilinmeyenden, bilmediği şeyden korkar. Sevmeyi bilmeyen insan da, her
bilinmeyenden korktuğu gibi sevmekten de korkar. Bu yüzden sevgiyi,
sevmeyi bildiği konusunda kendisini aldatmaya çalışır. En çok ihtiyacını
duyduğu şeyi bilmediğini kabul etmek ona acı verir. Ve acı duyduğunu yadsır.
Oysa kabullenme, farkındalığın ve sevgiyi bilme sürecinin başlangıcıdır. Ama
çoğu insan uzun vadede haklı olmayı seçer... Ve haklı olarak ölür. En sık tekrarlanan
söz ise "Ben sevmeyi biliyorum ama hep insanlardan kazık yiyorum. Çünkü
sevginin bir alışveriş olduğu sanılır.
Oysa sevgi sevgiyi
çeker.
Sevgi sevgiyi
üretir.
Sevme korkusu sağlıklı iletişimi, içtenliği, yakınlaşmayı, güveni engeller.
Sonuç: Yalnızlık.
Ve bu yalnızlığın
dayanılmaz ağırlığıyla umutsuzca birinin kendisini sevmesini bekler. Sevginin
gümüş tepsiyle kendisine sunulacağı umuduyla oyalanır. Kendisi hiç çaba
sarfetmeden, bir gün onu sevecek biri, birileri mutlaka çıkacaktır.
Ya da bir yudum
sevgiyi tadabilmek için, özgüvenini, özdeğerini hepten yitirecek boyutta
kendinden çok şey verecektir. Bu fedakârlığın karşılığını, ağzıyla kuş tutsa
da alamayacağı gerçeğinin farkına vardığında hissettiği buruk acı, onu daha da
yalnızlığın batağına itecektir. Sonuç, biraz daha kalınlaşan ego duvarları,
biraz daha insanlarla ve sevgiyle arasına koyduğu mesafe olacaktır. Sevgi
öz'dedir. Ego duvarları ise özbenlikle iletişimi gittikçe koparır.
Yazar, elinizde
tuttuğunuz bu kitapta, insanı yaratıcı, üretken ve insan kılan
"tekbaşınalık" ile temel nedeni sevme korkusu olan
"yalnızlık" ayrımını net bir şekilde yapıyor.
"Transactional
Analysis" terapisinin özel terimlerini kullanarak, her birimizin içinde
varolan Ebeveyn-Yetişkin-Çocuk üçlüsünün farkına varmamızı sağlıyor. Duygusal
seçimlerimizin ve davranışlarımızın ne kadar farkına varırsak, hayatımızı o
kadar anlamlı kılacağımızı, yaşamımıza sağlıklı bir yapılanma getireceğimizi
vurguluyor.
Bu kitabın size
kendini tanıma yolculuğunda önemli katkısı olacağına inanıyorum.
Sevgi ve dostlukla
hoşça olun.
Sh:7-10
Bir tesisatçı,
banliyöde bulunan bir evin kalorifer kazanının tamiri için sadece iki dakika
harcadıktan sonra evin, sahibine ödemesi gereken fatura tutarının otuz dolar
olduğunu söylemiş. Öfkeli ev sahibi ise, tesisatçının hiç de dürüst olmayan bu
tutumundan rahatsız olmuş ve hemen söylenmeye başlamış. "Kazanıma şöyle
bir baktın ve çekicinle yalnızca bir kere vurdun!" "Doğru", diye
gayet sakin bir biçimde cevap vermiş tesisatçı da. "Buraya gelişim
için beş dolar, kazanın doğru yerine vurduğum için de yirmibeş dolar alacağım
sizden." Ve parasını alarak oradan ayrılmış.
Evet, bazen yalnızca
bir çekiç vuruşu için bile olsa insanlara doğru yerlere vurmayı bildikleri
için yığınla para döküyoruz. Bu, doğası gerek duygusal gerek fiziksel gerekse
ruhsal olsun birçok hastalığın tedavisi için de geçerli. Ama, yalnızlık
hastalığının tedavisi için nereye doğru bir vuruş yapacağımızı ne yazık ki her
zaman bilemiyoruz. Yalnızlık, hepimizin ortak ve en çok yaşadığı deneyimlerden
birisi olmasına rağmen yine de içlerinde en anlaşılmaz olanı. Genel olarak
tanısı, eğer yapılabiliyorsa, sık sık bizi şüpheye düşüren ve yanıltan bir tanı
olmaktan öteye gidemiyor. Bugün çok sayıda insan bu hastalık nedeniyle acı
çekiyor ve bu hastalığın doğası hakkında bir farkındalığa sahip olunmadığı için
de doğal olarak tedavi olamıyorlar. Bu sorun yeterince anlaşılmadığı ve
yalnızlık hastalığına doğru bir tanı konulmadığı sürece, tedavisi için de
etkili bir reçete bulunamayacaktır.
İnsanın doğası ya da
yalnızlığımızın nedenleri hakkındaki inancımız her ne olursa olsun, kesin olan
tek bir şey vardır. Sevme korkularımızdan daha fazla sorumlu olmaya başladıkça,
tek başına olduğumuz zamanlar bizleri daha az yıpratmaya başlayacak,
dayanılması zor anlar olmaktansa tanıdık, yeni kabullenişlerin, farkındalıkların
ve kararların içimizden akmaya başladığı anlar haline geleceklerdir.
Sh: 13
"Her erkek
iki kadına aşıktır; bunlardan birisi kendi düş ürünü olan kadın, diğeri ise
henüz yeryüzüne inmemiş olan kadındır."
Eğer evlenmeyi
planlıyorsanız ya da evliyseniz, ideal bir eşin ya da mükemmel bir evliliğin
varlığına dair bir düşünüz mutlaka olmuştur. Ne var ki, bir süre sonra
düşünüzdeki kişi ile seçmiş olduğunuz gerçek kişinin keskin bir biçimde birbirinden
ayrılmaya başladığını görüşmüşsünüzdür. Bu noktada birçok şey olmuş olabilir.
Beraber olduğunuz kişinin kim olduğunu görerek üzülmüş ya da yalnızca Tanrının
bir insan yaratabileceğini unutarak bir dönüştürme programına başlamış
olabilirsiniz. Evlilik yeminindeki "İkimiz bir olarak..." sözlerini
yanlış yorumlayarak evli olduğunuz insanın sizin bir kopyanız ya da düşünüz
olması olarak algılamış olabilirsiniz. Sevdiğiniz şeylerde, hobilerinizde,
seçimlerinizde, düşüncelerinizde hatta tepkilerinizde ve duygularınızda bir
olmayı düşlemiş olabilirsiniz. Onun siz olacağını sanmış olabilirsiniz. Ancak
"İkimiz bir olarak..." sözleri hangi eşin bir diğerinin aynısı
olacağını tam olarak belirtmemiştir zaten! Evlilikte bir olmak demek,
düşünceler ve duygularda benzer olmak değil, bunların farklılıklarına karşı
anlayışta benzer ve bir olmak demektir.
Beraber olduğumuz
kişiyi kendi düşlerimize uydurmak için yapacağımız her girişim bir küstahlık ve
ona karşı yapılmış bir hakaret olacaktır. Bu tür bir davranış kişileri ayırır,
öfkeyi körükler ve hatta ilişkide daha fazla yalnızlık yaşanmasına neden olur.
Bir başkasını
değiştirmemeye ya da bir kalıba dökmemeye çalışmak aynı zamanda bu kişinin
değişmesine de "izin vermek" demektir. Bizim eşlerimize karşı
anlayışımız onların bugün oldukları gibi olma cesaretini göstermelerine izin
verir. Sevgilinizin, sizin değerlerinize ve beğenilerinize tamamen
uyduğunda ısrar ediyorsanız, bu onun bunu yalnızca denemekte olduğunu
göstermektedir. Siz onun değişmekte olduğunu düşünerek şöyle
söyleyebilirsiniz:
"Biliyor
musun, galiba istediğim gibi birisi oluyor." Ama değişen
yalnızca dıştan görünen davranışlardır. Ve sevgiliniz içten içe sizden her
zamankinden daha çok korkmakta ve büyük bir olasılıkla size çok fazla
kızmaktadır da.
Evlilikte düşlerden
vazgeçmek zordur. Düşlerimiz, çocukluğumuzdan itibaren bize öğretilen ve
gözlemlediğimiz her şeyi temel almaktadır ve bazı zamanlarda bunlar bizim
öylesine büyük bir parçamızı oluştururlar ki, bir ilişkiyi bitirmek bize çoğu
zaman onları değiştirmekten daha kolay gelir.
Yeni evlenmiş bir
kişi sık sık şunu söyleyebilir: "İnanamıyorum... Aynı babam gibi
bir adamla evlendim... böyle bir adamı ne kadar çok istemiştim",
"Öyle bir kadınla evlendim ki, annemin tam tersi, ben de zaten böylesini
arıyordum."
Doğru. Kendimizi
geçmişte model aldığımız kişilerden ve onların etkilerinden kurtarmamız
olanaksızdır. Ayrıca bu çok da gerekli değildir.
Ama bunlara sıkı
sıkıya bağlı kaldığımızda, yaptığımız seçimin, sevgilimizin kendi bireyselliği
ve özgünlüğü üzerine temellenmediğinin ve bu seçimin onu bir kalıba sokmaya ya
da değiştirmeye zorlamaya yönelik bir inanç olduğunun farkına bile varmayız.
Evlenmiş kişiler,
birbirlerini kalıplara sokmakta ısrar ettikleri sürece asla birbirlerini
gerçekten tanıyamayacaklardır. Ve birbirlerini tanımadan kendilerini
yabancılaşmış, savunmacı bir tutum içinde ve tüm bunlardan daha da önemlisi
yalnızlık içinde bulacaklardır.
Her gün yeniden
doğacak olan eşimizi meydana getirecek olan bizim anlayışımızdır. O zaman
evlilikte üstlendiğimiz rol her gün yeniden doğmak ve gelişme sürecinin
heyecanını yaşamaktan başka bir rol olmayacaktır.
Sh: 134-136
"Bitirilmemiş
işler" evlilikte yaşanan yalnızlığa yol açan nedenlerden bir tanesidir.
Bunlar geçmişte ifade edilmemiş ve çözülmemiş, özellikle de kendilerine özel
nedenleri olan, deneyimlediğimiz ama üzerini örttüğümüz incinme ve öfke
duygularıdır.
Burada tehlike, bu
duyguları kilit altına alma girişiminde bulunduğumuzda bunları gelecekte
halletmek üzere erteliyor olmamızdan kaynaklanmaktadır. Bizler
"duygularımızı" asla unutmayız. Olayın kendisini unutabiliriz ama
olaya eşlik eden duygular asla buharlaşıp kaybolmazlar. Duygular içimize
işlerler ve içimizde büyüyerek hastalıklar yaratırlar.
Eğer bitirilmemiş
işlerimiz varsa ve bunlar yeterli sayıya ulaştıysa o zaman bunları kazanacağımız
bir ödülle değiştirmeye kendimizi zorunlu hissederiz; boşanma, ayrılma, depresyon,
hastaneyi ziyaret, uzun süre alkol kullanma, çılgınca şeyler yapma, hatta
cinayet ve intihar gibi ödüllerle. Bu bütünüyle içimizde biriktirmiş
olduğumuz duyguların türüne bağlıdır.
Bitirilmemiş işleri
olan eşlerin birbirine yabancılaşması hiç de şaşılacak bir durum değildir. Her
iki eşte bunun farkında bile olmayabilir çünkü bunların oluşma biçimi hiç göze
çarpmaz. Ne bedel ödenirse ödensin her iki tarafta huzuru sağlamak isteyecek
ve yıkılmayı ya da aralarında oluşacak rahatsız edici bir durumu engellemeye
çalışacaktır. Dıştan görünen bir uyumsuzluk olmaması yanlışlığına düşerek her
iki tarafta kendi içlerinde biriken ve ifade edilmemiş duygular biçiminde gittikçe
artan artıklarla (başka bir deyişle çöplükle) mücadele edeceklerdir.
Daha sonra eşler
birbirlerinin neler düşündüğünü ve hissettiğini bile bilmeden ikinci bir
tahmin yürüteceklerdir: "Bana kızgın olduğunu biliyorum. Neden
yalnızca gelip bunu bana söylemiyorsun?" İkinci tahmin yapan eşler
zaman zaman bu tahminlerinde yanılmazlar... ama her zaman değil. Sevgilimizin
ya da eşimizin ne düşündüğünü ve hissettiğini kendisine sormadan, bildiğimizi
varsaymak, onu kendisinden daha iyi bildiğimizi öne sürmektir. Ve bu da onun
sizden her zamankinden daha fazla korkmasına neden olmaktadır.
Ofisime evli bir
çift ilk kez girdiğinde, birbirleri adına konuşmayacaklarına dair bir tür
anlaşma yaparız. "Biz şöyle düşünüyoruz" ya da "O şöyle
hissediyor" gibi belirtmeler yasaktır. "Ben şöyle düşünüyorum" ve
"Ben şöyle hissediyorum"lar kullanıllır. Eğer biri diğeri hakkında
konuşmaya başlarsa konuşmayı durdurup yeni baştan "Ben", "Ben
öfkeliyim çünkü..." diye konuşmasını sürdürmesini sağlarım.
Asla "Sen benim
öfkelenmeme neden oluyorsun'.'' demelerine izin yoktur. Bunu yapmaktaki
amacımız kendi duygularımızın ve tepkilerimizin sorumluluğunu üstlenmemizi sağlamaktır.
Birlikte yaşayan
kişiler, bitirilmemiş işlerin halledilmesi ne kadar ertelenirse karşılıklı
kuşkunun daha fazla yaşandığını, korku ve yalnızlık duvarlarının daha yüksek
örüldüğünün farkına varırlar. İkinci tahminlerde bulunma girişimleri daha da
fazlalaşır ve bu da birbirlerinin korkularını ve savunmalarını daha da
artırmaktan başka bir işlev görmez. Üzerinde çalışılan konularda ayrı kanıya
sahip olunmadığı zamanlarda ise çiftler günümüzden çok geçmiş zamanla ilgili
olayları gündeme getirmektedirler.
Ve bu öyle bir
noktaya gelmiş olmaktadır ki olaylar adeta birer atık yığını durumuna gelmiş ve
bunlar üzerinde şimdide yapıcı bir biçimde çalışma yapmak olanağı kalmamış
olabilmektedir. Bu noktada genellikle evli olan eşler birbirlerine tamamen
yabancılaşmış ve yoğun bir yalnızlık içinde olurlar. Eğer şimdi neye
gereksinim duyduğumuza ya da hissettiğimize ait bir anlayış söz konusu değilse,
o zaman geride hiç bir şey kalmamış demektir.
Sh: 136-138
Çocuklar anne ve
babaları arasındaki anlayış eksikliğini ve yalnızlığı hissettiklerinde sık sık
kendilerini bundan sorumlu tutarlar ve kendilerini cezalandırırlar. Onbir
yaşındaki bir çocuk "Anneme kendi acılarımı söyleme riskini alamıyorum
çünkü onun zaten yeterince acısı var, kendi acılarını babama anlatmaya çalışmak
gibi..." sözleri ile bu duruma ait bir örnek sunuyordu.
Çocuklar zaman zaman
söyledikleri ya da yaptıkları bir şeyden dolayı anne ve babalarının arasında
büyüyen anlaşmazlıkların sorumlusu olarak kendilerini görürler. Kocası ile
ilişkisinde gerilime neden olan, artan bir yorgunluğa ve duygusal rahatsızlığa
sahip bir kadın kızına şöyle söylüyordu: "Sen bir hataydın biliyor
musun... Biz yalnızca beş çocuk yapmayı planlamıştık." Kızı altıncı
çocuğuydu ve kendi yalnızlığının sorumluluğunu genç kızına yüklüyordu.
Çocuklar zaman zaman
anne ve babaları arasındaki güç savaşının birer kurbanı olmalarına rağmen çok
ender olarak sorunun gerçek sorumlusu olurlar. Ve babası kızma şöyle der:" Eğer doğru
davransaydın, annenle aramızda böyle şeyler asla olmazdı." Anne ve babaların
kendi yalnızlıklarından çocuklarını sorumlu tutmaları, aile içindeki ilgili
herkesin yalnızlığının daha da artmasına neden olur.
Sh: 139-140
Gençler her şeyi çok
yoğun hissettiklerinden anlaşılmamak onları derinden incitebilir. "Peki
çocuğumun duygularını benimle paylaşmasını nasıl sağlayabilirim?" diye
sorar anne babalar. "Oğlumu ve kızımı benimle konuşurlar, kendilerini
rahatsız eden şeyleri anlatırlar diye akşam yemeği için dışarı çıkarıyorum...
ama hiç bir işe yaramıyor" diye yakınırlar. Bu, gençlerin duygularını
ve düşüncelerini paylaşacakları zamanlar konusunda seçici davranmalarından
kaynaklanmaktadır. Kendilerini anlamak için yapılan her girişimi kendi
kişiliklerine yapılan bir saldırı ve zorlama olarak görürler. Gençlerin anne
babaları ile duygularını her zaman paylaşmamalarının nedeni onlara öfkeli
olmaları ya da yanlış anlaşılmaktan korkmaları değildir. Gençlerin bazı
duygularını bu zamanlarda kendilerine saklamaları, kendilerini ailelerinden
ayırma sürecinin bir parçasıdır. Sonuç olarak duygularını anne babalarından
çok yakın arkadaşları ile paylaşmayı tercih edeceklerdir. Anne babalar bu
durumu güven eksikliği ya da kontrolün kaybedilmesi olarak görmeleri nedeniyle
çocuklarının kendilerine daha da yabancılaşmasına neden olurlar. Ergenlik ve
gençlik çağlarında tutulan sırlar "Bakın,
kendime özel şeylerim var ve kendimle ilgili her şeyi sizinle paylaşmak zorunda
değilim" anlamına gelmektedir. Bu da olması gereken bir şeydir. Bu gencin
gelişmekte olan kişiliğinin ve kimliğinin bir parçasıdır. En yakın ilişkilerde
bile seçici bir iletişim vardır. Zaman zaman bazı düşlerimizi ve fantezilerimizi
kendimize saklamayı yeğleriz. Bu bizim bireyselliğimizi korumamıza izin verir.
Gençlerin
deneyimlediği bu duruma özel yalnızlığa iki şey önemli ölçüde etki eder. Bu
yaşlar büyük bir olasılıkla yaşamımızda en fazla yanlış anlaşıldığımız
yaşlardır. Gençler bu çağda kendi duygu ve düşüncelerinin sorumluluğunu almaya
başlarlar. Eğer bu anne babalara korkutucu görünürse, genellikle anne babanın
galip geldiği bir güçler savaşı kolaylıkla ortaya çıkabilir. Gençlerin
duygularının ve bilgeliklerinin yanlış anlaşıldığı, reddedildiği ya da
küçümsendiği herhangi bir engel hem ilişki için hem genç için yıkıcı olabilir.
Kaç yaşında olursak olalım, bilgeliğimizin küçük görülmesi varlığımızın
merkezinde derin bir acı yaşamamıza neden olur. Bu acı aynı zamanda
yargılanmış olmanın ve yanlış anlaşılmanın getirdiği bir yalnızlıktır.
Dokunuşların az
olması da gençlerin yaşadığı yalnızlığın bir nedenidir. Halen küçük çocuklara
sarılmaya ve kucaklamaya devam ederken bu gibi bir sıcaklığı kendilerinden büyük
aile bireyleri ile yaşamak gençlere uygunsuz gelir. Benzer bir biçimde anne
babalar da büyümüş çocuklarını kucaklamak konusunda aynı duyguyu
paylaşabilirler. Bazı ailelerde çocuklar birer genç insan olmaya
başladıklarında bu dokunuşlar birbirini gıdıklamak ve güreşmek gibi oyunlara
dönüşebilmektedir. Bu önemlidir çünkü ancak bu biçimde aile bireyleri
arasındaki dokunuşlar utanç duygusundan ya da uygunsuz hissetmekten uzak bir
biçimde süregelir. Bunun yanısıra, bu biçimde dokunmak ve dokunulmak tamamen
eğlencelidir de. Aynı anda hem dokunmak hem de eğlenmek mükemmel bir
bileşimdir.
Fiziksel
dokunuşların azalmasının yanısıra, aile içi konuşmalar sırasında gençler sık
sık gözardı edilirler. Doğal olarak, bu onların yalnızlık duygularının
yoğunlaşarak artmasına neden olur. On ya da onbeş yaşlarında iken sekiz
dokuz yaşlarındaki çocuklarla konuşurken görülmek utandırıcı bir durumdur ve
yine bir kere daha genç donup kalmıştır, ne kendisinden küçüklerle ne de
büyüklerle iletişim kuramamaktadır. Bu, evin dışında dikkat odağı
olabilecekleri şeylere yönelmelerine (okulda ya da kilisede lider pozisyonunda
olmak, spor faaliyetleri aracılığı ile dikkat odağı olmak) neden olur. Ayrıca
gençler için ev hayvanları (özellikle de tüylü kedi ve köpekler) sıcak
dokunuşlar sağlarlar.
Sh: 140-142
Aile içinde
bitmemiş işlerle başa çıkmanın en çok kullanılan yolu bunları başkasına
yöneltmektir. Bitirilmemiş işleri olan kişiler kendilerinin geçmişe ait
acılarını ya da öfkelerini aile içindeki olayla ya da transaksiyonla ilişkisi
olmayan masum üyelere boşaltarak bunu yaparlar. Eğer annenin baba
ile bitmemiş bir işi varsa, on yaşındaki kızına kendi ifade edilmemiş
öfkesini, ona boşaltarak yanlış davranışlarda bulunmaya itebilir. Bu duygular
mutlaka birisine ifade edilmelidir ve kızı da bunu alabilecek en uygun kişi
görünümündedir. Aynı biçimde onbeş yaşındaki erkek çocuk babasına duyduğu ama ifade etmeye
korktuğu öfkesini bunu yöneltebileceğini düşündüğü annesine boşaltabilir. Dahası, eğer
annesinin kendisine neye mal olursa olsun evin içinde huzuru sağlamak gibi
bir görev üstlendiğini de hissederse, anne ev içinde herkesin ifade etmekten
korktuğu duygularını boşalttığı bir hedef durumuna gelebilir.
Aile bireyleri eğer
doğrudan iletişim kuramıyorlarsa bu şimdiki zamanda ya da yakın bir zamanda
kendi bitirilmemiş işlerini aile içindeki masum bir kişi ile bitirmeye çalışacakları
ve sonuç olarak onun da yabancılaşmasına neden olacakları anlamına gelir. Sonuç
olarak herkesin yalnızlığı daha da yoğun yaşanan bir duruma gelir.
Sh: 138-139
Tekbaşınalık deneyimlerinde insanlar doyumsuzluğu küçüklüklerinden başlayarak
iki biçimde deneyimlerler.
Dünya nedir?
Kim yaratmıştır?
Mevsimlerin oluşmasını sağlayan nedir?
Okyanus neden donmuyor?
Hayvanlar birbirleriyle konuşur mu?
Tavanda bir sinek düşmeden nasıl
yürüyebiliyor?
İnekler neden yemek yemedikleri
zamanlarda da bir şey çiğnermiş gibi yapıyorlar?
Yukarıdaki sorular yaradılışın "nasıl"
olduğu ile ilgili sorulardır.
Benim dünya ile olan ilişkim nedir?
Küçük kardeşim nasıl oluyor da şekerci
dükkanına babamla benle olduğundan daha fazla gidebiliyor?
Gök gürlemesi acaba Tanrının bana kızmış
olduğunu mu gösteriyor?
Yılanlar neden bana gözlerini öyle dikip
bakıyorlar?
Neden güneş tenimi yakıyor?
Ali'den nasıl oluyor da korkuyorum ben?
Burada Ben'i merkez alan bir merak duygusu yükselmektedir. Bu merak
yalnızca "Dünya nedir?" diye bir soruya değil aynı zamanda
"Dünya ile olan ilişkimde kendi varoluşumun değeri (eğer varsa)
nedir?" sorusunun da sorulmasına neden olmaktadır. Bütünle olan
ilişkimize ait bir tavır oluşturma yolunda sorduğumuz "neden"
sorularına yanıt ararken isteğimiz bu bütün içinde kaybolmak değil kendi kişisel
özgünlüğümüzü belirlemek ve bunun dünya ile olan ilişkisini sürekli bir biçimde
artırmaktır.
Yaşayan her varlık bizim kardeşimizdir; bitkiler, hayvanlar ve insanlar.
Bu, susamış bir çiftçiye bir bardak soğuk su verme, okulda yerleri silen ve
tahtayı temizleyen hizmetliye karşı kibar davranma, köpeğini besleyen bir
çocuğun bağlılık duygusu ya da kanadı kırılmış küçük bir kuşu sağlığına tekrar
kavuşturmak için ona bakan küçük kızın durumunda olduğu gibi, Alan Watts' ın
"doğanın sonsuz yumağı" olarak adlandırdığı yaşayan tüm canlıların
birbirleri ile içiçe olan ilişkisini anlatmaktadır.
Hiç bir medeniyet, insanın evrendeki yerine ve rolüne ilişkin
"neden" sorusuna açık bir yanıt verememiştir. Dinlerin gelişmesinde korku (doğa
güçlerine, depremlere, tufanlara ve kasırgalara karşı duyulan korku) oldukça
önemli bir rol oynamıştır ve bu korkular arasında en şiddetli olanı da ölüm
korkusu olmuştur. Ama Joseph Gaer
bize her zaman baskın olmuş olan inancın yaşamın bir amacı olduğuna
duyulan inanç olduğunu hatırlatmaktadır. İşte bu nedenle "neden"
sorusu doyumsuzluğumuzun temelini oluşturmaktadır. Bu inançla insanlar aslında
teoride (en azından başlangıç noktaları açısından) birbirlerine benzer
olmalarına rağmen, kendilerine her yerde belirli davranış kodları yaratmışlar
ve kendilerini birbirlerinden farklı kılan uygun törenler ve ayinlerle
donatmışlardır. Ve inananları uyum içinde tutmak amacıyla da emirler
oluşturulmuş ve bunlar yaşamın amaçlarına ait temel kavramlar olarak ortaya
konulmuşlardır.
Bizler amaçsız bir dünyada amaçsız bir
varoluş düşüncesini kaldıramayız.
"Seninle kendimi evimde gibi rahat hissediyorum" ya da
"Burada kendimi evimde gibi hissediyorum" derken bir anlamda
yaşamlarımızın duygu yüklü, dokunuş dolu ve birbirimiz ile ilişkili olduğunu
söylemiyor muyuz? Birlikteyken bize kendimizi evimizde hissettiren birisine
ulaşmak için uzun mesafeler katettiğimiz hiç de az görülen bir durum değildir,
değil mi?
Sh: 177-178
Evreni anlamak amacıyla sorduğumuz "nasıl" sorusunu gereğinden
fazla geniş tutmak her zaman için olası bir tehlikedir ve bizlerde bunu
geçmişte oldukça sık yapmış bulunuyoruz.
Evreni anlamlandırma sürecinde, onu dışarıdan kontrol etmeye ve parçalarına
ayırıp inceleyerek ve doğal dengesine müdahele ederek sorularımıza yanıtlar
bulmaya çalıştık. Doğanın en yüksek amacının yalnızca varolmak olduğunu unutarak
onu araçlarla incelemeye giriştik. Alan Watts, bilimin evreni parça parça
incelemeye ısrarlı olması nedeniyle elde ettiği yanıtların da bölük pörçük
olduğuna inanıyor. Evreni incelerken öncelikli olarak türleri katı bir biçimde
ve anlık olarak ayrı ayrı, yani "balıklar ve kuşlar, kimyasallar ve bakteriler"
olarak ele almanın bilimi salt bir teknoloji haline getireceğini ve bunun
"insanın dünyanın kontrolünü tamamen ele geçirmeye başlaması"na yol
açacağı konusunda uyarıyor.
Ve şöyle devam ediyor:
"Bir bilim insanı doğayı bütünüyle görmez, onu ancak bir bilim insanı
gözüyle görür. Aynı bir marangoza ağaçların işaretlenecek ve işlemden
geçirilecek kütükler olarak göründüğü gibi. Daha da önemlisi ego boyutundan
bakan insan da doğayı bütünü ile algılayamaz. Bu gibi insanlar kendi kişiliklerini,
akıllarını, farkındalıklarını da dar ve birçok şeyi dışarıda bırakan bilinç
aracılığı ile algılarlar".
Sh: 179
Aile ortamından
başka hiç bir yerde dinlemek bu denli önem taşımaz. Dinlemeyi yalnızca
kulaklarımızla değil aynı zamanda duygularımızla yapmamız gerekir. Bazen
duyarız ama dinlemeyiz. Sözcükleri duyarız ama bunların arkasındaki duyguların
farkına varmakta becerikli ya da istekli olmayız. Eğer aile bireylerinden
birisi sizin yalnızca sözlerinizi duyuyorsa kendinizi büyük bir olasılıkla
incinmiş ve yalnız hissedersiniz. Ama dinlerken diğer bir taraftan eğer duygularınızı
belirlemeye de çalışıyorsa o zaman anlaşıldığınızı hissedersiniz. Paul Tournier şunu hatırlamamızı istiyor: "Gerçekten anlamak için dinlememiz
gerekir, karşılık vermemiz değil. Bize kalbini açmış bir kişiye zaman ayırmalı
ve deneyimini en iyi biçimde açıklayabilmesi için olabildiğince az soru
sormalıyız. Bunlardan daha da önemlisi ne yapması gerektiğini ondan daha iyi
bildiğimiz izlenimini vermemeliyiz, eğer bunu yaparsak kendisini geri
çekilmeye ve bizden uzaklaşmaya zorlamış oluruz."
Sokağınızdaki
karaağacın ya da akçaağacın hiç bir yaprağının biçim, renk ve boy olarak
birbirinin aynısı olmadığına hiç dikkat ettiniz mi?
Her zaman
yaprakların birini diğerinden ayıracak bir özellik bulunur. Hiç bir kartanesi,
gül ya da parmak izi birbirinin eşi değildir. Varolan her şey kendine özgü bir
yapıya sahiptir.
Bizler de özgün
varlıklarız. Eğer kendinizin bir eşi olduğunu düşündüğünüz birisi ile evlendiyseniz,
yalnızca kendinizi kandırıyorsunuz demektir. Ama eğer bu olanaklı olsaydı
bile herhalde dünyadaki en sıkıcı ilişki sizinki olurdu.
Farklılıklar aile
bağlamında belirli bir ölçüde korkutucu olmaktadır. Bir anne, baba ve çocuğun
karşımda birbileri ile iletişim kuramadan sessiz bir biçimde oturduklarını
hatırlıyorum. En sonunda baba genç oğlu için:" Evet, bana benziyor
değil mi? O da benim gibi duyguları hakkında konuşmakta zorlanıyor"
demişti. Bu sırada oğlu ilk defa bir yanıt vermişti. Sandalyesinden fırlayarak
ayağa kalkmış ve:"Tanrı aşkına baba beni kendine benzetmeye çalışmaktan
vazgeç!" diye bağırmıştı. O an neler olduğu hakkında bir izlenim
edinmeye başlamıştım. Baba kendisine benzemesi için oğlunun üzerinde güç
kullanıyordu. Buna karşılık oğlu da hem öfke hem de korku içindeydi. Babası ile
karşılaştırılmak durumunda kaldığı için öfkeliydi ama aynı zamanda babasının
düşündüğü kişi olmamak gibi bir girişimde bulunmanın doğuracağı sonuçlardan
korkuyordu. Babanın hislerini dışa vurmakta istekli olmaması nedeniyle anne de
bunu ne zaman yapmaya kalksa baba buna herhangi bir biçimde engel oluyordu.
Baba kendi duygularından korkuyordu. Aileyi yönetmeye yönelik çabaları kendi
sevme korkulan ile yüzleşmekten kaçmasını sağlayan bir girişimdi. Bu aile
içinde kişisel özgünlüğün kabullenilmesi ve takdiri diye bir şey sözkonusu
değildi.
Transaksiyonel
Analistler, ebeveynlerin çocukları üzerinde güç kullanma gereksiniminin kendi
içlerindeki Önyargılı Arkaik Ebeveyn'den kaynaklandığını belirtmektedirler.
Güç kullanmak ve
otoriter olmak arasında çok ince bir çizgi vardır. Güç kullanmak, kontrol
etmek, kazanmak ve haklı olmak gereksinimi ile otoritenin çarpıtılması ve
yanlış kullanılmasıdır. Bu tür bir güç Önyargılı Arkaik Ebeveyn'in (düşünmeyen,
programlanmış, yargılayıcı ve alışkanlıklara bağlı ego düzeyinde yaşayan)
özelliğidir.
Ama güç kullanmak
yalnızca Arkaik Önyargılı Ebeveyn'in özelliği değildir. Bu özellik Arkaik
Koruyucu Ebeveyn'de de görülebilir. Arkaik Koruyucu Ebeveyn küçük çocuklarının
fiziksel ve duygusal gereksinimleri ile ilgilenmelerine (dinlemeye istekli ve
anlamaya çalışan kişiler olmalarına) rağmen her zaman nasıl eğitim
vereceklerini ya da hangi noktada "Bırak da bunu senin yerine ben
yapayım" demeyi bilmeyen ebeveynlerdir. Bu nedenle de küçük çocuğu
desteksiz, gittikçe bağımlı ve kendi yeteneklerini keşfetmeye daha az istekli
hale getirdiği sınırların farkında olmamaktadır. Bu nedenle Arkaik Koruyucu
Ebeveyn sık sık Kurtarıcı Ebeveyn'e dönüşerek çocuk ile arasında bağımlı bir
ilişki oluşturmak için çocuk üzerinde kontrol kullanmaktadır.
Sh: 142-145
Küçük çocukların ve tabii büyüklerin,
yaradılışa ait entellektüel meraklarını doyurmak üzere "nasıl" sorusuna
yanıt aramalarına rağmen, bilinmeyenin peşinden koşmamayı ve bilinmeyeni
anlamaya gereksinim duymamayı tercih ettikleri bir nokta da vardır.
Bilinmeyen ve gizli olanın bir güzelliği
vardır. Voltaire'in daha
önce söylemiş olduğu gibi, gençliğe yeni adım atmış olan biri merak olgusunu
yansıtmak isterken şöyle söylemişti:" Eğer bir tanrı olmasaydı, ben bir
tane icat etmek zorunda kalırdım." Birçok değişik biçim ve isim taşıyan tanrı, sık sık bu merak olgusunun bir
yan ürünü olarak karşımıza çıkıyor.
Bilinmeyene karşı duyulan korku ile bilinmeyene karşı saygı arasındaki
farkı görmekte genellikle başarısız oluyoruz. "Cesur kişiler yalnızca
bilinmeyeni araştıran kişiler değil aynı zamanda ona saygı duyan
kişilerdir."
Torunları ile birlikte tüylü bir tırtılın gizemli hareketlerini inceleyen
bir büyükbaba, kendi kişiliğinin önemli bir parçasını koruyan bir insandır. Bu
insan güneş, atmosfer ve dünyanın dönmesi hakkında her şeyi anlamış olmasına
rağmen günbatımına karşı aynı merak duygusunu halen deneyimleyebilecek bir
kişidir.
Bilinmeyeni bir noktadan sonra bırakmayı bilmek ona karşı saygı duyma
bilgeliğine sahip olmak, kendi gerçekliği içinde somut şeyleri deneyimlememize
izin verir. Bu bizim entellektüel olarak tembelleşeceğimiz ya da düşünmekten
vazgeçeceğimiz anlamına gelmemektedir. Bu daha çok entellektüel yanımızın,
bilinmeyene karşı olan merak gereksinimizle dengeyi sağlaması demektir.
Albert Schweitzer bilinmeyene yolculukta daha öteye gidilmesinin akıllıca
olmayacağı noktayı "görünmeyen duvarlar" olarak adlandırmıştır.
Her alanda birtakım şeylerin nasıl geliştiğini anlamaya çalıştıkça,
bilginin yetersiz kaldığının ve sınırlı olduğunun ve bulunduğumuz her noktada,
daha gelişmiş ve açıklayıcı bir bilgiye her zaman gereksinim duyacağımızın
bilincine varırız. Fizik, felsefe ve özellikle de psikolojideki gelişmelerin
tarihçesinin, aslında o çağın şartlarında her türlü engele rağmen elde edilemez
olan akıl almaz kavramların tarihçesi olduğu göze çarpar. Aynı biçimde, sanatın
gerçek tarihi de görülemeyenin, ancak zamanı geldikçe geçit veren aşılamayan
duvarların ve bu geçitlerin nasıl ve neden daha önce ya da daha sonra
aşılamadığının anlaşılamamasının tarihidir.
Bir erkeğin ve kadının bebeklerinin doğumu
ile yaşadıkları heyecan aslında hamileliğin gizemli bir olay olmasından
kaynaklanmaktadır. Bebeğin
cinsiyetinin ne olacağı konusunda tahminler yürütmek eğlendiricidir ve böylesi
bir deneyimi yalnızca araştırmacı ve entellektüel bir biçimde ele almak
gerçekten büyük talihsizlik olur. Kalp atışlarını saymak (eğer kız ise kalp
atışları daha yavaş olur), karnın büyüklüğünü ölçmek (eğer erkekse daha büyük
olur) ve zamanlama ile ilgili tahminlerde bulunmak (ayın belli dönemlerinde erkek
olma olasılığı daha yüksektir) hamilelikte yaşanan yalın merak duygusuna gölge
düşürebilir. Örneğin ben, bilimin doğacak olan bir bebeğin cinsiyetini kesin
bir biçimde önceden belirleyebileceği gün geldiğinde gerçekten üzüleceğim.
Bu nedenle yarınla ilgili kaygılarımızın bugünümüzü kötü geçirmemize neden
olması hiç de şaşırtıcı değil. Yarın her zaman için gizemli kalmalıdır. Neler
olacağına ya da neler olabileceğine dair bir görüşe sahip olmak ve bizi nelerin
beklediğinin farkında olmak bizi yalnızca kaygılı değil aynı zamanda şimdinin
güzelliğini ve hazzını algılayamaz bir duruma sokar.
Ama yarın için plan yapmaya hiç mi gerek duymayız?
Ya da gelecek için düşünmeye?
Evet ama bu yalnızca ve yalnızca yarının gizeminin koruyacak bir plan ve
düşünme olacak ise gereklidir. Bu hastalıkların, hava durumunun, tutulmayan
sözlerin, kazaların hatta ölümlerin bu gizemlilikte saklı olduğu ve
planlarımızı engelleyebileceği hatta yok edebileceği anlamına da gelmektedir.
Geleceğe en iyi hazırlığı onunla ilgili planlar yaparak değil, ancak
bugünün işini tamamlayarak yapabiliriz. Akıllı bir çiftçi toprağa tohumlan
ekerken o yıl alacağı ürün hakkında düşünmeye çok az zaman ayırır. O an için
tüm ilgilendiği şey tohumu toprağın altına en iyi koşullarda yerleştirmek ve o
anı en iyi biçimde kullanmak olur. Gelecekle kontrol edebildiği ölçüde ve
ancak günlük çalışmaları kadarıyla ilgilenir.
Bir Alman filozofu olan Spengler "Uluslar, toprağı terkettikleri
zaman yok olmaya başlarlar" demiştir. Bu tehlike her zaman için geçerlidir. Topraktan uzaklaşmaya
başladığımızda entellektüelizme, amaçların putlaştırılmasına yol açar ve merak
olgusundan da uzaklaşmaya başlarız.
Abraham Lincoln, şiirsel bir düşüncesi ile bu duruma bir gönderme yapıyor.
Başkan olmadan önce Lincoln, Springfield Illinois 'de bir hukukçu olarak
çalışmıştı. Bir gün Gentry yakınlarında, gençliğinden beri bildiği bir çiftliği
ziyaret etme gereksinimi duymuş ve kendisine tanıdık olan tarlalar boyunca
yürümeye başlamıştı. Bu deneyimden sonra ise şunları yazmıştı: "Yediğim ekmeğin kendisinden
geldiği ve kemiklerimi oluşturmuş bu topraklar üzerinde yürümek... Bu yaşlı
tarlalarda yürürken aynı zamanda kendimi onların bir parçası gibi hissetmek ne
kadar ilginç..."
Lincoln sanki bu sözleriyle toprağa geri dönüş yapmak, çamurun ayaklarının
altında "hissettirdiği" şeyleri deneyimlemek ve var olan her şeyle
bir bütün olduğu duygusunu tekrar hatırlamak ister gibidir.
Özellikle bahçede ekme işleri ile uğraşırken çamura dokunmak çocuğa köklü
bir öğrenme deneyimi yaşatır. Toprağı kazmak, tohum ekmek, sulamak ve
soğanların ilk filizlerini verdiğini görmek çocuklar için başka hiç bir
biçimde elde edilemeyecek bir öğrenme deneyimi sağlar. Bahçedeki bitkilerin
gelişmesini izlemek yalnızca eğlenceli değildir. Aynı zamanda doğanın
görünmeyen güçleriyle kişisel olarak ilişkide bulunmak çocuğa temelde bir
kimlik duygusu ve kozmik yaşam veren süreçler içerisinde kişisel bir değeri olduğu
duygusunu geliştirmesini sağlar. Bu kişinin evrenle kendi arasında BEN İYİYİM
SEN DE İYİSİN (I'M O.K. YOU'RE O.K.) düzeyinin deneyimlemesi demektir.
Bir çocukken kendime ait minik bir bahçem vardı. Bir gün yenecek büyüklüğe
gelip gelmediklerini merak ettiğimden kırmızı turplardan birkaçını topraktan
çekip çıkarmaktan kendimi alıkoyamamıştım. Yeterince büyümemişlerdi ve bende
onları dikkatlice yeniden yerlerine yerleştirip çevrelerini toprakla
örtmüştüm. Bu da kırmızı turplarımın sonu olmuştu tabii. Kırmızı turpların
gelişmesinde ve her şeyde varolan doğanın gizli güçlerine yapılacak herhangi
bir müdahele gelişmeyi olumsuz etkileyecek ve durduracaktır.
Bugün betondan ve taştan bloklarda büyümekte olan milyonlarca çocuk
ellerinin toprakla kirlenmesi şansını asla elde edemeyeceklerdir. Çok pis
olmasına rağmen, çocuklar yolda yürürlerken bir çamur gölünün içinden geçmek ya
da içine atlamak gereksinimlerini karşılamakta hiç çekinmezler. Ayak
parmaklarının arasındaki çamurun kendilerine hissettirdiği kadar hoş şeyler
hissettiren bir başka şey daha yoktur.
Birbirimizle ve evrenle olan ilişkimize yönelik "neden" leriinize
alacağımız yanıtlar yalnızca yalnızlığımızın gerçekliğini içermekle kalmamalı
(varoluşumuzun temel bir koşulu) aynı zamanda bizlerin bir başlangıç noktası da
olmalıdır.
Dünya üzerinde örgütlenmiş dinler kendi davranış kalıpları ile birlikte
yalnızlığı da kendilerine bir mihenktaşı yapmışlardır. Her biri kendi yolları
ile insanı sevme riskini alarak yalnızlığını aşmaya yardım edecek yolları
denemeye teşvik etmektedirler. Dinler yalnızlığın varlığı ve temel bir koşul
olduğu görüşünde birleşirlerken yalnızca amacına yönelik yaptıkları
tanımlamalarda farklılıklar göstermektedirler. Bazıları bunu varoluşun bir
koşulu olarak görürken, diğerleri bu durumu insanın günahkar doğası ile
bağdaştırmaktadırlar.
Budizm:
"Kendinize acı veren şeyleri başkalarına yapmayın."
Hıristiyanlık:
"Yüzünüze bir tokat atıldıysa, diğer yanağınızı çevirin.."
Musevilik:
"Sizin için acı verici olan şeyleri kendi yandaşlarınıza yapmayın. Bu
Tanrı'nın isteğidir ve gerisi size kalmışür. Gidin ve öğrenin"
Hinduizm:
"Bütün göreviniz size acı veren kişilere hiç bir şey yapmamaktır."
İslam:
"Kardeşlerinizi de kendiniz gibi sevmediğiniz sürece inananlardan
olamazsınız."
Konfüçyizm:
"Bir kişinin yaşamı boyunca elde etmesi gereken herhangi bir erdem varsa,
o da başkalarının kendisine yapmalarını istemediği şeyleri onlara yapmama
inceliğini göstermektir."
Hıristiyanlık tüm büyük dinler arasında insanın temel doğasının kendi
sevgisine etki ettiği, renk verdiği ve biçimlendirdiği ve bu nedenle de yalnız
olduğunu söyleyen tek dindir. Yalnızlığının nedeni nedir diye sorduğumuzda ise
yanıt: Günahkar olması olmaktadır.
Yakın bir zaman önce bir kilise ayininde kendimi bir kadınla birlikte dua
kitabını paylaşarak "İlahi Mutluluk" adlı bir ilahiyi söyler bir
durumda bulmuştum.
İlahi Mutluluk, ne kadar da hoş Benim gibi bir zavallıyı kurtaran sesin
Daha önce kör olan ben artık gerçeği buldum Önceden görmeyen gözlerim artık
ışığı görüyor Piyanodan çıkan son notanın sesi yavaş yavaş sessizliğe
karışırken yanımdaki kadın bana dönerek şunları fısıldamıştı: "Mükemmel
olmaktan uzak bir insan olduğumu biliyorum... Ama bir zavallı olmaktan da
oldukça uzağım sanırım."
Calvin bile "zavallı" sözcüğünün en uygun sözcük olduğunu
hissetmiş kişilerden birisiydi ve şöyle diyordu: "Ben bu sözcüğü geride
hiç bir şeyimiz kalmadığını öne süren bir alçakgönüllülük olarak görmüyorum.
Kendimizi içimizde mükemmel olması gereken her şeyi bir kenara atmak zorunda
olan kişiler olarak görmemeliyiz."
Buradaki önemli nokta insanın temel doğasına ait görüşlerimizin
örgütlenmiş dinlerinkinden ne denli farklı olduğudur. İnsancıl dinler, insanın
gücünü, bilgeliğini, amaçlarını kendisi ile başbaşa olduğunu ve insanın temel
iyiliklerini vurgularlar. Otoriter dinler ise yardıma muhtaçlığımızı, bağımlılığımızı,
zayıflığımızı, günahkarlığımızı ve zavallılığımızı vurgularlar.
O zaman, eğer insanın gerçekten bir günahkar olduğu görüşüne tutunursak
sevme korkularımızın nedenlerinin de temel doğamızın eksikliğinden
kaynaklandığını kabul etmiş oluruz.
Bertrand Russel çekingen olmamakla bilinen bir kişi olarak insanın kendisini değersiz
hissetmesini sağlayan günah doktrini üzerinde çalışmıştır. "Çocuğun ailesi tarafından
tabularla yetiştirilmesi çocuğun içine kapanmasına ve kendi normal
gereksinimlerini doyurmaktan alıkoymasına, özellikle de cinsel doyumdan
kendisini yoksun bırakmasına neden olmaktadır" demiştir.
"Günah işlemek" ve "günahın bilincinde olmak" kavramları
arasındaki farkı belirten Russel, kişinin eğer dindar ise kendini sürekli
olarak onaylamamasına ve bunun Tanrı'nın da görüşü olduğu düşüncesine sahip
olmasına yol açtığını söylüyor.
Her ikisi de kendi içdünyasına dalmak ve içe kapanmakla ilgili olan günah
işleme ve narsisizmi Russel birbirine eş tutmaktadır.
Günahkarlık. Günahkar olmanın kökleri bilinçaltında bulunmaktadır. Birey
yaşamı boyunca en iyinin kendisine layık olmadığını hissetmesine neden olan
suçluluk duygusu ile yaşar. En mutlu anlarının tövbe edilmesi gereken anlar
olduğunu düşünür. Bütün bunların kaynağı kişinin altı yaş öncesi annesinin ya
da baklasının kollarında almış olduğu moral öğretilerdir. Kişi bu yaştan çok
daha önce küfretmenin ayıp olduğunu, daha hanım hanımcık ve ölçülü bir dil
kullanması gerektiğini ve ancak kötü erkeklerin içki içtiğini öğrenmiştir.
Bunların annesinin, yani kendi yaratıcısının görüşleri olduğunu bilerek
aynılarına inanmayı seçmiştir. Annesi ya da bakıcısı tarafından şefkatli bir
biçimde ya da ihmal edilerek büyütülmüş bir çocuğun en büyük zevklerinden
birisi, başkalarının bilmediği bir anda moral kalıpların dışında bir şeyler
yapmak olur. Bu nedenle annesinin ya da bakıcısının gerçekten korkunç bularak
onaylamadığı bu şeyle arasında bir bağ kurmuş olur.
Narsisizm. Kişinin kendisini beğenme
alışkanlığı ve bu beğeniyi başkalarının da göstermesi dileği. Bir noktaya kadar bu normal sayılır ve çok fazla önemsenmemesi gerekir.
Kendini beğenme çok ileri bir düzeye ulaştığında başka bir kişi ile gerçekten
ilgilenmek olasılık dışı kalır ve bu nedenle de karşılıklı sevgiden elde
edilecek gerçek bir doyumdan yoksun kalınır, yalnızca kendisi ile ilgilenen bir
kişi beğenilen bir kişi olamaz. Kendini beğenme duygusu belli bir sınırı
aştığında, her türlü eylemin hazzını sırf kendisini var edebilmek için yok eder
ve kaçınılmaz olan bir sıkıntıya neden olur. Büyük ressamlara karşı duyduğu
saygı nedeniyle güzel sanatlar öğrencisi olmuş olan ama resim yapmayı yalnızca
amaçlarına ulaşmak için bir araç olarak kullanan bir narsisist için resim
tekniği hiç bir zaman ilgi çekici olamaz ve bu kişi benliğini öne çıkarmayacak
hiç bir nesneyi göremez ve resmedemez..
Sh: 180-187
Gururlu ve kibirli
bir biçimde birçoğumuz kendimizi dindar ya da dindar olmayan olarak
nitelendiririz. Böylesi bir gurur ve kibir hissetmemizin nedeni birçok şeyin
etkileşimine bağlıdır.
"Ama herkes
dindardır." Din ve politika en sıcak tartışmalarımızı doğuran iki konu
olmaya devam ettikçe bu geniş kapsamlı iddia sizi doğal olarak
sinirlendirebilir. Ama aynı zamanda kendinizi dindar olarak düşünmekten gurur
duyuyorsanız ve bunu dindar kişilere karşı olan bir arkadaşınıza ya da
komşunuza karşı bir silah olarak kullanıyorsanız, o zaman büyük bir olasılıka
dindar kişiler hakkında duyacaklarınız "Onlar en ikiyüzlü
kimselerdir" ve örgütlenmiş din hakında da "Kilisenin tüm
istediği insanların parasıdır" iddiaları olacaktır.
İnsanları dinin tek
bir tanımı üzerinde uzlaştırmaya çalışmak, ilkbaharda daha beyzbol sezonu
başlamadan hangi takımın dünya kupasını kazanacağı üzerinde fikir birliği
sağlamaya çalışmaları çalışmak kadar zor bir şeydir. Bu olanaksızdır. Bu
nedenle, bu bölüm bazılarınıza yanıt vermekten daha çok sorular sorduracak bir
bölüm olabilir.
O zaman din hakkında
zaman zaman yargılayıcı da olabilen tanımlamalarımızın çok geniş ve çeşitli
olmasına şaşmamak gerekir. Bunun sonucu olarak da "Benim
inancım seninkinden daha üstündür" oyununu sürdürmeye devam ederiz.
Dindarlar ve dindar olmayanlar arasında büyük bedeller ödenerek oynanan bu
oyun, yaşamın hep daha iyi olmak yolunda bir rekabet olduğu düşüncesi
çevresinde döner. "Kendini müslüman olarak gören ve her cuma camiye
giden Şakir denen o adam kadar iyi birisiyim ben de.." demek gibi.
Bir başka topluluk
da dini, yandaşları tarafından kabul gören törenler olarak görürler. "Ali
ve Ayşe gerçekten dindar insanlar. Her yemekten sonra şükrettiklerini fark
ettin mi?"
Diğerleri ise dini
yalnızca bir yasaklar topluluğu olarak görürler: "Adem bildiğim en dindar
insanlardan biri. Asla içki içmez, küfretmez ve kumar oynamaz." Bu
durumda dindar olmayan kişiler de şöyle yanıt verirler: "Geriye de yapılacak
pek bir şey kalmıyor zaten!"
Birinin "Din
bana göre bir şey değil; çocukluğumda yeterince sıkıntısını çektim"
demesinden tam anlamıyla bir şey çıkaramama rağmen, ailesinin dini kullanarak
birçok "yap" ve "yapma"larla kendisini sıkı bir kontrol
altında tutmuş olduğunu söyleyebilirim. Dünyada örgütlenmiş dinler arasında
gerçekten sıkı bir rekabet içeren bir oyun oynanmaktadır. "Benimki
seninkinden daha üstün", "Cennete gidecek olanlar bizleriz, sizler
değil" ya da "Ama Ahmet, budistlerin de dindar olduğunu nasıl
söyleyebilirsiniz?" gibi oyunlar.
Freud "Din mi? Din
bir yanılsamadır" diyor. Freud dini, çocukların sıkça
kullandıkları "insanın çaresizliğinden ve desteksizliğinden kaynaklanan
kendi dışındaki güçlere ve kendi içindeki güdülere yöneldiği saplantılı
nevrozlar" olarak tanımlıyor.
Çocuk mantığını
kullanamadığından belirli duygusal güçlerini kullanarak kendi sezgilerini
kontrol eder, bastırır ve Freud'un "yanılsama" olarak tanımladığı
şeyi geliştirir. Bir yetişkin, kendi içindeki ve dışındaki aynı tehlikeli, kontrol
edilemez ve anlaşılması zor olan güçlerle karşılaştığında, "çocukluğunda
kendisine aklın ve gücün hakimi olarak görünen ve sevgisi, koruması altında
olduğu, isteklerine uyduğu ve koyduğu yasaklardan kaçındığı babasının
kendisine hissettirmiş olduklarına bir geri dönüş" yaşar. Bu nedenle
Freud'un dini bir "yanılsama" olarak görmesi ve gözardı etmesi,
kişinin kendi tek başınalığım ve dünya üzerindeki önemini anlaması açısından
hiç de şaşırtıcı değildir.
Ama Erich Fromm
dine farklı yaklaşmakta ve şöyle sormaktadır: "Ne tür bir
dine gereksinim duyarız?"
"Hiç bir kimse yoktur ki dine, bir dizi
yönlendirmeye ya da kendini adayacağı bir şeye gereksinim duymasın; ama bu
açıklama bize bu dini gereksinimin açık bir gereksinim olduğunu gösteren özel
bir şeyin varlığını söylemiyor. İnsan hayvanlara, ağaçlara, altından ya da
taştan yapılmış heykelciklere, görünmeyen bir tanrıya, bir azize ya da şeytani
bir lidere tapabilir; atalarına, milletine, içinde bulunduğu sınıfa ya da
partisine, paraya ya da başarıya tapabilir; ve inandığı din de pekala yıkıcılığa
meydan veren ve hükmeden, sevginin ve kardeşliğin gelişmesine engel olan bir
din olabilir."
Hepimizin üzerinde
fikir birliğine varabileceğimiz ve kendisinden yola çıkılarak gelişebileceğimiz
bir ortak nokta yok mudur acaba?
Burada dinin
varoluşumuzun iki temel koşulu ve sorumluluklarını alma yolundaki kişisel
çabalarımızın bizleri kendilerine ulaştırdığı temel bir gerçek olan; tek
başınalığımız ve yalnızlığımızın toplamı olduğu görüşümü sunmak istiyorum. Din
(religion) sözcüğünün kendisi Latince'de "birleştirmek,
bütünleştirmek" anlamına gelen religare sözcüğünden gelmektedir. Hem
tek başınalığımızın hem de yalnızlığımızın sorumluluğunu almaya çalışmak insan
olarak evrenle ve birbirimizle ilgili "nasıl" ve "neden"
sorularına yanıt aramaktan başka bir şey değildir. Bu arayış çok küçük yaşlarda
başlar ve değişik yönlerde ilerleyerek değişik tapınma biçimleri olarak
kendisini dışavurur. Bu da bizi dindar yapar. Ne kadar dindar olduğumuz, bizi
tatmin eden ve gereksinimlerimize karşılık veren yanıtların peşine ne kadar
düştüğümüzle ve keşfettiğimizle doğrudan ilişkilidir.
Tekbaşmalığımız
sırasında deneyimlediğimiz şeylerde bizi varoluşun bütününü çözmeye
yönlendiren bir tür süregelen doyumsuzluk (hoşnutsuzluk) vardır. Hayvanların
yeterli yiyecekle çevrili ve sağlıklı kaldıkları sürece mutlu oldukları doğru
olmasına rağmen, bizim mutlu olabilmemiz için bundan fazlası gerekmektedir. "İnsan
sıkılabilen, sürekli doyumsuzluk duyan ve kendisini cennetten kovulmuş hisseden
tek canlıdır. İnsan, kendi varoluşunu kendisine sorun haline getiren ve bu
sorundan kaçamayan tek canlıdır."
Victor Frankl yaşama
ilişkin "nasıl" sorularının doyurulması gereksinimini anlatırken
İkinci Dünya Savaşında beraber olduğu dikenli teller arkasındaki iki mahkum
arkadaşının örneğini veriyor. Her ikisi de artık yaşamlarını sürdürmek için
bir neden bulamadıklarından kendilerini öldürme girişiminde bulunmuşlardı. Ama
Frankl ile yaptıkları konuşmalar boyunca ileride kendilerini bekleyen
sorumlulukların olduğunun farkına varmışlardı. Birisini yabancı bir ülkede
bulunan çocuğu, diğerini ise henüz bitirilmemiş bir dizi kitap bekliyordu.
"Kendisine
şiddetle gereksinim duyulan bir kişi ya da bitirilmemiş bir işin varlığı
aracılığı ile sorumluluğunun farkına varmış olan bir insan yaşamını kolay
kolay bir kenara atamaz."
O zaman
doyumsuzluğumuzun temelinde kendi İYİ (O.K.)liğimizin insanlar tarafından
doğrulanması gereksinimi vardır. Ama bütün bu evrensel süreç ile olan
ilişkimizde kişisel varlığımızın bir amacı ya da değeri olup olmamasının da
ötesine, BEN İYİYİM SEN DE İYİSİN (I'M O.K.-YOU'RE O.K.) durumuna ulaşmak
evrenin kendi sınırları içerisinde varolan bir seçenektir.
Sh: 173-177
Kaynak İRA J. TANNER YALNIZLIK: SEVME KORKUSU,. Türkçesi Nil GÜN
Kuraldışı Yayınları 1997 İstanbulNot: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar