YALNIZLIKTAN VE İNSANLARDAN ZEVK ALMAK
Hayatın
niteliğini yükseltmek için atılması gereken adımlar ile mutluluk bilimi ile
ilgili çalışmalar, yaşam kalitesinin her şeyden çok iki etkene dayandığını
defalarca göstermiştir. Bu etkenler, işimizi hayatımızı nasıl yaşadığımız ve
diğer insanlarla ilişkilerimizdir. Ferd olarak kim olduğumuzla ilgili en
ayrıntılı bilgileri, iletişim kurduğumuz kişilerden ve iş yapma şeklimizden
alırız. Freud’un mutluluk için "sevgi ve çalışma”yı reçete ederken
farkında olduğu üzere, benliğimizi büyük ölçüde bu bağlamda olup bitenler
tanımlar. Buna göre aile ve arkadaşlarıyla ilişkilerimizi ele alacak, bunların
nasıl eğlenceli yaşantılara kaynak olabileceğini belirleyeceğiz.
Yanımızda
başka insanlar olup olmaması, yaşantı kalitesinde büyük bir değişiklik yaratır. Diğer insanları, dünyadaki en
önemli nesneler olarak görmek, biyolojik programımızda vardır. Diğer insanlar
yaşamımızı ya çok ilginç ve doyurucu ya da tamamen doyuruculuktan uzak kılabileceklerinden,
onlarla ilişkilerimizi nasıl yürüttüğümüz mutluluğumuzda büyük bir fark
yaratır. Başkalarıyla ilişkilerimizi akış yaşantılarına dönüştürmeyi
öğrenirsek, bir bütün olarak yaşam kalitemiz epeyce yükselir.
Öte
yandan özel yaşamımız da bizim için değerlidir ve yalnız kalmak da isteriz. Ne var ki yalnız kaldığımızda
sıklıkla sıkıntılı bir ruh haline gireriz. Bu gibi durumlarda tipik olarak
insanlar kendilerini yalnız hissederler, yaşamlarında bir zorluk olmadığını,
yapacak bir şey kalmadığını hissederler.
Yalnızlık,
kimilerinde duyusal yoksunlukta görülen akıl karıştırıcı belirtileri daha
hafif bir şekilde ortaya çıkarır.
İnsan
yalnız kalmaya dayanmayı, hatta bundan zevk almayı öğrenmedikçe, tam bir yoğunlaşma
gerektiren herhangi bir işi başarması güç olur. Dolayısıyla, kendi
araçlarımızla baş başa kaldığımız zaman bile bilincimizi denetlemenin yollarını
bulmamız çok önemlidir.
YALNIZ OLMAKLA
BAŞKALARIYLA BİRLİKTE OLMAK ARASINDAKİ ÇATIŞMA
Bizi
korkutan şeyler içinde, en kötü olanlardan biri, kesinlikle insan etkileşimi
seyrinde dışarıda bırakılma korkusudur. Bizler, kuşkusuz içtimâi varlıklarız,
ancak başka insanların yanında kendimizi tam hissediyoruz.
Yazı
öncesi kültürlerin pek çoğunda yalnızlık öyle dayanılmaz bir şey olarak
düşünülür ki insanlar hiçbir zaman yalnız kalmamak için büyük bir çaba
harcarlar; yalnızca cadılar ve şamanlar kendi başlarına zaman geçirirken
rahattırlar.
Avustralya
Aborijinlerinden, Amiş çiftçilerine ve West Point’teki askeri okul öğrencilerine
kadar pek çok farklı insan topluluğunda, toplumun uygulayabileceği en kötü
yaptırım “dışlama”dır. Dışlanan kişi kendini giderek daha kötü hisseder
ve kısa bir süre sonra kendi varoluşundan kuşku duymaya başlar. Kimi
toplumlarda dışlanmanın nihai sonucu ölümdür: Yalnız bırakılan kişi zaten ölmüş
olduğu gerçeğini kabul etmeye başlar, çünkü artık kimse onunla ilgilenmemektedir;
o da yavaş yavaş kendi bedeniyle ilgilenmekten vazgeçer ve sonunda ölür.
Latince’de
"canlı olma" kavramı inter hominem esse diye ifade
edilir ve bunun tam karşılığı "erkekler arasında olmak"tır;
öte yandan "ölü olmak" inter hominem esse desinere,
yani sözlük anlamıyla "erkekler arasında olmayı bırakmak"
demektir.
Bir
Roma vatandaşı için, öldürülmekten sonraki en ağır ceza şehirden sürgün edilmekti;
şehir dışındaki mülkü ne denli lüks olursa olsun, arkadaşlarının yanında
olmadığında Romalı kentli görünmez bir adam oluyordu. Aynı acı kader, herhangi
bir nedenle kentten ayrılmak zorunda kalan çağdaş New Yorklulara da son derece
tanıdık gelecektir.
BÜYÜK
KENTLERİN SAĞLADIĞI İNSAN BAĞLANTILARININ YOĞUNLUĞU, RAHATLATICI BİR MERHEM
GİBİDİR; SUNULAN ETKİLEŞİMLER NAHOŞ YA DA TEHLİKELİ OLABİLİRSE DE, BÖYLE
MERKEZLERDEKİ İNSANLAR ONLARDAN ZEVK ALIRLAR. Fifth Avenue’dan akan kalabalıklar içinde bol bol
yankesiciler ve tuhaf tipler olabilir; ama yine de kalabalık heyecan ve güven
verir. Herkes, çevresinde başka insanlar olduğunda kendini daha canlı
hisseder.
Sosyal
bilimler alanında yapılan anketler, evrensel olarak insanların aileleri ve
arkadaşlarının ya da yalnızca başka insanların yanındayken mutlu oldukları
sonucunu ortaya çıkarmıştır. Bütün gün boyunca ruh hallerini düzelten hoş
etkinlikleri sıralamaları istendiğinde, en sık sözü edilen olaylar, "mutlu
insanlarla birlikte olmak", "insanların söylediklerine ilgi göstermesi",
"dostlarla birlikte olmak" ve "cinsel açıdan çekici
olarak fark edilmek"tir. Çökküntülü ya da mutsuz insanları ötekilerden
ayıran başlıca belirtiler, bu gibi olayları nadiren yaşadıklarını bildirmeleridir.
Destekleyici bir toplumsal ağ, stresi de hafifletir: Bir hastalık ya da
aksilik, başkalarından duygusal destek alabilen bir kişiyi muhtemelen daha az
etkiler.
Arkadaşlarımızla
birlikte olmayı isteyecek şekilde programlandığımıza kuşku yoktur. Davranış
genetik bilimcileri, yalnız kaldığımız zamanlarda kendimizi rahatsız
hissetmemize yol açan kimyasal yönergeleri kromozomlarımızda er ya da geç
bulacaklardır. Sosyalleşme sürecinde bu gibi kabiliyetler geliştirmenin haklı
nedenleri vardır, işbirliği yoluyla diğer türlere karşı bir üstünlük
geliştiren bireyler, sürekli olarak birbirlerinin alanı içinde bulunduklarında
hayatta kalmayı çok daha iyi başarırlar. Örneğin, savanlarda leoparlara ve
sırtlanlara karşı korunmak için yaşıtlarının yardımına gereksinim duyan habeş
maymunları, sürüden ayrılırlarsa hayatta kalma şansları çok azalır. Aynı
koşullar atalarımız arasında girişkenliği olumlu bir hayatta kalma özelliği
olarak seçmiş olsa gerek. Elbette insanın uyum sağlama süreci giderek kültüre
bağlı hale geldikçe, birarada olmak için daha başka nedenler önem kazanmıştır.
Örneğin, hayatta kalmak için içgüdüye değil de bilgiye dayanan insanların
sayısı arttıkça, insanların birbirlerinin öğrendiklerini paylaşmalarının
faydaları da artmıştır; bu gibi durumlarda yalnız bir birey "aptal"dır,
çünkü Yunanca’da bu sözcüğün özgün anlamı "özel kişi", yani
başkalarından bir şey öğrenmeyen kişidir.
Ne
tuhaf ki bizi "Cehennem öteki insanlardır" diye uyaran bilgeliğin
de uzun bir geçmişi vardır. Hindu bilgesi ve Hıristiyan münzevisi çıldırtıcı
kalabalıktan uzak durarak huzur aramıştır. Ayrıca, sıradan insanların
yaşamlarındaki en olumsuz yaşantıları incelediğimizde, parlak girişkenlik
madalyonunun öteki yüzünü görürüz:
En
acı veren olaylar da ilişkilerle ilgili olanlardır.
Adaletsiz
patronlar ve kaba müşteriler bizi işyerinde mutsuz ederler.
Evde,
ilgisiz bir eş, nankör bir evlât ve müdahaleci kayınvalide ve kayınpeder,
başlıca üzüntü kaynaklarıdır, insanların hem en iyi, hem de en kötü
günlerimizin nedeni olduğu gerçeğiyle nasıl uzlaşabiliriz?
Bu
apaçık çelişkiyi çözmek o kadar da zor değil. Gerçekten önemli olan her şey
gibi, ilişkiler de iyi gittikleri zaman bizi son derece mutlu ve yürümedikleri
zaman da mutsuz ederler, insanlar, başa çıkmamız gereken çevrenin en esnek, en
değişken yönüdür. Aynı kişi sabahımızı muhteşem kılabilir, akşamımızı ise
berbat edebilir. Başkalarının sevgisine ve onayına fazlasıyla bağımlı
olduğumuz için, bize karşı davranışlarına da aşırı duyarlıyızdır.
Bu
nedenle, diğer insanlarla iyi geçinmeyi öğrenen biri bir bütün olarak yaşam
kalitesinde olumlu yönde birçok değişiklik yapacaktır. Arkadaş Edinmenin
Yolları ve insanları Etkilemek gibi kitapları yazanlar ve okuyanlar
bu gerçeği iyi bilirler. Yöneticiler daha iyi birer idareci olabilmek için daha
iyi iletişim kurabilmeyi isterler, gösteri dünyasındaki kişiler, "gözde"
kalabalıktan kabul görmek ve bu insanların hayranlığını kazanmak için görgü
kurallarını anlatan kitaplar okurlar. Bu kaygı büyük ölçüde diğerlerini
manipüle etme yönünde dışarıdan motive olan bir arzuyu yansıtır. Ancak insanlar
yalnızca hedeflerimizi gerçekleştirmemize yardım edebildikleri için önemli
değildirler; kendi başlarına değerli oldukları kabul edilip buna uygun
davranıldığında, en doyurucu mutluluk kaynağı insanlardır.
Nahoş
etkileşimlere katlanılabilir, hatta heyecan verici kılan da ilişkilerdeki
esnekliktir. Toplumsal bir durumu tanımlama ve yorumlama biçimimiz, insanların
birbirlerine nasıl davranacaklarını ve o toplumsal durumda kendilerini nasıl
hissedeceklerini büyük ölçüde değiştirir.
Örneğin
oğlumuz Mark on iki yaşındayken, bir öğleden sonra okuldan eve, ıssız bir parkın
içinden geçen kestirme yoldan gelmiş. Tam parkın ortasında birdenbire
karşısına yakındaki bir varoştan iri yarı üç delikanlı çıkmış. Delikanlılardan
biri, başıyla, eli cebinde olan arkadaşını gösterip "Kıpırdama, yoksa
seni vurur" demiş. Üç delikanlı Mark’ın her şeyini, yani bozuk
paralarını ve eskimiş Timex saatini almışlar ve ona "Şimdi yoluna devam
edebilirsin. Ama koşma ve sakın dönüp arkana bakma" demişler.
Böylece
Mark eve doğru yeniden yola koyulmuş ve öbür üçü de başka bir yöne yönelmişler.
Ancak birkaç adım sonra Mark dönmüş ve onların peşinden gitmeye başlamış. "Beni
dinleyin. Sizinle konuşmak istiyorum" diye seslenmiş. Delikanlılar "Yoluna
git" demişler. Ama Mark peşlerinden koşmaya devam etmiş ve onlara,
kendisinden aldıkları saati geri vermeyi düşünebilirler mi diye sormuş. Onlara
saatin çok ucuz olduğunu ve kendisinden başka kimse için herhangi bir değeri
olamayacağını söylemiş: "Bu saati bana annemle babam doğum günümde
vermişlerdi" demiş. Üç delikanlı bu işe çok sinirlenmişler, ama sonunda
saati geri verip vermeme konusunda bir oylama yapmaya karar vermişler. İkiye
bir oyla saati geri verme kararı almışlar ve böylece Mark eve gururla, bozuklukları
olmadan ama eski saati cebinde gelmiş. Elbette anne babasının bu yaşantıyı
atlatmaları çok daha uzun sürdü.
Bir
yetişkinin bakış açısından, Mark’ın duygusal açıdan ne kadar değerli olursa
olsun, eski bir saat için yaşamını olası bir riske atması aptallıktır. Ancak bu
olay, önemli bir genel noktaya işaret eder: Toplumsal bir durum, kuralları
yeniden tanımlanarak değiştirilme potansiyeline sahiptir. Mark, ona dayatılan "kurban"
rolüne razı gelmeyerek ve kendisine saldıranlara birer "hırsız"
gibi değil de, bir erkek çocuğunun aile yadigârı bir şeye bağlılığını anlaması
gereken mantıklı insanlar gibi davranarak, bu karşılaşmayı bir yol kesme
olayından, en azından bir ölçüde akılcı ve demokratik bir kararın alındığı bir
duruma dönüştürmeyi başarmış. Bu olaydaki başarısı büyük ölçüde şansa bağlıymış:
Hırsızlar sarhoş ya da aklın ulaşamayacağı kadar yabancılaşmış olabilirlerdi ve
o zaman Mark ciddi bir biçimde yaralanabilirdi. Ama iddiamız hâlâ geçerlidir:
insan ilişkilerine şekil verilebilir ve bir kişi uygun becerilere sahipse
ilişkinin kurallarını değiştirebilir.
İlişkilerin
üst düzey yaşantılar üretmek üzere nasıl şekillendirilebileceği konusunda ayrıntıya
girmeden önce, yalnızlık diyarında bir gezintiye çıkmamız gerekiyor. Yalnız
kalmanın zihni nasıl etkilediğini anladıktan sonra arkadaşlığın insanın
iyiliği açısından neden bu denli vazgeçilmez olduğunu daha açık bir biçimde
görebiliriz. Ortalama bir yetişkin uyanık geçirdiği zamanın yaklaşık üçte
birinde yalnızdır, ancak yaşamlarımızın bu büyük dilimi hakkında onu hiç
sevmediğimiz dışında fazla bir şey bilmeyiz.
YALNIZLIK ACISI
Çoğu
insan yalnız kaldığı zaman, özellikle de yapacak belli bir işi olmadığında,
neredeyse katlanılmaz bir boşluk duygusu yaşar. Ergenler, yetişkinler ve yaşlıların, hepsi en kötü
yaşantılarının yalnızken gerçekleştiğini bildirir. Hemen her etkinlik etrafta
biri olduğunda daha zevkli olur, yalnızken ise daha az zevk verir. İnsanlar,
ister montaj hattında çalışırken, ister televizyon izlerken olsun, yalnız
kaldıkları zamanlara göre, başkalarının varlığında daha mutlu, uyanık ve neşeli
olurlar. Ancak en üzücü olan, yalnız başına çalışmak ya da TV izlemek değildir;
en kötü ruh halleri, insan yalnız kalıp da yapacak bir işi olmadığında ortaya
çıkar. Çalışmalarımıza katılan insanlar arasında, yalnız yaşayanlar ve
kiliseye gitmeyenler için pazar sabahları haftanın en kötü zamanıdır, çünkü
dikkatleri üzerinde herhangi bir talep olmadığından bu insanlar ne
yapacaklarına karar veremezler. Haftanın kalan kısmında psişik enerji, iş,
alışveriş, sevilen TV programları vb. dış düzenlere yöneltilir. Ama pazar
sabahı kahvaltı ettikten ve gazetelere göz gezdirdikten sonra geriye yapacak
ne kalır? Bu saatlerin yapıdan yoksunluğu pek çok insan için yıkıcıdır.
Genellikle öğlene kadar kişi bir karar vermiş olur:
Çimleri
biçeceğim, akrabalarımı ziyaret edeceğim ya da futbol maçı izleyeceğim. O zaman
amaç duygusu geri döner ve dikkat, bir sonraki hedefe odaklanır.
Neden
yalnızlık bu kadar olumsuz bir yaşantıdır?
Bu
sorunun en basit yanıtı, zihni içeriden düzenli tutmanın çok zor olmasıdır.
Dikkatimizi yönlendirmek için dış hedeflere, dış uyarıma, dış geri bildirime
gereksinim duyarız. Dış girdiler olmadığında dikkat amaçsızca gezinmeye başlar
ve düşüncelere kaos hakim olur: Bu da psişik dağınıklık adını verdiğimiz
durumla sonuçlanır.
Tipik
bir ergen yalnız kaldığında düşünmeye başlar:
"Şu
anda kız arkadaşım ne yapıyor?
Sivilcelerim
mi çıkıyor?
Matematik
ödevini zamanında bitirebilecek miyim?
Dün
kavga ettiğim adamlar beni döverler mi?"
Bir
başka deyişle, yapacak bir işi olmayan zihin olumsuz düşüncelerin sahnenin ortasına
doğru ilerlemesine engel olamaz. Kişi bilincini denetlemeyi öğrenmediği
sürece, aynı şey yetişkinlerin de başına gelebilir. Kişinin aşk hayatı,
sağlığı, yatırımları, ailesi ve işiyle ilgili kaygıları her zaman dikkatin
sınırlarında dolaşıp durmakta, zihinde yoğunlaşma gerektiren zorlayıcı hiçbir
düşüncenin olmadığı zamanı kollamaktadır. Zihin gevşemeye hazır olduğu anda,
kanatlarda bekleyen olası sorunlar ortaya çıkar.
TELEVİZYON
İŞTE BU NEDENLE PEK ÇOK İNSAN İÇİN BİR NİMETTİR. TV izlemek olumlu bir yaşantı
olmaktan uzak olsa da (insanlar genelde televizyon izlerken kendilerini
edilgen, zayıf, sinirli ve üzgün hissederler), hareketli ekran en azından
bilince belli bir miktarda düzen getirir. Tahmin edilebilir kurgular, tanıdık
karakterler, hatta fazla fazla reklâmlar, güven verici bir uyarım modeli
sunar. Ekran, çevrenin idare edilebilir, kısıtlı bir yönü olarak dikkati
kendine çağırır. Zihin televizyonla etkileşim halindeyken kişisel kaygılara
karşı korunur. Ekrandan geçen bilgiler, nahoş kaygıları zihnin dışında tutar.
Elbette depresyondan bu şekilde kaçınmak savurganlıktır, çünkü insan,
sonrasında bir şey kazanmadığı halde, çok fazla dikkat harcar.
Yalnızlık
korkusuyla başa çıkmanın daha çarpıcı yolları arasında uyuşturucu kullanmak ya
da durmadan ev temizlemekten kompulsif (zorlayıcı dürtü etkisiyle yapılan) cinsel
davranışlara kadar değişiklik gösteren takıntılı uygulamalara başvurmak vardır.
Benlik, kimyasal maddelerin etkisi altındayken psişik enerjisini yönlendirme
sorumluluğundan kurtulur; arkamıza yaslanarak oturup uyuşturucunun verdiği
düşünce modellerini izleyebiliriz; her ne olursa olsun, olup bitenler bizim
denetimimiz dışındadır. Televizyon gibi uyuşturucu da zihni, üzücü
düşüncelerle yüzleşmek zorunda kalmaktan kurtarır. Alkol ve başka
uyuşturucular üst düzey yaşantılar üretebilse de, bunların karmaşıklık düzeyi
genelde çok düşüktür. Pek çok geleneksel toplumda olduğu gibi, yüksek beceri
gerektiren âyinsel bağlamlarda tüketilmediği sürece, uyuşturucular aslında hem
başarılabilecek şeylerle, hem de bizlerin birey olarak başarabileceğimiz
şeylerle ilgili algımızı, ikisi arasında bir denge kurulana dek indirger. Bu
hoş bir durumdur, ancak yalnızca artan eylem fırsatları ve eylemde bulunma
yeteneğinin verdiği zevkin akıl karıştırıcı bir taklididir.
Kimi
insanlar, uyuşturucunun zihni etkileyiş biçimiyle ilgili bu tanıma kuvvetle
karşı çıkacaklardır. Ne de olsa son çeyrek yüzyıldır, uyuşturucuların "bilinci
genişlettiği" ve bunları kullanmanın yaratıcılığı artırdığı
iddiasının daha bir güvenle ortaya atıldığına tanık oluyoruz. Ancak kanıtlar,
kimyasal maddelerin bilincin içeriğini ve örgütlenişini değiştirmekle
birlikte, bireyin bilincin işlevi üzerindeki denetimini genişletmediğini ya da
artırmadığını düşündürmektedir. Oysa herhangi bir yaratıcılık için gereken
yalnızca böylesi bir denetimdir. Dolayısıyla, psikotrop ilaçlar, insanın
normal duyusal koşullarda karşılaşacağından daha çeşitli zihinsel yaşantılar
sunsa da, bunu yaparken yaşantıları etkin bir şekilde düzenleme yeteneğimize
bir katkıda bulunmaz.
Çoğu
çağdaş sanatçı, Samueal Coleridge’in afyon ruhunun etkisi altındayken yazdığı
iddia edilen Kubla Khan daki dizeler kadar gizemli bir çekiciliği olan
yapıtlar yaratmak umuduyla sanrı yaratan ilaçları deniyor. Ne var ki, er ya
da geç herhangi bir sanat yapıtını yazmak için ayık bir zihin gerektiğini
anlıyor. İlaç etkisi altındayken yapılan işler, iyi sanattan beklediğimiz
karmaşıklıktan yoksundur; açık ve kendine dönüktür. Bir kimyasal maddenin
değişikliğe uğrattığı bir bilinç, sanatçının daha sonra, zihni berraklığını
yeniden kazandığında kullanabileceği, sıradışı imgeler, düşünceler ve duygular
ortaya çıkarabilir. Tehlikeli olan, sanatçının zihnine şekil vermek için
kimyasal maddelere bağımlı hale geldiğinde, zihni üzerinde kişisel bir denetim
kurma yeteneğini yitirme riskine giriyor olmasıdır.
Cinsellik
olarak sayılan şeylerin çoğu da, düşüncelere dışarıdan bir düzen getirmenin,
yalnızlığın tehlikeleriyle yüzleşmeksizin "zaman öldürme”nin bir
yoludur. Televizyon izleme ve sevişmenin hemen hemen birbirinin yerine
geçebilecek etkinlikler olması şaşırtıcı değildir. Pornografi ve kişisel olmayan
cinsellik, üremeyle ilgili imgelerin ve etkinliklerin genetik olarak
programlanmış cazibesi üzerine kuruludur. Bunlar dikkati doğal ve hoşa gidecek
bir biçimde odaklarlar ve böylece istenmeyen içeriği zihinden çıkarmaya
yardımcı olurlar. Ancak, daha fazla bilinç karmaşıklığı sağlayabilecek
dikkat modellerinin herhangi birini geliştirmeyi başaramazlar.
Aynı
iddia, ilk bakışta hazzın tersi gibi görünebilecek mazoşist davranışlar,
tehlikeye atılma ve kumar oynama için de geçerlidir. insanların
kendilerini incitmek ya da korkutmak için buldukları bu yöntemler, fazla beceri
gerektirmez, ama insanın doğrudan yaşantı hissini almasına yardım eder. Acı
bile, odaklanmamış bir zihne sinsice sokulan kaostan daha iyidir, ister
fiziksel, ister duygusal yoldan olsun, insanın kendini incitmesi, dikkatin, acı
verse de en azından kendisi neden olduğu için denetleyebileceği bir şey
üzerine odaklanmasını sağlar.
Yaşantı
kalitesini denetleme yeteneği için en son sınav, insanın dışarıdan gelen ve
dikkatini yapılandıran talepler olmadan, yalnızken yaptıklarıdır. Bir işe
kendini kaptırmak, arkadaşlarla zaman geçirmek, sinemada ya da konserde eğlenmek
görece kolaydır. Peki, kendi araçlarımızla baş başa kaldığımızda ne olur?
Yalnız
kaldığımızda ve ruhun karanlık gecesi bastırdığında, onu zihnimizden uzaklaştırmak
için kendimizi çılgınca girişimlerde bulunmak zorunda hissediyor muyuz?
Yoksa
eğlenceli olmakla kalmayıp benliğin büyümesini de sağlayan etkinliklerle mi
uğraşıyoruz?
Boş
zamanı, yoğunlaşma gerektiren, becerileri artıran, benliği geliştiren
etkinliklerle doldurmak, televizyon izleyerek ya da zevk veren ilaçlar alarak
zaman öldürmekle aynı şey değildir. Her iki strateji de, aynı kaos tehdidiyle
başa çıkmanın farklı yolları olarak, ontolojik kaygıya karşı savunmalar olarak
görülebilse de, birinci strateji büyümeye neden olurken, İkincisi yalnızca
zihni çözülmekten korumaya hizmet eder. Nadiren canı sıkılan, anın tadını
çıkarmak için sürekli olarak olumlu bir dış çevreye gereksinim duymayan bir
insan, yaratıcı bir yaşama ulaşma sınavını geçmiştir.
Yalnız
başına kalmaktan kaçmak yerine, yalnız geçirilen zamanı kullanmayı öğrenmek,
özellikle gençlik yıllarımızda önemlidir. YALNIZLIĞA KATLANAMAYAN ERGENLER, DAHA SONRA CİDDİ
ZİHİNSEL HAZIRLIK GEREKTİREN YETİŞKİN İŞLERİNİ GERÇEKLEŞTİRMEKTE YETERSİZ
KALIRLAR. Pek çok anne babaya tanıdık gelecek tipik senaryoda, okuldan
gelen bir ergen, kitaplarını yatak odasına bırakır, dolaptan atıştıracak bir
şey aldıktan sonra, arkadaşlarıyla bağlantı kurmak üzere telefona yönelir.
Telefon konuşmalarından bir şey çıkmazsa, ya radyoyu ya da televizyonu açar.
Şans eseri olur da eline bir kitap alırsa, bu kararlılığı büyük olasılıkla
fazla sürmez. Çalışmak, zor bilgi modelleri üzerine yoğunlaşmak demektir.
En disiplinli zihin bile er ya da geç sayfadaki sonu gelmez şablonlardan daha
zevkli düşüncelere doğru kayar. Ama hoşa giden düşünceleri istendiği anda
toplamak zordur. Bu durumda zihin, tipik olarak her zamanki konuklarınca
kuşatılır; bunlar, yapılandırılmamış zihne davetsiz giren belirsiz
hayallerdir. Ergen, görünüşünü, popülerliğini, yaşamdaki şanslarını düşünüp
kaygılanmaya başlar. Bu davetsiz konukları savması için bilincini meşgul
edecek bir şey bulması gerekir. Çalışmak işe yaramaz, çünkü fazla zordur.
Ergen, zihnini bu durumdan kurtarmak için, fazla psişik enerji gerektirmeyecek
her şeyi yapmaya hazırdır. Genelde yeğlediği çözüm, zaman geçirmek için,
müzik, televizyon ya da bir arkadaşla sohbet gibi tanıdık düzenlerden birine
dönmektir.
GEÇEN
HER ON YILLA BİRLİKTE KÜLTÜRÜMÜZ BİLGİ TEKNOLOJİSİNE DAHA BAĞIMLI HALE
GELİYOR. İnsanın böyle bir ortamda hayatta kalması için, soyut simgesel
dilleri bilmesi gerekir. Birkaç kuşak önce, okuma yazma bilmeyen biri, iyi bir
gelir ve makul bir miktarda saygınlık kazanabileceği bir iş bulabilirdi. Bir
çiftçi, bir demirci, küçük bir tüccar, işini yapması için gereken becerileri,
yaşlı bir ustanın yanında çıraklık yaparak öğrenebilir ve simgesel bir sistemi
öğrenmeksizin işini yapabilirdi. Günümüzde en basit işler bile, yazılı yönergelere
dayanıyor ve daha karmaşık meslekler de insanın zor yoldan, yalnız başına
öğrenmesi gereken uzmanlık bilgileri gerektiriyor.
Bilincini
denetlemeyi hiçbir zaman öğrenemeyen ergenler, büyüdüklerinde "disiplinsiz
yetişkinler” oluyorlar. Rekabetçi, bilgi yoğun bir ortamda hayatta
kalmalarına yardım edecek karmaşık becerilerden yoksun kalıyorlar. Daha da
önemlisi, yaşamdan zevk almayı hiçbir zaman öğrenemiyorlar. Gizli büyüme
potansiyellerini ortaya çıkaran zorluklar bulma alışkanlığını edinemiyorlar.
Ancak,
yalnızlık fırsatlarından yararlanmayı öğrenmenin çok önemli olduğu tek dönem
ergenlik yılları değil. Ne yazık ki çok fazla yetişkin, yirmi, otuz ya da belki
kırk yaşına geldi mi, kendi açtığı alışkanlık oluklarında gevşemeye hakkı
olduğunu hisseder. Çok çalışıp saygınlık kazanmış, hayatta kalmak için gereken
numaraları öğrenmiştir ve bundan sonra kendini otomatiğe alabilir. İç
disiplini en alt düzeyde olan bu insanlar, kaçınılmaz olarak her geçen yıl
dağınıklık biriktirirler. İş yaşamındaki düş kırıklıkları, fiziksel
sağlığın bozulması, kaderin olağan cilveleri, bireyin huzurunu giderek kaçıran
bir olumsuz bilgi yığını oluşturur.
Peki
insan bu sorunları nasıl uzak tutabilir?
İnsan
yalnızken dikkatini nasıl denetleyeceğini bilmiyorsa, kaçınılmaz olarak kolay
dış çözümlere yönelir: ilaçlara, eğlenceye, heyecana, zihni körelten ya da
dağıtan her ne varsa ona yönelir.
Ancak
bu tür tepkiler gerileticidir, insanı ileri götüremez. Yaşamdan zevk alırken
gelişmenin yolu, hayatın kaçınılmaz koşulu olan dağınıklıktan üst düzey bir
düzen yaratmaktır. Bu, her yeni zorluğu baskı altına alınması ya da
kaçınılması gereken bir şey olarak değil, öğrenmek ve becerilerini geliştirmek
için bir fırsat olarak görmek demektir. Örneğin yaşla birlikte fiziksel güç
azaldığı zaman, bu, insanın enerjisini dış dünya egemenliğinden iç gerçekliğin
derinlemesine keşfine yöneltmeye hazır olduğu anlamına gelir. Söz konusu kişi
artık Proust [1]okuyabilecek,
satranç oynayabilecek, orkide yetiştirebilecek, komşularına yardım edebilecek,
Tanrı hakkında düşünebilecektir elbette bunların uğraşmaya değer şeyler
olduklarına karar verirse. Oysa birey yalnızlığı kendi yararına kullanma
alışkanlığını önceden edinmediyse, bunlardan herhangi birini yapması zordur.
En iyisi bu alışkanlığı erkenden geliştirmektir, ancak hiçbir zaman da geç
değildir. Önceki bölümlerde, bedenin ve zihnin akışı gerçekleştirmesinin
kimi yollarını gözden geçirdik. Bir insan dışarıda olup bitenlerden bağımsız
olarak, bu gibi etkinlikleri istediği zaman yaratabiliyorsa, yaşam kalitesini
şekillendirmeyi öğrenmiş demektir.
YALNIZLIĞI
EHLİLEŞTİRMEK
Her
kuralın ayrıklığı vardır ve çoğu insan yalnızlıktan çok korksa da, yalnız
yaşamayı seçen bazı bireyler vardır. Francis Bacon’un yinelediği eski
bir deyiş "HER KİM YALNIZLIKTAN ZEVK ALIRSA YA VAHŞİ BİR HAYVANDIR YA
DA BİR TANRI" der. İnsanın yalnız kalmaktan zevk alması için gerçekten
tanrı olması gerekmez, ancak kendi zihinsel düzenlerini geliştirmesi ve
böylece, dikkatini yönlendirmesine yardımcı olan diğer insanlar, işler, TV, sinema,
lokanta ya da kütüphane gibi uygar yaşamın destekleri olmaksızın akışa
ulaşabilmesi gerektiği doğrudur.
İnsan,
dikkatini, dağınıklığın zihninin yapısını bozmasını önleyecek şekilde düzenlemenin
yollarını bulursa, yalnız kalsa bile hayatta kalmayı başarabilir.
Yalnızlıkla
baş etmek için gereksiz ancak zorlayıcı törenlerin zihne şekil vermesine izin
vermek, ilaç almaktan ya da sürekli TV izlemekten farklı mıdır?
Münzeviler
(yalnız yaşayanlar), bağımlılar (toplum içinde yaşayanlar) kadar etkili bir biçimde
"gerçeklik" ten kaçtıkları ileri sürülebilir. Her iki durumda
da hoşa gitmeyen düşünceler ve duygular zihinden uzaklaştırılarak psişik
dağınıklıktan kaçınılmış olur. Ne var ki, aradaki farkı yaratan insanın
yalnızlıkla nasıl başa çıktığıdır.
Yalnızlık,
başkalarının varlığında ulaşılamayacak hedeflere varmak için bir şans olarak
görülürse, insan kendini yalnız hissetmek yerine yalnızlıktan zevk alacaktır
ve bu süreçte yeni beceriler edinebilir. Öte yandan, yalnızlık her ne pahasına
olursa olsun kaçınılması gereken bir durum olarak görülürse, insan paniğe kapılacaktır
ve kendisini daha üst düzey karmaşıklığa götüremeyecek akıl karıştırıcılara
yönelecektir. Çiftlikte köpekler yetiştirmek ya da Kutup bölgesi
ormanlarında kızak yarıştırmak, çapkınların ya da kokain kullananların
gösterişli eğlencelerine göre, oldukça ilkel bir girişim gibi görünebilir.
ANCAK PSİŞİK DÜZEN AÇISINDAN BİRİNCİSİ, İKİNCİSİNDEN SONSUZ ÖLÇÜDE DAHA
KARMAŞIKTIR. Zevk üzerine kurulu yaşam tarzları ancak çok çalışma ve eğlence
üzerine kurulu kültürlerle bir arada olduğunda hayatta kalabilir. ANCAK
KÜLTÜR, ÜRETKEN OLMAYAN HAZCILARI DESTEKLEYEMEZ YA DA DESTEKLEMEK İSTEMİYOR
OLDUĞUNDA, BECERİLERDEN VE DİSİPLİNDEN YOKSUN OLAN VE DOLAYISIYLA BAŞININ
ÇARESİNE BAKAMAYAN ZEVK BAĞIMLILARI YİTİK VE YARDIMA MUHTAÇ BİR HALDE
KALAKALIRLAR.
Buradan,
bilinç üzerinde denetim sağlamanın tek yolunun Alaska’ya gidip mus avlamak
olduğu sonucu çıkarılmamalıdır, insan hemen her ortamda mutlu olabilme
etkinlikleri yaşayabilir.
Bunun için bazılarının vahşi hayatın içinde yaşaması ya da denizde tek başına
uzun saatler geçirmesi gerekir. Çoğu insan ise, insan etkileşiminin
hareketliliğiyle çevrili olmayı yeğler. Ne var ki insan ister güney
Manhattan’da, ister Alaska’nın kuzeyinde yaşıyor olsun, yalnızlık yüzleşilmesi
gereken bir sorundur, insan yalnızlıktan zevk almayı öğrenmediği sürece, yaşamının
büyük bölümünü yalnızlığın etkilerinden kaçınmak için umutsuzca çaba harcayarak
geçirecektir.
Kaynak:
Prof.
Dr. Mihaly Csikzentmihalyi, Semra Kunt AKBAŞ, Akış, 2005, İstanbul, s.189-202
[1] Marcel
Proust, (1871-1922) Fransız yazar.10 Temmuz 1871'de Auteuil'de
doğdu.1890'da Hukuk Fakültesi'ne ve Siyasal Bilgiler Okulu'na kaydoldu. 1895'te
felsefe lisansı diploması aldı.1908'de Kayıp Zamanın İzinde isimli eserini
yazmaya başladı.Bu eserin bazı ciltleriyle ödüller kazandıktan sonra, Ekim
1922'de geçirdiği bronşit krizinin ardından zatürree oldu ve 18 Kasım 1922'de
hayata veda etti.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar