Print Friendly and PDF

YAMUK BAKMAK- Popüler Kültürden Jacques Lacan'a Giriş , Slavoj Zizek

Bunlarada Bakarsınız




Psikanalizin temelde söylediği, ar­zunun önceden verili bir şey değil, inşa edilmesi gereken bir şey ol­duğudur öznenin arzusunun koordinatlarını vermek, nesnesini sap­tamak, öznenin onun içinde benimsediği konumu belirlemek tam da fantaziye düşen roldür. Özne ancak fantazi yoluyla arzulayan özne olarak kurulur:  Fantazi yoluyla, arzulamayı öğreniriz.[1] Bu çok önem­li teorik noktayı örneklemek için, ünlü bir bilimkurgu hikâyesini, Robert Sheckley'nin "Dünyalar Deposu" / "Store of the Worlds"ünü ele alalım.
Hikâyenin kahramanı Bay Wayne, şehrin terk edilmiş bir köşesin­de, çerçöple dolu harap bir kulübede tek başına oturan yaşlı ve esra­rengiz Tompkins'i ziyaret eder. Söylentiye göre Tompkins özel bir ilaç sayesinde, insanları bütün arzularının gerçekleştiği paralel bir boyuta taşıyabilmektedir. Bu hizmetten yararlanacak kişinin ise kar­şılığında Tompkins'e en değerli eşyalarından birini vermesi gerekir. Wayne, Tompkins'i bulduktan sonra, onunla sohbete başlar, Tomp­kins müşterilerinin çoğunun yaşadıkları deneyimden tatmin olmuş vaziyette döndüklerini söyler; sonradan kendilerini aldatılmış hissetmiyorlar, der. Ama Wayne tereddüttedir, Tompkins de ona acele et­meyip karar vermeden önce her şeyi iyice bir düşünmesini tavsiye eder. Wayne eve dönerken sürekli bu konuyu düşünür; ama evde ka­rısı ve oğlu onu beklemektedir, kısa sürede kendini aile hayatının se­vinçlerine ve küçük dertlerine kaptırır.
Neredeyse her gün, kendi kendine ihtiyar Tompkins'i tekrar ziyaret edip arzularını gerçekleştir­me deneyimini yaşayacağına söz verir, ama her zaman yapılması ge­reken bir şey, gitmesine engel olan, ziyaretini ertelemesine neden olan bir aile meselesi çıkar önüne. Önce karısıyla bir yıldönümü top­lantısına gitmesi gerekir; sonra oğlunun okulda bazı sıkıntıları olur, yazın tatil zamanıdır ve oğluyla tekne gezintisine çıkmaya söz ver­miştir; sonbaharla birlikte yeni meşgaleler çıkar. Bütün yıl böyle ge­çer: Wayne karar vermeye zaman bulamaz, ama aklının bir yerlerin­de Tompkins'i eninde sonunda kesinlikle ziyaret edeceğinin hep far­kındadır. Zaman böyle geçip durur, ta ki... birden kulübede Tompkins'in yanında uyanıp onun müşfik bir sesle sorduğu şu soruyu du­yana kadar:
"Ee, şimdi nasılsın? Memnun oldun mu?"
Wayne, şaş­kın, kafası karışmış bir halde "evet, evet, tabii," diye mırıldanıp ya­nındaki bütün eşyaları (paslı bir bıçak, eski bir konserve kutusu ve birkaç parça küçük eşya) ona verip çabucak oradan ayrılır; çevrede­ki çürüyen yıkıntılar arasından hızla geçer, akşamki patates tayınını kaçırmama telaşına düşmüştür. Sıçan sürülerinin deliklerinden çıka­rak nükleer savaş artığı yeryüzünde egemenliklerini ilan ettikleri va­kitler olan karanlık basmadan yeraltındaki sığınağına varır.
Bu hikâye, nükleer savaş -ya da benzer bir olayın uygarlığımı­zın çökmesine neden olmasından sonraki günlük hayatı anlatan felaket-sonrası bilimkurgu türünün bir örneğidir elbette. Gelgelelim, hi­kâyenin burada bizi ilgilendiren yönü, hikâyenin okurunun kaçınıl­maz olarak düştüğü tuzak, hikâyenin bütün etkisinin bağlı olduğu ve tam da arzunun paradoksunu oluşturan tuzaktır:
"Şeyin kendisi"nin ertelenmesini zaten "şeyin kendisi" olan şeyle karıştırırız, arzuya öz­gü arama ve kararsızlığı aslında arzunun gerçekleştirilmesi ile karış­tırırız.
Yani arzunun gerçekleştirilmesi, "karşılanması", "tamamen tatmin edilmesi" değildir, daha çok arzunun kendisinin yeniden üre­tilmesiyle, arzunun dairesel hareketiyle örtüşür.
Wayne tam da, ken­dini bir sanrı içinde, onu arzusunun tam olarak tatmin etmeyi sonsu­za kadar ertelemesini sağlayan bir duruma, yani arzunun kurucu özelliği olan eksiği yeniden üreten bir duruma taşıyarak "gerçekleş­tirmiştir arzusunu". Lacancı endişe anlayışının özgüllüğünü de bu şe­kilde kavrayabiliriz: Endişe, arzunun nesne-nedeni eksik olduğunda ortaya çıkmaz; endişeyi doğuran şey, nesnenin eksikliği değil, nesne­ye fazla yaklaşmamız ve böylece eksiğin kendisini kaybetmemiz teh­likesidir. Endişe arzunun ortadan kalkmasıyla oluşur. (sh:19-21)
**
1968' de Paris binalarının üzerine yazılan "Gerçekçi Ol, İmkânsızı İste!" sloganını da, simgesel inancımızın çerçevesi içinde "imkânsız" görü­nen şeyi isteyerek başımıza gelmiş olan felaketin gerçeğiyle yüzleş­meye ehil olmaya yönelik bir çağrı olarak anlamamızı sağlar.
"Olduğundan-hafif-gösterme"nin bir başka yorumu da Winston Churchill'in ünlü paradoksunda bulunabilir. Demokrasiyi yolsuzluk, demagoji ve otorite zayıflığına yol açan bir sistem olarak görüp ka­ralayanlara cevap olarak Churchill şöyle demişti:
"Demokrasinin mümkün bütün sistemlerin en kötüsü olduğu doğrudur;
sorun, başka hiçbir sistemin ondan daha iyi olmayacak oluşudur."
Bu cümle, "her şey mümkün, demek ki aynı" mantığına dayalıdır. İlk öncülü bize, sorgulanan unsurun (demokrasinin), aralarında en kötüsü gibi görün­düğü "mümkün bütün sistemler" gruplaşmasını sunar. İkinci öncül ise "mümkün bütün sistemler" gruplaşmasının her şeyi kapsamadığı­nı ve eklenebilecek unsurlara kıyasla, sorgulanan unsurun idare ede­bilir konumda olduğunun anlaşıldığını belirtir. Burada eklenebilecek unsurların genel "mümkün bütün sistemler" grubuna dahil olanlarla aynı olması, aralarındaki tek farkın da bu ek unsurların artık kapalı bir bütünlüğün unsurları işlevini görmemesi olmasından hareket eden bir oyun söz konusudur. Yönetim sistemlerinin bütünlüğüyle bağıntılı olarak, demokrasi en kötüsüdür; ama bütünleştirilmemiş si­yasi sistemler dizisi içinde, ondan iyisi olamaz. Nitekim, "hiçbir sis­temin ondan iyi olamayacağından çıkarak, demokrasinin "en iyi" ol­duğu sonucuna varamayız; avantajı kesinlikle kıyaslama kipiyle sı­nırlıdır. Önermeyi "en"lerle formüle etmeye kalktığımız anda, de­mokrasiyi "en kötü" ile nitelemeye başlarız.
Freud Amatör Psikanalizi Sorunu'na yazdığı "Sonsöz"de, mizahi Viyana gazetesi Simplicissimus'daki bir diyalogu hatırlayarak, aynı "hepsi-değil" paradoksunu kadınlarla ilgili olarak yeniden üretmiştir: "Bir adam başka bir adama cinsi latifin zaaflarından ve müşkülpe­sentliğinden yakınıyordu. 'Yine de' diye cevap verdi beriki, 'türleri­nin en iyileri kadınlar.'"[2] Erkeğin semptomu olarak kadının mantığı da buradan gelir: Dayanılmazdır yani, ondan hoşu yoktur; onla bir­likte yaşamak imkânsızdır; yani onla yaşamak daha da güçtür. Nite­kim "Harry'nin derdi", geneli kapsayan bakış açısından bakıldığında felakettir, ama "hepsi-değil" boyutunu hesaba kattığımızda, ciddi bir sorun bile sayılmaz. "Olduğundan-hafif-gösterme"nin sırrı, tam da bu "hepsi-değil" (pas-tout) boyutunu araştırmakta yatar. "Hepsi-değil"i hatırlatmanın uygun bir yoludur. (sh:46-47)
**
"Psişik gerçeklik"te, düpedüz, sadece belli bir yanlış anlama sa­yesinde, yani özne bir şeyi bilmediği sürece, bir şey konuşulmadan kaldığı, simgesel evrene dahil edilmediği sürece var olan bir dizi kendilikle (entity) karşılaşırız. Özne "çok fazla bilmeye" başlar baş­lamaz, bu fazlalığın, fazla bilginin bedelini "teniyle", varlığının tö­züyle öder. Ego öncelikle bu tür bir kendiliktir; öznenin varlığının tutarlılığının bağlı olduğu bir dizi imgesel özdeşleşmeden ibarettir, ama özne "çok fazla bildiği", bilinçdışı hakikate fazla yaklaştığı za­man, egosu dağılır. Bu tür bir dramın paradigmatik örneği Oidipus’ tur: En sonunda hakikati öğrendiğinde, "ayaklarının altındaki zemi­ni" yitirir ve kendini dayanılmaz bir boşluğun içinde bulur.
Bu paradoks, belli bir yanlış anlamayı düzeltmemizi sağlayacağı için ele alınmaya değer. Kural olarak, bilinçdışı kavramı ters bir yol­dan kavranır: Öznenin, bastırma denen savunma mekanizması yü­zünden, hakkında hiçbir şey bilmediği (bilmek istemediği) bir kendi­lik olduğu varsayılır (mesela sapıkça, gayri meşru arzuları). Halbuki bilinçdışı, tutarlılığını ancak belli bir bilmezlik (nonknowledge) te­melinde koruyabilen pozitif bir kendilik olarak kavranmalıdır – bilinçdışının pozitif ontolojik koşulu, bir şeyin simgeselleştirilmemiş kalmak zorunda olması, bir şeyin söze dökülmemiş olmasıdır. Bu, semptomun da en temel tanımıdır: Ancak özne kendisi hakkındaki te­mel bir hakikatten bihaber olduğu sürece var olan belli bir oluşum; öyle ki anlamı öznenin simgesel evrenine dahil edilir edilmez, semp­tom kendi kendini çözecektir. En azından, ilk dönemlerinde yorum prosedürünün kadiri mutlaklığına inanan Freud'un savunduğu konum buydu. Isaac Asimov, "Tanrı'nın Dokuz Milyar İsmi" adlı kısa öykü­sünde[3], bizatihi evreni semptomun mantığı açısından sunarak Lacan' in şu tezini doğrular:
Dünya"nın kendisi, "gerçeklik” her zaman bir semptomdur, yani belli bir kilit gösterenin menedilmesine dayalıdır. Gerçekliğin kendisi simgeleştirme sürecindeki belli bir tıkanmanın cisimleşmesinden başka bir şey değildir. Gerçekliğin var olabilmesi için, bir şeyin konuşulmadan bırakılması gerekir.
Himalayalar'daki bir manastıra bağlı keşişler bir bilgisayar ve iki Amerikalı bilgisayar uzmanı kiralarlar. Şöyle bir nedenle:
Keşişlerin dini inançlarına göre, Tanrı'nın sınırlı sayıda ismi vardır; bunlar da anlamsız seriler (mese­la peş peşe üç sessiz harf içeren seriler) hariç, dokuz harfin olası bü­tün kombinasyonlarından ibarettir. Dünya bütün bu isimlerin telaffuz edilmesi ya da kâğıda dökülmesi için yaratılmıştır; bu yapıldığında, yaratılış amacını gerçekleştirmiş olacak, dünya da kendi kendini or­tadan kaldıracaktır.
Uzmanların işi, tabii ki bilgisayar yazıcısının Tanrı'nın olası dokuz milyar ismini yazacağı şekilde programlamak­tır bilgisayarı. İki uzman işlerini yaptıktan sonra, yazıcıdan sonsuz sayıda kâğıt çıkmaya başlar, bundan sonra iki uzman müşterilerinin egzantrik talebi hakkında alaycı yorumlarda bulunarak vadiye geri dönüş yolculuklarına başlarlar.
Bir süre sonra biri saatine bakıp güle­rek, tam bu sıralarda bilgisayarın işini bitirmesi gerektiğini belirtir.
Sonra da karanlık gökyüzüne çevirir başını ve hayretten donakalır: Yıldızlar sönmeye, evren yok olmaya başlamıştır. Tanrı'nın bütün isimleri yazıldıktan, bu isimler topyekûn simgeselleştirildikten sonra, semptom olarak dünya kendi kendini ortadan kaldırmaktadır.
Burada akla gelen ilk suçlama, bu "gerçekteki bilgi" motifinin sadece metaforik bir değeri olduğu, sadece psişik gerçekliğin belli bir özelliğini örnekleme aracı olarak kabul edilmesi gerektiğidir şüphesiz. (sh:68-69)
**
Detektif ile analist arasında sık sık analoji kurulur. Detektif hikâye­sinin psikanalitik tınılarını açığa çıkarmaya çalışan çok çeşitli çalış­malar vardır: Açıklanması gereken ilk suç baba katlidir, detektifin prototipi kendisi hakkındaki korkunç hakikate ulaşmaya çabalayan Oidipus'tur. Gelgelelim biz burada meseleyi farklı, "biçimsel" bir dü­zeyde ele almayı tercih edeceğiz. Freud'un Kurt Adam'a laf arasında söylediği sözleri izleyerek, detektif ile psikanalistin başvurdukları bi­çimsel yöntemler üzerinde odaklanacağız. O halde, bilinçdışı olu­şumlarının -mesela rüyaların psikanalitik yorumlarını ayırt eden nedir?
Freud'un Rüyaların Yorumu kitabından alman şu pasaj giriş niteliğinde bir cevap sunuyor:
Rüya-düşünceleri, biz onları öğrenir öğrenmez, hemen anlaşılırlar. Öte yandan rüya-içeriği, karakterlerinin tek tek rüya-düşüncelerinin diline çevrilmesi gereken bir resimyazıyla ifade edilir adeta. Bu karakterleri simgesel ilişkilerine göre değil de resimsel değerlerine göre okursak, yanılacağımız açıktır. Önümde resimli bir bulmaca olduğunu kabul edelim. Bu bulmacada çatısında bir tekne olan bir ev, alfabenin bir harfi ve kafası olmayan koşan bir adam figürü resmedilsin. Şimdi yanılıp itirazlarda bulunabilir ve bir bütün olarak resmin ve onu oluşturan parçaların saçma olduğunu ilan edebili­riz. Bir teknenin evin çatısında işi olamaz, kafasız bir adam da koşamaz. Üstelik adam evden büyüktür ve eğer bütün resmin amacı bir manzarayı tem­sil etmekse, alfabenin harflerinin burada yeri yoktur zira doğada böyle nesnelere rastlanmaz. Ama resimli bulmacaya dair doğru bir yargıyı, ancak bü­tün kompozisyona ve parçalarına yönelik bu tür eleştirileri bir kenara koyup, bunun yerine tek tek her bir unsurun yerine söz konusu unsurun şu ya da bu şekilde temsil ediyor olabileceği bir hece ya da sözcüğü koyarak oluşturabi­liriz. Bu şekilde bir araya getirilen sözcükler artık saçma olmak şöyle dur­sun, müthiş güzel ve anlamlı şiirsel bir cümle oluşturabilirler. Bir rüya bu tür bir resimli bulmacadır ve rüya yorumu alanındaki seleflerimiz resimli bul­macaya resimsel bir kompozisyon muamelesi yapma hatasını işlemişlerdir: Bu yüzden de rüya onlara saçma ve değersiz görünmüştür.[4]
Freud bir rüya karşısında, "simgesel anlam" denilen şeyi aramak­tan kesinlikle kaçınmamız gerektiği konusunda gayet nettir; "Ev ne demek? Evin üzerindeki teknenin anlamı ne? Koşan bir adam figürü neyi simgeler?" gibi soruları sormamamız gerekmektedir. Yapmamız gereken, nesneleri tekrar kelimelere tercüme etmek, şeylerin yerine onları adlandıran kelimeleri koymaktır. Resimli bir bulmacada, şey­ler düpedüz isimlerine, gösterenlerine karşılık gelirler. Kelime tem­sillerinden (Wort-Vorstellungen) şey temsillerine (Sach-Vorstellungen) geçişi -bir rüyada işbaşında olan mahut "temsil edilebilirlik kaygıları"nı, neden dilden dil-öncesi temsillere gidilen bir tür "geri­leme" olarak görmememiz gerektiğini artık anlayabiliriz. Bir rüyada, "şeyler"in kendileri çoktan "bir dil gibi yapılaşmışlardır", tertipleri karşılık geldikleri anlamlandırma zinciri tarafından düzenlenmekte­dir. Bu anlamlandırma zincirinin, "şeyleri" tekrar "kelimelere" tercü­me ederek elde edilen gösterileni, "rüya-düşüncesi"dir. Anlam düze­yinde, bu "rüya-düşüncesi" içeriği bakımından, rüyada betimlenen nesnelerle hiçbir surette bağlantılı değildir (tıpkı çözümü hiçbir su­rette betimlediği nesnelerin anlamıyla bağlantılı olmayan bir resimli bulmacada olduğu gibi). Eğer rüyada görülen figürlerin "daha derin­deki, gizli" anlamlarını ararsak, kendimizi rüyada dile getirilen örtük "rüya-düşüncesi"ne karşı körleştirmiş oluruz. Dolaysız "rüya-içeriği" ile örtük "rüya-düşüncesi" arasındaki bağlantı, ancak kelime oyunu düzeyinde, yani saçma anlamlandırıcı malzeme düzeyinde mevcut­tur.
Artemidorus'un anlattığı hikâyeyi, Aristander'in Makedonyalı İs­kender'in rüyasına getirdiği ünlü yorumu hatırlar mısınız?
İskender "Tyre'nin etrafını çevirmiş ve kuşatmayı başlatmıştı ama kuşatmanın çok zaman alması yüzünden kendini rahatsız ve tedirgin hissediyor­du. İskender rüyasında kalkanı üzerinde dans eden bir satir gördü. Tesadüf, Aristander da Tyre civarlarındaydı... Satir kelimesini sa ve tyros hecelerine ayırarak, kralı şehrin hâkimi olabilmesi için kuşat­mayı sıkılaştırmaya teşvik etti."
Görebileceğimiz üzere, Aristander dans eden satirin olası "simgesel anlamı"yla (ateşli arzu mu? neşe mi?) hiç ilgilenmez: Bunun yerine kelime üzerine odaklanır ve keli­meyi ikiye bölerek rüyanın mesajına ulaşır: sa Tyros = Tyre şenindir.
Gelgelelim, resimli bulmaca ile rüya arasında belli bir fark vardır ki bu fark resimli bulmacayı yorumlamayı çok daha kolay kılar. Bir resimli bulmaca, bir bakıma, "birleştirme zorunluluğu"nu karşılama­yı amaçlayan "ikinci gözden geçirme"den geçmemiş bir rüya gibidir. Bu nedenle, resimli bulmacanın "anlamsız" bir şey, bağlantısız, hete­rojen unsurlardan oluşan ıvır zıvır bir şey olduğu hemen algılanır, oysa bir rüya, saçmalığını, ona en azından yüzeysel bir bütünlük ve tutarlılık veren "ikinci gözden geçirme" yoluyla gizler. Nitekim dans eden satir imgesi organik bir bütün olarak algılanır, onda varlığının tek nedeninin sa Tyros şeklindeki anlamlandırma zincirine hayali bir şekil vermek olduğunu gösteren hiçbir şey yoktur. "Rüya-çalışması"nm nihai sonucu olan hayali "anlam bütünlüğü"nün oynadığı rol de budur: Var olmasının fiili nedeni karşısında bizi -organik birlik görüntüsü yoluyla körleştirmek.
Gelgelelim, psikanalitik yorumun temel önvarsayımı, yöntemsel önseli şudur: Rüya-çalışmasının her nihai ürünü, her belirtik rüyai çeriği, kendisinde zorunlu olarak eksik olan şeyin yerini alan bir dol­gu işlevi gören en azından bir bileşen içerir. İlk bakışta belirtik ha­yali sahnenin organik bütününe tam manasıyla oturan, ama aslında bu hayali sahnenin kendi kendini kurabilmek için "bastırması", dışlaması, zorla dışarı atması gereken şeyin yerini tutan bir unsurdur bu. Hayali yapıyı "bastırılmış" yapılaşma sürecine bağlayan bir tür gö­bek bağıdır. Özetle, ikinci gözden geçirme hiçbir zaman tam anla­mıyla başarılı olamaz, ampirik nedenlerle değil, önsel bir yapısal zo­runluluk yüzünden. Son tahlilde, bir unsur her zaman "çıkma yapar", rüyanın kurucu eksiğine işaret eder, yani onun içinde dışarısını tem­sil eder. Bu unsur, paradoksal bir eşzamanlı eksik ve fazla diyalekti­ğine yakalanmıştır: Ama bu yüzdendir ki nihai sonuç (belirtik rüya-metni) bütün halinde kalamaz, bir şey eksik olacaktır. Rüyanın orga­nik bir bütün olduğu hissini yaratmak için bu unsurun mevcudiyeti kesinlikle şarttır. Gelgelelim bu unsur yerine yerleştikten sonra, bir şekilde "fazlalık" yapar, mahcubiyet verici bir şişkinlik işlevi görür.
Biz her yapıda algılanan şeyin oluşturduğu bir tuzak, bir eksik ikamesi olduğu, ama bunun aynı zamanda verili bir dizi içindeki en zayıf halka, sa­lınıp duran ve salt fiili düzeye aitmiş gibi görünen nokta da olduğu kanısın­dayız: Bütün (yapılaşma mekânı) düzeyi onun içinde sıkıştırılmış durumda­dır. Bu unsur gerçeklikteki akıldışıdır ve ona dâhil olarak ondaki eksiğin ye­rini işaret eder.[5]
Rüya yorumlarının tam da bu paradoksal unsuru, "eksiğin ikame­sini, gösterenin anlamsızlık noktasını tecrit ederek işe başlaması ge­rektiğini söylemeye bile gerek yok. Bu noktadan yola çıkan rüya yo­rumu, belirtik rüya-içeriğinin verdiği sahte anlam bütünlüğü görün­tüsünü dağıtmalı, "doğallıktan çıkarmalı", yani oradan "rüya-çalışması"na nüfuz etmeli, heterojen bileşenlerin kendi nihai sonucu tara­fından silinmiş olan montajını görünür kılmalıdır. Bununla, analistin yöntemi ile detektifin yöntemi arasındaki benzerliğe gelmiş oluyo­ruz: Detektifin karşı karşıya geldiği suç sahnesi, aynı zamanda, kural olarak, katilin kendi eyleminin izlerini silmek için bir araya getirdiği sahte bir imgedir de. Sahnenin organik, doğal niteliği bir tuzaktır ve detektifin görevi önce çıkma yapan, yüzeydeki imgenin çerçevesine oturmayan belirgin ayrıntıları keşfederek onu doğallıktan çıkarmak­tır. Detektif anlatılarının sözcük dağarcığı bu ayrıntı –ipucu için bir dizi sıfatla birlikte kullanılan sarih bir teknik terimler listesi içerir: "'tuhaf acayip* ’yanlış' 'garip' 'şüpheli' 'şaibeli' 'anlamsız'; kategorik bir 'imkânsız'a kadar uzanan 'meşum', 'gerçekdışı', 'inanıl­maz' gibi daha güçlü ifadelerden ise hiç bahsetmiyoruz."[6]
Burada kendi başına çoğunlukla gayet önemsiz olsa da (bir fincanın sapının kırılmış olması, bir sandalyenin yerinin değişmiş olması, bir tanığın laf arasında söylediği bir söz, hatta olmayan bir olay, yani bir şeyin olmamış olması), yine de yapısal konumu itibariyle suç sahnesinin doğallığını bozan ve yarı-Brechtçi bir yabancılaştırma efekti yaratan -hani ünlü bir resimde küçük bir ayrıntı değiştirilir de birdenbire bü­tün resim garip ve tekinsiz bir hal alır ya onun gibibir ayrıntıyla karşı karşıyayızdır. Bu tür ipuçları ancak sahnenin anlam bütünlüğü­nü paranteze alıp dikkatimizi ayrıntılar üzerinde yoğunlaştırdığımız zaman saptanabilir elbette. S. Holmes'un Watson'a verdiği "temel izle­nimleri önemseme, ayrıntıları dikkate al" öğüdü, Freud'un psikanali­zin yorumlamayı topyekûn değil ayrıntılarda kullandığı iddiasıyla örtüşür:
"Psikanaliz rüyalara en baştan itibaren karma yapıda şeyler, psişik oluşumlardan meydana gelen yığınlar olarak bakar."[7]
Demek ki ipuçlarından yola çıkan detektif, katilin sahneye koy­duğu haliyle suç sahnesinin hayali birliğinin maskesini indirir. De­tektif sahneyi, katilin mizanseni ile "gerçek olaylar" arasındaki bağlantının, belirtik rüya-içerikleri ile örtük rüya-düşüncesi arasındaki ya da resimli bulmacadaki şekiller ile çözümü arasındaki bağlantıya tam tamına tekabül ettiği, heterojen unsurlardan oluşan bir yaptakçılık olarak kavrar. Çözüm, tıpkı önce dans eden satir figürü, sonra da "Tyre senindir" anlamına gelen "satir" gibi "iki kere yazılmış" anlamlandırıcı malzemede yatar. (sh:76-80)

Kaynak:
Slavoj Zizek, Yamuk BakmakPopüler Kültürden Jacques Lacan'a Giriş , İngilizce Basımı: Looking Awry An Introduction to Jacques Lacan Through Popular Culture MIT, 1992 Metis Yayınları, İlk Basım: Mayıs 2004 Altıncı Basım: Ekim 2013, İstanbul


[1] Sinemayla bağlantılı olarak bu tür bir fantazi kavramının geliştirilmesi için bkz. Elizabeth Covvie, Sexual Dijference and Representation in the Cinema, Lond­ra: Macmillan, 1990.
[2] Sigmund Freud, The Question of Lay Analysis, SE, c. 20, s. 257.
[3] Asimov'un değil, A. C. Clarke'ın öyküsüdür, (ç.n.)
[4] Freud, The Interpretation of Dreams, s. 277-8.
[5] Jacques-Alain Miller, "Action de la structure", Cahiers pour VAnalyse 9, Pa­ris: Graphe, 1968, s. 96-7.
[6]  Richard Alevvyn, "Anatomie des Detektivromans", Jochen Vogt (der.), Der Kriminalroman içinde, Münih: UTB-Verlag, 1971, c. 2, s. 35.
[7] Freud, The Interpretation ofDreams, s. 104.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar