Print Friendly and PDF

YANLIŞ İDEOLOJİLERİN KÜLTÜRÜMÜZE NÜFUZ EDİŞİ



Medya kuruluşlarının çoğu, öncelikle refah yaratma amaçlı tasarlanmış ticari kuruluşlardır. Ticari çıkarları­nı her şeyin üzerinde tutarlar. Bu şekilde olmayan çok az medya kuruluşu vardır ve onlar da zaten hüküme­tin finanse ettiği kuruluşlardır. İnanmak istediğimizin aksine, bu kuruluşların kendi finansörlerini de mem­nun etmek gibi bir yükümlülükleri bulunur.
Görev tanımı gereği, bizi çevreleyen dünya ve kendimiz hakkında bize bir şeyler söyleme ve demokratik bir toplumun fertleri olarak bilgilendiril­miş kararlar almamızı sağlama görevi medyanındır. Şimdiyse, gerçek duruma bakalım: Medya, insanlığın kendini içinde buluverdiği bağlantısız bir durumun ayna­sı halini aldı. Haberler, güncel gelişmeler ve hatta diziler ve izlediğimiz reality showlar, bize yeniden farklı şekillerde yansıtılan "kutupsallık dini”ni -materya­lizm, kin, nefret, cinayet, idolleştirme ve ayrılık- tetikliyor. Neredeyse tüm televiz­yon programları, tıpkı bir uyuşturucu gibi bağımlılık yaratıyor. Oturma odalarımızın çoğu, zaman merkezindeki medya telkin­lerinden kaynaklanan bu tek boyutlu 'Va­azlar”, günlük yaşantılarımızdaki birçok olumsuz davranış özelliğini besliyor.
Pembe dizileri bir yana bırakırsak, izle­diğimiz haber ve güncel programların ger­çek olduğuna inandırılıyoruz. Bu çoğu za­man tam da bu şekilde oluyor. Haberler giderek seçilmiş bir azınlık tarafından be­lirleniyor. Küresel medya sahiplerinin bi­zim işitmemiz ve görmemiz istediklerinin dışında görüşlere sahip olanlar ise, kendi­lerini, görüş ve bilgilerini sunabilecekleri bir platformdan yoksun halde buluveriyorlar. Hükümetler ise, sadece çok güçlü bir kesimin oturma odalarımıza erişim imkânı edinmesini sağlıyorlar. Bunun için de, sokaktaki vatandaşın erişemeyeceği yüksek lisans bedelleriyle yayın frekans­larını satın alanlar üzerinde denetim kuru­yorlar. Bunun sonucunda, tüm kalkınmak­ta olan ülkelerde gördüğümüz haberler -özellikle Anglo-Sakson etnisitesine bağlı olanlar neredeyse tamamen aynı oluyor; hatta kelimesi kelimesine, görseli görseline kadar aynı. Bunun ardında da bir amaç var: bugün medyanın küresel kurumsal impara­torluklarının giderek daha da büyümesi ve güçlenmesi; bu süreçte karşılarına çıkan küçük oyuncuları da yiyip yutmaları. Çı­karları kontrol eden seçilmiş bir azınlık ise, kamuoyunu, büyük ölçekli bir aldatmaca ile şekillendirmek suretiyle demokrasinin şeklini etkin şekilde bozuyorlar.
İzlediğimiz haber bültenleri, bu sözü edilen elit tabakanın arzu ettiği sonucu sağlamak için gereken yöne doğru dikka­timizi çekiyorlar. Kutupsallıkları artırıyor ve büyümesi için gereken ivmeyi sağlıyorlar. Nefret ve "ben bilirimcilik" hisleri, den­ge yoksunluğu ve haber bültenlerinde ger­çekliğin saptırılması ile birleşince, mücadele vereceğimiz / veya daha şimdiden mücade­lesini verdiğimiz savaşlar için "erkek gücü" sağlayacak yakıtı temin ediyorlar.
Televizyonun topluma ilk nüksettiği za­manlarda, diktatör nitelikteki insanlar, ka­muoyunu şekillendirmek üzere kesintisiz ve mükemmel bir araç bulmuş oldular. Bunu da, izlediğimiz haberler ve prog­ramları filtrelemek suretiyle, sahne ardın­dan yapmaya çabaladılar. Televizyonda halka yönelik ilk yayının Adolf Hitler ta­rafından Münih'te açılışı yapılan Olimpi­yat Oyunları olması ilginçtir. Hitler, bu yeni iletişim aracının devasa potansiyelini anlamıştı. Özgürlük, bir halk için en güçlü özgürlük aracı olabilir; ancak aynı zaman­da en güçlü propaganda aracıdır da.
Akşam yemeği sırasında veya hemen sonra, ortalama bir ailenin dayanabileceği oranda şiddet içeren bir haber göstermek, "doğru muhabirlik" olarak kabul ediliyor. Bu şiddet, neredeyse her zaman için, hu­kuk ve düzeni teşvik etmeye veya kamu­oyunu ülke dışındaki bir anlaşmazlığa ilişkin şekillendirmeye yönelik olarak gö­rülüyor. Milletlerimizin dünya çapında bu zamana değin maruz kaldığı şiddetin de­recesini öğrensek dehşete kapılırdık ve derhal, bizi yöneten insanlara karşı ayaklanırdık. Ancak, ne yazık ki bu açıklayıcı görüntüler bize gösterilmiyor.
Propagan­da, tam da istenildiği yöne doğru görüşü­müzü yönlendiriyor. Rahatsız edici, öfke dolu, korku uyandırıcı görüntüler norm haline geliyor ve bunlar çoğu zaman bizi saf dışı bırakmak gibi bir önyargı üzerin­den şekillendiriliyor. Medyayı bugünkü haline getiren şey, ruhsal açlığımız ve so­nu gelmeyen isteklerimizdir. İçimizden çoğumuz için, bizi en çok heyecanlandı­ran rüyalar, sahip olmayı en çok istediği­miz ürünle ilgili. Çoğumuz için, günümü­zün en heyecan verici etkinliği, posta kutumuza gelen ve satın alabileceğimiz şeyleri içeren rüyalarla dolup taşan bir mail olabiliyor. Kanallar tamamen rek­lam odaklı. Medyanın sağladığı bilgi, alı­nan satılan türden bilgiler.
Ancak bu durumun dünyamız üzerinde­ki gerçek etkilerini henüz tam anlamıyla algılayabilmiş değiliz. Medya, karar ver­memiz için bize gereken bilgiyi sağlayan bir araçtan çok daha fazla bir anlam ifade ediyor. Daha büyük bir sefalet üretmemizi sağlayan yepyeni ham maddeleri, bize bizzat medya temin ediyor.
Bir hikâyenin haber değeri taşıyıp taşı­mayacağını belirleyen temel etmenlerden biri; bu hikâyenin yaratacağı ilgi düzeyi­dir. Bir hikâye ne kadar ilgi çekici olursa, insanlar onu daha fazla seyrederler; bu da televizyon kanalı için reklam geliri artışı anlamına gelir. Birbirimizi neredeyse bi­rer rakip olarak görmeye şartlandığımız için, bir başka insanın acı çekişini gör­mekten heyecanlanıyoruz; bir taraf belir­leyip, bizim tuttuğumuz tarafın kazanma­sını izliyoruz. İşbirliği öykülerine ise, pek sık rastlanmıyor; zaten pek de popüler de­ğiller. Aslolan, rekabeti izlemek. Ekranlarda işbirliği vakaları gösterildiğinde ise, bu genellikle bir takımın diğerine, bir or­dunun ötekisine karşı işbirliği şeklinde te­zahür ediyor. Bu ise, gerçek anlamda bir işbirliği sayılmaz. Hakiki işbirliği denildi­ğinde, tek bir takım, tek bir insanlık ve tek bir evren kastedilmeli; yoksa bir bütünün herhangi bir unsuru değil.
Doğal yaşamla ilgili gösterimlerde bile, tabiatta işbirliğinin olmadığı, hayvanların olmaları gerektiği gibi var oldukları öğre­tiliyor bizlere: yani, cinsiyetler arası sü­rekli bir savaş hali. Hayvanlara dair kendi öznel değerlendirmelerimizi empoze et­tik; bu sırada da hayvan krallığı gerçekli­ğine gözlerimizi kapattık. Hayvanları do­ğal ortamında gösteren bir program izlerken, hayatın da bir savaş olduğuna inanmak istedik.
Hayat, sürekli devam eden bir avlanma ve avlama haliydi. Ger­çek doğal yaşamı deneyimleyenler -ki bunlar sadece bir avuç insandır-, bunun bir yanılsama olduğunu gayet iyi biliyor­lardı. Film yapımcıları, bu heyecan verici sahneleri yakalamak için aylar ve bazen yıllar boyu sabredip bekliyorlar. Hayvan­ların güvenliklerini sağlarken istifade et­tikleri barış ve özgürlük ortamının bir benzerini biz hayal dahi edemiyoruz. Avcı hayvanlar, ancak gereksinim duydukların­da avlanıyorlar; genellikle de aşırı olanı veya zayıf olanı avlıyorlar. Dahası, hay­van krallığında cinsellik ve bunun ifadesi, düşündüğümüzden oldukça farklı: renkli, çeşitli ve doğal. Bizim için televizyon ek­ranlarında hayvan davranışlarını yorumla­yanlar, çoğu zaman kendi sosyal inanış sistemlerinin etkisinde kalıyorlar; Öznel­likleri, dinsel inanışlarıyla -çoğu zaman Hıristiyanlık ve Musevilik tetikleniyor. Medya kuruluşlarının çoğu, öncelikle re­fah yaratma amaçlı tasarlanmış ticari ku­ruluşlardır. Arzu edilebilir bir program içeriği (ürün) satma ihtiyacı içerisinde olup, ticari çıkarlarını her şeyin üzerinde tutarlar. Bu şekilde olmayan çok az med­ya kuruluşu vardır ve onlar da zaten hükü­metin finanse ettiği kuruluşlardır. İnan­mak istediğimizin aksine, bu kuruluşların kendi finansörlerini de memnun etmek gi­bi bir yükümlülükleri bulunur. Bu medya sektörü, özel bir siyasi kesimin oyuncula­rını kendine çekme derdindedir ve bu si­yasi kesimin varlığını (yani, işini gücünü, finansal geleceğini ve emeklilik primleri­ni) sürdürmesi tek bir yanılsamaya bağlı­dır: bizim çok daha sıkı yönetilmemiz, çok daha sıkı denetlenmemiz ve çok daha sıkı kısıtlanmamız.
Devletin sahip olduğu medyada siyasi açıdan sola yatkın bir kesim; özel sektö­rün sahip olduğu medyada ise sağa yatkın bir kesim bulunuyor.
İşte bir kez daha ku­tupsallık haliyle karşı karşıyayız. Önemli olan siyasi yönelimin yönü değil, bizzat kendisidir. Bu yönelimin sonucunda, in­sanlar birbirlerine karşı kışkırtılırlar. (Hiç söylemeye bile gerek yok; dini kesimlerin desteğini alan medya kuruluşları, o kesim­ler adına konuşurlar; bu kuruluşların ben­imsedikleri metotları bir kez daha yinele­mek ise, zaman kaybından öteye geçmez.)
Medyanın bizden inanmamızı iste­diği şeye harfiyen inanıyoruz. Med­yanın evlerimize ve beyinlerimize girmesine izin vermek, bizim için değil, onlar için bir ayrıcalık sağlı­yor. Bilinçli bireyler olduğumuzda, filtrelemeyi de öğreneceğiz.
M
Medya günümüzün sorunları ve mey­dan okumalarıyla ilintili haberler ya­yımlıyor; ancak bu haberlerin yayımlan­ma şekli, büyük ölçüde yüzeysel. Medya, doğru şekilde bilgilendirildiğimiz şeklin­de bir yanılsamayı empoze ederek bizleri aslında yanlış bilgilendiriyor. Terörizm, depremler, sel baskınları ve açlıklar hakkın­da hikâyeler işitiyoruz. Görünmez bakteri ve virüs dünyasının gerçekleştirdiği ve gi­derek artan saldırılar karşısında zayıflığımı­zı hissediyoruz. Bu zayıflığın çözümünün de, ancak, medikal endüstrinin ardındaki büyük işletmelerin elinde olduğuna inandı­rılıyoruz. Bu haber bültenleri ise, sürekli daha fazla korku pompalamayı başarıyor.
Her şey onlar ve bizle ilgili.
Hepimizin "korkması" gereken başka bir kabile, baş­ka bir din, başka bir ülke, başka bir hay­van veya başka bir hastalık var.
Tek yap­maları gereken ise; bizim için bir şeyin kötü olduğunu bize söylemek.
Biz ise, derhal onlara inanı veriyoruz. "Onlar", gü­vendiğimiz ve yönlendirmesinden yarar­lanmak istediğimiz baba figürüne dönüş­tüler.
Bu, bizim açımızdan ciddi bir hata; çünkü bu insanların çoğu son derece so­rumsuz ve benciller. Bizim bizzat kendi kendimizi güçten düşürmemize, korkulara gark olmamıza, çekingenliğe bürünmemi­ze yol açtılar.
Her an bir tuzağa düşürüle­bileceğimiz endişesini taşımamıza neden oldular.
Kendimize inanmaya karar verdi­ğimizde -ve ancak bu durumda kimse bi­zim düşmanımız olmaz. Kendimize inan­mak, evrenin canlı ve zeki olduğu gerçeği karşısında gözlerimizi açmamızı sağlar. Evren "bize konuşur"; ancak bu konuşma, kelimelerle değil hislerle olur. Ve bu his­leri dinlememiz icap eder.
Şu an benimsediğimiz paradigmamız ise, ilkeldir; vatanseverdir ve tehlikelidir. Diğer ülkelerin ulusal sporlarına karşı tutu­mumuz, bu anlamda bir örnek teşkil eder. Ulusal bir spor, vatanseverliği teşvik etmek üzere tasarlanmıştır; birçoğumuzun aslında bilmeden katkı sağladığımız sürekli ve uzatılmış bir savaş oyunudur bu sergilenen
"Bu rekabetçi seyirci sporu aracılığıyla, fiziksel melekeleri yerinde olan bir avuç bi­reyin faaliyet alanını yaratmış bulunuruz. Bu denli yüksek performans standartlarını yakalayamayan veya iştirak etmeyi arzu et­meyen çoğunluk açısından, katılım salt seyirliktir.
Roma dönemi kolezyumunda gladyatörleri izleyen ilkel kalabalıklar gibi davranıyoruz. Bir kalabalığı peşinden en çok sürükleyen şey, mücadeledir. Sonuç ise, medya güdümlü toplumumuzun zinde­lik düzeyi, düşüşünü sürdürür."
Ticari reklamlar sırasında ise, çok daha kişisel bir düzeye inilmiş olunuyor.
Bil­inçsiz bir kişiye bir şey satmanın en iyi yolu, söz konusu kişinin bu şeye sahip ol­mamasıyla bağlantılı birçok korkudan yararlanmaktır. (Sigorta, temizlik reklamları)
Bize çok daha fazla gençlik, güzellik, güç ve başarı vaat ediliyor, tüm bunlar ise, adil bir fiyat karşılığında bizim olabilir.
Bunun için gereken tek çaba ise, biraz alışveriştir.
Biraz daha fazla şeye sa­hip olma gereksinimi hiçbir zaman bit­mez. Raftaki en  son şeyi sepetimize dol­durana kadar kısa dönemli bir duygu patlaması deneyimliyoruz; ancak bu süre­cin yazılı olmayan bir güvencesi daha bu­lunuyor: eğer bu oyunun kurallarını takip eder isek, diğer herkesle aynı sona varaca­ğız. Bu da; büyük olasılıkla daha yaşlı, daha hastalıklı olmamız ve en sonunda öl­memiz olacak.
Hatta bazen reklamlar bize cenazemizi bile önceden ödememizi tel­kin ediyorlar!
Tüm bunlar yeterince ka­ranlık bir tablo değil ise, bir diğer boyuta daha bakmakta yarar var ve bu boyut ne­redeyse tamamen bizlerden gizleniyor. Sürekli daha fazla tüketme isteğimiz, maddi dengesizlikleri ve sefaleti günbe­gün körükleyen küresel makineyi besli­yor.
Muhtemelen biliyorsunuzdur; ancak hatırlatmakta yarar var: eğer elektrik kul­lanımını, televizyonu ve hatta bu makale­nin yer aldığı dergiyi satın alabiliyorsanız, şu anda insanlığın "şanslı" kesimi arasın­da olduğunuzu bilin.
Dünya üzerinde ya­şayanların çoğunun böyle bir lüksü bulun­muyor; çoğu okuyamıyor bile (aptal olduklarından değil; okumayı öğrenme fır­satı edinemediklerinden). İnsanların bü­yük bölümünün tek bir endişesi var: bugün karınlarının doyup doyamayacağı. Birçok kişi için, bu zorlu durum doğrudan emper­yalizmin, tamahkarlığımızın, ruhsuzluğu­muzun sonucu.
En zengin milletler arasın­da bulunan bizler; yoksul ülkelerde yaşayan bir insanın ömründe bir kez tüket­tiği şeyi 15 ila 150 kez tüketmeye alışığız!
Bizim ucuz lükslerimiz, çoğu zaman "diğer yarımız"ın yaşadığı yerlerden geli­yor. Bizim ucuz ürünlerimizi üretmek için (sadece Nike ve Gap'ten söz etmiyorum; aynı zamanda başka ürünler de var), bir­çok insan bir ay boyunca, Batılılarınn bir günde kazandığından bile az bir ücrete canlarını dişlerine takarak çalışıyorlar. Çünkü sofralarına ekmek götürebilmeleri­nin tek yolu bu. Bizim ucuz ürünlerimiz­den sağladıkları karlar ise, tamahkar Batılıların ve oligarkların avuçlarında kalıyor.
Belki de, bir avuç insana yönelik duygu­sal programlar aracılığıyla ilgimizi çeken parya şirketlere doğru kirli parmaklarımı­zı doğrultmak yerine, birey olarak gerçek­ten neye ihtiyaç duyduğumuzu araştırma­lıyız. Satın aldıklarımızla ilgili suçluluk duygusuna kapılmaktansa, belki de bir şe­yin görünümü değiştiği gibi onu çöp kutu­suna atmak yerine elimizde olanlara bak­malıyız. Belki de elimizdekileri korumayı ve bozulduklarında tamir etmeyi öğrenme­liyiz. Toplum içinde bunları öğrenen kes­imlere saygı duymalıyız. Genç jenerasyo­nun artık bu tür pratik, el becerisi isteyen şeylerle ilgilenmemesi ise, bizim açımız­dan bir tehlike doğuruyor, içi yönetici dolu bir mutfakta bir porsiyon yemek dahi pişe­miyor. Hükümet yetkilileriyle, müsteşarlar­la, müfettişlerle dolup taşan bir topluluk, bir yandan daha fazla yasal düzenleme icat edip onları uygulatma yollan araştırırken, bir yandan da işlevsel, yaratıcı, üretici veya kendi kendini devam ettirebilen bir toplum oluşturamaz. Pratik yetenekler, gerçek dünyada sürdürülebilir bir ortam yaratma­nın vazgeçilmezleri olacaktır.
Bireyler olarak, kendi kendimizle uğ­raşmak için önümüzde yeterince mücade­le nesnesi bulunuyor. Çoğumuz, madalyo­nun öbür tarafında -yani Üçüncü Dünya denen boyutta- olan biten üzerinde az ve­ya hiç denetim kuramadığımızı hissediyo­ruz. Koşu bandında adım adım ilerlerken aslında bu insanlara gereksinimlerini ye­niden değerlendirmeye başlamaları için gerçek bir fırsat sunuyoruz. Bir başka ki­şinin içinde bulunduğu kötü durumu bile­meyeceğimiz için, onların herhangi bir engele takılmaksızın ilerlemelerine izin verecek kadar zekiyiz. Sosyal devrim, kalkınmakta olan dünyanın büyük bölü­münde -özellikle de Güney Amerika'da- gerçekleşmeye başladı. Bu devrimlerin gerçekleşmesine izin vermek ve onları gözlemlemek, bizim çıkarımızadır. Yoksa, onları yargılayarak veya onlara müdahale ederek bir yere varamayız.
Bugün dünyada birçoklarından ekono­mik olarak daha iyi durumda olmamıza karşın, yine de, kalkınmakta olan ülkeler­de yoksulluğun pençesindeki kitlelerden daha bağımsız sayılmayız. Çoğumuz sof­ramızdaki yemeğin nereden geldiğini veya hangi koşullarda yetiştirildiğini bile bilmiyoruz. Altyapımız birkaç günlüğüne çök­tüğü anda, Üçüncü Dünya'daki birçok in­sandan çok daha kötü bir duruma düşmemiz an meselesi olabilir. İnanmak istediğimizin aksine, altyapımız zayıf ve kırılgan. Sürekli bakım ve tamirat yapıl­masını gerektiriyor. Bir gün gelecek, doğal yaşamla işbirliğinin soframıza yemek ge­tirmenin tek yolu olduğu gerçeğiyle bir kez daha yüzleşmemiz gerekecek.
Cep te­lefonları, ileri teknoloji cihazlar, hızlı ara­balar ve ipekten elbiseler, sofrada yemek yerine geçmez.
Bir ürünü satın almanın yararları konusunda bilileri sürekli olarak bizi ikna ediyor; ancak bir süre sonra, aynı ürünün bir takım marazlara neden olduğu ortaya çıkıyor. "Yaşam gücü edinmek için bu sigaraları için", "Daha genç ve sağlıklı bir görünüm için solaryuma gidin" gibi. Sadece birkaç yıl önce, bu sloganlar adeta dillere pelesenk olmuştu. Şimdiyse gün geçmiyor ki karşımıza yeni bir istatistik sürülmesin ve sigaranın kötü olduğunu, solaryumun cildimize zarar verdiğini ka­nıtlamaya çalışmasın. Bağlantısızlık dön­güsü ise bu şekilde tamamlanıyor: onlar ne söylerse, biz de onu satın alıyoruz.
Medya, bu denli yanlış ideolojinin kül­türümüze nüfuz etmesi için kullanılan bir araçtır. Medyanın bizden inanmamızı iste­diği şeye harfiyen inanıyoruz. Medyanın evlerimize ve beyinlerimize girmesine izin vermek, bizim için değil, onlar için bir ayrıcalık sağlıyor.
Günün birinde bil­inçli bireyler olduğumuzda, beyinlerimize yönlendirilen kutupsallığı filtrelemeyi de öğreneceğiz. Kendi kendimize güçlendi­rildiğimizde, tam uyanış düzeyine doğru olan bireysel yolculuğumuzu gözlemle­yip, kendimize çekidüzen vereceğiz. Eli­mizdeki en güçlü araç; düşüncelere dal­mış olan zekâmızdır. Bu aracı kullanırsak, yeniden kendimizi düşünmeye vaktimiz olacak. Medya ve onun verdiği mesaj ise, bizim ortağımız olabilir. Kutupsallıktan kurtulan ve yeniden güçlenen bir medya, çevremize örülen dünya hakkında gerçek bilgiler sağlayabilir. Taraf olmak her za­man için muhalefetini de doğurur; dolayı­sıyla yeni açmazlar yaratır. İnsanlık açı­sından günümüzde tarihin yeniden tekerrür etmek üzere olduğu bir durum söz konusu. Bu süreçten sağ kurtulanların ise, önlerinde temel bir soruna yanıt ver­mek dışında hiçbir seçenek kalmayacak: sürdürülebilir gelişim sürecinde ilerlerken işbirliği mi, dürüstlük mü, yoksa merha­met mi baskın gelecek?
(Globalresearch)
ARALIK 2013
Turquie Diplomatique, sh:26

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar