YARATICI MEDENİYETİN DÖNÜŞÜ
“Tarihi
tekerrür ettirmek denilen husus üzerine”
İki saltanat; biri
maddîdir, dünyevîdir, mümessilleri hükümdarlardır. Diğeri manevîdir, dinîdir,
mümessilleri ulema efendilerdir. Bu iki saltanat hem biribirini tuttu, hem
biribiriyle çarpıştı. Biribirini tuttu, çünkü ikisi de biribirine muhtaçtı.
Ulema saltanatı dinen «Ülü-l-emr» e itaati ilân ediyor. «Emîr-ül mü’minîn» e,
yâni hükümdara karşı koymak «huruç» tur. Huruç küfürdür, bunu yapanın dinen
katli caiz olur. Hükümdarlara ulema bunun için lâzımdı.
Sultanların medreseyi
tutmaları dış bakımdan ilmi himaye edişti. Halbuki bu hakikî zarureti örtmek
için bir dış perdedir: İşin iç yüzü teokratik saltanatın mutlakıyeti için lâzım
olan ideolojiyi müdafaa ve koruyuştu. Hükümdarların kudreti medresenin verdiği
o ideoloji ile ayakta duruyor. Hükümdarların ulemaya kıymet verişleri bundandı.
Yavuz gibi yan bakanın
kellesini uçurtan bir hükümdar, Mısır Seferinde, İbni Kemal’in atı bir çamur
çukuruna basıp ta hükümdarın mantosunu baştan başa zifos içinde bırakınca, en
ufak hataya en büyük ceza veren o ceberutlu Sultanın hiddeti karşısında İbni
Kemal sapsarı kesilmişken, Yavuz, bütün hiddetini yenerek, sanki bundan memnun
bile olmuş gibi bir eda takınıp: «Bu mantoyu saklayınız, ulemanın atının
ayağından çıkan çamur bile bize şereftir» dedi: Artık Yavuz böyle yaparsa
diğerlerini siz kıyas edin.
Ulema' efendiler de
hükümdarları tutmağa mecburdu. Çünkü kendi saltanatları maneviydi, diniydi,
maddî müeyyideden mahrumdu. Ulemanın dediği yapılmazsa bunun cezasını kim
verecek? Hükümet, ulemanın dediğini tatbik eden bir icra kuvvetidir. İlmiye
olmasa hükümdar ruhlar üzerindeki o İlâhî otoritesini kuramıyacak; hükümdar
olmasa ilmiye saltanatı icrasız kalacak: Bütün asırlar içinde bu ikisi
biribirini bunun için tuttu.
Bu iki saltanat ayni
zamanda daima ve sinsi sinsi çarpışıp durdular da: Çünkü her iki saltanat kendi
hâkimiyet ve kuvvetini muhafaza kaygusundadır. Eğer hâkimiyet ulemada ise
hükümdar bir kuklaya dönecek. Onlar bu mevkie düşmemek için ellerindeki
maddî kuvvete güvenerek ne kadar ulema kellesi uçurdular.
Buna mukabil ulema da
hükümdarın her dediğini yaparsa kendi saltanatlarının hiçbir otoritesi
kalmayacak. Onlar da dinden ve efkârı-umumiyeden kuvvet alarak çok defa
hükümdarlara kafa tuttular. Sırası geldikçe, zaman zaman, askerî kuvvetleri
bile din namına kışkırtıp hükümdarları devirdiler.
Fakat bu ikisi arasındaki
çarpışma hiçbir vakit iki saltanat müessesesinin kendi hüviyetlerine değil, o
müesseselerdeki şahıslara teveccüh ederdi. Bir şeyhislâmı atan, hattâ kellesini
uçurtan hükümdar İlmiyeye değil, ilmiyeciliği suiistimal eden şahsa gazaplanmış
oluyordu. Hükümdarı atan ulema da hükümdarlığa değil, sadece hükümdarın
şahsına hücum ederdi. O hükümdar gider, yerine başkası gelir, o kadar.
Eğer bu iki saltanatın
muarazaları müesseselere karşı olaydı, o zaman İslâm devletleri ve milletleri
büyük inkılâplar görmüş olacaktı. Meselâ hükümdarlar ilmiye saltanatının
ruhuna taarruz edeydiler, bundan lâik devlet sistemi çıkacaktı, fakat hiçbir
hükümdar bunu aklından geçirmedi. Eğer ilmiyeciler de hükümdarlık saltanatının
ruhuna, yâni despotluğuna hücum edeydiler, bundan da İslâmî cümhuriyet,
halifenin irs ile değil, rey ile getirilmesi gibi hayırlı bir sistem meydana
gelecekti, hiçbir kavuk ta bunu düşünmedi.
Bütün tarihimiz bu iki
saltanatın, müesseselere karşı ittihadı, şahıslara karşı ihtilâfı yüzünden;
hem biribirine muhtaç, hem biribirine muarız vaziyet almasının destanıdır.
Onun için İslâm tarihlerinde şahıslar değişti, fakat sistemler değişmedi. Ve
onun için işler asırlarca ayni hamam, ayni tas gitti.
Yıldırım Bayazıt,
kadıların rüşvet aldıklarını işitir. Padişah Hiddetlendi. Seksen kadar şeriat
kadısını bir eve kapatıyor. Evin ateşe verilmesini emreder. Kadılar diri diri
yakılacak. Sadrazam Ali Paşa telâşta. Bu vahşetin halka fena tesir
edeceğini düşünmektedir. Padişahı teskin için ne yapmalı? Sarayın nekre
cücesine bin altın verdi. Onun tavassutunu temin edecek. Cüce seyahat
kıyafetiyle huzura girerek padişahtan İstanbul’a gitmek için izin ister.
Kayserin
memleketine neden gitmek istiyorsun?
Kayserden
seksen kadar keşiş istiyeceğim; mademki Müslüman kadıları ortadan kalkıyor,
ibadın şeriat umurunu Hristiyan papasları görsün
Padişah güldü, ve bir
cücenin hokkabazlığı seksen kadıyı diri diri yanmaktan kurtardı.
Fatih, İstanbul’u alınca
ulema efendiler: «Duamızın berekâtiyle bu büyük fetih müyesser oldu.» dediler. Ulema aslan payını kendilerine ayırmak
istiyor. Fatih, duvarda asılı kılıcını gösterdi: «Bu âlet sizin
dualarınızdan keskin çıktı.» Padişah,
aslan payını kendinde bırakmıştı!
Dördüncü Murad, Bursa
seyahatine giderken İzmitte kadıyı astırdı. Başta Şeyhislâm Ahîzade Hüseyin
Efendi olduğu halde ulema efendiler küplere bindiler. Bu hareket cinnetmiş ve
Padişahın hal’i lâzımmış. Anasından aldığı mektupla bunu öğrenen Padişah,
Bursa’daki eğlencelerini bırakarak, karadan, yıldırım gibi maiyyet atlılarını
yollara dökerek, tozu dumana katıp İstanbula geldi. Daha Üsküdarda iken
şeyhislâmın hemen bir gemiye atılarak Kıbrıs’a nefyini irade etti.
Saraya geldikten sonra
hiddeti artan Padişah, sadece nefiyle iktifa ettiğine pişman, arkadan bir gemi
sevketti. Şeyhislâm gemisi Boğazdan önce yakalanırsa geri getirilecek. Hükümdar
da karadan hareket eder. Meğer havasızlıktan Şeyhislâmı götüren gemi
Küçükçekmece önünde kalmış. Padişah, onu karaya çıkarttı. Hemen orada kellesini
kestirterek gusülsüz namazsız kumlara gömdürdü. Kimse ağzını açamamıştı.
Bunlar birinci saltanatın
İkinciye silleleri, bir de ulema saltanatının hükümdarlara kafa tutuşu var:
Viyana bozgunundan sonraki karagünler içindeyiz.
Dördüncü Mehmed boyuna
adam kestiriyor, serdar azlinden, vezir kellesi uçurmaktan başka tedbir yok.
Padişah Edirnede, hep şeyhislâm ve iki kazaskerle müşaverededir. Cephe işleri
din kuvvetiyle halledilecek: Buna karşı, Üç Şerefeli camiinde padişah emriyle
va’za memur olan, Atpazarlı Seyid Osman Efendi bile açtı ağzını; yumdu
gözünü:
«Şeyhislâmla,
kazaskerlerle müşavereden ne gelür?
Anlara
din babından sual sorarlarsa cevap verebilürler ve illâ düşman ahvalin serhad
ve ocak pirlerinden sual etmek gerek.»
Ve
Hoca Efendi kendini de misal getirdi:
«Ben
de bu din adamlarından biri değil miyim? Halbuki ata binsem Sırık meydanından
geçinceye kadar otuz kere düşerim.»
Din ile dünya işlerini
ayıran bu doğru sözlü hocayı ancak memleketi olan Şumnu’ya yollamaktan başka
bir şey yapamadılar.
Yine Avcı Mehmed Davudpaşa
sarayındadır. Bu saray yalnız taştan ve demirden yapılmıştı,, hiç tahta
kullanılmıyan bu sarayda yangın korkusu yoktu. Budin’in düştüğü sıralar; herkes
kan ağlıyor, hükümdar hep av peşinde. Hacı Evhad Şeyhi Hüseyin Efendiye,
Davudpaşa camiine gelip va’zetmesi için irade çıktı. İradeyi söyliyen memura
şeyh, bütün cemaat huzurunda dedi ki:
Vaiz
istiyen, herkes gibi İstanbul’a gelip, -camide meclisimize- hazır olur. Biz
anda varmağa memur değiliz. Bunda gelsünler. Hak kelâmı onun bir kulağından
girer, öbür kulağından çıkar. Nasihat kabul etmiyen adamın ayağına varmak caiz
değildir!
İradeyi söyliyen adama
bunları aynen padişaha söyliyeceğine yemin ettirdi, o da olduğu gibi bu sözleri
hünkâra söyledi. Padişahın sadece hatırı kırılmıştı, başka bir şey yapamadılar
Carra de Vaux der ki: «İbni Sina’dan sonra
İslâm felsefesi dona kaldı; İmam Gazali felsefeye saldırmak için karşısında
diri kimse bulamayınca kendisinden bir asır evvel ölmüş olan İbni Sina’ya
hücum etti.» Bu tabiîydi, felsefenin yaratıcılığı İbni Sina’da tecessüm
etmişti. İmam Gazalî’den sonra felsefeye, yâni Fârabî’lere ve İbni Sina’lara
yaklaşmak küfre baş vurmak gibiydi. Felsefe dondu ve zekânın yaratıcılığı
kapandı.
Yine Carra de Vaux der
ki:. «Gazalî’den sonra da. İslâm kelâmcılığına bir sükût ve durgunluk geldi
ve İbni Sina’nın felsefede uğradığına İmam Gazali de kelâmda uğradı.» Bu da
tabiîydi. Gazali, İslâm kelâmcılılığını akıl ve mantıkla da perçinliyerek ehli
sünnete bütün delilini vermiş, kendisine' «Hüccet-ül-islâm» denmişti. Gazalî
«hikmet» le «şeriat» i, yâni dinle felsefeyi, imanla aklı telif etmişti.
Gazalî’den sonra nakil akla galebe çalmağa başladı.
Fakat İslâmda rasyonalizm
tabiî birdenbire sönüp gitmedi. Allâme Adüddin’in «Mevakıf» ı, Seyid Şerif
Cürcanî’nin o eseri şerhi; ve Kadı Beyzavî, Kutbüddin Râzi, Sadeddin Teftazahî
gibi âlimler İslâm kelâmcılığına tekrar rasyonalizmi getiriyorlardı. Fatih’in
«Semaniye» medreselerinde «Haşiye-i Tecrit», «Şerh-i Mevakıf» gibi hikmetle
şer’i telif eden eserler tedris olunurdu. «Sonradan gelenler bu dersler
felsefiyattır deyu kaldırıp Hedaya ve Ekmel gibi dersleri okumayı daha makûl
gördüler.»
Fatih’in Semaniye
medreseleri dört dereceydi: İptidayi hariç, iptidayi dahil, musıle, sahn.
Bunlar ilk, orta, lise ve üniversiteye mukabildir. Sahn üniversitesi sekiz
fakülteye ayrılmıştı. Kanunî zamanında bunlara «Süleymaniye» medreseleri de
ilâve edildi. .Bunlar, hadîs, tıb, riyaziye, tabiiye diye dört ihtisas şubesine
ayrılmıştı. Bu medreseleri bitirenler önce «mülâzım», sonra «müderris», sonra
da «Kudvet-ül-ulema» olurlardı. Bunların frenklerdeki mukabilleri sırasiyle
şunlardır: Licencier, Bachelier, Docteur. Bizim liselerdeki fen ve edebiyat
şubeleri gibi «iptidayi dahil» den sonra fen ve riyaziye salikleri Süleymaniye
musılelerine, kelâm ve debiyat salikleri de Fatih musılelerine kaydolunurlardı
,
16 nci asrın birinci
çeyreği içinde, yüz binlik orduların yüzlerce ağır topla beraber, sadece on iki
yılda, İstanbuldan Tebriz’e, Tebriz’den Kahire’ye, Kahireden BudaPeşteye
gidişleri, bu ordular yalnız ayakla değil, o medreselerden gelen irfanla
gidiyorlardı.
Fakat daha 17 nci asırda
Semaniye ve Süleymaniye medreselerinin müspet ve aklî ilimlerini tedris edecek
değil, anlayacak insan kalmamıştı.
«Artık Anadolu’da ilim pazarına
kesat gelip ehli inkıraza yüz tutmakla Kürt diyarından cahil müptediler gelip
büyük tafra satar oldular.»
Not: [Kürt karakterinin
bir durumu ki, o gün gelip ilmi
dünyamızı perişan olmasına yardım ettiler, şimdide T.C. Devletinin yıkılmasına
önayak olmaya çalışıyorlar. İhramcızâde İsmail Hakkı]
Aklî ilimde akıl yok
sadece nakil, yâni sadece taklid var. «Lâkin nice zihinleri boş
"kimseler mahza taş gibi mahzı taklit ile donup kaldı.» Aklî ilimler, «bunları
felsefe ilimleri deyu zemme müptelâ olup yeri göğü bilmez cahiller âlim geçindiler.
Ve yere göğe bakmayı öküz gibi gözle bakmak sandılar.»
Mazimizin en müsbet kafası
ve Avrupalılarca da en büyük şöhretimiz olan koca Kâtip Çelebi,
medreselerimizin bu seviyyeye düşmesinden dolayı işte böyle acı acı, fakat
doğru doğru söylendi. Bir 16 nci asırdaki Süleymaniye medreselerini düşününüz,
bir de bir asır sonra Kâtip Çelebi’nin anlattığı medreseleri göz önüne
getiriniz: Bir asrın iki ucunda medresenin dirisiyle ölüsü sallanıyor!
Medrese ve ulemanın
seviyyesi böyle, ya seciyyesi? Kafa öyle olunca ahlâk nasıl olur, ulema
efendiler ancak kendilerine dokunulduğu zaman galeyan ediyorlar. Sultan deli
Mustafa zamanı. Sadrazam Mürre Hüseyin Paşa da yarı deli. Bir kadıyı dövdürür.
Bütün ulema ayaklanırlar. Fatih camii avlusunda toplandılar. Hüseyin Paşa zaten
Mısır Beylerbeyi iken küfre delâlet edecek bazı sözler söylemiş. Öyleyse idamı
caiz. Mahşer halindeki ulema umumî bir gülbankla idam fetvası verdiler:
— «Vezir gelsün, hükm-ü
şer’î icra olunsun!» Vezir bir müfreze yeniçeri gönderdi. Camiin dışını içini
dolduran o kavuk mahşeri çil yavrusu gibi dağılıvermiştir!
Budin düştü; uzun seferler
dolayısıyla hazine tamtakır. Yeni varidat aranırken ulemadan da «İmdadiye»
namiyle akçe istendi. «Vay, eski köye yeni âdet mi girdi?» Bütün ulema
toplandılar. Alay Köşkü karşısındaki Mirî Saray, yâni Babıâli, yine mahşer gibi
sarıkla doldu. Sadaret Kaymakamı: «Padişahımız herbirinizin haline ve
varidatına göre bir miktar akçe talep eder, ne dersiniz?» deyince, eski
Rumeli Kazaskerlerinden Hâmi Efendi açtı ağzını yumdu gözünü; Padişah ta Alay
Köşkündedir, kulaklarıyla dinliyor:
Kırk
yıldır padişahlık ediyor, bugünleri düşünüpte imsak edeydi, bu ane değin
ulemaya böyle teklif olmamıştır. Artık kitaplarımızı ateşe yakmak iktiza
eyledi. Kâfir kâfirken papazına ikram eder. Biz ikramdan geçtik, fakat bize bu
cevir ne oluyor?»
Not: Eğitimdeki dengeyi bulmak
gerekiyor. Devletin ve milletin selametini düşünecek kafa yapısıyla eğitilmeyen
hocalar/muallimler, devlet zayıf düştüğünde düşmana/teröre yardım ederler.
Birkaç ay önce akademisyenlerin topluca teröre destek verdikleri bildiriyi
hatırlayalım. İhramcızâde İsmail Hakkı
Sh:413-418
Kaynak: İSMAİL HABİB,
Avrupa Edebiyatı Ve Biz Gârpten Tercümeler Birinci Cild, Remzi Kitabevi,
1940, İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar