Print Friendly and PDF

YÂR’DAN YÂRİME SUALLER

Bunlarada Bakarsınız








Hakk’ın kullarını bâzı kul eyler,
Anı kul eylemez yine ol eyler.

Alan veren O dur bâzâr içinde,
Kimin bây ve kimini yoksul eyler.

…..

Bu sözün Yunus’u Mısrî değildir,
Lûgaz bunda muammâsın ol eyler.

Bilmem ki kaç zamandır, ağlarım.
Yalnızlıktan usandım diyemem, kul için yalnızlık olmaz.
Allah Teâlâ’m acizliğim içinde kavrulan sinemi yakan sorularım var, derdimi açacak bir dostun yok mu, diye yalvarıp dururken, günü geldi eşiğine toprak olduğum Efendime  sordum dedim ki:
Ey güzel can dostum. Kardeşim!
Allah Teâlâ’m buyurdu ki, “Ben kulun beni düşündüğü gibiyim. Dilediği gibi düşünsün” (Buhari, Tevhid, 15; Müslim, Dua ve Zikir, 21.)
Bunun manası, âlemleri yaratan olduğum halde kulumun seviyesine inerim, kulumla sevinir, kulumla üzülürüm. Bilemediği yerden ona tecelli etmem. Ben beraberim.
Benim derdim kulumdur, kendisinden tecelli ederim ki, varlığım Onunla bilinsin..
Devan ben, derdim sen; bazen sen devâ ben derdin olurum.
Hâkimest yefalullah-ı mâyeşâ
O zi ayn-ı derd engîzed deva

“Allah Teâlâ hâkimdir, istediğini yapar; o, derdin içinden deva çıkarır” (AYVERDİ, Sâmiha, Âbide Şahsiyetler, İst. 1976, s.10)
Kendi zatımda kendimi bildiğim halde, kulum benim her şeyim,  demek istemiştir.

Ey kardeşim!
Eğer nefis olmasaydı teklifin bir manası kalmazdı ki. Bazen kendine pay çıkardığın zamanlar oluyor. Bu olmalı. Bu nefsinde Allah Teâlâ’nın tam olarak tecelli ettiği zamana tesadüf eder.  Bu hal çok uzun süreli değildir. Çünkü nefsin hemen bunu anlar. Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem buyurmadı mı
“Bu din, çok sağlamdır. Onunla, yumuşak bir tarzda uğraş; Allah’a ibâdeti, nefsine nefret ettirme. Zîrâ bineğini yoran insan, ne yol alabilir, ne de bir binek bırakır”. Şihabu’l Ahbâr- (720) 
Eğer halin hep acizliğini korusa idi kendine gelemeyen sarhoşlar gibi her şeyi bırakıp giderdin.  Kıyamet günü Hz. Şeyh Abdülkadir Geylâni kuddise sırruhu'l-âlî Efendim niyaz etti ki,
“Ya Rabbî hesap günü beni kör haşr eyle ki, beni iyi bilen dostların önünde mahcup olmayayım. Onlar beni görsünler, fakat ben onları görmeyeyim” dedi. Hazret kul olmanın acizliğini kabul ettiğini belirtiyor. Yüce dostların bu denli korktuğu yerde bize de korku gelebilir. Bu nedenle biz büyüklerimizin sepetine girmeyi bugünden kabul ederiz. Sepetin içinde çürük sağlam aranmaz.
“Birgün dervişin [ihvan] biri Sivaslı İhramcızâde İsmail Hakkı Toprak kuddise sırruhu'l-âlî Efendi Hazretlerine gelmiş demiş ki
“ Bu tarikat dersini geri alın. Ben yapamıyorum” 
Bunun üzerine şefkatinden Efendi Hazretleri buyurur ki;
“Gardaşım! Bugün misafirimiz ol yarın düşünürüz” Bunun üzerine adam o Sivas’taki Çorapçı Hanı’nda kalmış ve o gece bir rüya görmüştür. Rüyasında kıyamet kopmuş. Sırat köprüsü kurulmuştur. İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi Hazretleri kolunda bir sepet ile Sırat Köprüsünü geçip öbür tarafa vardıklarında sepeti ters çevirip içindekileri dökmüş. Adam bakmış ki, sepetten dökülenler hep ihvan arkadaşlarıdır. Ertesi gün özür dilemek için Efendi Hazretlerinin yanına geldiğinde, buyurur ki;
“Ne o Gardaş, sen de mi, sepete girmeye geldin” Adam Efendi Hazretlerinin elini öperek özür dilemiştir.
Allah Teâlâ ve dostları bir kere kabul ettiler mi, daha bırakırlar mı?

Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem Efendimiz kulluğumuzun durumunu açıklarken :
"Ben de sizin gibi beşerim" ve "Ben beşerin gazab ettiği (öfkelendiği, kızdığı) gibi gazab ederim" (kızarım, öfkelenirim), ile açık kapıları göstermiştir. Daha sonra;
“Eğer siz, hiç günah işlememiş olsanız, Allah, günah işleyen bir topluluk getirip, onların günahlarını bağışlar, sonra da onları cennete koyar”. Şihab (869)

Eğer biz günah işlemese idik, Allah Teâlâ neyi affedecek, neden dolayı sevinecekti. Bizim günah işleyeceğimizi/hata yapacağımızı nefsimize uyacağımız zaten biliyordu. O bizim günahımızdan rahatsız değildir. Neyzen Tevfik kaddese’llâhü sırrahu Efendim buyurdular ki;

Yazılmış alnına fa´ilin her ne ise reddi nâ-kabul
Hüner bu defteri almalı, hoşça dürmektir
Musaddaktır bu dava ta ezelden mühr-i hikmette
Cihana gelmekten maksat bu tatbikatı görmektir.

Allah Teâlâ’nın muradı bizden önce geliyor ve hata işlememiz ile
bizi affederek seviniyorsa,
günah benim olsun,
demek güzel bir şey değil midir?

Şeyh Galib kuddise sırruhu’l-azîz buyurdular.

Tedbîrini terk eyle, takdir Hudâ’nındır.
Sen yoksun o benlikler hep vehm-ü gümânındır.
Birden bire bul aşkı bu tühfe bulanındır
Devrân olalı devrân Erbâb-ı safânındır.
Âşıkta keder neyler gam halk-ı cihânındır



Atâi kuddise sırruhu'l-âlî Efendim buyurdular ki: “Taat ve ibadetine senden kaynaklandığı için sevinme. Ancak Allah Teâlâ’nın lütuf ve hediyesi olarak senden sudur ettiği için sevin,  "de ki bu Allah Teâlâ’nın fazlı ve rahmeti sebebiyledir. İşte bununla sevinsinler"  
Kulluk demek noksanlığını idrak edebilmektir. Bunu bildinse, her şey senin için tamam olmuş demektir. Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem buyurdular ki:

“Eğer hiç günah işlemeseniz, şahsen ben, sizin, bundan daha beter bir günah işlemenizden korkarım; o da, kendini beğenmişliktir, kendini beğenmedir”. Şihab (870)

Ey Can Kardeşim!
Sana sorduran yine odur. Sormak için bilmek gerekir. Onu tanımaya başladıkça sormaya başlarsın. Asıl sormayı bıraktığın zaman sıkıntın var demektir. Soran mahcuptur. Mahcup olan, Allah Teâlâ katında değerlidir.
Atâi Efendim “Kendisine Tevazu isnat eden kişi hakikatte kibirlidir. Çünkü tevazu yükseklikten iniştir. O halde mütevazı olduğunu iddia ettiğin zaman kibirlisin demektir.”
Sen sor sorgula ki, gururun kırılsın, varlığın elinden alınsın.

Pirim, sulanım Hazreti Niyazi kuddise sırruhu'l-âlî Efendim buyurdu ki:
[Şöyle ki: Allah Teâlâ mahlûkatı yaratmış, her şeyi tam yerli yerince koymuştur.
Bir kul, Allah Teâlâ’nın fiillerinden kendi ilmine, zevkine ve tab’ına aykırı olan bir şeyi sormak isterse Allah Teâlâ onun basiret gözünü açar ve kul Allah Teâlâ’nın o şeydeki hikmetini görür. Bu suretle kul, zaruri olarak kalbinden niçin, nasıl sorularını çıkarır ve artık ondan hayret etmez. Onu yerine layık görür. Artık hiç bir şeyin sinek kanadı kadar fazla yahut eksik tarafını dahi Rabb’ına sormayı kendine yakıştıramaz. Elbette bir hastalığın, bir kusurun, bir eksikliğin, bir fakirliğin, bir zararın, bir cehlin, bir küfrün kaldırılmasını doğru bulmaz. Allah Teâlâ’nın insanlara ezelde taksim ettiği rızkı, eceli, kudreti, aczi, taati ve masiyeti değiştirmeyi istemez. Eşyayı olduğu gibi görür. [kendini tanır] Bunların hepsini, içinde hiç zulüm olmayan, sırf adalet ve eksiksiz sırf kemal, hiç bozukluğu, eğriliği büğrülüğü olmayan tam doğru kabul eder. Her şer zannettiğinin altında bir hayır vardır ve her zarar sandığı şeyin sonunda bir fayda vardır. Bir zaman zulmetin kapladığı bir şeyi, başka bir zaman nur kaplar. Allah Teâlâ cömert, kerim ve merhametlidir. Yaratıklarına asla cimrilik etmez. Onların yararına olan bir şeyi kendine alıkoymaz. İşte bu, ikinci bir soru daha meydana çıkarır ki keşf erbabı bunu sormaktan ve buna cevap vermekten menedilmişler, bilginler bunda hayrete düşmüşlerdir.
“Bizi buna ileten Allah’a hamdolsun. Allah bize hidayet etmeseydi, biz hidayete eremezdik.”  (A’raf, 43)- (ATEŞ, 1971), İrfan sofraları-Onuncu sofra

Ey Canım Kardeşim!
Allah Teâlâ’ya giden yollar nefesler/nefisler sayısıncadır, denilir. Sonsuzluğun olduğu bir zâta ulaşmada sakin kalmak durmak demektir.  Durmak seyr-u sülükte yoktur. Kendini bulana kadar devam edeceksin. Kuddise sırruhu'l-âlî Ziya Baba’m buyurdu ki;

Âşık özün bilmeyince
Bilebilir mi kendini
Emmâreden geçmeyince
Bilebilir mi kendini
*
Kuyûdâtı terketmeden
Zühd ü tâatdan geçmeden
Vahdet şarabın içmeden
Bilebilir mi kendini
*
Âşk bahrine dalmayınca
Rehberini bulmayınca
Mürşid pendin tutmayınca
Bilebilir mi kendini
*
Hak yoluna varmayanlar
Nasibini almayanlar
Hakk’ı ayân görmeyenler
Bilebilir mi kendini
*
Ne var onsekiz bin âlem
Bir fazla vücûd-i Âdem
Bilmeyen bunu dem-â-dem
Bilebilir mi kendini
*
Abdal Ziya aç can gözün
Ki zât-ı mutlaktır özün
Tanımayanlar Hak yüzün
Bilebilir mi kendini


Pirim Hazret-i Niyazî-i Mısrî kuddise sırruhu'l-âlî Efendi On Birinci Sofrasından hisse çıkarabiliriz.
Bin altmış yedi senesi Rebiu'l-ahir sonlarında bir gün kulların çokluğunu, fakat abidlerin azlığını, zahidlerin nadir olduğunu, ariflerin de yani ariflerden Allah Teâlâ'ya yaklaştırılmış olanların azdan az olduğunu; çoğunluğu fasıkların, asilerin ve kafirlerin teşkil ettiğini ve bana göre bunların Allah Teâlâ'nın rahmetinden uzak bulunduğunu düşünüyor ve kendi kendime diyordum ki: "Acaba bu çoğunluğun hali ne olacak? Biz iyi biliyoruz ki Yüce Allah Erhamürrahimin'dir.  " Bunun sırrının, Allah tarafından açılması için kalbimin burçlarında dolaşıyordum.  Birden bana iki kanatlı büyük bir kapı açıldı.  Kanatlarından birine şöyle yazılmıştı: "Bu, dünyanın sırrıdır.  " ötekine de: "Bu, ahiretin sırrıdır.  " yazılı idi.  Kapının hemen ardında güzel yüzlü, mütenasip endamlı, yüzünün nurundan Güneşin utandığı bir genç gördüm.  Bana dedi ki: "Sana dünya ve ahiretin sırrı açıldı.  Üzerindeki beşeri elbiseyi, ve izafi varlığı (vücudu) at, kapıdan içeri gir.  Tuhaf bir şey göreceksin ve sana ledünni ilimler açılacak, Yüce Allah'a yakın ve uzak olanı bilecek ve dertlerden kurtulacaksın.  " Çıkardım ve kapıdan içeri girdim.  Bana nurani bir elbise giydirdi.  Bir de baktım ki ilmim ve anlayışım, kulağım, gözüm bütün iç ve dış duyularım başka bir ilme, başka bir anlayışa, başka bir kulağa, göze ve yeteneklere değişti.  Günüm,  "Arzın başka bir arza, göklerin başka göklere değişip herkesin tek kahredici Allah'ın huzurunda duracağı gün" oldu.  Ve: "O'nun vechinden başka her şey helak olacaktır.  " ayetinin manası meydana çıktı.  Bildim ki Rabbımın bana giydirdiği elbise, Hakani varlıktır.  Sonra o halimle yaratılmışlara baktım.  Gördüm ki benim zannımda abid, zahid, veliyyullah olanların çoğu Allah'tan ve O'nun rahmetinden uzaktır.  Onunla Allah arasında gösterişten, işittirmeden, kendini beğendirmeden, nefsini temize çıkarmadan, böbürlenmeden, kendi nefsi yahut insanlar hakkında Allah'a kötü zan taşımaktan, ya da zahiren kendinden aşağı olana hakaret gözüyle bakmaktan meydana gelen bir perde vardır.  Halbuki kendisi iyi yaptığını sanıyor.  Ve zannımda fasık, asi, riyakar, sapkın, bid'atçi, mülhid, zındık olanların çoğunu da Allah'a yakın, Allah'ın dostu, O'nun sevgilisi gördüm.  Bunlar, kalblerinde bulunan üzüntü, zillet, hulus, Allah'ı bilme kendi nefsi ve diğer kullar hakkında Allah'a iyi zan besleme, herkese tevazu gösterme gibi sebeplerden bir sebeple Allah'a yaklaşmışlardı.  Ve gördüm ki uzaklaştırıcı sebeplerin en kuvvetlisi kibir ve şöhret; Allah'a yaklaştırıcı sebeplerin en kuvvetlisi de tevazu, ve mahviyettir.  Aslında yakınlık ve uzaklık varlığı olmayan mevhum şeylerdir ya.  Sonra bana: "Benim velilerim, benim kubbelerim altındadır, onları benden başka kimse bilmez.  " Kudsi Hadisinin sırrı açıldı.  Allah Teala'nın örtüsüyle ayıp kubbelerinin altında gizli olan velileri kimse bilmez.  Bunları, izafi varlığı atanlar bilirler.  Peygamber salla’llâhu aleyhi ve sellem Efendimiz buyurmuştur: "Varlığın öyle bir günahtır ki onunla hiçbir günah mukayese edilmez.  "
Sonra Hakkani vücudu giydim,  ve öylece ikinci defa halka baktım.  Bu defa bütün mahlukatı Yüce Allah'a yakın gördüm.  Gözüm önceki bakışında aldanmış olduğundan üzüntü içerisinde bana döndü.  İmam Şatıbi bu görüş makamında bir beyit söylemiş:
"Bütün insanlar mevla sayılır; Çünkü Allah'ın kazasına göre bir iş yapıyorlar.  "
Sonra bana daha başka sırlar ve bilgiler de açıldı ki onları ifşa etmek helal değildir.  İşte o vakitten beri o görüş ve o varlık benden hiç gitmedi.  Evvel ve ahir Allah'a hamdolsun. 
İnsan küçüklüğünü bildikçe bu halden azade olur. Hep aynı kurnadan içmiyor muyuz. Dualarımız biribirimizindir. Sonra kabul olmayan dua yoktur. Ancak beşer olduğumuz için korku ve ümit bizi rahmetinin sonucu olarak heyecan içinde bırakır.
“Allah Teâlâ duâda ısrâr edenleri sever.” [Suyuti, Camiü’s-Sağîr, 2, 1876]
“Israrla talepte bulunduğun halde duânın kabulünün ge­cikmesinden ötürü bana icabet edilmedi diye umutsuzluğa karamsarlığa düşme. Çünkü Allah Teâlâ vereceğine kefil olmuştur. Ancak senin ken­dine seçtiğini değil sana uygun olanı dilemiştir. Ve senin istediğin zamanda değil, kendi istediği zamanda sana verir.

Ey Kardeşim, Zaman içinde bir an onlara yöneldiğinde onlar seni bırakırlar mı. Daha bahsettiğimiz bir mesele vardı. Onları tekrar edelim.
İstanbul’da Koca Mustafa Paşa civarında bir berber var imiş. Bu zat, müslüman ve muvahhit, beş vakit namazındadır. Lâkin öyle dervişliği olmayıp ancak Pîrân-ı İzâm kaddesallâhu esrârahum Hazretlerinin ism-i şerifleri zikr ve söylenince, elinde her ne var ise, derhal yere bırakıp baş kesip
“Kaddesallâhu sırrahu’1-azîz” der imiş. Bunun bu hâli insanlar arasında meşhur olmuş. Meselâ bir adamı tıraş eder iken, diğer adam tarafından
“Ya Hazret-i Mevlânâ!” denir imiş. O berber derhâl elindeki usturayı yere bırakıp baş kesip “Kaddesallâhu sırrahu’1-azîz” der imiş. Tekrar usturayı alıp meşgul olurmuş. Bu sefer de diğer adam tarafından
“Ya Hazret-i Abdülkâdir Geylânî!” de­nir imiş. Yine derhal elinden usturayı bırakıp anlatıldığı şekilde takdis eder imiş. Yine tıraşa meşgul olup bu sefer de diğer adam tarafından
“Ya Hazret-i Ahmed er-Rufaî!” denir imiş. Yine berber elinden usturayı bırakıp
 “Kaddesallâhu sırrahu’1-azîz” der imiş. O tıraş olan adam da başı açık öylece bekler imiş ve ara sıra bunlara rica eder imiş ki,
“Canım biraderler, etmeyin, bırakın şu adamın yakasını tıraş olayım” der imiş.
İşte bu berberin hâli böyle imiş. Bir zaman sonra berberin eceli gelip Hakk’a yürümüş. Bu zatı götürüp defnetmişler. O gece ahbablarından bir zat bu berberi rüyasında görmüş. Sual etmiş ki,
“Birader nasıl ettin, münker ve nekir meleklerinin sualine cevap verebildin mi?” O berber, bu adama demiş ki,
“Vallahi birader, bir acep hâl oldu, münker ve nekir melekleri ile beraber on iki kimse hazır oldular, lâkin bunlar bildiklerim zatlar değildir. Yüzleri şems gibi parlar; hiçbir adam erenlerin yüzlerine nazar edemez, gözleri kamaşır. Bunlar birbirleriyle mücadele ederler ki, münker ve nekir meleklerinin sualine cevap ben vereceğim diye. Diğeri der ki, yok ben vereceğim, öbürüsü der ki, yok ben vereceğim. İşte bu mücadele ile hepsi sorulara cevap verdiler. Sonra bunlardan sual ettim ki,
“Siz kimsiniz?” Onlar buyurdular ki,
“Biz on iki tarîkin pirleriyiz. Sen dünyada iken, bizim ismimiz zikr ve anıldıkça, bize tazim edip takdis eder idin, işte ona mukabil biz de bu günde sana imdat ettik” buyurup gittiler” diye berber olan zat o ahbabına söylemiş olduğunu ertesi günü o zat, berberin ahbaplarına böylece söyleyip müjde vermiştir. rahmetullâhi aleyhi.
**
Hazret-i Mevlânâ kaddesallâhu sırrahu’1-azîz Efendimizin hayâtında Mevlevî fukarasından bir zat, bir sefer esnâsında gider iken haramiler gelip bu dervişi soymuşlar, kamilen elbiselerini ve akçesini almışlar. O haramilerden birisi de başında olan sikke-i şerifi alıp kendi başına koyup alay yolu ile;
“Ne tuhaf külah!” demiş. Bir müddet sonra çıkarıp dervişe vermiş.
Bir gün Hazret-i Mevlâna Efendimiz mürîdânına ders okutur iken murakabeye varmışlar. Bir müddet murakabede durup, sonra başını kaldırıp yine ders ile meşgul olmuşlar. Dersten sonra, bazı yakın müridler bu esrardan sual etmişler. Buyurmuşlar ki,
“Bir tarihte bizim fukaramızdan bir dervişi haramîler soymuş idiler. Onlardan birisi alay olsun diye bizim alâmet-i şerifimizi alıp başına koyup bir müddet başında kalmış ve sikkemiz altına girmiş idi. Şimdi o adam rûhunu teslim ediyor idi. Şeytan gelip onun imanını çalmaya çalışıp gayret ediyordu. Onun imanını koruyarak şeytanı uzaklaştırıp ve kovdum ve imanla ruhunu teslim etti. Zira ki, bizim alâmet-i şerifimizi az bir müddet başına koyup durdu, bize lâyık olan budur ki, o zamanda ona imdat edelim” buyurmuşlardır.
( Aşçı İbrahim Dede, Aşçı Dede’nin Hatıraları, hzl. Mustafa KOÇ-Eyüb TANRIVERDİ, İstanbul, 2006, c. II, s.741–742)

Ancak Allah Teâlâ bizim dua etmemizi istiyor. Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem buyurdular ki;
“Allah nezdinde, duâ kadar makbûle geçen bir şey yoktur”. (751)
 “Rikkatli [kalbinizde incelik olduğu zaman] anlarınızda duâ etme fırsatını kaçırmayın; zirâ onlar, birer rahmettir”. (447) 

Biz Rabbimizin emrini yaparken, kalbimizin yönünü serbest bırakır, icabet konusunda ısrarcı olmayız.

“Kalbin üzülmesi nefse hoş gelir. Boş işlerle uğraşmakta ruha eziyettir.”
“Arifin kalbinde bir yer vardır ki, mesrur olmaz. Münafığın kalbinde bir yer vardır ki, mahzun olmaz.”
“Kalbin güzel duygularla dolu olan dünya ve ahirette mesut olur.” (Hacı Hasan Akyol; Tasavvurat-ı Hayriyyem)
 “Ey Hâlık-ı kâinat! İlticâgâhım ancak sensin.
Üzüntü ve sürûr zamanımda da sana yalvarırım.
Günahlarım büyüktür, fakat senin affın ondan daha büyük değil midir?
Münâcatımı işitiyorsun. Gönlümde muhabbetini eksik etme. Beni bin yıl ateşinde yaksan yine senden ümidimi kesmem.
Rehberim sen olursan, hiçbir vakitte gümrah (yolunu kaybetmiş, sapıtmış, azmış) olmam. Sen bana yol göstermezsen ilelebet dalâletten kurtulamam.”
“Yâ İlâhi!
En büyük korkum, beni kapından tard edecek olursan ne yapacağım.
Senin yükselttiğini kimse alçaltamaz.
Senin alçalttığını kimse yükseltemez.
Hâlik sensin, hakîm ve âlim olan sensin, ilmin her şeyi kaplamıştır, rahmetin her şeye şamildir.
Felâketzedelere yardım eden, musîbetzedelerin imdadına yetişen, kalbleri kırılanlara teselli veren Sensin.
Kullarına yardım için daima hazırsın.
Bütün esrar ve efkârı bilen Sensin.
Bütün nimetleri bahşedensin.
Fakirlerin dostu sensin.
Sadıkların, tahirlerin [temizlerin]  yardımcısı sensin.
Yardımını isteyenlerin hepsine yardım edersin”
“Ya Rabbî!
Biz aciz, fakir, nakıs, zayıf ve fânî kullarınız.
Ebedî ve ezelî olan, zengin ve kudretli olan, rahîm ve alîm olan sensin.
Senin marifet ve muhabbet nurunu arıyoruz.
Muhabbet ve marifetini ihsan eylemeni;
Günahlarımızı affeylemeni niyaz ediyoruz.”



Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem “Ruhlar toplu ordulardır. Onlardan ezelde Allah Teâlâ yolunda birbiriyle tanışanlar anlaşır, Allah Teâlâ uğrunda tanışmayanlar ise dünyada zıtlaşırlar” (Buhari) buyurdu. Yollar, gönül makamında tekleşir. Sen, ben yoktur; beraber doğar, beraber ağlar, beraber güler, beraber ölürüz.
Seyyid Hasan Şazelî kaddese’llâhü sırrahu’l azîz aleyh bir duasında dedi ki;
"Ya Rabbi günahımızı sevdiğin kimsenin günahın­dan eyle.
Hasenatlarımızı da ona buğz ettiğin kimsenin hasenatından eyleme.
Çünkü buğz ettiğin kimsenin ha­senatı olmaz, sevdiğin kimsenin de günahı olmaz.
Her şey senin sevgine bağlıdır. Sevdiğin kimsenin zilleti, sevmediğin kimsenin izzeti olmaz. "

Sözü Ziya Baba’mla biterelim.

Bir garibim nideyim
Ben ağlarım yâr güler
Hâlim kime söyleyim
Ben ağlarım yâr güler
*
Yâd edin bu şaşkını
Olmuşum yâr düşkünü
Yollardayım kış günü
Ben ağlarım yâr güler
*
Menzil uzak, varılmaz
Yârin hâli sorulmaz
Yedi derya aşılmaz
Ben ağlarım yâr güler
*
Kuş olup kanat açsam
Yâr diyarına uçsam
Ol yâr ile kavuşsam
Ben ağlarım yâr güler
*
Rûz ü şeb inletirsin
Sözünü dinletirsin
Gelmeyip bekletirsin
Ben ağlarım yâr güler
*
Ne bostan ne bağım var
Ne şöhret ne nâmım var
Gurbette bir yârim var
Ben ağlarım yâr güler
*
Abdal Ziya iniler
Açmış tomurcuk güller
Bülbül ağlar gül güler
Ben ağlarım yâr güler


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar