Print Friendly and PDF

YENİ BAŞLAYANLAR İÇİN LACAN



(Orijinal kitap biraz resimli olunca kafada dağınıklık oluyor. Kaynağından hazırladığım yazı ile LACAN hakkında kafanızda bir yapı oluşacak zannediyorum. Okumanızı tavsiye ederim. hzl)
Darian LEADER, Judy GROVES
Çeviri: Gül Çağalı GÜVEN
Jacques Lacan, karmaşık fikirleri dolayısıyla önceleri kendini kabul ettirmekte zorluk çekmiş olsa da, büyük psikoanalitik varsayımcılar arasında artık Freud’un yanında yer almaya başlamıştır.

13 Nisan 1901’de doğan Jacques Marie Emile Lacan, Charles Ma- rie Alfred Lacan ile Emilie Philippine Marie Baudry’nin ilk çocuğuydu. Alfred Lacan, büyük bir taşra firmasının Paris’teki satış temsilcisiydi. Jacques’ın itibarlı bir Katolik okulu olan Stanislas Koleji’ne girmesi nedeniyle Montparnesse semtine taşınmalarından önce aile, du Beaumarchais Bulvarı’nda rahat koşullarda yaşıyordu.
Arkadaşlarının arasında fark edilen bir öğrenci olan Jacques, din-bilim ve Latince’de sivrildi, ilk gençlik yıllarında yatak odasının duvarlarını Spinoza’nın Ethicha, Ahlakbilim’inin kuruluş planıyla süsleyen Jacques, felsefeye büyük bir tutkuyla sarıldı. Spinoza’nın bu metnini ömrü boyunca sevecek ve tıp alanında hazırladığı doktora tezinin başında kullanacaktı.
**
Lacan, Spinoza’nın Etika’sının metin planını kurmakla uğraştığı sırada, Freud’un Viyana’daki muayenehanesinin duvarında onunla ilgili resimler asılıydı.
**
Lacan, tıp öğrenimine 1920’de başladı ve 1926’dan itibaren psikiyatride uzmanlaştı. Bu dönem boyunca Paris’te gerçeküstücü hareketi başlatan yazar, sanatçı ve entelektüellerden oluşan dünyanın etkin bir üyesiydi. Andre Gide ve Paul Claudel gibileriyle birlikte, Adrienne Monnier’nin Paris’in Sol Kıyısı’ndaki kitabevine sık sık gidiyordu. Onyedi yaşındayken James Joyce ile tanıştı.
Andre Breton ve Salvador Dali’nin arkadaşıydı ve sonraları Picasso’nun özel doktoru olacaktı; 1930’ların başından itibaren çeşitli Gerçeküstücü yayınlara katkıda bulundu.
Psikiyatrideki İlk Yılları
1926’dan itibaren St. Anne hastanesinde başladığı ve 1928’de Infermerie Speciale des Alienes de la Prefecture de Police’de sürdürdüğü internlük çalışmaları, Lacan’ın paranoya konusuna özel bir ilgi duymasına yol açtı. Daha sonraları şöyle söyleyecekti...
LACAN: Psikiyatrideki tek gerçek efendim, Gaetan Gatian de Clerambault idi.
**
Lacan “zihinsel otomatizm” kavramını geliştirdi. Bu kavram, devasız gibi görünen birçok delilik olgusunu, “dışarı”dan empoze edilen bir şey or­tak başlığı altında bir araya getiriyordu: Sözgelimi düşüncelerin yansısı ya da kişinin eylemlerine ilişkin bir yorum.
Öyleyse belirli bir psikoz biçimi, kişinin bir başlangıç içeriğinden yoksun olan bu unsurları nasıl anlamlandırdığı ile saptanabilirdi. Lacan bu kavramın, öznenin “bilinçli” denetiminin ötesindeki formel unsurları vurgulaması nedeniyle, çağdaş Fransız psikiyatrisini yapısal bir çözümleme yoluna soktuğunu söyleyecekti.
**
1932’de Lacan paranoya üzerine hazırladığı doktora tezini tamamladı; Kişilikle İlişkileri Çerçevesinde Paranoyak Psikoz başlıklı bu tez, Gerçeküstücüler’in birçoğunu derinden etkiledi.
**
Tez, Paris’in tanınmış aktrislerinden biri olan Huguette Duflos’yu bıçaklamaya teşebbüs eden ve yayınlamadığı romanlarından birinin kahramanının isminden dolayı Aimee olarak adlandırılan bir kadının ayrıntılı bir çözümlemesini içeriyordu. Olay, dönemin basın organlarında geniş bir biçimde yer almıştı; Lacan kadının görünüşte akıl dışı olan eyleminin ardındaki mantığı yavaş yavaş birleştirmeye çalıştı. Tezi, psikiyatrik çevreye yeni bir kavram soktu: Öz-Cezalandırıcı Paranoya . Lacan, Aimee’nin aktrise saldırırken aslında kendine saldırdığını ileri sürdü: Duflos, tam Aimee’nin olmak istediği özgür ve toplumsal saygınlığa sahip kadını temsil ediyordu.
İşkence düşüncelerinde, bu figürü kendisine ve küçük oğluna yönelik tehditlerin kaynağı olarak görüyordu. Dolayısıyla ideal imge, hem nefretinin hem de ilhamının kaynağıydı. Lacan burada özellikle paranoyada ortaya çıkabilecek imgeler ve kimlik düşünceleri arasındaki karmaşık ilişkiyle ilgileniyor­du. Sonunda yakalandığı ve hapse atıldığı zaman, Aimee cezanın bizzat eylemin gerçek kaynağı olduğunu farketti. Belirli bir düzeyde de olsa, anladı ki, cezanın gerçek hedefi kendisi idi.
**
Lacan’ın bu olayla ilgili çözümlemesi, daha sonraki çalışmalarının odağın oluşturacak birçok özellikler gösterir: Narsisizm, imge, ideal ile kişiliğin bedenin sınırları ötesine nasıl geçebildiği ve karmaşık bir toplumsal ağ içinde oluşabilmesi. Bir insanoğlunun kimliğinin bedenin biyolojik sınırlarının dışından unsurlar da içerebileceğini gayet iyi gösterecek şekilde, aktris Huguette Duflos, Aimee’nin kendisinin bir parçasını temsil ediyordu. Bir bakıma, Aimee’nin kimliği sözlük anlamıyla kendisinin dışına çıkmıştı.
**
Analiz Lacan tezini tamamlamasıyla hemen hemen aynı zamanda, Rudolph Loevvenstein’ın 1938’e dek sürecek olan analizine başladı. Loevvenstein, Freud’un öğrencisi Hans Sachs tarafından da analiz edilmişti.
**
Lacan, kendisini psikiyatri ve psikoanaliz alanında alışılmış çalışmalarla sınırlamak yerine, Kari Jaspers, G.VV.F. Hegel ve Martin Heidegger’in felsefi eserleri başta olmak üzere, çeşitli konularda yayınlanan eserleri okudu. Fransız entelektüel yaşamına damgasını vuran Georges Bataille, Raymond Aron, Pierre Klossovvski ve Raymond ûueneau’yla birlikte Alexandre Kojâve’nin verdiği Hegel seminerlerine katıldı.
Evlilik
Lacan, 1934’de cerrah arkadaşı Sylvain Blondin’in kızkardeşi olan MarieLouise Blondin’le evlendi. Bu evlilikten, 1934’de Caroline, 1939’da Thibaut ve 1940’da Sibylle olmak üzere, üç çocukları dünyaya geldi.
**
Marienbad Kongresi
Lacan, Uluslararası Psikoanaliz Birliği’nin yıllık kongrelerine ilk olarak 1936’da Marienbad’da katıldı. Burada “ayna evresi” tezini geliştirdi.
Ama verdiğim bildiri, Freud’un biyografi yazarı olan ve oturumu yöneten Ernest Jones tarafından yarıda kesildi. Bu bildirinin orijinal metni kaybolmuş durumdadır, fakat Lacan’ın bildirinin daha sonraki bir versiyonuyla birlikte, 1938’de Encyclopedie Française’e yazdığı aile üzerine o olağanüstü makale, tartışmayı açıkça ortaya koyar.
İnsanlar prematüre doğarlar. Kendi kendilerine kalsalar, büyük olasılıkla ölürlerdi. Daima çok erken doğarlar. Doğduklarında yürüyemezler ve konuşamazlar: Motor işlevlerinin çok kısıtlı bir bölümünde ustalık gösterirler ve biyolojik düzeydeki bütünlükleri ucu ucuna denebilecek düzeydedir.
Öyleyse bebek, bedeniyle olan ilişkisinde nasıl ustalaşır?
“Erken doğuma” verdiği tepki nedir?
Lacan’ın yanıtı, ayna evresi kuramındadır. Daha sonraki metinlerinde dikkatimizi taklitçilik olarak adlandırılan etolojik meraka çeker.
Böylece çubuk sineği, bir çubuk gibi görünmeyi seçebilir. Bu olgunun en yalın açıklaması, bunun hayvanı yırtıcı düşmanlara karşı korumasıdır. Gel-gelelim, birçok araştırmacı bir imgeyi ya da kılık değiştirmeyi benimseyen hayvanların, aynı şeyi yapmayanlar kadar sıklıkla düşmanlarına yem ola­bileceğini ortaya koymuştur.
ABD hükümeti 1930’ların başında, 60.000 kadar Nearctic kuşun midesini araştırarak, bu kuşların yuttuğu böceklerin sayısını belirlemek gibi olağanüstü geniş kapsamlı bir araştırma başlattı. Bu midelerde bulunan kendilerini kamufle eden böceklerin sayısı, dürüst türdeşlerinden hiç de az değildi.
LACAN: Korunma amacıyla taklitçilik sorununa evrimsel biyoloji de bir yanıt getiremiyorsa, nasıl bir açıklama bulabiliriz?
Maskeler, oyunlar ve insanın hayvanlar dünyasıyla ilişkisi temalarıyla bü­yülenmiş bir Fransız düşünürü olan Roger Caillois, organizmaların çev­relerinde tutsak edildikleri bir tür doğa yasası olduğunu ileri sürdü. Do­layısıyla bu organizmalar çevrelerindeki uzamın özelliklerini, söz gelimi renklerini alacaklardır.
Bir İmgede hapsolunmak
Lacan, bu tezi ayna evresi hakkındaki çalışmasında geliştirdi; hapsolunmak tezini çocuk psikolojisi ve toplumsal kuramla ilgili gözlemleriyle birleştirdi. Ve organizmanın dışsal bir imgede buna benzer bir biçimde imgelemsel düzeyde hapsolunduğunu ileri sürdü.
LACAN: Çocuk kendisi dışında bir imgeyle özdeşleşir, ister gerçek bir imge ister başka bir çocuğun imgesi olsun.
LACAN: (Çocuk der ki: Bu imgenin görünürde ki bütünselliği, bedenim üzerinde yeni bir ustalık ve edinmemi sağlıyormuş)
**
1938’de yazdığı ansiklopedi maddesinde, bu düşünce, çocuk davranışında bir tiranın sertliğinden tam tersi tutuma geçişi sağlayan o açıklanamaz salınımlara harika bir açıklama getirmek için kullanılır. Bunu iki birey arasındaki bir çelişkiye bağlamak yerine, Lacan bu olayda çocuk ile gözlemcinin, öteki tarafla özdeşleşme’den kaynaklanan içsel çelişkiden türediğini ileri sürer. Bu, çocukluğun tek bir enstantanes olmaktan çok, düzenleyici bir gelişme ilkesidir. Eğer kendim dışındaki bir imgeyle özdeşleşirsem, daha önce yapamadığım şeyleri yapabilirim.
**
Fakat bütün "bunların bir bedeli var. Eğer başka bir çocuğun yerine geçmişsem, ona vurulduğu zaman ben de ağlarım. Bir şey isterse, ben de isterim, çünkü onun yerin deyimdir. Kendimin dışında, bana temelden yabancı bir imgenin tuzağına düşmüş durumdayımdır.
Kişinin motor işlevlerinde ustalaşması ve insanın uzam ve hareket dünyasına girişi, bu yüzden temelli bir yabancılaşma pahasına gerçekleşebilir. Lacan, çocuğun imgede hapsolunması olgusunun altında yatan görsel alan ile ayna ilişkisinin önemini vurgulamak üzere, bu özdeşleşmenin gerçekleştiği kayda “imgelemsel” adını verir.
**
Lacan, imgedeki bu yabancılaşmanın egoyla nasıl örtüştüğünü gösterir: Ego, beden ve sinir sistemi bütünlüğünün başlangıçtaki eksikliğine dayanan yabancılaştırıcı bir özdeşleşmeyle yapılanır.
FREUD: Egonun oluşması için belirli bir “yeni zihinsel etkinliğin” gerçekleşmesi gerekir, ancak, bunun ne olduğunu bulamadım.
LACAN: Benim tezim, Freud’un Narsisizm üzerine 1914 tarihli ünlü makalesinde ortaya koyduğu soruya bir yanıt getirdi.
Eğer ego narsisizmin beşiği ise ve narsisizm yaşamın başlangıcından itibaren mevcut değilse, narsisizmin ortaya çıkması için olması gereken nedir?
Ayna evresiyle, Lacan bir yanıt bulmuştu.
**
Ego bütün ve tamamlanmış görünse bile, bunun ötesinde sadece parçalanmış, eşgüdümsüz beden vardır.
İşte bu yüzden ego, daima bütünün rahatsız edici eksikliklerini gizleyen akıl almaz bir araç olmuştur.
Bu ego kavramı Freud’un erken dönem düşüncelerinden bazılarını benimser.
**
Olumsuz halüsinasyon olarak adlandırılan olgu, Freud’un kafasını karıştırmıştı. Özneler hipnotize ediliyor ve kendilerine söz gelimi odada hiçbir eşya olmadığı söyleniyordu. Ardından aynı odanın en uzak köşesinden bir şey getirmeleri isteniyordu.
Kendilerine niçin o köşeye en kısa yoldan gitmek yerine, çok dikkatle' hazırlanmış bir yolu izleyerek gittikleri sorulduğunda -gerçekte odadaki eşyaya çarpmamak istedikleri halde-asılsız bazı cevaplar getiriyorlardı.
**
Başka bir deyişle, hipnotize edilen kişiler eylemlerini açıklarken, olayların gerçek durumlarını düzeltmek gibi bir işleve sahip olan rasyonalizasyonlar kullanıyorlardı. Diğer psikiyatristler egonun aldatıcı karakterini yalıtılmış haldeki olumsuz halüsinasyon bağlamında açıkladığı halde, Freud ve Lacan, bunu egonun bütün zamanlara ait temel karakteristiği olarak gördüler.
Tıpkı egonun ayna evresinde olduğu gibi, bunun amacı da sahte bir bütünlük ve tutarlılık görüntüsü vermektir.
Dolayısıyla egonun egemenliğinden kaynaklanan hem güvenilmez hem de ters yüz edilmiş malzeme analiz edilmelidir.
Analistin hastanın egosuyla bir ittifak yapma düşüncesine dayalı herhangi bir psikoanaliz kuramı, bu nedenle daha baştan sonuçsuz kalmaya mahkumdu. Tek sonucu karşılıklı bir aldatmaca olabilirdi.
**
Lacan’ın çalışmalarının bu ilk döneminde, insan tema’sı iki kutup arasında gidip gelir. Yabancılaşmakta olan imge ve parçalar halindeki gerçek beden. 1930’lar ile 1940’ların başlarındaki eserlerinde, Lacan sık sık klasik psikoanalitik komplekslerin altındaki parçalanmış beden imgelerinin varlığını göstermeye çalışır.
**
Parçalanma fantazisinin, şu çok ünlü iğdiş edilme fantazisinin altında bulunması mümkündür.
Paranoya’da, imge ve gerçekliğin “normal” yapılanma aşamalarında açıkça ortaya çıkan bir tür ayrışmaya tanık olabileceğimiz tezini geliştirdi.
**
Söz gelimi yansıtılmış imgeler, telepatik iletişim, gözlem ve dışsal eziyet motifleri paranoyada öylesine yaygındır ki, bu motiflerin egonun yapılanmasında temel yapı taşları olarak algılanması bile mümkündür. Ego kendimiz dışında bir imge üzerinde yapılanırsa, kimliğimiz bir yabancılaşma içinde gelişirse...
LACAN: Egonun gerçeği, tam anlamıyla dünyanın çözülmüş göründüğü ve kendimiz ile öteki arasındaki farkın temel bir soruya dönüştüğü bir delilikte gösterebilir kendini.
Başta Dali’ninkiler olmak üzere birçok sanat eseri bu düşünceyi yakalamaya çalışsa da, diğer insanlarla olan gündelik ilişkilerimizde bu ölçütlerin farkına varmayız.
Tamamlayıcı unsurları, yani dünyayla, deliliğin bize hatırlattığı şekildeki ilişkiyi oluşturan adımları, en açık biçimde paranoyada görebiliriz.
“Lacan’ın bu tarihteki imge kuramı genellikle gerçeküstücülüğün etkisiyle açıklanmakla birlikte, bu kuram Fransız psikiyatrisinde Joseph Capgras’ın eserleri gibi belirli akımların yanı sıra benimse­me, taklit etme ve imge sorunlarıyla ilgilenen psikiyatri düşünürle­rine de çok şey borçludur. Lacan, bunu öğretim hayatı -boyunca ye­niden formüle etmek üzere sık sık ayna evresi kavramına döndü. Bu kuram hiçbir zaman durağan kalmadı. Lacan’ın eserlerinde ay­na evresine ilişkin bir tek değil, birkaç kuram vardır.”
**
Fransa’nın Almanlarca işgali sırasında, Lacan Fransız ordusunda hizmet etmek üzere çağrıldı ve Paris’teki Valde-Grace askeri hastahanesinde görevledirildi. Lacan ile daha sonra evleneceği Sylvia Bataille (nee Maklâs) arasında bir ilişki başladı. Sylvia, 1933’den beri ayrı yaşıyor olmalarına karşın, yazar ve kuramcı Georges Bataille’in karısıydı.
Jean Renoir’ın filmlerinde oynadığı rollerle tanınıyordu; bunlar arasında belki de en ünlüsü Une Partie de Campagne’nın kadın kahramanıydı, işgal sırasında Lacan onu görmek için Paris’ten sık sık Güney Fransa’ya gitti ve 1941’de kızları Judith dünyaya geldi.
Lacan, savaş yıllarında hiçbir şey yayınlamamak kararını aldı. 1945’de, savaş sona erdikten sonra beş haftalık bir araştırma için, “İngiliz Psikiyatrisi ve Savaş” (1947) başlıklı makalesinde betimleyeceği bir seyahat yaptı. Bu makalede, savaş sırasında İngilizlere karşı özel bir hayranlık beslediğini ve İngiltere’de kaldığı sırada tanıştığı Wilfred Bion ile John Rickman’ın çalışmalarını incelediğini belirtiyordu.
Ordudaki uyumsuzlukların rehabilitasyonunda psikoanalitik düşünceleri kullanmaya çalıştılar.
Lacan, Bion ve Rickman’ın küçük gruplarla yaptıkları çalışmalarla özellikle ilgileniyordu. Bu gruplar, kendilerini özdeşleştirdikleri varsayılan otorite figürünün
1951’den itibaren Lacan, “Freud’a dönüş” zorunluluğunu dile getirdiği haftalık bir seminer dizisini başlattı.
LACAN: Freud’un çalışmalarında dile ve dilin işlevlerine sürekli yapılan göndermelere odaklanacak, dikkatli bir yeniden okuma yapılmasına taraftardım.
Düşlerin Yorumu, Proje (1895), Günlük Yaşamın Psikopatalojisi ile Şakalar ve Bilinç Dışıyla İlişkileri adlı eserlerin tümü, sözcükler arası çağrışımlardan belirtilerin kendi yapılarına kadar, temelde dilbilimsel nitelikteki operasyonları ele alıyorlardı.
Freud, “konuşmaya katılan belirtiler”’den daha 1895’de söz etmişti.
“Bir hasta, konuşmasının belli anlarında ansızın acıyaya kapılabilirdi.”
LACAN: Acı, bir şeylerin söylenmemiş kaldığını gösterebilirdi, bu, analistin yakalaması gereken bir mesaj gönderecek şekilde, fiziksel duyumların nasıl dilsel olabileceğini ortaya koyuyordu-.
Çocuk sahibi olmak isteyen bir kadın, bir setten atlarken kullandığı kelime “hamile olmak” ile aynı anlamı taşıyan “atlamak” sözcüğüdür. Bir erkeğin dikkatinin burnunda “parlama” olan kadınlara yönelmesi, Almancada “parlama” sözcüğü (Glanz) ile İngilizce “glance” (parlama) sözcüğü arasındaki sözel eşitliğe dayandırılabilir.
Bir nevroz tamamiyle kelimeler ve onlar arasındaki ilişkiler tarafından düzenlenebilir. Freud’un ele aldığı Fare Adam olayı, belirtilerden, zorlanmalardan ve eylemlerden oluşan kitlesel ağın nasıl Spielratte (kumarbaz), heiraten (evlenmek) ve raten (parçalar) sözcükleri arasındaki bağlantılara dayandığını gösterir. Sözcükler belirtilerin, yaşamın dokusunun ve insanoğullarının eziyetinin ta kendisi haline gelmişti.
Lacan’ın Freud’a dönüş programında hayati unsur, imleyen ve imlenen arasındaki farktır. İyi bilinen bir tanıma göre, bir imleyen (bir sözcük gibi) akustik bir imge, imlenen ise bir kavramdır. İmlenenin bir tür önceliği vardır ve imleyenleri imlenene ulaşmak için kullanırız: Ya da daha basit bir biçimde söylemek gerekirse, ne demek istediğimizi söylemek için... Bir sözcük bize anlama ulaşma olanağı verir. Sözcükten anlama giriş gayet basit görünüyor. Bir nesneyi isteyebiliriz. Dinleyici bizim demek istediğimizi anlayacak ve nesneyle yanıt verecektir. Dolayısıyla dil, bir diğerimizle iletişim kurmaya yarar. Anlamları ve niyetleri ortaya koymak için sözcükleri kullanırız.
Ama Lacan durumu daha farklı değerlendiriyordu, imleyen ve imlenen arasında bir şeffaflık olduğunu, sözcükten anlama kolay bir giriş bulunduğunu varsaymak bir yana, Lacan arada gerçek bir bariyer, bir direniş olduğunu ileri sürdü.
LACAN: Bir sözcük anlamını bu kadar basit bir şekilde ortaya koymaz. Daha çok, dilsel bir zincir içinde öteki sözcüklere götürür, tıpkı bir anlamın ötekilere götürmesi gibi.
Her ne kadar kendisi farkında olmasa bile, Fare Adam’ın rateni “parçalar” anlamına değil, heiraten ve spielratte gibi başka dilsel unsurlara işaret eder. Anlamlar grubu sözcükler arasındaki bağlantılar tarafından düzenlenir. Böylelikle imleyenin, psişik yaşamdaki maddi, sözel unsurun bir önceliği vardır.
Günümüzde oyuncuların bir sözcük ya da kavramın bir sonraki çağrışımını vermek zorunda oldukları bulmaca benzeri oyunlar bunu açıkça gösterir. Sözcükler, onları kullananların anlayışının ötesinde anlamlar üretir. Demek istediğiniz şey ile sözcüklerinizin dile getirdiği şey arasında fark vardır. Günlük yaşamın birbirini izleyen yanlış anlamalar ve özür dilemelerle dolu olmasının nedeni de budur.
**
LACAN: I. Elizabeth ölüm döşeğinde kafasına dokunduğu zaman, mesajı neydi? Bunun anlamı, veliahdının James olduğu muydu yoksa sadece başının ağrıdığını mı gösteriyordu?
LACAN: Bir jest bile bir imleyen olabilir.
Elizabeth’in jesti bir imleyene dönüşüyor. Bir şey demek istiyordu, bir anlam üretmişti, fakat tam olarak ne istediğinden emin olamıyoruz. İmleyenler, bilinç düzeyinde pek az ulaşabildiğimiz, ancak, yaşamlarımızı tümüyle etkileyen ağları oluştururlar. Dokusu simgesel olan imleyenler, dünyamızı düzenler.
**
1950’lerin başından itibaren Lacan, çalışmalarında bir çocuğun içine doğduğu toplumsal, kültürel, dilsel ağlar olarak anladığı simgeselin gücünü ve düzenleyici ilkesini gittikçe daha çok vurguladı. Bunlar bir çocuğun doğumunu önceler ki, Lacan bunu, dil, doğum anından önce buradadır diye açıklar. Bu noktada ailedeki toplumsal yapılar ve kuşkusuz anne babanın idealleri, amaçları ve geçmişleri rol oynar.
Bir çocuk henüz doğmadan önce, anne babalar onun hakkında konuşur­lar, bir isim seçerler, onun geleceğini çizerler. Bu dil dünyası, yeni doğan tarafından çok zor kavranabilirse de, çocuğun varlığının bütünü üzerinde etki yapacaktır.
Meryem’in: “Sanırım ona Mesih adını vereceğim” demesi.
**
Bu düşüncenin ayna evresi kuramı açısından apaçık bazı sonuçları vardır Eğer Lacan ilkin imgelemseI özdeşleşmeyi vurgulamışsa, artık onun simgesel yanını tartışıyordu. Eğer çocuk bir imge içinde ele geçiyorsa, özdeşleşme unsurları olarak anne babasının konuşmalarındaki imleyenler benimseyecekti. Bir anne bebeğini yansısını görmesi için kaldırdığında, şunları söyleyebilir:
“Tıpkı babana benziyorsun.”
Bütün bunlar, çocuğu bir çizgiye, simgesel bir evrene soktuğu için, simgesel konuşmalardır. Bebek, kendi imgesine sözcükler ve isimlerle dilsel temsilcilerle bağlanır. Oğluna sürekli olarak “Ne kötü bir çocuksun!” diyen bir anne, sonunda ya bir hayduda ya da bir azize kavuşabilir. Çocuğun kimliği, onun anne babasının sözcüklerini nasıl anlamlandırdığına bağlıdır.
Dolayısıyla, imgeyle özdeşleşmenin hem ötesinde, hem de bir anlamda öncesinde gerçekleşen bir özdeşleşme vardır: imleyen bir unsurla simgesel bir özdeşleşme.
**
LACAN. Eğer narsisizm kişinin kendi imgesiyle olan ilişkisiyle ilgiliyse, narsisizmin yalnız imgelemsel olmadığını fakat simgesel bir boyut da içerdiğini gösterir bu.
Lacan bunu, “mükemmel”, ya da sözlük anlamıyla “ideal” olan herhangi bir şeyi ifade etmeyen bir İdeal ile özdeşleşme olarak adlandırmaktadır. Bu ideal bilinçli değildir. Çocuk bir aile büyüğünün ya da üyesinin rolüne oynama kararını birdenbire almaz. Daha çok, bir çocukken duyduğu, bilinç dışı işaretlerin özünü oluşturan konuşmalarla varır bu karara. Bu özdeşleşmelerin varlığı klinik malzemelerden çıkarsanabilir. Analiz, merkezi özdeşleşmeleri, yani, öznenin nasıl olup da anne babanın öngörüsüne “dönüştüğü”nü ya da bir büyük anne babanın hatalarını nasıl olup da tekrarladığını ortaya koyacaktır. Bertrand Russell, günün birinde bir çekmecede, anne babası arasındaki flört dönemindeki ilişkileri anlatan babasının günlüğüne rastlayıp okuduğunda korkunç derecede sarsılmıştı.
**
Bu, bilinçli denetimin ya da ilgili oyuncuların kavrayışları dışında işleyen simgeseli göstermektedir ve Russell’ın şaşkınlığı, bilinç dışının gerçekten işin içinde olduğunu ortaya koymaktadır.
Burada özdeşleşme kuramının anahtarı, ideal bir unsur ile simgesel özdeşleşmenin, özneyi tümüyle kendisini ele geçiren hayali imgelerin insafına terk olunmaktan uzaklaştırmasıdır. Bunlar bir başka kaynaktan, simgesel kayıttan gelirler ve dolayısıyla özneye bu yapı içinde bir temel oluşturan zemin olarak hizmet ederler.
**
Simgesel  dünyada bir yeri kabul etmek, imgenin dünyasını terk etmek anlamına gelir.
Lacan’ın erken dönem çalışmalarında böylesine ayrıntılı olarak geliştirdiği narsisistik imgelemsel kayıt, artık simgesel bir temele dayandırılıyordu: İmgeyle olan ilişki, dil tarafından yapılanacaktır.
Kendimle olan ilişkim “dışarıdan” yapılanır. Kim olduğumu, başkalarının bana söylediklerinden öğrenirim.
İmgeler, onları hareket ettiren, bir araya getiren ve aralarındaki ilişkileri düzenleyen karmaşık bir simgesel ağa takılırlar.
**
Lacan böylece Freud’un çalışmalarında bulamadığımız iki terim olan ego idealini ideal egodan farklılaştırdı. Lacan’ın 1953’de geliştirdiği formülasyonda, ideal ego , benimsediğiniz imge iken, ego ideali size bir yer veren ve bakıldığınız açıyı veren simgesel noktadır. Eğer arabayı hızlı kullanıyorsanız, bu, bir araba yarışçısının imgesini benimsemenizden kaynaklanıyor olabilir. Onunla özdeşleşirsiniz ve bu ideal egoyla ilgilidir. Fakat asıl soru, bu araba yarışçısıyla kim için özdeşleştiğinizdir.
**
Bu, ego ideali boyutudur. Klinik olarak, bir hastaya ideal ego özdeşleşmesini göstermek, onu pek etkilemez. Onu saklandığı siperden çıkarmak için, simgesel boyuta, ego ideali kaydına başvurmak gereklidir.
**
Burada simgesel kaydı karakterize eden, son derece özel bir şeydir. Dilbilim alanındaki gelişmelerden etkilenen düşünürler, farklılıklar sistemine dayanıyor olması halinde, her yapının dilbilimsel olduğu düşüncesine sahiptiler. Bir sözcük, sözcüktür, çünkü öteki sözcüklerden farklıdır: “Kedi”nin değeri, onun söz gelimi “dedi”, “şimdi”, “haydi” gibi sözcüklerden farklı olmasından kaynaklanır. Ya da, konuşulan dilin alanının dışına çıkarak söylersek, bir demiryolu ağı mükemmel bir dilsel sistem olarak kabul edilebilir, çünkü 10:30 treni 10:40’da varsa bile yine 10:30 treni olacaktır, çünkü 10:00 ve 11:00 trenlerinden farklıdır. Değerini farklılıklar sisteminin bir unsuru olmasından alır.
Buradaki anahtar, trenlerin varış saati her gün farklı olsa bile, 10:30 treninin yine 10:30 treni olarak kalmasıdır. Mesele trenin “kapsamı” değil, topyekun bir sistem içindeki yeridir.
Dolayısıyla, dilsel bir sistemin en önemli özelliği devamsızlık bir dizi farklılaşmış unsurun varlığıdır. Devamsızlık, boşluklar anlamına gelir: Unsurlar arasında bir açıklık vardır. 10:30, 11:00 ve 10:00 trenleri perona aynı zamanda ulaşmazlar ve tren tarifelerinde çakışmazlar.
**
Bu devamsızlık, Lacan tarafından eksiklik ya da yokluk boyutundan kaçınmaya çalışan imgelemsel kayda karşı çıkmak üzere ortaya atılır. Bu girişim kuşkusuz özgün değildir, çünkü bizzat imgelem çocuğun eşgüdümsüz bedeni ile kendisi için benimsediği bütünsel imgenin zarfı arasındaki boşluk gibi bir dizi ciddi ve sorunlu devamsızlık biçimine dayanır.
Ego imgelemsel ise, Lacan’a göre bilinçdışı bir dile benzer şekilde yapılanır: Yani, imleyen unsurlardan oluşan bir dizi zincir tarafından oluşturulur.
Cehennemi bir çeviri makinesi gibi, sözcükleri belirtilere dönüştürür, imleyenleri bedene kazır, ya da onları eziyetçi düşünceler veya zorlanımlar haline getirir. Bir semptom, sözlük anlamıyla bedende tuzağa düşürülen bir sözcük olabilir. Bütün çocukların kendi iç organlarına ilişkin tüm bilgilerin, ana babalarının bunlarla ilgili sözlerinden olduğunu unutmamak gerekiyor. Bu anlamda bedenlerinin içi sözcüklerden oluşur. Doktorlar, biyolojik bir nedenin kesinlikle var olmadığı halde acılardan yakınan hastalara alışkındır. Bu, acının sahte olduğu anlamına gelmez, belki de gerçek bir fiziksel belirleyicinin yol açtığı kadar büyük bir acıdır.
Belirli bir organ düşüncesiyle bütünleşmem düşüncesinden yakınıyorum.
**
Ağrıyı durdurmak için, bastırılan düşüncelerin imleyen zincirinin geri kala­nıyla bağlantılandırılması gerekir. Yeni bir çeviriye tâbi tutulmaları gerekir.
**
Belirtiler ve Sözcükler
Bir hasta, sabahlan yatak odasında beklenmedik bir hareketle uyandığında kafasını sürekli duvara vuruyordu.
Belirti, bunu çocukluğumda işittiğim, annemin babamla ilgili sık sık kullandığı bir deyimle bağlantılandırdığımda ortadan kayboldu.
Yatağın ters tarafından kalkardı.
**
Bu, bir belirtinin nasıl sözcük­lerden oluştuğunu gösteriyor. Ve tıpkı bu dil araştırmasının birçok farklı dilsel mekanizmaları ortaya koyması gibi, belirtiler araştırması da aynı sonuçları verir.
Bir eğretileme (metafor), bir unsurun yerine bir başkasının -söz gelimi “ aslan”ın yerine “cesur erkek” konmasıdır. Sözcük zincirinin kalanıyla bağlantılandırıldığı zaman, belirtinin üstünde bir etki yaratacaktır. “Yatağın ters tarafından kalkmak” şeklindeki imleyeni, görünürdeki belirtiyle bağlantılandırmak, -bu örnekte hem onu ortadan kaldıran, hem de yeni malzeme üreten bir
LACAN: Belirtinin tam yapısı da budur -bir terim, bastırılmış olarak kalan bir başkasının yerine konulur.
**
Değişir Görüşme Süresi
Lacan’ın devamsızlığa karşı duyarlığı, psikoanaliz uygulamasında onun başlattığı köktenci bir değişime yol açtı.
Çağdaşları ortalama 50 dakikalık bir görüşme yaparlarken, Lacan süreyi / değişebilir hale getirdi.
Görüşmenin ne kadar uzayacağını asla bilmem...
**
Psikologlar, kesintiye uğrayan etkinliklerin tamamlanan etkinliklere göre daha fazla çağrıştırıcı malzeme ürettiğini gösteren Zeigarnik etkisinin bir süredir farkındaydılar. Yarıda kesilen bir nota, sonuna kadar çalınandan daha uyarıcı olabiliyordu. Bir teybi olan herkes bunu kendi başına sınayabilir.
LACAN: İki kasetimde Aynı şarkı var; ikinci kaset­ten dinliyorsam, bunun arkasından ilk kasetin devamındaki şarkı gelmediği zaman her defasında şaşırıyorum.
Kesintinin bu şekilde anılar ve çağrışımsal malzeme yaratma kapasitesi, süresi değişebilir görüşme mantığının bir parçasını oluşturur. Yarıda kesilen görüşmeler, biten Ödipal aşk ilişkilerinin anısını bile uyandırabilir.
**
Ayrıca hastaya önerilerde bulunmaktan, ya da halk dilinde beynini yıkamaktan da bir kaçınma söz konusudur. Dolayısıyla, çözümleme malzemesi üzerine aceleci bir yorumlama yapmak yerine, görüşmelerdeki kesintiler aracılığıyla, hastanın daha fazla çalışması sağlanır.
Değişken süreli görüşme atmosferinde, belirli bir gerilim söz konusudur -hiç kimse görüşmenin ne zaman biteceğini bilmez ve bu gerilim malzeme yaratmaya ve Standard direniş kalıplarını altüst etmeye yarar. Değişebilir bir görüşme süresinin ne olduğunu anlamak için, kişi onu yaşamak zorundadır. Bu, kişiyi şaşırtıcı, rahatsız edici ve tümüyle beklenmedik olanla tanıştıran gerçek bir zaman deneyimidir.
**
Lacan 1953’de, değişken süreli görüşme tekniğini kullanmasıyla ilgili bir öykü anlatır.
LACAN: Bu bana sezaryen kesikle iyileştirilebilecek gebelik fantezisine sahip bir hastanın Dostoyevski’nin sanatıyla ilgili bitmez tükenmez söylevlerinden kaçma imkanı verdi.
Görüşmelerin sürelerindeki değişkenliğin getirdiği devamsızlık ve kesilme boyutu, bu anlamda en çok gizlenmiş malzemeyi ortaya çıkarmada etkindir.
**
Lacan, imgelem ve simgeselin ilişkileri kavramını 1953’de yayınlanan “Konuşma ve Dil’in Psikoanalizdeki işlevi ve Alanı” yla ilgili ünlü Roma Konuşmaları adlı çalışmasında geliştirdi.
LACAN: Bu çalışma, yaygın olarak yapılan konuşma ile dilin birbirine karıştırılması şeklindeki yanlışın ortadan kalkmasını sağladı. Az önce gördüğümüz gibi, dil, formel bir farklılıklar sistemi, soyut bir yapı olarak ele alınmaktadır Fakat konuşma bir konuşmacının varlığını... Dil bir yapı ise konuşma, dile getirildiğinde anlam üreten ve söz konusu konuşmacıya bir kimlik veren bir eylemdir.
“Siz benim efendimsiniz” demek, konuşmacının konumuna bir anlam verir: Ya bir köle olarak, ya da daha çok kölelik konumunu benimsemek dışında her şeyi yapan biri olarak. Dolayısıyla konuşmak, kişinin konuşmacı olarak konumunu belirler, kişiye bir yer verir .Bir hasta konuştukça, bu türlü anlamlar bilinç dışı olarak ortaya çıkacaktır.
Araştırmasının bu noktasında, Lacan’ın vardığı düşünce şu oldu:
Konuşma, arzusunun anlaşılması çabasındaki bir özneye sahiptir. Konuşma genellikle anlaşılmayı önleyen karşıt bir etkiye sahip olduğu için, bu pek ender gözle görülür bir sonuçtur.
Ve anlayış eğer, konuşmanın işleyişine ilişkin bir kuramın odağına yerleştirilirse, bu durumda bir Oteki’nin varlığı, işitildiğiniz, anlaşıldığınız bir yer söz konusu demektir.
LACAN: Kullandığım sözcükler, onları kullanırken vermek istediğim anlamdan dahaa öteye giderler.
Hastanın bilinçli anlayış ve deneti­minin ötesine geçen anlamlar taşırlar. Analiz sürdükçe, mesaj hastaya geri gönderilebilir.
Özne, mesajı ters yüz edilmiş biçimiyle alır. Arzusu en sonunda anlaşılabilmiştir.
Lacan’ın konuşma ve simgeseli bütünleştirdiği ölçüde, süjenin simgesel bir düzende anlaşılması, bir tür kimlik bulabilmesi mümkündür.
**
Simgesel ve imgelemsele ek olarak, Lacan, araştırmalarının çeşitli evrelerinde yeniden formüle ettiği bir kategori olarak, Gerçek ‘i öne sürer. 1953’de, gerçek, sadece simgeleştirilmeyen, simgeselin dışında bırakılandır. Lacan’ın söylediği gibi, gerçek “simgeleştirilmeye mutlak anlamda direnendir.” Gerçek, simgesel ve imgelemseli, “insan gerçekliğinin üç kaydı” olarak adlandırır. Dolayısıyla, günlük dilde “gerçeklik” olarak söz ettiğimiz şey, simgesel ve imgelemselin bir bileşimidir: Aynasal kayda alındığımız ölçüde ve egonun bize eylemlerimizin rasyonalizasyonlarını sunduğu oranda imgelemseldir; çevremizdeki birçok şeyin anlamlı olduğu ölçüde de simgeseldir.
Bazan bir nesne X anlamını yitirir. Gündelik bir nesneye, sanki gizemli ve tekinsiz bir . şeymişçesine  bakarım
Gündelik nesneler, bir anlama sahip olmaları, bir anlam ifade etmeleri bağlamında simgeselleştirilirler.
Gerçek, tam olarak bizim gerçekliğimizin dışında bırakılanı, anlamsız olanın sınırını ve yerleştirmekte ya da keşfetmekte başarısız olduğumuz  noktayı temsil eder.
**
Psikoanalitik Enstitüsü
1953’de Lacan birçok meslekdaşıyla birlikte, Societe Française de Psychanalyse (SFP) adıyla yeni bir grup oluşturmak için Societe Parisienne de Psychanalyse (SPP)’den ayrıldı. Lacan, SPP’nin başlatmak için elinden geleni yaptığı Standard uygulama tarzına karşıydı.
LACAN:Psikoanalitik eğitim meselesinde de SPP’yle aynı görüşte değildim.
 SFP’yi oluşturmak üzere SPP’den ayrılması, Lacan ve meslekdaşlarının bilgisi dışında, onların Uluslararası Psikoanaliz Derneği üyeliklerini sona erdirdi ve bunu izleyen yıllarda, yeni grubun statüsünü belirlemek için karmaşık bir pazarlık süreci başladı. 1950’lerin başlarında yaptığı çalışmalarda, Lacan imgeyi psikoanalitik tedavide merkezi direniş kaynağı olarak kabul ediyordu. Ego, ayrıcalıklı imgelerden oluşur ve analizin hedefi bunları çözmek olmalıdır.
Analiz, konuşmanın diyalektik ilerleyişini durduracak şekilde durağan ve atıl kalmak yerine, konuşma ve simgesel ağla bütünleşmelidir.
LACAN: Analizin ilk adımı, hastanın söylediği şeyi ortaya çıkarmak değil, -imgelemsel yabancılaşmalarının yerini belirlemek üzere nereden konuştuklarını saptamaktır. Kişinin ne söylediğini anlamak, bundan sonra gelmelidir.
Hasta “Ben” dediği zaman, analist buna güvenmemelidir! “Ben”, “ego”dan ayrılmalıdır. “Birinci tekil şahıslı” konuşma, önünüzde oturan kişiye gönderme yapıyor gibi görünebilir, ama bu imgelemsel özdeşleşmeler konumu olan egoyla aynı şey değildir.
Bir hasta “Ben” dediği vakit, analistin bu tuzağa düşmemesi gerekir.
Freud’un Düşlerin Yorumu adlı yapıtı, yalnız düşler değil aynı zamanda düş görenler hakkında yazılmış bir kitaptır. Bu bölünmüş özne daha çok devamsızlık anlarında, söz gelimi bir dil sürçmesinde ya da bir sakarlık anında ortaya çıkar.
Lacan, nevrozun kendisinin, ego aracılığıyla öznenin sorduğu bir çeşit soru olduğunu düşünür. Özdeşleşme, bir soru sormak demektir. Histerik için bu soru şudur: Bir kadın olmak nedir?
Hastam Dora,
Bay K diye biri tarafından izleniyordu.
Karısı Bayan K’nın Dora’nın babasıyla bir 'ilişkisi vardı. Dora, babasının ilişkisinden yakınmaktadır, ama gene de biterse diye aşırı derecede kaygılı görünmektedir
İlgimi çeken nokta, erkeğin arzusunu araştırmak. Bir erkeğe kendisini sevdirmek için, cinsellik boyutunun ötesinde bir kadının sahip olduğu ne vardır?
LACAN: Asıl ilgi odağı kadınlıktır.
Bilinçli olmasa da, bu araştırmayı sürdürmek;
Babasıyla Bayan K arasındaki ilişkiyi;
Bay K ile yineler:
Tam anlamıyla cinsel ilişki kurmaksızın arzulanmak.
Böylelikle erkeğin arzusunu, bir erkeğin bir kadında arzuladığı şeyin ne olduğunu araştırabilecektir için bir erkekle özdeşleşecektir.
**
Takınaklı kişi için, soru şudur: Canlı mıyım, yoksa ölü mü? Yaşamını hiçbir zaman harekete geçmeden, bekleyerek geçirecektir. Bir sorunla karşılaştığı zaman, telefon etmeyecek fakat arpacı kumruları gibi gömülüp düşünecektir, iş eyleme geldiğinde, daha çok kendi yerine başkasının eyleme geçmesini ister, böylelikle bir başka canlıyla gerçek bir yaşamsal mücadeleye girmekten kaçınabilecektir. Bunun örneklerinden biri, birçok erkeğin sevdikleri kadını en yakın arkadaşlarına itmelerinde görülür.
**
Freud bu tabloyu babayla olan bir sorunun bilinç dışı bir çözümüne bağlamıştı.
Freud: Şeylerle gerçekten mücadele etmek yerine, oğul babasının zaten ölü olduğunu hayal eder.
LACAN: Benim versiyonum, burada egonun konumuna odaklanır. Bu takınaklı, efendisinin ölümünü beklemekle kalmaz, ama ölmüş olan efendisiyle özdeşleşir de.
Sabit fikirde çürümüşlük niteliğinin bu denli yaygın olması bundandır.
**
Sabit fikirde çürümüşlük niteliğinin böylesine yaygın olmasına yol açan da budur.
**
Gerçek bir ölüm deneyimiyle karşı karşıya kalmamak için savaş alanında ölü taklidi yapan asker gibi, sabit fikirli kişi de çelişkili bir konumdadır. Ölümü taklit etmek, canlı bir çürümeye işaret eder.
Lacan, analizin görevinin özneye egonun yerini göstermek ve onu ele geçiren durağan imgeleri çağrışımsal malzemeye dönüştürmektir. Dolayısıyla analiz, hastanın geçmişinin tümüyle bilinmesini gerektirir: Egonun imgeleri bu simgesel metinle bütünleştirilmelidir. Böylelikle analiz Lacan’ın çalışmalarının tam bu noktasında simgesele giden geçiti oluşturur; Lacan, bu kayıt kuramını diğer alanlardan, özellikle de yapısal antropolojiden aldığı verilerle geliştirmektedir.
Dostum, antropolog Levi- Strauss, bu dönemde benzer bir araştırmaya girişmişti.
**
Lacan, özellikle Levi Strauss’un matematiksel grup kavramını kullanmasıyla ilgileniyordu; bu, onun kendi çalışmalarında tekrar tekrar döndüğü bir konu oldu.
1940 ve 1950’lerde, antropolojide birçok yeni matematiksel yöntemler kullanılmaya başladı: Cebirsel yapılar, düzen ve topoloji yapıları. 1950’lerin başı ve ortalarında Lacan’ın ilgilen­diği konu, cebirsel yapıydı. Matematikte bir eşitlik, bir dizi değişimle bütünleşebilirdi ve grup kuramı, matematiğin bu tür grupların içeriklerine özel bir önem veren kısmını oluşturuyordu.
LACAN:Bir nevrozun tamamiyle aynı -bir grup değişim kurallarından oluşan yoldan incelenebilecek yasalara uyuyor olduğu düşüncesindeydim.
**
Bir başlangıç durumu (örneğin anne-babanın evliliğindeki ayrıntılar) tümüyle bilinçdışı bir biçimde kişinin kendi yaşamında belirli kurallara dönüşebiliyordu. Bu dönüşüm, hem başlangıç durumunu yineleyen , hem de onu önemli yönlerden değiştiren durumlar(örneğin kişinin kendi evliliği ya da aşk yaşamı gibi) yaratabiliyordu.
**
Lacan’ın yapısal antropoloji ile ilişkisi, ayrıca psikoanalizdeki klasik Oidipus kompleksi kuramının da yeniden gözden geçirilmesiyle sonuçlandı.
Oidipal yapı “tipik” çekirdek aileyi varsaymaz. Gelin adına evliliği onaylayan dayı olduğundan, tüm kabile ya da klanı kapsar. (Claude Levi-Strauss)
Toplumbilimci Marcel Mauss, toplumun kuşaklar içinde ve arasındaki sonsuz bir armağan değişimi çemberi ile yapılandığı ve bir araya getirildiği düşüncesini geliştirmişti.
LACAN: Çeşitli antropologlar, birtakım toplumlarda babanın dayıya göre çok daha az korku, dehşet ve rekabet öznesi olduğuna işaret etmişlerdi.
Ne verdiğinizden çok verme eyleminin kendisidir anahtar. Bu eylem, simgeseldir.
**
Şimdi, bu kuramları izleyen düşünce, bir evliliğin topluluktaki ilişkilerin çimentosu işlevi göreceği ve kadın ile erkeğin kapsamlı bir simgesel örgütlenme içinde yalnızca birer oyuncuya dönüştüreceğidir. Bir evlilik, yalnızca yakın akrabaları ve anne-babayı değil, tüm topluluğu ilgilendirir. Dolayısıyla kadın ve erkek simgesel bir zincirin halkaları haline gelir. Böylelikle gerçek yani biyolojik baba, erkeğin kadınla olan ilişkisini düzenleyen simgesel yapılardan ayrılacaktır. Babalığın simgesel bir yönü vardır ve Lacan babalık faaliyetine babanın adı adını verir. Bu, gerçek bir kişi değil, simgesel bir işlevdir.
Bunun, genellikle yapılageldiği üzere, babanın gerçek adı ile karıştırılmaması gerekir. Bu, modern dünyada sperme indirgenen babalığı yalnızca gerçek doğasının karşıtı olarak, onun simgesel yönünü adlandıran bir terimdir. Günümüzde bir kadın, bir erkekle cinsel ilişkiye girmeksizin de hamile kalabilmektedir: Bilim, yapay döllenmeyi mümkün kılmıştır; bu, gerçek ve simgesel faaliyetlere ilişkin Lacancı ayrımı doğrulamaktadır.
**
Lacan, Oidipus kompleksinin, çocuğun simgesel çevreye girmesi ve anneyle olan sıkı ilişkiden uzaklaşmasıyla sonuçlanacağını ileri sürer. Gelgelelim, bu ilişki çift yönlü değildir. Yalnızca anne ve çocuğu ilgilendirmez.
LACAN: Üç ilişki söz konusudur: Anne, çocuk ve annenin - “fallus” olarak adlandırdığım” arzu nesnesi.
Bu üç yönlü yapı bir kez oluştuğu zaman, çocukların öylesine usta olduğu pek çok baştan çıkarıcı oyunlar aracılığıyla, çocuk bu üçüncü terime, yani annesinin arzu nesnesine dönüşmeye çalışacaktır. Söz konusu bireyler için özgül olan biçim neyse, fallus’u o şekilde canlandırmak üzere, anne için fallus olma girişimidir bu.
**
Çocuk annesinin dikkatini çekmek için kullandığı imgelerden vazgeçmek zorundadır; bir tür yasaklamadır bu. İşte, toplumda “verme”nin rolünün böylesine önem kazandığına ilişkin antropolojik vurgu da bu noktada ortaya çıkar.
LACAN: ...ve eğer çocuğun anneyle imgelemsel oyunlarının objesi bu döngüyle bağlantılandırılabilirse, o zaman çocuk anneyle olan başlangıç niteliğindeki üçgen düzenlemeyi terk etmeyi başarabilir.
Kız ya da erkek çocuk, simgesel dünyanın daha geniş evreninde bir yer almak üzere annenin evrenini terk etmeyi başaracaktır. İmgelemsel nesne, bir armağan değeri almalıdır, ve bu yüzden Oidipus kompleksinin çetin dönemi, bu yeni imlemi kurmakla ilgili olacaktır. Fallus, çocuğa gelecekte kullanması için vaad edilen nesne olacak, bir antlaşma ereğine dönüşecektir.
- Lacan’ın Oidipus kompleksi o kuramı, aşağıda göreceğimiz gibi, çalışmasının daha sonraki dönemlerinde yeniden formüle edilecekti.
**
1950’lerin sonlarına gelindiğinde, Lacan’ın çalışmalarının odağı, konuşma sorunundan, dil sorununa kaymıştı. Konuşma, bir özneyi ve öteki’ni gerektiren bir eylemdir. Dil ise, bir yapıdır: Böyle olduğu için de, bir özneyi gerektirmez. Temel bir farklılıklar sistemi olarak kabul edildiği ve konuşma’dan açıkça farklılaştırdığı takdirde, dil’de insani hiçbir şey yoktur.
Dolayısıyla Lacan’ın yapısalcı olarak kabul edilmesi pek kolay değildir. Dolayısıyla Lacan’ı tam anlamıyla yapısalcı olarak değerlendirmek güçtür. Yapısalcılık, özneyi ve öznel etkinliği ortadan kaldırarak, yerine dilsel yapıların özerkliğini koymayı hedefler. Jaques-Alain Miller’in de işaret ettiği gibi, Lacan, simgeselin özerkliği kavramında hemfikir olmakla birlikte, burada özneye de bir yer bulmanın peşindedir.
Bir küçük ilan yazmayı deneyin: “Tiyatroya gitmekten hoşlanan hassas bir genç adam...” Bu yazdığınız tanım, kendinizden farklıdır. Yazdıklarınız sizi temsil edebilir, ama bu şekilde temsil edildiğinizde sözcüklerin size yardım etmek üzere orada olmadığı gerçeğiyle yüzleşmek zorundasınızdır. Sözcükler sizin için yaratılmamıştır, gene de hayatta kalmak için çevrenizdeki dil dünyasında kendinize bir yol bulmanız gerekir.
Böylelikle, Lacan’da tümüyle yeni bir yabancılaşma kuramıyla karşı karşıya geliriz. Eski çalışması yabancılaşmaya imge kaydında gönderme yapmaktayken, artık yabancılaşma, dil kaydına yerleştirilmektedir. Eğer başlangıçta özneye özel bir tür kimlik veren unsur olarak görülen konuşma idiyse, artık ket vurucu kimlik rolüne sahip olan dildir. Lacan’ın 1953 ve 1958’deki dil kavrayışları arasındaki fark budur: Özne artık benimsenmemekte, iptal edilmektedir.
**
Erken çocukluk döneminden itibaren, gereksinimlerimizi dile getirmek için konuşma’yı kullanmanız gerekir. Gelgelelim, bir şeyi ifade etmek üzere sözcükleri kullandığınız anda, başka bir kayda geçtiğiniz anlamına gelir bu. Eğer susamışsanız, bunu istemeniz işleri değiştirecektir.
“Bu, onu bana annemin vermesinden daha az önemlidir.”
“Başka bir deyişle, sevgimi nasıl gösterdiğimden.”
Gereksinim nesnesi, dil boyutu tarafından eritilip toz haline getirilmektedir: Burada önemli olan nesne (sözgelimi su) değil, sevgi işaretidir. Dolayısıyla konuşma, özgül bir kayıp biçimini dünyaya bildirmektir. Konuşma, kişi bunu bir başkasıyla gerçekleştirdiği için, nesnenin ortadan kaybolmasına yol açmaktır
Gereksinim nesnesi, talebin gölgesinde kalır.
**
Talep, son tahlilde bir sevgi talebidir ve bu nedenle doyurulamaz niteliktedir. Eğer birisi size kendisini sevip sevmediğini sorarsa, siz ‘evet’ deseniz bile, bu yanıtınız onu aynı soruyu tekrar tekrar sormaktan alı koymayacaktır. Kişinin sevgisini ilk ve son defalığına, bir kerede kanıtlamasının imkânsız olduğu gayet iyi bilinir. Bu yüzden talep kesintisiz bir spiral gibidir. Fakat Lacan buna yeni bir katkıda bulunur. Gereksinime ve talebe, arzu kaydını ekler. Arzu, gereksinim düzeyinde gölgelenmiş olanı (mitik suyun temsil ettiği boyutu) içerir ve talebin mutlak anlamda şartsız niteliğinin karşısına mutlak bir koşulu çıkarır.
Bunu, insani arzunun mutlak bir koşula sahip olduğu durumlarda, yani fetişizmde açıkça görmek mümkündür.
Ancak partnerimde -söz gelimi bir kurdele ya da belli biçimdeki bir çift bot gibi- belirli bir nesne ya da özellik bulunduğu zaman cinsel zevk duyabiliyorum. . “Kesinlikle bu unsurun varlığıyla belirlenir.”
**
Fetişizm uç bir örnek olmakla birlikte, Lacan bunun tüm insani arzunun ufkunda bulunduğunu gösterir. Bir erkeğin eş seçimi, daima insani olmayan ayrıntılarla ilgili bazı göndermeleri kapsar: Partnerin saç rengi, gözleri, vb. Bu gibi soyut özelliklerin "insani” hiçbir yönü yoktur. Böylelikle arzu, talep kaydının tersine, koşullara bağlanmaktadır.
LACAN: Analizin işlevinin bir bölümü, öznenin aralıksız taleplerinden ayıkladığı arzusunu ortaya çıkara­bilmektir. Nevrotik, talebe ayrıcalık veren, arzusunu talebin ezici varlığının altında gizleyen kişidir.
Talep, bir nesneye karşı ise, arzunun hiçbir nesnesi yoktur: Bu ‘hiçbir şey’, nesne olarak kabul edilen yoksunluk anlamındadır. Kimi klinik yapılar, farkı açıkça ortaya koyar. Söz gelimi, anoreksik [iştahsız ] kişi yemek yemeyi reddederken, arzuya talebin ötesinde bir konum verir. Annenin, çocuğunun yemek yemesi yönündeki talebine, çocuk ("hiçbir şey” yememekte odaklanan bir arzuyu besleyen) simgesel bir red yanıtı verir. Anneyle olan ilişkiye bir yoksunluk unsuru girmiş, yanı sıra talep ve arzu arasındaki gerilimi açıkça ortaya koyan bir şey getirmiştir.
**
Arzu, küçük ayrıntılarda kendini gösterecektir ve Lacan’ın arzuyu en az belirgin olduğu yerde, satır aralarında aramaktaki ısrarı da bu yüzdendir. Buradaki ayrıntı üzerinde vurgu, tümüyle Freudçudur. Bilinçdışı bir akımın bastırıldığı zaman bilince girmesi önlenmesi nedeniyle, onun kendisini minik ayrıntılarda gösterdiğini ve ancak bu türevleri izleyerek incelemekte olduğumuz kompleksin geri kalanını harekete geçireceğimizi ortaya koyan Freud olmuştu.
Lacan’ın arzu olarak adlandırdığı kavramı, günlük dilde istek dediğimiz kavramdan ayırdetmek önemlidir. İstek, bilinçli olarak istediğiniz bir şeydir. Arzunun bilinç düzeyine girmesi ise, daha baştan engellenmiştir. Freud bu ayrımı, daha düşlerle ilgili çalışmasında yapmıştı. Bir düş bazı açık istekleri temsil edebilir. Kuzey Kutbu’nun ortasında soğuktan ve açlıktan ölmek üzeresinizdir. Uykuya dalıyorsunuz ve düşünüzde dört sütunlu bir yatak ile bir “çanak havyar” görüyorsunuz. Böyle bir düş, bir isteği, yani yiyecek ve barınak bulma isteğini gerçekleştirmiş gibi görünebilir. Ancak, bu düş yalnızca bir başka isteği temsil etmektedir: Gerçek sorun, düşünüzde varsayılan gerçekleşmenin, neden dört sütunlu bir yatak ve bir çanak havyar biçimini aldığıdır.
Arzu, barınak ve yiyecek isteğini, bu özgül imgeye, bu özgül ayrıntılara dönüştüren çarpıtma sürecidir. Gireceğiniz gerçek sınavdan önceki gece, düşünüzde belirli bir yerde bir sınavdan geçtiğinizi görüyorsanız, arzunun sınavdan geçme düşüncesinde (istek) değil, daha çok söz konusu yerin ayrıntısında (neden başka değil de, özellikle bu yer?) bulunması olasılığı yüksektir.
Dolayısıyla arzu, son derece kendine özgü bir şeydir. Lacan’ın kuramında arzu çok tuhaf, çok garip bir şeydir: Bunun isteklerle hiçbir ilgisi yoktur; belirli unsurları başka unsurlara çeviren ve çarpıtan dilbilgisel mekanizmalardan oluşur. Bir dil sürçmesi buna iyi bir örnek oluşturabilir. Bir şeyin yerine başka bir şey söylersiniz ve bunu neden yaptığınızı bilmezsiniz. Burada arzu vardır, çünkü bir unsur çarpıtılmış ve bir başkasıyla değiştirilmiştir. Klinik çalışmalarda arzunun varlığını, bir hastanın çağrışımlarında bu süreçlerin kendilerini yinelemelerine ve kırılma, çarpıtma ile yoğunluk noktalarına dikkat etmek yoluyla çıkar sayabiliriz.
Madem ki dil, mesaj iletmek kapasitesine sahiptir, bu, onun ağdalı bir yönünün de bulunduğunu gösterir. Bir mektup ile telgrafın farkı da budur. Telgraf, en az bilgi kapsamını en hızlı biçimde ulaştırırken, mektup ayrıntılar üzerinde durur, hitabet araçları kullanır ve nezaket kurallarına uyar. Öyleyse, der Lacan, arzunun izini sürmeyi amaçlıyorsak, mesaj üzerinde değil, daha çok fazlalık noktaları, orada olması hiç de gerekli olmayan küçük ayrıntılar üzerinde yoğunlaşmakla en doğrusunu yapmış oluruz. Neden sadece "havyar” yerine, "bir havyar çanağı”?
**
Burada arzu bir çarpıtma süreci, imleyenler arasında iş gören bir güç ise, bir arzu nesnesinden nasıl söz edebiliyoruz? Tersine, arzunun hiçbir nesnesi olamazmış gibi görünüyor. Lacan bu soruya, nesnenin çok özel bir türden olduğu yanıtını veriyor:
Olmayan bir nesne. Bu olmayan herhangi bir nesne değil, çalışmasının bu aşamasında,
Lacan’a göre belirli bir nesnedir: Annenin fallusu.
LACAN: Fallus penisle aynı şey değildir: Fallus penis artı yoksunluk düşüncesidir.
Freud ile takipçileri, aralarındaki pek çok görüş ayrılıklarına karşın, iğdiş edilme (kastrasyon) kompleksinin merkeziliğini her zaman vurgulamışlardı. Anahtar; öznenin bir fallusa sahip olmasının, annenin bir fallusa sahip olup olmadığından daha az önemli olmasıdır.
Penisinizi kaybedebileceğinizi ve öteki insanların da bu organa sahip olmadığını düşünürseniz, kayıp düşüncesi söz konusu organla bağlantılı hale gelecektir. Bu artık hiçbir zaman yine penis olmayacaktır. Bu, penis artı onun yokluğu düşüncesi olacaktır. Bu yüzden, kişi annede aradığı şeyi göremez: Orada bulunmayan bir şeyi nasıl görülebilir ki?
Lacan’ın ifadesiyle, nevrotik kişi, annesinin fallusu olmayı ister. Çocuk belirli bir nesnenin arayışındadır, ama bu kaybolmuş bir şeydir; çünkü Oidipus kompleksinde babanın müdahalesi, çocuğun kendisini annenin talebinin nesnesiyle özdeşleşmekten alıkoyar. Babanın müdahalesi çocuğu anneden uzaklaştırır, çocuğa annenin evrenini terk etme olanakları sunar. Ve fallusu sonsuza dek ulaşılamayacak, kaybolmuş bir şeye dönüştürür. Bu müdahale, hem anneye hem de çocuğa "HAYIR” der.
LACAN: Eksik kalan bir şey olması açısından, fallik nesneyi en iyi temsil eden şey, bir örtü ya da bir şeyi kaplayan veya gizleyen şeydir. Yokluğu; ötesinde bir şey olduğunu gösteren bir ekran imgesinden daha iyi ne temsil edebilir?
Çalışmalarının daha sonraki dönemlerinde Lacan, bu kavrayışını değiştirecekti. Bu değişimi kısaca ele alacağız, ama öncelikle Oidipus ve iğdiş edilme komplekslerinden oluşan bu tablonun kimi ayrıntılarını doldurmamız gerekiyor.
**
Çocuk, yaşamın başlangıcında, sözcüğün tam anlamıyla annesine bağımlı ve davranış mantığını anlamaktan aciz olduğu annesinin merhametine sığınmış durumdadır. Anne, ister harika ister zalim olsun, çocuğun derhal soracağı aynı soru kendini ortaya koyacaktır: (Anne) ne istiyor?
Niye hemen odadan çıkıyor?
Biberonu neden şimdi ağzıma sokuyor?
Beni bugün neden bu kadar sıkı ya da gevşek tutuyor?
Neden kızkardeşimin benden bu kadar geç yatmasına izin veriyor?
Bütün bunlar çocuğun kafasını meşgul edebilecek sorulardır ve çocuğun bunlara verdiği yanıt, Oidipus kompleksinin en önemli parçasını oluşturacaktır. Dikkati çekmemiz gereken bir nokta, bazı çocukların tersine bu soruları sormakta başarısız olduklarıdır. Bunun çok basit bir nedeni vardır: Çocuğun bunları sorması için hiçbir neden yoktur. Anne, onun yokluk ya da eksiklik boyutunu anlamasını önleyecek şekilde, sözcüğün tam anlamıyla sürekli olarak çocuğuyla birliktedir. Çocuk annesinin arzusunu sorgulayamaz, çünkü bir anlamda annenin tüm varlığını indirgediği, onu tümüyle doyuran nesne, çocuktur.
Gelgelelim, anne yaşamının tümüyle çocuğa indirgenmediğini gösterirse, işler tersine döner. Çocuk, annesinin hareketleri ve arzularıyla ilgili bir dizi soruyla yüzyüze gelir. Lacan, çocuğun anneyle ilgili tüm bu muammaları belirli bir imleyenle, yani fallusla bağlantılandırma işlemi yaptığını öne sürer.
Melanie Klein (1882-1960), çocuğun annesinde konumlandırdığı bütün nesneler arasında bir tanesinin -babanın penisi- nasıl özel, ayrıcalıklı bir yere sahip oluğunu göstermişti. Lacan, fallus kuramıyla bu düşünceye yeni bir formülasyon getirdi.
**
“Çocuğumla özdeş olmayan, onun ötesinde olan bir şeyi arzuluyorum.”
Bu arzunun içine yerleştirilmiş durumdayım, ama onu tümüyle doyuramam veya dolduramam.”
*
Annenin arzusunun yöneldiği, çocuğun ötesinde kalan bir şey vardır daima. Lacan bunun fallus olduğunu ileri sürer; çocuğun sonsuza değin ulaşamayacağı ve bedenleştirebilmesi kapasitesinin ötesinde olan fallus.
Öyleyse, iğdiş edilmenin bütün bunlarla ilgisi nedir? Lacan’ın en önemli başarılarından birinin, iğdiş edilme kompleksini bir kez daha psikanalizin odağına yerleştirmesi olduğunu yeterince vurgulayamadık. Kastrasyon, hiç kuşkusuz Freud’un birinci ve ikinci kuşak izleyicileri için sürekli bir referans oluşturmuştu, ama 1950’lere gelindiğinde bu hayati Freudçu kavrama kesinlikle değinmeyen kuramsal makale ya da örnek olaylara çok sık rastlanmaya başlamıştı.
Lacan: Çocuğun anne için fallus olmaya çalışması düşüncesini derinleştirdim.
Oidipal süreç düzgün bir biçimde işlerse, çocuk bundan vaz geçecek, fallus, imgelemsel bir nesne olmaktan çok, eksik kalanın anlamı olacaktır. 
Kız çocuk kaybolan fallus için bir nostalji geliştirebileceği gibi, bunu gelecekte bir erkekten alacağı ümidini de taşıyabilir. Lacan erkek açısından sahip olmaktan söz ederken, kadın açısından olmaktan söz eder. Bu bağlamda bir fallus olmak, söz gelimi Joan Riviere’nin kadınlığın kilit özelliği olarak gördüğü "olduğundan başka görünme” eğilimini açıklayacak şekilde, sözcüğün tam anlamıyla bir imleyen olmaktır.
LACAN: Çocuğun anne için fallus olmaya çalışması düşüncesini derinleştirdim.
“Kayıpla yüz yüze gelen kız ya da erkek çocukların belirli seçenekleri vardır. Erkek çocuğun cinsel organını kullanması, kendisinin sahip olmadığı ama gelecekte bir gün elde edebileceği, daima kendisinin ötesinde, simgesel bir fallus bulunduğu gerçeğinin kabulüne dayanmalıdır”
*
Lacan 1950’lerdeki çalışmalarında en azından iki ayrı fallus kavramını ayırdetmek önemlidir. İlkin, imgelemsel bir nesne, sonsuz derecede tekrarlanabilen ve çocukların cinsel oyunlarının sık sık dayandığı imgelemsel bir eksiklik. Ve ikinci olarak, bir imleyen, bir penise sahip olup olmama sorunundan farklı olan bir arzu simgesi. Sözlük anlamıyla bu, Oidipus kompleksine girmekle kaybedilen zevki temsil eden bir simgedir. Klinik uygulamada, imgelemsel ve simgeseli ayırdedememek, hastalarla çalışırken karşılaşılabilecek en ciddi kafa karışıklığına yol açabilir.
**
Klinik bir Örnek
Burada Lacan’ın uygulamasından bir örnek verelim. Bir erkek, iktidarsız olduğunu hisseder. Metresine önereceği bir plan kurar
Seni \ O gece kadın ertesi sabah erkeğe başka bir erkekle\ anlatacağı bir düş görür.
Bu düşü dinledikten sonra, Lacan’ın hastası derhal iktidarsızlıktan kurtulur ve ondan sonra sürekli olarak inanılmaz bir performans gösterir. O halde, bu düş imgelemsel bir nesne ve bir imleyen olarak fallustaki ayrımı nasıl gösteriyor?
LACAN: Erkek açıkça bir tür imgelemsel batağa saplanmış durumdadır. İktidarı, yani fallusu başka bir erkeğe, metresiyle yatacak kişiye vermektedir.
**
Ve bu gene de bir fallusa sahip olmaktan onu alıkoymuyor, bu da fallusun, bir penise sahip olmak ya da olmamak sorunundan tümüyle farklı bir imleyen olduğunu gösteriyor erkeğe. Fallus, arzuyu ve sahip olmadığımız, eksik olan, söz konusu imgelemsel nesneye sahip olmak ya da olmamakla özdeşleştirilemeyecek olan boyutu imliyor.

Daha da şaşırtıcı olan, Lacan’ın bu simge ile bizzat dil arasında kurduğu bağlantıdır. Konuşma’yı kullanmak yoluyla, çocuk amacının ortadan kaybolduğunu görür: Su bardağı, anne onun talebine cevap versin ya da vermesin, ikincil durumdadır. Bu yüzden konuşmak bizi istediğimiz şeyden ayırır. Bu ayrılığı -rastlantıyla değil de, zorunlu olarak getiren- dilin, yani imleyenin kaydına giriştir: Verdiğimiz mesaj ne olursa olsun, onu çarpıtmak, dilin yapısal bir özelliğidir. Hiç kuşkusuz, çocukların kulaktan kulağa oyununu oynamalarının nedeni de budur. Bir çocuk diğerinin kulağına bir mesaj fısıldar; bu mesaj, öteki çocuklardan oluşan bir halkayı baştan sona dolaşır ve zincirin son üyesi tarafından yüksek sesle söylenir.

Bu simgesel fallus işlemi babayla nasıl bağlantılandırılır?
Anne, konuşma’sıyla kendisinin ötesinde olan bir babaya gönderme yapar. Bu babanın, anne ile çocuğu ayırmaya hizmet ettiği sürece gerçek babayla özdeş olması gerekmez. Lacan bu yapısal, simgesel öğeyi babanın adı olarak adlandırır. Baba bir isimdir. Çünkü babalık son tahlilde spermini veren erkeğin biyolojik gerçekliğinin daima daha ötesinde olan (Hıristiyan kültürde herkesin bildiği bir şekilde temsil edilen) ve bütünüyle simgesel bir şeyle ilgilidir. Bakire Meryem, babalığın nasıl biyoloji kaydına indirgenmemesi gerektiğini gösterecek şekilde, Kutsal Ruhla herhangi bir gerçek cinsel ilişki olmaksızın doğurur oğlunu. Bunu ayrıca birçok kültürde bir kadının gebelik döneminde kutsal bir süreçten geçtiği şeklindeki yaygın inançta da görebiliriz. Babalığın gerçek yönüyle simgesel yönü arasında bu kopukluk her zaman vardır.
Lacan, Oidipal işleme "babalık eğretilemesi(metaforu)” adını verir. Bir terimin yerine diğerini, yani annenin arzusunun yerine babanın adını geçirmeyi gerektirdiği için, bu bir eğretilemedir. Bu işlemin sonucu, yitirilen ya da yadsınan fallusun anlamıdır. Lacan’a göre, eğretilemenin yapısının bir ikameyi (bir şeyin yerine başka bir şey koymayı) gerektirdiğini ve bir ikamenin daima bir anlama -bu örnekte, fallik bir anlama- yol açtığını hatırlayalım. Bütün bunların anahtarı, kısmen ele aldığımız klasik Oidipal baba kuramının Lacan tarafından gözden geçirilmesinde yatar.
Lacan’a göre baba; gerçek baba, yani akşam üzeri 5:00’de eve gelip televizyon izleyen adam değildir. Daha çok, simgesel bir işlev, anneden ayrılmayı sağlamaktan sorumlu olan, bir insandan çok bir konumdur. Çocuk, fallusun anne için önemini anladığında, her ne kadar kendisinin fallusla özdeş olmadığını bilse de, kız olsun erkek olsun, annesi için bu nesneyi cisimleştirmeye çalışacaktır. Bu nedenle, bir çocuk annesinin her şeyi olmaya çalışabilir.
Çocuk, annesinin yoksun olduğunu düşündüğü nesne olmaya çalışır. Bu nesnenin tam ismi fallustur. Annenin yoksun olduğu şey... Bu tanım bir kez kabul edildikten sonra, çok geniş klinik biçimler uzanımı içinde görülmesi mümkündür.
LACAN: Hareketli, ayartıcı bir çocuk olmak anlamına gelebilir... ... ya da ölü bir çocuk olmak anlamına da gelebilir -hangi biçim annenin ilgisini daha çok çekiyorsa.
“Fallus olmak” herhangi bir özgül davranış kalıbına değil, imgelemsel bir konuma gönderme yapar. Her bir analiz, bunun farklı kişilerde aldığı özgül biçimi gösterir.
**
Babalık işlemi, çocuğun cisimleştirmek istediği fallusun kaybedildiğini, çocuğun ulaşamayacağı bir yerde olduğunu, eksik olduğunu imlemek üzere, anneyle oynanan bu oyunu yıkmaktır.
İğdiş edilme (kastrasyon), anne için fallus olma yönünde sürekli tekrarlanan çabanın yadsınmasıdır. Nevrotikler, kendi kendilerine bu yadsımayı gerçekleştirememiş olan kişilerdir.
Gerçek baba, ‘babanın adı’nın bu simgesel boyutunu cisimleştirme amacına sahip olabilir, ama kesinlikle onunla özdeş değildir. Bu, anne-babadan yalnızca birinin bulunduğu ailede açıkça görülebilir.
Lacan’ın simgesel işlev araştırması, onu "Her Türlü Psikoz Tedavisinde Temel Bir Sorun” başlıklı denemesinde, psikozun yapısının parlak bir formülasyonunu yapmaya götürdü.
 Psikotik hastanın zihinsel evreninde babanın adı kesinlikle yoktu.
Sözcüğün tam anlamıyla orada bulunmuyordu. Freud çeşitli kereler, histeri, takınak ya da sapkınlıkta bulunan bastırma veya yadsıma gibi iyi bilinen mekanizmalardan köktenci bir biçimde ayrılan, paranoyaya özgü bir mekanizmanın bulunması gerektiğine dikkati çekmişti.
Lacan, bu mekanizmayı adlandırmak için Freud’un metninde yer alan bir terimden yararlandı: Önyadsıma (Verwerfung). Bu, söz konusu unsurun kökten yadsınması anlamına geliyordu.
LACAN: Bir unsur bastırıldığı zaman, kişinin konuşmasında, imleyen zincirinde, simgeselde geri dönebilir.
**
Başka bir deyişle, asıl sorun annenin çocuğa, her ikisinin de bağlı olduğu simgesel bir ağın varlığını, ikisinin imgelemsel ilişkisinin ötesinde bir ağın var olduğunu üstü örtülü olarak göstermeyi nasıl başardığıdır.
**
Bu yüzden, simgesel olanda değil, gerçekte geri döner: Örneğin, sanrılar biçiminde.
Lacan, psikozda ‘babanın adı’nın önceden yadsınmasının söz konusu olduğunu gösterdi: Bastırılmaz, ama tümüyle silinir. Bu varsayım, klinik verileri yeni, göz kamaştırıcı bir tarzda açıklamaktaydı. Analistler ve psikiyatristler, psikotik sabuklamalarda, tıpkı Teslis (Üçleme) ve dinsel motiflerde görüldüğü gibi, babalık ve oğulluk temasının varlığını sık sık dile getirmişlerdi. Fakat şimdi Lacan yalnız bir açıklama değil, sabuklamada neler olup bittiğine ilişkin rafine bir kuram yaratıyordu. Bir psikozun başlamasına ilişkin dikkatli bir incelemenin, onun özne için babalık düşüncesini çağrıştıran belirli bir durumla yüzleşmede nasıl bir katalizatör olduğunu gösterdi. Söz gelimi, bir erkek için baba olmak ya da bir kadın için doğumdan sonra bebeğini eline almak. Veya kişinin işinde elde ettiği bir terfi ya da dünyadaki simgesel konumunda bir değişiklik gibi. Bütün bunlar simgesel babalık kaydına çağrı yapan durumlardır. Ancak, orada hiçbir şey bulunmadığı için, özne, bir delikle, bir boşlukla karşılaşır.
Bu yüzden bir psikozun ilk aşamalarında "dünyanın sonu”nun duyumsanması yaygındır.
Özne, bir imleyenin, yani babanın adının yokluğuyla ve son tahlilde anlamın yokluğuyla yüz yüze kalır. Lacan’a göre, imleyenin imleneni getirdiğini hatırlayalım. Bu nedenle, bir imleyenin yokluğu bir imlenenin olmayışı demektir. Psikotik bir sabuklamanın yaptığı, babanın adının olmayışı yüzünden açılan deliğin yerine, kayıp imlemeyi koymaya çalışmaktır. Sonuç olarak, sabuklama, boşluğu doldurarak dünyaya bir anlam vermektedir.
Sabuklamaya dayalı anlam, alışılmış Oidipal anlamın yerini alır.
Böylece oğulluk ve kalıt sabuklamasında temalar ortaktır: Babalık boyutu simgeselde kodlanamadığı için, gerçek yaşamda geri döner. Dolayısıyla psikotik sabuklamada oğulluk motiflerinin varlığı, babalık düşüncesinin gerçekte nasıl geri döndüğünü gösterir. Çağdaşlarının birçoğunun benimsediği uygulamanın tersine, Lacan psikotik hastalara bakmayı reddetmiyordu.
Böylelikle, tıpkı sabuklamayı kendi kendini tedavi etme çabası olarak değerlendiren Freud gibi, Lacan da onu ikincil bir etki, önyadsıma şeklindeki birincil sorunsala bir anlam verme çabası olarak gördü. Bu düşünce, üstü kapalı olarak zihinsel otomatizm kuramında da vardır. Psikotik özne, ona zorla benimsetilen her şeyi anlamlandırmak zorundadır ve Clerembault’nun öne sürdüğü gibi, bunu muhakemesini kullanarak  yapar.
Böylelikle, sabuklama anlamlar elde etmek üzere zaman bilgisini kullanır; bu, sabuklama motiflerinin bir çağdan diğerine değişmesinde kendini gösteren bir olgudur.
Lacan burada psikiyatrideki ustasından daha da ileriye gitti. Delilik, muhakemenin basit bir ürünü değil, en katı mantığın bir uygulamasıdır. Sabuklamanın yapılanmasını, bir nevrozdakinden çok daha saf olan mantıksal çıkarsamalar zinciri izleyebilir. Bir erkek aşık olur ve sevgilisini yer.
Bu olağanüstü mantıklıdır. Birini severseniz, onunla bütünleşmek ve sevdiğinizle tek bir vücut \ olmak istersiniz. /
**
1960’taki “Öznenin Yıkılması ve Freudçu Bilinçdışında Arzu Diyalektiği” başlıklı yazısında, Lacan, ünlü Arzu Grafiğini geliştirir. Bu, bilinçdışı ve dürtüsel dinamiklerin berrak bir biçimde ifade edilişidir. Alt düzeyde, ayna evresi kuramından aşina olduğumuz imgelemsel ikilemeyi görürüz: m nin anlamı "moi ”, ego’dur; i(a) ise ötekinin imgesini temsil eder. Ayna imgesiyle ilişkiler, annenin ya da bakıcının konuşma yoluyla çocuğu nasıl tanımladığıyla ayrılmaz biçimde birleşmiştir. Bununla birlikte, anne ne denli çok konuşsa da, çocuklar dili doğdukları andan itibaren anlayamazlar! Çocuğun çevresinde bulunan yetişkinlerin konuşmasındaki çeşitli unsurlara bir anlam vermesi zaman alır. Başlangıçta bu, tümüyle çocuğa yabancı bir dildir.
 İnsan, dilin bu tümüyle ötekilik niteliğini, ana dilinden bir tek kelimenin bile konuşulmadığı yabancı bir ülkeye gittiğinde anlayabilir. Böyle bir deneyim, çocuğun sonraları kendi ana dili olacak dil karşısındaki çaresizliğini anlatabilir.

Dilsel unsurlar seti ve bunların ötekilik niteliği Lacan tarafından (A) olarak gösterilir. Çocuk yavaş yavaş yetişkinler tarafından kullanılan imleyenlerle anlamları bütünleştirmeye başladıkça, anlam yavaş yavaş oluşmaya başlar: Bunların "doğru” mu ’yanlış”mı oldukları önemli değildir.
Aynı şekilde, annenin konuşmaları, jestleri, etkinliklerinin gizem ve bilinmezliklerine anlamlar atfedilir. Bütün bunlar, anlaşılamadıkları için, imleyiciler olarak kabul edilir.
Yerleşen anlamlar Lacan tarafından s (A) olarak gösterilir. Böylece grafikte (A)dan s (A)ya giden bir ok vardır. •
Fakat, Lacan’ın üzerinde ısrarla durduğu gibi, yetişkinin konuşma ve davranışı hiçbir zaman tümüyle bir anlama indirgenemez. Marjinal olsa bile, anlayamadığımız bir şey her zaman kalır.
Öteki’ne ne denli çok anlam atfedilse de, onun arzusunun -bizim anlayamadığımız şeyin- marjini varlığını sürdürecektir. Bu, Lacan tarafından d, Öteki’nin arzusu olarak gösterilir. Dolayısıyla (A)dan çıkan iki oktan biri anladığımız şeye, yani s (A)ya, diğeri de anlamadığımız şeye, yani d’ye gider. S ?? D, dürtüyü simgeler. Çocuğun anne babasıyla olan ilişkilerinde bedenin belirli parçaları özel bir değer kazanırken, bir yandan da dürtüler yerleşir. Dürtüler, güdüler gibi biyolojik olmayıp, anne babanın talepleriyle (ye! yap!) oluşur.

S(A??), dil düzeyinde anlayamadığımız şey sorununa, son tahlilde hiçbir çözüm bulunmadığını gösterir. Cinsiyet ve varlıkla ilgili temel sorunlara yanıt veren hiçbir sözcük yoktur. Anne-baba çocuğa bunlar hakkında ne söylerse söylesin, çocuk söylediklerinin yetersiz olduğunu bilir. S(A??) bu olanaksızlık noktasını simgeler. Fakat Lacan, dilsel unsurlar setinde, Öteki’ndeki boşluğa gönderme yapan (A??)yı yazmakla yetinmez. Bunun yerine, paradoksal olarak bir şeyi imlemenin olanaksızlığının bir imleyeni bulunduğunu gösterecek şekilde -bir olanaksızlığı gösteren bir işaret- S artı “üstü çizili” (A??) vardır. Bu çok önemli bir klinik noktadır. Analizde belirli anlarda ortaya çıkar: Söz gelimi bazı mantık sorunları ya da çelişkiler mevcut olduğu zaman.
 S(X)nın ortaya çıkışı, analizde en büyük dehşet noktasıdır. Düşünde belirli bir elastik biçimi simetrik bir nesneye dönüştürmeye çalışan ve başaramayan bir adam analize gelir. Şekil, korkutucu karanlık bir cehennemi andırmaktadır. Hasta bunu ailesindeki ilişkilerin düzene konulmasına ilişkin bazı ham düşünceleriyle bütünleştirir.
Analizin çok daha ileri aşamalarında, aynı motif yeni bir düşte, bu kez hastanın bulamadığı bir nesneyi aramasıyla ilgili olarak yeniden ortaya çıkar.
Düş imgeleri, imleyeni "dairevi bir kare” olarak tercüme eder: Bu, mantıki olanaksızlık noktasını işaret etmektedir. Burada örnek olay malzemesinin ayrıntılarına girmeden evvel, önceki düşle bağlantılı iktidarsızlığın, şimdi belirli bir imleyenle nasıl bağlantılandırıldığını fark edebiliyoruz: Aradığı şeyi bulmanın olanaksızlığını gösteren ve kendini formel bir olanaksızlıkta (dairevi bir karede) özetleyen bir imleyen.
S(Â): Fanteziye Giden Bağlantı
Dahası, S(A??) fanteziye, yani grafikte yer alan bir sonraki formüle bağlıdır. Öteki’nin arzusu çocuk için soyut bir olay değil, yakıcı bir sorudur.
Şayet babalık eğretilemesi "Anne ne istiyor?” sorusunu, fallus anlamıyla yanıtlarsa, geriye yine de "Öteki için benim anlamım ne?” sorusu kalır. Bu var oluşla ilgili bir sorudur.
Bu soruya verilen yanıtı, Lacan fantezi olarak adlandırır. Fantezi, çocuğun "Ben neyim, Öteki için nasıl bir yer işgal ediyorum?” sorusuna verdiği yanıttır. Anneyle ilişkide ayrıcalıklı bir değer verilen, Anglo-Sakson psikoanalitik terminolojinin "prejenital” (üretkenlik öncesi) adını vereceği türden bir nesne kimliğini benimsemeyi gerektirir. Bu nesne şunlar olabilir: Göğüsler, dışkı, (ve Lacan’ın eklediği gibi) bakış veya ses.
Bu nesneler özellikle ilginçtir, çünkü her birinin ikili bir statüsü, ya da daha açık söylemek gerekirse, hem gerçek hem de simgesel koordinatları vardır. Gerçekten simgesele uzanan geçide işaret ederler. Bunu nasıl yaparlar?
Söz konusu nesnelerin tümünün anneyle oynanan oyunlarda kullanıldığına dikkat edin. Göğüsler onlara verilir ve geri çevrilebilir (yemek yemeyi reddetmek anlamında). Dışkı içerde tutulabilir ya da çıkarılabilir. Bakış gizlenip gösterilebilir (saklanma oyununda ‘Ceee!’ derken). Ses olmayabilir ya da çocukların birçoğunun uzayıp giden ağlamalarında olduğu gibi, müthiş bir biçimde duyulabilir. Böylelikle, bütün bu unsurlar, simgesele ve farklılıklar sistemine bağlantılı olduklarının bir işareti olarak, ‘var-yok’ oyunlarında kullanılacaktır.
Anne-babaların çocuklarıyla olan konuşma ilişkileri, bu nesneler ile bedenin bunlarla bütünleşmiş uçları üzerinde yoğunlaşma eğilimindedir. Aslına bakılırsa, bunlar bedenin simgeselde, yani varlık-yokluk kaydında yerleştirildiği ayrıcalıklı noktalardır. Bütün anneler, çocukların belirli bir anda nesnenin kendisinden çok, nesneyle oynamakla, onu düşürmek ve ardından yeniden ellerine almakla -başka bir deyişle, nesnenin kendi dokusunu varlık-yokluk kaydına bağlamakla- ilgilendiklerini bilirler.
Ama bu nesneler aynı zamanda simgesel olmayan bir yöne de sahiptir. Simgesele dahil edilmeye başlamaları gerçeği, bunların kendilerinin kayıp ya da ulaşılmaz oldukları anlamına gelir. Bir bakıma simgesel anlamlarının dışında tümüyle yadsınırlar. Bu nesnelerin hepsi yitik boyutunu içerir.
Göğüs, başlangıçta annenin değil, çocuğun bir parçasıdır; bebeği besleyen bir araç olarak anneden kesilip ayrılmış iken çocuğun yitirdiği bir parçadır: Bu, yalnız memeden kesilmenin yarattığı bir kayıp olmaktan öte, söz konusu ayrılığın doğum esnasında amniyotik keseden koparılma biçimindeki ilk kaybı canlandırması nedeniyle...

...çocukta genellikle büyük bir kaygı yaratır. 
' Bakışım, yansımamda göremediğim tek şeydir.
Bakışımız, görsel alanın geri kalanıyla olan ilişkimizden koparılmıştır. 
Eğer konuşurken sesinizi dinlemeye çalışırsanız, kafanız karışır. Ses, imleyen zinciri eksi anlam etkilerine eşittir. Kişinin bedeninin dışındaki parçası olduğundan, psikozdaki işitsel sanrılar (halüsinasyon) halinde korkunç bir biçimde geri dönebilir. Bu nesnelerin tümü farklı yollardan bilinçdışı hazzı yoğunlaştırır: Çocuğunu takınaklı bir şekilde seyreden anne, hazzın bakışta nasıl yoğunlaşabileceğim; çocuğun dünyasını oturağının çevresinde düzenleyen anne-baba da, anal objede yoğunlaşmayı gösterir. Kaybedilmiş olmasına karşın, nesne böylelikle bir hazzın varlığında kendini sürdürür.
Lacan’ın düşüncesi, bu nesnelerden birini gerçek olarak kabul etmek yoluyla, çocuğun fantezide bir çeşit kararlılık ya da istikrar bulduğudur.
Bu kabulleniş, simgesel kayıtta işleme giren bir nesne olarak değil de, bir arta kalan, yani simgesele giriş işleminin tümünden geriye kalan kırıntı anlamındadır. Öznenin imleyen zincirine göre dışarıya atma tarzı, söz konusu beden parçalarının dışarı çıkarılmasıyla özdeş görülmektedir. Çocuk, her iki tarz dışarıya çıkarma biçimi arasında bir örtüşme ya da benzerlik kurar. Dolayısıyla, sözcüklerin olmadığı yere, bedenin bir parçası konur.
Dil ve simgeselin dünyasına giriş, bedenimle olan öz-sevisel (autoerotic) ilişkiden kopmamı getirir. Ödenmesi gereken bir bedeli vardır.
Ve şimdi çocuk, fantezide ona bir çeşit kimlik vermeyi vaad eden bu kırıntıya (gerçek dünyada imleyenler bunu yapmayı başaramadığı için) dört elle yapışır.
Dil, bize doğru dürüst bir kimlik sağlamaz: Kullandığımız sözcükleri, televizyonda, kitaplarda, medyadaki öteki insanlar da kullanır. Sözcükler bize ait değildir. Yabancılaştırıcıdırlar. ‘Seni seviyorum’ gibi, mahrem, yürekten gelen bir şey söylemek istediğimiz zaman bile, bu sözcükleri başkalarından öylesine çok duymuşuzdur ki, bu bizi engelleyebilir.
Varlığımızı, ne olduğumuzu adlandırmakta kelimelerin başarısızlığıyla karşılaşan özne, konuşmanın bu yabancılaştırıcı döngüsünden uzak olduğuna inandığı tek şeyi, konuşan bir varlık olma işleminden arta kalan nesne a ‘yı imdada çağırır. Bu yüzden Lacan, fantaziyi (S?? a) olarak formüle eder. Bu formül, özne ile nesnenin bağlantısını gösterir.
Temel fantazi bir kez kurulunca, çocuk kendi yaşamı için bir çeşit ölçüye ya da kurala sahip olur. Lacan bunu "mutlak anlam” olarak adlandırır.
**
Eğer çocukluğunuza ilişkin çok az anınız varsa, kendinize neden sadece bu unsurları hatırladığınızı  sorabilirsiniz.
Fantezi, uygun bulduğu anıları kendine çeken bir tür mıknatıstır. Aynı şekilde, sizin bilinçdışı kimliklerinizin belirlenmesinde de önemli bir rol oynar.
Söz konusu kişiyle hiç karşılaşmamış olsanız bile, fantezinin çekim gücü, şuradan buradan duyulan ya da okunan şeyleri seçip almak konusunda son derece aç gözlüdür. Dolayısıyla sorun yaratan bilinçdışı özdeşleşmeler, fantezi tarafından beslenirler. Bu yüzden grafikte (SO-a)’dan çıkan ok, özdeşleşmelere I (A) gider.
Bu fantezi kuramının önemli klinik sonuçları vardır. Madem ki analizin amacı, öznenin fantezisiyle ilişkisinde bazı etkiler yaratmaktır ve madem ki fantezi, başlangıçta annedeki karanlık, bulanık, gizemli bir şeye gösterilen bir tepkidir; öyleyse duyarlı klinik strateji, tedavinin dokusuna aynı türden esrarengiz bir ilmek atmaya çalışmamızı gerektirmez mi?
Yanıt çok basittir. Hastaya bilgi vermemek yoluyla.
Analist, hastanın kendisine anlattıklarıyla ilgili açıklamalar ve yorumlar getirmekten kaçınır. Bilgi vermek, arzu boyutunu lekelemekten başka bir işe yaramayacaktır. Ve eğer konuşma içindeki boşluklardan, satır aralarından bulduğumuz şey arzu ise, bu boyuttan tümüyle kurtulmaya çalışmanın etkisi yıkıcı olabilir.
Eğer analist bazı önemli yorumlar yaptıktan ' sonra analizi bırakacak olursam, bunun nedeni direnişim olarak X  kabul edilir.
Hiç kuşkusuz bu genellikle doğrudur, ama hastanın analizi bırakmasının nedeni, arzunun ayrıntılarıyla inceleneceği yerin burası olmadığını anlaması gibi, son derece meşru bir neden de olabilir.
Bu yüzden Lacan, bilgiyle hastayı bir araya getirmek ve hastayı mümkün olduğu kadar çabuk, her şeyi bilen kişi yapmaya çalışmak yerine, bilgiyi hastadan ayırmayı tavsiye eder. Arzunun "x”i, söndürülmemeli, yanar bırakılmalıdır.
1959-60’daki "Psikanaliz Ahlâkı” konulu seminerlerinde Lacan, klinik uygulamada arzunun kilit konumu üzerinde derinleşti.
 Antigone, erkek kardeşi Polynices’i gömmek konusundaki arzusunda ısrarlıyken, Creon onu durdurmak ve bu kanunsuz bedenin gömülmemiş kalması için pek çok makul görüş ileri sürer.
Fakat Antigone arzusundan dönmez. Hattâ bedeni bir değil iki kez gömecek kadar ileri gider. Bu şekilde ayak direyişinin kendisini ölüme götüreceğini bilmektedir. Dolayısıyla arzusunu yerine getirmek için, Creon’un sarayındaki rahat yaşamını ve tüm öteki maddi çıkarları terk eder. Creon’un istediğiyse, yalnızca doğru olandır, işlerin pürüzsüz yürümesini istemektedir. 
Lacan’ın daima yanında yer aldığı uzlaşmakta gönülsüzlük ve arzu boyutuna karşı duyarlılık, çok geçmeden psikanaliz hareketinde önemli bir sonuç getirecekti. 
Ecole Freudienne de Paris’nin Kuruluşu
1963’de Lacan, Societe Française de Psychanalse (SFP)’nin eğitici analistler listesinden çıkartıldı. Uygulaması ve kuramsal görüşleri, Uluslararası Psikanaliz Derneği’nin yerleşik hiyerarşisinde yer alan karşıtları tarafından fazlasıyla tehditkâr ve meydan okuyucu olarak değerlendiriliyordu. Bunun bir sonucu olarak, seminerlerinin alışılagelen mahalli olan St-Anne Hastahanesi’nden ayrıldı. Kuşaklar boyunca Fransız aydınlarını yetiştirmiş seçkin yüksek öğretim kurumu, Ecole Normale Superieur’e geçti. Bu değişiklik, Lacan’ın o yıl boyunca vereceği "Babanın Adı” konulu seminerleri yarıda kesti. Geriye kalanların tümü, bu konu hakkında verdiği tek seminerdir. Lacan çok geçmeden, önce Ecole Française de Psychanalise ve ardından Ecole Freudienne de Paris olarak adlandırılan yeni bir okul kurdu. Bu okul, Ecole Normale’in en parlak öğrencilerinin yanı sıra eski SFP üyelerini de bünyesinde topladı. Ecole Normale’de, o dönemde "Psikanalizin Dört Temel Kavramından Biri” olarak değerlendirdiği sorunu yeniden ele aldı...
AKTARMA VE VARSAYILAN BİLGİ
Aktarma kuramı yeni bir çığır açtı. Lacan, her şeyden önce bilgiye dayanan bir aktarma kavramı geliştirdi. Bir düş gördüğümüzde ya da dilimiz sürçtüğünde, muhtemelen nedenini pek iyi anlayamayız; bununla birlikte, bizi yakından ilgilendirdiğini gayet iyi biliriz.
Aktarma, kısmen, bu bilginin bir özneye yüklenmesiyle ilgilidir, öyle ki, hasta kendisinden koparılmış bir bilginin bulunduğunu anlar ve ardından bu bilginin, analistle özdeşleşmiş ‘bilen bir özne’ye sahip olduğunu kabul eder.
Dolayısıyla analist, bir bilgiye sahip olduğu "varsayılan” öznedir. Bir varsayma işlemi bir kez yerleştikten sonra, aktarma olur. Bu kavram, annenizi ya da babanızı andıran kişiye, onlara davrandığınız gibi davranacağınızı söyleyen Standard, klasik aktarma düşüncesinden farklıdır.
LACAN: Aktarmayı, analistinizin anne ya da babanıza benzemesinin bir sonucu olup olmadığından çok, kendi kendini DİLE GETİREN bir şey olarak görüyorum.
Aktarma ve Nesne
Ancak, Lacan’ın da gösterdiği gibi, aktarmanın bilgiye karşıt başka bir yönü daha vardır: Nesne a ... Özne dilde ne kadar çok yabancılaşırsa, sözcükleri istediğinden daha hızlı söyleyecek, dili daha çok sürçecektir: Başka bir deyişle, serbest çağrışımda kendini ne kadar yitirirse...
HASTA: Kendimi fantezi nesnesi ”nesne “a” döngüsüne ne kadar çok kapatırsam, bu nesnenin, konuşma alanı dışındaki  varlığım için bana bir dayanak noktası oluşturacağını düşünüyorum...
LACAN: ... bilinçdışını çözmek yönünde ne kadar çok aktarma çabası yapılırsa, ürettiği malzeme ne kadar çok artarsa, bu üretimi TIKAMAK ve ENGELLEMEK üzere, söz konusu nesne, o kadar çok ortaya çıkacaktır!
**
Aktarma, analizin hem en önemli aracı, hem de en büyük düşmanıdır.
Böylelikle Freud’un düşüncesine yeni bİr- formülasyon verilmektedir: Hem bilgiye yönelik seslenmeyi, hem de nesne a’nın sessiz bir kucaklanışını kapsadığı belirtilir.
Bu kucaklama, Lacan tarafından “koparılma” olarak adlandırılır ve imleyen zincirinden, yani konuşma döngüsünden koparılmayı anlatır.
Özne, konuşma’da ne kadar çok yabancılaşırsa, nesneyle olan fantezi ilişkisine sığınmak üzere, konuşma’dan o kadar çok kopacaktır.
Dolayısıyla aktarmada, yabancılaşma ile kopukluk arasındaki bir salınım söz konusudur.
*
1960’larda, Lacan’ın çalışmaları jouissance olarak adlandırdığı kavramın mantığını formüle etmeye çalışmak üzerinde yoğunlaştı. Bu sözcük, Edmund Spenser’in 16. yüzyıldaki Faerie Oueene ve diğer yapıtlarında kendini göstermesi nedeniyle, aslında İngiliz edebiyat mirasının bir parçasıdır. Genellikle tercüme edildiği şekliyle "tad alma” anlamına gelebilir, ancak, Lacan’ın kullandığı anlamda, organizmanın kaldıramayacağı kadar fazla olan her şey demektir.
Jouissance, örneklerin yüzde 99’unda dayanılmaz acı olarak hissedilir.
 Sözcüğün Lacancı anlamıyla bu, gerçek bir acıdır; simgeleştirme ve anlamın dışında, size acıyı getirmek üzere, sürekli ve her defasında aynı yere dönen bir şeydir.
Asıl sorun, bizim dayanılmaz acı olarak yaşadığımız şeyin, bilinçdışı dürtüler tarafından, tam tersine bir doyum olarak yaşanmasıdır.
Freud ile onun ilk izleyicileri 1920’lerin başlarında, psişik yaşamın yalnızca bilinçdışınnın mekanizmalarına ve dilsel formüllere indirgenemeyeceği sonucuna varmışlardı. Kişi, bir belirtiyi (semptomu) parlak bir biçimde yorumlayabilirdi, ama bu onu ortadan kaldırmıyordu ki! Belirti, yerinden kımıldamayı reddediyordu.
Bu durum, organizmanın içinde öz-yıkımı amaçlayan, bilineli olarak duyduğumuz acıyı besleyen sessiz bir gücün var olduğu düşüncesine götürdü beni.
İnsanların yaşamları boyunca kendilerine hep acı ve pişmanlık getiren aynı hataları yapmalarına, aynı talihsiz kararları almalarına yol açan bir olgudur bu. 
İnsanların büyük çoğunluğu geçmişten ders almazlar, çünkü acı çekmek işlerine gelir. Jouissance bu anlamda, psikanaliz uygulamasının gerçek düşmanıdır. Lacan kavramsal açıdan, bir dizi farklı yöntemlerle yaklaştı buna. Çünkü, psikanaliz alanında dil tek başına değildi. Gerçek (anlamın dışında kalması ölçüsünde gerçek), artık jouissance biçiminde merkeze oturmuştur. Farklı, ölümcül ve türdeş bir oluşum -jouissance- iş başındaydı. Bu da, Lacan’ın çalışmasının, genellikle sanıldığının aksine, dilin öneminin vurgulanmasına indirgenemeyeceğini göstermektedir. Araştırmalarının merkezi artık dil ile jouissance ilişkisi olmuştur.
Jacques-Alain Miller, Lacan’ın çalışmalarının ilk dönemine dönerek, 1950’lerin başlangıcında imgelemsel kayda değinilen bölümde jouissance’ın özelliklerini nasıl bulabileceğimize dikkat çekmektedir. Lacan, çalışmalarının erken döneminde, organizmadaki bir hareketsizlik, serbest çağrışımın ilerleyişini tıkayan bir şey, ölümcül bir şeye değinmişti. Fakat Lacan, sonraları jouissance düşüncesini, imge kaydından ayıracaktı.
Nevrozda daha sinsice işlemesine karşın, psikozda gölgeli yuvasından çıkıp, şizofrenik hastanın bedenine ya da paranoyak hastanın eziyetçi düşüncelerine egemen olacak şekilde, hastanın yaşamını istila eder. Paranoyada, jouis- sance dışarıyla bağlantılı olan bir şeydir.
İnsan yaşamı artık kesin bir amaca sahip olmaya başlar: Jouissance’ı düzenlemek. Bedenimizde jouissance ile birlikte doğarız; bu, organizmanın kendisini kurtarması gereken aşırı bir tahrik ya da uyarı bombardımanıdır. Büyüdükçe, bedenimizden akıp gider: Sütten kesilme, eğitim, toplumsal dünyanın kuralları ve düzenlemeleri ile...
ŞAHIS: Öteki, bedenimi  belirli bir sistem içine yerleştirmem gerektiği konusunda ayak direr; bu sistem bana ne olduğumu ve belirli peyleri ne zaman yapacağımı söyleyecektir.
Bu, delilikte apaçık ortaya çıkar. Psikotik davranışta anlaşılmaz veya mantıksız görünen şey, davranışın doğasında bulunan mantık ortaya konduğu zaman mükemmelen anlamlı hale gelebilir.
LACAN: Ama gene de bir miktar kalır; ayrıcalıklı tahrik alanları olan, bedenin uçlarında ya da kösnül bölgelerde tutunur.
Ve, psikanaliz için çok önemli olacak şekilde, belirtilerde de (semptom) varlığını korur. Yaşamınıza davetsiz bir konuk gibi zorla girip sizi perişan eden, zihin ya da bedeninizdeki bir şey olan belirti (semptom), yerinden atılmamış olarak kalan ve varlığınızı yanlıma uğratmak üzere geri gelen jouissance’ın bir bölümüdür.
Jacques-Alain Miller, bu görüşlerin Lacan’ı nasıl olup da yeni bir iğdiş edilme düşüncesine götürdüğünü göstermiştir. Lacan’a göre kastrasyon, jouissance’ın bedenden boşaltılmasıdır. Bu iğdiş edilmenin aracı nedir? Simgesel kayıt, yani dil. Organizmanın dil geçidine girmesi ve buradan geçmesi, iğdiş edilmedir; bu geçit, kişinin dünyasına kayıp ve yokluk düşüncesini sokar.
Bu geçidin simgesi, her zamanki gibi, fallustur; bilinçdışındaki yokluk düşüncesini temsil eder.
Lacan’ın formülasyonunun önemli bir klinik sonucu vardır.
Jouissance, imge ve simgesel kaydın dışında, bir gerçek ise, psikanalizin temel aracının konuşma olduğu göz önüne alındığında, psikanaliz onun üzerinde nasıl etkili olabilir?
Psike, bu fazlalıkla başa çıkmanın yollarını bulmak zorundaydı; yolların en başında, simgelemeler ağını kullanarak onu saptırmak ve ona yeni kanallar açmak geliyordu.
Nevrozda da bu tür bir mantık mevcut olabilir ama karmakarışık bir halde.
Örneğin, bir belirti (semptom) biçimini alabilir: Kendini çok ağır hissetmek ya da karın ağrısı çekmek gibi.
LACAN:Bu, organizmanın simgesel olmayan uygulamalarla temelden değiştirileceğini düşünen terapileri, otomatik olarak kuşkulu hale getirir.
Psike’yi (ruh), bir miktar uyarılmanın her zaman iş başında olduğu bir simgelemeler ağı olarak değerlendirdim. Vaha 1390’lardaki psikanaliz çalışmalarından itibaren, Freud’u en çok meşgul eden konulardan biri buydu.
1967’de Lacan, psikanaliz alanında "geçiş” olarak adlandırılan yeni bir uygulama başlattı. Analizin sonu, örgütlü psikanalitik kuruluşlarda daha başından itibaren bir tartışma ve karşıtlık konusu oluşturmuştu. Lacan’ın buluşu, başkalarının bir "çıkmaz”dan başka bir şey bulamamış oldukları yerde, gerçek bir "geçit” sunmayı amaçlıyordu.
Öznenin ''gerçekten de bir "geçiş’i başarıp başarmadığına karar veriyoruz.
GEÇİŞ
Bu prosedür, gerçekten yürekli bir yenilikti. Kişisel analistiyle yürüttüğü analizin, hastanın psikanalizle ilişkisindeki son sınır olmadığını gösteriyordu.
Kişinin analizini başkalarına öykülemesi, onun ille de "geçtiğini” göstermese bile, malzemenin düzene konması ve yerine yerleştirilmesi, yeni bakış açılarının doğması bu yolla mümkün olabiliyordu.
Böylece psikanalizin enine boyuna inceleme süreci,'' form alize (biçimci yapıtlara indirgeme) edilebilir ve bölümleri belirlenip mantığı ortaya çıkarılabilir. Bu da, ancak kişinin bireysel analiz deneyiminin dışında olan biri tarafından ulaşılabilecek bir hedeftir.
Ve en önemlisi, analist arzusunun, yani analistin konumunu benimseme olgusunun araştırmasını mümkün kılmasıdır.
* *
Dolayısıyla analitik deneyimin, geleneksel sınırlarının ötesine geçtiği ortaya kondu. Geçiş, hâlâ psikanaliz çevrelerinde hararetli tartışmaların odağı olmayı ve çağdaş psikanalizde en ilginç araştırma alanlarından birini oluşturmayı sürdürüyor. Analiz edilen kişilerin açıkladığı ve aksi halde sessizlikte ve karanlıkta gizli kalacak malzemeler psikanalitik dünyaya katkıda bulunduğu sürece, bu tartışma daha da sürecek gibi görünüyor. Bu kişiler analizlerinde gerçekten neler olup bittiğini, en hayati değişim anlarının ne olduğunu ve bunların nerede ve ne zaman ortaya çıktığını açıklamaya çalışıyorlar. İnsanların zaman zaman analizleri hakkında yazdıkları yanıltıcı tanıklığa başvurmak yerine, Lacan, kişisel psikanaliz deneyimini analitik okulun çalışmalarının bir parçasına dönüştürmenin yolunu bulmuş oldu.
Diğer birçok entelektüelin tersine, Lacan, Mayıs 1968 Olayları’na ne öğrenci hareketini yücelterek, ne de olaylarla arasında soğukkanlı bir mesafe bırakarak yaklaştı. Boykot çağrısına uyarak derslerine ara verdi ve Daniel Cohn-Bendit’in de aralarında bulunduğu öğrenci liderleriyle toplantılar yaptı. Onlarla dayanışma içinde bulunduğunu gösteren bir bildiriye imzasını koydu.
 Aslına bakılırsa, gerçek devrimlerin düşünceler ve formalizasyonlarla başladığı biçimindeki görüşünü korumak kaydıyla, Lacan bu olaylara, derslerinde ‘efendiliğin yapısını’ çözümleyerek yanıt verdi. Bu derslerden, toplumsal sınıfın yapılanmasını ele alan dört konuşmasının
 Lacan’ın öğrenciler arasındaki popülaritesi ve kurumsallaşmış iktidar biçimlerini sorgulaması, 1969’da Ecole Normale Superieure’de her zaman kullandığı seminer odasının, okul yöneticisi tarafından elinden alınmasına yol açtı. Hemen arkasından protestolar başladı; aralarında Antoinette Fouque, Julia Kristeva ve Phillippe Sollers’in de bulunduğu, Lacan’ın derslerini düzenli olarak izleyen çok sayıda öğrenci, okul yöneticisinin bürosunu işgal etti. Ardından dersler, Place du Pantheon’daki Hukuk Fakültesi’nde sürdürüldü.
1970’lerin başlarında Lacan, dikkatini gittikçe daha yoğun bir biçimde "jouissance’ın insan cinselliğindeki yerine” yöneltti. Bu, onun 1950’lerin sonlarında, arzu ile fallusu kuramsal araçlar olarak kullandığı ve ince ince işlediği alandı. Dil ve jouissance, o zamana değin yaptığı formülasyonlarda ayrı ayrı kalmışken, Lacan artık dilin, bir jouissance biçimi olan bir yönünün bulunduğunu ileri sürüyordu. Dil, geleneksel olarak (her biri bir diğer imleyenle bağlantı halinde olan) imleyenlerden oluştuğu kabul edilmekteydi; Lacan ise dilin, bu tür bağlantıları olmayan bir imleyen...
Lacan... libido ve imleyenlerin bir bileşimi olan, “lalangue”ı oluşturan bir bütün olduğunu öne sürdü.
Dilin artık yalnızca anlam etkilerine sahip olmakla kalmayıp, doğrudan jouissance etkilerine de sahip olduğu ifade edilmektedir. Bu düşünceler, “libido ile jouissance’ın nitel açıdan dilsel unsurlardan farklı olduğu” şeklindeki yerleşik kavramı karmaşıklaştırdı.
"Encore” seminerinde Lacan, erkek ve kadın cinselliğinin temel yapılarını ortaya koymak üzere "cinselleştirme formülleri” adını verdiği kavramsallaştırmaları sundu.
Freud Totem ve Tabu adlı yapıtında, tarih öncesi toplumun kökeninde, bir ilk sürü yattığını öne sürmüştü; bir de, sürüdeki bütün kadınların tadını tek başına çıkaran kıskanç ve aç gözlü bir baba vardı.
Lacan: Fakat ardından pişmanlık içinde, tam da uğrunda katil olduğumuz kadınları kendimize yasakladık.
Freud: Dolayısıyla toplumun ilk yasası, katlettikleri babalarına duydukları sevgi ve vicdan az abının sonucu oğullar tarafından kendi kendileri, üzerine kondu.
Bu yasa, jouissance’ın yasaklanması olarak anlaşılsa da, kökeninde yine mekruh, sapkın ve kontrolsüz jouissance (ilk babaya ait olan ) vardır.
**
Dolayısıyla Lacan’a göre yasaklama kanunu, ufkunda daima bir istisnayı, onun yaptırımından kaçabilen birinin olduğunu varsayar. Tüm erkekler bir yasaya tâbi olsa da, bir kişi yasanın dışındadır.
Bu yapı, ergil cinselliğinin temelini oluşturur. Tüm erkekler bir yasaklamaya, iğdiş edilmeye (kastrasyon) uğratılsa bile, en azından bir kişi bunun dışında kalmıştır.
Freud’un Totem ve Tabu’daki öyküsü bir söylence ise de, Lacan bu öyküden mantıklı bir yapı çıkarmaya çalışır ve cinselliği birtakım formüllerle ifade eder.
Lacan’ın da işaret ettiği gibi, analitik literatürde, kadın cinselliğiyle ilgili Totem ve Tabu da yer alana benzer hiçbir mit yoktur. Lacan’a göre, kadınlar erkekten çok farklı bir mantığı paylaşırlar.
Öznelerin tümü kastrasyona maruz değildir, hattâ  kastrasyona maruz kalmayan bir tek özne var olmasa bile.
Bu, ister fallik, ister ” ek” jouissance olsun, konuşan bir varlığın jouissance’ı, iğdiş edilme kompleksinden doğan, fakat organa ve organın sınırlarına bağlı olmayan bir hazdır.
Özne kendisine jouissance sağlayabilecek- bu boşluğu doldurmaya çalışmaz; bu yokluk aracılığıyla jouissance yaratmak üzere, ona yeni bir değer verir.
Gerek erkekler gerek kadınlar, simgesel düzenin ve imleyenler ağının zorlaması altındadır.
Erkek: İmleyenin ötesinde çok şey olduğunu bilmekle kalmayıp, bunları genellikle büyük bir kararlılıkla yaşamımızın bir parçası yapmaya çalışırız
Kadın:  Bizse bunun yerine, dünyada imleyenin ötesinde çok şey bilmekle kalmayıp, bunları genellikle bir kararlılıkla yaşamımızın bir, parçası yapmaya çalışırız
Bu yüzden Lacan, kadınların simgesel kastrasyon alanında "bütünüyle bulunmadığını” söyleyebiliyor. Hattâ söz konusu dinamik; varlık sebebini, bu simgesel boyutun başlangıçtan itibaren orada bulunmasına borçlu olsa bile.
Bu formüller anlamsız gelecek ölçüde soyut ve klinik uygulama dünyasından kopuk gibi görünmelerine karşın, aslında değildirler. Cinsellik, bu yapıların hastanın çağrışımlarında bir çeşit hayata geçirilmesidir. Öyleyse, verilerin büyük bölümünü, -Lacan tarafından mantıklı bir biçim verilen- formülleri uygulama girişimi olarak değerlendirmek mümkündür.
Klinik malzeme, buradaki asıl sorunu şöyle gösterdi: Çocuk, yasanın dışında ve istisnai konuma sahip diye düşündüğü kişilere ayrıcalık veriyordu.
Bu çocuk, Oidipus kompleksinin pek de alışılmış olmadığı bir dünyanın içine hapsolunmuştu. Buna karşın, kendi yapısını belirginleştirmek için, belki de çılgın bir yöntemle, varsaydığı mantığı bedenleştirme girişiminde bulunuyordu. Bu mantık ise "istisna ve kurardı. 
Lacan’ın matematiksel yöntemlere olan ilgisi, daha ilk çalışmalarından itibaren, bilinçdışının yapısına ilişkin kavrayışının bir sonucudur. Madem ki bilinçdışı, imleyenler arasındaki ilişkilerden oluşmaktadır, öyleyse onları bir arada tutan ve ilişkilerini düzenleyen, onlara zorla benimsetilmiş bir düzen ya da yapının bulunması gerekir. Bir imleyen, diğerlerinden farklı, soyut bir unsurdur ve bu yüzden bir setin (takımın) parçası olarak ele alınmalıdır. Bir uzam da bir settir; bir noktalar setidir ve bu yüzden bir imleyenler ağı, bir uzam oluşturur. Matematik, uzamların niteliğinin incelenmesi konusunda birçok yöntemler sunduğu için Lacan bu yönde hareket etmişti. İlgisinin yöneldiği ilk alan, yüzeylerin nitelikleriyken, 1970’lerde, göreceğimiz gibi, düğümler oldu.
"RSI” seminerinde, Lacan, üç düzenin, gerçek (real, R), simgesel (symbolic; S) ve imgelemselin (imgaginary; I) ilişkilerini yeniden incelemeye başladı. 1950’lerde, simgeselin diğer iki düzenin yapılanmasından sorumlu olduğunu öne sürerek, simgesele özel bir öncelik vermişti. Ancak, daha sonraları bu üç düzen arasında bir tür eşitlik bulunduğu düşüncesine ulaştı. Asıl sorun, üç düzenden birinin diğerlerine üstünlüğünden çok, aralarındaki bağlantının yöntemiydi.
Lacan, aradığı formalizasyonlara ulaşmak için bir kez daha matematiğe dönerek, bu araştırmayı derinleştirmek üzere birtakım düğüm yapılarına başvurdu. Bu kuramsallaştırma, o dönemde pek çok kişiye fazlasıyla çetrefil ve klinik bağlantıdan yoksun gibi görünmesine karşın (bugün bile öyledir), Lacan, başta psikotik yapılar gelmek üzere, uygulamadaki gerçek problemlere ve Anglo-Sakson klinisyenlerinin ‘sınır çizgisi’ olarak adlandırdıkları sorunlara sesleniyordu. 1950’lerde her şeyi yerli yerinde tutanın, ‘babanın adı’ olduğunu düşünüyordu. Bu kavram, şeyleri bir arada tutup, bir bakıma Oidipus kompleksini yaratıyordu. Fakat artık Lacan, asıl sorunun babanın adı kavramından çok, -gerçek, simgesel ve imgelemselden oluşan- üç düzeni bir araya getiren herhangi bir unsur ya da araç olduğunu öne sürer. Dolayısıyla Lacan’ın argümanında bir tür işlevselcilik vardır.
LACAN:  Babanın adının ne olduğundan çok, ne yaptığı önemlidir. ADLANDIRACAK olan.
Bu formülasyon kişiye, (sözcüğün tüm anlamlarıyla) bir psikozdaki sabuk- lama ve kuruntu yapılanmalarını anlama olanağı verdiği için, klinik açıdan çok önemlidir. Bu yapılanmalar gerçek, simgesel ve imgelemseli bir araya getirmeye yarayabilirler. Dolayısıyla bazı psikoz hastalarında makineler, bilgisayarlar ve bilimsel ürünlerle ilgili temaların bu denli yaygın oluşu, yeni bir yoldan açıklanabilir. Nesneler beden imgesini (imgelemsel), dilsel ya da bilgisayar döngüselliğini (simgesel) ve aşırı uyarma ya da acıyı (gerçek) bir araya getirmek için kullanılabilir. Bu anlamda, psikozun hastada yarattığı sistem başarılıysa, bu üç düzeni bir araya getiren bir düğüm, ya da daha çok, bir özel isim işlevi görür. Düğümlerin bu şekilde kullanılmasını anlamanın, psikotik hastaların tedavisinde paha biçilmez bir katkıda bulunacağını göz önüne aldığımızda,
Lacan’ın klinik uygulamayla ne kadar yakından ilgilendiğini anlayabiliriz.



Lacan, söz konusu üç düzeni, yani gerçek, simgesel ve imgelemsel düzenleri bir araya getirme işlevi görebilecek unsura yeni bir isim verdi. Fransızcada bir kelime oyunu yaparak, bu unsuru "semptom” (belirti), "saint” (aziz) ve "Saint Thomas”a gönderme yapan "sinthome” olarak adlandırdı. Bu unsurun düğümleyici işlevine sahip olduğu savı, psikanaliz ve psikiyatri alanında çok eski bir sorun olan başlamamış psikozla doğrudan ilgili olması nedeniyle, yeni araştırma sorunları yarattı.
"Synthome” kuramı, bu gibi öznelerin gerçek, imgelemsel ve simgeseli düğümlemenin bir yolunu bulduklarını ileri sürer. Lacan, 1975-76’da James Joyce üzerine bir yıl boyunca verdiği derslerde, bu tür düğümlemeleri ele aldı. Joyce’un böyle bir yapının örneği olabileceğini öne sürdü. Yazdıkları, bu üç düzeni bir araya getiriyor ve kendi ismini yücelterek, bizzat Joyce “sinthome”a dönüşüyordu.
Eğer Joyce’un babası bir şekilde ona ad verememiş olsaydı bile, sanatı aracılığıyla o kendisini sözcüğün tam anlamıyla adlandıracaktı.
Böylesi düğümlerin biçimi, Lacancı psikanaliz topluluğunca hâlâ araştırılmaktadır. Dolayısıyla Lacan’ın çalışmalarında, 1950’lerde ‘baba’ üzerindeki vurgusunun, 1970’lerde "sinthome”a kaydığını söyleyebiliriz. Belki de bu, bugün karşı karşıya olduğumuz değişmekte olan klinik tabloya bir tepki olarak 1938’deki Encydopedie makalesinde yer alan ve çağdaş uygarlıkta baba imgesinin gerilemesine ilişkin Lacancı göndermeyi hatırlatan bir harekettir.
1980’de Lacan, onaltı yıl kadar önce kurduğu psikanaliz okulu olan EFP’yi dağıttı.
LACAN: Psikanalizdeki geçişkenliğin durağanlaştığını ve analitik forumun üzerine ataletin bir kâbus gibi çöktüğünü hissettim.
Hâlâ işlerliğini sürdüren yeni bir okul, Ecole de la Cause Freudienne kuruldu. Lacan 9 Eylül 1981’de öldü. 
Bugün Dünya Psikanaliz Derneği çerçevesinde onun çalışmaları devam ettirilmektedir. Derneğin bünyesinde Ecole de la Cause Freudienne, Avrupa Psikanaliz Okulu ve Güney Amerika’daki üç önemli okul yer almaktadır. Ingiltere’de, Avrupa Psikanaliz Okulu’nun bir parçası olan Londra Psikanaliz Çevresi ile Freudçu Analiz ve Araştırma Merkezi, Jacques Lacan’ın çalışmaları ve kuramlarının sonuçları üzerinde tartışma ve araştırma olanakları sağlamaktadır.
Lacan, makalelerini derleyen ünlü yapıtı Ecrits’i 1966’da yayınladı (Editions de Seuil, Paris). Metnin kısmi bir İngilizce çevirisi vardır: Ecrits: A Selection (Routledge, Londra, 1977). Ancak, çeviri pek iyi olmadığı için, iyi bir başlangıç kaynağı oluşturmuyor. Lacan’ın seminerlerinin çevirisi çok daha iyi. Bunların editörlüğünü Jacques-Alain Miller yapmıştır ve The Seminars of Jacçues Lacan genel başlığı altında şu ana kadar beş kitap yayınlanmıştır.
Seminer 1: "Freud’un Teknik üzerine Yazıları,” çev. John Forrester (Cambridge University Press, 1988).
Seminer 2: "Freud’un Kuramında ve Psikanaliz Tekniğinde Ego,” çev. Sylvana Tomaselli (Cambridge University Press, 1988).
Seminer 3: "Psikozlar,” çev. Russell Grigg (Rutledge, Londra, 1993).
Seminer 7: "Psikanaliz Ahlâkı,” çev. Dennis Porter (Rutledge, Londra, 1992).
Seminer 11: "Psikanalizin Dört Temel Kavramı,” çev. Alan Sheridan (Hogarth Press and Institute of Psychoanalysis, Londra, 1977).
Seminerleri okuduktan sonra Ecrits ‘i okumak kolaylaşmaktadır. Ayrıca Lacan’ın yazdığı pek çok makalenin de çevirisi yapılmıştır. Jacqueline Rose ve Juliet Mitchell tarafından yayına hazırlanan Feminine Sexuality (‘Kadın Cinselliği’, Macmillan, Londra, 1982) cinsellik hakkında çeşitli makalelerin çevirisini bir araya getirir. Yayınlanan diğer çeviriler şunlardır: "The Neurotic’s Individual Myth,” Psychoanalytic Ouarterly, 48, 1979, ss. 405-425; "Some Reflections on the Ego,” International Journal of Psycho-Analysis, 34, 1953, ss. 11-17; "Television,” October ,40, 1987, Lacan’ın Uluslararası Psikanaliz Derneği ile ilişkileri ve Ecoie Freudienne de Paris’yi kapatmasıyla ilgili tartışmalar hakkında önemli belgeleri sunduğu televizyon konuşmasının bir çevirisini toplayan özel bir sayı. Bu özel sayı kitap olarak Norton, New York’ta yayınlandı ve bu kitap Winnicott’la yazışmaları da dahil olmak üzere diğer ilginç metinleri de içeriyor. October bundan başka "Kant with Sade” makalesinin bir çevirisini de yayınladı: sayı 51, 1989, ss. 55-104.
Lacan hakkında İngilizcede yayınlanan ikincil literatür gittikçe genişlemekteyse de, son zamanlara kadar klinik yönü ihmal etmesi ve çoğunlukla ikincil kaynaklara ve malzemelerin kısmi incelemelerine dayanması nedeniyle pek güvenilir nitelikte değildi. Ne ki, artık “Reading Seminar XI: Lacan’s Four Fundamerıtal Concepts of Psychoanalysis” der.
Richard Feldtein, Bruce Fink, Maire Jaanus (SUNY, Albany, 1995) ve Reading Seminars I and II: Lacan’s Return to Freud, (SUNY, Albany, 1995) yayınlanmış durumda. Bruce Fink’in yakında Princeton University Press’ten çıkacak Subject, Object and the Other: Crucial Concepts of Lacanian Psyhoanalysis başlıklı bir kitabı da var.
Dylan Evans, An Introductory Dictionary of Lacanian Psychoanalysis adlı kitabı da Routledge’dan çıkacak. Bice Benvenuto ve Roger Kennedy, The Works of Jacques Lacan (Free Association Books, Londra, 1986) adlı kitap, iyi bir başlangıç kitabı.
Slavoj Zizek’in The Sublime Object of Ideology (Verso, Londra, 1989) ve Looking Awry: An Introduction to Lacan through Popular Culture (MIT Press, 1991) de bu alanda yazılmış ilginç ve aydınlatıcı yapıtlar.
Önemli makaleler ve çeviriler, İngilizce yayınlanan Lacancı dergilerde bulunabilir: Nevvsletter of the Freudian Field (Missouri), Analysis (Melbourne, Avustralya) ve Journal of the Centre for Freudian Analysis and Research (Londra).
Ne yazık ki henüz güvenilir, bilimsel olarak hazırlanmış bir Lacan biyografisi ne Fransızca ne de İngilizcede yayınlanmamış durumdadır. Elisabeth Roudinesco, Jacques Lacan: Esquisse d’une vie, histoire d’un systeme de pensee başlıklı çalışmasını 1993’de yayınladıysa da, hem bu kitabına hem de Jacques Lacan and Co.: A History of Psychoanalysis in France 1925-1985 (Free Association Books, Londra 1990) adlı kitabına, özellikle tarihsel olaylara ilişkin kuşku verici anlatımları konusunda, ihtiyatla yaklaşmak gerekiyor.
Bu kitapta benimsenen Lacan’a yaklaşım biçimi, Jacques-Alain Miller’in çalışmalarına çok şey borçludur. Genellikle zor ve görünürde karanlık olan şeyleri berraklaştırdı ve açıkladı; Lacan’ın düşüncesinin gelişiminin tarihsel yönünü vurguladı. Anne Dunand, Richard Klein ve Genevieve Morel’e taslak metnim üzerine yaptıkları yorum ve öneriler için teşekkür ediyorum. Olumsuz sanrı ve "Encore” hakkındaki yorumlarını bu kitapta kullandığım Bernard Burgoyne’a minnettarım. Silvia Elena Tendlarz’a, Paris Üniversitesi’ne verdiği "Le cas Aimee: Etüde historique et struc- turale,” başlıklı tezinde yer alan ve bu kitabın 13. sayfasında kullanılan resmi verdiği için teşekkür ediyorum.
Judy Groves, bu kitabın hazırlanmasındaki paha biçilmez yardımları nedeniyle Naomi Lobbenberg, Joanne ve Max Peters, Maya Magoga- Aranovich, David King, Hovvard Selina, Hovvard Peters, Peter Groves ve Claudine Meissner’e teşekkürü borç bilir.
Darian Leader, Londra ve Leeds’de psikanalitik uygulamalarını sürdürüyor. Leeds Metropolitan University’de Psikanaliz Araştırmaları bölümünde ve Londra’daki Brunel University’de dersler veriyor. Cinsellik hakkındaki Why Do Women Write More Letters Than They Post? (‘Kadınlar Neden Gönderdiklerinden Fazla Sayıda Mektup Yazarlar?’) adlı yapıtı 1996’da Faber and Faber yayınevince yayınlandı. Avrupa Psikanaliz Okulu’nun bir üyesi.
Judy Groves, daha önce Jesus for Beginners ve çok satan VVittgensteirı for Beginners adlı kitaplar da dahil olmak üzere Icon Yayınevi’ne kapak tasarımları yaptı; ressam, grafik tasarımcısı ve illüstratör. Şu anda Icon’un yakında çıkacak olan Chomsky for Beginners adlı kitabının tasarımı üzerinde çalışıyor.
Kaynak: Yeni Başlayanlar için Lacan, Yazan: Darian LEADER, Judy GROVES Çeviri: Gül Çağalı GÜVEN, AD Yayıncılık A.Ş.,1. Baskı- Şubat 1997,İstanbul



Jacques-Marie Emile [LACAN-A GİRİŞ]

Saffet Murat Tura
Varoluşun Sorunları, Dil ve Bilinçdışı
Lacan yaşamının çok uzun bir bölümünde tek başına idi. Layık olduğu başarıya ancak çok geç ulaşabildi.
Lacan 1901’de Paris’te doğdu. Tıp öğreniminden sonra 1932’de “Ki­şilikle ilişkileri açısından Paranoyak Psikoz” adlı teziyle psikiyatr oldu. Başlangıçta bir şair olarak tanındı. Paul Nizan, J.P. Sartre ile birlikte şiirleri yayımlandı.
Lacan tüm yaşamı boyunca Freud savunucusu olduğunu iddia et­miştir. Özellikle sosyo-kültüralist Amerikan okuluna ve “Ben psi­kolojisine”, “Ben”in vurgulanmasına, psikanaliz kavramlarını yumu­şatarak deforme eden yazarlara karşı çıkar. Lacan’a göre bir bilim olan psikanalizin bir tek nesnesi vardır: Bilinçdışı. Psikanaliz bilinç-dışının bilimidir. Bu nesneyi, daha doğrusu bu teorik nesneyi özgün kavramlar ile işlemek, ele almak gerekir. Bu özgün bir nesnedir; ne biyolojik kökenli kavramlarla ele alınabilir, ne de sosyoloji ağırlıklı olanlarla düşünülebilir.
Jacques Lacan bu köktenci ve uzlaşmaz tutumu nedeniyle uzun süre dışlandı, görmezden gelindi.
Lacan tüm yaşamı boyunca organik psikiyatri teorik temelinde gelişen klasik psikiyatrik yaklaşıma da karşı çıktı. Bu tutumuyla La­can anti-psikiyatri savunucusu olmamakla birlikte, bazı yazarlar ese­rini bu yönde yorumlamaya açık bulmuşlardır.
Lacan bir yazar —güç bir yazar— olmaktan önce bir konuşmacı­dır. “Sainte-Anne” hastanesinde, “Ecole Pratique Des Hautes Etudes” ve “Ecole Normal Superieure”de her biri Paris aydın çev­relerinde bir olay yaratan ünlü seminerlerini verdi. Temel eseri “Ecrits” (Yazılar) 1966’da yayımlandı. Bu olağanüstü güç eser bü­tün kapalılığına rağmen bir dönemin aydınlarının elinden düşme­yen kitap oldu. Lacan da Sokrates gibi ölümlü idi: 3 Eylül 1981’de Paris’te öldü.
Lacan’m özgün yanı psikanaliz ile yapısalcı dilbilim arasında kur­duğu ilişkidir. Ancak Lacan bu ilişkilendirme işleminin Freud’a ye­ni bir şey katmak anlamına geldiğini düşünmez. Aksine adeta dil­bilim, psikanalizin temel sorgulama alanında yapısal olarak, yani bir konum olarak bulunan bir boşluğu doldurmaktadır. Bu konuda Althusser şöyle diyor: “Lacan yeni bir bilim yani dilbilim ortaya çık­mamış olsaydı, gerçekleştirdiği kuramsallaştırma girişimini yapamayacağını itiraf edecektir kuşkusuz. Bilimlerin tarihi böyle ilerler iş­te; bir bilim öteki bilimlere başvurarak onları dolanarak bilim hali­ne gelir ancak ve başvurduğu bilim, onun vaftizinde hazır bulunan bilim değildir yanlızca, öteki bilimlere geç katılan doğması için bel­li bir zaman gereken yeni bir bilim de olabilir bu.”
Dilbilim zaman bakımından psikanalizden sonra ortaya çıkmış­tır. Ancak psikanaliz temel sorunsalı yalnızca dilbilim ile ilişkisinde netleşen bir sorunsaldır. Bu demektir ki, yapısalcı dilbilim, psika­naliz için bir sistematikleşme imkânı tanımaktadır.
Lacan dilbilimciler arasında, dilbilimin kurucusu Saussure ve Jacobson’dan etkilenmiştir. Dilbilim anlayışı bir bakımdan da Chomsky’ye yaklaşır. Yapısalcılık başlığı altında etkilendiği (ve et­kilediği) bir başka yazar ise Fransız antropolog Levi-Strauss’tur. “Yapısal-Antropoloji”nin akrabalık ilişkileri ve mit çözümlemeleri eserinin bütününe sinmiş bir arka plan gibidir adeta.
Yukarda sözü edilenler klasik olarak Lacan’ı etkilediği kabul edi­len kaynaklar. Ancak bunlara Sartre’ı da eklemek gerekiyor. Kanımca Lacan’ın anlaşılmaz gibi görünen pek çok bölümü, onu Sartre ile polemik halinde düşününce açıklık kazanıyor. Lacan da adeta Sartre’ın varoluş sorunları ile uğraşır. Fakat teorik temel artık varoluşçuluk değil psikanalizdir.
II. Dünya Savaşı’ndan sonra Fransa’da, giderek hemen tüm Av­rupa aydın ve yarı aydın çevrelerinde varoluşçuluk temel bir dünya görüşü haline gelmişti. Hatta Marksist çevrelerde bile varoluşçulu­ğa ilgi ve anlayışla yaklaşılmaya başlanılmıştı. Özgürlük, insanın ontolojik yazgısı gibi kabul ediliyordu diyebiliriz. Aslında bu yakla­şım pek de yeni sayılmaz. Descartes ile başlayan ve Aydınlanma ça­ğıyla olgunluğunun zirvesine ulaşan Batı düşüncesi (ki burjuva sı­nıfının elinde yükselen bu düşünceye burjuva ideolojisi de diyebili­riz) tüm alanlarda, bu arada politik karşıtlarının düşünce alanla­rında da, etkili oluyordu. Aydınlanma Tanrıyı tahtından indirmiş ve onun yerine insanı koymuştu. İnsan, akıl ve bilinçle özdeşleştirilip yüceltiliyordu. Bu da “laik”, “eşitlikçi”, “özgürlükçü” Batı toplumunun ideolojik kılıfı oluyordu.
Geçen yüzyıl, insanın yüceltilmesi geleneğine; Batı aklının, dü­şüncesinin temellerine karşı çıkan üç düşünür yetiştirdi: Nietzsche, Freud ve Marx.
Fikir tarihi açısından oldukça kısır bir yüzyıl olan çağınızdaki tüm düşünsel çabalar bu üç kaynağa geri götürülebilir.
Bu üç yazarın ortak yanı şudur; Kopernikus nasıl dünya merkezli bir evren görüşünü yıktı ise, onlar da insan merkezli ya da en azın­dan batı kültüründe tanımını bulan “sivil” insan merkezli dünyayı yıktılar; bir anlamda dünyayı merkezsizleştirdiler.
Günümüzde Fransa’da gelişen ve dünyaya yayılan “yapısalcılık” akımı da dünyayı insandan merkezsizleştirmesi bakımından, geçen yüzyılın teorik isyanına yaklaştırılabilir gibi görünüyor. Ancak ya­pısalcılık bir yaşam tarzım belirlememesi bakımından bir dünya gö­rüşü olarak kabul edilemez. Yapısalcılık daha çok bir araştırma tek­niği, yöntemi olarak karşımıza çıkar. İşte yüzyılımızın, yaşam tarzı ortaya koymak bakımından da kısır olan, teorik zemini üzerinde Sartre’ın varoluşçuluğunun, tüm Batı düşüncesi geleneğine uyması­na rağmen görünüşteki yeniliğinin çekiciliği aydınları —bir dönem­de açıkça, günümüzde de örtük ya da bilincine varılmamış bir şekilde— etkilemektedir.
Halbuki Sartre doğrudan Descartes’a bağlıdır ve açıkça da itiraf eder bunu. Nietzsche’den etkilendiği de doğrudur ancak Sartre’ın elinde Nietzsche, kendisinin asla kabul edemeyeceği kadar akılcılaşmıştır. Lacan’ın düşünsel etkinliğini göstermeye koyulduğu yıllar­daki Sartre egemenliği düşünülürse onunla satır aralarına sinmiş po­lemiği daha iyi yerleştirilebilir: Lacan, Descartes geleneğine karşı­dır. (Chomsky ile ilişkisi bu aşamada biraz paradoksal gibi görünse de esasta doğrudur bu saptama.) Hem Freud hem de yapısalcı kö­kenlerinin kaçınılmaz teorik sonucudur bu. Öte yandan psikanaliz öyle bir alandır ki, bilimsel bir araştırmayı hedef almak ile birlikte, yaşam problemleri karşısında örtük bile olsa bazı değerler ortaya koyar. Bu nedenle Sartre-Lacan polemiğinin önemi konusunda ıs­rar ediyorum.
Lacan psikiyatri kurumu tarafından dikkate alınmamıştır genel­likle. Ancak esas etkisini düşünce dünyasında göstermiştir. Althusser, Foucault, Deleuze, Guattari gibi düşünürleri etkilemiş, Mannoni, Safouhan gibi analistlerin formasyonunda etkili olmuştur.
Yukarıda işaret ettiğimiz gibi psikanaliz teorik sorgulama alanı­nın teorik nesnesi bilinçdışıdır. Özgün bir nesne olarak bilinçdışını araştırmada kullanılan yegane araç ise dildir. Psikanaliz bütünüyle dil’de ve dil aracılığı ile geçer. Yani hem üzerinde somut olarak çalı­şılan nesne dilsel bir nesnedir (Lacan “bilinçdışı bir dil gibi yapılaşmıştır” der) hem de bu nesneyi araştıran araç dildir.
Fakat bu aşamada tüm psikanalitik çalışmalar için yanıtlanması önkoşul olan bir soru karşınıza çıkıyor; öyle ki bu soruya verilecek yanıt tüm diğer sorulan geçerli ya da bir anda geçersiz kılabiliyor. Söz konusu soru, bugünkü seminerimizin sorusu şudur: Bilinçdışı var mı?
Şimdi bu soruyu dönüştürmek gerekiyor. Çünkü bir kere soru bu biçimiyle Lacan’ın teorik incelikli kavramlarının yanıtlayamayacağı kadar kaba bir sorudur. İkinci olarak da soru yüzyılın başından be­ri hemen hemen bu şekliyle sorulmuş ve doyurucu bir yanıt bulunamamıştır. Çünkü bir sorunun biçimi (ki kendisi de üzerinde sorul­duğu teorik sorgulama alanı tarafından koşullandırılır) kendi yanı­tını koşullandırır. Demek ki soruyu dönüştürmekten kastımız, as­lında, sorunun üzerinde sorulacağı sorgulama alanını değiştirme­mizin bir göstergesi.
Şimdi söz gelimi “Masa var mı?” sorusunun yanıtı masayı dene­meye dayanır. Masaya dokunursunuz, tekme atarsınız, sonuçta ma­sa var ya da yok dersiniz. Oysa filozofça bir soru şöyle sorulur: “Ma­sa mümkün mü?”. Soruyu böyle sorunca artık gerçek nesne üzerin­de çalışmamız gerekmez. Burada kavramlarla çalışılır. Ve bu çalış­manın sonucunda “masa mümkün değildir” sonucuna ulaşabilirsi­niz. Biri masayı kafanıza geçirse de sonuç değişmez. Örneği değişti­relim: “Psikiyatri var mı?” sorusunun yanıtı “Evet, var” şeklinde olacaktır kuşkusuz. Ancak “Psikiyatri mümkün mü?” sorusuna he­men “Evet’ ’ demek zor. İkinci soruya yanıt verebilmek için sosyo­lojik, felsefi vs. kavramlarla çalışmamız gerekiyor. Sonuç olarak “psi­kiyatri mümkün değildir” diyebilirsiniz. Tabii o zaman sizi bir psi­kiyatri kliniğine kapatırız, ama sonuç değişmez.
O halde ilk sorumuz yeni bir biçim alacaktır: “Bilinçdışı müm­kün mü?”. Bu sorunun yanıtı artık kavramlar üzerinde çalışmayı ge­rektirir. Yani artık burada bilinçdışının varlığı konusunda ileri sü­rülen deneysel “verileri”; hipnozu, amneziyi[1], histeriyi vs. sözkonusu etmeyeceğiz. Doğrudan kavramlara başvuracağız. Sonuçta vara­cağımız sonuç sadece bilinçdışının varlık koşullarını gösterecek. Ama “gerçekten bir bilinçdışı var mı?” sorusu açıkta kalacak. Belki biz insanlar için bilinçdışı sözkonusu değildir; belki de davranışçıların dediği gibi Pavlov’un deney hayvanlarından ibaretiz. Fakat bunun hiçbir önemi yok; evrenin bir ucunda bilinçdışına sahip yaratıklar olabilir, ya da insanın yerini alacak bir başka canlı —diyelim üstün insan— salt davranışlarının ötesinde, bir bilinçdışına da sahip ola­bilir. Soruyu dönüştürmek sayesinde basit bir deney sorusunu ev­rensel bir sorun haline getirdiğimizi fark ediyorsunuz.
Aslında soruyu biraz daha dönüştürmemiz gerekiyor: “Eğer bi­linçdışı mümkün ise, hangi koşullarda mümkündür?” İşte evrensel bir soruyu gözönüne aldığımızda yanıtlanması gereken soru bu. Ve araştırmamızın nesnesinin gerçek bir nesne olmayıp teorik bir nes­ne olduğunu vurgulamak da istersek soru nihai şeklini alır. “Kav­ramsal bir nesne olarak bilinçdışı nasıl mümkündür?”
İşte filozofça bir soru! Bir soru filozofça soruldu mu yanıtını da öyle vermek gerekir. Yani geriye bir at ile üç nal kaldı.
Demek ki sorgulama alanını kökten değiştirdik; deneysel bir so­ruyu bir mantık çözümlemesi haline getirdik. Kavramlarla çalışaca­ğımıza göre de, üzerinde çalışacağımız temel kavramı belirleyelim. Bu kavram “bilinç” kavramıdır. Bu kavram üzerinde Hegelci bir di­yalektik oyunuyla da çalışmayacağız. Yani doğrudan “bilinç” kav­ramından, sanki onun antitezi imiş gibi “bilinçdışı” kavramını elde etmeye de yönelmeyeceğiz. Araya başka kavramları da yerleştirece­ğiz.
Önce temel kavramımıza bakalım: “Bilinç nedir?” Aslında bu­günkü psikolojinin ve psikiyatrinin “bilinç” kavramının öyküsü Descartes ile başlar; Lacan’ın “Descartes’ı bir karabasan gibi okuyalım” dediği zavallı Descartes’la.
Descartes çevresindekilerin zekâsına, becerikliliğine şaşarmış. Açıkça itiraf eder bunu. Anlaşılan Descartes da birçok düşünür gi­bi yaşarken başarısızdı. Descartes kendisini hiç yanıltmayacak bir düşünce sistemi bulmaya çalışır. Öyle bir sistem olacaktır ki bu sis­tem, matematik gibi kesin sonuçlara ulaşacaktır. Ancak Descartes, matematik kadar kesin sonuçlara ulaşacak bir düşünce sisteminin matematiğin aksiyomları kadar kesin doğrulardan işe başlaması ge­rektiğinin farkındadır... Çevresinde böyle bir açık-seçik; yani doğ­ruluğu kendiliğinden görülen bir doğru arar. Önce kendisine doğru diye sunulan her şeyden şüphe eder. (Sonraları buna ‘Descartesçı şüphe’ ya da ‘metodik şüphe’ denecektir.)
Ancak Descartes şüphe ettiğinden şüphe edemeyeceğini görür;
Çünkü şüphe ettiğinden şüphe etse, yine şüphe ediyor olacaktır. (As­lında kanımca Descartes’ın akıl yürütmesinde bu halkaya hiç gerek yoktur.)
Şüphe etmek düşünmektir, yani bilinç edimi yapmaktır, o halde düşündüğü kesindir. Düşündüğüne göre kesinlikle vardır: “Cogito, ergo sum” (düşünüyorum, o halde varım.)
Şimdi bu cümle neden şüphe edilemez bir doğruyu belirliyor? Her şeyden şüphe edebilirim ama “düşünüyorum” ya da “bilinç edimi yapıyorum” dan şüphe edemem. O halde “varım”dan da şüphe ede­mem. Peki bu kesinlik nereden geliyor? Dikkat edilirse “varım” öner­mesi “düşünüyorum”a dayanıyor. Yani “düşünüyorum” zaten “varım” önermesini mantıken içeriyor; dilbilgisi bakımından da böy­le bu. Aslında şöyle de denilebilirdi: “Balık avlıyorum o halde va­rım:’ Bu önerme de bir tek koşul sayesinde kesin doğru olurdu; “balık avlıyorum” kesin, açık-seçik bir doğru olsaydı. Oysa “balık avlamam” bu anlamda kesin değildir. O halde “balık avlıyorum” ile “düşünüyorum” önermesini ayıran ne? Niçin ilki belkili bir öner­me oluyor da, İkincisi kesin, açık-seçik bir doğru oluyor?
“Balık avlıyorum”da bir dolayım söz konusudur. Oysa “düşünüyorum”da bilinç kendi kendini algılamakta, kendi üzerine katlan­maktadır. Düşündüğümü doğrudan, sezgisel olarak algılıyorum. İşte bilincin temel özelliği budur: Kendi kendini algılaması, özne-nesne ikiliğini ortadan kaldırması. Kesinliği apaçık, açık-seçik veren bu­dur. “Zihin edimi yapıyorum”dan şüphe edemem. Bu dolayımsızdır, sezgiye doğrudan bir kesin doğru olarak verilmiştir.
İşte Psikoloji ve Psikiyatrinin sözkonusu ettiği “bilinç” de buraya dayanıyor: “Farkında olmak ve farkında olduğunun farkında olmak”
Şimdi bu “bilinç” kavramını geliştirelim ve Sartre ile nasıl bir do­ruğa ulaştığını, bilinçdışının nasıl olanak dışı kaldığını görelim.
Ancak, önce Husserl ve fenomenolojisinden geçmemiz gerekir. Çünkü bilindiği gibi Sartre’ın varoluşçu fenomenolojisi, kendisinin sandığının aksine, Heideger’e değil Husserl’e yakındır.
Fenomenoloji psikolog Brentano ile matematikçi Husserl’in ça­lışmalarına dayanır. Fenomenolojide “intentionalite” yani “seçimli yönelimlilik” kavramını geliştiren Brentano’dur. O’na göre her bi­linç edimi yani “cogito” bir yönelimdir, seçimdir. Yani her bilinç edi­minin bir nesnesi vardır. “Düşünüyorum” mutlaka “bir şeyi düşünüyorum” anlamına gelir. Düşünülen şey de aslında düşünce­nin kendisinden başka bir şey olamaz. Çünkü “masayı düşünüyorum” demek aslında “gerçek masanın bilincimdeki korelatı ile iş görüyorum” demektir. Mademki “cogito”nun nesnesi “ide” mahiyetindedir, o halde bir “cogito” bir başka “cogito”yu nesne edi­nebilir. “Bilinç edimimi” bir başka “bilinç edimimin” nesnesi kıla­bilirim, onu da bir başkasının. İşte bu anlayışta epistemolojik “özne- nesne” ikiliği ortadan kalkar.
Husserl bu yönde açık-seçik bir bilgi bütünü elde edilebileceğin­den hareket etti. Fenomenoloji görüngübilim olarak Türkçe’ye çev­rilebilir ise de burada söz konusu olan “fenomen”in özgün anlamı üzerinde durmak gerek. Fenomenolojinin söz konusu ettiği “fenomen”ler “özsel” niteliktedir. “Özsel”in ne anlama geldiğini aşağıda açıklamaya çalışacağım.
Fenomenoloji, “doğal tavır” ya da “tabii tavır” adını verdiği ta­vırdan tamamen farklı şekilde düşünmeye dayanır. “Doğal tavır” bi­zim günlük yaşamdaki tavrımızdır. Mesela günlük yaşamda masayı düşünürken sahiden de somut masa ile işgördüğümüzü kabul ede­riz. Oysa fenomenolojik tavırda nesneler artık gerçek nesneler ol­maktan çıkmış “ide”ler olarak ele alınmaktadır. Yani nesneler “do­ğal tavırda” olduğu gibi değil birer bilinç fenomeni olarak bilinçte ortaya çıkmış nesneler olarak işlenirler. İşte fenomenolojinin söz ko­nusu ettiği fenomenler bu nedenle “özsel”dir. Nesnenin kendisi bir bilinç edimi olarak ortaya çıktığına göre ve bilinç de kendisine do­laysız, açık-seçik verildiğine göre, söz konusu nesnelerin fenomeno­lojik bilgisi de kesin, açık-seçik bilgiler olacaklardır.
Fenomenolojik bağlamdaki fenomenlere nasıl ulaşılabilir peki?
Fenomenolojinin, özsel fenomenleri elde etmek için kullandığı yön­teme “eidetik” yöntem denir. Bir çeşit meditasyondur bu. Bir bilinç etkinliği söz konusudur. “Doğal tavır”da bilinç bir anlamda edilgindir; işte masa, sandalye, vs. Onlar bana kendilerini bir dış ger­çeklik olarak kabul ettirirler. Oysa “eidetik” [önceden algılanan objelerin zihinde net bir şekilde canlandırılması yeteneğine ait, bu yetenekle ilgili. ]yöntemde bilinç belir­tik olarak etkin ve “seçici yönelimli” bir tavır içindedir. Bu yöntem­le nesnenin bilinçteki tanımlaması yapılır. Bilinç kendi içinde ken­disinin kurduğu nesneyi bir başka bilinç edimine nesne kılarak soruşturur, araştırır ve anlamlandırır. “Anlamlandırır” üzerinde biraz duralım. “Anlamlandırır”dan kasıt şudur; anlamın kaynağı bilinç­tir. Yoksa her şey Demokritos’un dediği gibi “atomlar ve boş uzay­dan ibarettir?’ Bu anlamsız gerçekliğe anlam veren onu bilinç edi­mime nesne edinmemdir. Anlamın, özün kaynağı bilinçtir. Ama bunu da yanlış anlamamalı; “atomlar ve boş uzaydan” oluşan gerçekliği düşünmekle bizzat bu gerçekliğe anlam katmış olmam. Benim bi­lincimin nesnesi deyim yerindeyse, bu gerçekliğin bilincimdeki korelatlarıdır; yani anlam yine bilincime içkin kalır, işte özgürlük de burada temellenir.
O halde söz konusu bilinç etkinliğinin biçimi nedir? Nesnenin özü­ne, yani bilinç fenomenlerine ulaşmak için fenomenolojik parante­ze alma işlemi uygulanır. Husserl fenomenolojisinde paranteze al­ma işlemi “doğal tavır”a ait her şeyin dışta bırakılması anlamına gelir. Tüm değer yargıları, algılar bilincin alanından atılır. Böylece de salt kendi üzerine katlanmış, kendini algılayan bilinç elde edilir. Şimdi paranteze alma ile bütün dünya dıştalanmıştır ama dünya gene de bilinç tarafından içerilmektedir. Çünkü bilinç “ide”lerden oluşur, bu ideler de nesnelerin idesidir. Yani her şey artık “saltık bilinç”te ya da “aşkın bilinç”te bir bilinç aktı olarak varolmaya devam eder. As­kıya almam, paranteze almam, dış dünyaya gönderimde bulunma­mam olarak kalır yalnızca.
Bilinç kendi üzerine katlanmak ve kendini düşünmekle “özne- nesne” ikiliğini ortadan kaldırmış olur. Böylece “anlamın”, “özün” kaynağı olan bilinçte, bu özsel fenomenlerin araştırılmasına geçil­miş olur. Artık “düşünen ben”e; “ego cogito”ya varılmış, mutlak, açık-seçik bilginin alanı ortaya çıkarılmıştır. İşte bu, Descartes’m dü­şünün gerçekleştiğini gösterir. Gerçi Descartes dış dünya hakkında kesin bir bilgi istiyordu, ama fenomenolojinin verdiği bilgi doğru­dan dış dünya hakkında değilse bile, dış dünyanın nesnelerinin bi­linç tarafından kurulan özleri, anlamları hakkındadır.
İşte buradan Sartre ve varoluş sorunlarına girebiliriz artık. Geniş ölçüde fenomenolojiden etkilenen Sartre, bir anlamda, Descartes ile başlayan “Ego cogito” geleneğinin içinde yer alır. “Varlık ve Hiçlik” adlı eseri için —ki bu eser temel felsefi eseridir— varoluş sorunları­na fenomenolojik bir yaklaşım ile çözüm arayan bir ontoloji dene­mesidir, diyebiliriz. Sartre için sorun dünyada bir ölümlü olarak ya­şayan insanın yaşantısının fenomenolojik felsefesini yapmaktır. As­lına bakılırsa Husserl’e göre, insan yaşamının —günlük— sorunları üzerine felsefe yapmak fenomenolojik felsefenin dışına çıkmak de­mektir... Çünkü, böyle bir yolda, artık özsel fenomenlere “doğal tavır”a ait fenomenler de katılmış olur. Ancak bu noktada Sartre için —günlük— yaşam sorunlarının evrensel mahiyette olduğuna işaret etmek gerekir.
Şimdi şu soruyu göz önüne alalım. Sartre filozof mudur? Sartre’ın yaptığı felsefe midir?
Pascal’dan beri varoluş sorunlarına yanıt arayanların aslında fel­sefeyi olumsuzladıklannı, bir anlamda negatif bir felsefe yaptıkları da savlanır. Bu karşıtlığı Camus gayet güzel vurgulamaktadır ben­ce. Camus “Sisyphe Efsanesi”nin hemen başında sorusunu şöyle for­müle eder: Felsefenin göz önüne aldığı sorular; aklın kaç kategori­sinin olduğu, bilincin mi maddenin mi önce geldiği vs. soruları as­lında ikinci dereceden sorulardır. Esas soru şudur Camus’ye göre: “Bu dünya yaşanmaya değer mi?”
Bence tüm filozofça edasına karşın felsefe dışıdır bu soru. (Nite­kim koyduğu karşıtlık göz önüne alınırsa Camus de bu görüşte olsa gerek.) Ancak itiraf etmek gerekir ki felsefe dışında geçerli tek so­rudur bu.
Şimdi Sartre’da da böyle bir felsefe karşıtlığı görülebilir mi? Camus’nün sorusu felsefe dışıdır, çünkü pragmanın yönü şöyledir “ya­şarken felsefeden nasıl faydalanabilirim!’ Oysa bence Sartre’ın pragması tam ters yöndedir: “Felsefe yaparken yaşantımdan nasıl fay­dalanabilirim!’ İşte Sartre’ın bu tutumu onu filozof kılan şeydir. O, roman yazarken bile filozoftur.
Sartre’ın “Varlık ve Hiçlik” adlı eseri ile ilgili bir yazı okumuş­tum. Yazı görünüşte felsefi metinle uyuşmayan, sanırım Sartre’ın ro­manlarından birinden alınmış şu cümle ile bitiyordu: “Madeleine şu plağı yeniden koyar mısınız? Gitmeden bir kez daha dinlemek istiyorum!’ Bu iki cümlede varoluş sorunları dile geliyor: Bu cümle­lerin öznesi adeta şöyle diyor; şimdi ve burada varoluşumun ve gidiciliğimin farkındayım. Senin, isteklerinin ve her an geri alınabilirliklerinin farkındayım. Kısaca tek yazgım olan ölümlülükle sınır­lı özgürlüğümün farkındayım!’
Sartre’ın felsefe yaparken arzusu, “şeyler”den, onlara dokundu­ğu, yaşadığı gibi söz etmesi ve üstelik bunun felsefe olmasıdır. Sartre “La Transcendance de I’Ego”dan itibaren bir bilinç felsefesi kur­maya girişir. Ona göre “Ego” (Ben) bilinçte değildir; dışardadır, dün­yadadır. Orada varoluş yerini bulur, şimdi burada elbette fenomenolojik bir temel var. Sartre “Ego dışardadır, dünyadadır” derken bilinçte ortaya çıkan bir özsel fenomen olarak “Ego”dan söz edi­yor.
Sartre “özne-nesne” ikiliğini aşma yolunda, “dünya”yı ve “Ben”i mutlak aşkın bilincin nesnesi haline getirir. Aşkın bilinç “dünyanın” ve “Ben”in anlamının, özünün kurgulandığı yerdir. Böylelikle varoluş, felsefenin temeline konmuş olur. Artık ne Tanrı’dır hareket nok­tası ne de “dünya:’ Bilincin şu açık seçik sezgisel gerçeğinden hare­ket edilir: J(é) existe.
Sartre’ın insanın doğası fikrini reddettiği kabul edilir. (Aslında ben­ce bu fikri bir başka kapıdan yeniden içeri alır Sartre.) Böylece Sartre sanki hümanizma geleneğinin ötesindeymiş gibi gözükür. “Sadece insan için varoluş özden önce gelir” derken, insanın doğuştan hiç­bir özü, anlamı olmadığını; nesnelerini seçerken kendini de seçtiği­ni, özünü değerlerini, anlamlarını yarattığını söyler. İnsan, mutlak fenomenolojik bilinci, aşkın bilinci ile kendi anlamlarını, özünü ya­ratır. Bu haliyle doğuştan bir özü yoktur, özü olmadığı için de öz­gürdür, seçerek kendi özünü yaratır. Bir partili, bir filozof ya da aşık olmayı seçebilir. (Şimdi burada Sartre’ın “sadece insan için varoluş özden önce gelir” önermesinin bir içerimini açmak gerekir. Sartre böyle demekle insandan başka varlıklar için “varoluş özden sonra gelir” demiş oluyor. Ancak burada Sartre’ın savunduğu Platoncu bir mutlak idealizm değil kuşkusuz. Fenomenolojik açıdan anlamın, özün kaynağı olan bilinç nesneye özünü verir. Yani Sartre’m söz ko­nusu ettiği öncellik zaman bakımından değil, “a priori” olmak ba­kımından bir öncelliktir aslında. İnsan saltık bilinç olarak önce bir varoluştur, özünü kendi yaratır, oysa nesnelere statüsünü veren bi­lincin sağladığı anlamdır, özdür. Bu bakımdan, onların ne oldukla­rı bilincin yarattığı anlamla kurulduğu için fenomenolojik olarak nesneler için öz varoluşlarından önce gelir.)
Sartre’da bilinç, düşüncenin özel bir modalitesi değildir. Bilinç var­olanın dünyaya doğru patlaması, aşılmasıdır. Burada fenomenolo­jik seçici yönelimlik anlayışının izleri var. Bilinç “kendi”nin dışarılaşması eylemidir. Yani bilinç daima bir şeyin bilinci olarak dışsal­laşır. Bilincin esas tavrıdır bu.
Sartre “cogito”yu iki şekilde ele alır: Cogito ve “prerefleksif cogito”: Basitçe “bilinç edimi yapıyorum” ve “bilinç edimi yaptığımın farkındayım”
Tekrarlarsak Sartre’a göre insanın kendinden önce hiçbir insanlık ideali yoktur. Her seçimi ile insanlık idealini yeniden kurar. İşte va­roluşunun bu özgürlüğünü hisseden insan “boğuntu” içindedir. Bo­ğuntu Sartre’a göre insan olma durumunun algılanmasının, bir an­lamda “iç görü’’ kazanmasının sonucudur. Böylece Sartre’ın tasar­ladığı psikoterapide “boğuntu” ile mücadele edilmez. Nevroz özgür­lüğünün bilincinde olmayı reddetmektir, özgürlüğü bir yalan ile ört­mektir. Bu noktaya ilerde döneceğiz.
Özgürlük Sartre’ın “La mauvaise foi” (kötü niyet) dediği şeyle atbaşı gider.
Yukarda fenomenolojik mutlak bilincin kendi üzerine katlanan, ‘kendini düşünen-nesne edinen’, ‘seçici-yönelimli’ özelliğinden söz etmiştik. İşte bu özellik “Ego”yu dışta, dünyada bırakıyor; onu dün­yada bir şey kılıyordu. Aslında insanın ontik (varlığa değgin) öz­gürlüğünün temeli buydu zaten. Böylece insan “Ben”in üzerine yük­seliyor, kendini seçebiliyordu. Partili olmam, doktor olmam, kısa boylu olmam ya da çirkin olmam benim koşullarımdır. Ancak bilinç olarak bunların üstüne çıkabilirim ve her an artık partili olma­mayı ya da doktorluk yapmamayı seçebilirim. Ancak burada bir problem çıkıyor, çirkin olmamayı ya da artık hapiste olmamayı seçemem. Fakat Sartre’a göre burada da insanın ontik anlamdaki özgürlüğü zedelenmez. Sartre bütün bunlara “insanın koşulu” der. Bu koşullar içinde de insan mutlak bilinci ile kendinin üzerine yüksele­rek, kendini nesne edinerek dünyada kendi konumunu belirleyecek­tir. Hapiste arkadaşlarımı ihbar etmeyi ya da işkence altında sus­mayı seçebilirim. Dönek ya da kahraman olmayı seçebilirim.
Çarlık Rusyası’nın terörist önderlerinden Ropşin bireysel terörü şöyle anlatır: “Öldürmek yasak, kayıtsız şartsız affedilmez bir suç, yapılamaz ama yapılması gerekir... Terörist, kardeşleri için^alnızca hayatını feda etmez, temizliğini, ahlakını, ruhunu da feda eder. Bir başka deyimle öldürmenin hiçbir koşul altında kabul edilemeyece­ğini sarsılmazcasına ve her türlü kuşkunun dışında bilen insanın öl­dürmesi ahlaksal nitelikte olabilir ancak. Ve Tanrı benimle bana yük­lenen eylem arasına günahı koymuş olsaydı da, ben kimim ki bu ey­lemden kaçınabileyim!’
Seçildiğinde cinayet bile bir insanlık değeri sunar, bir ahlak belir­ler. Anlamsızı anlama dönüştüren özgürlüğün bir biçimi haline ge­lir. Bilinç, insan koşullarının, insana kabul ettirilen ahlakın bile üze­rine çıkabilir. Çünkü ona sunulan tüm değerler insanın koşuludur. Bilinç, seçici yönelimli tavır ile Ben’in tüm koşullarının üzerine çı­kıp özgürce seçim yapabilir.
Fakat gene bizzat aynı gerekçelerle “kötü niyet” de sözkonusu edi­lebilir. Bilinç “Ben”i dıştalar ve orada bilinç için bir nesne kılma­dan da bırakabilir. Bu durumda bilinç adeta görmezden gelmekte, bir bilinç edimini bir başka bilinç ediminin nesnesi yapmamayı seç­mektedir. Doğrusu bilince tanınan ‘seçici-yönelimlik’ özelliği peka­la bu seçime de imkân tâhımaktadır. Sartre kendilik bilincindeki in­sana “kendi-için-şey”, kendilik bilinci olmayan nesneye de “kendin­de şey” der. Böylece “kötü niyet”le “kendi-için-şey”, “kendinde şey”e dönüşmüştür. İşte Sartre’a göre nevrotik yönelimin temelindeki me­kanizma bu “kötü niyet”ten ibarettir.
Peki insan neden kendini kandırır? Ontolojik (varlık-bilimsel) bir zorunluluk olarak özgürlük, insanın kendini seçmesi ve yaratması, “boğuntu”yu da birlikte getiriyordu. İnsan “kötü niyet”le kendini kandırarak, kendini kandırmayı seçerek seçimi erteler. Sözgelimi bir histerik, kocası ile sevgilisi arasında seçim yapması gerektiğinde kö­türüm olduğunu söyleyebilir. Böylece seçimi ertelemiş olur. Ne kal­mayı seçmiştir, ne gitmeyi; ertelemeyi seçmiştir o. Ayaklarını hare­ket ettirmek istediğini ancak oynatamadığını söyleyecektir ve buna kendi de inanacaktır. Aslında ayaklarını oynatmaya girişmediğini, ayaklarım kıpırdatmamayı seçtiğini bir başka bilinç ediminde gör­meyi reddedecektir.
Ancak “kötü niyet” sahte bir çözümdür. Öncelikle “boğuntu” yu ortadan kaldırmaz. Çünkü nevrotiğin karşısındaki seçim hâlâ ol­duğu gibi durmaktadır. Öte yandan “kötü niyet” insanın kendisini yaratmasını engellemektedir. O, evliliğini aşkına tercih eden bir ka­dın mıdır yoksa aşkı her şeyin üstünde olan bir kadın mı? Kimdir o? Sartre’a göre bir anlamda nevroz bir kimlik bunalımıdır diyebili­riz. İlerde Lacan için de nevrozun bir anlamda kimlik bunalımı ol­duğuna; Ödip karmaşasının uygun çözümünün gerçekleşmemesinin, nevrotiğin kendisini kültür içinde konumlandırmasını; kendi simgesel yerini kazanmasını engellediğine değineceğiz.
Bu nedenlerle Sartre’ın kafasındaki varoluşçu psikoterapi “kötü niyeti” hedef alır. İnsanı kendi bilincinin bilincine vardırmaya, öz­gürlüğünün farkına vardırmaya yönelinecektir. Böylece insan kendi özünü yaratmaktan kaçınmayacaktır. Bu boğuntuyu birlikte getirse de.
Buraya kadar kısa ve kaba bir özetini vermeye çalıştığım “Varlık ve Hiçlik” adlı eserinde Sartre, Freud’u şiddetle eleştirir. (Ancak daha sonraları Sartre, Freud’u yüzeysel olarak eleştirdiğini kabul edecektir.)
“Varlık ve Hiçlik”de, Freud’a yönelik şu eleştirileri ön plana taşı­mak mümkün gibi duruyor.
1-“İde” niteliğinde olan hiçbir şey bilincin kontrolü dışında ola­maz. Böylece bilinçdışı mümkün değildir.
2-Sartre’a göre Freud’un sansür düzeneği tamamen bilincin işlev­lerine sahiptir. Neyin bilinçli olacağına ancak bir tasarının ayırt edil­mesi koşulu ile karar verilebilir. Dolayısıyla Freud bizzat bilince ait bir kategoriyi bilinçdışı olarak nitelemektedir.
3-Sartre, Freud’u bilinçdışını ve “ld”i doğallaştırmakla suçlar: Libido sanki bir hayvansal içgüdü gibi ele alınmıştır. Fakat insan için doğa —ister içimizdeki ister dışımızdaki doğa olsun— ancak bir bilinç ediminin nesnesi ise anlam kazanabilir. “ld”in kendisinde bir anlam yoktur. O halde rüya ve dil sürçmesi gibi “anlamlı" sim­geleştirmenin kaynağını da bizzat bilinçte aramak gerekir.
Seminerimizin başlarında, yönümüzü belirleyecek soruyu şöyle ifa­de ettiğimizi hatırlıyor musunuz?: “Kavramsal bir nesne olarak bi­linçdışı nasıl mümkündür? “Bu soruya yanıt aramak üzere “bilinç” kavramını geliştirmeye; mümkün tüm içerimlerini elverdiğince or­taya koymaya çalışmıştık. Şimdi ulaştığımız sonuç —eğer Sartre ya­nılmıyor ise— bilinç kavramı temelinde “bilinçdışı” kavramının mümkün olmadığını gösteriyor. Eğer çalışmayı burada kesersek “bi­linçdışı mümkün değildir” dememiz gerekiyor. Ancak henüz psika­naliz son sözünü söylemedi. Bize burada bir başka kavram yardım­cı olacak: Dil.
Jacques Derida’nm anahtar niteliğinde bir cümlesi var:
“Dil paranteze alınamaz"
Gerçekten de fenomenolojik indirgeme yöntemi; paranteze alma işlemi aslında hiç ummadığı bir kalıntı bırakır. Dili bilinçten ata­mazsınız, çünkü bu durumda bir bilinç edimi, “cogito” mümkün olamaz. Dilden arınmış bir düşünce düşünülemez.
Ancak ilk bakışta bunun önemi yok gibi duruyor. Dil zaten dü­şüncenin basit bir aracı, bir ifade biçimi değil mi? Nitekim dil yüz­yılımızın başına kadar böyle düşünülmüyordu. Gerçekten de söyle­necek düşüncenin, söyleme ediminden önce ve tamamen bağımsız bir varlığı olduğu kabul ediliyordu. Bir söz söylendiği zaman bir fik­rin belli bir imgesini verdiği ya da en azından bir imgeyi vermeye çalıştığı varsayılıyordu. Tıpkı bir resmin bir şeyi temsil etmesi gibi, sözler de bir fikri temsil ediyorlardı. Dil sayesinde düşünce kendisi ve başkası önünde sergilenmiş oluyordu.
Dahası eski dilbilim okullarından Port-Royal’e göre de cümlele­rin dilbilimsel yapısı bile düşüncenin zorunlu düzenini taklit etmek­teydi. Cümlelerde kelimelerin çizgisel dizilişinin bile akılda fikirle­rin birbirini izleme biçiminin bir tıpkı yansıması olduğu kabul edi­liyordu.
Eğer dil, düşüncenin, “bilinç edimi”nin basit bir yansımasından ibaret olsaydı, hâlâ “bilinçdışı mümkün değildir” diyebilirdik.
Ancak Saussure ile her şey değişir. Kanımca yüzyılın en büyük iki bilim adamından biri Ferdinand de Saussure’dür. Einstein’ın her Galile gözlemcisinin kendi süre-durumlu sistemlerine göre kendi ba­ğıl ‘uzay-zaman’ süreklisini kesitlediğini ileri sürdüğü “özel bağıllık teorisini” ortaya attığı yıllarda, Saussure bir mutlağı; insanlar ara­sındaki iletişimin mutlak gönderim sistemi olan dil’in teorisini işli­yordu derslerinde.
Üstelik Saussure buluşunun öneminin, ne gibi sonuçlar verebile­ceğinin farkındaydı. Dilbilimin giderek antropolojiyi, sosyolojiyi, psi­kolojiyi derinden etkilemesi gerektiğini görüyordu.
Saussure’e göre dil, iletişim amacı ile onu kullanan insanlardan bağımsız ve onlara öncel, kendine özgü bir yapısı ve yapısal kural­ları olan uzlaşımsal bir sistemdir; dil, dilin bireysel kullanımı olan söze kendini kabul ettiren toplumsal bir kurumdur. Fakat bu şekil­de ele alınınca dilden bağımsız bir düşünce, dilin kurallarının dışın­da ve ötesinde bir düşünce olamaz.
Dil düşüncenin saydam bir yansıtıcısı değildir. Dil düşünceye ken­dini kabul ettirir. Dil ‘toplumsal-uzlaşımsal’ bir kurum olduğuna göre salt bireysel düşünce de yoktur. Bilinç, kendini ancak dilin, yani ‘toplumsal-uzlaşımsal’ bir kurumun dolayımıyla ele alabilir. İşte Lacan’a göre bilinçdışı bu ‘insan-dil’ ilişkisinin kaçınılmaz mantıki so­nucudur. İnsan kendi varoluş gerçeğini, olduğu gibi değil, ancak top­lumsal bir kurumun ona sağladığı imkânlarla düşünür. Böylece A.Lemaire’in dediği gibi insanda bir yarık meydana gelir. İşte bilinçdışını temellendiren budur. İnsan kendi gerçeğini bilinçdışı kılar. İnsan kendi gerçeğini önce ailenin, sonra diğer kültürel kurumların söyle­minden dolayımlanarak düşünürken, esas otantik gerçekliğini bilinç­dışı kılmış olur.
Saussure dil’in biçimsel kurallarının saf düşünce tözü ile saf ses tözü arasındaki ilişkiyi kurarken düşünceye de kendi biçimlerini ka­bul ettirdiğini söylüyordu. Onun bu basite indirgemesinin didaktik amaçlara dayandığı kabul edilebilir, ancak dilbilim açısından bazı yanlış anlamalara da neden olabilir bu sadeleştirme. İşte Saussure-ün söz konusu satırları:
“Tek başına düşünce, hiçbir zorunlu sınıra rastlanmayan bir bu­lutsuyu andırır. Önceden oluşup yerleşmiş kavram yoktur, dilin or­taya çıkmasından önce hiçbir şey belirgin değildir (...) Ses tözü de ne durmuş oturmuştur ne de kesin çizgilerle belirlenmiştir. Sundu­ğu bütün biçimlerine düşüncenin de zorunlu olarak uyacağı bir ka­lıp değildir. Bundan ötürü (...) dili (...) hem bulanık kavramların be­lirsiz düzleminde (...) hem de seslerin aynı oranda belirginlikten yok­sun düzleminde (...) birbirine bitişik bir alt bölümler dizgisi olarak gösterebiliriz. Dil biçimlenmemiş (bu) iki yığın arasında oluşurken kendi biçimlerini yaratır (...) Bu birleşim bir töz değil bir biçim ya­ratır!’
Bu satırlarda Saussure, başlangıçta dilin biçimsel kurallarından bağımsız “mitik” bir düşünce tözü kabul ediyor. Sanırım Lacan’da da böyle bir töz anlayışı vardır. Onun “öznede gösterilen” ya da “gös­terilebilir olan” dediği şey yaşamın ilk başlarındaki “mitik” solip­sizm (tekbencilik) olsa gerek. Ancak biz şimdi Saussure’den kaynak­lanabilecek bu yanlış anlamayı Hjemslev’in nasıl eleştirdiğine ba­kalım.
“Ama doğrusu ne denli başarı ile dile getirilirse getirilsin, bu eğitsel yaklaşım anlamsızdır. F.de Saussure’ün kendisi de düşünmüş olmalı bunu. İster zamansal düzlemde olsun, ister aşamalama düzleminde olsun, gereksiz her türlü ön-gerçekten uzak duran bir bilimde hiçbir şey “içeriğin tözünü” (düşünceyi) ya da “anlatımın tözünü” (ses zin­ciri) ya da bunların tersini dilden önceye alma yetkisini vermez. F.de Saussure’ün terimlerini olduğu gibi kullanırsak tözün yalnız ve an­cak biçime bağlı olduğunu, hiçbir anlamda ona (bu töze) bağımsız bir varlık gibî'-bakılamayacağını anlamamız gerekir!’
Şimdi Hjemslev haklı gibi duruyor. Ancak bu haklılık tamamen Saussure kaynaklı dilbilim içinde geçerlidir. Bir başka deyişle dilbi­limin, kendi inceleme alanı bakımından düşünce tözüne zaman içinde bir öncelik tanımak gibi bir varsayıma ihtiyacı yoktur. Ama bu, psi­kanalizin böyle bir varsayıma ihtiyaç duymayacağı anlamına gelmez. Belki de Lacan’ı yer yer Chomsky dilbilimine yaklaştıran bir özellik sözkonusu burada.
Ancak buraya kadar söylediklerimizden Lacan’a göre bilinçdışının salt dolayımsız yaşantılama olduğu sonucu çıkarılmamalı. Tam tersine, Lacan’a göre bilinçdışı olan, bu yaşantılamanın ilk simge­selleştirilmiş halleridir. Yani bilinçdışı da simgelerden oluşur aslın­da. “Nasıl oluyor da bilinçdışı simgelerden oluşuyor?” sorusunu ilerki çalışmalara bırakıp şimdilik, bilinçdışının “dilin biçimsel” kural­larından başka bir şekilde düşünülemeyeceğini pek güzel açıklayan bir metne bakalım.
Althusser, “Freud ve Lacan” adlı çalışmasında şöyle diyor:
“Bu biçimsel koşulun karşısına, bilinçdışının içeriğini düşünür­ken, Freud’un kullandığı kavramların (yani libido, içtepiler, istek) biyolojik görünüşü çıkarılacak olursa aynı biçimsel koşulun kuramsal önemini kavrayamama tehlikesi ortaya çıkar. Lacan da bu anlamda insanı bilinçdışının “isteklerinin dili”ne yeniden yöneltmeyi ister. Ne var ki biyolojik gibi görünen bu kavramlar, gerçek anlamlarını bu biçimsel koşuldan alırlar. Bu anlam, ancak bu koşul sayesinde veri­lebilir ve düşünülebilir, bir sağaltım tekniği belirlenebilir ve uygula­nabiliri’
Bir başka deyiş ile bilinçdışı simgeleşmemiş bir düşünce olsaydı psikanaliz sırasında bu düşünceyi nasıl anlayabilirdik?
Yukarıda insanın kendi otantik gerçeğini kültürün sunduğu sim­geler aracılığı ile düşünürken kendi gerçeğinden giderek uzaklaştı­ğına değinmiştik. Bu kendini kandırma mekanizmasını, bizzat dil bilimsel göstergenin yapısına bağlamak mümkündür. Umberto Eco, “Bir Yalan Kuramı” adlı çalışmasında şöyle diyor:
“Başka bir şeyin anlamlı olarak yerini tuttuğu varsayılabilen her şey göstergedir. Gösterge kendi yerini tuttuğuna göre de bu başka şeyin varolması koşulu aranmaz. Bu anlamda ilke olarak göstergebilim (biz buna şimdilik dilbilim diyelim S.T.) yalan söylemekte kul­lanılabilen her şeyi inceleyen bilim dalıdır. Bir şey yalan söylemekte kullanılmıyorsa doğru söylemekte de kullanılmaz. Aslında hiçbir şey söylemekte kullanılmaz!’
Eğer dil kendi gerçekliğini yaratıyorsa bunun, insanın kendisine söylediği yalanın da kaynağı olduğu ya da olabileceği açıktır. Fakat burada parantez açıp şunu da belirtmek gerek: Fenomenolojiyi in­celerken, bilincin dış dünyaya gönderim zorunluluğundan sıyrılabildiğine, kendi içinde ortaya çıkan fenomenlerle dolayımsızca ilgilenebildiğine değinmiştik. Şimdi bilince tanınan bu özelliğin aslında doğrudan dilbilimsel göstergenin kendi başına gerçekliğinden ve ge­çerliliğinden kaynaklandığı açıkça ortaya çıkıyor. Gösterge dış dün­yada bir şeyin anlamlı olarak yerini tutar, ama anlamı yine kendi içindedir, yoksa dışarda gönderimde bulunduğu şeyde değil. İşte, bi­lince otonomisini sağlayan, dilin bu otonomisi olsa gerek. Dış dün­yaya gönderim zorunluluğu olmaksızın salt dil düzeyinde çalışabilinir; matematikler bunun en açık örneğidir zaten. Matematikler gi­bi kesin bir doğru arayan Descartes’ın başlattığı yolun fenomenolojide bir matematikçi olan Husserl’de -kendisi belki de hiç Irkında olmaksızın- böyle bir matematik benzerliğine ulaşması ilginç. An­cak bilincin açık seçik doğrularının insanın kendi otantik gerçeğin­den kopmuş bir yalan olduğunu görmek gerek. Bu anlamda mate­matikler de yalandır: Hiçbir gerçek üçgen, matematiğin üçgeni ka­dar “mükemmel” değildir. İdealizasyonun iki sonucu vardır: Man­tık düzeyinde kesin açık-seçik doğru, deney (dış dünyaya gönderim) düzeyinde metaforik bir çarpıtma. Neyse, bu epistemolojik müla­hazaların yeri burası değil.
Lacan’a göre ödip karmaşası da gerçek dünyanın bir karmaşası değil, simgesel bir karmaşadır; bir başka deyişle simgeselin kendi otonom gerçekliğinde geçen bir karmaşadır: Ödip için gerçek bir ba­banın olması koşulu yoktur. Yalnızca simgesel baba işlevi, “Baba­nın Adı” yeterlidir. Kültürel Baba konumunun tüm anlamını veren bizzat aile söylemidir. Ailenin kendi gerçek gerçekliği (yani ne ise o olan bu “numen” (kendinde şey)) simgeselin kendi otonom ku­ralları çerçevesinde anlamım kazanır. Böylece simgesel düzen biyo­lojik ihtiyaçlara, onları kültürün düzeni içinde bir “dilek” olarak ifade etmek için simgenin özerk düzenini sunarken, doğal (yani ne ise o olan) bu gerçekliğe de simgenin özerk kuralları çerçevesinde biçimini verir.
Dil öylesine yapılaşmıştır ki, insanlardan bir insan, dilin “Baba­nın Adı”na sağladığı tüm kültürel tarihin yükünü taşıyan bir anla­mı (kendisi gerçeklikte bu anlamla ilişkisi olmayan bir “insancık” bile olsa) üstlenmiş olur: Yasaklayıcı, egemen, “mitik” kastre edici baba. Böylece insan yavrusu, biyolojik bir yaratıktan kültürel bir “özne” olma yolunda, yani bir toplum üyesi olma yolunda ilerler­ken tüm insanlık kültürü tarihinin bir özetini de üstlenir: Hatta ken­disi bu kültür tarihinin yaşayan bir özeti haline gelir.
İnsanın ilk kimliği; aile içinde “Fallus” simgesi karşısındaki ko­numu ile belirlenen cinsel kimliğidir. İşte, psikanalizin cinselliğe ver­diği önem de buradan kaynaklanır zaten. Nevroz, ödip karmaşası­nın kültürün düzenine uyan bir çözüme ulaşmamasıdır. Bu nedenle nevroz, Freud’un düşündüğü gibi cinsel sapıklıkların öbür yüzüdür. Her nevrozun altında toplumca kabul edilmeyen bir cinsellik arzu­su vardır.
Artık seminerimizin sonuna geldik: Burada “kavramsal bir nes­ne olarak bilinçdışı nasıl mümkündür?” sorusuna yanıt aradık. Sa­nırım ulaştığımız sonuç Lacan’ın ünlü formülüne götürüyor bizi:
“Dil bilinçdışının koşuludur."
Bu sonuç hiçbir deneysel gerekçeye dayanmıyor. Bilinçdışını de­neysel olarak kanıtlamaya çalışan psikanalistlerin tersine Lacan’da böyle bir filozofik akıl yürütmeyi görmek mümkündür. Seminerin başında Althusser’e dayanarak “masum okumanın olmadığını” söylemiş ve suçumu baştan kabul etmiştim. Bir saat boyunca konuş­tum, sizler dinlediniz.
Okumak, dinlemek; bunlar pasif suçlar değil mi? Şimdi ben, bu saatin sonunda, kendi ayna imgesini yakalayan narsistik dönemin­deki çocuk gibi imgesel bir yanılgının hazzı içindeyim. Sizler ise din­lediniz; gelin suçunuzu itiraf edin; sorularınızı bekliyorum.
Lacan’ı tam anlamıyla anlamak için belli bir “Dilbilim ve Yapısal Antropoloji” bilgisine sahip olmak gerektiği kabul edilir. Şüphesiz yerinde bir tespittir bu. En azından Lacan’ın kullandığı kavramları anlamak bakımından vazgeçemeyeceğimiz bir temel bilgi düzeyi sağ­lamayı hedef alıyoruz bu bölümde.
E de Saussure, gerçek anlamıyla “dilbilimin” kurucusu olarak ka­bul edilir. Aslında eseri, ölümünden sonra öğrencilerin ders notla­rından derlenerek ortaya çıkarılmıştır. Bu bakımdan bazı noktalar­da -didaktik yönelimin kaçınılmaz sonucu olan- yetersizliklere rast­lansa da, dil olgusuna bakışta tamamen yeni ve tartışmasız bilimsel bir görüş açısı getirmiştir Saussure’ün dersleri.
Saussure öncesinde dil alanındaki çalışmalar daha çok kelimele­rin tarihi, dillerin geçirdiği aşamalar, çeşitli dillerin akrabalığı gibi ampirik çalışmalar ile sınırlıydı. Bu çalışmaların ortaya koyduğu bilgi birikimi tartışma götürmez bir katkı ise de, henüz dilin ne olduğu konusunda bilimsel bir görüş, bir teori ortaya atılmamıştı. Dilin ne olduğu konusundaki görüş “Port-Royal” okulunun görüşlerine da­yanıyordu. Daha çok Descartesçı bir anlayışı olan bu okula göre di­lin yapısı düşüncenin yapısını temsil eden saydam bir taşıyıcıdan ibarettir.
Dilden bağımsız bir düşünce tözünün bulunduğu şeklinde özet­lenebilir olan bu Kartezyen (Descartesçı görüş, ilk bakışta garip gi­bi gözüken bir tarzda, Lacan’ın etkilendiği dilbilimciler arasında yer alan Chomsky’de de belli bir şekilde devam etmektedir. Bu soruna ilerde döneceğiz.
Oysa Saussure’e göre dil “sistemi” (Saussure’de henüz yapı kav­ramı gelişmemiştir, bu nedenle daha çok sistem kavramını kullanır) ile düşünce ayırt edilemez. Düşüncenin biçimleri de dil ile birlikte kurulur:
“Sözcüksel anlatımdan soyutlanarak ele alındığında düşüncemi­zin, ruhbilimsel açıdan, biçimlenmemiş, ayrımsız bir yığın olduğu görülür!’ Düşüncede “dilin ortaya çıkmasından önce hiçbir şey be­lirgin değildir!’ (  ) Dilin düşünceye karşı üstlendiği görev, kavram­ların anlatımı için özdeksel bir ses aracı yaratmak değil, düşünce ile sese aracılık yapmaktır (...) Dil biçimlenmemiş iki yığın arasında (yani işitsel imgeler ile düşünce arasında) oluşurken kendi biçimle­rini yaratır (...) Ne ses düşünceden ayrılabilir ne de düşünce sesten (...) Demek ki dilbilim bu iki düzeye bağlanan öğelerin birleştiği sı­nır bölgesinde yer alır. Bu birleşim bir töz değil, bir biçim yaratıl!’ [Saussure, F.: Genel Dilbilim Dersleri, Tür. Çev. Berke Vardar, TD K. Yay., 1976, s. 104-105.]
Demek ki Saussure’e göre dil, düşüncenin basit bir aracı sayıla­maz. Ancak dilin düşünce tözünü yarattığı da söylenemez. Dil bir biçimsel koşullar dizgesidir. Bu bağlamda hem düşünceye hem de sese -aralarındaki bağlantıyı sağlarken- kendi biçimsel koşullarını da kabul ettirmiş olur. Biçimsel koşullar nedir sorusuna aşağıda ya­nıt vermeye çalışacağız.
Dil toplumsal ve uzlaşımsal bir kurumdur. Saussure’ün teorisinin içerdiği kavramlar çeşitli karşıtlıklar halinde ortaya konmuştur (ki bu anlayış onun dil anlayışına da tamamen uyar); bu bakımdan dil kavramını anlamak için Saussure’ün ‘dil-söz’ karşıtlığı kavram bü­tününe bakmak gerek. Söz bireyin, öznenin dili kullanması ile orta­ya çıkan gerçek bir nesne olarak varolan ve -zaman içinde birbirini izleyen dilbilim birimleri ile belirlendiğine göre -art zamanlı bir bo­yuttur. Oysa dil, söze (yani bireysel kullanıma) olanak tanıyan uzlaşımsal bir kurumdur, yani bir dili konuşanlar tarafından üzerinde anlaşmaya varılmış olmasından başka bir geçerlilik koşulu yoktur. Öte yandan dil, sözün tersine gerçek bir nesne değildir; o bir potan­siyel, bir gizil imkânlar bütünüdür. Daha doğrusu bireysel kullanı­ma (söze) imkân veren biçimsel kurallar sistemidir. Dil, söz gibi “art zamanlı” da değildir; biçimsel kurallar dilbilimsel birimlerin eş za­manlı ilişkilerinden ibarettir.
Şimdi biraz yorumlarsak Saussure bireye, özneye dilin sunduğu imkânlar çerçevesinde bir hareket serbestisini tanımaktadır. Gerçek­ten de Saussure, “söz” ile doğrudan ilgili değildir. Bireyin şu kelime yerine bu kelimeyi seçmesi vs. onu ilgilendirmez. Bu sorunu daha çok psikolojinin bir sorunu gibi görür haklı olarak. Onun esas sor­gulama alanı dildir.
Ancak bu noktada bir parantez açıp Lacan’ın ‘dil-söz’ ilişkisi ko­nusundaki görüşüne bakalım. Lacan, Saussure’ün bireye tanıdığı im­kâna (yani dilin kuralları çerçevesinde bireyin özgür seçim imkânı­na) karşı çıkar. İşte, seminerlerinden birinde öğrencisi O. Mannoni ile giriştiği tartışma. Lacan, öğrencilerinden ‘dil-söz’ ayrımını yap­malarını istemiştir, Mannoni’nin yanıtı şöyledir:
*— Ben kısa kesmek için şöyle diyeceğim; dil geometraldir, söz ise perspektiftir ve perspektif noktası daima bir başka nokta olabi­lir. Dil bir gerçekliktir, geometraldir. Yani perspektif haline getiril­memiş olandır ve hiç kimseye de ait değildir. Halbuki söz, bu geometralin bir perspektifinden ibarettir ve perspektifin merkezi, kaçış noktası daima bir bendir. Dilde ise ben yoktur!’
Kanımca O.Mannoni’nin bu “geometral perspektif metaforu” ta­mamen Saussure çizgisine denk düşmektedir. Oysa Lacan sürdürür.
“Lacan — “Emin misiniz?”
O Mannoni — Dil bir evrendir. Söz bu evrende bir kesit, tam ola­rak konuşan öznenin konumuna bağlı bir kesittir. Dil belki bir an­lama (sens) sahiptir, ama söz bir anlamlandırmaya (signification) sahiptir. Latincenin anlamı anlaşılabilir, ama Latince bir söz değil­dir.
Lacan — Latince anlaşıldığı zaman, farklı sözcükbilimsel (lexicologique) ve dilbilimsel (grammatical) öğelerinin örgütleniş tarzı, anlamların birbirlerine sürekli gönderimde bulunma tarzı anlaşıl­mış olur. Ve siz niçin şimdi kalkıp dilin içinde “ben”in sistemlerinin olmadığını söylüyorsunuz? Tam tersine, Ben mutlak olarak oraya içerilmiş durumdadır (...) Analitik deneyimi temellendiren şey dile herhangi bir şekilde girmenin aynı şekilde etkili olmamasıdır..!’
Lacan’ın vurgulamak istediği bireyin kendisinin de dil içinde be­lirlenmiş bir konumdan konuştuğudur. Bu konum başlangıçta Ödi­pal söylem tarafından verilir. Psikanaliz için dile hangi konumdan girildiği önemlidir. Öznenin kendisi de kendi sözünde bir dilbilim­sel gösterenle temsil edilir. Böylece öznenin kendisi de dilin kendisi­ni temsil etmesini sağlayan göstereninin dil tarafından belirlenmesi ile belirlenmiş olur:
“Bir gösteren nedir? (...) bir gösteren bir özneyi temsil eden şey­dir. Fakat kimin için? Bir başka özne için değil, bir başka gösteren için. Bu aksiomu canlandırmak için hierogliflerle kaplı bir taş bul­duğumuzu varsayın. Bunları yazan bir öznenin bulunmuş olduğun­dan bir an bile şüphe etmezsiniz. Fakat her gösterenin size bir şey­ler söylemek için yazıldığım, size gönderildiğini düşünürseniz, bu bir yanılgı olur. Kanıtı da açık, siz ondan hiçbir şey anlamazsınız. Tam tersine bu gösterenlerden her birinin diğer birine bağlanması olgusuna bakarak onları gösteren olarak tanımlarsınız. İşte, özne­nin ötekinin alanına (yani simgesel düzene) ilişkisinde sözkonusu olan budur.
Özne, ötekinin alanında (yani simgesel düzende) gösteren ortaya çıkarak doğar!’
Lacan’a ilişkin bu saptamadan sonra parantezi kapatıp Saussure’e devam edelim. Yukarıda Saussure için esas araştırma alanının, uzlaşımsal, eşzamanlı, gizil bir toplumsal kurum olan dil olduğuna değinmiştik. Dilin birimleri “gösterge”lerdir.
Gösterge bir “gösteren” bir de “gösterilen”den oluşur. Gösteren ses değil “işitsel imge”dir. Yani gösteren fizik bir nesne değil bilişsel bir nesnedir. Gösterilen ise dış dünyadaki bir nesne değil, “kavram’dır. Demek ki göstergenin her iki öğesi de anlıksaldır. Gösterme iliş­kisi, bir işitsel imgeyi (yani göstereni) bir kavrama (yani gösterilene) bağlayan ilişkidir. Bu durumda;



şeklinde ifade edilebilir.
Şimdi bu aşamada biraz durup “gösterge”nin bazı özelliklerinin altını çizelim, tik olarak dilin “uzlaşımsal” bir kurum olarak nite­lenmesinin gerekçelerinden biri -ama sadece biri- ile karşılaşıyoruz. Gösterme ilişkisinde her iki öğenin bağlantısı keyfidir. Yani mesela “masa” işitsel imgesi “masa” kavramı arasında ne deneysel ne de mantıkî hiçbir ilişki yoktur. (Saussure’ün bu görüşü, izleyen dilbi­limciler tarafından eleştirilmiştir. Evet, gerçi, bu iki öğe arasında de­neysel ya da mantıkî bir zorunlu ilişki yoktur, ancak dilin yapısı bu ilişkiyi zorunlu kılar. Saussure’ün bu eleştiriye karşı çıkmayacağı, teorisinin bütününden bellidir. O, aradaki ilişkinin keyfi olduğunu söylerken daha çok dil dışında bir belirleyenin olamayacağını ifade etmektedir.)
ikinci olarak göstergenin her iki öğesi de anlıksaldır, bir başka deyişle “dil” içinde kalır. Masa “işitsel imgesi” (göstereni), kendisi anlık içinde kalmakla yetinmez, anlamını dış dünyada gönderimde bulunduğu gerçeklikten değil, gene anlıktaki masa kavramından alır. Dış dünyaya gönderimi, anlamın kökeni gibi görmek yanılgısı (ki pek çok ampirist teorinin dil konusundaki yanılgısı buradan kay­naklanır.) karşısında şunu belirtelim; nasıl masa işitsel imgesi, tasa, yasa, vs. gibi işitsel imgelerden, bu imgelerle ayrımsal ilişkisi dola­yısıyla ayrışarak bir kendilik kazanıyor ise masa kavramı da, san­dalye, eşya, yatak vs. gibi kavramlardan ayrışarak bir kendilik kaza­nır. (Bu noktada Frege ile bir yakınlık kurulabilir.)
İşte, dile otonomisini veren budur. Dil, kendi içinde bir bütün­dür. Dış dünyaya gönderimde bulunma gereksinimi yoktur. III. Bölüm’de dilin bu otonomisinin bilinç fenomenlerinin otonomisini, ma­tematiklerin, hatta akıl yürütmenin (mantığın) deneye başvurmak­sızın işlerliklerini açıklayabildiğine değinmiştik. Söz gelimi geomet­rinin söz konusu ettiği nokta, doğru vs. gibi kavramlar gerçek ev­rende hiçbir gerçek nesneye gönderimde bulunmazlar. Ancak geo­metri içinde belli anlama sahiptirler. İşte, matematikte akıl yürüt­me yoluyla aslında dil içinde çalışılmış olur. Bir başka deyişle, ma­tematikler dilin (özel bir dilin) mantıkî imkânlarının araştırılmasın­dan ibarettir.
Dilin bu otonom yapısı, yani hem onu kullanan özneden hem de gerçeklikten bağımsız yapısı Lacan’a göre “insanın koşulunun” (il­ginç nokta; deyim Sartre’a aittir) yeni bir boyutunu oluşturur. İnsan sadece dışarıdan dış gerçeklikle sınırlı değildir, içerden düşüncesi­nin biçimleri açısından da sınırlıdır. İnsan kendisini ve gerçekliği, ancak dilin verdiği dolayım sayesinde düşünebilirken, hem gerçekli­ği kendisinden ayırt etme -böylece bir gerçeklik nosyonu geliştire­bilme imkânına kavuşur hem de giderek daha toplumsallaşmış “yüceltilmiş” kavramlarla kendini düşünürken, kendi gerçekliğini dile getiren ilk simgeselleştirmeleri de bilinçdışında bırakmış olur.
Şimdi Saussure’de buraya kadar anlattıklarımızda sezilen ve bel­ki de teorisi için en can alıcı nokta olan konuya geliyoruz: Değer.
Şimdi gösterme ilişkisi bir gösteren (işitsel imge) ile bir gösterilen (kavram) arasındaki bir ilişki gibi ortaya çıkmıştı. Ancak Saussure’e göre bu ilişki bu kadar basit olamaz. Çünkü her bir dilbilimsel öğenin değeri, dilin sisteminde (yapısında) diğer öğelerle ilişkisinde belirlenir. Bir işitsel imgenin kendi olması diğer işitsel imgelerden ayrımlaşmasına bağlıdır. Bir başka deyişle, her bir dilbilimsel öğe olumlu kipte değil olumsuz kipte; diğer öğelerden farkı ile tanımla­nabilir. Yukarıda verdiğimiz örneği tekrarlarsak “masa” kavramı, an­cak sandalye, yatak vs. gibi kavramlardan farkı vurgulanarak tanım­lanabilir. Bu da, bir dilin bütün öğelerinin sürekli birbirine gönde­rim yaptığını ve her bir öğenin değerinin, ancak bu sistem içindeki ilişkileri ile belirlenebileceğini gösterir ki, yapısalcılığın temel tezle­rinden biridir bu. Demek ki “gösterge”nin içerdiği gösterme ilişkisi (yani anlaşılsın diye çarpıtmayı da göze alarak bir kelimenin “anlamı” diyelim) gösteren (işitsel imge) ile gösterilen (kavram) arasındaki basit bir ilişkinin değil, dilin bütünü içinde, “eşzamanlı” olarak mevcut bulunan biçimsel ilişkilere dayanan karmaşık bir yapısal ilişkinin so­nucudur.
Bu noktada Lacan’a göre göstergenin sadece işitsel bir imge ol­madığını, simgeleştirmeye imkân veren her şey olabileceğini, göste­rilenin ise (ya da Lacan’m daha sık kullandığı terim olan “öznede gösterilen”in ise) öznenin yaşantıladığı şey olduğunu (bir anlamda tüm bilişsel (cognitif) simgeselleştirmelerden soyutladığımızdaki ha­liyle heyecanlar demek yanlış olmasa gerek) kaydedelim. Demek ki Lacan’da simgeler (yer yer Lacan, simgeyi gösteren karşılığı olarak da kullanır) insanın çıplak yaşantılamasını kendi biçimsel kuralla­rına göre yapılandırır.
Saussure’e göre gösterenin iki öğesi gösteren ile gösterilen bir kâ­ğıt yaprağının iki yüzü gibi birbirinden ayrılamaz, birini keserseniz diğeri de kesilir. Şimdi bu anlayış, psikanalizdeki “ikincil süreç” dü­şüncesine uysa bile elbette Freud’un deyimleriyle “itkiler” ile “’psişik” temsilcilerin” çok tabii bir şekilde bağlandığı “birinci süreç” düşüncesine uymaz. Şüphesiz Saussure, ne bireydeki dil gelişimini hatta ne de bir erişkinin kafasındaki dil performansını konu edinir. Onun nesnesi olan “dil” -tıpkı geometrinin “nokta”sı ya da fiziğin kütlesi gibi- teorik, kavramsal, ideal bir nesnedir. Ancak psikanali­zin sorunsalı başkadır. Onun sorunsalı Saussure’ün kavramları ile konuşursak dilden çok “söz”ü (ya da Saussure’den sonra çok daha iyi geliştirilen bir kavram olan söylemi) sorgular. Bu nedenle Saussure’de ilineksel gibi duran sorunlar Lacan’da özseldir. Öyle ki Lacan, adeta öznede gösterilen olan saf yaşantılama deneyimi üzerin­de sürekli kayan gösterenler zincirini sabitleştiren, böylece bir gös­tereni bir gösterilene bağlayan gücü ve anı tespit etmeye çalışır. Öy­le sanıyorum ki, bu an ve güç “kökensel bastırma”nın meydana gel­diği andır Lacan’a göre. Böylece Freud’un bilmecesi (yani kökensel bastırma sayesinde itki ve temsilcisi ara­sında meydana gelen -üstelik ilk bakışta birincil süreç düşüncesin­deki itkilerin akışkanlığı ile hiç de uyuşmayan- fiksasyon meselesi) bir açıklık kazanmaya başlar. Kökensel bastırmada -hiç bilinçli ol­mamış, ama bilinçdışı da zaten kökensel bastırma ile kurulacağına göre bilinçdışı da olmayan- bir temsilci bilinçdışına bastırılmakta­dır. İlk akla gelen çözüm kökensel bastırmada hem ilk simgeselleşmenin meydana geldiği, hem ilk simgenin bir ve aynı operasyonla bastırıldığı hem de böylece gösterilen ile gösteren arasındaki kop­maz bağın kurulduğu şeklinde oluyor. Sözkonusu olayın Lacan’ın teorisine göre nasıl açıklanabileceğine (tabii ki yorumlarımızdaki bü­tün sorumluluğu üstlenerek) izleyen bölümde işaret edeceğiz. An­cak şunu belirtelim ki, Lacan’a göre gösterenler zincirinin sabitleş­mesi -hatta ikinci süreç düşüncesinde bile- asla tamamlanmaz. İn­san dile asla egemen olamaz. Üstelik bu oynaklık mutlak diyalog imkânını ortadan kaldırır.
Şimdi biraz da Saussure sonrası dilbilime bakalım. Martinet’ye göre dilde iki tip eklemlenme sözkonusudur. Birinci düzeyde fone­tik (ses bilimsel) öğeleri, ancak anlamlı parçalar halinde (ki bunla­rın en kaba örneğini kelimeler teşkil eder) ayırt edebiliriz. İkinci dü­zeyde ise anlamlı üniteleri parçalayan, artık kendisi anlamsız ses öğe­lerini (heceleri vs.) elde ederiz. Bu ikinci düzeyde elde edilen öğeler aynı düzeydeki başka öğelerle birleştirilerek birinci düzeyin anlamlı öğeleri (kelimeler vs.) kurulabilir. Dikkat edilirse dil düzeyindeki ilk eklemlenme öğeleri anlamlı öğelerdir ki, bunlara “monem” (anlam öğesi) adını verir. İkinci eklemlenme düzeyinde öğeler ise “fonem’lerdir. “Monem”lerin Saussure’ün göstergelerine yaklaştığı düşü­nülebilir. Ancak ikinci eklemlenme düzeyinde “kavram”a başvur­mak gerekmemektedir.
(Lacancı bazı rüya analizlerinde bu ikinci eklemlenme düzeyi de ele alınır.)
Demek ki bu durumda dilbilim, dilbilimsel öğeleri iki şekilde ele almaktadır. Birinci düzeyde dilbilimsel öğeler önce kendisi ile aynı düzeydeki öğeler ile ilişkisi çerçevesinde ele alınmaktadır. İkinci ola­rak anlamlı bütünler elde etmek için alt düzeydeki öğelerin üst dü­zeydeki öğeler ile ilişkisine geçilmektedir. (Benvenist.)'
Jakobson, Lacan’ı etkilemiş bir dilbilimci olarak kabul edilir. Bu etkinin sebebi, Jakobson’un konuşma edimini ele alan, dolayısıyla -Saussurecü çerçevede konuşursak- dil ile söz arasındaki ilişkiye önem veren teorik görüşleri olsa gerek.
Jakobson’a göre konuşurken iki tip edimde bulunuruz: “Ayıklama” ve “birleştirme:’ Ayıklama, birbirinin yerini alabilecek öğeler ara­sında bir seçim yapma edimidir. Birleştirme ise, bu öğeleri daha üst düzeyde bir öğe elde etmek için art zamanlı bir şekilde eklemleme işlemidir.
Bir başka deyişle ayıklama, F.Saussure’ün “dil” kavramı düzeyin­de gerçekleşir. Ayıklamada birbiriyle eş zamanlı, gizil ilişkide olan öğeler arasında bir seçim yapılır. Birleştirme ise, F.de Saussure’ün söz düzeyinde geçer. Yani burası aktualize olmuş bir düzeydir ve be­lirtildiği gibi art zamanlı bir ilişkilendirme süreci sözkonusudur. Ayık­lamada göstergeler birbirinin yokluğunda, mevcut olmayışında (in absentia) ilişkiye girerken, birleştirmede birbirinin aktualizasyonunda (gerçekleştirilmesinde), mevcudiyetinde ilişkiye girerler.
Şimdi mesela “Kahverengi masa yuvarlaktır” gibi bir cümleyi di­le getirirken, “kahverengi” ile eş zamanlı ilişkiye giren, yani kahve­rengi kavramının değerini veren, yeşil, sarı vs. arasında önce bir “ayıklama” yaparız. Dikkat edilirse bu kavramlar arasındaki ilişki, ancak birbirlerinin yokluğunda (in absentia), birbirleriyle aynmsal ilişkilerinde, birbirlerini dışta bırakması yoluyla kurulabilir. Bunlar arasındaki ilişki eş zamanlıdır, yani zaman bakımından bir öncelik, sonralık ilişkisi kurulamaz. Aynı ayıklama sürecinin “masa” ile “san­dalye”, “koltuk” ve “yuvarlak” ile “dikdörtgen”, “kare” vs. arasın­da da geçerli olduğu açıktır.
Lacan, “bilinçdışı bir dil gibi yapılaşmıştır” derken, bilinçdışındaki simgelerin yukarıda dil düzeyini özetleyen ilişkiler içinde oldu­ğunu savunmaktadır sanırım.
Şimdi belki de saptanması en güç konuya; Chomsky dilbilimine, bu dilbilimin hem kartezyen gelenekle ve hem de paradoksal bir bi­çimde Lacan ile olan ilişkisine geçiyoruz.
Eğer Chomsky’nin teorisine kabaca bakarsak üç temel kavram ile karşılaşırız: Yüzeysel karmaşık yapılar, derin ve daha basit yapılar ve dönüşüm kuralları.
Buna göre karşılaştığımız söylem (ya da Saussure’ün deyimiyle söz) dilin sentaksının yüzeysel ve karmaşık yapılarını sergiler. Bu yapılar aslında daha basit olan, fakat aktüel söylemde açıkça ortaya çık­mayan derin yapılardan belli dönüşüm kuralları ile elde edilirler.
Chomsky dilbiliminde dil teorisi üç ayrı öğeden oluşur. Seman­tik, sentaks ve fonetik. Semantik teori, kelimelerin anlamlarını ve­ren bir sözlüğe dayanır. Sentaks ise, yukarıda sözünü ettiğimiz ya­pılar ile ilgilidir. Bir başka deyişle, semantik düzeyinde sentaksik ya­pılarla ortaya konan cümlenin “anlam” açısından yorumu, fonetik ile de ses bakımından yorumu yapılır. Demek ki Chomsky’ye göre sentaks, semantik (anlambilim) ile fonetik (ses bilim) arasındaki iliş­kiyi sağlar.
Kanımca Chomsky, dil bilimi semantiğinin içerdiği sözlük tam an­lamıyla Saussure’ün yapı kavramına uyar. Çünkü bu sözlük her bir kavramın, diğer kavramlarla ayırımsal ilişkisine göre kurulmuştur.
Bu kaba bilgiyi verdikten sonra bizi burada ilgilendiren yönüne geçebiliriz Chomsky dilbiliminin.
Bu dilbilim teorisinin başarısı davranışçı ekole karşı geliştirdiği eleştiri çerçevesinde daha kolay anlaşılabilir. Davranışçı okulun açık­lamakta güçlük çekeceği bir saptama yapar Chomsky dilbilimi. İn­sanlar o güne kadar hiç karşılaşmadıkları cümleleri anlayabilir ve kurabilirler. Bu durumu “uyaran-tepki” mekanizması ile açıklamak oldukça güçtür. Buna karşılık karmaşık yapıların, derin ve basit ya­pılardan dönüşüm kuralları ile türediği düşünülürse olay açıklık ka­zanır.
Chomsky’nin kartezyen geleneğe yaklaştığını söylemiştik. Şöyle ki, Chomsky’ye göre derin yapılar doğuştan (inne) getirilmiştir, ya­ni bunlar merkezi sinir sisteminin organizasyonunun bir ürünüdür.
Buna karşılık gerek dönüşüm kuralları gerekse yüzeysel yapılar ka­zanılmış mahiyettedir. Düşünce ile (semantik) sentaks yapılarının ilişkilendiği düzey de işte bu derin yapılar düzeyidir. Böylece Chomsky kartezyen dualite problemini (yani düşünce tözü ile madde tözü iki­liği problemini) yeniden ortaya koymuş olur. Chomsky, insanın da­ha önce hiç karşılaşmadığı sonsuz sayıdaki cümleyi anlaması ve kur­ması olgusunu açıklamak için “düşünceyi” bir hipotez olarak kul­lanır.
Chomksy, bu nedenle idealist, metafizikçi olarak eleştirilmiştir. Ancak Chomsky okulunun yanıtı oldukça doyurucu gibi gözükü­yor:
“Dilbilimsel iletişim süreci, söylemin üretimi sırasında konuşanın içsel düşüncelerini, fikirlerini herkes tarafından gözlenebilir işitsel bir fenomen biçiminde kodladığı ve dinleyenin de bu söylemi anla­dığı koşulda, bu objektif fenomenleri aynı düşüncelerin, fikirlerin içsel bir deneyimi biçiminde çözümlediği bir süreçtir!’ Chomskynin filozofik düzeydeki savunucusu olan Katz, dilbilim teorileri çer­çevesinde bazı gözlenemez fikirleri, düşünceleri bir varsayım olarak ileri sürdüklerinde, “fizikçilerin bazı ‘mikro-antitelerin’ bazı ‘mikro-süreçlerin’ gözlenemez olduğunu söylemesinden” daha farklı bir epistemolojik çerçeveye taşmadıklarını söylemektedir.
Kanımca Lacan, iki bakımdan Chomsky’ye yaklaşıyor; ilk ola­rak gösterileni “tıpkı bir içsel deneyim” gibi düşünmekle Chomsky’ye yaklaşır Lacan, öte yandan da yüzeysel ve karmaşık bilinç yapıları­nın altında basit bilinçdışı yapılar olması ve yüzeysel, kültürel yapı­ların bilinçdışı yapılardan türediğini düşünmesi bakımından. Ancak şunu hemen kaydedeyim ki, Lacan ile Chomsky arasında indirgene­mez bir karşıtlık da mevcuttur: İlk olarak Lacan’da gösterilen bir iç yaşantılamadır, ancak bu asla bir “ide” bir “fikir” bir düşünce mahiyetinde değildir. Simgeselleşmemiş bir düşünce tanımaz Lacan. Onun “öznede gösterilen” dediği bir soyutlama olarak simgeden ba­ğımsız gibi düşünülebilen emosyonlar, yaşantılamalar vsîdir. ikinci olarak Lacan, hiçbir şekilde bilinçdışı yapıların doğuştan getirildi­ğini savlamaz. Ancak şunu kaydedeyim ki, Lacan-Chomsky ilişkisi daha ayrıntılı bir çalışmaya konu olabilecek niteliktedir ve sadece Lacan’ı anlatmaya yönelik bir çalışmadan bu zor ödevi gerçekleş­tirmesi beklenmemeli.
Şimdi bu bölümde üstlendiğimiz görevi tamamlamak için kısaca Levi-Strauss’un “Yapısal Antropoloji”sine değinelim.
Yapısal Antropoloji, tüm bir etnografi geleneğinin tersine, detay­lı ampirik veriler toplamak yerine bazı bütünsel sistemlerin (akra­balık sistemlerinin, mitlerin, rituellerin vs.) evrensel yapısını ortaya koymaya çalışır. Adeta söz ile değil dil ile ilgilenen dilbilim gibi za­man ve mekân içinde çeşitlilik gösteren kültürel ürünlerin altında yatan ve bütün bu çeşitliliğe imkân tanıyan yapıyı ortaya koymayı hedef alır.
Levi-Strauss’a gelene kadar art zamanlı inceleme ön planda idi. Buna göre önceki olaylar sonraki olayların nedeni sayılıyordu. Oy­sa Levi-Strauss eş zamanlı inceleme yöntemini, yani öğelerin birbirleriyle ilişkileri içindeki belirlenimini ön plana aldı.
Bu bakımdan özellikle fonolojiden (sesbilim) etkilendi. Fonolo­ji, “nükleer fiziğin kesin doğa bilimlerinde oynadığı yenileyici rolü insan bilimleri karşısında” oynayacaktı.
Bizim için burada önemli olan akrabalık yapıları üzerine olan ça­lışmasında Levi-Strauss, “Akrabalığın elementer yapılarını” şöyle ta­nımlıyor: “Akrabalığın elementer yapılarından, isimlendirme düze­ninin doğrudan doğruya akraba ve hısım halkası olarak belirlemeye olanak tanıdığı sistemleri anlıyoruz, yani belli tipte akrabalar ile ev­lenmeyi tasvip eden sistemleri; ya da eğer deyim yerinde ise, grubun tüm üyeleri ile akrabalar olarak tanımlamakla birlikte bu üyeleri iki kategoriye; mümkün evlilikler ve yasaklanmış evlilikler kategorile­rine ayıran sistemleri anlıyoruz!’
Levi-Strauss, akrabalık sistemlerini doğrudan ensest yasağı ile ya­pılanmış olarak ele alır. Ensest yasağı evrenseldir; kültürden kültü­re büyük biçimsel farklılıklar göstermekle birlikte tüm kültürlerde değişmeyen bir kural olarak karşımıza çıkar ve akrabalık ilişkileri de aslında ensest yasağının biçimine göre yapılaşır. Söz gelimi bazı toplumlarda sadece babanın erkek kardeşinden yeğenler arasında bir yasak varken diğerlerinde kız kardeşinden kuzenlerle ilgilidir yasak. Akrabalık ilişkileri de bu yasaklara göre düzenlenmiştir.
Ensest yasağı nereden kaynaklanıyor olsa gerek? Bu biyolojik bir kökene sahip olamaz, çünkil yasak, toplumdan topluma değişiklik gösterir. Üstelik eğer doğal bir cinsel ilgisizlik sözkonusu olsaydı kül­türel bir yasağa ne gerek kalırdı?
Bazı kadınlarla evlenmeyi yasaklamak, o kadınları dışarıdan er­keklere vermekle yapılaşır. Böylece kadınlar bir iletişim aracı haline gelirler. Levi-Strauss’a göre toplumda üç tipte iletişim vardır. Akra­balığın ve evliliğin kuralları (ekonomik kuralların, gelirlerin ve hiz­metlerin iletişimini sağlamaya hizmet etmesi gibi ya da dil kuralla­rının mesaj iletişimine hizmet etmesi gibi) “gruplar arasındaki ka­dın iletişimini sağlamaya hizmet ederler?’
Demek ki egzogami (dış evlilik) ensest yasağı ile yapılanmıştır ve kültürel iletişimin temellerinden biridir.
Lacan, Levi-Straus’da ‘doğa-kültür’ karşıtlığının vurgulanmasını görür. Ensest yasağını (dolayısıyla ödip karmaşasını) kültürün dü­zeninin temel dayanağı olarak görme konusunda Levi-Strauss’a da­yanır. Bununla beraber ‘Lacan Levi-Strauss’ ilişkisinin sorunsuz bir koşutluk içinde geçtiği düşünülemez. Ancak tartışmanın boyutları bu çalışmanın sınırları dışında.
Lacan’ı anlamak bakımından gerekli olan dilbilim nosyonunu ak­tarmaya ayırdığımız bu bölümü gene Lacan’ın dilbilim hakkında söy­ledikleri ile kapatalım:
“Günümüzde insan bilimi denebilecek, ama gene de tüm psiko- sosyolojiden ayırt etmemiz gereken yeni bir bilimin yani dilbilimin oluşum sürecini yaşıyoruz. Bu bilimin modeli tek başına kendi spontanitesinde presübjektif bir şekilde kombinatuar*, operan** bir iş­leyiştir. İşte bilinç dışına statüsünü veren bu yapıdır. Her durumda bu sayede bilinçdışı terimi altında nitelenebilir, erişilebilir bir şeyler olduğundan emin olabiliyoruz!’
Daha önceki bölümlerde Lacan’ın eserini sırasıyla psikanaliz gele­neği çerçevesinde, varoluşçuluk karşısında ve dilbilime ilişkisi için­de değerlendirmiştik. Şimdi bu bölümdeki amacımız Lacan’ın teo­risinin bir özetini vermeye çalışmakla sınırlı olacak. Ancak şunu he­men kaydetmek isterim ki; sözkonusu ettiğimiz özet aslında bir yorum-özettir.
Lacan’ı özetlemeye çalışırken aynı zamanda bir ölçüde yorumla­dığımı belirtmeye şu nedenle gerek duyuyorum, ilk olarak okur, her şeyden önce Lacan’la değil, sadece bir Lacan anlatısı ile karşı karşı­ya olduğunun bilincinde olmalıdır ki, —eğer istekli ise— bizzat La­can okumasına yönelmek için bir nedeni olsun, ikinci olarak da her Lacan okurunun ister istemez belli bir Lacan yorumuna gitmeye ih­tiyaç duyacağını vurgulamak istiyorum. Çünkü Lacan’m eseri, da­ha önce de belirttiğim gibi, bize bir bütün halinde sunulmuş değil. Bu eseri bütünleştirmek için okurun çaba harcaması gerek.
Yani Lacan’ın kafasında bütünleşmiş, iç tutarlılık kazanmış bir teorik yapı varsa bile, biz okurlar olarak bu yapıyla karşı karşıya değiliz. Onun eserini, farklı konumlarda farklı gerekçelerle söylen­miş ya da yazılmış parçalardan hareket ederek, adeta, biz yapılan­dırmak zorunda kalıyoruz. Şimdi Lacan’ın da belli bir Freud oku­ması ortaya koymaya çalıştığı düşünülürse bu bölüm adeta üçüncü elden bir Freud okumasına dönüşüyor. Ancak Lacan’ın Freud oku­masının Freud’u zenginleştirdiğine muhakkak gözüyle bakabilirsek de, ben kendi Lacan okumam için aynı şeyi söyleyemem kuşkusuz. İşte şimdi size bu mütevazı okumayı sunuyorum.
Daha önceki bölümlerde de belirtildiği gibi Lacan’ın psikanaliz kuramı, dilbilim ile yakın bir ilişki içindedir. Lacan’a göre bir tedavi tekniği olarak psikanaliz dil içinde ve dilin aynı zamanda bir araç olarak kullanıldığı bir süreç içinde geçer. Üçüncü bölümde kabaca işlemeye çalıştığımız gibi Lacan’a göre psikanalizin (teori ve pratiği­nin) nesnesi olan bilinçdışı dilin mantıki bir sonucudur: “Dil bilinçdışının koşuludur?’
Şimdi dilin bilinçdışım nasıl mantıki bir zorunluluk haline getir­diğini hatırlatalım. Üçüncü bölümden hatırlanacağı gibi Sartre, kar­tezyen “cogito”ya dayanarak psikanalitik bilinçdışı kavramının ge­çersizliğini iddia ve ilan ediyordu. Bilinç kendi üzerine katlanıp ken­dini nesne edinen düzeneği ile kendine dolaysızca verilmişti ve bu­rada bilinçdışına yer yoktu. Bilinç her türlü anlamının kaynağı ol­duğuna göre adeta bir hayvani içgüdü gibi düşünülmüş olan “id”in bilinçteki anlamlı fikirlerin kaynağı, yönlendiricisi olduğu düşünü­lemezdi. (Burada ayrıntılı bir hatırlama için üçüncü bölüme yeni­den bakmak gerekli olabilir.)
Lacan aşağıdaki satırlarda adeta bu yanlış psikanaliz yorumuyla polemik halindedir:
“Bilinçdışı bir arzu olduğu için, derinliklerden kalkan ve bilincin üst düzeylerine yükselen, ilkel, yamyamca hatta hayvani bir bilinç­dışı arzu olduğu için bilinçdışının olduğu tezi geçersizdir. Tam tersi­ne bilinçdışı olduğu için, yani yapısında ve etkilerinde öznenin kontrolünden kaçan dil olduğu için; ve üstelik buraya arzunun işlevi yer­leşebileceği için bilinçdışı bir arzu vardır?’
Dilin, bilinci aşkın yapısına; yani bilincin saf ve dolayımsız ken­dini nesne edinme edimine dışsal olan (toplumsal-kültürel) bir do­layım sağladığına (ve aslında bir anlamda bilincin otonomisinin de simgenin bu aşkın niteliğinden kaynaklandığına) ve üstelik bu do­layım sayesinde insanın kendisine yabancılaşması sürecinin nasıl mümkün olabildiğine, bilinçdışının da insanın kendi gerçeğini kül­türel bir kod’dan dolayımlanarak kavramak zorunluluğuna nasıl bağ­lanabildiğine üçüncü bölümde yer vermiştik. Bu akıl yürütmenin so­nunda bilinçdışının adeta mantıki bir zorunlulukla kendini kabul ettirdiğine değinmiştik.
Lacan “bilinçdışı, dil’in mantıki bir içerimidir” derken böylesi bir bilinç felsefesi eleştirisine dayanmaktadır.
Dikkat edilirse burada Lacan’ın orjinal bir yönü ortaya çıkmak­tadır. Bilinçdışını ampirik kanıtlarla göstermeye çalışmak yerine ade­ta bir filozof gibi davranmaktadır. (Yer yer Lacan’ın filozof yönü çok ağır basar.)
Ama bundan çok daha önemli bir özelikle karşılaşıyoruz Lacanda. Freud’dan beri tüm analistler bütün dikkatlerini bilinçdışına yö­neltmişler ve “bilinç kavramını” eleştirel bir gözle hiç ele almamış­lardır. Hatta “bilinç” kavramını hiç geliştirmeden ve sorgulamadan nasıl buldularsa; yani Batı kültürüne egemen olan kartezyen gele­nek nasıl ortaya koyduysa; bir başka deyişle bu biçimiyle “bilinç” kavramının kendi teorileri ile bağdaşıp bağdaşmayacağını bile dü­şünmeden öylece alıp teorilerinin içine bir yabancı madde gibi ka­rıştırmışlardır.
Oysa her teorik kavram yeni bir sorgulama alanında (sorunsal­da), bu alanın kavramları ile ayrımsal ilişkisinde yeniden şekil ve an­lam kazanır, işte Lacan, kartezyen bilinç kavramına da böylesi bir eleştirel yeni anlam kazandırmaktadır. Söz gelimi Lacan “dilin dü­zeyinde daima bilincin ötesinde bir şeyler olduğunu” (kuşkusuz dil bilime dayanarak) söylerken bilinç kavramına yeni yorum getirmek­tedir.
Dördüncü bölümde işaret ettiğimiz göstergenin (ya da Lacan’ın yer yer kullandığı daha geniş kapsamlı “simge”nin) dilin kendi oto­nom kurallarıyla belirleniyor olması bilince tanınan tüm fenomenolojik ayrıcalıkların sonu olur.
Lacan’ın psikanalizi adeta bir dil analizi olarak görmesi, psika­naliz pratiğinde ulaşılmak istenen sonucun bir “anlam” olduğunu düşündüğünü açıkça gösteriyor. Aslında bu yaklaşımın psikanaliz için yeni olduğu söylenemez. Nitekim psikanalitik literatürde bu yön­de açık metinler bulmak da mümkündür. Söz gelimi O. Rank şöyle diyordu:
“Psikanalizin ödevi kesinlikle psişik yaşamların en mahrem olgu­larını açığa çıkarmaya, ortaya koymaya, amnezik boşlukları doldur­maya ve böylece hastanın gözünde, hastalığının “anlamını” (sens) ve semptomlarının anlamını (signification) ortaya koymaya daya­nır!’
Şimdi bu aşamada iki saptama yapmamız mümkün gibi gözükü­yor. İlk olarak eğer başından beri psikanaliz bir anlam araştırması ise demek ki aslında başından beri dilbilime gereksinim c uymak­taydı. Nitekim Althusser —daha önce de aktardığımız satır arda— psikanalizin sistematikleşmesinin bilimler ailesine daha geç katılan dilbilime ihtiyaç duyduğunu söyler. Bu bağlamda Lacan’ın bütün yaptığı —ki zaten kendisi de böyle düşünür— var olan bir potansiyeli aktüalize etmekten (gerçekleştirmek) başka bir şey olmuyor. Ama unutmayalım ki, bu, zaten bütün teorik yenilenmelerin kaderidir; Lavoisier oksijeni bulur ve yanma olayını oksitlenme ile açıklarken ya da Einstein “özel görelilik teorisini” geliştirirken, bu teorik yenilenmeler gökten zembille inmedi. Her teori ancak belli bir teorik konjonktür zemininde ortaya çıkabilir, bir anlamda teorik konjonk­tür yeni teoriye imkan tanır, bilim adamına düşen bu imkânı ger­çekleştirmekten başka bir şey olmaz çoğu kez.
İkinci saptamamız da epistemolojik mahiyette olacak. En çok tar­tışılan konulardan biri de “psişik determinizm” konusudur. Şimdi bilinç olguları bakımından bir nedenselliğin değil de bir erekselliğin sözkonusu olduğu savlarını hatırlayalım. İki fikir arasındaki ilişki —iki kütlenin birbirini çekmesi olgusunda olduğu gibi nedensel bir ilişki değil— bu fikirlerin an/amlarına dayanan mantıki bir içerim ilişkisidir. Organizma-psişizma ikiliği sorununa en paralelist yakla­şan yazarlar, söz gelimi Piaget bile, psikoloji gibi bir bilgi alanının olması için psişik olgulara böylesi bir öz nitelik tanınması gerektiği­ni düşünürler.
“Bilinç durumları arasındaki ilişki yakından incelendiğinde tam olarak nedensellikten gelmeyen özsel bir nitelik ayırt edilir (...) Ge­niş anlamıyla “içerim” denebilecek bir başka ilişki tipinden kaynak­lanır bu nitelik. Bir bilinç durumu özünde bir anlam ortaya koyar ve bir anlam bir başka anlamın nedeni değildir, fakat bu başka an­lamı (az çok mantıki olarak) içerir; 2 ve 4 kavramları 2 + 2 = 4 öner­mesinin nedeni değildir fakat bu önermeyi zorunlu olarak içerirler!’
Şimdi psikanalizin paradoksu şurada düğümleniyor: Psikanaliz hem bir anlam araştırması olarak çıkıyor karşımıza, ama aynı za­manda —bazen açık bazen örtük biçimde— psişik bir nedenselliği de söz konusu ediyor. Lacan bu paradoksa bir çözüm, belki bir üçün­cü yol bulmuş gibidir. Burada da dilin otonom, kendi yapısal kural­ları olan “presübjektif’ yapısına dayanılır. Sözkonusu olan bir “ya­pısal belirlenim”dir artık. Lacan’ın “Bilinçdışı bir dil gibi yapılaşmıştır” formülünün içerimlerinden biri de bu olsa gerek: “Yu­karda söylediklerim size'bilinçdışı bir dil gibi yapılaşmıştır' şeklinde ileri sürdüğüm ve bugün bizim için Freud’un çağından çok daha eri­şilebilir bir alana bağlanan önermeden bazı nosyonlar taşıyor. (...)
Tüm deneyimden, tüm bireysel çıkarımdan ve hatta sadece top­lumsal ihtiyaçlara bağlanabilir olan kollektif deneyimlerden bile önce bir şey bu alanı organize eder... (...)
Tamamıyle insani olan ilişkiler yerleşmeden önce belli ilişkiler belirlenmiştir!’
Toplumun, kültürün belirlenmiş yapısını taşıyan, kuşaktan kuşa­ğa aktaran dildir. Böylece Lacan kültürel düzenin insanı belirlediği­ni söylemiş olmaz aslında, özne kültüre girmekle, dilin düzenine gir­mekle, kültürü dili de içselleştirmiş olur.
“Gösterilebilir olanın (signifiable), gösterenin tutkusunda kendi işaretine maruz kalmak suretiyle gösterilene dönüşmesine yol açan etkilerinin belirleyiciliğinde, gösteren aktif işleve sahiptir.
Gösterenin bu tutkusu o andan itibaren insanın koşulunun yeni bir boyutunu oluşturur, öyle ki konuşan sadece insan değildir, fa­kat insanda ve insan aracılığıyla id konuşur. İnsanın doğası, ham maddesi olduğu dilin yapısının etkileriyle dokunur. Ve insanda, fi­kirler psikolojisinin anlayabileceği sınırların ötesinde, sözün ilişkisi yankılanır!’
(Burada ufak bir noktaya işaret edelim: Lacan yukardaki satır­larda Sartre’ın —üçüncü bölümde ortaya koyduğumuz— “insanın koşulu” kategorisini kullanmakta ve dilin yarattığı koşulun insanı belirlediğini söylemek suretiyle de varoluşçu özgürlük temalarını eleştirmektedir.)
Demek ki Lacan’a göre psişik belirlenim toplumsal imge sistemi­nin, özneyi aşan yapısından kaynaklanmaktadır. Özne kendi gerçek­liğini, deneyimini ancak bu nesnel kültürel simge sisteminden dolayımlanarak kavrar, düşünür ve dile getirirken, bu otonom gerçekli­ğin presübjektif yapısının biçimsel kurallarına da tabi olur.
Lacan’a göre dil ile belirlenme, kültürün simgesel düzenine gir­me, Ödipal evre ile aynı anlama gelmektedir. Şimdilik imgesel belir­lenme ile ödip arasındaki ilişkiyi kabaca şöyle ifade edebiliriz: in­san yavrusu dil ile kültürel bir kurum olan ailede ve ailenin söylemi sayesinde karşılaşır. Demek ki ailenin Ödipal düzenini yansıtan aile söylemi öznenin dil ile belirlenmesinin; kültürel simge sistemine gir­menin, toplumsal öznenin kuruluşunun ilk adımıdır. Bir başka de­yişle toplumsal simge sistemine giriş Ödip karmaşası sayesinde ger­çekleşir. Bunun anlamını, sonuçlarını ve gerçekleşmemesi halinde neler olabileceğini ilerde ele alacağız.
Şimdi Lacan teorisinin bir başka alanına, gerçeklik nosyonunun kurulmasında, bir başka deyişle “Ben” ile “Ben” olmayanın ayrış­masında dilin oynadığı role geçelim. Lacan’a göre özne ile nesneyi ayırt eden, gerçekliğe statüsünü verirken başlangıçta bir karışıklık halinde “Ben-olmayan”dan ayrışmamış olan “Ben”e de sübjektivi­tesini kazandıran dilin sağladığı dolayımdır. Basitçe dil bireyle nes­ne arasına girmese, ne bir kendilik sübjektivitesi gelişirdi ne de ger­çeklik ayrışırdı.
Bu noktada A Lemaire’i izleyelim:
“Noam Chomsky... Hayvanların ve küçük çocukların bir nesne­ler dünyasında değil, bir durumlar dünyasında; yani düzensiz ve tu­tarsız bir dünyada yaşadıklarını söylemişti. Sadece dil, dünyanın dü­zenini kurmaya ve böylece dünya ve duyulabilir izlenimler üzerine bilinç ve refleksion edimlerini gerçekleştirmeye imkan verir. Dil bu nedenle yaşantılama üzerine bir otonomi kavrayışı sağlar ve bu yaşantılanan gerçeklik karşısında bir mesafe alınmasına izin verir.
A. de Waelhens’in işaret ettiği gibi, dilin özgün karakteristikle­rinden biri; bir şeyi, bir gerçeği bu şeyden başka bir şey olan bir ika­me edici (temsilci) ile hatırlatmaktır. Başka şekilde söylersek bu şe­yin mevcudiyetini onun yokluğu zemininde hatırlatmaktır.
Dahası dilbilimsel bir göstergenin bir reel’e bu ikame edilme edi­mi “öznenin, kendisini çevreleyenden farklı bir özne olarak işaretle­mesine imkan vermek suretiyle yaşantılama karşısında bir mesafe alınmasını sağlayan bir dolayım edimidir!’
Bu satırları iyice anlayabilmek için dilden arınmış tam bir fenomenolojik tekbencilik durumu varsayalım (ki kanımca Lacan yaşa­mın başında böyle bir dönem kabul etmektedir). Şimdi böyle bir psişizmada tüm duygular, duyumlar, algılar tam bir karmaşa halinde­dir. içsel olanla dışsal olan ayrımlaşmamıştır, çünkü her şey bir de­neyimdir, bir yaşantılamadır. İşte simge bu kaosa son verir, bir de­neyimi, bir yaşantılamayı bu yaşantılamadan bağımsız olarak tem­sil ederken, hem bu yaşantılamayı diğer yaşantılamalardan hem de tekbenci psişizmadan ayrıştırmış olur. (Böylece tekbencilik de yıkıl­mıştır zaten.) Kısaca dil hem kendi hem de dış dünya karşısında me­safe alınmasını sağlayarak “gerçeklik” nosyonunun temelini de at­mış olur. Klasik teorinin terimleriyle konuşursak Ben’in ayrışması aslında simgenin dolayımlandırıcı otonom gücünü gerektirir.
Yaşamın başında yer alan dolayımsız dönemin, toplumsal simge sisteminin devreye girmesi ile son bulduğunu, bilincin bu simge sis­teminin dolayımı sayesinde kendini kavrarken aynı zamanda kendi otonomisini de kazandığını, dahası bu yolla sübjektivite ile dış ger­çekliğin ayrışmaya başladığını düşünebiliriz.
Demek ki Lacan’a göre insan için gerçeklik, simge sisteminin do­layımı ile düzenlenmiş, simge dolayımı sayesinde düşünülebilen, ayırt edilip kurgulanan bir gerçekliktir.
İnsan gerçekliği, nasılsa öyle olan bir gerçeklik değil, dilin yapısı­nın imkânları ve kuralları ile düşünülebilen bir gerçekliktir. Bu nok­tada Lacan’ın Kantçı bir eğilimi olduğu düşünülebilir. Nitekim iler­de bir başka vesile ile bu eğilime değinme imkânını bulacağız.
Hatırlanacağı gibi ikinci bölümde klasik teoriye göre insandaki “gerçeklik duygusunun” oral früstürasyonlara bağlandığına işaret etmiştik. Ancak gene aynı yerde eğer “gerçeklik duygusu”nun kö­keninde böylesi bir doğal sürecin bulunduğunu kabul edersek, en azından yüksek omurgalılarda da benzeri bir “gerçeklik duygusu­nun”, hatta dolayısıyla bir “Ben”in bulunduğunu kabul etmemiz ge­rekeceğini de kaydetmiştik.
Bu noktada insana özgü bir hastalık olan psikoz aydınlatıcı ola­bilir. Psikozda “gerçeklik ilkesi” tahrip olmuştur. Eğer psikozun in­sana özgü olduğu kabul edilirse (ki hayvanlarda insan duygularının bozukluklarını düşündüren tablolar ortaya çıkmakla birlikte sözge­limi bir şizofreniden bahsetmek komik olurdu) insan gerçeklik sis­teminin tüm diğer yüksek omurgalı hayvanlardan farklı bir yapısı­nın olması gerektiği sonucu kendiliğinden ortaya çıkar.
Şüphesiz Lacan da insan gerçeklik ilkesinin kurulması için früstürasyonların gerekli olduğunu düşünür. Ancak Lacan’a göre insan gerçeklik sisteminin kurulmasında ve yapılaşmasında önemli olan doğal früstürasyonlar değil bunların nasıl simgeleştiğidir. Çünkü ço­cuk bu simgeler sayesinde doğal früstürasyonlarını doğal bir ger­çekliğe değil doğrudan kültürel bir gerçekliğe, yani ailenin Ödipal yapısına bağlar. Bu nedenle insan gerçekliği doğal değil kültürel bir gerçekliktir ve çıplak doğa bile ancak kültürün simgesel dolayımının aracılığı ile düşünülebilir.
Şimdi psikozu insana özgü bir hastalık olarak kavramak kolayla­şıyor. Psikozun nedeni ne olursa olsun (ister biyolojik, ister psiko­lojik) bu hastalığın insanın simgesel işlevlerine ilişkin olduğu tartı­şılamaz. Öte yandan psikoz kliniğinin “gerçeklik ilkesi”nin bozul­masını ortaya koyduğunu düşünürsek Lacan’ın “gerçeklik ilkesi” ile simgesel işlev arasında kurduğu ilişki ampirik bir dayanak noktası­na sahip gibi görünüyor.
Tekrarlamamıza izin verilirse Lacan’a göre insan gerçeklik siste­minin kuruluşu doğal früstürasyonlardan çok bu früstürasyonun kül­türel simge düzeyinde kazandığı anlama bağlıdır. Çocuk, annesiyle ilişkisindeki früstrasyonları aile söyleminin sağladığı simgenin dolayımıyla üstlenir. Böylece biyolojik kökenli früstrasyon toplumsal- kültürel kod’a bağlanırken Ödip karmaşasının ilk çekirdeği de atıl­mış olur.
İnsan kendiliğini (sübjektivitesini) ve gerçekliği ayrımlaştırması­nı —kabaca söylemek gerekirse— simgenin sağladığı dolayıma bağ­ladığına göre insana özgü bir hastalık olan psikozun bu simge siste­mi ile düzenlenen gerçeklik ilkesinin yıkılması hastalığı olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Psikoz konusuna ilerde yeniden döneceğiz. Ancak bu noktada hemen belirtelim ki Lacan’a göre psikoz simge sistemine girişin motoru olan Ödip aşamasının gerçekleşmemiş ol­masına bağlanır. Bir başka deyişle “gerçeklik nosyonunun” kurul­ması, klasik teorinin terimleriyle nesne ilişkisinin kodlandırılması doğrudan “üst Ben” gelişimi ile birlikte ele alınmıştır. Nitekim as­lında klasik teoride nesne ilişkilerinde yer alan “nesne libidosunun” esas olarak Ödipal dönemde (fallik dönemde) kurulduğu düşünü­lür.
Daha önce ikinci bölümde değindiğimiz gibi Lacan’da nesne iliş­kilerinin ve gerçeklik ilkesinin kuruluşunda “üst ben”in gelişimine tanınan önem M.Klein’ın teorisi ile ilginç bir yakınlaşma ortaya ko­yar. Ancak M.Klein bu süreci tamamen biyolojik hatta filogenetik kavramlarla açıklamaya çalışırken Lacan Kültürel simge sistemini göz önüne almakta, “doğa-kültür karşıtlığı” çerçevesinde insan yav­rusunun kültürün düzenine uygun bir özne olarak kurulması süre­cini ön plana taşımaktadır. Kanımızca bu anlayış psikanalizin bü­tünsel bir kavranışı ile tam bir uyum halinde olmanın ötesinde psi­kanalizin ayrıntıdaki bazı sorunlarına ve paradokslarına da çözüm getirebilme potansiyeline sahiptir.
Demek ki Lacan’a göre simge ya da bütünüyle simge sistemi üçlü bir etki ifa etmektedir. İlk olarak “ben” ile “ben olmayanı”; içsel olanla dışsal olanı ayırt etmeye imkân tanımaktadır.
İkinci olarak sübjektiviteyi, içselliği, bu içselliğin ifadesi olan söy­lemden ayırt etme imkânı tanımaktadır. Yani simgenin düzeninin oto­nom yapısı insanın kendi gerçekliğini de bir mesafe olarak düşün­mesine imkân tanımaktadır. İnsan kendi sübjektivitesini, bu sübjek­tiviteden bağımsız olarak düşünebilme imkânına kavuşur. Bir an­lamda bilinçdışını kuran da budur zaten.
Üçüncü olarak da simgenin düzeni insanı bir özne olarak diğer­leri karşısındaki konumuna yerleştirir. Ödipal dönemi düşünelim: burada simgesel düzene giren çocuk anne ve baba karşısındaki kül­türel konumunu gene simge sayesinde kazanır. Çünkü daha sonra da görüleceği gibi Ödipal düzen özünde simgesel bir düzendir. İn­sanların birbirleriyle kültürel ilişkilerinin (söz gelimi en basit ve ar­kaik biçimi Levi-Strauss’a göre akrabalık ilişkileri olan kültürel ya­pıların) dilin birimlerinin birbirleriyle ilişkileri çerçevesinde belirlen­mesi yapısına tam anlamıyla uyan bir yapısı vardır. Üstelik bu iliş­kilerin belirlediği konumlar da dilin düzeninde tanımlanmıştır ve bir kültürün eski kuşaklarından yenilerine bu yolla taşınır. Demek ki simgenin düzenine girmekle birey kendi kültürel konumunu; her şey­den önce kültürel bir kurum olan ailenin yapısı içindeki konumunu da kazanmış olur. Böylece birey kültürün düzeni içinde ayrımlaş­mış bir “özne” halini alır. Söyleminin belirleyici bir boyutunu da bu konum oluşturur. Çünkü bir söz ancak belli bir konumda anlam kazanır ve söz konusu konum da bizzat söylemin kendisi kadar sim­gesel mahiyettedir.
Lacan, öznenin ötekilerle ilişkisinin de dil ile belirlendiğini vur­gulamak için —daha önce dilbilimle ilgili bölümde de kaydettiğimiz— şu formülü sıklıkla kullanır: “Bir gösteren bir özneyi bir başka gösteren için temsil eder”
“Gösterenin düzeni, bir gösterenin bir özneyi bir başka gösteren için temsil etmesi ile gerçekleşir. Bu hem bilinçdışının tüm oluşum­larının yapısıdır, hem de öznenin kökensel bölünmesini açıklayan şeydir. Gösteren ötekinin alanında (yani simgesel düzende) meyda­na gelmekle, henüz söze sahip olmayan özneyi de orada ortaya çı­karır ama özneyi simgeselde sabitleştirmek pahasına gerçekleşir bu. Orada konuşmaya hazır olan, artık bir gösterenden başka bir şey olmadığı için gözden kaybolur!’ Demek ki özne simgesel düzen­de kendini bir gösteren aracılığıyla işaret ederken, temsil ederken bir simge olarak simgesel düzenin kurallarına tabi olur.
Şimdi buraya kadar söylediklerimizi şu basit cümlede özetlemek­le pek yanlış bir şey yapmış olmayız: Dil öznenin, gerçeklikle, ken­disi ile, ötekilerle ilişkisini düzenler.
“özet olarak dil gerçekliği yeniden üretir. Dilsiz düşünce olmadı­ğına göre, dünyanın, ötekilerin ve kendinin bilgisi dille belirlenmiş­tir!’
Şimdi yukarda Lacan’dan aktardığımız satırlardaki bir noktaya dikkat çekelim. Lacan’a göre özne kendini simgesel düzende bir gös­teren aracılığıyla temsil ettiğinde sadece bu düzenin kurallarına ta­bi olmayı üstlenmiş olmaz, aynı zamanda bilinçdışına yol açan bö­lünmeyi de kabullenir. Çünkü artık bireyin kendiliği ile kültürel kim­liği, kültürel konumu arasında bir uçurum oluşmaya başlamıştır. La­can’a göre insanın simgesel düzene kendini bir gösterenle temsil ede­rek girmesi yaşantılanan içsel deneyimle onu temsil eden gösteren­ler zinciri arasında yaşam sürecinin her aşamasında, her yeni kültü­rel kimlik ve konum kazanma aşamasında giderek büyüyen bir ko­pukluk oluşturur. Yaşantıları sürekli olarak kültürün düzenine uy­durmaya, akılcılaştırmaya, bastırmaya yönelen özne sonunda yaşantılanan gerçek deneyimle köklü bir ayrılık konumuna varır. Bir baş­ka deyişle dilin simgesel düzenine girme bilinçdışının oluşması ile andaş ve dayanışık bir süreç haline gelir.
İnsan kültürel simge sistemi sayesinde ve çerçevesinde kendi öz yaşantılamasını düşünmek suretiyle bu yaşantılamadan uzaklaştık­ça; bir başka deyişle kendi gerçeğini toplumsal norm sistemlerine göre düşündükçe bir bilinçdışına da sahip olur.
Simge sistemi insana, kendisini bir simge ile, “Ben” göstereni ile ifade etmeye imkân verdiği oranda onun kültürel kimliğinin gelişe­ceği bir hareket noktası sağlar. Çünkü “Ben” göstereni dilde “sen’ ’ ve “o” ile yapılaşarak kurulur. Burada ilk “Ben”in aile yapısı içinde kazanıldığını hatırlatmak gerek. Yani insana bu ilk beni bir imkân olarak sunan ailenin kültürel düzene özgü söylemidir. Çocuk ilk “ben”i bu söylem içine yerleştirir. Ancak “ben”in sadece “sen”den ayrımlaşması olanaksızdır. Çünkü sadece iki kişilik bir ilişkide “ben” ve “sen”in kayışlı geçişleri mümkün değildir. Bir başka deyişle iki kişiden oluşmuş bir dünyada “ben” ve “sen”e ihtiyaç yoktur. Bu ih­tiyaç ancak bir üçüncünün “0”nun devreye girmesi ile oluşur. “O”, “Babanın-Adı”dır, yani babanın simgesidir. Anne-çocuk ilişkisine giren üçüncü ve dolayımlandırıcı simgedir.
Çocuk früstrasyonlarım ben-sen-o kayışlı ilişkisinden dolayımlanarak üstlenirken, bu früstrasyonları üstlenen “ben” de ancak söz- konusu aile söylemi çerçevesinde yerli yerine oturur: “Ben” (ego) ben (je) diyendir!’
Bir başka açıdan aynı olaya yaklaşırsak şu saptamayı da yapabi­liriz: Bir kültürel topluluğun toplumsal bir üyesi, yani “özne” ol­mak bu kültürün üyeleri arasındaki iletişimin sistemi olan simgesel ağa katılmakla mümkündür. Yani sadece iletişimin kurallarına sa­hip olmak yetmez, bu iletişim ağında bir yere de yerleşmek gerekir. Bu yerin, bu konumun kendisi de simgesel iletişim ağı tarafından belirlenmiştir.
O halde toplumsal bir üye (bir özne) olarak kendi bilincine ulaş­mak toplumsal simge sistemine girmekle eş anlamlıdır. Bu simgesel alan özneden önce organize edilmiş bir alandır.
Böylece özne sadece simgeyi kullanmakla kalmaz, bu edimiyle sim­ge sisteminin içine, kültürün ve toplumun dünyasına da girer:
“Dil toplumsal bir veriyi, bir kültürü, yasakları ve yasaları taşır. Bu çok boyutlu simgesel düzene giren çocuk, bu düzen tarafından biçimlendirilecek, onun silinmez damgasını taşıyacak ve üstelik bü­tün bunlar çocuk farkında olmaksızın gerçekleşecektir.
Söz gelimi Levi-Strauss’un belirttiği gibi ensest yasağı toplumların organizasyonunun gizli yapısı ise de, onu temellendiren yasaklar ve yasalar dilde, toplum kurallarının organizasyonunda mevcuttur ve çocuk toplumsal bir varlık olmak için, toplumun bir üyesi olmak için buradan geçmek zorundadır!’
Bu noktada Lacan’ın psikanaliz kuramının “Yapısal Antropoloji­ye yaklaştığını görüyoruz. Dilin simgesel sistemine, kültürel düzene geçmekle eş anlamlı olduğuna göre “anne”, “baba”, “aile”, “akra­balık ilişkileri” vs. sadece dilde ya da aile söyleminde “belirlenmiş-tanımlanmış” olmakla kalmaz; kültürel bir yapı olarak aile bu söylemin gerçekleşmesi, somutlaşması, maddileşmesidir. O halde kül­türel söylemler, ideolojiler sadece birer tasarım değildir, aynı zaman­da nesnel bir niteliktedir, maddidir. İdeolojiler, söylemler gerçekliği tasarım düzeyinde temsil etmekle kalmaz bu gerçekliğin kurucu bir öğesini de oluşturur. İşte Althusser’in “ideoloji kuramının” daya­nakları da burada temellenir.
Şimdi yavaş yavaş simgesel sisteme girişle ödip karmaşası arasın­daki ilişkiye bir başka deyişle bilinçdışının kuruluşu arasındaki iliş­kiye daha ağırlıklı olarak yer vermeye çalışalım.
“Dilin simgesel kayıt düzeniyle gerçekleşen ayırımların ilki, içsel olan ve dışsal olanın ayrımıdır. Bu özne için yaşamsal bir önem ta­şıyacaktır!’ Böylece “dile, öznenin yerleştiği dünyadan ve kendisini karıştırması tehlikesi olan ötekilerden farklı tekil, benzersiz özne olarak kurulmasında birinci derecede önem verilir. Dil gerçekten de, daha önce de belirttiğimiz gibi, kendi ile ötekiler arasında ayırımın olmadığı dolayımsız ilişkilere karşıt olarak dolaylı ilişkileri kurar. Ve bir dolayımlandırıcı olarak özneyi farklı özel yerine yerleştirir.
Sosyo-kültürel simgesellik öznenin bizzat kendisi tarafından ken­dine özdeş ayrımsamasını gerçekleştirir. Söz gelimi adı ve soyadı ile aile topluluğu içindeki yerine yerleşen çocuk, anne-baba karşısında işgal ettiği üçüncü konumla, kendini farklı bir bütünlük olarak ay­rımsar. Sosyo-kültürel simgeleştirme yani toplumsal varoluşa geçiş, Lacan düşüncesine göre Ödip durumunun aşılması ile sağlanır!’
Şimdi yukarda kaydettiğimiz bir noktayı hatırlatalım; kültürün simge düzenine geçiş öznenin yarılmasını da birlikte getirmekteydi. Özne kendini sosyo-kültürel simgeselleştirmede ayrımsar ve belir­lerken, kendi otantik fenomenolojik tekbenciliğini de yitirmiş olur. Kendini sosyo-kültürel kod dolayımıyla düşünen özne giderek ken­dine yabancılaşır. İşte bilinçdışına yol açan bu yabancılaşmadır.
Ancak şunu önemle belirteyim ki yukardaki ifadeden bilinçdışının saf fenomenolojik bir yaşantılama olduğu çıkarılmamalıdır. İn­sanın bireysel yaşamının başında fenomenolojik tekbenci bir evre olabilir. Fakat bu psikanaliz açısından ulaşılamaz bir düzeydir. Çünkü insanda ancak simgeleşmiş bir gerçekliği ele alabilir ve düşünebilir, bir araştırma nesnesi olarak konumlandırabiliriz. İşte bu nedenle “bilinçdışı bir dil gibi yapılaşmış” ise araştırabileceğimiz bir alandır.
Kanımca Lacan teorisinin kavranması en güç noktası bu aşama­da düğümlenmektedir. Sorunu aşağıda daha ayrıntılı olarak formüle edip kendi yorumumla çözümlemeye çalışacağım. Ancak şimdilik bu yorum-çözüm hakkında şu kadarını söyleyeyim: Sosyo-kültürel simgesellik otantik tek benciliği yıkmakla kalmaz onu tamamen or­tadan da kaldırır. Öyle ki insanda simgeselleşmemiş hiçbir yaşantılama olamaz. Simgesel düzen otantik saf tekbenciliğin üzerini örer ve onu bilinçdışı konuma dönüştürürken aynı zamanda bu tekben­ciliği de simgeleştirir. Yani kaba bir benzetme ile simgeleştirme ya­tay bir düzeyde kültürel özneyi kendi dolaymışız yaşantılamasından keserek ayırırken dikey bir düzeyde de bu saf fenomenolojik yaşantılamaya da retroaktif bir etkinlikle kültürel simgesini, adını verir; simgeselleştirmenin ardında kalan simgeselleşmemiş otantik dene­yimde simgeleşir. Otantik solipsizmin simgesi Fallustur; yani kültü­rel egemenliğin, eksiksizliğin, bütünlüğün simgesi olan Fallus. Bu sürecin ayrıntılarını ve Fallusa neden böylesi bir anlam yüklendiği­ni ilerde göreceğiz. Şimdilik şunu söyleyelim ki otantik tekbenciliği yıkan “Babanın Adı”, “Babanın Yasası” olduğu için; baba, çocuğu annesiyle dolayımsız bütünlüğünden ayıran güç olduğu için, yani ba­ba, çocuğu anneden kestiği, kastre ettiği için yitirilen otantik tek­bencilik Fallus simgesi ile kodlanır. Bu kod bilinçdışını kuran kökensel bastırmaya denk düşer.
Demek ki Lacan’a göre Ödip aracılığı ile sosyo-kültürel düzene geçiş iki süreci aynı anda başlatmaktadır.
1-Sosyo-kültürel öznenin kuruluşu (ki bunu yukarda bir ölçüde işleme olanağı bulduk).
2- Bilinçdışının kuruluşu. Aslında bunlara bir üçüncüyü; öznenin Ödip aracılığı ile bağlandığı kültürün dünyasında gerçekleştirdiği kültü­rel yüceltmeler zincirini de eklemek mümkündür.
Bu noktada şunu özenle belirteyim ki, klasik teoriye —söz gelimi A. Freud’a— göre iki farklı mekanizma olan “bastırma” ve “yüceltme” Lacan’da bir tek mekanizmadır. Aşağıda klasik teorinin “bastırma” mekanizması anlayışını ele alacak ve bu anlayışın Lacancı yorumunu vereceğiz. Klasik teori “bastırma”yı “benin savunma mekanizmalarından” biri olarak fakat hemen hemen diğer mekanizmalarla aynı önemde bir mekanizma olarak ele alır. Klasik teoride bastırılan materyale karşı ikinci bir savunma olarak, ya olumlu bir mekanizma olan “yüceltme” ya da başka farklı mekanizmalarla semptom oluşumu devreye so­kulur. Oysa Lacan’da bastırma ve yüceltme (ya da patolojik durum­larda semptom oluşumuna yol açan diğer mekanizmalar) bir tek edimde gerçekleşir. Bu edim de dilbilimsel metafor kavramında an­latımını bulur. İnsan kültürün simgelerinde metaforlarla yüceltir­ken, metaforun ardında kalan gösteren bilinçdışına bastırılmış olur.
Şimdi yukarda değindiğimiz bilinçdışını kuran “yarılma” konu­suna daha ayrıntılı bir şekilde yaklaşalım.
“Spaltung (yarılma) psikanalizde açımlanan varlığın kendisi ile; ya da en mahrem psişizması ile davranışın, kültürün, bilinçli söyle­min öznesi arasındaki ayrılmadır.
Öznede gizli bir yapı olarak bilinçdışını yaratan bu ayrılma söyle­min ve genel olarak tüm simgesel düzenin özneyi dolayımlandırmasına bağlıdır. Simgesel düzen gerçek dünya ile özne arasında orga­nize olan üçüncü bir düzendir.
Sonuç olarak gerçek, insan ruhunda, bu gerçeği birincil konfüzyonundan kurtaran belli bir düzen kazanır. Kavramlar öncelikle ka­rışmış olan şeyleri organize etmekle yükümlüdür.
Demek ki Ödip aracılığıyla simgesel sisteme geçme özneyi kurar ve gerçeklik sistemini oluştururken yarattığı yarılma da bilinçdışma sebep olmaktadır. Kültürün yabancılaşmalar zincirini başlatan ya­rılmanın ödiple ilişkisine bakalım. Ödip’in esası şu cümlelerle özet­lenebilir:
“Değişebilir biçimlerinin ötesinde yapı olarak ödipal fenomen in­san varlığının evrensel ve kökten bir dönüşümüdür. Ödip ikili dola­ymışız ilişkiden sembolik düzene özgü dolaylı ilişkiye geçiştir!’
Şimdi ödip karmaşasının Lacancı yorumunu vermek için önce­likle “ikili dolaysız ilişkiyi” ya da bu ilişkinin psişizmasının temeli­ni teşkil ettiği dönem olan “Ayna Evresi”ni ele almamız gerekiyor. İlk kez Lacan’ın psikanalitik önemine değindiği “Ayna Evresi” kla­sik teorideki narsisizm kavramı ile yakm ilişkidedir.
Ancak “Ayna Evresi” tam anlamıyla Ödip öncesi dönem olarak da kabul edilemez. Ayna Evresi daha çok Ödip’in sınırlarında ka­lan, Ödip’in başlangıcına temel teşkil eden bir dönem olarak ele alın­malıdır kanısındayım.
Simgesellik öncesi çocuğun çevresiyle ilişkisi ikili bir ilişkidir. Ço­cuk bu dönemde bir başkasıyla, yaşıtı bir çocukla, annesinin görsel imgesi ya da aynadaki kendi bütünsel imgesiyle imgesel yoldan öz­deşleşerek, parçalanmış olarak yaşantıladığı bedeninin bütünlüğü­nü kazanmaya yönelir. Çocuk gerek senestezik duyumlarım gerekse hareketlerini eşgüdümleyemediği için bedenini de bir bütün olarak yaşantılamaz. İşte bu dönemdeki çocuk kendinin beden imgesinin bütünlüğünü kazanmaya çalışır. Neden? İlerde göreceğiz.
Bu bütünsel imgenin kazanılması, daha sonra simgenin devreye girmesiyle “ben” (je) denebilecek bir şeyi, bir bütünlüğü kazandır­ması nedeniyle ödip için bir temel, bir başlangıç teşkil eder.
“Bu infans (gelişmemişlik, bebeklik) döneminde, henüz hareket güçsüzlüğü ve beslenme bağımlılığında yaşayan insan yavrusu var­lığı tarafından hayali imgenin coşkuyla ele geçirilmesi,'beıîin (je) — öteki ile özdeşleşmenin diyalektiğinde nesnelleşmesinden ve dilin öz­ne işlevini evrensel istem içinde kurmasından önce— temel (primordial) bir biçimde çökeldiği simgesel dölyatağını ilginç bir şekilde sergiler!’
Hatta Lacan bu evrede istemli hareketlilik planında henüz tamam­lanmamış bütünleşmemiş olarak yaşantılanan kendi özbedeninin iş­levsel bütünlüğünün zihinsel planda önceden kazanılmaya, tahmin edilmeye başlandığını düşünür.
Ancak bu dönemdeki; yani imgesel özdeşleşme dönemindeki ço­cuk kendisini kendi imgesinden ya da bir başkasının özellikle anne­sinin imgesinden tam olarak ayırt edemez.
Altı-sekiz aylık çocuk aynı yaştaki çocukla karşı karşıya bırakıl­dığında onu taklid etmeye koyulur. Bu yaştaki çocukların ilişkisin­de Lacan vücut postürünün toplumsal biçiminin kazanılması süre­cini de tespit eder.
İşte insan yavrusunun kendi bütünsel beden imgesini kazanmaya yöneldiği bu dönemde Ödip devreye girerek, bu imgeyi dilbilimsel bir gösterenle temsil etme şansını verir.
Bu dönemdeki çocuk; yani narsistik dönemdeki çocuk neden kendi bütünsel imgesini kazanmaya yönelir? Onun arzusunu yönlendiren nedir? Şüphesiz bu süreçte bedenin parçalanmış yaşantılaması rol oynamaktadır. Ancak çocuğu bir imge ile özdeşleşmeye iten arzu nereden kaynaklanır?
Bu dönemdeki çocuk annesiyle bütünleşmeyi arzular. Annesiyle bütünleşmeyi, annesinin her şeyi olmayı, annesinin arzuladığı şey olmayı, annesinin arzusunun nesnesi olmayı arzular.
Böylece narsistik omnipotensine (mutlak kudret), Nirvana’nın bü­tünlüğüne, tüm rahatsız eden uyaranlardan uzak mutlak tatmin du­rumunun devinimsiz hazzına ulaşacaktır.
Lacan bu dönemdeki çocuğun arzusunun annesi için annesinin eksiği fallus “olmak” olduğunu söyler. Ancak bu dönemde henüz simgeselleştirmenin olmadığı ve üstelik Fallus’un da kültürel bir sim­ge olduğu düşünülürse bu formülasyon bilmece bir nitelik kazanır. Kanımızca uygun yorum şöyle özetlenebilir: Ayna evresindeki ço­cuğun arzusu henüz kültürel bir arzu değildir ve simge içermez. An­cak Ödip’in devreye girmesiyle, simgenin retroaktif (geriye etkili) bir etkinliği ile çocuğun da simge içermeyen arzusu da simgeleşir. Ço­cuk arzusunu bir yasaktan; Ödipal bir yasaktan dolayımlanarak kod­ladığı için kökensel arzusu “fallus olmak” arzusu halinde bilinçdışına kodlanır.
Ödip aşamasının evrelerine geçmeden önce “Ayna Evre”sinin bir başka gönderimine daha değinelim. İmgesel ilişki “Ayna Evresi”nin temel karakteristiği olmakla birlikte, bu ilişki biçimi tüm yaşam bo­yunca sürer. S.Lelaire’in dediği gibi “Ben (ego) öznenin imgesel öz­deşleşmelerinin yeridir!’ Lacan’a göre “Ben”in esas işlevi bir imge ile özdeşleşmek, bir kültürel imge halinde kendini görmektir.
Daha önce ikinci bölümde Lacan’ın özne kavramının “ben” kav­ramı ile örtüşmediğini söylemiştik. “Özne” kavramı iki boyutlu bir kavramdır. Eş zamanlı bir ele alışta toplumsallaşmış insanı anlatır. Ama aynı zamanda art zamanlı bir boyuta da sahiptir; insanın kül­türe uygun bir varlık haline dönüşmesini özetler. Özne “kültürel özne”dir. Yani kültürün simge düzeniyle belirlenmiş insandır.
Bu parantezi kapatarak Ödip karmaşasının aşamalarını özetleyen bir metni izlemeye koyulalım. İlk bakışta anlaşılmaz gibi gözüken noktalan ilerde aydınlatmaya çalışacağız:
“Lacan’a göre Ödip karmaşası üç aşamada yapılaşmıştır.
Birinci aşamada çocuk annesini arar, annenin yöneliminin (annenin söyle­minin) sürekli olarak babanın varlığı ile saptırıldığını bulur. Başka şekilde söylersek oğul annesiyle ilişkisinin dışardan, annenin arzu­ladığı bir üçüncü tarafından düzenlendiğini, annesi ile başlattığı idealizasyon ve früstrasyon diyalektiğinin kendinden çok babaya bağlı olduğunu keşfeder. Annenin arzusunu arzular, fakat annesi de ba­bayı arzular. Çocuk kendi de bir yasaya (babaya) tabi olan bir varlı­ğa tabidir. Çocuk özgür bir nesne arıyordu fakat bir özne-nesne bul­du, kaynaşmaya yönelik bir ilişki aramıştı, babanın dolayımını bul­du. Gerçekte bu dolayım (...) katı anlamıyla babanın dolayımı de­ğildir, toplumsal kodun dolayımıdır. Dolayım kavramı sadece geç Ödip karmaşasını değil, İngiliz okulunun incelediği erken Ödip ça­tışkısını da anlamaya imkân verir gibi gözüküyor.
Ödip karmaşasının ikinci aşamasında baba, anne ile cinsel ilişki­ye sahip olarak, iki anlamda yoksun bırakıcı olarak devreye girer. Birinci olarak çocuğu arzusunun nesnesinden yoksun bıraktığı için, ikinci olarak anneyi fallik nesneden yoksun bıraktığı için. Fallik nes­neye sahip olan babadır, anne değil. Çocuk için çözüm onu anne­sinden söken nesne ile özdeşleşmektir. Onun ikilemi fallus olmak ya da olmamaktır. Anne çocuğu kendinin olmayan bir yasaya gön­dermiştir ve öte yandan kendi de yasa olarak yönelttiği şeye aittir.
Çocuk fallus olmak istediğinde ve fallus olmanın söz konusu ol­madığını ama penise sahip olmanın söz konusu olduğunu keşfetti­ğinde Ödip karmaşasının üçüncü aşamasına yönelir ve böylece de kaderi çizilmiş olur. Omnipotent (kadiri mutlak) baba imgesi çöker: Baba belki penise sahiptir ama Fallusa değil. Böylece “olmak” di­yalektiğinden “sahip olmak” diyalektiğine yönelir. Babayı yasa ola­rak değil, insan olarak ayırt ederek, onu “Benin İdeali” olarak yer­leştirir ve değer sistemleri ile birlikte ahlaki yaşam başlar?’
Şimdi Lacan’ın Ödip karmaşası anlayışını biraz daha ayrıntıyla işlemeye yönelebiliriz.
Lacan’da “Ayna Evresi”nin çocuk için eksiksizliğe, Nirvana’ya ulaş­mak için annesi ile özdeşleştiği, annesi için her şey olmak arzusuyla kendi bedensel imgesini kazanmaya yöneldiği dönem olduğuna yu­karda işaret etmiştik. Demek ki “Ayna Evresi”nin iki temel özelliği vardır.
1-Anne ile bütünleşme arzusu
2-Beden imgesinin diğer insanların bedensel bütünlüğü ile öz­deşleşme yoluyla kazanılması:
Çocuğun annesi ile bütünleşme arzusunun simgenin retroaksionu (geriye etkili eylem) tarafından fallus göstereni ile kodlandığı şek­linde özetlenebilir yorumundan yukarda söz etmiştim. Çocuk an­nesi için her şey olma arzusunu sonradan, simgenin düzen ne girdi­ği zaman fallus göstereni ile işaret eder. Bu süreç aşağıda inceleyeceğimiz kökensel bastırma sürecidir. Bir başka deyişle çocuğun an­nesi için fallus “olmak” arzusu hiçbir zaman bilinçte yer almadan doğrudan bilinçdışına kodlanır. Bu yorum ikinci bölümde aktardı­ğımız Freud’un kökensel bastırmaya ilişkin görüşüne uymaktadır ka­nısındayım. Fallus göstereni hiçbir zaman bilinçte yer almamıştır, çünkü bu gösterenin gösterdiği yaşantılama sırasında fallus göste­reni yoktur, dolayısıyla bilinç düzeyinde yer almış bir ide söz konu­su edilemez.
Böylece Ödip’in ikinci aşamasına bağlanmış oluyoruz aslında. Çünkü fallus simgesi aşağıda da inceleyeceğimiz gibi aslında “Ba­banın Simgesi”, “Babanın-Adı” ile devreye girer. Ödip karmaşası­nın ikinci aşamasında baba bir yoksun bırakıcı, bir kastratör (kastre edici) olarak devreye girmektedir.
Burada söz konusu olan tamamen simgesel bir kastrasyondur. Yani kastratör baba sadece simgesel bir babadır, annenin söyleminde yer alan bir üçüncüdür, “Babanın Adı”dır. Böylece çocuk ilk kez sim­gesel bir yasa ile karşılaşır. Bu yasa ailenin temeli olan ensest yasağı yasasıdır. İşte çocuğun ilk dolayımsız arzusu retroaksionla fallus sim­gesi altında simgeselleştiren de çocuğun karşılaştığı yasanın cinsel mahiyetidir. Babanın Yasası fallus olarak çocuğu anneden kastre eder; anne ile dolayımsız ilişkiye son vererek çocuğu kültürün dün­yasına bağlayacak olan Ödipal özdeşleşme sürecini başlatır. Lacan bu sürece “insanlaştırıcı kastrasyon” adını vermektedir.
Ancak burada üzerinde durulması gereken konu çocuğu Ödipal üçgene bağlayanın, çocuğu “babaya” gönderenin bizzat annenin söy­lemi olmasıdır.
“Baba sadece, sözden ibaret olan yasası sayesinde mevcuttur ve bu da, sözü anne tarafından tanındığı ölçüde Yasa değerini kazanır. Eğer babanın durumu kesinlik kazanmazsa çocuk anneye tabi ka­lır!’ (J.Lacan).
Çocuk früstrasyonlarını annenin söylemi sayesinde “Babanın Adı’na bağlayarak üstlenmekle kültürün düzenine doğru çekilmiş olur. Kültürel bir kurum olan “Baba” önemini ve anlamını buradan alır. Eğer anne “Baba”ya gönderimde bulunmazsa çocuk imgesel ilişki­de takılıp kalır; Psikozun temeli budur.
Ödip karmaşasının üçüncü aşamasında çocuk aile içindeki konu­munu, ailenin kurucu yasası tarafından belirlenen kültürel kimliği­ni kazanır. Bu kimlik her şeyden önce fallus simgesi karşısındaki ko­numuyla tanımlanan cinsel kimliktir.
Şimdi Lacan’ın Ödip karmaşası anlayışındaki üçüncü aşamanın klasik psikanalizdeki “Ödip karmaşası” olduğunu söyleyebileceği­mizi düşünüyorum. Bu yorumumuzu desteklemek için şunları söy­leyebilirim: Lacan’ın Ödip karmaşası anlayışında üçüncü döneme gelene kadar kız veya erkek çocuk ayırımı yapılmamaktadır. Bu sü­reç her iki cins için de ortak bir süreçtir. Oysa sadece üçüncü dö­nemde “penise sahip olmak” ya da “olmamak” diyalektiği söz ko­nusu olduğuna göre klasik teorinin “Ödip karmaşası” dediği şey La­can’da Ödip karmaşasının üçüncü dönemine denk düşüyor olsa ge­rek. Ödipin ilk aşamaları insan yavrusunu Ödipal üçgene, simgesel düzene bağlamak bakımından anlamlıdır yalnızca. Oysa üçüncü dö­nemde “penise sahip olmak” devreye girer ve böylece Ödipi her iki cins için aynı süreç olmaktan çıkarır. Böyle düşününce her şey yerli yerine oturuyor gibi gözüküyor.
Demek ki Ödipal dönem boyunca çocuk, babanın gerçekliğini sim­geselleştirerek yani babanın metaforuna “Babanın adı”na ulaşmakla başladığı süreci Babanın yasasına tabi olmayı kabul ederek tamam­lar ve kültürel bir “özne” kimliğini kazanır. Psikozda, Ödip aracılı­ğıyla sembolik düzene geçememek, (Ödipin başarısızlığı) söz konu­sudur. Ödip aracılığıyla simgesel düzene giremeyen özne gerçekliği, kendi sübjektivitesini ve diğerlerini ayırımsayamaz. İşte psikoz kli­niğinin bize gösterdiği de budur zaten. Psikoz konusuna ilerde tek­rar döneceğiz. Ancak şimdi bir klinik olguyu tartışarak ilerleyelim.
Dick olgusunda yaklaşık dört yaşlarında bir erkek çocuğu söz ko­nusudur. Klinik tanı olarak “çocukluk otizmi” olarak isimlendirilebilecek bu hasta aslında M.Klein tarafından tedavi edilmiştir. La­can, Klein’in tekniğini doğru fakat teorisini yanlış bulur. Lacan’a göre Dick olgusunu açıklayan doğru teori kendisininkidir.
Hemen hemen hiç konuşmayan Dick’in zaman zaman kullandığı birkaç kelimeden dili bildiği anlaşılmaktadır. Dick tüm nesneler ve insanlar karşısında aynı kayıtsız tutumu sergilemektedir. İyi, kötü, güzel, korkulan vs. hiçbir şey yoktur Dick’in dünyasında. Adeta in­sanların dünyasından başka bir dünyada, başka bir gerçeklikte ya­şamaktadır. Çünkü gerçeklik simgesel dizgeyle yapılanmamış, hiç bir nesne ayırımlaşmamıştır, Lacan’a göre.
Dick’in elinde zaman zaman ilgilendiği oyuncak bir tren vardır, bu treni stereotipik (aynı hareketi yineleyerek) bir tarzda yere sür­mektedir. İlk seansta M. Klein bu stereotipik hareketleri yapan ço­cuğa yaklaşır ve şöyle der: “Dick küçük tren, baba tren büyük tren!’
Dick stereotipik hareketlerine devam ederken bir süre sonra “istasyon” kelimesini telaffuz eder. M.Klein’ın müdahalesi şöyle olur: ‘Gar annedir, Dick anneye girmek!’
Daha ilk terapi seansında başlayan bu süreçte Dick ilk duygula­nımlarını, istemlerini ortaya koymaya başlar.
Klein’ın tüm terapi boyunca uyguladığı teknik benzeri bir tema­da geçer.
Lacan’a göre Klein’ın tüm yaptığı Dick’e Ödip’i anlatmaktır. Dick ancak söylemde “Babanın Adı” karşısındaki kendi konumunu ka­zandığında simgesel dizgeye girer. Dick sosyo-kültürel simge siste­minde kendi konumunu kazandıktan sonra, konuşmaya, toplumsal iletişim ağma katılmaya başlar. Ama böylelikle onun söylemi de sosyo-kültürel kodda kendine ayrılan konumla belirlenmiş olur. Dick’de “küçük erkek çocuğu” dile gelir.
Lacan, Dick olgusunu şu cümlelerle yorumluyor:
“Başlangıçta öznede bilinçdışının hiçbir türü yoktur. Ödipal du­rumun ilk simgeleştirmelerini çocuğun “moique” (“ben”e ilişkin) il­gisizliği üzerine aktaran Melanie Klein’ın söylemidir (...)
Bu dramatik olguda, hiçbir çağrı formüle edemediğine göre in­san gerçekliğine ulaşamamış bu öznede terapöt (psikoterapi uygu­layan şahıs) tarafından devreye sokulan simgeleştirmelerin etkisi ne­dir? Bu simgeleştirmeler, ondan hareketle öznenin imgeseli ve ger­çeği harekete geçirebileceği ve gelişimini kazanabileceği bir başlan­gıç konumunu belirler...
Gelişim, özne simgesel sisteme bütünleştiği ölçüde gerçekleşir... Böylece bu dünyanın nasıl harekete geçtiğini, imgeselin ve gerçeğin nasıl yapılaşmaya başladığını, art arda gelen libidinal yatırımların nasıl geliştiğini görüyoruz (...)
Sözün yasasında insanı insanlaştıran temel bir yapıyı (yani Ödip’i) formüle eden anlamlandırıcı bir sözün oluşturduğu freskten hare­ketle tüm sürecin başladığını görüyoruz.
Gerçek dünya dediğimiz dünya, insanlaştırılmış, simgeselleştrilmiş, primitif gerçekliğe simge ile sokulan “transandans”dan yapıl­mış bir dünyadır!’ Böylece Ödipal düzenin, insanı kültürün düzenine bağlayan ya­pısını daha açık seçik görüyoruz. İnsan gerçekliğinin dolayındı bir gerçeklik olması fikri ampirik bir dayanak kazanmış gibi gözükü­yor. Kısaca biyolojik bir varlığı kültürün düzenine çeken, kültürel bir özneye dönüştüren sürecin Ödip olduğunu bir vak’a münasebe­tiyle bir kez daha tekrarlayabiliyoruz.
Ancak burada, daha önce de sözünü ettiğim Kantçı eğilime bir parantez açmak yerinde olacak. Lacan dış dünyanın ancak dilin “kategori”leri çerçevesinde ele alınabileceğini düşünüyor. Yukarda Dick olgusu yorumunda aktardığımız satırlardaki “transandans” kelimesi bu bakımdan ilginç bir ipucunu işaret ediyor sanki.
Şimdi kaldığımız yerden devam ederek şunları söylemek gereki­yor, Ödip aşaması sadece özneyi kurmak, gerçekliği yeniden üret­mekle kalmaz, aynı zamanda bilinçdışını da kurar.
Şimdi bilinçdışının kuruluşu sürecini daha yakından izleyelim: “Ödip karmaşasının çözümü, anne ile ikili ilişkiyi yasaklayarak, öznenin kökensel arzusunu bilinmeyen durumuna iter ve babanın metaforu sürecine göre ona yeni imgesel, toplumsal biçimler ikame eder.
Başka şekilde söylersek simgesel düzene geçiş kökensel bastırma­ya andaş ve ayrılmaz bir biçimde bağlıdır!’
Biyolojik varlığı kültürün düzenine bağlayan süreç, öznenin top­lumsal olmayan arzusunu bastırma yoluna gitmektedir demek ki.
Şimdi bastırma mekanizmasının Freud tarafından nasıl açıklan­dığını hatırlayalım. İkinci bölümde “Methapsychologie”ye dayana­rak Freud’un iki tipte bastırma ayırt ettiğini kaydetmiştik: “Köken­sel bastırma” ve “tam anlamıyla bastırma” (ya da ikincil bastırma), sırasında önceden bilinç düzeyinde yer alıp da -kökensel bastırılmış materyal ile çağrışımsal ilişkisi nedeniyle- sonradan bastırılan bir ma­teryal, Freud’un terimiyle “psişik temsilci” söz konusuydu. Gene ikin­ci bölümde bu materyalin “psişik temsilci” statüsünde olmasına ve üstelik bilinçte simgesel olmayan hiçbir şey bulunamayacağına (çün­kü simgesel olmayan hiçbir şey bir cogito nesnesi olamaz) dikkat çekerek ikincil bastırılmış materyalin simgelerden oluşmuş olması gerektiğine dikkat çekmiştir.
Ancak Freud’un pek ilgilenmediği kökensel bastırma bazı para­dokslar içeriyordu. Bir kere bu materyal hiç bilinçli olmamıştır. (O halde bir bastırma nasıl sözkonusu olabiliyor.) Ancak bu materya­lin başından beri de bilinçdışı olduğu düşünülemez, çünkü bilinçdışı zaten bu bastırma ile kurulur. O halde acaba orjiner bastırmanın hem bilinci hem de bilinçdışını kuran bir edimin sonucu olduğu dü­şünülebilir mi: Kanımca böyle bir yorumu Lacan’dan yola çıkarak desteklemek mümkün.
Kökensel bastırmada karşımıza çıkan bir başka paradoks şu olu­yordu: Kökensel bastırmanın materyali de “psişik temsilci” yani sim­ge statüsünde idi. Ancak kökensel bastırmada itki ile “psişik temsilci” arasında kopmaz bir bağ meydana geliyordu. Oysa bu durum bilinçdışının birincil süreç düşüncesi ile uyuşmaz. Çünkü birincil sü­reç düşüncesinde itkiler ile psişik temsilciler arasındaki bağ ikincil süreç düşüncesine (yani bilinçli düşünceye) göre çok daha oynaktır. O halde bu paradoksu nasıl açıklamalı? Aşağıda Lacan’ın bastırma mekanizması anlayışını yorumlarken bu sorulara yanıt vermeye ça­lışacağız.
Şimdi Freud’un bastırma anlayışında biraz daha derinleşelim: Freud’a göre bastırma mekanizmasında bir libidinal yatırım çekilmesi söz konusudur. Yani itkinin psişik enerjisi “psişik temsilci”den geri alınmalıdır. Fakat bu yatırım çekilmesi nerede gerçekleşir?
“Bastırılmış temsilci bilinçdışında eylem gücüne sahip olarak ka­lır, o halde zorunlu olarak yatırımını korumuştur. Eğer tam olarak bastırmayı ele alırsak (...) bastırma temsilciden bilinç ya da bilin­çaltı yatırımın çekilmesine dayanır!’
 Demek ki bilinçdışı düzeyinde libido yatırımı değişmeden kalmak­ta, bilinç düzeyinde ise bir yatırım çekilmesi söz konusu olmakta­dır. Fakat kökensel bastırmada, bastırılan temsilci hiçbir zaman bi­linç sisteminde yer almadığına göre, burada bir yatırım çekilmesi söz konusu değildir. Kökensel bastırmada bilinçaltı sisteminin uygula­dığı bir karşıt yatırım (contre-investissement) söz konusudur. (İkin­cil bastırmada da bir karşıt yatırım vardır, ancak buna yukarıda sö­zünü ettiğimiz yatırım çekilmesi eklenmiştir.)
Şimdi Freud’un bastırma ile ilgili düşüncelerini böylece özetledik­ten sonra Lacan’ın bastırma mekanizması anlayışına geçelim.
Lacan’a göre bastırma, dilbilimsel metafor’a benzer bir süreçtir.
Metafor dilbilimsel bir gösterenin yerine, onunla eş zamanlı iliş­kide bulunan (burada belki dördüncü bölümü hatırlamak gerekebi­lir) bir başka gösterenin ikame edilmesi edimidir.
Daha önce de verdiğimiz örneği hatırlayalım:
“Daha yaşamının gençlik yıllarındaydı” cümlesinde, “gençlik yılları” yerine “bahar” ikame edilebilir.
“Daha yaşamının baharındaydı!’
Edebiyatın daha ince bir söylem için sıklıkla başvurduğu bu edi­me, özne daha toplumsal bir anlatım, bir söylem kurmak için baş­vurur.
İşte Lacan’a göre bastırma mekanizmasında benzeri bir süreç söz konusudur. Lacan, bastırmayı “metafor” metaforuyla düşünür.
İnsanın kökensel arzusunu giderek kültürel normlara daha uygun gösterenlerle ifade etmesi, böylece giderek esas arzusunun ilk sim­geleştirmesinden uzaklaşmasıdır bastırma.
Lacan’ın öğrencilerinden Laplanche bu mekanizmayı şöylece ifa­de etmektedir:
Burada S/s ifadesi (dördüncü bölümde izlediğiniz Saussure’ün gös­teren/gösterilen ilişkisini yani gösterme ilişkisini ifade etmektedir. S’/S ise S’nün S’ye ikame edildiğini ifade etmektedir. Böylece S’/s şeklinde yeni bir gösterme ilişkisi kurulurken S/S’de bilinçdışı konumuna düşmektedir. (Matematik olarak sadeleştirilmiştir.)
Burada küçük s (yani öznede gösterilen) özne tarafından yaşantılanan deneyimdir. Öznenin afekti, sübjektivitesidir.
Başlangıçta bu afekt S göstereni ile simgeselleştirilirken, S’nün S’ye ikame edilmesi ile aynı yaşantılanan deneyim (gösterilen) S’ göste­reni ile simgeselleşmekte, S ise bilinçdışı olmaktadır. Yani yaşantılanan, gösterilen, afekt vs. sürekli bilinç düzeyinde kalırken, bu yaşantılamanın düşünüldüğü gösteren bir başka gösterenin; toplum ta­rafından kabul edilir, kültüre uygun bir gösterenin onun yerini al­masıyla bilinçdışı düzeyine düşmekte, yani insan kültürün dünya­sında ilerlerken arzusunun ilk simgeleştirilmiş halinden giderek uzak­laşmaktadır.
Bir tedavi tekniği olan psikanaliz regresif bir süreçte üst üste yı­ğılmış bu metaforlar zincirini geriye doğru kat eder ve arzunun ilk simgeleşmiş haline, öznenin esas arzusuna ulaşmaya çalışır.
S’ yani ikinci gösteren, kültürel dizgeye uygun bir gösteren ise bu süreç normal olarak kültürel yüceltmeye açılacaktır. Yani bastırma ve yüceltme aynı anda, bir tek edim aracılığıyla gerçekleşecektir.
Fakat aynı şekilde semptom da oluşabilir. Hasta bilinçdışına bas­tırdığı arzusunun ilk simgesi yerine semptomunu da ikame edebilir. Semptom bilinçdışı arzunun metaforik bir ifadesidir ve “anlamı”nı bu arzudan alır.
Buraya kadar bastırma konusunda söylediklerimizi bir örnekte iz­lemek olayı canlandıracaktır.
Bir analist olmadığım için kendi psikoterapi pratiğimde genellik­le psikanalitik yaklaşımdan kaçınırım. Ancak (belki bütün psikiyatri kliniklerinde olduğu gibi) meslekten arkadaşlarımızla psikanalitik rüya yorumu oyunları oynamayı pek severim. Aşağıda anlatacağım rüya yorumum bu koşullarda gerçekleştirilmiştir.
Dr. Y. otuz yedi yaşlarında dul bir kadındır. Uzunca bir süredir tanınmış bir ressamla dalgalanmalarla seyreden bir ilişki yaşamak­tadır. Rüya bu ilişkinin bozulduğu dönemlerden birinde görülmüş ve hemen ertesi sabah aktarılmıştır. Rüyasında Dr. Y. ressam X’le birlikte bir yolda yürümektedir. Gözü bir tabelaya ilişir. Tabelada şu satırları okur: “Büyük portre ressamı X öldü.” Dr. Y., rüyanın bu aşamasında sıkıntı ile uyanır.
Rüya üzerine serbest çağrışıma geçtiğimizde Dr. Y., rüyasının X’e olan kızgınlığını, kırgınlığını dile getirdiğini düşündüğünü anlatmaya koyuldu. Yalnız bu arada rüyanın bir ayrıntısı ile ilgili şu ilginç sap­tamayı yaptı; X asla bir portre ressamı değildi, hiç iyi portre yapa­mazdı. Acaba neden X’i rüyasında “büyük portre ressamı” olarak görmüştü? Sonra şu ilginç cümleyi kullandı: “Zaten uzun zaman­dır ondan güzel bir portre sahibi olamayacağımı anlamıştım;’
Bu cümlede bir dil sürçmesi dikkat çekiciydi. Türkçede “ondan bir portre sahibi olamayacağımı anlamıştım” cümlesi pek yerli yeri­ne oturmuyordu. Ancak aynı cümleyi şöyle düşününce cümle dilin ahengindeki yerini buluyordu: “Ondan bir çocuk sahibi olamaya­cağımı anlamıştım:’ Demek ki “portre”, “çocuk”un metaforu idi.
Yorumumu Dr. Y’ye bildirdiğimde, duygusal bir boyutta, ilişkile­rinin başında X’den bir çocuk sahibi olmayı gerçekten arzuladığını hatırladı. Ancak X evlenecek, çoluk çocuk sahibi olacak biri değil­di. Bu durumda toplumsal statüsü gereği “çocuk sahibi olmak” ar­zusundan vazgeçmiş, bu arzusunun yerine “X’den bir portre sahibi olma” arzusunu yerleştirmişti.
Teorik açıdan bakınca, bu rüyanın bir kadın kastrasyon karma­şası rüyası olduğu anlaşılıyor. Bilindiği gibi kadında “çocuk”, “fallus”un yerini alır, “çocuk” “fallus”un metaforudur.
Eğer analizimiz gerçek bir analiz olsaydı şüphesiz bu sonuca ula­şacaktık.
Kanımca bu şahsi deneyimim “bastırma”nın bir metafor ve ana­lizin de metaforlar zincirini geriye doğru kat eden regresif bir süreç olduğunu göstermek bakımından Lacancı açıklamaya uyar mahi­yette yorumlanabilir.
Bu illüstrasyondan sonra kaldığımız noktaya dönelim. Yukarıda Lâcan’ın öğrencisi Laplanche’a istinaden verdiğimiz ‘metafor-bastırma’ formülü oldukça didaktik bir nitelik taşımaktadır. İlk ola­rak bastırmanın “metafor” kavramı çerçevesinde nasıl düşünülebi­leceğini göstermektedir.
İkinci olarak bilinçdışına bastırılanların gösterenler olduğu ma­tematik bir formülasyonda ortaya konmaktadır. Şüphesiz burada “gösteren” sadece bir işitsel imgeden ibaret değildir. Bu bir görsel imge, bir anı vs. gibi simge niteliği kazanabilecek her şeydir.
Üçüncü olarak, “bilinçdışı bir dil gibi yapılaşmıştır” formülü ye­ni bir yorum kazanmaktadır. Yukarıda da belirttiğim gibi metaforda ilişkiye geçen gösterenler birbiriyle “eşzamanlı” ilişkidedir. Bir başka deyişle, metafor dördüncü bölümde verdiğimiz eksenlerden dil ekseni düzeyinde gerçekleşir. Bilinçdışı metaforlar zinciri ile oluş­muş ise, metaforların ardında bıraktığı gösterenler birbirleriyle eş zamanlı ilişki içindedir; tıpkı bir dilin yapısında olduğu gibi.
Bu formülasyonun dördüncü bir değeri de, klasik teorinin kav­ramlarıyla birincil süreçlerin yatırım mobilitesi (mobilite des investissement) denen süreçle yakınlık göstermesidir, her bir metaforda yatırım bir gösterenden diğerine kaymaktadır, aynı bir yaşantılama S, S’, S” gösterenlerine bağlanabilmektedir.
Ancak Laplanche’ın sunduğu “metaforlaştırma” modelinin en önemli eksiği, kanımca kökensel bastırmayı açıklayamamasıdır. Üs­telik Lacan’ın bir başka formülünü de yeterince verememek tehlike­si hasıl olmaktadır. Lacan, “bilinç dışı arzu, dileğin altında akıp gi­den metonimik bir artıktır” der.
Lacan’ın bu son formülasyonunu basitçe açıklamak için yukarda verdiğim rüya yorumundan hareket edelim. Öznenin bilinçli, kültü­rün normlarına uygun olarak dile getirdiği dilek (demande) “bir port­re sahibi” olmaktır. Ancak bu dilek bir arzuya ikame edilmiştir; “ço­cuk sahibi olmak”. Şimdi bir “portre sahibi olmanın” “bir çocuk sahibi olmanın” yerini tam olarak tutacağı beklenemez. Dilekte di­le getirilen şey tam olarak karşılansa bile bilinçdışı arzu (desire) tat­min edilmiş olmaz. Gerçi bilinçli dilek, bilinçdışı arzunun yerine ika­me edilmiştir ve bu durumda olay eş zamanlı bir ilişkiyi ortaya koy­maktadır, ama bilinçli bir söz olan (yani art zamanlı bir dizgi olan) dilek, bilinçdışı arzuyu tam olarak örtemez. Bu nedenle “bilinçdışı arzu dileğin altında metonimik bir artık” olarak kalır.
Şimdi Laplanche’ın formülünün eksik bıraktığı kökense! bastır­ma konusuna geçelim. Yukarda Freud’un bu konudaki görüşlerini aktarırken “tam olarak bastırma’da bastırılan simgenin öncelikle bilinçde (ya da hemen bilinçaltında) yer aldığına, sonra da bir yatırım çekilmesi ve bir karşıt-yatırım uygulanması yoluyla bu simgenin bi­linçdışma bastırıldığına; buna karşılık kökensel bastırmada hiç bi­linçli olmamış bir simgenin karşıt-yatırım uygulanması ile bilinçdışını kurduğuna değinmiştik. Laplanche’ın verdiği formül “tam ola­rak bastırma”ya uygulanabilir niteliktedir. Çünkü bu formüle göre başlangıçta bilinçte (ya da hemen bilinçaltında) S/s gösterme ilişki­si vardır. Yani simgeselleşmiş bir yaşantılama söz konusudur. S’ gös­tereninin karşı-yatırım uygulayarak S göstereninin bilinçdışma itti­ği, bu arada S/s ilişkisi bozulduğuna göre aynı zamanda bir yatırım çekilmesinin (yani bilinç düzeyinde bir yatırım çekilmesinin) söz ko­nusu olduğu düşünülebilir.
Fakat kökensel bastırma söz konusu olunca Laplanche’ın formü­lü yetersiz kalmaktadır. Bu konudaki tartışmalara değinecek deği­lim. Bence bu sonuç açıkça ortadadır.
Laplanche’m formülasyonuna temel olan formülü aslında Lacan, Ödip karmaşasını ve bu karmaşada meydana gelen birincil bastır­mayı açıklamak için aşağıdaki şekilde vermektedir.6
Madem ki Lacan bu formül ile Ödip karmaşasını ve bu karmaşa ile ortaya çıkan kökensel bastırmayı özetlemektedir, o halde bu for­mülü doğrudan Ödip karmaşası çerçevesinde yorumlamak gerekir.
Ödipin birinci aşamasında çocuğun arzusu simgeselleşmemiş, o halde bilinçli olmamış, bilince nesne olmamış saf bir yaşantılamadan, deneyimden ibarettir. Bu arzu, annesi için her şey olmak, an­nenin arzuladığı şey olmaktır. Onunla bütünleşmek, eksiksizliğe Nirvana’ya ulaşmaktır. Lacan’m verdiği formülde bu dönem;
Kanımızca bu ilişki hiçbir simge içermeyen dolayımsız bir ilişki­dir. Ancak arada gene de bir bölüm çizgisinin olduğunu görüyoruz. Bu “Ayna evresinin” ikili konfuzyonunu simgelemektedir. Annenin arzusu çocuğu “Babanın Adı”na gönderimlemek için, çocuğun “Baba”ya bağlanması için formüle sokulmuştur.
Annenin Arzusunun “Baba”ya gönderimde bulunması Ödip sü­recini başlatır. Bu gönderim sonucu “Babanm-Adı”nm devreye gir­mesi Lacan’ın formülünde
şeklinde verilmiştir.
Babanın metaforunun devreye girmesi ile işaretinin öbür ta­rafına geçiyoruz. “Babanın Adının” devreye girmesiyle çocuğun za­ten hiçbir zaman bilinçli olmamış, yani simgeleşmemiş arzusu Fal­lus göstereni ile damgalanırken, bu gösteren bilinçdışı konumuna düşmektedir. Çocuk bilinç düzeyinde Babanın Adı ile devreye giren Yasa’ya uyarken, kendi ilk yaşantılamasını da retroaktif olarak Fal­lus simgesi ile kodlamaktadır.
Çocuk ilk arzusunu ilk saf yaşantılamasını simgeleştirirken, aynı zamanda bu simgeyi bilinçdışına iten bir metaforla karşı karşıyadır. Böylece sadece bir karşıt-yatırım söz konusudur. Hiçbir zaman bi­linçli olmamış, simgeselleşmemiş bir yaşantılama simgeleşirken bu simge yasanın (Babanın) gücü sayesinde bilinçdışı olmakta, bilinçdışının çekirdeğini oluşturmaktadır.
Nitekim Lacan’ın verdiği formülde Fallus, ancak “Babanın Adı” devreye girdikten sonra, yani işaret ettiği yönde ortaya çıkmak­tadır. O halde ödip’in ilk döneminde “çocuğun arzusunun annesi için annenin eksiği Fallus olmak arzusu” olduğunu söylemek tam olarak doğru sayılamaz. Teorinin iç tutarlılığı için doğru formülasyon şöyle verilebilir kanısındayım: ödip’e giren çocuğun arzusu ödip’in retroaksionu ile simgeleştiği biçimiyle annesi için annenin eksiği Fallus olmaktır.
Peki, kökensel bastırmada çocuğun arzusu neden Fallus simge­siyle kodlanmaktadır? Bu tamamen ataerkil, hatta fallus merkezci kültürel yapımızdan ve kültürel bir kurum olan ailenin ensest yasa­ğının yasası ile düzenlenmiş olmasından kaynaklanmaktadır. Çocu­ğun ilkel yaşantılaması sadece narsistik doyumuna, Nirvana’ya yö­neliktir. Onun annesiyle bir bütün olma arzusu bu eksiksizliğe yö­nelmiştir. Oysa biyolojik früstrasyonlarmı Babanın Adı ile devreye giren simgeleştirmeler sayesinde kodlarken, temel arzusunun karşı­sına dikilen yasak tamamen ensest yasağıdır, özünde cinsel bir ya­saktır. Böylece çocuk Babanın Yasası ile yasaklanan ilk saf deneyi­mini retroaktif olarak annenin eksiği olan ve eksiksizliği egemenliği temsil eden Fallus simgesi ile kodlar. Babanın Adı’nın devreye gir­mesiyle çocuğun arzusu anne için Fallus olmak biçimini alırken, yi­ne Babanın Yasası nedeniyle aynı anda bilinçdışı bir arzu haline ge­lir.
Biraz edebi bir dille söylersek: Günah arzusu olduğu için yasak yoktur. Tkm tersine, yasak olduğu için günah arzusu vardır. Bu yo­rumumuzun bir ölçüde Deleuze ve Guattari ile uyuştuğunu düşü­nüyorum. (L’Anti-Oedipe).
Lacan’a biraz antropolojik açıdan yaklaşacak olursak şu tespiti yapabiliriz: Lacan’a göre ödip, yani Babanın Yasası, insanın kültü­rel bir varlık olarak kurulması için zorunludur. Çünkü Babanın Ya­sası, insanın kültürel bir özne olarak kurulmasını sağlayarak, içsel olanla dışsalı, sübjektifle objektifi, kendi ile ötekileri ayırt etmesine imkân veren simgesel düzene girmesini sağlamakta, onu annesiyle dolayımsız haz durumunu arayıştan çıkararak toplumsal bir üye ha­line dönüştürmektedir (insanlaştırıcı kastrasyon).
Öte yandan ödip, bilinçdışı arzusunun çekirdeğini atarak insa­nın kültürün dünyasındaki yüceltme metaforlarına ilişmesini sağla­maktadır. Çünkü özne bilinçdışı arzusunu tatmin için aslında bey­hude bir çabayla temel arzusunu kültürel yüceltmelerle tatmin et­meye çalışacaktır. Her aşamada friistre olacak her aşamada yeni bir imgesel özdeşleşmenin; imagonun (görsel imge) peşine takılacaktır. Aslında bilinçdışı arzu kültüre uygun dileğin ardında metonimik bir artık olarak kalacaktır. Kültürel insanın temel dramı ve çelişkisi budur işte. Ardında bıraktığını ilerde arayacak; toplumsallaşmanın ilk adımı ile yitirdiğini (yani narsistik bütünlüğünü) toplumsallaşma sü­recinde kapatmaya çalışacaktır. İşte bizi kültürel dünyada yol alma­ya iten nostaljinin, eksiklik duygusunun temeli budur.
“Bireyin tüm gelişim aşamalarında, kişilikteki insani gerçekleş­menin her düzeyinde, öznedeki şu narsistik anı yeniden buluruz; bir öncesinde libidinal bir früstrasyonu üstlenmek zorunda kalır ve bir sonra normatif bir yüceltmede kendini aşar!’ (J. Lacan).
Şimdi ödip aracılığıyla kültürel simge sistemine geçişin başarı­sızlığı anlamına gelen Psikoz’u incelersek, durum daha iyi kavrana­caktır.
“Birincil denen bastırma... ödip’in aşılmasının ve simgesel düze­ne geçişin koşuludur ve psikotiğin gerçekleştirmek gücünde olma­dığı şey de budur!’
Psikoz’u açıklamak için Lacan, “dışta bırakma” (ya da “hesap­tan düşme”, Fransızca forclusion) kavramını kullanır.
“Almanca Verwerfung kavramını bize gösterenin hesaptan düşül­mesi kavramı ile karşılayacağız. Babanın-Adı’na ayrılan noktaya öte­kinin düzeninde (yani simgesel düzende) saf ve basit bir gedik teka­bül edebilir.
Demek ki bastırma mekanizmasında gösteren bilinçdışında var­lığını sürdürürken “hesaptan düşme”de gösterenin tamamen devre dışı kalması söz konusudur. Böylece simgesel dizgede temel bir ge­dik meydana gelir.
Psikozda dışta bırakılan simge “Babanın Adı”dır. Böylece psikotik kültürel bir özne olarak simgesel iletişim ağındaki yerini, konu­munu kazanamaz. Kendi ile kendi olmayanı bir simge sisteminden dolayımlanarak ayırt edemediğinden, kendi subjektivitesin^bir objektivite gibi yaşantılar (ya da vise versa).
Onun gerçekliği kültürel kodla düzenlenmiş bir gerçeklik değil­dir. Çünkü bu gerçekliğe statüsünü veren, onu bu gerçeklikten ayırarak kültürel bir özne olarak kuran simgesel dizge en temel nokta­sında; Ödip aşamasında gedik vermektedir.
Babanın Adının dışta bırakılması ile psikotiğin gerçekleştireme­diği şeyin “baba” gösterenini kullanmak olduğu sanılmamalıdır. El­bette psikotik bir göstereni kullanır. Ancak psikotik hastanın ulaşa­madığı şey bu gösterenin metaforik anlamıdır. Babanın Yasası, kül­türün düzenidir. Psikotik hastada gerçekleşmeyen şey temel früstrasyonlarını Babanın simgesinden dolayımlanarak üstlenmek, böy­le Ödipal üçgene girip kültürel düzene bağlanmaktır.
Psikotik hastada kökensel bastırma meydana gelmemiştir. Yani do­laymışız yaşantılaması simgeleşmemiş, bu nedenle de kendi ile ken­di olmayan ayrışmamıştır. Kendi sübjektivitesini bir gerçeklik gibi yaşantılamaktadır, gerçeklikle kendi içsel deneyimini ayırt edeme­mektedir. (Hezeyan ve hallüsinasyonlar).
Psikozda belirleyici olan annenin tutumudur. Eğer anne, Baba­nın Yasasını tanımazsa (klasik teorideki aşırı koruyucu anne), ba­bayı dışta bırakırsa çocuk imgesel düzene tabi kalır.
Şimdi psikotiğin söylemini kavramak için önce dördüncü bölüme geri dönelim. Bu bölümde hatırlanacağı gibi, Lacan-Saussure İkili­si bağlamında iki saptama yapmıştık; öncelikle Saussure’e göre dile herhangi bir yerden girmenin önemli olmadığını, oysa Lacan’ın psikanaliz için tam da bu noktayı önemsediğini belirtmiştik (Aktardı­ğımız Lacan-Mannoni tartışmasını hatırlayın). İkinci olarak da, Sa­ussure’ün daha çok ideal bir teorik nesne olan dil ile ilgili olduğu­nu, buna karşılık Lacan’ın (gene Saussure’ün kavramlarını kullanır­sak) sözle ilgili olduğunu, söz gelimi gösteren zinciri ile gösterilen arasındaki ilişkinin nasıl stabilize olduğu konusuna yaklaştığına de­ğinmiştik.
Psikoz bağlamında bu noktalardan ilkini (yani dile, simgesel dü­zene geçiş problemi) yukarıda işledik. Şimdi yine psikoz bağlamın­da gösteren zincirinin gösterilenlere bağlanması sürecini ele alalım.
Lacan’a göre bu süreç, kökensel bastırmaya bağlıdır. Kökensel bas­tırma ilme yaşantılanan (gösterilen) ilk simgesine ulaşır. İşte bu sim­geleşmeden sonra gösterenler zinciri gösterilenlerle örtüşmeye baş­lar. Lacan’a göre bu süreç, hiçbir zaman tam anlamıyla gerçekleş­mez. Şimdi burada -ikinci bölümde altım çizdiğimiz- Freud’un bil­mecesine bir yanıt buluyoruz. (Freud, kökensel bastırmada “itki” ile “psişik temsilci” arasında ayrılmaz bir bağ kurulduğunu söylü­yor ve Freud’un bu saptaması garip bir şekilde bilinçdışı birincil süreçlerin yatırım mobilitesi ile bir paradoks teşkil ediyordu). İşte, kökensel bastırmanın gerçekten de ilk simgeleştirmeyi sağladığı, tüm gösteren zincirinin gösterilenler üzerindeki hareketinin stabilize ol­ması için ilk referans noktası sağladığı düşünülürse Freud’un bil­mecesi çözüm bulur.
Şimdi bu aşamada yukarıda açıklamadan geçtiğimiz bir noktayı ele alabiliriz. Lacan, yukarıda verdiğimiz kökensel bastırma (ya da Ödip) formülünde  işaretinden sonra yani Ödipin yerleşmesin­den sonraki bölüm de
ifadesini vermiştir. Şimdi buradaki A (Autre) Ötekini, yani Lacanın terminolojisi çerçevesinde kabaca simgesel düzeni işaret etmekte­dir. Ötekinin alanı öznenin kim olduğunu sorgulayıp araştıracağı, kimliğini kazanacağı yerdir. Kendi cinsiyetini sorgulayacağı alan­dır.
özne simgesel düzene girerken, bu düzende kendi kimliğini kaza­nacağı süreci başlatırken kendi ilk kimliğini, yani “Fallus olmak” kimliğini de geride bırakmış olur. Böylece kökensel bastırmayla “varlıkta-olmakta eksik”te açılmış olur. (Maalesef burada Lacan’ın bu son kavramını geliştirme vesilesini bulamadık; ancak şu kadarı­nı söyleyelim “olmakta eksik” -manque â etre- anne için Fallus ol­mak arzusunun bastırılması ile ilişkilidir.)
Demek ki Lacan’a göre kökensel bastırma ile gösteren ve gösteri­len arasında ilk fiksasyon meydana gelmekte ve Ötekinin alanında­ki simgeler bu hareket noktasından itibaren stabilize olmaktadır.
İşte Psikotik, kökensel bastırmayı gerçekleştiremediği oranda, yani kendi ilk yaşantılamasını sübjektivitesini, gösterilebilir olanı simgeleştiremediği oranda, kendi olmayanın simgeleştirilmesini de başa­ramaz, kendi ile kendi olmayanı ayırt edemez.
Simgesel dizgedeki bu temel gedik sonunda psikotik gösterenleri gösterilenlere bağlamakta yetersiz kalacaktır. Onda pek çok göste­ren bir ve aynı gösterilene tekabül edebilecektir.



Şizofrenik dil aslında bir tek gösterilenle pek çok gösterenin ilişkilenmesiyle ortaya çıkan bir söylemdir. Bu süreç şizofreni kliniği­nin -klasik olarak negatif semptomatoji adı verilen düşüncede çö­zülme, neolojizm, yandan cevap, paralojik ve somut düşünce gibi semptomlarım açıklar gibi gözüküyor.
Birincil bastırmanın gerçekleşmemesi şizofrenideki ikincil narsizmi de açıklar; ödipal üçgene giremeyen çocuk, “Ayna Evresi”nde takı­lıp kalır.
Dahası, kökensel bastırmanın gerçekleşmemesi şizofreni semptomatolojisinin afektif yönünü, yani şizofrenik kayıtsızlığı da açıklar gibi duruyor: Şizofren kültürel özneleri kültürün yüceltmeler zinci­rine bağlayan nostaljik motivasyondan da yoksundur. İnsanı kültü­rün yüceltmelerine bağlayan “olmakta-eksik”tir. tnsan kültüre gir­mekle yitirdiği narsistik bütünlüğü, kültürün sunduğu “imago”larla özdeşleşmeye çalışarak, bu “imago” (görsel imge) metaforlarmda kapatmaya tatmin etmeye çalışır. Bu yol ile bilinçdışı arzu asla doyurulamayacağı için insan kültür içinde sürekli ilerler: Doktor ol­mak, baba olmak, kitap yazmak vs. imagolarının peşinde koşar. Oysa psikotik hiçbir şey yitirmemiştir. O nostaljisi olmayan, kayıtsız bir insandır.
Ancak burada bir problem ortaya çıkıyor. Lacan’ın teorisi (özet­lediğimiz kadarı ile) psikozu pek güzel açıklamakla birlikte psikoz kliniğinin önemli bir noktasını; Ödip aşamasındaki başarısızlıkla baş­layan sürecin nasıl olup da daha geç bir dönemde klinik belirti ver­diği konusunu pek kolay yanıtlayamıyor.
Gerçi Lacan’da bu soruya bir yanıt var. Ancak okuru Lacan’a bağ­layacak bir arzu’yu ayakta tutmak için karanlığı tercih ediyorum, tıpkı Lacan’ın istediği gibi. “Fürüstrasyonlar arzunun zembereğidir!’ (Lacan)
Okur -hâlâ okumaya katlanan okur kaldıysa tabiine kadar za­man ayırdı bu kitaba bilemem, ama ben son bir ayımı sürekli eski notlarımı, çalışmalarımı gözden geçirerek harcadım. Bu regresiv süreç şu anda beni ilk bölümdeki benden ayırıyor, çünkü bu ayı ilerleye­rek değil gerileyerek yaşadım. Okur ilk bölümde psikanalizin psiki­yatri içindeki ömrünün tükenmekte olduğunu ilan ettiğimi hatırla­yacaktır. Bu görüşümü bir ay içinde tamamen terk etmedim, ama sonucunu yumuşattım. Lacan’ın hayranlık uyandıran sistematiği et­kili oldu bunda, kuşku yok. Sonuç olarak bugün psikanaliz konu­sunda o kadar kötümser değilim. Psikanalize psikiyatri içinde hâlâ bir yer bulunabilir.
Ancak birinci bölümdeki temel düşüncemden vazgeçmiş değilim: Psikanaliz esas gelişim alanını antropolojide bulacaktır. Psikanaliz, antropoloji için henüz gerçekleştirilmemiş zengin bir potansiyel sun­maktadır.
Şimdi bu potansiyeli değerlendirecek ben değilim kuşku yok, ama bir kez daha psikanalizin evrensel önemine dikkat çekebilirim.
... Bir “tedavi” tekniği olarak psikanaliz, ensest yasağı ideolojisi Ödip’in öznede yarattığı acıları nesne edinir. O halde psikanaliz edi­lebilir öznenin tüm dramı doğa-kültür karşıtlığında düğümlenir. C.L. Strauss’un ortaya koyduğu biçimiyle bu karşıtlık, akrabalık ilişkile­ri (kan bağı) ile evlilik ilişkilerinin, kültürel bir olgu olarak “aile”yi mümkün kılacak şekilde ayrılmasını sağlayan ensest yasağında ifa­desini bulur. Doğal olanın yasaklanması, egzogamiyi (dış-evlenme) ve kültürel bir yapılanma olarak aile (akrabalık) ilişkilerini temel­lendirir.
Yapısalcı antropoloji açısından ensest yasağı kültürel aileyi ku­ran, o halde, doğa-kültür karşıtlığını oluşturan bir yasa olarak kar­şımıza çıkarken, psikanaliz ensest yasağının evrensel (çünkü kültü­rün düzeni için zorunlu) yasağı Ödip’in temel bir özelliğinin altını çizer: ödip, parantez içinde (özne)nin (yani henüz özne olmaya­nın) ilk kültürel kimliğini, yani biyolojik bir organ farklılığında özetlenemeyecek farklı yerleri, yasakları, vaatleri ve görevleriyle özne­nin kültüre ilişkin cinsel kimliğini verirken, onu doğal varoluşsa] de­neyiminden ayırır ve böylece bilinçdışı arzunun temelini atar, özne­yi, kültürün düzenine girmekle yitirdiği şeyi yine kültürün eksiksiz­lik sembolü fallusta bulma çabasıyla, acılı, boşuna ve fakat vazge­çilmez bir şekilde kültürün metaforik yüceltmeler dünyasına ilişti­rir.
Freud’un, çağının fizyolojik kavramlarıyla haz-tatmin çizgisinde düşünmeye çalıştığı ve erojen bölgelerin (oral, anal, fallik) otoerotik tatmininde tanımını bulan geniş anlamıyla birincil narsistik dö­nem, Ödiple yıkılır. Öznenin tüm çabası, ödiple girdiği kültürün dü­zeninde, kültürün düzenine girmekle yitirdiğini (narsistik kaadir-i mutlaklığını) aramaktır. İnsan her adımı ilk adımın narsistik doyu­mu için atar, fakat her adımda ondan biraz daha uzaklaşır. Lacanın narsistik dönemi, yani “ayna evresi”, çocuğun annesi için her şey (retrospektif kuruluşuyla annesi için fallus) olmak, yani onda “eksik” olan şey olmak arzusuyla, bütünsel imgesini kazanmak için aynada kendi imgesiyle ya da başkasının, annesinin bütünsel imgesiyle öz­deşleştiği, anne-çocuk ilişkisinin dolayımsız dönemidir. Bu dolayımsız dönemde kendini başkasından, annesinden ayırt edemediğine göre sadece bir (özne) olan, yani henüz bir özne olmayan çocuk kültü­rün düzenine simge ile girer. Simge, dolayımsız ikili ilişkinin arası­na giren bir üçüncüdür. İşte, insan yavrusuna bir simge kullanarak ötekini kendinden ayırma imkânı veren -aslında bu imkânı bir zorunluk olarak kabul ettiren- simge bir dolayım sağlayarak, özneyi kurar. Simgesel düzenin temel simgesi “Babanın Adı” (Nom-du-Pére) Anne-Çocuk dolayımsızlığına son verir ve kendi yasasını kurar. Sim­gesel Baba, annede “eksik” olana sahip olandır ve annenin tabi ol­duğudur. Bu anlamda Baba iki kez yoksun bırakıcı olarak devreye girer: Hem çocuğu annesiyle dolayımsız ilişkisinden çıkarır (anne­nin tabi olduğu yasa Baba’nın yasasıdır) hem de anneyi fallik nes­neden yoksun bırakır (fallus’a sahip olan Baha’dır). Lacan’ın teri­miyle “insanlaştırıcı kastrasyon”, yani insan yavrusunu kültürel bir özneye dönüştüren kastrasyon, “olmak”tan (étre), “sahip olmak”a (avoire) yöneltir özneyi. Sözkonusu olan, anne için annenin eksiği fallus olmak değil fallik nesneye “sahip olmak” ya da “sahip olmamak”tır. Simgesel Baba, Anne-Çocuk dolayımsızlığma bir üçüncü olarak girerek, bu dolayımsızlığı temel narsisizm bir “kayıp”a (perte) dönüştürür ve “varlıkta/olmakta eksik” açılır (“manque â étre”). Türkçede bu kavramın tam vurgusunu vermek için hem varlık’ta (yani dolayımsız kendi gerçekliğinde) hem de olmak’ta (yani anne ile fal­lus olmakta; étre le phallus”) eksik olarak düşünmeli. İşte, bilinçdı­şı arzuyu kuran da bu eksiktir. Bu eksik, simgesel-ödipal düzenin eksiksizlik simgesi fallus şeklinde bilinçdışının yapısına kodlanır. Çünkü insanda eksik olan, mitik bir eksiksizliğin simgesi fallustur. Çünkü Baba, Ana-Oğul ilişkisine bir yasaklayıcı olarak girmekle ço­cuğun sahip olduğu organın sadece penis olduğunu (hatta kız ço­cuk için bir penis bile olmadığını), yani fallus olmadığını, yani bir yasaya, ensest yasağı yasasına tabi olduğunu gösterir. (Simgesel kast­rasyon.)
Dilde ifadesini bulan simgesel düzen böylece üçlü bir etkiye sa­hiptir: Önce insan yavrusunu özneye dönüştürür, yani ona ilk kül­türel kimliği olan cinsel kimliğini verir, ikinci olarak, fakat aynı an­da bilinçdışı arzuyu kurar, üçüncü olarak ve aynı anda özneyi sim­genin metaforlarında kültürel yüceltmeler dünyasına acılı, fakat vaz­geçilmez biçimde iliştirir.
Simgesel düzen özneyi kurar: Çünkü özne, fenomenolojik aşkın bilincin, cogito’nun kaçınılmaz bir sonucu, ontolojik bir kategori değildir. Fenomenolojik indirgeme umulmadık bir tortu bırakır as­lında: Dil (“Dil paranteze alınamaz” der J. Derida). özne kültürel bir kodlamadın Simge insan yavrusu ile başkaları ve dünya arasına girerek insana “ben” deme, yani kendini bir gösterenle temsil etme imkânım verdiğinde, özne de kurulmuştur, “özne simgeselde bir gös­teren ortaya çıkarak doğar” (Lacan).
İnsan yavrusunun dille karşılaşması, ilk kurumun, ailenin söyle­mi (Althusserci bir vurguyla ailenin ideolojisi) yani ödip çevresinde geçtiğine göre, bu ilk “ben” simgesel Baba karşısındaki yapısal ko­numuyla belirlenir; o halde cinsel bir kimliktir. İnsanın kültüre iliş­kin ilk kimliği, yani kültürün düzeninde aldığı yer, vaat ve görevin ilk ayrımlaşması, hiçbir biyolojik gerekçede ifade edilemeyecek cin­sel kimliğidir. Homoseksüelliğin ve transseksüelliğin biyolojik da­yatmalara karşın mümkün olmasını sağlayan, insan cinselliğini bi­yolojik değil kültürel bir kodlama olmasıdır. Öte yandan insanın ilk- temel kimliğinin cinsel kimlik olması psikanalizin cinselliğe verdiği vurguyu temellendirir.
Ödipal söylem, öznenin temel kimliği olan cinsel kimliğini veren bilinçdışının söylemidir, “ötekinin” söylemidir. Çünkü öznenin dili kullanması, ancak dile girmesiyle mümkündür. Öznenin ilk kimli­ği, simgeseldeki ilk konumu, ailenin ödipal söyleminde ona ayrılan cinsel konumdur. Böylece bu simgesel düzende, simgesel düzenin ya­pısal kurallarınca belirlenen bir simgeyle kendini temsil eden, yani simgeselde bir konuma yerleşen özne, tüm “dilek”lerinde (deman- de) bilinçli söyleminde kendini özellikle dil sürçmelerinde, espriler­de ya da rüyalarda, yani simgeseli kullanan öznenin özgün çarpıt­malarında bir ipucu gibi ortaya koyan ikincil ve gizli yapı şeklinde temel kimliğini de dile getirmiş olur ya da daha doğrusu, öznede ve özne aracılığıyla bu gizli yapı dile gelir. İşte, bir teknik olarak psi­kanalizi de mümkün kılan budur. Analizde araştırılan, öznenin sim­gesele girişinde, yani temel cinsel kimliğindeki yapılaşmadır, Ödi­pal söylemdir. Bu temel söylem sadece öznenin tüm bilinçli söyle­mini mümkün kılmakla kalmaz; gerçeğin simgesel düzenlemesi çer­çevesinde karşılaşılan tüm rastlantısal imgesel işlevlerde bilinçli söy­lemi zorunlu kılar. İşte bu nedenlerle Lacan, özneyi (sujet) (S = S barre) şeklinde, yani “gösterenle ilişkisinde ikincil kurulmuş olarak” ifade eder. O halde bilinçdışı, bilinçli söylemin koşuludur.
İkincil olarak ve aynı anda simgesel düzen bilinçdışı arzuyu ku­rar. “Dil bilinçdışının koşuludur” der Lacan. Simge bir şeyin yok­luğunda yerini almakla yabancılaşmaya açılır. Dil her türlü yalanın koşuludur (U. Eco). (Lacan, Sartre’in la mauvaise foi [“kötü niyet”] kategorisini bu çerçevede yorumlar.) İnsan kendi varoluşsal deneyi­mini, ancak dilin ona sunduğu kendi kuralları olan bir yapıdan dolayımlandırarak biçimlendirebilir, düşünebilir ve ifade edebilir. Böy­lece dilin kurallarını da ortaya koyabildiği dileklerde eklemlenen gös­terenlerin ardında metonimik bir artık kalır: “Bilinçdışı arzu göste­renlerin ardında akan metonimik bir artıktır” (Lacan). İnsanın sim­gesel düzende yitirdiği kendi dolayımsız varoluş deneyimi narsisizm­dir. “Varlıkta/Olmakta eksik” dille açılır ve bilinçdışında eksiksi­zin simgesi fallusla işaretlenir. Çünkü bu eksik, bilinçdışının yapı­sında simgesel kastrasyonla biçimlenir.
İnsan, dilin metaforlar düzeninde ilk gerçekliğinden her an biraz daha uzaklaşır ve hep ilk dolayımsız gerçekliğini, annesinden ona yansıyan bütünleşmiş bir imge olarak narsistik kadir-i mutlaklığını, yani ‘insanlaştıncı kastrasyon’la yitirdiğini arar. İnsanın bu acılı ça­bası boşunadır aslında. (Fakat Camus’dan farklı olarak anlamsız ya da saçma değildir, çünkü bunlar ontik değildir. Aksine anlam, simgesei-kültüreldir.) Çünkü insanın, kültürün metaforlarında ara­dığı, zaten oraya girmekle yitirdiği şeydir. “Bilinçdışı arzu asla tat­min edilemez” (Lacan)
Burada ödip mitlerinin en çok bilineni, fakat bir ödip miti ola­rak en az bilineni olan Adem’in hikâyesini hatırlatmak istiyorum. Adem’in hikâyesini kendi öz hikâyemiz/tarihimiz gibi dinleyelim. Çünkü insanlar hep düşlerinin peşinden koşar, fakat sadece düş kı­rıklıklarıyla ilerler. Bununla psikanalizin früstrasyona verdiği öne­mi vurgulamak istiyorum.
Adem, kadının ona sunduğu “yasak” -Cennet’te kadınla erkeğin ilişkisi bir yasaktan dolayımlanır- nedeniyle Cennet’ten kovulur ve ona Dünya’da Cennet yasaklanır ve ona Cennet vaat edilir. Tüm bir Cennet’te bir elma neden yasaktır? Çünkü kültürel bir fantezi ola­rak Cennet, bir yasakla yapılanarak kurulabilir. Elma, iskambil kâ­ğıtlarının en altındakidir. Onu çekerseniz tüm Cennet çöker. Yasa(k)ı çekin, tüm kültür çöksün.
Freud, “Yaşam ölüme doğru dolambaçlı bir yoldur” der. Çünkü yaşamda aranan yitiriliş birincil narsisizmdir, eksiksizliktir, Nirvana’dır. O halde yaşam sadece ölümle bitmez, en eksiksiz biçimini rahimdeki ceninde bulan mitik bir ölümle başlar. Yaşam yitirilmiş/ya­saklanmış bir ölümle vaat edilmiş bir ölüm arasında bir ölüm arayı­şıdır. Ölüm orada tüm devinimsiz mükemmelliğiyle Aristoteles’in mutlak formu gibi çeker. Eros, Tanatos’un ikiz kardeşidir.
Kültürel yaşam için narsisizm-Nirvana-ölüm yasaklanmalıdır.
Narsis, bu güzel adam, kendi imgesini yansıtan sularda kendine âşık olur. Onun kendine aşkı, güzel Ekho’nun aşkını, kültürün ona sunduğu aşkı görmesini engeller. Narsis, imgesini yansıtan sulara eği­lir ve kendi imgesinde ölür.
O halde Narsis kültür adına yasaklanmalıdır. Narsis mitinde ifa­desini bulan “ayna evresi”, yani çocuğun annesinden yansıyan bü­tünsel imgeyle özdeşleştiği dolayımsız ilişki Baba’nın yasasıyla ya­saklanmalıdır. Babanın yasası kültürün yasasıdır. Ayna evresinin yı­kılmadığı durumlarda, yani bir üçüncü olarak simgesel Baba dışarda bırakıldığında (forclusion du Nom-du-Pére) simgesel döneme, ödipal döneme geçemeyen insan kendini bir özne olarak ayırt ede­mez. İşte, şizofren budur. Burada insan sadece simgeselde bir özne olarak ortaya çıkmamakla kalmaz, kültürün simgesel düzeninin ku­ralları çerçevesinde biçimlendiremediği, düşünemediği ve ifade ede­mediği kendi varoluşsal deneyimini de sanrısal bir gerçeklik olarak yaşantılar. Babanın insanlaştırıcı kastrasyonundan geçmeyen şizof­ren, kültürel bir özne olmayandır, kültür dışıdır. Ve kültür kendi sır­rını hiçe sayan deliyi, bir sır gibi demir parmaklıklar ardında sak­lar.
Üçüncü olarak ve aynı anda simgesel dizge, özneyi kültürün yü­celtmeler dünyasına iliştirir. İnsanlaştırıcı kastrasyondan geçen öz­ne, eksiğini simgesel düzenin metaforlarında kapatmaya yönelir. Ye­niden eksiksiz olmak, üst üste eklenen metaforlar düzeyinde kendi cinsinin ideali ile özdeşleşmeye açılır. Hadım edilmiş insanın kendi cinsinin idealine yönelen simgesel özdeşleşmesi, imgeselde sürekli özdeşleşmeler zincirini başlatır. İmgesel özdeşleşme bir “düello ku­ralına göre” erotik saldırganlık ilişkisinde bir idealin karşısında yer almaktır: Boks şampiyonu olmak, satranç şampiyonu olmak, filo­zof olmak kastrasyon kompleksinin kültürel metaforları olarak kül­türel yüceltmelerdir. Kültürel yüceltme yarıştır, yüceltilmiş savaştır.
Kültürün düzeninin iki ucu vardır yalnızca: Kadınla-anneyle ya­saklanmış dolayımsız ilişki ve yüceltilmiş savaş. “Savaş ve Barış”ın Prens Andrey’i karısını çok sevmesine rağmen -yani aslında çok sev­diği için- onu yaşlı gözlerle ardında bırakır. Napoleon’la Avrupa’nın kaderi, büyük idealler için savaşmaya gider. Ardında kadınların “ayrıntılarla dolu” dünyasını bırakır, büyük ideallerin, yüceltilmiş savaşın, erkeklerin dünyasında kendi cinsinin ideali karşısında bir “düello kuralına göre” tarafları denk kılacak imgesel özdeşleşmesi­ne, kendi Ödipal yazgısına gider. Kadınla dolayımsız hazzın yasağı­na dayanan kültür, yüceltilmiş savaşta noktalanır...
Sh: 93-126
Kaynak: Saffet Murat Tura, FREUD'DAN LACAN’A PSİKANALİZ, Birinci basım, Haziran 1989, İstanbul



[1]  Amnezi: Bellek kaybı.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar