Yeni Dünyada
20. yüzyılın en büyük
ideolojik dalgası olarak dünyayı sarsan Marksizm’in İslâm toplumlarında çok
yönlü ve karmaşık etkilerde bulunduğunu biliyoruz. Hem düşünce ve hem de eylem
bakımından Marksizm’e en kesin karşıtlıklar içeren cephelerden birisi İslâmiyet
olduğu halde, bu toplumlarda sözünü ettiğimiz etkinin son derece derinleştiği
alanlar vardır. Marksizm’in İslâm toplumları içindeki çarpıcı sosyal, kültürel
ve psikolojik etkileri, gerçekten derinlemesine tartışmaya değer bir konudur;
son derece geniş bir araştırma gerektirir. Bu bölümde ele alınacak hususlar
ise, bazı çarpıcı etkilerle sınırlı olacaktır. Bunların başında da ideolojik
İslâmcı eğilimin doğuş ve gelişiminde Marksizm’in oynadığı rol gelir.
Hemen
belirteyim ki, ‘İdeolojik İslâm’ tanımlaması ile çağdaş oryantalistlerin
kullandıkları ve laik kutuptakilerin çok sevdikleri ‘Siyasal İslâm’ deyiminden
farklı ve özellikle biraz daha dar bir çerçeve çizebilmek amaçlanmaktadır. Kanaatimce
‘İdeolojik İslâm’ deyimi, ‘Siyasal İslâm’ ile nitelenen hareket ve oluşumların
dışında bulunmayan ama onların daha çok aydın kadrolarını içeren bir
tanımlamadır.
‘Siyasal
İslâm’ geniş halk kitlelerini, iddiasız ve barışçıl insanları da kuşatabilir.
‘İdeolojik
İslâm’ ise daha keskin bir seçimdir; belli bir bilinç düzeyi gerektirir,
fanatik taraftarlık ve hatta çoğu zaman militanlık dayatabilir.
Ayrıca ‘Siyasal İslâm’ın
dinin temel kaynakları ile çelişmeyecek eğilim ve aksiyonları da
içerebileceğini ama ‘İdeolojik İslâm’ın aynı kaynaklar açısından daha sorunlu
bir yaklaşım olduğuna dikkat çekmek gerekir.
İdeolojik İslâmcı
eğilimin gelişiminde Marksizm’in katkısını temellendiren en önemli gerçek,
‘anti-kapitalizm’ ve ‘anti-emperyalizm’ söylemidir.
Hafızalarımızı
yoklayınca görürüz:
Özellikle Soğuk Savaş
döneminin başlarından itibaren Marksizm’in kültür, sanat ve eğitim çevrelerinde
moda oluşuyla birlikte Müslüman toplumların gençleri de ‘anti-kapitalist’,
‘anti-emperyalist’ ve ‘anti-siyonist’ söylemleri, sistemli veya sistemsiz biçimde
yoğun bir eleştiri hâlinde tanımaya başladılar.
Pek haklı ve
anlaşılabilir gerekçelerle, bilhassa dindar Müslüman gençler arasında yoğun
şekilde önemsenen bu söylemin yalnızca tepki ve eleştiriyle yetinmemesi, aynı
zamanda mutlak çözüm önermesi, parlak umutlar verici çağrışımlar yansıtması,
hem fikir, hem de duygu planında etkili olmasını kolaylaştırmıştır.
Böylece:
ı) Marksist paketin
‘anti-kapitalist’ ve ‘anti-emperyalist’ söylemlerindeki eleştiri ve teşhisler
faslı hemen hemen birebir denecek şekilde alınır.
2) Kapitalizmin ve
emperyalizmin mahvettiği hasta toplumların tedavi ve çözümü faslına da,
‘Kur’an’ ile ‘Sünnet’ lafızları konarak ‘doktrin’ tamamlanmış olur.
Artık teşhis kesin,
tedavi garantilidir. Kur’an ve Sünnet’in nasıl uygulanacağı ve nasıl yaşanacağı
sorusu henüz askıdadır ama bu, pek mesele edinilmemektedir.
Esasen bir eğilimin
ideolojileşmek üzere mayalanması için yeterince ayrıntılı ve uygulanabilir
projelerin bulunması şart da değildir. Sarhoş edicilik katsayısı yüksek birkaç
çarpıcı slogan her şeyi çözmeye yetecektir. Sempatizanlar, taraftarlar,
fanatikler ve nihayet militanlarla yöneticiler, hâsılı süreci ideolojik hale
getirecek kadrolar oluşmaya başlar.
Her ideolojik eğilim
gibi İdeolojik İslâm da sığ düşünenler ve kestirme çözüm arayanlar için son
derece mantıklı görünür. Bu böyle olduğu için ‘hurafe-zede’ Müslüman gençlerin önemli bir bölümü İdeolojik İslâm’ı sevimli
bulmuştur.
Müslüman kitleleri ve bu arada okumuş yazmış İslâmcıların pek
çoğunu aldata-gelen sahte mehdilerin veya ‘mehdi öncülleri’nin birikmiş kehanet
fiyaskolarının kokuşmaya başlaması da, ideolojik söylemin içerdiği ‘akılcı’
büyüye kapılmayı kolaylaştırmıştır. Artık
ortada başka ‘ideolojilerden öğrenilmiş, en çok da Marksizm’e kulaktan dolma
vukufla edinilmiş yeni bir ‘sistematik’ vardır.
Sıkı sıkıya sebebiyetçi
(nedenselci = determinist) olan ve esnekliği doğasına aykırı sayan bu
sistematikte, gelenekten Müslüman olanların ‘hurâfe’ denen görüş ve değerlerine
yer bulunmadığı gibi metafizik de pek önemli bir alan değildir.
Evet,
‘Ahiret’ hâlâ asıl ülkedir ama orada mutlu olabilmek için mutlaka İdeolojik
İslâm mücadelesinde başarı elde etmek gerekir.
Bu yaklaşımda olanlardan
bazılarının aynı zamanda bir tarikata mensubiyet iddiası taşımaları tuhaf ve
çoğunlukla sonu gelmeyen bir ilişkiyi yansıtır. Böyle örneklerde tarikat,
söylem planında metafizik boyut içeren, ancak gündelik hayatta sosyal -ve biraz
da siyasal-örgüt nitelikli bir yapıdır.
‘İdeolojileştirilmiş
din’ sürecinde Müslüman insana dayatılmak istenen bir tek doğru ‘İslâm
anlayışı’ vardır. Onun dışında kalıp da, adında İslâm bulunan veya içinde
İslâm’dan unsurlar taşıyan başka anlayış ve uygulayışlar kesin olarak bâtıldır.
Hatta bu ‘haricileştirilmiş’ eğilimler ya gaflet ve cehalet sığınaklarından
veya ihanet mekanizmalarından ibarettirler.
Doğrusu bu ‘tekilci
anlayış’ İslâm toplumları için tamamen yeni bir durum da değildir. Daha ilk
dönemin arkasından patlayan karışıklıklardan bu yana Müslümanlar arasında,
birbirlerini küfürle suçlama düzeyine varabilen ‘tekilci anlayış’ yaygın ve
hâkimdir. Ayrıca başka dinler için de aynı olgu söz konusudur.
‘İdeolojik İslamcılık’
sürecinde farklı olan en önemli unsur, bu ‘tekilci anlayış’ın, ‘Marksist’
cepheden alınmış ‘işbirlikçi’ söylemini yaygınlaştırmasıdır. Onun için, yeni
süreçte, kendi dışındaki İslâmî eğilimlere karşı en çok başvurulan
suçlamalardan biri, ‘karanlık ve yabancı odakların emrinde veya güdümünde’
bulundukları yolundaki iddialardır.
Böylece şu veya bu
cemaati yahut oluşumu ‘Yahudilerin, Amerikalıların ve İngilizlerin besleyip
desteklediği’ türünden söylemler bir hayli yaygın hale gelir.
Nedense İdeolojik İslâm
cephesinin bu jargonunda özel birer yer verilmeyerek, Almanya ve Fransa’ya
biraz ‘hatır’ gözetilir gibidir.
Herhalde tekilciliğin bu
tür suçlamalarla renklenmesi yeni bir durumdur. Eski çağların ‘küfür’ veya
‘sapma’ suçlamalarında, akımlardan birinin diğerini herhangi bir İslâm dışı
odakla bağlantılı gösterme âdeti pek yaygın olmasa gerektir.
Gerçi, meselâ, ‘Akait’
imamlarından Nesefî (Ebu Mu’în) Tabsıre isimli eserinde Mu’tezile’yi
eleştirirken bu mezhebin bazı görüşlerinin neredeyse birebir ‘Mecusilik’ ile
örtüştüğünü ileri sürer. Ancak bu tür suçlamalar bile doğrudan işbirlikçiliği,
ihaneti, yani ‘emrinde’ veya ‘güdümünde’ bulunmayı içeren iddialar değildir.
İdeolojik İslâmcılık ise
en belirgin özelliklerinden birini bu noktada yansıtır:
Kendi eğilimini, bütün
sapmaların ve ihanetlerin tek ve tam karşıtı sayma keskinliğini öldüresiye
dayatır.
Kuşkusuz İdeolojik
İslâmcı eğilimler güncel gelişmelerden etkilenerek sürekli değişimler
geçirmektedirler. Sözgelimi, İran Devrimi ideolojik İslamcıların tekilci
yaklaşımında çarpıcı bir yarık meydana getirmiştir.
Mollaların kıyamı ve
başarısı, İslâm dünyasında ‘siyasi iktidar’ olmaya susamış heyecanlı Müslüman
aydınlar arasında sadece modalaşan bir kurtuluş rüzgârı estirmekle kalmamış,
romantik bir ‘yeni kardeşlik’ hevesi de uyandırmıştır.
Böylece İdeolojik
İslâmcılar, belki de ilk defa kendilerinin-kinden farklı bir başka eğilimin de
‘İslâm’ olabileceğini kabul etmeye başlamışlardır.
Aslında İran Devrimi,
pek çok Müslüman üzerinde, iki karşıt etkide bulunmuştur:
İslâmcılar arasında
Devrim’e sıcak bakanların pek çoğu, Müslüman olmayanlara karşı genellikle daha
katılaşmış, buna mukabil farklı İslâmî yaklaşımları biraz daha esnek
karşılayabilir hale gelmişlerdir.
Gayri
Müslimlere karşı katılaşma olgusunda, İran Devrimi’nin ‘Büyük Şeytan’lı söylemi
ile Marksist jargonun örtüşmesi de kolaylaştırıcı etken sayılabilir.
Türkiye’de ve başka
Müslüman toplumlarda diğer sosyal eğilimlerle beraber İran Devrimi’nin de
etkilediği bu süreç, son derece hareketli ve karmaşık yapısıyla, önemli
yeniliklere ve farklılaşmalara gebe olarak uzun süre baskın niteliğini
korumuştur.
İran Devrimi’nin
ürettiği dalgayla birlikte, gelenekçi Sünni çevrelerde dahi İslâm’ın birden
fazla şekillerde algılanıp yaşana-bileceği, bunu kabul etmenin Kur’an ve
Sünnetle peşin olarak çelişmeyebileceği düşüncesine -neden sonra-gelenlerin
çoğalışı dikkati çekmektedir.
Buna karşılık, bir kısım
İslâmî eğilimleri ve bazı cemaatleri ihanet veya gaflet düzenekleri olarak
niteleyenlerin etkinliği de sürmektedir.
Yine de sürecin
İdeolojik İslâmcılık aleyhine işlediği söylenebilir. Çünkü artık, bu yeni
dönemde birden fazla İslâmî yaklaşım, İslâm için bir felâket sayılmamaya, hatta
zamanla zaaf olarak bile görülmemeye başlanmıştır.
Şüphe yok ki, ‘Fırka-ı
Naciye’ (= kurtuluş cephesi) olarak sadece kendi teknesini veya tekkesini
görenlerin yoğunluk ve etkinliği inkâr edilemez. Ancak bugün artık ‘başkaları’
için “Aslında onlar da pek fena Müslüman sayılmazlar” demeye başlayan
köktenciler bile görülebiliyorsa değişimin yönü belirginleşmiş sayılır.
Bu durum İdeolojik
İslâmcılık açısından tükeniş değilse bile gerileme sürecinin başladığım -başka
olgularla birlikte- göstermektedir...
Ne var ki, İslâmî
kesimler arasında hâlâ, Marksçı ‘tek yol devrim’ duvar yazısının
simgeleştirdiği kompleks içinde kendi cephesini ‘biricik kurtuluş seçeneği’
görme saplantısı, yine de sürecin önemli etkenlerinden biri olma özelliğini
korumaktadır.
Burada hemen eklemeli
ki, bu kompleks sadece İdeolojik İslâm cephesine özgü değildir. Aynı kompleksi,
meselâ daha teknik, daha diplomatik ifadelerle yumuşatarak yaşayanlar da
vardır. Böylelerine göre, İslâm’ın birden fazla doğru yaşanış ve algılanışı
dinin ruhuna aykırıdır. Zira bu esnekliği benimsemek, İslâm’ın Allah tarafından
bütün insanlar için seçilmiş tek ve mükemmel din olduğu kuralı ile çelişmeyi
göze almaktır. Böyle bir tutum zinhar İslâmî olamaz.
Tabii bu da dolaylı bir
‘tek yol benimki’ söylemidir.
Gerçi teorik bakımdan bu
tezin şeklen doğru ve İslâmî olduğu söylenebilir.
Neden şeklen? Böyle bir
yaklaşım zorunlu olarak İslâm’ın ana kaynaklarının, hiçbir bakımdan ve en
azından temel konularda farklı yoruma elverişli bulunmadığını öngörmeyi gerektirir
de ondan.
Oysa İslâm’da birden
fazla ‘doğru’ hep vardır.
Bunu, sadece çok bilinen
mezhep farklılıkları bile ispat etmeye yeter. Meselâ itikat gibi, en temel
alanda ‘Ehli Sünnet’ yolunun iki kolu Maturidilik ve Eşarilik arasında bile yer
yer yüzde yüz karşıtlıklar bulunduğu bilinir.
Bu iki ekolün
düşünürlerince birbirlerine yöneltilen eleştiriler ve ‘sapma’ iddiaları,
İslâm’ın sadece bir tek yorumlanışı, bir tek anlayışı doğru olarak
kaldırabileceğini savunanların dudaklarını uçuklatmaya yeter!
İdeolojik İslâmcı cephe,
Ehli Sünnet çizgisindeki bu iki farklı itikat kolunu da ‘İslâmî’ saymayabilir
veya sadece birini doğru, diğerlerini yanlış bulabilir mi?
Eğer böyle bir yol
tutarlarsa -ki tutanları var-o zaman çok daha ağır sorunlarla karşı karşıya gelirler.
Bu
mantık şöyle bir yargı bile dayatabilir:
Peygamber
çağından sonra gelen Müslümanların hiçbiri, ama hiçbiri İslâm’ı anlamadı!
Yalnızca İdeolojik İslâmcılar, üstelik kendilerine gelinceye kadar oluşan
birikimi inceleme zahmetine bile katlanmadan biricik ‘hakikat’i buluverdiler.
Bu ne
demek olur?
Sesli veya sessiz böyle
bir iddia taşımak, Âlemlere Rahmet olarak gönderilen Zat’ın değil öteki
insanlara, sadece Müslümanlara dahi asırlardır pek yarar sağlayamadığını
söylemek kadar tehlikeli bir inanış değil midir?
Bu noktada, İslâm’ın
farklı İnsanî yorumlara açık bulunmadığını veya yoruma ihtiyaç bırakmayacak
kadar matematik ke-sinlikle ortada olduğunu ispatlamak için mezhepleri
reddetmek de yetmez. Aksine bu tutum, aynı tezi desteklemek şöyle dursun, çok
daha çarpıcı bir biçimde inkâr etmek demektir.
Mezhepleri birlemek ve
ihtilâf noktalarını tamamen telif etmek -muhal değil de-mümkün bile olsa, bu
takdirde ortaya, yine insanca bir yeni bakış ve yaklaşım çıkmayacak mıdır?
Bu yeni sentetik mezhep
bile bizatihi, İslâm’ın değişik yorumlamalara açık bulunduğunun somut belgesi
niteliğinde olacaktır.
Öyleyse İdeolojik
İslâmcılık, gizli veya açık biçimde tabulaştırdığı ‘akılcılık’ sayesinde, bir
anlamda ‘çoğulcu anlayış’ın da ispatı durumundadır.
Bir an sorgulayalım:
İdeolojik İslâmcı
cephenin başkaları tarafından ‘İslâmî’ sayılabilmesi bile ‘çoğulcu anlayış’ın
meşru bulunmasına bağlı değil midir?
Peki, bu şartlarda
Müslüman insan için ‘kafa karışıklığı’ kaçınılmaz mı olmaktadır?
Daha trajik bir ifadeyle
Allah, indirdiği kitap ve gönderdiği Peygamberle, en azından Müslümanlar için
üzerinde uzlaşılması kaçınılmaz bulunan bir sistem koymak istemiş değil midir?
Şahsen istemediğini
sanıyor ve bunda hayal-gücümüze sonsuzun aşk ve coşkusunu aşılayabilecek bir
mucize görüyorum. Böylece bir birey olarak, Yaratıcı tarafından fevkalade
önemsendiğimizi hissediyorum. Bu yolla bizi, ‘yasa’ koyucu ismine (Şâri’) hem
‘muhatap’, hem de ‘vekil’ kılmayı dilediğini seziyorum.
Bu,
kıldan ince-kılıçtan keskince ‘sırat’ çizgisinde, sıradanlıktan ötedeki boyuta
sıçrama eğitimidir. Kendi kendimizi ona gizli veya açık şekilde ortak koşma
ahmaklığına düşmeden, ‘yasa’ koyuculuğunun da ‘halife’si olabilecek miyiz?
Mesele bu.
Sözü dolandırmanın âlemi
yok.
Derince düşünürsek, her
İslâmî eğilimin gerçekte fiilen birer yasa yapma, en azından yasaları
yorumlama, içtihat etme denemesi olduğunu görürüz.
Demek ki, bu bir
insanlık hali, bir dünya gerçeğidir.
Tekilciliğin zorunlu
olmadığını gösteren bir belgedir.
Yüce Yaratıcı eğer
dileseydi, milyar kere milyar tane ayet de indirebilir, hiçbir ihtilâf ve
tartışmaya meydan bırakmayacak kurallarla bütün çağlarda insanların tamamını
disipline edebilirdi.
Yine Yüce Yaratıcı
dileseydi, meselâ gökyüzüne yıldızlarla, herkesin okuyacağı şekilde ayetlerini
yazıp hükümlerini bildiremez miydi?
Böylece, kimsenin inkâr
edemeyeceği, tartışmaya meydan vermeyen kurallarla insanları sıkı bir denetim
altında tutamaz mıydı?
Bunları yapmaktan aciz
olmadığına, göre bizi derin ve ağır bir sorumlulukla sürekli sınayarak geliştirmeyi
murat ettiğini düşünmek durumunda değil miyiz?
Hepsinden
önemlisi şu:
Bütün bu çeşitlemeler Allah’a karşı şeytanın galibiyeti ile mi
oluşuyor?
Allah
istemiyor ama şeytan mı başarıyor?
Öyle
mi göreceğiz?
Altı milyar insandan
sadece birkaç bin veya birkaç yüz bin kişi ‘tek doğru anlayış’ ile İslâm’a
eriyor, geri kalanlar Allah’ın cehennemi için yakıt haline geliyor.
Kur’an ifadesi ile ‘rahmeti her şeyi kuşatan’ Tanrı’nın
senaryosu sadece bu mu?
Yoksa bizden daha derin ve engin bakmamız, her şeyi
siyah beyaz karşıtlığına indirmememiz mi isteniyor?
O’nun, kendi istediğini
yaşatma ve uygulatmada ‘başarısız’ olabileceğine inanmak mümkün bulunmadığına
göre, anahtar, çoğulculuğun ve sonsuz çeşitliliğin içindeki ‘birlik’
noktalarında...
Her oluş ve varlıkta
Tevhid ilkesinin zevkine erene kadar kafalar elbette karışık kalacak.
Kafaların karışması da
bir ‘çağrı’ değil mi?
Yaratıcı, özgürlük
verdiği insanı beyninin kıvrımlarından yakalayarak ‘Kendini tam, beni de
tanırsın’ demiş olmuyor mu?
Hayır, ‘tekilci
anlayış’, kelime ve anlam benzerliğine rağmen asla Tevhid’çi anlayış olamaz.
Sh:
187-196
Kaynak:
Ömer Lütfi Mete, Gerileme Sürecinde İslam’ı Yaşama Sorunu: Allah’sız
Müslümanlık, Ekim 2008, İstanbul
ÖNSÖZ
Liberal
görüş, hem siyasi hem de ekonomik alanda bireysel davranışların üst üste
yığılmasıyla toplumsal olayların oluştuğunu ileri sürer. Eğer toplumda
bireyleri sınırlayan etkenler ortadan kaldırılırsa herkes kendisi için en iyi
olanı seçer ve bunların toplamından bireysel özgürlük ve refah ortaya çıkar.
Soruna tam ters açıdan da bakılabilir ve bireysel davranışları yönetenlerin
belirlediği ve mücadelenin farklı güçleri temsil eden odaklar arasında olduğu
söylenebilir.
İnsanlar
eğer seçme özgürlüğüne sahip olsaydı bir toplumda yaşayan bireylerin aynı dine
inanmaları, yönetenlerin politikalarına uyum sağlamaları mümkün olabilir miydi?
Bu açıdan bakıldığında bireysel davranışların büyük ölçüde yönetenler
tarafından belirlendiği, aykırılıkların ya toplumsal baskıyla ya da uygulanacak
cezalarla bertaraf edileceği söylenebilir. Toplumun genelinden farklı bir
inanışa sahip olmak dışlanmayla, yönetimin politikalarına aykırı davranmak ihanete
kadar varan suçlamalarla karşılaşmak ya da cezalandırılmakla sonuçlanır.
Bu
durumda yöneten gücü tanımlamak gerekir. Genel kanı, her devletin kendi
sınırlan içinde egemen olduğu, diğer devletlerle ilişkilerini, şartlan da göz
önünde tutarak, hür iradesiyle belirlediği biçimindedir. Ancak dünyada çok
sayıda karar veren odak bulunmamaktadır ve her ülkenin kararlarının sınırını
gücü belirler.
Yazılarımda
örgütlü gücün ve bunun en yaygın biçimi olan devletin belirleyici olduğunu ama
insanların doğal eğilimlerinin ve tarih içinde edindikleri davranış ve
inançlarının onu sınırladığını kabul ediyorum. Yani devlet aktif halk pasif
belirleyicidir.
Bir
devletin etkinliğini gücünün belirlediğini söyledikten sonra bunun sınırsız ve
sürekli olup olmadığı tartışılabilir. Hiçbir güç sınırsız değildir ve
karşısındaki benzer yapıların davranışları, kararları onun şuurlarını çizer.
Her ülkenin gücü sahip olduğu imkanlar ve aldıkları kararların isabetiyle
ölçülür. Çok güçlü bir ülke yanlış kararlarla mücadelede yenik düşebilir ve
daha az imkânlara sahip birisi avantaj elde edebilir.
Dünya
üzerinde rol oynamak isteyen ülkeler sadece kendi imkânlarını kullanmakla
yetinmez karşısındakinin hatalı davranmasına yol açacak politikalar izler. Bu
amaçla rakip ülke içinde örgütlenir ve bu ülkenin hem halkını hem de yöneticilerini
etkiler. Mesela
Osmanlının son dönemi İngiltere ve Almanya'nın ülkemizdeki yoğun örgütlenme ve
etkilemesinin tipik bir örneğidir. Bu durumda devlet karar veren konumundan
çıkar ve eğer tek bir ülke burada örgütlenmişse onun uydusu haline dönüşür,
birden fazla güç örgütlenmişse onların savaş alam olur.
Bir
ülkenin ya da siyaseti etkileyen bir örgütün amacını sadece kendi ifadesiyle
sınırlı tutmak büyük yanlışlara neden olur. Bunların eylemlerinin genel
politikalarıyla uyumlu olup olmadığının ve gerçekleşme imkânının bulunup bulunmadığı
irdelenmelidir. Mesela El-Kaidenin ABD'de gerçekleştirdiği eylem hangi sonucu
doğurmuştur?
El-Kaidenin
eylemleriyle ABD'nin yıkılacağı ya da dönüşeceği düşünülebilir mi?
Şu
halde ileri sürülen her iddianın gerçekleşmesinin mümkün olup olmadığı da
sorgulanmalıdır. Geçmişte Suriye ile Türkiye ilişkilerine göz atacak olursak
mesela Suriye, Hatay üzerinde hak iddia ederek nasıl bir sonuç alabilirdi? Amacına
güç kullanarak varması mümkün müydü? Türkiye'nin bu iddiayı ciddiye alması
doğru muydu? Yoksa bu kamuoyunun dikkatini bu yöne çevirmek için yapılmış bir
manevra mıydı?
Bu
çerçeve içinde dünyadaki güç odaklarının muhtemel davranışlarını inceledik ve
geleceğe ait tahminlerde bulunduk. Dünyadaki değişime bağlı olarak Türkiye'nin
gelecekteki durumunu ortaya koymaya çalıştık. İddiamız sonuçlar üzerinde değil
izlediğimiz metodun daha isabetli olacağı üzerinedir.
Kozyatağı,
İstanbul, Ekim 2007
İstanbul, Ekim 2007
Hocam, bu kitap
röportajımızda sizin dünyaya bakışınızı öğrenmek istiyoruz. Siz, dünyaya
farklı bakıyorsunuz. Bir model oluşturuyorsunuz Dünyaya bakışınız derken,
dünyadaki süper güçlere, bölgesel güçlere, gündemde olan olmayan veya olacak
olan devletlere bakışınızı ve şu an yaşadığımız olaylara bakışınızı
kastediyoruz. Bir dünya turu yapmak istiyoruz.
Dilerseniz önce
Amerika Birleşik Devletleri’nden başlamak istiyorum. Okuyucularımız neden önce
Amerika Birleşik Devleri diye sorabilirler. Nedeni, şu anda dünyanın tek süper
gücü olduğu için. Amerika'nın her hareketi dünyayı etkiliyor. Ekonomisindeki
bir artı eksi gelişme dünyada kaoslara neden oluyor. Amerika Birleşik
Devletleri'ni yönetenlerin dış politika kararları, diğer tüm dünya ülkelerinin
kararlarını derinden etkiliyor, dış politikalarında değişiklik yapmalarına
neden oluyor. Hatta ve hatta istemedikleri halde bir savaşın içinde kendilerini
bulabiliyorlar. Birinci Dünya Savaşı’na kadar bu gücü İngiltere temsil
ediyordu. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra bayrağı Amerika Birleşik Devletleri
aldı. Şöyle bir soru ile başlamak istiyorum, Birinci Dünya Savaşı’nda neden
İngiltere gücünü kaybetti ve Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere’nin yerini
nasıl doldurdu?
Öncelikle
bir ülkenin dünya gücü olması ve dünyada egemen olmasını sağlayan nedir
sorusuna cevap aramamız lazım. Bazıları bugün Amerika Birleşik Devletleri'nin
egemenliğini kapitalizme bağlıyorlar. Oysa kapitalizmin en güçlü olduğu ülke
İngiltere'ydi ve bu kurallara riayet konusunda bir hataya da rastlamıyoruz. Eğer
dünyaya egemen olmak doğal kaynaklar ve geniş bir coğrafyaya sahip olmak olarak
söylerseniz o zaman Rusya neden dünyanın egemen gücü değil sorusu akla gelir,
çünkü her türlü kaynaklara sahip ve bir kıta büyüklüğünde. Burada "Amerika
Birleşik Devletleri neden süper güç oldu ve İngiltere neden kaybetti"
sorusuna cevap aramamız lazım.
Benim
görüşüm, o zaman dünyaya egemen olma konusunda bir felsefe değişikliği söz
konusu oldu.
Bunu biraz açar
mısınız?
Yani
diyebiliriz ki eski egemen olma biçimleri artık geçerliliğini yitirdi ya da
bir başkası, Amerika Birleşik Devletleri yeni bir metot ortaya koyarak eskisini
geçersiz hale getirdi. İngiltere'nin metodunun esası şuydu: İngiltere yönetim
merkezi ve İngiltere hükümeti de bunun merkezindeki güçtü. Metotlarını şöyle
inceleyebiliriz. Egemen oldukları yerdeki yönetimleri kontrol ediyorlardı, ya
da kontrol edebildikleri yönetimleri askeri güçleriyle oluşturuyorlardı ve
ondan sonra da bu egemenliği sürdürüyorlardı. Hükmettikleri yerde hiç kimse
kendilerinden değildi, yabancıydı ama bunları kontrol edebiliyorlardı.
Bu egemenliği oluştururken
nasıl bir yöntem izliyorlardı? Bir ırkı mı, bir aileyi mi destekliyorlardı?
Burada
son derece pragmatik davranıyorlardı. Kendilerine esas olarak üstün kılmak
istedikleri ne bir soy ne de bir din vardı ama egemen oldukları ülkelerde hangi
kriteri hangi sosyolojik özelliği kullanacaklarına karar veriyorlar,
istedikleri zaman dini, daha uygun buldukları zamanlarda da soyu kullanmak
suretiyle orada bir yönetim oluşturuyorlar ve bu yönetimlerle de ülkeyi
yönetiyorlardı.
Onların
felsefesi şuydu: Halk kitleler esas itibariyle güçsüzdür. Bir yere, yönetimine
ve organizasyonuna hakim olduğunuz zaman bu ülkeyi kolaylıkla
yönetebilirsiniz. Halka da verilecek şey, kurdukları güç etrafına onları
toplayabilecek bir ideal vermek olarak özetlenebilir.
Evet,
bir dinin önderi haline getirmek, şeyhi, lideri haline getirmek gibi metotlar
kullanıyorlardı. Halkı önemsemiyorlardı. Halkın yerine organizasyonları ve
örgütlenmeleri önemsiyorlar, onlar kanalıyla dünyayı yönetiyorlardı.
Amerika
Birleşik Devletleri'nin yaklaşımı ise farklıdır. Amerika Birleşik Devletleri
bir din, bir soy bağnazlığı içerisinde olmadı. Kendi kuruluşu da öyleydi. O
esas itibariyle dünya ekonomisini kontrol etmeyi bir hedef olarak seçti. Evvela
şunu söylememiz lazım: Birçok insan İngiltere ile Amerika Birleşik
Devletleri'ni dil, din veya kültür yakınlıkları nedeniyle birbirlerinin ortağı
ve müttefiki gibi görmeye alışkındır. Dünyada egemenlik yarışı yapan iki ülke
neden birbiriyle dost olsun, neden çatışmasın? Bakarsanız da dünyadaki esas
çatışmalarda kaybeden İngiltere'dir. Özellikle İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra
kazanan Amerika Birleşik Devletleri olmuştur. Bu durumda "Peki, bu
kaybeden ve kazananlar birbirleriyle nasıl dost olurlar?" sorusu cevapsız
kalır.
Amerika
Birleşik Devletleri kuruluşundan beri farklı bir dünya görüşüyle hareket etti.
O da şudur: Ben insanları kimliklerine göre değerlendirmem. Kim hangi işi
yapabiliyorsa ve en iyi yapabiliyorsa onu istihdam ederim. Dikkat ederseniz
Amerikan yönetiminde bir soy veya din egemenliği söz konusu değildir. Her
dinden, her ırktan gelen insanlar, yan yana aynı gaye etrafında bütünleşirler.
Burada
şu sorunun cevabını aramamız lazım: Bu dünyaya hükmeden insanlar kendi
ülkeleri veya kendi çıkarları etrafında mı hareket ederler ve bunu sağlamaktan
öte bir amaçlan yok mudur? Yoksa dünyayı yönetmek gibi bir sorumlulukları da
var mıdır? Bunu hissederler mi?
Esas
olarak dünyayı yönetenler -sebebinin ne olduğunu bilmiyoruz, herkes kendine
göre izah edebilir, ya ilahi bir nedenle ya da çok özel ve farklı duygularıyla,
dünyayı yönetirken, aynı zamanda bir sorumluluk duygusu içerisinde olurlar.
Amerika Birleşik Devletleri'nde her etnik kökenden ve farklı dinden insan bir
araya gelerek dünyaya egemen olmak için bir model üzerinde birleştiler. Bu
bilinçli bir şeydir. Egemen olmak istedikleri için egemenler bugün. İkinci
Dünya Savaşı'ndan sonra birçok ülkeyi bertaraf ettiler ama sonra bunların var
olmaya devam edeceklerini bildikleri için onların nasıl bir düzen içerisinde
tutunacaklarını hesapladılar önceden. Ekonomiyi bu konuda araç olarak kullandılar.
İngilizlerden farklı olarak, bir kabile bir aşiret veya bir sosyal grubu ön
plana çıkarıp onlar üzerinden egemenlik kurmak yerine ekonomik odaklar vasıtasıyla
ülkeleri kontrol etmek istediler.
Osmanlı modeline
benziyor...
Osmanlı
modelinin hemen hemen aynısı... Osmanlı modeliyle zaten İngiliz modeli
çatıştılar geçmişte. Osmanlı modeli yenildi. Yenilmesinin nedeni de
İngilizlerin kullandığı metotları anlayamadılar ve bu metotlara karşı mücadele
imkanını yaratamadılar. Osmanlı ırk üzerine veya din üzerine dayalı bir
yönetim kurmuyordu. İngilizler bu imparatorluğu çökertmek için iki şey
yaptılar: Bir, mevcut organizmalara sızmak ve onları kontrol altına almak;
İkincisi, oradaki halkları bütünden ayırmak ve farklılaştırmak. Osmanlı buna
karşı çare bulamadı.
Amerika Birleşik
Devletleri’ndeki yönetim modelini anlatırken liyakata göre, üstün yeteneklere
göre yönetimde yükselmenin olduğunu söylediniz, aynı model Osmanlı’da vardı mı
diyorsunuz?
Evet,
birçok sadrazam ve vezir aslında Türk asıllı değildiler. Türk olsun Sırp
olmasın, Bulgar olsun gibi bir endişeleri de yoktu. Yönetim bütün dünyaya
açıktı. Diyorlardı ki bu işleri kim iyi yapabilirse, kim olursa olsun yeter ki
benim Osmanlı kimliğimi kabul etsin. Bu kimlik de zaten oradaki bütünlüğü ifade
etmek için kullanılmış bir kimliktir. Yoksa eğer mümkün olsaydı, herkesi kendi
haline bırakırlardı.
Burada bir
iddiayı size sormak istiyoruz. Osmanlı Devleti ırk esasına dayalı bir yönetim
şekli kurmadığı için, gücü azaldığı zaman, çok kısa sürede dağıldı derler. Bu
ne kadar doğrudur, Osmanlı Devleti’nin 600 yıl yaşadığını düşünürsek?
Bu
doğru değildir. Ülkeler ırk temelinde örgütlendikleri zaman egemenliklerini sürdürebilir
olsalardı "o zaman Çin veya Japonya neden battı?" sorusuna cevap
bulamazdık. Çin'de bir milyarı aşkın insan şu anda aynı soydan geliyor.
Birbirlerinden çok fazla bir farkları yok ama dünyada egemen değiller.
Japonlar da homojendir ama yenilmişlerdir. Almanlar da yenilmişlerdir. Aynı
soydan gelenlerin bir arada bulunması başarının şartı değildir.
İki
model var. Biraz önce izah ettik. Şuna dikkat etmemiz lazım. İngilizler
örgütlerin önemini kavramışlardır. Bu hakikaten önemli bir teşhistir. Kitleler
örgütlerin peşinde koşarlar. Örgütler dediğimiz zaman devlet örgütü, mahalli
örgütlenmeler, dini örgütlenmelerden bahsediyoruz. Bunların başına geçerseniz
kitleleri kontrol edersiniz. Yönettikleri ülkede ya din etrafında ya da soy
etrafında bir oluşum bir örgütlenme kuruyorlardı, bunu tepeden kontrol
ediyorlardı. İngiliz kontrolü yukarıdan aşağıyadır.
İlginç bir
tespitte bulundunuz. İngilizler Arabistan Yarımadasıyla ilgilenmeye
başladıktan hemen sonra “Vahhabilik Mezhebi” ortaya çıkıyor. İslam’ın radikal,
zorlama bir yorumu. Yaşanmaz bir İslâmî model ortaya koyuyor...
Petrol
bölgelerim kontrol etmek için çok rahatlıkla bir mezhep de icat edebilirler.
İngilizlerin metodunu örgütçülük olarak isimlendirebiliriz. Oysa Osmanlı modeli
şudur: Dünyanın neresinde olursanız olun, kim olursanız olun belli bir amaç
etrafında bütünleşebiliyorsak sizi kabul edebilirim. Amerikan modeli de
aynısıdır. Çinlisi de gelir, Japon'u da gelir hangi ırktan olursanız olun,
belirli bir işi yapabilecek kapasitedeyseniz soyunuzla ilgili bir çekinceleri
yoktur. Bunu bir sakınca olarak görmezler. Üstelik bu bir tercih nedeni de
değildir. Ne redde, ne de kabule sebep olur.
Şöyle denebilir
mi hocam, eğer dünyaya egemen olmak istiyorsanız, dünyayı yönetmek
istiyorsanız, Osmanlı modeli diyebileceğimiz, bugünkü Amerikan modeli
diyebileceğimiz bir modelle ülkenizi yönetmek zorundasınız?
Evet,
söyleyebiliriz. Ya da bunları aşan yeni bir model icat etmemiz lazım. Mesela,
Ingilizler, Osmanlı modeline karşı örgütçü bir model kullanmışlardır ama ondan
sonra Amerikalılar örgütçü modeli kabul etmemiş onlar da tıpkı Osmanlı gibi
liyakat modelini takip ettiler. Amerika'nın ikinci bir özelliği de şu:
Ekonomiyi bir egemenlik ve kontrol aracı olarak kullandılar. İngilizlerin
birebir insanla ilişkileri yerine ortaya bir ekonomik ideoloji koydular ve
bunun etrafındaki örgütlenmelerle, bunların ideoloğu ve yöneticisi olarak da
kendileri başta olmak üzere dünyayı yönettiler.
Burada
şu ayrıntıya dikkat etmemiz lazım: İngilizlerin yönettiği ülkelerin
yöneticileriyle birebir ilişkileri vardır. Gider İngiliz görevlisi, oradaki
yöneticiye talimatlarını verir, ilişkilerini kurar, pazarlıklarını yapar.
İngiliz
modeli şudur: Evvela yönetimi kendiniz getireceksiniz, orada hâkim
olacaksınız. Oradaki ideolojik akımları kontrol edeceksiniz. Topluma yön veren
bilim adamlarım, din adamlarını kontrol altında tutacaksınız. Bunları yaptığınız
zaman mesele bitiyor. Orada herhangi bir biçimde ekonomik bir gelişme
olmayabilir de buna hiç gerek de yoktur. Egemenliğiniz sürer.
Amerika’nınki
öyle değil. Amerika sistemi kurar ve o sistemin kendisine bağlı olduğunu
bilir. Bir örnek verelim: Japonya İkinci Dünya Savaşı'nda Amerika ile savaştı.
Her iki taraftan da yüz binlerce insan öldü. Ama hemen arkasından Amerika Birleşik
Devletleri bir ekonomik modelle Japonya'yı kendisine bağladı. Bu savaştığı
ülkeye hem teknoloji hem sermaye yardımı yaptı ve bir Japon mucizesini yarattı
ama öyle bir ekonomik model kurdu ki, herhangi bir Japon'la özel olarak
konuşmasına hiç gerek yok. Ne kralıyla ne başbakanıyla görüşmesine ve ona
talimat vermesine hiç gerek yok. Bu model, Japonya'yı Amerika Birleşik Devletlerine
bağlıyordu.
Japonya
da uygulanan model şuydu: Öyle bir ekonomik yapı oluşmalıydı ki, bu ekonomik
yapı Amerika Birleşik Devletleri ile birleşik hale gelsin ve hiçbir zaman onun
kontrolünden çıkmasın. Japonya dünyanın birçok teknolojisinden daha ileri
teknoloji üreten bir sanayi ülkesi konumuna geçti ve ürettiklerini esas
itibariyle Amerika Birleşik Devletleri'ne sattı. Bunun başka alternatifi
yoktu. Japonya'nın ürettikleri ürünleri başka bir ülkeye satarak gelişmesini
sağlaması mümkün değildi. Çünkü en büyük pazar Amerika Birleşik Devletleri idi
ve Amerika Birleşik Devletleri'ne satmak suretiyle ancak endüstrisini devam
ettirebilirdi.
İkinci
bir şey daha yaptı: Amerika Birleşik Devletleri, ithal ettiği ürünlerin
bedelini ödeyemiyordu. Fakat şunu da biliyordu ki eğer Japonya fazla üretimden
kaynaklanan tasarruflarını Amerika'daki finans kurumlarına yatırmazsa, hiçbir şekilde
Amerika'ya ihracat yapamazdı ve ihracat yapamadığı zaman da, sanayisi
gelişemezdi. Bu yolla Amerika Birleşik Devletleri hem kendi refahını artırıyor
hem de Japonya'nın tasarruflarını kullanarak dünya üzerindeki parasal egemenliğini
sağlıyordu. Japonya'da
herhangi bir biçimde kendisinin atadığı bir vali, bir komutan bulundurmasına
gerek yoktu. Sistemi kurmuştu ve sonra çekip gitmişti. Görünüş itibariyle
Japonya'nın son derece gelişmiş bir ekonomisi var ama bütün zincirleri
Amerika'nın elinde duruyor ve ayrıca halkı kontrol etmek oradaki insanlara yön
vermek gibi bir ihtiyacı yok. Aynı modeli Almanya için de uyguladı. Bu ülkeler
hiç ummadıkları bir şekilde zenginleştiler.
Onun
dışında Amerika Birleşik Devletleri dünya üzerindeki egemenliğini pekiştirmek
için bir para sistemi kurdu. Buna Brethon Woods sistemi diyoruz. Brethon Woods
anlaşmasından ismini alıyor. Şöyle yaptı: Dünyada o zaman her ülke altın
karşılığı para çıkarıyordu. Dedi ki siz kendi paralarınızı altın karşılığı
çıkarmak yerine dolar karşılığı çıkararak bütün altınları Amerika Birleşik
Devletleri Merkez Bankası tutsun ve size istediğiniz zaman belirli bir parite
üzerinden altın vermeyi taahhüt etsin. Böylece dünya para sistemini de kontrol
altına aldı. Ekonomiyi bir kontrol aracı olarak kullandı.
İkinci
Dünya Savaşı'ndan sonra kullandığı bir başka metotla da tüm savunma
örgütlerini kendi kontrolü altına aldı. NATO aslında Amerikan egemenliğinin
adıdır. Bir ittifakın adı değildir. Amerika'nın askeri hegemonyasının adıdır.
Böylece hiçbir ülke tek başına bir savaş yapabilecek imkana sahip olamadı.
Askeri güç olarak
da dünyayı kontrol ediyor, bu örgütlerle...
Evet,
bunlardan bir tanesi eğer ayrılmaya kalkarsa ya silahlarındaki eksiklik ya
askerlerdeki yetersizlik nedeniyle zaten başlı başına bir rol
oynayamayacaktır. Üstün teknolojiyle yapılan silahları kendi uhdesine,
sorumluluğuna aldı. Diğerlerinin de askerlerini bu silahlarla teçhiz etmesini
sağladı ve böylece de askeri bir hegemonya kurdu. Demek ki Amerika'nın
hegemonyası iki temel ayağa dayanıyor. Birisi, ekonomik egemenliktir, diğeri
askeri üstünlüktür.
Biraz başlangıca
gidebilir miyiz? Amerika Birleşik Devletlerinin dünyadaki ekonomik ve askeri
güce ulaşması süreci nasıl oldu? İyi bir yönetim mi bunu sağladı, rakiplerinin
yanlışları mı imkan verdi? Güce ulaştıran temel etken nedir?
Öncelikle
Amerika Birleşik Devletleri'ni yöneten zümre böyle bir şeyi hedeflemişti zaten.
Dünyayı yönetmek üzere kendilerini hazırlıyorlardı. Bunun yollarını aradılar.
Oturup da Japonya'yı biz kalkındıralım, bunlar iyi insanlardır filan demediler.
Sadece dünya üzerindeki hegemonyayı sağlamak için nasıl bir model oluşturalım
sorusunun cevabını aradılar.
Burada
işin içerisine felsefe girer. Oradaki bu kararı veren insanlar bir ilahi
görevle mi görevlendirilmişlerdir, yoksa kendilerini dünyayı yönetmekle
mükellef mi saymışlardır bilmiyorum ama hemen şunu söyleyebiliriz ki,
kurdukları modelle dünyada çok büyük bir kaos yaşanmadan, kitlesel bir yıkıma
yol açmadan dengeyi sağladılar.
Amerikan
hegemonyası altında yaşamak birçok insanı rahatsız edebilir ama o zaman
yapılacak şey bu rahatsızlıkları ifade etmekten öte yeni bir model bulmaktır.
Diyeceksiniz ki bu model yanlıştır. Bu modelin yerine şöyle bir modelin kurulması
daha doğru olur demek gerekir. Bunu söyleyen de yok. Bunu söyleyen birisi
çıktı, bir güç... Ama yine Amerika'nın içerisinden... Onlar da bu meselenin
ekonomik yönünü kontrol eden güçler... Öyle ki, kendilerini Amerikan yönetiminden
bağımsız hale getirdiler. Ona küresel sermaye, parasal güç diyoruz. Bunlar yeni
bir model ortaya koydular.
Bu gücün
analizine sonra geleceğiz. Bir felsefeden söz ettiniz, dünyayı yönetme
felsefesinden... Bu felsefe, bu irade nasıl oluştu?
Görünüşe
bakıldığı zaman Amerika Birleşik Devletlerinde demokrasi vardır ve halk ne
isterse o olur. Dünyada böyle bir sistem hiç olmamıştır, olacağını da
sanmıyorum. Böyle bir egemenlik peşinde koşan, dünyayı yönetmeye talip bir güç
aynı zamanda hem kendi ülkesini, hem dışarıda kendi düşüncelerine hizmet
edebilecek bir yapı oluşturmak zorundadır. Bu nedenle Amerika şöyle hareket
etti. Amerika Birleşik Devletleri için refah ve güvenlik ön planda tutuldu.
Onun dışında da eğitim sistemini ve medyayı kontrol altına aldılar. Medyayla
halkın ne öğrenmesi ve öğrendikleri karşısında nasıl tepki göstermesi
gerektiği anlatılıyordu onlara. Bunun için dini yardımcılar, dinin emirlerini
yardımcı olarak kullandılar. Bazen demokrasi ilkelerinden söz ettiler. Bazen
insan hakları bu dediler ama hiçbirisi bu söylediklerine ulaşmak amacına yönelik
değildi. Asıl amaçları dünya üzerindeki hegemonyalarını kurmaktı. Sonuçta
yönetimin yönlendirmelerine tamamen itaat eden hiçbir tepki göstermeyen bir
toplum yarattılar. Böylece içeride durumlarını sağlamlaştırdılar ve dünyayı
yönetmeye talip olan güç kendisini son derece rahat hissetti. Çünkü çalışan,
üreten bir halk vardı. Ondan sonra çok güçlü bir devlet mekanizması vardı ve bu
mekanizmayla da dünyayı yönetebilecek imkâna sahip oldular.
Peki, hocam,
burada Amerika derken bir ülkeden bahsediyoruz, bir yönetimden bahsediyoruz.
Her dört senede değişen iktidarlardan bahsediyoruz ama baktığımız zaman
Amerikan felsefesi iktidarlar değişse de devam ediyor. Şunu görüyoruz: 20
senelik 30 senelik planlar yapılıyor, Demokrat Parti de gelse Cumhuriyetçi
Parti de gelse çok az farkla bu stratejiler devam ediyor. O zaman bu planları
bu otuz senelik stratejileri kimler belirliyor? Burada büyük zengin aileler var
onlar mı etkili, büyük şirketler var onlar mı etkili, başka askeri güçler var
onlar mı etkili? Yoksa bunların hepsinin bir ortak kararı mı?
Genelde
dünya üzerindeki yönetimden bahsedildiği zaman hep bir aile, bir şirket akla
gelir. Oysa bunu yapan insanlardır. Şöyle söyleyeyim, çok zengin bir ailenin
akılsız bir çocuğu olsun. Acaba sırf bu zenginliği nedeniyle kendi düşünceleri
istikametinde dünyayı yönlendirebilir mi? Böyle bir sistem söz konusu değil.
Şunu söylemek lazım: Bir silah ancak onu kullanan insanla değer kazanır. Tek
başına silah hiçbir şeydir. O halde iki şeyi yan yana getirmeniz lazım. Biri
akıl, biri de onun kullanabileceği aletler.
Dünyayı
yönetiyor dediğimiz zengin sınıf burada bir silah gibidir. Onlar olmazsa ülke
yönetilemez, doğrudur ama onu yöneten ona yön veren akıl olmazsa tek başına
silah hiçbir işe yaramaz. O halde ikisini yan yana getirmemiz lazım. Burada
sistemi şöyle kurmuşlar. Evet, bilinen zengin aileler var. Bunların etkileri
biliniyor ama bunları dünya yönetiminde etkili kılabilecek akıl ise anonimdir.
Biraz evvel söylediğimiz gibi, hiçbir aileye, hiçbir soya ait değildir. Bunlar
bu işleri en iyi bilen, en iyi modeller yaratan insanları tutarlar ve onlar
vasıtasıyla da dünyayı yönetirler. O zaman şunu söylüyorum. Bunlardan
zenginlikleri öne çıkaranlar, bir takım aileleri öne çıkaranlar eksik
söylüyorlar. Meselenin yarışını söylüyorlar. Diğer yarışını ihmal ediyorlar.
Diyelim Rockafeller ailesi ya da bir başkasını akla getirirseniz, bu aile
gider konuşmaları dinler orada bulunur hatta kararlara da iştirak eder ama
aklının erdiği kadarıyla iştirak eder. Yoksa o da etkilenir. Buradan şunu
söylüyoruz: Nihai belirleyici akıldır. Ortak akıldır. Hiçbir zaman oturup da bu
zengin bu her şeyi yapar diyemeyiz.
Kısacası ortak
bir akıl karar veriyor, diyorsunuz...
Aslında
zenginler karar vericiler midir, yoksa bir muhasebeciden mi ibarettir? Paranın
gelişine gidişine mi bakarlar o bile tartışılmaya değer ama benim gözlemim şu,
son belirleyici, dünyaya veren akıldır.
Ordunun,
askerlerin etkisi ne kadardır?
Ordu
tek başına etkili değildir. Zaten Amerika'da sistemin etkinliği buradan
kaynaklanır. Eğer ordunun içerisinde bu ortak akıla hizmet edebilecek vasıfta
insanlar bulunursa zaten içine alırlar. Diğer ülkelerde olmayan budur. Orduyu
ya başa getirirler, ya dışlarlar tamamen. Hayır, bunlar öyle yapmıyorlar.
Diyorlar ki, eğer bunun içerisinde ortak hareket etmek isteyen biri varsa
gelsin buyursun, aksi halde itaat etsin. Amerikan ordusunun durumu budur.
Orduda
asıl hedef, etkin muharebe gücü, oraya uygun bir askeri yapı ve bu hedefleri
sağlayacak bir donanım ve bu donanımları üretecek fabrikaların yapılması ama
ondan sonra esas olarak hedefleri belirleyen bu ortak akıldır. Bu ortak aklı
sadece askerler mi temsil eder, hayır. Askerler tamamen dışında mıdır, hayır.
Eğer içinden biri çıkarsa onu da alırlar ve çoğu zaman da en azından bu ortak
akıl askerlerle istişare eder. Ortak aklın bir takım hedefleri varsa orduya
"Bu hedeflere varmam için ne yapmam lazım, bunun için nasıl silahlar
lazım, ordunun nasıl teşkilatlanması gerekir?" sorularını sorar. Bu
sormak ve öğrenmek zaten ciddi bir iletişim kurar bunların arasında, bir
bütünlük sağlar ve ordunun yöneticileri de kendilerini bir karar organı
sayarlar. Bu da doğru bir yoldur.
Bizim
gibi ülkelerde en yanlış olan şey şu: Her grup, askeriyesi, sanayicisi, tüccarı
kendi problemleriyle uğraşır. Bütünü göremez. Halbuki, bütün bu ileriye
yönelik politikalar tek parça değildir, bir bütündür. Her görüşün bir rolü
olması lazımdır. Mesela Amerika Birleşik Devletleri bir yerde darbe yapıyor.
Diyoruz ki CIA yaptı. Çok yanlış bir şeydir. CIA onun bir parçasını yapar.
Çünkü darbe çok boyutludur. Yapacağınız şey önce orada ekonomik sıkıntılar
yaratmaktır. İçeride huzursuzluklar yaratmaktır ve bir takım yönetici
kadroları hazırlamaktır; bu da bir sistemin bütünüyle o darbeye odaklanması manasına
gelir. O işin içerisinde hâriciyeler de vardır, CLA. de vardır, ekonomistler de
vardır. Askerler de gider oradan iyi askerleri seçerler.
Önce ortak aklın
karar vermesi lazım, ondan sonra da diğer kurumların birlikte hareket etmesiyle
mi bir politika belirleniyor?
Burada
dikkat edilecek taraf şudur, her biri bütünü görmeyebilir. CIA darbe
yapılacağını anlar ve iç karışıklık çıkarır ama bunun dünya üzerinde ne anlama
geldiğini bilmeyebilir. Evet, falan ülkede darbe yaptık ve iktidarı
değiştirdik. Şöyle bir iktidar getirdik ama bunun dünyadaki anlamı nedir bilmeyebilirler.
İktidarlar
değişiyor, iktidarların değişmesi ile bu kararlarda farklılıklar olmaz mı?
Herkesin
belirli bir ölçüde etkileri vardır ama genel istikametin dışına çıkamazlar.
Şunu söylemek istiyorum. Bir genel çizgi düşünün. Bu genel çizgi devam eder
ama bunun etrafında salınanlar vardır. Bunlar bazen aykırı çıkışlar yaparlar
hatta genel politikanın tam tersi sözler de söyleyebilirler. Bunlar çok önemli
değildir. Esas mesele genel gidişe bakmaktır. Bizim çoğu zaman yanıldığımız,
bir senatörün, bir Temsilciler Meclisi üyesinin beyanatlarına bakarak buradan
sonuçlar çıkarmaktır. Bu kesinlikle doğru değildir. Çünkü onlar politikayı
temsil etmezler. Şunu söylememiz gerekir; orada gördüğümüz karar verici
organlar da aslında bir mizansen gibidir. Onlar da belirlenmiş kararlan almaya
ikna edilir. Mesela nasıl ikna edilir? Ya etrafında onu seçen, çevreleyen ekonomik
güçlere etki edilir ya da önüne dosyalar konur. Amerika Birleşik Devletleri'nin
çıkarları bunlardır denir ve oradaki herhangi bir Temsilciler Meclisi üyesi
veya senatörü, Amerika'nın çıkarları budur dediğiniz zaman buna karşı çıkma cesaretini
gösteremez.
Genelde ClA’in
Amerika üzerinde etkisinin çok fazla olduğu söylenir? Çünkü bilgiyi toplayan,
bilgiye sahip olan kurumdur, derler... Ne dersiniz?
Etkisi
fazladır ama karar verme yetkisi yoktur. Çünkü bir istihbarat servisi nerden
bilgi toplayacağını bilemez. Onu bilebilmek, o konuda karar verebilmek için
evvela bu söylediğimiz karar organının geleceği tahmin etmesi, tehditleri ya
da daha sonra operasyon yapılacak, politika uygulanacak alanları tespit etmesi
lazım. CIA'e, şu alanda istihbarat yap, şu konulan öğren denir. Yoksa
istihbarat servisi kendiliğinden buraları bilemez. Zaten bizim gibi ülkelerin
en büyük sıkıntısı da buradadır. Siyasi bir direktif almadan istihbarat yapmak
zorunda kalırlar. Oysa gelecekte neyle karşılaşacağımıza ancak çok üst düzeyde
bir aklın karar vermesi gerekmektedir. Amerika Birleşik Devletleri de böyledir.
Diyelim
ki, CIA başkanına, mesela Hindistan hakkında şu konularda çok ayrıntılı bilgi
istiyorum şeklinde bir direktif geldiğinde, CIA başkam ya bilir, ya bilmez
bunun ne için olduğunu. Eğer çok akıllı birisiyse bunun siyasi sonuçlarını tahmin
eder. Bunun hangi hedeflere hizmet edeceğini bilir ama bilmese de olur. Eğer
onun başına çok iyi bir teknisyen getirmişlerse ve şunu biliyorlarsa ki bu
adama emir verdiğiniz zaman aynen yapar, Hindistan'da şurayı bil diyorsa o
onun dibine kadar iner. İşini çok iyi yapar. Bu yeterlidir. Bu bilgiyi
kullanan
aslında arkadaki akıldır.
Bir ara soru
sormak istiyorum. CIA bizim gibi ülkelerde nasıl çalışır, hedefine nasıl
ulaşır, teknikleri, yöntemleri nedir?
Bir istihbarat servisinin
faaliyetlerinden birincisi bilgi almaktır, bu bilgiler de sırf öğrenmek için
olmaz. Bir işe yarayacaktır. Biz çoğu zaman istihbaratı bilgi almak olarak
algıladığımız için bilgi saklarız ve bunu vermemek için uğraşırız. Mesela
"MİT Tarihi" diye bir kitabı açın bakın kaç tane casus yakaladığımız
orada sıralanır. Bu çok önemli de değildir. Zaten şu anda bilgi almak için
de casuslara ihtiyaç kalmamıştır. Çünkü adam en gizli bilgilerinizi bile sizin
iletişim ağlarınıza girerek öğreniyor olabilir. Öğreniyor mu bilmiyorum ama en
azından alabilir.
İstihbarat
servislerinin asıl ödevi, toplumu yönlendirmek ve o toplumda Amerika Birleşik
Devletleri'nin öngördüğü olayları yaratabilmektir. Bunun için yaptıkları şey
toplumu yönlendiren kişilere nüfuz etmektir. Bu nüfuz iki türlü olur. Bir tanesi,
mevcut olanları kontrol altına alırsınız. Kontrol altına almak her zaman
zannedildiği gibi ona para ver, şu işi yap şeklinde olmaz. Oturur konuşursunuz,
problem şudur dersiniz, dünyadaki problem vs. ona anlatırsınız. O da bunu tekrarlarsa
yükseleceğini bilir ve böylece ikiniz arasında zımni, gizli bir anlaşma olur.
Amerikalıyla buradaki vatandaş arasında zımni bir anlaşma vardır. O işini
yapar yükselir, öteki de hedefine ulaşır. Eğer buna aykırı davranışları olanlar
olursa bertaraf edilirler. Bertaraf edilmek de çoğu zaman gözden düşürülme
şeklindedir. Herkes yükselirken o bir düşüş içine girer. Üç beş sohbette
dersiniz ki, bu adam hiçbir şey bilmiyor. Bu adam yanlış şeyler söylüyor filan
dersiniz. Zaten bulunması sizin ülkeniz için hiç iyi bir şey değil, sizi kötü
yola sevk ediyor dersiniz. Öteki de ülkesine hizmet etmek için o adamı bertaraf
eder.
Yani ülkelerde
operasyon yapabilirler, etkileyebilirler toplumu... Başka ülkelerin
operasyonları varsa ona mani olurlar mı?
Evet,
onu da yaparlar. Başka ülkelerin operasyonlarına da mani olurlar. Böylece o
ülkede kendi dünya görüşleri veya kendi hedefleri istikametinde kamuoyunun
oluşmasını sağlarlar.
Amerika Birleşik
Devletleri’nde son zamanlar iki güç, iki kanat birbiri ile hem Amerika içinde
hem dünyada mücadele ediyor, hatta savaşıyor diyebiliriz, bu konuyu ileride
soracağım ama merak ettiğim, CIA içerisinde de farklı görüşte olan insanlar
yok mudur? Sizin de söylediğiniz gibi, geldi burada bir CIA elemanı bir
operasyon yapıyor. O CIA elemanı başka kanadın adamı olup da başka bir CIA
elemanı da başka bir kanadın adamı olamaz mı?
Olabilir.
Her sistemin içerisinde bu sistemle uyuşamayan insanlar olabilir. Bunlar bir
süre sonra kendilerini belli eder ve tasfiye edilirler. Hiçbir zaman sonuna
kadar hedeflerine ulaşamazlar ama en yukarıdaki kişi, CIA'in başındaki adam
genele egemendir. Ona egemen olan da arkadaki akıldır. Arada bir iki tane
olabilir. Hatta CIA' in içine girmiş başka ajanlar da olabilir.
CIA’ in örneğin
Türkiye’den herhangi bir kişiye bakışı aynı zamanda Amerika’nın bakışı anlamına
gelebilir mi? Bir kanat bir kişiye iyi bakarken, diğer kanat farklı bakabilir
mi?
O
zaman şuna bakmak lazım. Amerika Birleşik Devletleri'nin bir ülkedeki
politikaları sürekli aynı çizgi üzerinde değildir. Bugün darbe yapıyorsa yarın
darbe yapacak anlamına gelmez. Bugün darbe yapar. O gün öne çıkardığı insanlar
darbe yanlısı kişilerdir. Hemen akabinde artık kendi istediği bir
iktidarı başa getirmek için, demokrasi savunuculuğu yapan insanlara yol verir.
O zaman da onun üzerini örter.
Özel bir soru
olacak ama... Tahmin ediyorum Türkiye’deki CIA ajanlarıyla karşılaşmışsınızdır.
Gerçekten çok yetenekli insanlar mı yoksa sıradan insanlar mıdır?
Bir
fabrikaya gittiğiniz zaman alt kademedeki bir işçi gider makinenin başında
işini çok iyi yapar. Bu işi iyi yapıyor diye o fabrikaya başarılı diyemezsiniz.
Üretim planlamasını yapan, satış planlamasını yapan bir bütün vardır. Bütünün
içerisinde anlam taşır. Onun için o gördüğünüz eleman sıradan bir insandır.
Hepsi sıradandır. Ona verilen talimat istikametinde yapar o işi ama ona
bakarak CIA politikasını değerlendirmek, Amerikan politikasını değerlendirmek
yanlıştır. Bütün politikalar mutlaka genel olarak ve makro planda ve dönemsel
olarak değerlendirilmelidir. Bugün bunu yaparlar, başka bir gün başka bir şeyi
desteklerler. Bir gün destekleyen adamları ertesi gün iflas ettirebilirler.
Biraz önce
Amerikan ordusunun sistemdeki yerini konuştuk. Amerikan ordusunun gücünü nasıl
görüyorsunuz? 400 milyar dolar yıllık harcaması var ki ondan sonraki gelen 24
ülkenin yanlış bilmiyorsam askeri harcaması 400 milyarı buluyor. Bu gücü nasıl
değerlendiriyorsunuz?
Amerika
Birleşik Devletleri'nin ordusunu çok kısaca değerlendirebilmek için şunu
söyleyebilirim. İmha edebilir, işgal edemez. Böyle bir ordudur. Çünkü silahlı
kuvvetler iki unsurdan oluşur. Birisi insanları, diğeri malzeme ve teçhizatıdır.
Şimdi malzeme ve teçhizat açısından Amerika Birleşik Devletleri ordusunun bir
sorunu yoktur ve olmaz da ama insan açısından sorunları vardır. Çünkü bu insan
bir toplum içerisinde yetişir ve onun değer yargılarını alır. Amerika Birleşik
Devletleri de biraz evvel söyledik, kendisine uygun insanları yaratır. O
sistemi yürütmek için gerekli olan insanlar, askerliği yürütmek için uygun değildir.
Burada bir çelişki vardır. Bu çelişkiyi, bu zaafı Amerika Birleşik Devletleri
sürekli olarak hissedecektir ve hissetmektedir. Bu insan tipi, bencil, kendi
çıkarlarını koruyan, para karşılığı olmadan hiçbir şey yapmayan insanlardır.
Öyle yetişmişlerdir ve bu insanı idealler uğruna savaştırmaya ve ölümü göze
almaya zorlayamazsınız.
İkincisi,
hem onu yapmaz hem de savaşın da ahlaki kuralları vardır. Oysa bu tarzda
yetişen birisi, bulduğu yerde bir çıkarı varsa bunu kullanır ve o da büyük
tepkiler yaratır. Şunu söylemek istiyorum. Amerikan sistemini yürütmek için
yaratılan insan tipi, onu asker olarak kullanmaya müsait değildir.
Bir de lobileri
sormak istiyorum. Amerika Birleşik Devletleri’nde lobilerin gücünün çok fazla
olduğu söylenir veya bize böyle lanse ediliyor. Lobiler gerçekten güçlü müdür?
Ben
lobilerin etkili olduğunu düşünmüyorum. Bir örnek vereyim size, mesela Ermeni
ve Rum lobileri esas itibariyle Amerikan Devleti'nin kurmuş olduğu örgütlerdir.
Bunlar Türkiye üzerinde baskı yapmak üzere gerektiği zaman manipüle edilen
güçlerdir. Bunlar daha ziyade CIA in kontrolündedir ve onlar başlı başına bir
politika üretemezler ve iktidarı etkileyemezler. Etkileşim ters
istikamettedir, Yönetim onları istediği istikamette kullanır.
Amerika
Birleşik Devletlerinde çeşitli düşünce kuruluşları olduğu da çok açıktır ama
bunların çok önemli bir kısmı zaten merkezi gücün kontrolündedir. Halkı
etkilemek için medyayı nasıl kullanıyorlarsa daha entelektüelleri etkileme»
için de düşünce kuruluşlarını kullanırlar.
Son yıllarda
Amerika Birleşik Devletlerimde iki taraf, iki güç çarpışıyor, savaşıyor. Bu
güçler ayrılığı nasıl oluştu ve bu savaş nereye gider?
Evet,
Amerika Birleşik Devletleri'nde şu anda oluşan bir güç var. Bu da yeni bir
dünya görüşünden kaynaklanıyor. Biraz önce söylediğim gibi Amerika Birleşik
Devletleri dünya üzerinde bir ekonomik sistem kurdu ve bununla bir yandan
askeri bir yandan ekonomik araçları kullanarak dünyayı yönlendiriyordu.
Bunlardan bir tanesi şu an üstün konuma geçti. O da parasal güç. Bunun sebebi
de Sovyetler birliğinin dağılmasıdır, daha doğrusu kendini dağıtmasıdır. Bu
aslında Rusya'nın yaptığı çok stratejik ve hesaplı bir hamledir. Amerika'nın
askeri gücünü etkisiz hale getirmek için kendisini güçsüz hale getirmiştir. Kendisini
güçsüz duruma düşürünce dünya üzerindeki askeri hakimiyet sona erdi, sona
erince de parasal güç ortaya çıktı.
Amerika
Birleşik Devletleri kendi tasarruflarıyla dünyayı yönetmiyor. Aslında başka
ülkelerin tasarruflarını kullanıyor. Japonya tasarruf ediyor, Çin tasarruf
ediyor, Amerika'ya gönderiyor veya onların takip ettiği finans kuruluşlarına
gönderiyor. Ortadoğu'daki petrol gelirlerinin önemli bir kısmı da bu fonlara
akıyor. Bu parasal güç başkalarının parasını kullanarak dünya üzerindeki egemenliğini
pekiştirmek istiyor. Şimdi soru şu, bu egemenlik ekonomik olarak devam
edebilir mi? Bu yola devam ederek dünya üzerindeki Amerika'nın hegemonyasını
sürdürebilir mi?
Tartışmalı
bir iddiada bulunacağım ve o iddia da şu: Dünya
üzerindeki gelişmeleri Amerika ve Rusya birlikte veya en azından bir arada
görüşerek planlıyorlar. Çünkü bunların kendi aralarında gerçek bir husumet
halinde bulunmaları çatışmaları dünyanın sonunu getirir. Her ikisinin
de dünyayı yok edecek silahları var. Bunu bildikleri için de bir yerde uzlaşıyorlar.
Şimdi Rusya'da iki eğilim göze çarptı. Bunlardan bir tanesi Yeltsin döneminde,
adına parasal güç dediğimiz, küresel sermaye dediğimiz gruplarla iş birliği
yapmak şeklindeydi ve Rusya'yı tamamen onların kontrolüne bıraktılar. İkinci
bir güç Amerika Birleşik Devletleri içerisinde askeri hegemonyanın aslında
dünyadaki dengeleri korumakta daha etkili olacağını ve barışın ancak o surette
sağlanacağına düşünen güçtü. Putin ile aynı çizgideler.. Bunları birbirleriyle
özdeşleşmiş görmek yanlıştır. Sadece aynı hedeflere varmak istemektedirler.
Şimdi parasal güç evvela Rusya'da daha sonrada Amerika Birleşik Devletleri'nde
tepkiyle karşılandı ve giderek geriliyorlar.
Sovyetler
Birliği’nin dağılmasında parasal gücün etkisi çok fazla mıdır?
Dağılmasında
etkili değildir. Rusya bahsine geçtiğimiz zaman orada da söyleyeceğiz. Fakat
sadece parasal gücün ortaya çıkması Amerika ile Rusya arasındaki dengenin
sürdürülemez hale gelmesine sebep oldu.
Amerika ve
Rusya’da tepkiyle karşılandı dediniz...
Evet
ve tekrar dengeyi askeri güç etrafında kurmak için uğraşan iki güç oluştu her
iki tarafta da. Hem Rusya da hem Amerika Birleşik Devletleri'nde... Zaten bir
tanesinde bu gücün tek başına oluşabilmesi mümkün değil. Eğer Rusya bir karşı
güç olarak ortaya çıkmasa Amerika Birleşik Devletleri kime karşı silahlanacak?
Burada Amerika Birleşik Devletleri'nde bir takım silahlanma çabaları
gördük. Mesela yeni as keri uçaklar yapıyorlar, modem silahlar yapıyorlar.
Düşman kim sorusu cevapsız kaldı. Bu silahları İran'a karşı falan kullanmaya
gerek yok. Mevcut silah sistemleri zaten onlarla mücadele etmeye yeter. El
Kaide için silahlara ihtiyaç yok dövüşmek için. Bu yüzden şimdi Amerika
Birleşik Devletleri'nde yeni bir dönem başlıyor. Bu yeni dönem askeri gücün
arttırılması ve karşısında da tekrar rakip olarak Rusya'nın konması şeklinde
bir model uygulanıyor. Bu arada parasal gücün de bertaraf edilmesi lazım. Zaten
parasal güç giderek önemini kaybediyor.
Fakat
daha kesin etkisizleştirme operasyonu şöyle olacak bence. Birincisi bunların
tasarruf kaynaklarını ortadan kaldırmak için, Çin, Japonya ve Ortadoğu gibi
ülkelerde oluşan tasarrufların önünü kesecekler. İkincisi, Amerika Birleşik
Devletleri'nin bugüne kadar borçlandığı miktarları anlamsız kılacaklar. Bu iki
şekilde olur. Bunu seneler önce bir Amerikalı ekonomistle tartışmıştım. Oradaki
iddiam şuydu: Amerika Birleşik Devletleri parasının değerini düşürmek suretiyle
dış borçlarının reel değerini azaltacaktır. İkinci olarak da Çin ile başlayan
ticari konulardaki uzlaşmazlık... Mesela birdenbire Çin'in ihraç ettiği
malların zehirli olduğu ve sağlığa zararlı olduğu ortaya çıktı. Bu devam
edecek. Onun dışında Japonya'da iş tasarruflarının azalması ile dışarıya çıkan
paraların azalmasını beraberinde getirecek, bu da Japonya'nın faizlerini
yükseltmesi ve dış piyasalara para sürmesini engellemesi şeklinde olacak.
Burada
Amerika ciddi bir sorunla karşı karşıya kalacak. O da şu, Amerika Birleşik
Devletleri büyük ölçüde dışarıdan ithal ettiği ve karşılığını ödemediği,
sadece borçlandığı mallarla refahını büyük ölçüde yükseltmektedir. Mesela
geçen sene Amerika Birleşik Devletleri'ne giren yabancı sermaye miktarı 900
milyar dolardır. Bu her Amerikalının 3000 dolardan fazla mal ithal etmesi ama
bunun karşılığında hiçbir şey vermemesi anlamına gelir. Eğer bu kesilirse
Amerika'da ciddi bir refah kaybı olur. Üretim kaybı olmaz. Amerikanın üretim
gücü azalmaz ama refah kaybı olur. Bu refah kaybını tolere etmek ve buna
Amerikan halkının katlanması için bir takım ek tedbirlere ihtiyaç vardır. Yani
daha baskıcı bir rejime ihtiyaç vardır. Bunun yarattığı olumsuz reaksiyonları
baskı alfanda tutmanın güç kullanmaktan başka yolu yoktur.
Bu
yavaş yavaş olacaktır. Bu refah düşüşü Amerikan ekonomisinin zayıfladığı
anlamına gelmez. Hatta bir takım yabana malların pahalı hale gelmesi kendi
mallarının değerlenmesi sonucunu da doğurur. Çünkü son zamanlarda birçok
tüketim mallan Amerika dışından ithal edilmektedir. Mesela otomobil sanayisinde
gerilemeler var. Onun dışında başka sanayilerde de iç tüketim adı verilen
sanayilerde de gerilemeler var. Bu gerilemeleri telafi eder. Onun için Amerika
bir geçiş süreci yaşayacak. Yani ithal ikameci bir ortam yaratacak. Bunun
geçişi sancılı olur. Bunu görmek lazımdır.
Bu
süreç dünya üzerinde büyük etkiler yaratır. Önce Amerika'ya mal ihraç eden
ülkelerde ciddi ekonomik sıkıntılar başlar. Mesela Japonya ve Çin'de ciddi
sıkıntılar başlar. Bu sıkıntı nedeniyle onların tasarruf ettiği para miktarı
azalır. Para miktarının azalması küresel sermayenin, parasal gücün eline geçen
meblağları azaltır. Yani nasıl şimdi bizim barajlara su gelmediği için sular
azaldıysa onların barajlarına da su gitmez.
Buna
ek olarak bir şey daha olması lazım. O da, petrolün fiyatının düşmesi, bu biraz
riskli. Muhtemelen yüksek fiyatta gitmesine devam ettirecekler çünkü Çin,
Japonya ve Avrupa' nın ürettikleri ürünlerin maliyetlerinin düşürülmesini istemiyorlar,
diğer taraftan Rusya'nın da ekonomik olarak gelişmesine sekte vurulmasını istemiyorlar;
onun için yüksek enerji fiyatlarına devam ederler ancak bu paralan kontrol etmeleri
lazım.
Petrolden gelecek
paranın mı kontrol edilmesi gerekiyor?
Evet,
petrolden doğacak gelirleri kontrol etmeleri lazım. Bunu da şöyle yapabilirler:
Önümüzdeki dönem Ortadoğu'ya Amerika Birleşik Devletleri silah satacak. Askeri
bir gerginlik yaratacaklar. Silahlanma harcamaları artacak. Silahlanma
harcamalarının artması Amerika'nın ihracatını artırır. Onun dışında da bu
sermayeyi başka istikametlere yöneltecekler. Mesela Arap sermayesinin
Türkiye'ye gelme ihtimali yüksektir.
Siz parasal gücün
elindeki sıcak paranın azalacağını söylüyorsunuz değil mi?
Evet,
para sıkıntısı başlayacak. Bu bütün borsalarda düşmelere sebep olur. Borsanın
düşüşü ne anlama gelir? Birçokları borsalardaki düşüşün bir ekonomik gerileme
olduğunu düşünüyor. Bu kesinlikle doğru değildir. Mesela Türkiye'deki borsa
sıfıra inse kim ne kaybeder? Hiç kimse hiçbir şey kaybetmez. Sadece oraya para
yatırmış olanların servetlerinde bir düşüş olur. Aynı şekilde Amerika Birleşik
Devletleri'nin ekonomik gücünde de hiçbir azalma olmaz. Sadece borçları
azalır.
Yani borsa
tamamen sanal bir sermaye oluşturuyor...
Evet,
işte köpük tabir ediyorlar, o köpüğü alacaklar ve orada servetler yok olacak.
Gerçek rakamlar ortaya çıkacak. Servetlerin yok olması bir ülkenin üretim
gücünün azaldığı anlamına gelmez. Burada ekonomide ciddi bir dönüşüm olacağı
anlaşılıyor. O zaman da paranın dünya üzerindeki siyasal hegemonyası azalacak
ama Türkiye için öngörümüz şu, Ortadoğu'da oluşan sermayelerin bir kısmı
yatırım sermayesi olarak Türkiye'ye gelebilir.
Peki, küresel
sermaye dediğimiz parasal güç, bu stratejiye karşı bir atak yapmayacak mı, buna
karşı koymayacak mı? Çünkü onlar da büyük bir güce ulaştılar, dünyayı yönetmeye
başladılar, ülkelerin ekonomilerini etkilemeye başladılar, bu strateji bu gücün
sona ermesini getirecek, buna razı olacaklar mı?
Onlar
da mücadele edecekler. Her iki tarafın da kullanacağı araçlar var.
Amerika'daki küresel sermayeye karşı çıkan güçlerin de ellerinde bir takım
kozlar var. Onlar da askeri kozları kullanabilir. Ortada karışıklık
yaratabilirler. Biraz evvel söylediğimiz gibi Japonya ve Çin'den ithalatı
sınırlandıracak tedbirler alabilirler. Bunları fiilen de yapabilirler veya propagandalarla
da yapabilirler. Sonuç olarak şu görünüyor: Amerika Birleşik Devletleri
kendisine rakip olarak ortaya çıkması muhtemel iki güce karşı yani hem
Avrupa'ya hem de Çin'e karşı mücadele edecektir, ekonomik gücü etkisiz hale
getirecek buna karşılık silahlanmanın çok önemli olduğu yeniden dünyada
anlaşılacak.
Yani kendi
içerisinde oluşmuş güce karşı mücadelesini verecek ve sizin de vurguladığınız
gibi bu diğer tarafın kazanmasıyla da bitebilir mi diyorsunuz?
Evet,
şimdi bakın son zamanlarda Rusya tekrar silahlanmaya başladı. Amerika Birleşik
Devletleri de aynı şekilde silahlanıyor. Bunun kime karşı olduğu bilinemiyor
ama biz öngörebiliriz. Bu iki silahlı güç birbirinin karşısına geçecektir.
Çünkü meşruiyetini sağlayacaktır. Rusya silâhlandıkça Amerika, Amerika
silahlandıkça Rusya silahlanmak mecburiyetinde kalacaktır. Bu her iki ülke
açısından da parasal gücün etkisini kaybetmesi anlamına gelir.
Parasal güç,
dünyanın nereye doğru gitmesini istiyor, dünyaya nasıl bakıyorlar?
Parasal
güç, bugünkü sistemin devam etmesini istiyor. Çeşitli ülkelerde olan
tasarruflar belirli bir havuza aksın. Bu havuzun kontrolü de belirli finans
çevrelerinin kontrolünde olsun istiyorlar. Bunlarla kontrol edecek ve dünya
üzerinde ülkeleri yönlendirecek ve yönetecekler. İstedikleri sistem bu.
Burada
başrolü oynayan kimdir sorusu ilginçtir. Amerika içerisinde bir takım finans
kuruluşları var fakat devlet olarak düşündüğümüzde burada İngiltere ön plana
çıkar. Birileri eğer bana sorarsa Amerika Birleşik Devletleri'ni kim yenebilir,
ben şu cevabı verebilirim: İngiltere yenebilir. O da parasal güçle bir araya
gelirse mücadele edebilir. Onun dışında hiçbir güç şu anki metotlarla onu
yenemez. Bu nedenle, bu işin merkezinde İngiltere'nin çok akıllı bir
stratejisi olduğu kabul edilmelidir. Kaybettiği gücünü aynı yolu kullanarak,
yani örgütsel yolu kullanarak ama bu sefer para örgütlerini kullanarak ele
geçirmek istiyor. Paranın üzerine egemenlik kurarak ya da parasal gücü kontrol
edenlerle ittifak kurarak yapmak istiyor. Kendi aklıyla parasal gücü bir araya
getirecek ve dünya üzerinde tekrar bir hegemonya kuracak.
İngiltere nasıl
bir ülkedir? Eski gücünü kaybetti ama dünya üzerindeki etkinliği devam ediyor.
Dünya politikası nedir?
İngiltere'de güç esas itibariyle kraliyet
etrafında, kral sembolü etrafında oluşmuş sembolik bir bürokratik yapıdır. Bu
yapı tarih boyunca dünyayı yönlendirmiş, yönetmiş; yenilmek ve tasfiye edilmek
gibi bir akıbete de uğramamıştır. Sadece gücünü kaybetmiştir. O odak aynen
duruyor. Bunlar bu gücü yeniden elde etmek ve dünyayı yönetmek istiyorlar.
İngiltere’de
iktidarların değişmesi genel politikada bir değişikliğe neden olur mu?
Hiç
değiştirmez. Belki de en az etkilenecek yönetim İngiltere'dir. İngiltere'de
yönetim her zaman merkezidir ve onun için de krallığı muhafaza ederler. Fakat
esas İngiltere'nin tasfiyesi, eğer mümkün olacaksa, bu tarihten sonra
olacaktır. Yani bu son hamleden sonra...
Son zamanlarda oligark denen
Sovyetlerin yıkılmasından sonra kısa zamanda zengin olan Yahudi asıllı kişiler,
Rusya’dan ayrılmak zorunda kaldılar veya gönderildiler yeni Rusya yönetimi
tarafından... Bunların hemen hemen hepsinin İngiltere’ye yerleştiğini
görüyoruz. Bunun nedeni nedir?
İngiltere esasen merkez halindeydi de bu
oligarklar kendi merkezlerine gittiler. Rusya'daki bu oligarkların arka planında
İngiltere ile ittifak halindeki bu küresel sermayenin, parasal gücün sahipleri
vardı. Bunlar bir arada hareket ederek Rusya ekonomisini kontrol altına
aldılar. Bundan sadece Rusya'daki devlet yönetimi mi şikayetçiydi? Hayır, Amerika'daki
güç de endişeliydi. Yani Rusya'da oluşabilecek bir egemenlik Amerika'yı da
tehdit eder.
İngiliz ordusunu
nasıl değerlendiriyorsunuz?
İngiltere
halkı da giderek askerlikten uzaklaşıyor. Yani onları da giderek vatan, millet
için çarpıştırmak zorlaşıyor, özellikle yabana bir ülkede... Burada Türkiye'nin
rolü ortaya çıkıyor. Türkiye hala askerlik yapabilecek insan potansiyeline
sahip. En azından moral açıdan değerlendirebilecek güce sahip.
MI6, MI5 denilen
İngiliz istihbarat örgütleri nasıl bir örgüttür, nasıl çalışıyor?
Tıpkı Amerika'daki gibi... Yani
orada da herkes MI6 ve MI5'ı bağımsız, kendi başına hareket eden örgütler gibi
görürler. Aslında öyle değildir. İngiltere'deki kraliyet etrafında oluşmuş
devlet yapısı istikamet belirler. Şu konularda uğraş, şunu yap gibi... Ve
bunlar çok profesyoneldir. Yani İngiliz istihbarat servisi dünyanın en
profesyonel istihbarat servisi olarak telakki edilebilir. Bunların istihbarat
anlayışı biraz farklıdır. Mesela Amerika, istihbaratını bireyler arasında
kurar. Gider Ahmet Bey'le buluşur, Mehmet Beyle konuşur. İngilizler ise güç
odaklarıyla ittifak yapar. Bir aile yaratır. Bu aileyi ekonomik olarak
güçlendirir. Orada egemen haline
getirir. Yani onun için İngiltere'nin istihbaratını aradığınız zaman kişileri
değil mutlaka bir zenginliği, bir partiyi, bir aşireti, bir dini hareketi
aramamız lazım.
Şöyle derler
hocam ne kadar doğrudur, Amerika dediğiniz gibi bireylerle ilişki kurar
kullanır, belki karşılıklı çıkar da sağlanabilir ama zamanla o kişiyi
bırakabilir. İngilizler ise birisini kendi tarafına çektiği zaman o artık
neredeyse ölene kadar İngiltere’ye çalışır, hatta nesiller boyu devam eder?
Öyledir. Mesela şunu biliyoruz: Birinci Dünya
Savaşı'ndan önce Türkiye'de çok büyük bir İngiliz istihbarat ağı vardı. Savaş
bitti hiç kimse İngiliz istihbaratçısı olarak çıkmadı. Türk asıllı olarak
İngilizlere hizmet veren bir tek kişiye rastlamadım. Ne oldu bunlar? O zaman
şunu söylememiz lazım: İngiltere Birinci Dünya Savaşı'ndan önce Türkiye ile savaşmış,
yıkmış ama hiç istihbaratçı bulundurmamış; ya da bu istihbaratçılar aynen devam
etmektedir. İkisinden birisi, hangisini kabul ederseniz...
Amerika Birleşik
Devletleri ve dünya yeni döneme nasıl uyum gösterecek?
Genelde
ileriye ait tahminlerde bulunanlar mevcut eğilimlerin devam edeceğini var
sayıyorlar ve bu eğilimlerin dünyayı nereye götüreceğim kestirmeye
çalışıyorlar. Yani ekonomideki gelişmeler ne istikamette olacak ve bu dünyayı
nasıl etkileyecek gibi soru soruyor ve buna cevap veriyorlar. Halbuki radikal
değişiklikler olacağını tahmin etmek lazım. Amerika Birleşik Devletleri
önümüzdeki dönem stratejisini şöyle tahmin edebiliriz: Birincisi, önümüzdeki
dönemde ekonomide radikal değişiklikler olacak, bu radikal değişiklikler dış
ticaretin öne çıkması ve para hareketlerinin sınırlanması. Şu ana kadar dünyaya
yön veren para hareketleriydi. Bunun yerine dış ticaret hareketleri daha fazla
önem kazanacak. Alım satım para hareketleri ikinci plana düşecek.
Amerika
Birleşik Devletleri ve Rusya ikisi birlikte dünya enerjisini kontrol ediyorlar.
Bu iki açıdan öngörülüyor: Birincisi, mevcut enerjiyi rakiplerine kaptırmamak,
İkincisi yeni enerji kaynaklarında tekeli sağlamaktır. Burada ben teknisyen
olmadığını için teknik tarafını bilemem. Sadece siyasi ve ekonomik açıdan
tahlilini yapabilirim. Burada birincil enerji kaynağı petrolden sonra
muhtemelen nükleer enerji olacak. Nükleer enerjide de tekeli sağlamak için
Amerika Birleşik Devletleri ve Rusya nükleer silahların yayılmasını engellemeyi
bir koz olarak kullanacaklar. Böylece dünyadaki tüm enerjinin kontrolü bu iki
ülkenin tekeline alınmış olacak gibi görünüyor. Bu amaca yönelik olarak da
zaten mevcut enerji kaynaklarının alternatif olarak kullanılmasının
engellenmesi amacıyla Ortadoğu'yu kontrol altında tutacaklar.
Uzakdoğu'yla
ticaretin bu şekilde devam etmeyeceğini giderek daralacağını ve bunun da Çin ve
Japon ekonomilerinde gerilemelere sebep olacağını tahmin edebilirim.
Amerika'nın
ikinci stratejisi, yeni teknolojiler üzerinde egemenlik sağlamak olacaktır.
Zaten bugüne kadar öncülüğünü yapıyordu. Bundan sonra da yeni teknolojileri
üretmekte ve satmakta birinci planda olmayı hedefliyor. Dünya üzerindeki
egemenliği, bu stratejiyi sağlamak için de para gücünden ziyade askeri gücünü
kullanmak niyetinde olduğunu gösteriyor. Giderek harcamalarını,
silahlanmalarını artırıyor. Böyle bir model kurulacak ve bu modelin diğer tarafında
da Rusya olacak.
Evet,
bu insan unsurunu tamamen ortadan kaldırmaz ama bölgede insan unsuruyla
yapılacak mücadelelerde de bölgesel güçleri kullanabilir. Burada en büyük aday
da Türkiye olarak gözüküyor. Türkiye ile bir ittifaka ihtiyacı var Amerika'nın
kesin olarak. Böylece Amerika, Uzakdoğu'nun ve Avrupa'nın kendisine olan
ekonomik rekabetinin önüne geçmiş olur ve dünya üzerindeki hegemonyasını
sürdürmüş olur.
Burada
şu soruya cevap aramamız lazım: İki elim şu anda bir arada gözüküyor ve bu iki
elim birbiriyle tezat halinde. Bir yanda teknolojik gelişmeler gücü
merkezileştiriyor ama daha sonra diyoruz ki bu güç dağılacak. Yani bir sürü
odak ortaya çıkacak. Bu bir çelişkidir. Eğer teknoloji belirli güçlerin
egemenliğini artırıyor ise o zaman egemenliğin çok dağılacağını söylemek bir
çelişki olur. Benim gördüğüm kadarıyla egemenlik giderek merkezileşecek ve bu
ikili bir yapıya dönüşecek.
İhtiyaç
duyacak ve onlarla mücadele etmeyi göze alamayacak çünkü hem askeri hem
teknolojik üstünlük var. Enerji de kontrolü sağlayacaklar. Para bir güç
olmaktan çıkacak. Bunun yerine ticaret ön plana çıkacak. O zaman da dünya yeni
bir döneme girmiş olacak.
Diyebiliriz.
Yeni ideolojiler ortaya çıkabilir tabi. Yani kapitalizm ve komünizm tarihi
birer kategoridir. Bunların ebediyen sürmesi ve bütün tartışmaların da
bunların üzerinde devam etmesi de yanlıştır. Her dönem, alt yapıyı oluşturan
teknolojiye ve dünyadaki yeni güç unsurlarına göre yeni ideolojiler yaratabilir.
Yani biz şimdi mevcut olan ideolojilerin dışında başka bir ideolojinin
varlığını tahayyül bile etmiyoruz ama önümüzdeki dönem bu yeni yapıyla birlikte
yeni bir ideoloji çıkabilir.
Rusya 1991’de
komünizmden çıktı. Sizin tabirinizle komünizmi bıraktı ve yoluna devam etti.
1998’lerde bir kriz yaşadı ama sonra petrol fiyatlarının da yüksek seyretmesi
ile şu anda ekonomisiyle, askeriyesiyle tekrar bir güç haline geldi. Rusya’yı
nasıl bir devlet olarak görüyorsunuz? Rusya devlet erkini hangi kuruluşlar
oluşturuyor? Bizim de çok yakınımızda, komşumuz sayabileceğimiz bir ülke ama
aynı zamanda oradaki gelişmeleri çok yakından takip edemediğimiz bir ülke...
Ne dersiniz Rusya için?
Rusya'yı
anlamak için geçmişine bir bakmak lazım. Rusya Birinci Dünya Savaşı esnasında
komünizmle tanıştı. Komünist oldu ama bunun temelinde şu vardır: Rusya'daki komünizm
Rusya'nın kendi iç dinamiklerinden oluşmuş bir hareket değildir. Esas
itibariyle Almanların bir yıkıcı faaliyeti olarak kabul edilebilir. Yani
Almanya, Rusya'yı savaş dışına itmek için komünist hareketi desteklemiş hatta
Lenin'i de kendisinin hazırladığı bir özel trenle Rusya'ya göndermiştir.
Fakat burada Rus devleti, Rusya'nın
derin devleti diyelim, çok doğru bir manevrayla komünizmi içselleştirdi. 1917 yılında savaş bitmeden önce
Rusya savaştan çekildi ve Almanların bu yıkıcı faaliyeti başarıya ulaştı ancak
buna karşılık Rusya'nın da bir karşı hamlesini görüyoruz. Stalin birçoklarının
iddia ettiği gibi muhtemelen Sovyet Devleti'nin bir elemanıydı ve bir süre
Lenin'e tahammül ettikten sonra, Lenin'in erken ölmesiyle, nasıl öldüğü de
bilinmiyor, kontrol tamamen Rusya'nın eline geçti. İdeolojide önemli bir
değişiklik oldu. O değişiklik de şuydu. Lenin, enternasyonal komünizmi
savunurken yani bütün dünyaya komünizmi yaymak gibi bir projeyle hareket
ederken Stalin bunu Rusya ile sınırlı tuttu. Bu şu anlama gelir mi tartışmak
lazım. Acaba Lenin, Almanya'nın komünizmle yaptığı nüfuz etme hareketini tüm
dünyaya yaymak mı istiyordu?
Gerçi
Almanya'nın da yenilmesiyle bu dinamik de önemli ölçüde başarısızlığa uğradı.
Ancak hemen arkasından Stalin döneminde komünizm içselleşti. Burada neden
komünizme devam ettiler sorusu sorulabilir. Mademki bu bir Alman operasyonuydu
bunu ters çevirip tekrar kapitalizme geçmeleri gerekmez miydi sorusu akla
gelebilir. Komünizmi şu açıdan Rusya da benimsedi. İki şeye ihtiyacı vardı
Rusya'nın: Birincisi ekonomik kalkınmaya, İkincisi silahlanmaya.
Silahlanma
ve ekonomik kalkınmayı sağlamak için büyük ölçüde sermayeye ihtiyaç vardı. Bu
sermayeyi kapitalist düzen içinde vergi yoluyla toplamak zordu. Oysa mevcut rejimde,
yani komünist rejim içerisinde, önce tüm kaynaklar devletin elinde oluyor daha
sonra bunların paylaşımı yapılıyordu. Yani bir kısmı çalışanlara ve insanlara
dağıtılıyordu. Diğer kısmını devlet kontrol ediyordu. Rusya, devletin kontrol
ettiği kaynaklan çoğaltmak için büyütmek için komünizme devam etmesinde fayda
gördü ve bütün enerjilerini silahlı kuvvetlerin güçlendirilmesine ve Rusya'nın
sanayileşmesine harcadılar.
Stalin daha sonra Rusya'ya komünist
rejimi getiren insanların çok önemli bir bölümünü ve önde gelenlerini tasfiye
etti. Merkez komitesinin neredeyse tamamı idam edildi. En son kişi Lev Troçki
de Meksika'da bulundu ve öldürüldü. Yani aslında Stalin hareketini bir
komünist hareketinin devamı değil, karşı hareket olarak algılamak lazımdır.
Rusya'nın
komünizme devam etmesi de aslında kendi tercihleridir. Böylece mevcut rejimin
artıklarıyla savaşmak zorunda kalmadılar.
Komünizmin
yok olmasındaki sebebi ben şöyle algılıyorum: II. Dünya Savaşı'ndan sonra
Amerika ile Rusya arasında bir uzlaşma vardı. Zaten savaşta da bir arada
hareket ettiler ve Nazi rejimini ortaklaşa bir gayretle bertaraf ettiler. Hemen
sonunda dünyayı paylaştılar, uzlaştılar ama bu uzlaşmanın arkasından
birbirlerini düşman ilan ettiler. Bu aslında düşman olmaktan ziyade bir denge
kurmaktı. Herkes karşısındakini düşman göstererek kendi etrafındaki peyklerini
kolayca kontrol edebiliyordu. Bu bir süre devam etti. Fakat dünya sahnesine
yeni bir aktör çıktı. Dünyadaki bu iki gücün egemenliğiyle mücadele eden yeni
bir güç... Buna biz, parasal güç, küresel sermaye diyoruz.
Burada
ara bir bilgi vermek istiyorum, mesela ben J. F. Kennedy'nin bertaraf
edilmesini de bu çerçevede değerlendiriyorum ve şöyle bir analiz yapıyorum.
Diyorum ki, Rusya ile Amerika arasındaki denge ikisinin karşılıklı güç olması
temeline kurulmuştur ve birisi, yani Rusya, Avrupa'nın doğusunu, ötekisi,
yani Amerika, Avrupa'nın batısını kontrol ediyordu. Fakat Amerika'daki yeni
bir güç Rusya'yı ortak olarak istemedi. Rusya'nın yerine Avrupa'yı koymak
istiyordu. Yani diyordu ki dünya üzerindeki denge Avrupa ile Amerika arasında
kurulmalıdır ve Rusya tasfiye edilmelidir. Bunun temsilcisi J. F. Kennedy idi.
O
zaman Rusya ile Amerika arasında çok ciddi bir çatışma ortaya çıktı. Basit
tabirlerle Rusya'nın tavrını şu şekilde ifade edebiliriz. Rusya demiştir ki
anlaşma sona eriyorsa o zaman herkes kendi hareket tarzını belirlemek imkânına
sahip olacaktır, serbest kalacaktır. Artık anlaşmalar bizi bağlamaz ve bunun
sonucunda bir nükleer çatışma da çıkabilir. Razıysanız yapalım demiş olmalılar.
Böyle bir nükleer tehlikeyi dünya geçirdi ve hatta birçok kitap, dünya bir
felaketin eşiğinden döndü diyor. Sonuç olarak tekrar iki güç arasında anlaşmayı
sağlayan odaklar eski anlaşmayı tazelediler ve bu surette Amerika da J. F.
Kennedy'yi bertaraf etmeyi kabul etti ve herkesin ortak karan ile J. F.
Kennedy Amerika Devleti tarafından tasfiye edildi. Bunun arkasında böyle bir
neden vardır ve dünya ancak bu şekilde bir nükleer savaştan kurtulabilmiştir.
Yukarıdaki
dönemi anlatmamdaki neden o zaman belirli bir güce erişen küresel sermayenin,
parasal gücün 1991'e gelince daha da güçlendiğini göstermektir. Yani sermayeyi
temsil eden yeni aktörün dünya üzerindeki egemenlik kavgası ve Rusya'yı
bertaraf etme çabalarının güçlendiğini görüyoruz. Artık Amerika içerisinde
Amerika'nın klasik gücüyle de mücadele eden yeni bir sermaye sınıfı ortaya
çıktı. Bu sermaye sınıfı Kennedy zamanındaki siyasi projeyi adeta devam ettiriyordu.
Yani diyordu ki, Rusya tasfiye edilmelidir. Denge Amerika ile Avrupa arasında
kurulmalıdır ve böylece Avrupa küresel sermayenin bir üssü haline gelmelidir.
Rusya
bunu görünce stratejik bir hamle yaptı. Yani artık anlaşmanın geçersiz olduğunu
görünce yeni bir düzen kurmak amacıyla harekete geçti. Burada ilk yaptığı şey
şu oldu. Rusya'nın dışındaki ülkeler iki nedenden Rusya karşıtı oluyorlardı.
Birincisi, dünyadaki Amerika'nın kontrol ettiği bölgelerdeki idareci sınıflar
komünizmi tehdit olarak görüyordu. Önce bu korkuyu yok etmem lazım dedi. Böylece
ben diğer ülkelerin yöneticileriyle eşit mesafede ilişkiler kurabilirim.
İkincisi,
Kızıl Ordu bir tehditti. Diyorlardı ki, Kızıl Ordu geliyor, her yeri işgal
edecek, 40 günde Avrupa'yı talan eder, şeklinde büyük bir tehdit vardı. Rusya
hemen Kızıl Ordu tehdidini ortadan kaldırdı. İlk aşamada da orta menzilli
füzeleri yani Avrupa'yı tehdit eden füzelerini tamamen ortadan kaldırttı ancak
Amerika'ya yönelik olanları, yani uzun menzilli füzeleri muhafazaya devam etti.
Böyle olunca diğer ülkelerdeki Rusya'ya karşı olan olumsuz tavır değişti.
Rusya da adeta Avrupa ülkelerinden birisi haline geldi. Yeni denge de Avrupa
ile Amerika arasında kurulacak gibi görünüyordu. Avrupa Birliği, küresel
sermayenin kontrolünde bir güç haline gelecek ve bu güç aynı zamanda Rusya'yı
da kontrol edecek ve böylece ikili yapıda Avrupa'nın etrafındaki bir yapı Amerika'nın
etrafındaki bir yapıyla dengeyi sağlayacakta.
Yani Rusya
komünizmden sonra, sanki güç olarak Avrupa Birliği’nden bir ülke haline geldi
diyorsunuz..,
Evet,
bu hale geldi ancak Rusya'nın amacı bu değildi.
Bir de o dönemde
büyük bir küresel sermayenin de Rusya’ya aktığını görüyoruz...
Evet,
biraz önce söylediğimiz bu küresel sermaye Rusya'yı da Avrupa ülkelerinden
birisi haline getirmek için, oraya da sermaye akıttı ve oradaki ekonominin
köşe başlarını kontrolü altına aldı. Böylece Rusya, Avrupa devletlerinden
birisi gibi oldu. Burada bir nokta var. Bu noktada ancak yorum yapabiliriz.
Elimizde hiçbir bilgi yok. Ben kanaatimi söylemek istiyorum: Bu operasyon, Rusya'daki
bu hamle Amerika'daki güç odaklarıyla birlikte hazırlandı. Yani iki taraf birbirinden
haberdardı. Bu proje önceden konuşuldu. Yani Rusya'daki rejimi değiştirelim,
dengeyi bozalım ve yeniden kuralım. Yeniden kurmak için de ortaya çıkan yeni
gücü de tasfiye etmemiz gerekir. Bu bir proje olarak görünüyor bana. Tabi bu
bir yorumdur. Herkes istediği gibi yorumlar.
İkinci
aşamada, Rusya derhal küresel sermayenin Rusya'daki kontrolünü ortadan
kaldırdı ve tekrar eski Rusya'ya dönüştü. Yani bir ulus devleti haline geldi.
Bu ulus devleti haline gelmesinde de Amerika'nın büyük ölçüde yardımı oldu.
Yani çöken Rusya ekonomisi önce küresel sermayenin desteğiyle ayakta dururken
yeni dönemde küresel sermaye çekildi. Fakat bu boşluk petrol fiyatlarının artışıyla
telafi edildi ve hatta fazlasıyla edildi. Rusya tekrar ekonomik bir güç haline
geldi. Böylece şunu söyleyebiliriz. Dünyadaki hareketleri geçmişin eğilimlerini
geleceğe uzatarak izah etmek yanlış olur. Yani burada karar veren bir akıl
vardır. Geleceği tasarlayan ve ona uygun projeler yaratan bir güç vardır. Bu
benim görüşümdür. Bir farklı görüş daha var. Olaylar kendiliğinden gelişiyor
ve bir sonuç ortaya çıkıyor, hepimiz bu sonucu kabul ediyoruz diyorlar.
İnsanlar hangisini kabul ederlerse...
Peki, şu andaki
Rusya’yı nasıl değerlendiriyorsunuz? Rusya nereye doğru gidiyor?
Rusya
esas itibariyle doğal kaynaklar açısından fakir bir ülke değildir. Üstelik
ciddi bir bilgi birikimi ve eğitilmiş insan gücü vardır. Ancak önemli olan
eksikliği; nüfus azalmasıdır. Bu nüfus azalmasının nasıl bertaraf edileceği bir
problem... Muhtemelen çevre ülkelerinden özellikle Türk cumhuriyetlerinden,
biraz da Türkiye'den oraya nüfus kayması olacağını tahmin etmek mümkündür.
Rus
ekonomisinin hem doğal kaynakları var, hem teknolojik birikimi var ama henüz
kitlesel refahı sağlayacak ölçüde üretim yaptığı söylenemez. Bu aşamada bu
eksikliğini gidermesi lazım, bunun için önünde ciddi bir engel de yok. Çünkü
Sovyet rejiminde tüketim ikinci plandaydı ve insanların asgari ihtiyaçları
karşılandıktan sonra gerisi askeri açıdan temel endüstrileri güçlendirmek için
sarf ediliyordu. Şimdi artık bir ölçüde de tüketim mallarının gelişmesi
lazımdır. Burada iki strateji izleyebilirler. Ya tüketim mallarını ithal
ederler, kendileri temel endüstrilere ve silah sanayine tekrar dönerler; ya da
bunların bir kısmını da gene kendi ülkeleri içerisinde yaparlar. Ben birinci
stratejiyi kullanacaklarını sanıyorum. Yani enerji ihracıyla elde ettikleri
gelirleri halkın refahını yükseltecek bir takım malların ithalinde
kullanırlar. Burada da partnerleri şu anda Avrupa olarak gözüküyor. Bu pekâlâ
değişebilir. Yani eğer siyasi açıdan başka bir gücü takviye etmek ve
desteklemek isterlerse oraya yöneltebilirler. Türkiye'ye yöneltebilirler.
Türkiye'nin etrafında oluşacak güçle yakın ilişkiler içerisinde
bulunabilirler.
Burada bir ara
soru sormak istiyorum. Rusya-Çin ilişkileri gelişiyor diye zaman zaman haberler
çıkıyor. Amerika’ya karşı güç birliği oluşturuyorlar şeklinde. Uzakdoğu
ülkeleri, Türk Cumhuriyetlerinden de bazı ülkelerin bu birlikteliğe katıldığını
görüyoruz. Bu konuda ne dersiniz?
Bu
çok zor bir şey... Rusya ile Çin'in geçmişte de bir ittifakı vardı. Bir
ideolojik birliktelikleri de söz konusuydu ama çok kısa bir sürede bu
birliktelik sona erdi. Çünkü aslında bölgede rakip olan iki güç, Çin ve
Rusya'dır. Rusya zengin doğal kaynaklara sahiptir. Geniş arazileri olan bir
ülkedir. Çin ise bu doğal kaynaklara ihtiyacı olan ama sahip olmayan bir
ülkedir. Onun için doğal olarak onun rakibidir ve Çin'in nüfuz alanı ilk
safhada Orta Asya'ya doğru gelişmek eğilimindedir. Onun için bunun sürekli bir
iş birliğine dönüşeceğini zannetmiyorum. Ancak şu andaki ittifak gösterileri
dünyadaki stratejiye çok uygundur. Yani Amerika Birleşik Devletleri halkına
ciddi bir tehdidin olduğuna inandırmak için Rusya'nın yararına Çin'i eklemek
fevkalade akıllıca bir plandır ve böylece Amerika Birleşik Devletleri
silahlanmasını büyük ölçüde meşru hale getirir ve bu onların silahlanmasının
sebebi olarak Amerikan halkına gösterilir. O bakımdan doğaldır ama bunun
ileriki safhalarda devam edeceğini zannetmiyorum.
Rusya ile Çin
geçmişte de iyi ilişkiler kuramadılar, ikisi de komünist olduğu halde,
günümüzde de iyi ilişkiler kurması mümkün değil diyorsunuz...
Evet,
olmadı. Önümüzdeki dönemde de olacağını zannetmiyorum. Rusya, Çin'i
dışladıktan sonra, Kazakistan ile ve Türk Cumhuriyetleri ile işbirliği devam
edecektir
Türk
Cumhuriyetleri tekrar Rusya’nın nüfuz alanına mı girecektir diyorsunuz?
Evet,
burada yalnız Kafkaslarda bir gri bölgenin olacağını, Azerbaycan'ın Türkiye
ile Rusya arasında bir gri bölge şekline geleceğini düşünebiliriz. Çünkü burada
söz konusu olan İran'ın geleceğidir. Rusya, İran ile düşman olmak istemeyecek
ve kendisi doğrudan doğruya Azerbaycan'ı destekler durumda olmayacaktır.
Azerbaycan'ın, Güney Azerbaycan, yani İran Azerbaycan'ı üzerinde hak iddia
eden bir stratejisi olacak ve Rusya da buna karışamaz şeklinde bir senaryo
hazırlanacaktır.
Rusya’nın İran
ile iyi ilişkileri var gibi gözüküyor. Buradaki amaç nedir?
İran
üzerindeki Rus operasyonu, devrimden itibaren başlar. Aslında İran'daki devrim
Amerika Birleşik Devletleri tarafından hazırlanan bir devrimdi ve Rusya'yı
İslami bir kuşakla çevreleme projesiydi. Bu proje de aslında Amerika Birleşik
Devletleri'ndeki küresel sermayeye atfedilebilir. O kanalın projesi olarak da
algılanabilir. Bunu görünce Rusya kendisi de İslam’ı kontrol etmek politikasını
güttü. Hatta Rusya Üniversitelerinde bir sürü molla yetiştirdiler.
Bilindiği gibi Humeyni Fransa'da
idi. Şeriat Medari, İran'da Şah karşıtı hareketleri düzenleyen odakların lideri
konumundaydı. Ancak Humeyni,
Fransızların desteğiyle Fransızların özel uçağıyla Tahran'a geldi ve bu
Amerikan projesi, Rus Fransız ortaklığıyla sona erdi. Ancak Humeyni daha sonra Fransızları da devre
dışı bıraktı çünkü uçakta gelenler arasında Fransızların çok itibar ettiği iki
kişi vardı: Bunlardan bir tanesi, Dışişleri Bakam olan Kutupzade diğeri de
Meclis Başkanı Beni Sadr'dı. Onlar da beraber geldiler. Fakat daha sonra
Humeyni her ikisini birden idama mahkum etti. Kutupzade asıldı. Beni Sadr da
Türkiye'nin yardımıyla kaçtı. Fransa'ya yerleşti. Hala Fransa'da yaşıyor. Yani
Fransa ile olan ittifakını da bozdu. Rusya'ya yaklaştı. Dengeyi Rusya ile
kurdu Humeyni. Humeyni'den sonra başka etkilerin olduğunu görüyoruz İran'da.
Humeyni, Rusya
ile ittifak kurarken küresel sermayenin politikasından çıktı mı?
Çıktı,
tamamen çıktı. Yani Fransızları bertaraf etti. Şu anda Rafsancani var küresel
sermayeyi temsil eden ve mücadelede Rafsancani ile küresel sermaye karşıtları
arasında cereyan ediyor.
İran'ı,
Rusya nötr hale getirmek ister. Yani ya ittifak içerisinde nötr hale getirir
ya da parçalanmasına müsaade eder, göz yumar. Bence parçalanmasına göz yumacak
şeklinde görülüyor ve böylece Ortadoğu'da bir tek güç olacak. Bu güç ya İran
olabilir ya Türkiye. Şu anda ben Türkiye'nin daha avantajlı olduğunu
düşünüyorum. Çünkü Türkiye'nin petrolü ve doğalgazı yok. Hâlbuki İran tek
başına eğer birisiyle ittifak ederse Avrupa veya Uzakdoğu ile ittifak ederse bu
ittifak çok anlamlı olur. Çünkü o ülkelerin eksiğini önemli ölçüde karşılar.
Çevre ülkeler üzerinde nüfuzunu artırılabilir. O zaman da Amerika Birleşik
Devletleri ve Rusya devre dışı kalırlar. Hâlbuki Türkiye'nin böyle bir imkanı
yok.
Bir de İran’ın
nükleer enerjiye, nükleer silaha sahip olma durumu var. Rusya da yardım ediyor
bu konuda. Neden?
Şöyle
düşünelim. Dünyanın en zengin petrol kaynaklarına sahip olan bir ülke neden
nükleer enerjiye döner? Burada bir mantıksızlık var. Burada şunu görmemiz
lazım. Ya İran fosil yakıtların artık kullanılamayacağını görmüştür ve kendisi
Amerika'dan önce bu yakıtları kullanmaya başlayacaktır. Aksi halde kendi
imkânlarını neden kullanmasın? Ya da ikincisi aslında nükleer enerjiyi bir
bahane edip nükleer bir güç haline gelmek istemektedir. Bir de bu olabilir. Onu
bahane olarak kullanır. İran’ın dünya ölçeğinde nükleer güç olması mümkün
değildir. Çünkü öbürlerinin 50 senelik bir mazisi var ve çok büyük stokları
var. Üstelik bir tehlike haline geldiğini gördüklerinde bertaraf ederler. Yanı
insanlar savaşır bunun için.
Burada
benim gördüğüm kadarıyla İran'ın nükleer çalışmaları aslında Rusya tarafından
tahrik ediliyor, teşvik ediliyor ve İran bir model olarak kullanılıyor. Yani
deniliyor ki, bakınız dünyadaki bütün ülkeler nükleer enerjiye geçemezsiniz.
Geçerseniz yakıtını bizden almak zorundasınız. Bunun sınavı veriliyor orada.
Burada bir kural oluşacak, İran üzerinden. Denilecek ki, eğer bir ülke nükleer
enerji elde edecekse, bunun yakıtını kendisi imal edemez veya teknolojisini
kullanamaz. Çünkü bu aynı zamanda nükleer silahların yapımına yol açar. Onun
için siz bizim ürettiğimiz yakıtları kullanacak ve nükleer enerjinizi böyle
elde edeceksiniz ve biz bunu sürekli olarak denetleyeceğiz. İran nükleer
enerjinin denetimi konusunda ortaya konulacak prensiplerin oluşmasına yardım
ediyor. Başka hiçbir sonuç çıkmaz buradan.
Dünyanın
bu döneminde insanların veya iki büyük gücün Rusya ve Amerika Birleşik
Devletleri'nin birbiriyle mücadele ederek, birbirini yenerek var olacağı bir
yer yoktur. Çünkü böyle bir çatışma, eğer bu bir savaşa dönüşürse dünyanın
sonunu getirir. Onun için mutlaka masa başında pazarlık ederek, hesaplayarak,
benimki az olsun çok olsun diyerek değil, denge nasıl kurulur, kaç gramı bana,
kaç gramı sana şeklinde, bu terazi dengede dursun diye bir hesap yapılacaktır.
Burada insanlar yanılıyor. Diyorlar ki, herkes kendine çekmeye çalışıyor.
Hayır, kendine çekmenin kendi tarafını güçlü kılmanın dengesizlik yaratacağını
her iki taraf da biliyor. Şöyle de diyebilir birisi: "Benim hissemden şu kadarını sen al. Yoksa dengesizlik
oluşuyor" bile diyebilirler.
Bu
nedenle, Ortadoğu'da yapılmak istenen şey şu: Enerji kaynakları tüm dünya
üzerinde özel kontrol altında tutulacaktır. Orta Asya'daki enerji kaynakları
Rusya'nın kontrolünde, Ortadoğu'daki enerji kaynaklarının kontrolü de Amerika
Birleşik Devletleri'nde olacaktır. Bunlar hiçbir zaman Avrupa'ya
bırakılmayacaktır.
Benim
gördüğüm kadarıyla, eğer İran'ı parçalamayı başarırlarsa bir kısmı Rusya
tarafından, bir kısmı Amerika Birleşik Devletleri tarafından kontrol edilecek.
Geriye kalan tüm Ortadoğu petrolleri tamamen Amerika Birleşik Devletleri'nin
kontrolünde olacak ama özellikle doğalgazın kontrolünü Rusya'ya bırakacaklar.
Böylece bir denge oluşacak.
Avrupa Birliği,
Türkiye’yi alacağız almayacağız tartışması yaşarken, son yıllarda eski gücünden
epeyce uzakta görünüyor. Bir de Avrupa Birliği’nin omurgasını oluşturan
ülkelerdeki iktidar değişiklikleri de Avrupa Birliği’nin politikasını
etkilemeye başladı. Merkel’in Almanya’da iktidara gelmesi, Sarkozy’nin
Fransa’da iktidara gelmesi görüş farklılıklarının da oluşmasını beraberinde
getirdi. İngiltere’de de Tony Blair gitti. Avrupa Birliği bundan sonra nereye
gider?
Avrupa
Birliği'nin kuruluş esasındaki temel düşüncesi Amerika Birleşik Devletleri ve
Rusya dışında bir güç oluşturmakta. Çünkü İngiltere ve Fransa savaşın galibi
sayılıyorlardı ama en çok güçlerini onlar kaybetmiş görünüyordu. Mesela De
Gaulle hiçbir şekilde bu iki gücün altına girmek istemiyordu. Avrupa
Birliği'ni yeni bir güç halinde oluşturmak niyetindeydiler. Aslında İsmet
Paşa'nın bir sözü bu tabloyu iyi tarif eder. "Amerika Birleşik
Devletleri'ne karşı yeni bir dünya kurulur. Türkiye burada yerini alır"
demişti. Kurulmak istenen dünya Avrupa'ydı ve Türkiye onun içerisinde yer alacaktı
ve bu açıklamayı Amerika Birleşik Devletleri'ne karşı yapıyordu.
Amerika
Birleşik Devletleri başından beri böyle yeni bir gücün oluşmasını engelledi.
Fransa'nın kullandığı kozlardan bir tanesi şudur: Avrupa için çok fazla
birikmiş euro dolarlar vardı. Bu dolarları Amerika Birleşik Devletleri'ne iade
edip Brethon Woods antlaşmasına göre bunun karşılığı olan altınları götürmek
istediler. Bunun üzerine Amerika Birleşik Devletleri Brethon Woods
antlaşmasını tek taraflı olarak fesih etti ve bu taahhütlerini yerine
getirmedi. Aslında dolar karşılığında altın vermek mükellefiyeti, yükümlülüğü
vardı. Bunu yerine getirmedi. Mücadele devam etti.
Sonra
Amerika Birleşik Devletleri'ndeki bir grupla özellikle İngiltere'nin arasında
bir uzlaşma olduğunu görüyoruz. Başlangıçta Avrupa Birliği'ne alınması konusunda
İngiltere iki defa reddedilmesine rağmen üçüncü defasında girdi ve başrolü
oynamaya başladı. Yeni proje; Amerika Birleşik Devletleri'ne ve Rusya'ya karşı
yeni bir güç oluşturmak yerine küresel sermayenin egemen olduğu yeni bir güç
yaratmak, Rusya'yı kontrol altına almak ve Amerika Birleşik Devletleri'ni de
bir kenarda bırakmak şeklinde özetlenebilir.
Bu
stratejiden sonra Avrupa Birliği'nin kimlik değiştirdiğini söyleyebiliriz.
Mesela İngiltere, Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne alınması için büyük destek
verirken, Fransa ve Almanya bu ortaklığa karşı çıkıyordu. Bunun sebebini kimse
araştırmadı. Asıl sebep şudur: Fransa hala bağımsız bir Avrupa fikri peşinde
koşarken, İngiltere bağımsız bir Avrupa'dan ziyade küresel sermayeyle iş
birliği yapan, onu kontrol eden, onunla bütünleşen bir Avrupa Birliği yaratmak
sevdasındadır.
Bu
nedenle Avrupa'da bir çatlak meydana geldi. İki Avrupa oluştu. Bir tanesi
İngiltere'nin önderliğinde İspanya, İtalya, Polonya'yı içerisine alan bir
grup... Bunlar Türkiye'yi de bu grubun içerisine dahil etmek istiyorlar.
İkincisi Merkezi
Avrupa
dediğimiz Almanya-Fransa İkilisi şeklinde bir ayrım ortaya çıktı. Bu artık
bence, Avrupa Birliği'nin oluşmayacağı anlamını da taşıyor.
Türkiye'ye
itirazları, Türkiye'nin önemsizliğiyle veya farklı medeniyetten gelmesi ve
farklı dine sahip olmasından ziyade, İngiltere'nin tamamen kontrolüne girmiş
gözükmesinden kaynaklanıyordu. Merkezi Avrupa ülkeleri dediğimiz Almanya ve
Fransa, Türkiye'nin de dâhil olacağı İngiliz bloğunun Avrupa üzerinde
egemenlik kurmasının, kendilerini güçsüz bırakacağı kanaatine vardılar ve
kesinlikle Türkiye'nin girmesine izin vermediler. Bu iki güç arasındaki mücadele
bir tarafın üstünlüğü ve Avrupa'yı bir tarafın kontrol etmesiyle sonuçlanacak
gibi görünmüyor. Görünen Avrupa Birliği'nin giderek dağılacağı veya bir
şekilden ibaret kalacağı şeklinde.... O zaman Almanya ve Fransa bir ittifak
içerisinde olabilirler.
Peki, Almanya’da
Merkel’in iktidara gelmesi ve Fransa’da Sarkozy’nin iktidara gelmesi, sizin de
vurguladığınız gibi Avrupa’nın küresel sermayenin bir üssü haline gelmesine
yardımcı olmaz mı?
Hayır,
olamaz. Tam tersine, onlar da kendilerine bağımsız olarak bir yol arayacaklar.
Küresel sermayenin etkilerinin İngiltere'de bile giderek kaybolduğunu
görüyoruz. Zaten Tony Blair'in herhangi
bir seçim kaybetmediği halde yönetimden ayrılmasının sebebi de İngiliz
politikasının değiştiği anlamını taşıyor. O halde şöyle söyleyebiliriz:
Avrupa Birliği bir şekil olarak kalacak ve giderek dağılacak. Dağıldıktan sonra
tekrar her ülke kendi müttefikim bulacak.
Burada
şu tahminlerde bulunabiliriz: Sarkozy zaten Amerika Birleşik Devletleri'ndeki
Bush yönetimiyle çok iyi ilişkiler kurmak istiyor. Bunu bir ittifak ilişkisi
şeklinde düşünebiliriz. Burada Sarkozy'nin diğer bir planı da Akdeniz
Birliğini oluşturmak. Akdeniz Birliği, Avrupa Birliği ile tezat teşkil ediyor.
Avrupa Birliği'ne eklenmek şeklinde değil de Akdeniz'i Fransa önderliğinde
organize etmek buna Türkiye'yi de dâhil etmek ve bunun Amerika Birleşik
Devletleri'yle ittifakını sağlamaktır. Esas amacı budur. Bu suretle Almanya'yı
da dışlayacak, İngiltere'nin önemi kalmayacak. Akdeniz'i kontrol eden bir
Fransa karşısında İngiltere, eğer Ortadoğu'da da kalamazsa bir ada devleti
haline dönüşecektir. Fransa'nın projesi budur ve bunu Amerika Birleşik
Devletleri'ne kabul ettirmek istiyor.
Evet,
artık Avrupa'yı bir bütün halinde dünyanın egemen güçlerinden birisi haline
getirmek projesi sona ermiştir bir defa. Artık oradaki her ülke kendi
müttefikini arıyor. Burada asıl önemli olan konu Almanya'nın geleceğini tarif
etmektir.
Benim
tahminim Almanya, Amerika Birleşik Devletleri bloğuna yaklaşmaktan daha çok
Rusya bloğuna yakın olacaktır. Rusya'nın da böyle bir güçle ittifakı Rusya'yı
önemli ölçüde güçlendirir. Böyle bir birlikteliğin ekonomik lokomotifi
Almanya, askeri ve doğal kaynak lokomotifi de Rusya olur.
Buna Türkiye de
katılabilir mi?
Zannetmiyorum
Türkiye'nin katılacağım. Ben Türkiye etrafında yeni bir bütünleşmenin
olacağım, Ortadoğu ülkelerinin bu bütünleşmeye katılacağını ayrıca Yunanistan
ve bazı Balkan ülkelerinin de dâhil olabileceğini düşünüyorum. Rusya ile
Amerika Birleşik Devletleri gücü arasında bir ara bölge, bir gri bölge haline
oluşacak.
Ayrı bir güç
olarak mı?
Türkiye
artı bir güç oluşturabilir ama bu Rusya'nın da Amerika Birleşik Devletleri'nin
de, Almanya'nın da hoşuna giden bir güç olacaktır ama bunun dünya üzerindeki
rolü sınırlı olacaktır. Askeri açıdan bölgesel bir güç olacak ama stratejik
önemi olmayacakta. Çünkü Türkiye'nin nükleer silahları yoktur. Deniz aşırı
harekâtlara müsait değildir imkanları... Sadece bölgesel bir güç olacak,
Amerika Birleşik Devletleri ve Rusya stratejik dengeyi sağlayacaktır.
Türkiye’nin
nükleer silahları yok dediniz. Şu anda Türkiye nükleer bir tesis kurmak için
büyük çaba gösteriyor. Bu gelecekte nükleer silaha da sahip olmasının önünü
açabilir mi?
Bu
tür nükleer tesisler bütün dünyada yayılacak ama bu nükleer tesislerde daha
evvel belirttiğim gibi uranyumu zenginleştirmek ya da yakıtın ham maddesini
temin etmek için, Rusya ve Amerika Birleşik Devletleri'ne ihtiyaç olacak, onların
tekelinde olacaktır. Her ülke yakıt ham maddesini bu iki ülkeden alacak. Bunlar
sürekli olarak adı uluslararası olan ama esas itibariyle Amerika Birleşik
Devletleri ve Rusya'nın kontrolünde olan bir merkez tarafından denetlenecek ve
hiç kimse nükleer silah yapamayacak. Onun için Türkiye'nin de önümüzdeki
dönemde nükleer bir güç olması ihtimali yoktur, yakın zamanda...
Çin birçokları
tarafından yeni bir güç olarak nitelendiriliyor. Amerika Birleşik Devletleri’ne
kafa tutabilecek şu andaki tek gücün Çin olduğu iddia ediliyor. Dünyanın en
kalabalık nüfusuna sahip... Siz Çin’i nasıl görüyorsunuz? Geleceğin en güçlü
ülkelerinden biri olabilir mi?
Genelde
Çin'in büyük nüfusu ve geçmişteki medeniyeti nedeniyle, çok önemli bir güç
olacağını ve bu nüfus kalkınırsa Amerika Birleşik Devletleri açısından hem
ekonomik olarak hem askeri olarak büyük bir tehdit teşkil edeceğini söylüyorlar.
Ama burada bir çelişki var. O çelişki de şu: Çin gelişmesini uluslararası
sermayenin desteğine borçlu. Amerika Birleşik Devletleri kaynaklı uluslararası
sermaye neden kendi rakibini, kendisini tehdit eden gücü, kendisi oluştursun.
Böyle bir şey kabul edilemez.
Burada Çin'e yönelik strateji şu deniyor:
Ucuz emeği ülkenize getirir buradaki fabrikalarda kullanırsınız, üretim
yaptırırsınız ve böylece üretim maliyetleri düşer. Bundan daha doğrusu üretimi
ucuz emeğin olduğu yerde yaptırın. Böylece ucuz emeğin getirdiği sosyal
problemler de ortadan kalkar ve siz bunu ithal edersiniz kullanırsınız. Bunun
iki faydası vardır: Birincisi çok ucuz emekle üretilmiş malları alırsınız.
İkincisi bu malların fiyatları dünya üzerinde işçi ücretlerinin azalması
sonucunu doğurur. Kimse bununla rekabet edemeyeceği için ücretleri artıramaz.
Ücret arttırma baskısından da kurtulmuş olursunuz. Bu uluslararası sermayenin
çok güzel bir taktiği ve bunda da başarılı olmuştur. Çin'in Amerika Birleşik
Devletleri'ne ürettiği tüketim mallarıyla rekabet ederek bir tehdit olması
falan söz konusu değildir. Çünkü bu konuma bilinçli bir şekilde bir politika
sonucu getirildi.
Çin'in
ekonomik kalkınması çok hızlı ama bu ekonomik kalkınmanın içerisinde bazı
problemler de var. Bu problemleri görmek gerekir. Birincisi, ürettiği mallar
belirli pazarlara yöneliktir ve en büyük pazarlarından bir tanesi de Amerika
Birleşik Devletleri'dir. Eğer buraya satış yapamazsa Çin endüstrisinde büyük
bir gerileme olur. Çünkü ürettiği malları başka herhangi bir ülkeye satamaz,
kendi iç tüketiminde de kullanamaz.
İkincisi Çin'in finans kesimi de ciddi
bir problem yaşıyor. O
da şu: Çin ürettiği mallardaki ucuzluğu sağlamak için sadece ucuz işçi
emeğinden yararlanmakla kalmıyor ayrıca da dolaylı bir sübvansiyon uyguluyor. O
da şöyle, üretim yapan kesime kredi veriyor. Bu krediler büyük ölçüde batak
krediler haline dönüşüyor. Çünkü firmalar ürettikleri malı, maliyetinin
altında ihraç ediyorlar, zararlarını da sanki bankaya borçmuş gibi
gösteriyorlar, ama bu borç hiçbir zaman tahsil edilemeyecek bir borç... Yani
Çin'in finans yapısı eğer herhangi bir şekilde ekonomide bir aksaklık olursa
çöker.
Amerika Birleşik Devletleri orada
bir iktisadi yapı oluşturdu ama bu iktisadi yapının altına da zamanı
geldiğinde kullanılmak üzere dinamitlerini yerleştirdi. Herhangi bir ihtiyaç
halinde bu dinamitleri patlatacak ve Çin'in ekonomisini çökertecek. İkinci
olarak da Çin'in strateji değiştirmesi tüketime yönelik mal üretmesi veya
dünyanın diğer pazarlarına mal üretmesini engellemek için de bir şantaj aracı
olarak onun enerji kanallarını kontrol altına aldı. Yani böyle bir ekonomik
yapının Amerika Birleşik Devletleri ile rekabet edeceğini düşünmek mümkün
değildir.
Silah
gücü olarak da sadece Rusya'yı tehdit edebilir. Amerika Birleşik Devletleri
için tehdit teşkil edemez. Kıtalararası operasyon yapabilecek bir askeri gücü
yok. Ancak kara harekâtı yapabilir. O zaman da, zaten böyle bir savaşta
nükleer silahlar devreye girer.
Ben
tahmin etmiyorum.
Japonya, dünyanın
en çok milli gelirine sahip olan üçüncü ülke... Gerek ekonomik açıdan, gerekse
teknoloji açısından da ileriye doğru gidiyor... Ama bana tüm bu büyüklüğe rağmen
“ürkek” bir ülke izlenimi veriyor. Japonya’yı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Son
zamanlarda ekonomi tek kriter haline geldi ülkeleri değerlendirmek için. O
bakımdan, "Japonya'nın milli geliri oldukça yüksek, ileri
teknolojiyi kullanan bir ülke öyleyse bu büyük bir ülkedir" deniyor. Dünya üzerinde etkisi çok
olacaktır ama egemenlik tek boyutlu değildir. Askeri boyutu vardır ve onun
dışında doğal kaynaklan kontrol etmek gibi bir boyutu vardır. Bir de siyasi
boyutu vardır. Bu
üç boyutta da Japonya yoktur. Sadece ekonomi boyutu var. Şimdi zaten
başlangıçta Amerika Birleşik Devletleri Japonya'yı yendikten sonra onun
kalkınması için her türlü fedakârlığa katlandı. Yani hem sermayeyi verdi, hem
de teknolojiyi verdi. Eğer kendisine rakip olacağını düşünseydi bunu yapmazdı.
Mesela o tarihte neden Türkiye'ye gelmedi. Neden Türkiye'yi kalkındırmak gibi
bir projenin peşinde koşmadı. Sebebi şu, Japonya büyük bir güç olamaz.
Birincisi, nükleer silahlara sahip olma gibi bir imkânı yoktur. Nükleer
silahlar edinemez. Büyük bir ordu kuramaz. Hepsi sanayide çalışıyorlar. Onun
dışında doğal kaynaklarını kontrol edemez. Enerji kaynaklarını kontrol edemez.
Böyle bir ülke büyük bir güç haline gelemez.
Yani ekonomik
yönden güçlü olabilir ama stratejik olarak güçlü, dünyada etkisi olan bir ülke
haline gelemez mi diyorsunuz?
Gelemez.
Mesela bugün dünyada bir problem olduğu zaman “Japonya ne düşünüyor?"
diye soran yoktur. Oysa Rusya, Japonya'dan ekonomik olarak çok geri bir ülke
ama Rusya ne diyor diye soruluyor.
Bir ara sorusu
olacak ama sormadan da geçemeyeceğim. Japonya da, Almanya da kendi ordularını
kuramıyorlar. Daha doğrusu minik
veya sembolik diyebileceğimiz bir askeri güçleri var. Bu ne zamana kadar devam
edecek hocam?
Burada
önlerine koyacakları sınır şudur. Nükleer silah edinemeyecekler. Nükleer silah
edinemediğiniz zaman da stratejik dengeyi sağlayamazsınız. Yani diyelim ki
Japonya çok iyi uçaklar yaptı, uçak gemileri yaptı ama nükleer silahları yok.
Bir çatışma anında hiçbir şansları yoktur. Birkaç nükleer bombayla onu dize
getirirler.
Hindistan ve
Pakistan nükleer silaha sahipler. Bu konuda ne dersiniz?
Evet,
sınırlayacaklar onları. Burada şöyle bir şey düşünülebilir. Bu iki ülke
arasında mevzi, sınırlı bir nükleer çatışmaya izin verebilirler. Bu da şunun
için: Bütün dünyaya nükleer silahların gücünü ispat etmek için. Eğer bu iki
ülke çatışırsa hiç kimse Hindistan'dan ve Pakistan'dan korkmaz, Amerika ve
Rusya'dan korkar.
Bunların
elinde bir-iki adet var, ama Amerika Birleşik Devletleri'nin ve Rusya'nın
elinde bunlardan binlercesi var derler. Bizi yok eder derler. Ondan sonra da
zaten onları ilk kullanımdan sonra frenlerler. Yani Amerika ve Rusya'nın dışında
sınırlı olarak Fransa ve İngiltere'nin nükleer güç olmasına imkân veriliyor.
Fakat başka bir ülkenin nükleer silaha sahip olması kesinlikle engellenecek ve
bunun için de laboratuvar İran'dır. İran'da bu işin kuralları belirlenecek.
Hindistan,
Çin’den sonra dünyanın nüfusu en fazla ülkesi... Son zamanlarda hem teknolojik
hem de ekonomik anlamda ataklarını görüyoruz. Farklı bir ülke... Hindistan’ın
geleceğini nasıl görüyorsunuz?
Hindistan
ile Çin'in arasında bazı farklar var. Bu farklardan bir tanesi, Hindistan
özellikle ileri teknoloji ve yazılım programlarında öne geçti. Esasen geçmişten
beri Hindistan'ın bir ekonomik kalkınma stratejisi vardır. Bu stratejisi şudur:
Bir yandan en geri teknolojileri kullanırken, diğer yandan belirli
sanayilerde, belirli kesimlerde ileri teknolojiye adapte olmaktır. Yani ikili
bir sanayi stratejisi uyguluyorlar.
Onun
dışında bilimsel gelişmelere çok önem veriyorlar. Hindistan Çin'den d alı a
şanslı gözüküyor. Onun dışında nüfus artışı da Çin'deki gibi kontrol
edilmiyor. Alabildiğine nüfus artışı var. Ancak bu gibi ülkelerin büyük güç
olma ihtimali çok yüksek değil. Yani bir açıdan bakıldığı zaman büyük güç
olmak dünya ekonomisini kontrol etmek, askeri açıdan kıtalararası harekat
imkanına sahip olmak, teknolojide öncülük yapmak anlamına gelir. Bu üç faktör
de Hindistan'da yoktur.
Biraz taşeron
ülke gibi...
Taşeron
bir ülke gibidir. Orada da bir başka şekilde Çin'deki strateji uygulanıyor.
Yani Hintli mühendisleri Amerika'ya getirmek yerine, orada yazılım yaptırmak
veya bir takım üretimleri yaptırmak gibi bir işlevi yerine getiriyorlar. Ucuza
mal ediyorlar. Hiç fark etmiyor. Çin'de olduğu gibi ucuz işçiyi fabrikanın
olduğu yere getirme yerine, fabrikayı ucuz işçinin olduğu yere getir prensibi
uygulanıyor. Bu prensip sona eriyor, bence... Bunun sebebi de şu, ileri
teknoloji giderek bir sürü insanın işsiz kalmasına sebep oluyor. Onun için
Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa muhtemelen giderek o ülkelerde
yaptırdıkları işleri kendi ülke vatandaşlarına yaptıracaklar ve yeni bir modele
geçecekler. Burada bütün bu kurulu sistemler de işsiz kalacak. Yani
Hindistan'daki bu mühendisleri Hindistan için nasıl kullanırsınız?
Avrupa böyle bir
nitelikli eleman göçüne hazırlık yapıyor...
Evet.
Belki bu sefer insanların önde gelenlerini veya gerekli olanları, kendi
ülkelerine çağırmak şeklinde olabilir.
Pakistan'da
Pervez Müşerrefin iktidarında, kendisi nasıl oluyorsa hem Devlet Başkanı, hem
de Genelkurmay Başkanı. Baskıcı bir yönetimle ülkeyi idare ediyor. Pakistan’da
neler oluyor, Pakistan nereye gidiyordu? Pakistan’ın bölgedeki durumu nedir?
Pakistan'ı
incelmek için dış politikasına daha doğrusu dünya için rolüne ve önemine bakmak
lazımdır. Esas itibariyle zaten İngiltere tarafından kurulduğunda da
Hindistan'ı dengelemek üzere tesis edilmiş bir devlettir ve oradaki gelişmeler
tamamen dünyanın ihtiyaçlarına cevap verecek nitelikte olmuştur. Gerçi birçok
ülkelerde de böyledir ama bu Pakistan'da çok daha belirgindir.
Başlangıçta
Pakistan, İngiltere'nin etkisini devam ettirmiştir. Pakistan'ın bağımsızlığı
sonrasında iktidara gelen Muhammed Ali Cinnah zamanında da, İngiltere'ye olan
bağımlılık devam etmiştir. Daha sonra iktidara gelen, Zülfikar Ali Butto ve
kızı Benazir Butto da aynı çizgide devam etmişlerdir.
Ancak
Hindistan'da Rusya etkinliği arttıkça, daha açık bir ifadeyle Ruslarla yakın iş
birliği yaptığı sürede, Amerika Birleşik Devletleri Pakistan'a müdahale
ihtiyacını duydu ve ondan sonra peş peşe darbeler geldi. Buradaki değişmelere
dikkat ettiğimiz zaman başlangıçta Butto'lara karşı İslami bir eğilim ortaya
çıktı, Ziya ül Hak geldi. Daha sonra da onun yerine Hindistan ile çatışmayı
tahrik edebilecek bir iktidara yer verildi. Pakistan'ın içerisinde iç çatışmalara
baktığımız zaman her zaman dünya konjonktürüyle uygun olduğunu görüyoruz.
Yani Pakistan'ın hangi rolü oynaması gerekiyorsa orada iktidarlar ona göre
değişiklik gösterdi.
Bu kadar askeri
darbe olmasını nasıl değerlendiriyorsunuz hocam? Yani bir Amerikan müdahalesi
mi diyorsunuz?
Tabi,
bir Amerikan müdahalesi diyoruz. Ona göre iktidarlar değişiyor. Pakistan'ın
oynayacağı role göre darbeler yapılıyor ve iktidarlar değiştiriliyor. Şu
andaki yönetim esas itibariyle silahlı kuvvetlerle İslamcı grupların işbirliği
şeklinde nitelendirilebilir. Fakat burada ortaya çıkan sorun, siyasal iktidarın,
daha doğrusu silahlı kuvvetlerin artık İslamcıları kontrol edemez hale
gelmesinden ve İslam içerisinde batı aleyhtarı ciddi bir hareketin
oluşmasından kaynaklanıyor. O zaman bunu tasfiye etmek gerekti.
Burada
iki yol var. Bunlardan bir tanesi, yani batıyla barışık bir İslam anlayışını
Pakistan'a empoze etmektir. İkincisi de, laik bir iktidarı başa getirmektir.
Burada iki gücün mücadele ettiğini görüyoruz. Bir tanesi İngiltere'nin
desteklediği Benazir Butto ve onun getirmek istediği laik rejim, ötekisi ise
Amerikalıların desteklediği ve Suudi Arabistan'da ikamet eden Navaz Şerif'in
Pakistan'a gelmesi suretiyle ılımlı bir İslam modelinin uygulanması.
Burada
Pakistan'ın rolü nedir sorusu, Pakistan'daki rejimi de belirliyor.
Pakistan'dan beklenen şey bölgede yeni oluşacak güçlere karşı batı lehine bir
tampon görevi görmektir. Yani eğer Çin ya da Hindistan, esas olarak Hindistan
güçlenirse onu dengeleyebilecek bir gücü orada oluşturmak amacına yönelik
çalışmalar yapılıyor. Pakistan'daki siyasi gelişmeleri hep bu açıdan
değerlendirmek lazımdır. Bu iki ihtimalden hangisi güçlüdür sorusuna gelince
şöyle diyebiliriz. Muhtemelen Butto'nun gelmesine izin verebilirler ve bugünkü
Cumhurbaşkanıyla birlikte ortaklaşa bir iktidar oluşturmayı kabul edecekler ve
böylece bir Amerika-İngiltere dengesi kurulacak gibi gözüküyor.
Peki, Pakistan’ın
nükleer bir silaha sahip olmasıyla nasıl bir mesaj verilmek istendi?
Bu
tamamen Hindistan'a karşıdır. Hindistan'da nükleer çalışmalar başlayınca hemen
Pakistan'a bu konuda destek verildi. Buradaki denge esas itibariyle dünya
üzerindeki nükleer bir dengeden ziyade bölgesel bir nükleer dengedir. Hindistan'a
karşı Pakistan'ın bir nükleer gücünün olması istendi. Hatta çoğu zaman acaba
ilk nükleer çatışma Pakistan ile Hindistan arasında olacak mı ve böylece
dünyaya nükleer silahların ne kadar kuvvetli ve tehlikeli olduğunu gösteren
bir show yapılacak sorusunu kendi kendime sordum. Böylece bu iki ülke arasında
yapılacak nükleer çatışma hem Amerika Birleşik Devletleri'ni hem Rusya'yı
dünya üzerinde çok etkin duruma getirecektir. Çünkü bunların sahip olduğu
silahlar çok sınırlı. Oysa Amerika Birleşik Devletleri ile Rusya'nın sahip
oldukları bütün dünyayı birkaç kere imha etmeye yetecek seviyede.
Afganistan’da
savaş yıllarca devam ediyor. Nedir Afganistan’ın özelliği? Afganistan neden
bölge için önemli bir hale geldi? Neden hâlâ 11 Eylül’le başlayan NATO gücü
orada bulunmaya devam ediyor? Hadi Amerika’nın çıkarları var diyelim, NATO’
gücünün orada bulunmasının ne anlamı vardır? Afganistan bölge için ne ifade
ediyor?
Afganistan
aslında sizin de söylediğiniz gibi NATO’yu ilgilendiren bir mesele değil,
hatta ilk bakışta Amerika Birleşik Devletleri için de çok anlamlı sayılamaz.
Fakat buna rağmen oradalar. O hareket ilk başladığında, Afganistan'ın işgali
sırasında, bu hareketin aslında Çin'e yönelik olduğunu ve Çin'in herhangi bir
Orta Asya çıkarması veya Orta Asya'ya yönelik herhangi bir hareket karşısında
Amerika'nın da buna karşı çıkacağını göstermek üzere yapılmış bir gösteri
olduğunu düşündüm. Bugün de aynı şeyi düşünüyorum.
Yani Afganistan'daki Amerikan varlığı esas itibariyle hiçbir şekilde Rusya'ya
karşı değil daha çok Çin'e karşı Amerika ve Rusya'nın bir ortak tavrı gibi
algılanabilir.
Bu süreç devam
edecek mi? Afganistan’ın geleceğinde ne görüyorsunuz? Son zamanlarda Taliban’ın
zaman zaman etkisinin arttığını görüyoruz. Bir ironi midir, dünyada üretilen
uyuşturucunun da en büyük kaynağı Afganistan... Bu yönlerden bakılırsa
Afganistan’ı neler bekliyor?
Taliban
yönetiminin egemen olduğu dönemlerde, Afganistan'daki haşhaş üretimi oldukça
azalmışta. İnançları nedeniyle Taliban haşhaş üretimine izin vermiyordu. Oysa
Amerika Birleşik Devletleri ve NATO kuvvetlerinin oraya intikalinden sonra
haşhaş üretimi eski düzeyine yükseldi. Orasını hala bir haşhaş üretim merkezi,
üssü olarak kullanıyorlar. Amerika Birleşik Devletleri'nin veya batılıların bu
üretimi sona erdireceklerini de düşünmemek lazım.
Çünkü
uyuşturucu konusunda izlenen politikayı şöyle özetleyebiliriz. Dünya üzerinde
çok sayıda bağımlı var. Bu bağımlıların eğer tedarik imkanlarını ortadan
kaldırırsanız bu kimseler ya uyuşturucu bulamadıkları için sokaklara dökülecekler
ve büyük bir kaos olacak. Tedavi edilmesi imkânsız olacak, hastaneler yetişemez
hale gelecek ve belki de başka uyuşturucular kullanacaklar. Muhtemelen
sentetik uyuşturucular kullanacaklar ve böylece çok sayıda uyuşturucu imal
eden yeraltı laboratuvarları ortaya çıkacak. Halbuki şimdi Afganistan menşeli
olunca ve geçiş yollan belli olduğu sürece batılı devletler bunu kontrol
altında tutuyorlar. Uyuşturucu bağımlılarını madem tedavi
edemiyoruz ihtiyaçlarını karşılayalım ama yeni bağımlılar oluşmasını
engelleyelim, diyorlar. Bunu ne kadar engelleyebilirler ama en azından sınırlı
sayıya indirebilirler. Uyuşturucu politikası böyle... Yani kesinkes Afganistan
uyuşturucusunun önünü kesmek gibi bir politikaları yok şu anda.
Afganistan,
Amerika Birleşik Devletleri'nin bir üssü olarak devam edecektir. Ve yine
Amerika'nın Pakistan'daki varlığının süreceği beklenebilir. Burada da gene
gelecekte ılımlı bir İslam modelinin uygulanmasının muhtemel olduğunu
söyleyebiliriz. Böylece Çin'le aralarında ideolojik bir farklılaşma olacak.
Yine aynı şekilde Hindistan'a karşı da bir ideolojik farklılaşma olacak.
Rusya'nın da kendi içerisinde mevcut Müslüman unsurlar nedeniyle İslam dünyasıyla
çatışma içerisinde olmayacağını söylersek böylece Uzak Doğu'dan gelecek
etkilere karşı orada bir duvar örülmüş olacak.
Evet, İran için
ne düşünüyorsunuz? Konuşmanın başlarında zaman zaman gündeme geldi ama İran’ı
daha yakından analiz etmek açısından tekrar soracağım. İran nereye gidiyor?
Bölgedeki etkisi ne olacak?
İran
için söylenen şey çok eski bir devlet geleneğine sahip olduğu ve bu devlet
geleneği nedeniyle de rasyonel dış politikalar uyguladığı şeklinde bir kanaat
vardır. Ancak günümüzde aynı şeyin olduğunu söylemek kolay değil. Zaten 1979 devrimi de esas
itibariyle bir Batı operasyonu olarak başladı. Yani Şah rejiminin son
günlerinde Şah'ın hastalığı nedeniyle alternatif iktidar aranırken, işin
ilginç yanı bu iktidar alternatifleri de Batı'da arandı, ülke içerisinde değil.
Aranırken çeşitli modeller üzerinde duruldu. Şah’ın yerine oğlunun geçirilmesi
ve Şah rejiminin devam etmesi ya da burada bir İslam cumhuriyeti kurulması
istendi. İslam Cumhuriyeti'nin kurulmasının nedeni de yeşil kuşak projesine
dâhil olmaktan kaynaklanıyordu. Yani güneyden Sovyetler Birliği'ni çevirmek
istiyorlardı.
Başlangıcı Şeriat
Medari tarafından yürütülen İslamcı hareket daha sonra Rus-Fransız ortaklığıyla
Humeyni'nin eline geçti ve Humeyni özel bir uçakla Paris'ten Tahran'a
getirildi.
Bunu Fransızların hoşgörüsü olarak değerlendirmek yanlış olur. Bu politik bir
tavırdı. İran'da hazırlanmış olan İslama hareketin başına Humeyni'yi
yerleştirdiler. Daha sonra da Humeyni, Fransız etkisini bertaraf etmek için
kendisiyle beraber gelen iki kişiyi (Kutupzade'yi idam ettirdi, Beni Sadr ise
Fransa'ya kaçtı) tasfiye etti. Bundan sonra İran'da yine dışarının
etkilerinden kaynaklanan mücadeleler oldu. Bu mücadeleler Rusya'ya yakın olan
mollalar kanadıyla Batı ile iş birliği yapmak isteyen mollalar arasındaki bir
mücadele olarak ortaya çıktı. Mesela bunlardan Rafsancani esas itibariyle
küresel sermayeyle yakın ilişkileri olan bir grubun önderliğini yapıyor ve şu
anda önemli ölçüde güçlü. Buna karşılık her ne kadar Ahmedi Nejat, Bati karşıtı
bir tavır izlemekle beraber, asıl ülke içerisinde bu zengin mollalara karşı
çıktığı için, Amerika Birleşik Devletleri'nin çok hoşuna gitmeyen bir lider
olduğu söylenemez.
Sonuçta
özellikle Amerika Birleşik Devletleri İran'daki bütünlüğü bozmak isteyecek. Bu
yönde bir politika izleyecektir. Bu politika tıpkı Irak'taki gibi, İran’ın
parçalanması ve çeşitli bölgelere ayrılmasını sonuçlamak amacını güder. Burada
izlenecek politika da Azeri-Farisi çatışmasını körüklemektir. Zaten Kürtler bir çatışma
içerisine sokulacaktır. Daha doğrusu Irak'taki harekat
oradaki Kürt bölgesine de intikal edecek. Amerika
Birleşik Devletleri'nin bunu yaparken asıl niyeti İran'ın zengin petrol ve
doğalgaz kaynakları nedeniyle kendisine ekonomik rakip olacak güçlerin, yani
Uzak Doğu'daki Çin, Japonya ve Avrupa'nın bağımsız olarak kendi kontrolü
dışında bir anlaşmaya girip onların ihtiyaçlarını temin etmesini
engellemektir. Bu amaçla da orada güçlü devlet yapıları oluşturmasına imkan
vermeyeceğini düşünüyorum.
Rusya'nın
tavrının da bu konuda Amerika Birleşik Devletleri ile çatışma şeklinde
olacağını tahmin etmiyorum. Bu modeli Rusya da destekleyecektir. Böyle bir
yapının oluşması muhtemeldir. Irak operasyonu sona erince muhtemelen İran operasyonuna
yeşil ışık yakılacaktır.
İran’da Azeri
bölgesinin ayrılması Azerbaycan ile birleşeceği anlamına gelir mi? Yani bir
tarafta İran’dan ayrılan Şii bir Azeri bölgesi diğer tarafta Azerbaycanlıların
olduğu sünni bir Azeri bölgesi olmuş olacak...
Evet,
burada mezhep farklılaşması yerine ırk farklılaşmasını ön plana çıkarıyorlar
ve böylece bir Azeri bütünlüğü sağlamak, kuzeyle güneyi birleştirmek amacını
güdüyorlar. Esasen bu amaç Sovyetler Birliği döneminde de Rusya tarafından
izlenen bir politikaydı. Yani güney Azerbaycan'ı kuzeye katmak gibi bir
politikaları da vardı. Şimdi bu öyle anlaşılıyor ki hem Amerika'nın hem
Rusya'nın projeleri aynı istikamette örtüşüyor. Böyle bir bölünme
yaratacaklarını düşünüyorum.
Burada Azeri
bölgeleri birleştiği zaman ikisi arasında kalan bir bölge var. O da Ermenistan.
Hemen üstünde de Gürcistan. Ermenistan’ı nereye koyuyorsunuz ve Ermenilerle
ilgili ne düşünüyorsunuz?
Ermenistan
için düşünülen proje buranın Türkiye ile ilişkilerini iyileştirmek ve
geçmişten kaynaklanan husumetleri Türkiye'nin vereceği bir takım tavizlerle
çözmek. Böylece Türkiye ile Ermenistan arasındaki gerginliği ortadan kaldırmak
politikası izlenmek isteniyor. Bu konuda Rusya'nın şu anda olumsuz bir tavrı
var. Yani Rusya da Ermenistan'ı Türkiye
ile düşman hale sokmak suretiyle Türkiye'nin yolunu kapatmak istiyor. Bu
sorunun uluslararası bir anlaşmayla yani Amerika, Rusya ve Türkiye arasında
yapılacak bir anlaşmayla, Rusya'yı rahatsız etmeyecek bir biçimde çözülebileceğini
ve Türkiye ile Ermenistan arasındaki ilişkilerin gelişeceği tahmin ediyorum.
O zaman
Ermenistan ile Rusya’nın ilişkisi de belki de en alt düzeye inecektir.
Evet.
Bu modelin
Gürcistan’a etkisi ne olur?
Gürcistan
da benzer bir şekilde Rusya'ya daha yakın ama güneyle de yani Türkiye ile de
belli düzeyde ilişkiler sürdüren bir ülke olacağını tahmin ediyorum ve
Rusya'nın ilk işi de orada küresel sermayecilerin getirdiği iktidarı
değiştirmek ve kendilerine daha yakın olacak bir iktidarı başa getirmek
olacaktır.
Amerika Birleşik
Devletleri’ndeki Yahudi lobisinin Ermenilerin arkasında durmasını nasıl
değerlendiriyorsunuz? Ermeni soykırımına destek olacaklarını açıkladılar.
Eskiden Ermenileri kullanıyorlar ama çok fazla destek vermiyorlardı. Türkiye’yi
sıkıştırmak için mi yapıyorlar?
Türkiye'yi
sıkıştırmak anlamında diyebiliriz ama niçin sıkıştırıyorlar? İsrail'in
bölgedeki mevcudiyeti Türkiye ile ittifakına ve yakın ilişkilerine bağlı.
Suudi Arabistan
yönetimi son zamanlarda aktif rol oynamaya başladı bölgede. İçerde de iktidar
kavgası devam ediyor. Petrol fiyatlarının yüksek seyretmesi nedeniyle de ekonomisini
önemli ölçüde düzeltti. Suudi Arabistan bölge için ne anlam ifade ediyor?
Şöyle
bir soru sorarak başlayayım: Acaba Suudi Arabistan'da rekabet eden güçler kim?
Geçmişte olsaydı rekabet eden güçleri mesela Sovyetler Birliği ile Amerika
Birleşik Devletleri diyebilirdik. Şimdi bunu söyleyemiyoruz. Buna karşılık
içeride büyük bir gerginlik var. Bir takım mücadeleler var ve bu mücadele eden
tarafları da bulamıyoruz. Tespit etmemiz lazım. Bunu bulabilmemiz için şuradan
hareket etmemiz gerekli:. Önce petrol fiyatlarında büyük bir artış Suudi
Arabistan'ın gelirlerini büyük ölçekte arttırmıştır. Bunun bir kısmı
tüketiliyor ama çok önemli bir kısmı da tasarruf ediliyor. Bu tasarruflar
kimin tarafından kullanılıyor? Bugüne kadar Suudi Arabistan’ın tasarrufları
dünya ölçeğinde sermayeleri kontrol eden gruplar tarafından kontrol
ediliyordu. Fakat bunun giderek değişebileceğine dair bir takım emareler görünüyor.
Mesela Amerika Birleşik Devletleri Suudi Arabistan'a silah satmak istiyor.
Yani bu paraların bir kısmını silah satmak suretiyle kontrol altına almak
istiyor.
İkinci
bir istikamet de Amerika Birleşik Devletleri'nin güçlendirmek istediği ülkelere
yönelik yatırımların teşvik edilmesi, yani paraların küresel sermaye
kanallarından geçerek bu ülkelere yönlendirilmesi yerine direkt ilişkiler
kurmak olacak. Önceden bu tasarruflar Amerikan finans piyasasına, oradan mesela
Türkiye'ye geliyordu; yeni politika ile doğrudan Türkiye'ye yatırılması veya
doğrudan doğruya bu bölgedeki Bulgaristan, Yunanistan, Romanya gibi ülkelere
ve çevredeki ülkelere yatırım yapılması şeklinde bir eğilim olacağını tahmin
ediyorum.
Sıcak para
şeklinde değil de bir yatırıma mı dönüşecek bu ülkelerde?
Evet,
yatırım şeklinde. Aynı eğilimi Körfez sermayesinde de görmek mümkündür. Bu
eğilim giderek güçleniyor.
Yani Amerika
Birleşik Devletleri’nin devlet kanadı küresel sermayeye karşı Suudi Arabistan
gibi petrol fiyatlarından çok fazla gelir elde eden ülkelerin fazla
gelirlerinin artık Türkiye, Romanya ve Bulgaristan gibi ülkelerde kalıcı
yatırımlara yatırılmasını mı istiyor?
Evet,
şunu da söyleyebiliriz: Eğer küresel sermaye herhangi biçimde Ortadoğu'da
Amerika Birleşik Devletleri'nin ittifak etmek istediği, beraber olmak istediği
ülkelere yönelik bir ekonomik operasyon yaparsa, yani sıcak para çekilip giderse
bu boşluğu gidermek için kullanılacak.
Suudi Arabistan
da ılımlı İslam’a doğru gidiş gözlenebilir mi?
Gözlenebilir.
Suudi Arabistan'da sıkı bir rejim olması aslında insanların bağnazlıklarından
kaynaklanmıyor. Bir toplumu kontrol altına almak, muhalif sesleri ortadan
kaldırmanın en iyi yolu katı bir rejim uygulamaktır. Yani bu dinin gereği
değildir. Bu siyasetin gereğidir. İngiliz modelidir. Zaten İslam dininin
insanları bir köle haline getireceği de düşünülemez. Bu rejimlerin giderek
daha ılımlı hale gelmesi ve direkt yatırımlarla adeta bir bölgenin parçası
haline gelmesi de sağlanacaktır.
O zaman şunu
diyebilir miyiz? Küresel sermaye daha çok radikal İslamı veya katı İslamı
destekliyor. Amerika’nın devlet kanadı da biraz daha ılımlı İslamı
destekliyor.
Bu
çeşitli ülkelere, her ülkenin yapışma göre değişiyor. Mesela geniş nüfuslu ve
demokrasiye yatkın ama gelirleri petrolden olmayan ülkelerde küresel sermeye,
ılımlı İslamı destekliyor. Burada kitlelere yayılmak için böyle bir strateji
izliyor. Fakat Suudi Arabistan gibi ülkelerde insanların iktidarlara yönelik
tepkilerini azaltmaları ve sadece dini hedeflere doğru yönelmelerini sağlamak
için de katı rejimleri destekliyorlar. Çünkü o zaman elde edilen gelirler
herhangi bir sorguya tartışmaya gerek olmadan küresel sermayenin stoklarına
akıyor.
Mısır’ı nasıl
değerlendiriyorsunuz? Bölgede Mısır’ın etkinliği nedir, gelecekte Mısır’ı
neler bekliyor?
Mısır
da aynı şekilde yine bölgedeki Arap varlığının merkezi olması hasebiyle son
derece önemli bir ülke konumundadır. Şimdi şöyle bir model kuruyoruz. Diyoruz
ki, bölgede iki tane büyük güç olacaksa, Amerika ile ittifak edecek, bunun
birisi Türkiye etrafında bir yapılanma, İkincisi Arapların etrafında
toplanabileceği bir yapı olacaktır. Bu yapının merkezinde de Mısır olacağı
anlaşılıyor.
Mısır
olduğu zaman da gene Batı içerisindeki bir rekabetle karşı karşıya geleceğiz. Yani
Mısır'ı kontrol etmek isteyen Avrupa ülkeleri olacak ve bununla mücadele eden
bir Amerika ile karşı karşıya olacağız. Burada da Amerika Birleşik Devletleri
yönetiminin demokrasiye yatkın ve çoğulcu, fakat dinle karışık bir yönetimi
desteklemesinin mümkün olduğunu düşünüyoruz. Buna karşılık mesela İngiltere,
rejimle çatışan İslami bir hareketin arkasında bulunabilir. Arap sermayesinin
belirli ölçülerde Mısır'a da yönlendirileceği ve orada da hayat standartlarını
yükseltmek suretiyle ekonomik ve siyasi istikrarın sağlanmasına çalışılacağını
söyleyebiliriz.
Bu noktada
Sudan’ı sormak istiyorum. Birincisi Sudan neden önemli hale geldi birden?
İkincisi Sudan’ın Darfur bölgesinde neler oluyor? Neden o bölgede
Müslüman-Hristiyan çatışması yaşanıyor?
Genel
itibariyle Sudan zengin kaynaklara sahip bir ülke. Bazen zengin kaynak
dediğimiz zaman hemen yeraltı kaynaklan akla geliyor. Halbuki Sudan, onun
dışında tarım potansiyeli çok yüksek bir ülke ve bu bölgeye egemen olunduğu
takdirde çevre ülkelerinin de ihtiyaçlarını karşılamak mümkün hale gelecektir.
İleride tarımın
önemli hale geleceğini öngörerek mi söylüyorsunuz?
Evet,
orada tarım çok önemli hale gelecek ve bölgenin yiyecek deposu olarak telakki
edilebilir. Bu da çevrede mesela Mısır gibi kalabalık ülkelerin ihtiyaçlarını
karşılayabilir. Burada din çatışması sadece siyaseti örtmek amacıyla siyasete
karşı kullanılıyor. Siyasi nedenlerle kullanılıyor ve işin ilginç tarafı
böyle büyük bir potansiyeli olan bir ülkede insanlar açlıktan ölüyor. Ben
önümüzdeki dönemde Sudan’ın gelişen bir Afrika ülkesi olacağını düşünüyorum.
Kuzey Afrika
ülkeleri, Libya, Cezayir, Fas, Tunus bunlarla ilgili ne söylersiniz?
Kuzey
Afrika esas itibariyle Avrupa'nın kontrolüne bırakılacak ama burada önemli bir
soru var: Kuzey Afrika hangi AvrupalI ülkelerin kontrolüne bırakılacak? Esasen
öyle anlaşılıyor ki, Libya'yı İtalyanlar, Cezayir, Fas gibi Mağrip ülkelerinde
de Fransa'nın etkisi artacak. Buradaki asıl mesele Almanya'yı frenlemektir ve
İngiltere'nin etkisinin Kuzey Afrika'da yeniden yerleşmesine imkan vermemektir.
Zannediyorum Sarkozy'nin Amerika Birleşik Devletleri'ne yakınlaşmasının sebebi
budur. Esasen Sarkozy'nin öne sürdüğü Akdeniz Projesi, Avrupa Birliği'ni
tamamlayan bir proje değil onun alternatifi gibi görünüyor. Yani Fransa esas
itibariyle Kuzey Afrika ülkelerini kontrol altına almak istiyor. Buradan hem
enerjisini sağlamak hem de Akdeniz'in güvenliğinde rol sahibi olmak istiyor ve
buna da Türkiye'yi davet etmek suretiyle Ortadoğu'da bir şekilde var olmayı
arzu ediyor. Bu projenin Amerika Birleşik Devletleri'nin karşı çıkmasıyla zora
gireceğini bildiği için de bu projeye Amerika Birleşik Devletleri'nin
itirazını engellemeye çalışıyor.
Amerika Birleşik
Devletleri böyle bir projeyi destekler mi?
Amerika'nın
şu anda destekleyeceğini zannetmiyorum. Ama giderek bu konuda daha yumuşak
davranabilir. Bu da Avrupa'nın çözülmesine bağlıdır. Yani Avrupa çözüldükçe
Amerika Birleşik Devletleri açısından böyle bir projenin gerçekleşmesinde
herhangi bir sakınca yoktur. Yani Kuzey Afrika'yı pekâlâ Fransa ve İtalya'nın
kontrolüne bırakabilir ve böylece onun Almanya ile aralarındaki mesafenin
açılmasını da sağlamış olur.
Irakta son durumu
nasıl görüyorsunuz? Amerika’da Irak’ın üçe bölünmesi gerektiği ile ilgili
raporlar çıkmaya başladı. Irak’ta şu andan itibaren Amerika ne yapmak istiyor
ve Irak nereye gidiyor?
Irak'ın
bölünmesi zaten bana göre bir Amerikan projesiydi ve uzun süreli olarak
tatbikata konulmuş bir projeydi. Proje son işgalle beraber gerçekleştirildi.
Bundan böyle Irak'ın bir bütün olarak muhafazası mümkün değildir. Çünkü İrak
zaten kurulduğu tarihten beri bir bütün değildi ve onu bütünleştirecek
herhangi bir ideal de yoktu. Bunun için de uğraşılmadı.
Irak
ilginç bir ülkedir. Son derece zengin doğal kaynakları var. Eğer bugünkü
fiyatlarla petrolünü satabilse, potansiyel olarak 100 milyar dolar bir ihracat
yapabilir. Bu da adam başına sadece petrol gelirinin 4 bin dolar olması
anlamına gelir. Ayrıca başka şekilde de gelişmesi mümkündür. Diğer alanlarda
da bunları kullanarak sanayisini geliştirmesi, tarımını geliştirmesi mümkündür.
Ancak şunu görüyoruz: Bir ülkenin potansiyeli olması zenginleşmesine ve büyük
güç olmasına yetmiyor.
Irak'ın bölüneceği anlaşılıyor.
Zaten yapay olarak kurulmuş bir devletti. Şimdi şunu görmemiz lazım. Yeni Ortadoğu
nasıl şekillenecek? Birinci Dünya Savaşı'nda kurulmuş bir yapı vardı ve bu yapı
ikinci Dünya savaşında büyük ölçüde değişmedi. Şimdi tüm bölgenin haritasını
çizebilirsek Irak'ın da yeri belli olur.
Gelecekte
ne olacak sorusunu sorduğumuz zaman şöyle bir manzarayla karşılaşabiliriz.
Türkiye'nin etrafında oluşacak bir yapı, onun dışında da Mısır merkez olmak
üzere bir Arap dünyasının şekillenmesi... Onun ortasında da İsrail. Buna göre
hesaplarımızı yapmamız lazım. Bana göre Irak bölündükten sonra Kürt
bölgesi muhtemelen Türkiye ile bir şekilde ilişkilendirilecektir.
Güneydeki
Şiiler ise İran'ın kontrolüne girmeyecek ve Arap dünyasının bir parçası haline
getirilecek. Yani şu anda mezhep farkları ön plana çıkmışken önümüzdeki dönemde
soy birlikteliği, ırk birlikteliği, kültür birlikteliği ön plana çıkarılacak.
Burada Suriye ve Irak'taki Sünnilerin geleceği hakkında da bir tahminde
bulunmak gerekiyor. Suriye'de nüfusun %15'ini teşkil eden aleviler iktidardadır.
Halkın çoğunluğu Sünni burada da gene din ön plana çıkarılarak muhtemelen
Baas rejimi tasfiye edilebilir ve Irak’ın ortasıyla bütünleştirilebilir. Bu
bütünleştirilmeden sonra doğacak yapının da Türkiye ile birlikte hareket etmesi
sağlanacak. Birlikte hareket etmesi ve Arap dünyasının dışında telakki
edilmesi daha büyük bir ihtimaldir.
İlginç. Hem
Irak’ın Sünni kesimi, hem de Suriye’nin Sünni kesimi Türkiye’nin nüfuzuna
girecek öyle mi?
Evet,
yani Arap âleminin bir parçası haline gelmez. Oysa Güneydeki Şii kesim Arap
dünyasının bir parçası haline gelecek, çünkü artık Irak'taki Şiilerle
Sünnilerin bir araya gelmesi gözükmemektedir.
Dikkat
ederseniz Irak'taki çatışmalar esas itibariyle Şiilerle Sünniler arasında
olmuştur. Herhangi bir şekilde Türklerle Sünnileri birbirinden ayıracak ciddi
bir çatışma olmadı. Şu anda İsrail'in Suriye üzerinde yaptığı baskılar, oradaki
rejimi de bastırmak ve zayıflatmak amacına yöneliktir. Bu bir savaşla da
sonuçlanabilir. Savaş olabilir ve savaştan sonra yeni bir rejimin çıkması da
mümkündür.
Bölgede İsrail'in
geleceğini nasıl görüyorsunuz? İsrail nasıl bir ülke?
İsrail
dünyada benzeri olmayan bir ülkedir. Son derece dar topraklar üzerinde kurulmuş
ve çevresiyle ilişkileri hiçbir zaman iyi olması mümkün olmayan bir ülkedir. Bu
ülkenin nüfuz alanını genişletmesi beklenemez. Yani hiçbir yerde İsrail bir
nüfuz ve egemenlik kuramaz ve mutlaka o kendisinin dar çevresi içerisinde
kalmaya mahkumdur. Bunun dışında çevresiyle ciddi bir ekonomik ilişki
geliştirmesi de mümkün değildir ama onların da sahip olduğu bir teknoloji ve
dışarıdan gelen yardımlarla kurulmuş bir ekonomik yapısı var.
İleride ne olacak? İsrail
için bölgede ittifak yapabileceği tek ülke Türkiye'dir. Onun dışında herhangi bir şansı da bulunmuyor.
Ben
şöyle görüyorum. Yahudilerin muhtemelen İsrail ile olan bağlantıları, yani
kendileriyle olan bağları gelişecek ve Türkiye ile çok yakın ilişkiler
içerisinde olacaktır. Belki de önemli bir kısmı Türkiye'ye yerleşmek
isteyeceklerdir. Gelecekte böyle bir yapı olabilir.
Evet,
Türkiye'ye yerleşebilirler veya Batı ülkelerine göç edecekler ama Türkiye
onların en önemli huruç istikametleri olarak görülüyor. Böylece bölgede bir
İsrail probleminin ortadan kalkacağı anlaşılıyor.
Filistin için ne
dersiniz?
Filistin'in
aslında varlığı İsrail ile olan çatışmasına bağlıdır. Onun dışında herhangi
bir ekonomik kaynaklan yok, gelecekleri yok, bir birikimleri söz konusu
değildir. O nedenle de Filistinlilerin kurduğu devlet bir süre sonra bölgedeki
ülkelerin bir tanesiyle bütünleşir. Bu bütünleşmede mesela Gazze Şeridi'nin
Mısır'ın kontrolüne girmesi, Bati Şeria'nın ise Ürdün ile bütünleşmesi
beklenebilir. Böylece Filistin sorunu diye bir sorun ortadan kalkar. Filistin
sorunu ortadan kalkınca zaten bu iki ülke arasındaki sorun da ortadan kalkmış
olur.
Bunların
olabilmesi, herhalde Türkiye’nin nüfuzunun bölgede artmasına bağlı, değil mi?
Evet,
Türkiye'nin gücünü, nüfuzunu artırmasına bağlıdır. Türkiye'de de bu gücün
artırması için yeni bir dünya görüşüne sahip olması gerekiyor. Zaten galiba
Türkiye'deki mücadelede de aslında sadece bundan ibarettir.
Sizin son
zamanlarda vurguladığınız bir şey var. Yeni bir dünya dönemi başlıyor ve bu
yeni dönem çerçevesinde Türkiye’de de yeni bir dönem başlıyor. Yeni dönemi
Türkiye nasıl algılamalı? Türkiye öncelikle bölgesinde güçlü hale gelebilmesi
için neler yapması gerekiyor?
Türkye'de
genellikle iç çatışmalar yanlış yorumlanıyor. Deniyor ki, Cumhuriyetin
temel ilkelerine karşı bir hareket var ve onu yıkmak istiyorlar. Aslında
yıkılmak istenen şey, Türkiye Cumhuriyeti'nin temel ilkeleri değil, bu
ilkelerin yarattığı Türkiye'ye empoze edilen konumdur. Bu konumun değişmesi
gerekiyor. Bu konumu şöyle düşünebiliriz. 1923'te kurulan Cumhuriyetimiz kendi
sınırlan içerisinde kalmayı ve bu sınırları muhafaza etmeyi bir hedef olarak
aldı. Bunu temin edecek bir ideolojiye sahip oldu. İdeolojiler veya dünya
görüşleri dünya şartlarına göre belirlenir. Yoksa her şart altında doğru bir
dünya görüşünden bahsedilemez. Türkiye'de değişecek olan şey aslında Türkiye'ye
yönelik düşmanca bir tavrın sonucu olmayacak, Türkiye'nin yeni şartlara uyumunu
sağlayacaktır.
Bu
nedir? Evvela Türkiye bir bölge ülkesi olduğunu ve bu bölgede bir takım
görevleri olduğunu kabul etmek zorundadır. Bu da etrafıyla ilgilenmesini
gerektirir. Oysa Türkiye Cumhuriyetinin ideolojisi tamamen içe kapalı bir
ideolojidir. İçe dönüktür. Bu ideoloji değişecektir. Bazıları düşmanca bir
tavır olarak algılıyor. Hayır, bu yeni konumun kendisine yüklediği görevleri
yapabilecek güce sahip olması gerektiğini gösteren hareketlerdir. Burada şunu
söylüyoruz:
Yani Türkiye,
örnek olarak Kosova ile ilgilenmeli, İsrail-Filistin sorunlarıyla da
ilgilenmelidir...
Evet,
hatta müdahil olmalıdır. Ondan sonra çevredeki ülkelerin ne olacaklarını hangi
konumda olmaları gerektiğini düşünecek ve bunlarla dünya içerisinde yapacağı
ittifaklarla bir görev ifade etmek durumunda kalacaktır. Bu değişim onu
gösteriyor esas itibariyle. Türkiye'de bu değişime karşı çıkanlar, genelde
Türkiye'nin ideolojik olarak değişmesinin güvenliğini sarsacağını bir güvenlik
sorunu olabileceğini düşünüyorlar. Oysa hiç böyle bir mesele yok. Eğer güçlü
bir devlet yapısı oluşursa hiçbir sorun ortaya çıkmaz. Fakat şunu da görmek
lazım: Türkiye'de bugüne kadar sürdürülen ideolojiye karşı çıkanlar da
karşılarında devleti görüyorlar. Yani devletin bu ideolojiyi empoze
ettiği onun için devletin zayıflaması gerektiğini ileri sürüyorlar. Bu da
yanlış bir görüştür. Yani devletin tavrı
değişmelidir. Ortadan kalkmalıdır veya zayıflamalıdır demek yanlıştır.
Öne
sürdüğümüz görevleri ve rolü ifa etmek ancak güçlü bir devlet yapısıyla
mümkündür. İki şey birbirine karıştırılıyor. Güçlü devlet halk üzerine baskı
yapan devlet olarak algılanıyor. Güçlü devlet, halkın üzerine baskı yapan
devlet anlamına gelmez. Asıl güçlü devlet söylediğimiz gibi daha geniş bir
alanda etkisini, nüfuzunu gösterecek ve rol oynayabilecek bir devlet
anlamındadır. O bakımdan Türkiye'deki bugünkü devlet yapısına itiraz edenler,
itirazlarını doğru ifade etmelidirler. Yani devleti etkisizleştirmek, hatta
yok etmek, güçsüzleştirmek gibi bir amaçlarının olduğunu ima edecek sözlerden
kaçınmalı, sadece görev alanının değiştiğini ve görevlerinin farklılaştığını
söylemeleri gerekir. Zayıf devlet değil daha güçlü devlet parolasıyla ortaya
çıkmalılar.
Bazı uygulamalar
özellikle böyle bir algının oluşmasına neden oluyor. Örneğin özelleştirmeler,
ülkenin birilerine satıldığı, peşkeş çekildiği gibi algılanıyor. Güçlü bir
devletten güçsüz bir devlete gidildiği anlayışı yaygınlaşıyor. Ne dersiniz?
Evet,
burada şunu söylüyoruz. Diyoruz ki, ekonomi de üretici olarak veya yönetici
olarak rol almayın. Ancak bu sizin ekonomik politikanız olmayacağı anlamına
gelmez. Ekonomi politikası olacaktır ve şüphesiz siyasetin en önemli parçası
da ekonomidir ama bunu bir politika olarak uygulamalısınız. Hâlbuki biz
ekonomik politika uygulamıyorduk. Şu ana kadar sadece ekonominin bazı
kurumlarına sahip çıkıyorduk. Mülkiyetine sahip çıkıyorduk. Mülkiyetine
karışmayın yönlendirin. İstikamet tayin edin. Teknoloji politikası üretin,
kalkınma politikası üretin, bölgesel politikalar üretin. Buna hiçbir engel yok
ama bunun yolu bir takım işletmelerin mülkiyetine sahip olmaktan geçmez. Bu
kolaylaştırıcı değil hatta zorlaştırıcı bir unsur olur. Siz bırakın her saz
sizin aldığınız notayı çalsın ve siz orkestra şefi olun. Hâlbuki diyorsunuz
ki, bütün sazları ben çalarım. Bu olmaz.
Yani hem saz
çalıp da hem orkestra şefi olunmaz mı?
Olunmaz.
O bakımdan diyoruz ki, bir orkestra şefi rolünü üstlenin. Halkın önüne daha
doğrusu politik aktörlerin önüne notayı koyun ve sizin şefliğinizde ve sizin
bestenizi çalsınlar. Böyle bir rol üstlenin diyoruz.
Evet,
şu andaki Rusya'nın modeline benziyor. Aslında Amerika Birleşik Devletleri'nin
de ekonomiyi tamamen boş bıraktığı söylenemez. Yani Amerika'nın dünya üzerinde
izlediği stratejilerin en önemli ayağı ekonomidir. Kendi haline bıraktığınız
bir ekonomiyle nasıl politika izlersiniz ki? Petrol fiyatlarını
ayarlayacaksınız. Para politikalarını yönlendireceksiniz. Ham madde
fiyatlarını belirleyeceksiniz. Belirlemek narh koymak şeklinde değildir.
Ekonomik araçları kullanarak onların seviyelerini tayin edebilirsiniz.
O
bakımdan diyoruz ki ekonomiyi yönlendirirken mutlaka bir üst düzeye çıkmak ve
alt düzeylerdeki faaliyetleri tamamen özel teşebbüse bırakmak lazımdır. Bu
devletin zayıfladığı anlamına gelmez. Ancak ordunuzu bu görevlere uygun olarak
yeniden tanzim etmelisiniz. Yeniden ona göre silahlandırmaksınız. Mesela şöyle söyleyelim: Geçmişte
NATO'nun hedeflerine göre hem teşkil edilmiş hem teçhiz edilmiş bir orduya
sahibiz. Şimdi rolünüz değiştiği zaman acaba silahlı kuvvetlerin yapısı ve
silah sistemlerinin değişmesi gerekiyor mu? Bu tartışılmıyor. Asıl
tartışılması gereken bu. Yoksa ordunun zayıflatılması değil. Daha güçlü bir
ordu kurmak için ne yapılmalıdır sorusuna cevap aranmalıdır.
İstihbaratınız
geçmişte içe dönük ve sadece rejimi korumak üzere şekillendirilmiş, insanları
ayırmaya tabi tutan ve herkesi birbirine benzer hale getirmek için uğraşan bir
teşkilatken, şimdi bölge üzerine düşünen ve bölgedeki güç odaklarını kontrol
edebilen, onları yönlendirebilen bir konuma gelmelidir.
Yani iç
istihbarat, dış istihbarat ile ayrılmalıdır mı diyorsunuz?
Evet,
onun dışında istihbarat sadece haber almak değil sizin politik hedeflerinizi
gerçekleştirmek için kullanacağınız en önemli araçlardan bir tanesi olmalıdır.
Bunu yapmak için de çok çeşitli soy, ırk ve inanç sahiplerini yönetebilecek ve
yönlendirebilecek kabiliyete sahip olması gerekir. Amerika Birleşik Devletleri
Çinliyi de yönetiyor, Hintliyi de yönetiyor, Türkiye'deki Müslümanı da.
Hiçbirisi kendisine benzemedi. Şimdi siz kendi faaliyet alanlarınızı size
benzeyenler ile sınırlandırırsanız bölgede hiçbir rol oynayamazsınız.
Bu rolde medyaya
düşen görev nedir? Devlet bu politikayı belirlerken medyayı nasıl
yönlendirmeli?
Medya
özel teşebbüse bırakılabilir ama biraz evvel söylediğim gibi bu özel
teşebbüsün de devlet politikasıyla uyumlu olması lazımdır. Bütün büyük
devletlerde medya devletin politikalarına aykırı hareket etmez. O devletin
politikalarının hem uygulanmasını sağlamak için yardımcı olur hem de o
politikaların daha gelişmiş hale gelmesine hizmet eder. Oysa bizde adeta
apolitik hale getiriyorlar insanları...
Türkiye'nin
hedefleri nedir, ne yapması gerektiğini tartışan yok. Günlük tartışmaların
içerisinde boğulup kalıyorlar. O bakımdan medyada çok büyük bir değişime
ihtiyaç var. Bu değişim ancak Türkiye'de burjuvazinin değişmesine bağlıdır.
Yani Türk burjuvazisi şu ana kadar sadece para kazanmayı düşünüyordu. Hâlbuki
para bir araçtır. 10 milyar dolardan 20 milyar dolara çıktığınız zaman bu sizin
refahınıza ne katar?
Hâlbuki sizin başka bir boyutunuza yönelmek ve kendi görüşlerinize uygun bir
çevre, bir dünya yaratmaktır. Buna katkıda bulunmanız lazımdır ama Türkiye'de
ne medyanın sahipleri ne burjuvazi böyle bir vizyona sahip değiller.
Son olarak hocam
kitabımızın adı Dünyada ve Türkiye’de Yeni Dönem olacak. Yeni dönemi güzel
görüyor musunuz? Yeni dönem içerisindeki Türkiye’yi güzel görüyor musunuz?
Ben
hem yeni dönemi güzel görüyorum hem Türkiye'nin bunun içindeki yerinin de iyi
olduğunu düşünüyorum. Amacımız bunun güzelleştirilmesini daha iyiye gitmesine
katkıda bulunmak ve onun önündeki engelleri kaldırmaktır esas itibariyle.
Bunun için de bütün sabit fikirlerimizi ve düşüncelerimizi yeniden
sorgulamamız gerekir. Biz yeniden insanlara değişin dediğimiz zaman daha kötüye
gidin demiyoruz; ama eski düşünceleriniz artık geçersiz hale gelmiş bunları
ayıklayın diyoruz. Şu anda dünya düzeninde ciddi aksaklıklar var. Bir örnek vermek istiyorum: Mesela bir
sürü insan veya ülke oturuyor toprak altından çıkan petrolün pazarlanması suretiyle
refah içerisinde yaşıyor. Bu refah mıdır? Bu hak mıdır ve bu böyle devam eder
mi? Etmez. Bu bir yerde sona erecek. Sona
erdiği zamana göre hazırlanmak lazımdır ve üstelik bu insanların oturduğu
yerden bu kadar tüketmesi de, saraylar
yaptırması da, fıskiyeli havuzlarda oturması da bir başkasının politikasının
aracıdır. O onun ne hakkıdır, ne de kendi emeğinin karşılığıdır.
Kaynak: Dünyada Yeni Dönem / Mahir
Kaynak , EDİTÖR: Orhan Sakin, Ekim Yayınları, Kasım 2007-İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar