YENİDEN GÖREMEDİĞİMİZ YÜZLER
İnsanların hayranlık duyduğu ve değer verdiği şeylerin
arkaplanı dışa vurmak mümkün olmadığı gibi sızıntılarından birçok manalar
üretmek ve tevil yapmakta kolay değildir. Bunu anlayabilmek için Francis
Bacon’un hayatına bakabiliriz. Sorunların açmazları ile hayalin dahi dehşete
düştüğü bir insan. Onun eserleri milyon dolarlara satılıp, alıcı bulurken,
mutsuz ve normal sayamayacağımız bir hayatı ve ilişkileri olmuştur. Kendisini
ve toplumu bir şekilde aşmaya çalışmış veya aşmış gördüğümüz, bu kişinin hayatı
incelendiğinde, hangi ölçüyü baz almak gerekir diye düşünelim. Onunkini mi,
bizimkilerini mi?
Çok söz var.
İnsan, neyin, ne kadar doğrusunda bulunur ve bilebilir
ki?
Bu’dur, dediği şeyin gerçeğinde, varlığı, dayanıklı
tüketim malzemesi gibi midir? Yoksa, varlığa eskaza düşmüş bir sarf malzemesi
midir?
Anlamak gerekir.
….
Hayatı, tesadüfler ile geldiğini düşünen için,
güzeldir. Sorumlu olduğunu kabul eden içinse, her geçen zamanı ile bir
öncekinden daha pespayedir.
Öyle ise insanın ulaşması gereken merhale, duyumları ile
serbest mi kalacak veya sorumlu tutulacaktır.
Bunun kuralı kime aittir?
Kural dışı bir hayat, tanrılaşma veya sonsuz
isteklerin aşkına dur demek nasıl olacaktır?
İnsanın her hazzı, normal midir?
Dipsizliğin karanlığına düşen kaya gibi, ölümün çıkışını
bulmak veya kavuşmak heyacanlı mı olmaktadır?
….
Francis Bacon’un hayatı da bir uçurumun
kenarından ayağı kaymış ve düştüğü çukurdan çıkmak yerine daha derine inmek
için gayret göstermiş bir kişi olarak yokluğa doğru mahcup olmadan yol
almışlardan biri olarak görüyoruz. Batarken daha çok batmayı arzulamış. Eğer
öldükten sonra karşılaştığı gerçeği itiraf için geri dönseydi söyleyeceği şey
ne olurdu acaba?
- Yanılmışım. İnsan bir hayvan değilmiş, çok yoruldum.
-Denedim.
--Geçti.
**************
Francis Bacon'un ''Freud Üçleme''si müzayede rekoru
kırdı.
Ünlü İngiliz ressam Francis Bacon'un 1969 yılında
yaptığı "Lucian Freud üçlemesi" New York'ta düzenlenen açık
arttırmada 142 milyon 405 bin dolara satıldı.
85 milyon dolarlık değerle başlanan açık artırmada
alıcı bulan tablo, bugüne kadarki en yüksek fiyatla satılan eser olma unvanı
aldı.
Açık artırma yoluyla yapılan satışta bir önceki dünya
rekoru Edvard Munch'un ''Çığlık'' adlı eserine aitti. "Çığlık" 120
milyon dolara alıcı bulmuştu.
1 metre 83 cm yüksekliğindeki "Freud
üçlemesi", Bacon'un büyük ölçüdeki 28 üç parçadan oluşan eserinden biri
olarak biliniyor.
Bacon'un daha önceki en yüksek fiyata satılan tablosu
2012'de 86 milyon dolardan alıcı bulan "Triptych, 1976" adlı üçleme
eseri idi.
Erişim:
http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/10427/O_tablo_142_milyon_dolara_satildi.html
Genel
bilgiler
Doğum
adı Francis Bacon
Doğum
28 Ekim 1909
Dublin,
İrlanda
Ölüm
28 Nisan 1992 (82 yaşında)
Madrid,
İspanya
Ebeveyni
Anthony Edward Mortimer Bacon
Christina
Winifred Firth
Alanı
Resim
Katıldığı
akımlar Ekspresyonizm
Etkilendikleri
Rembrandt, Diego Velázquez,
Goya, Van Gogh
1909 yılında Dublin'de (İrlanda), İngiliz
bir anne-babanın çocuğu olarak doğdu. 1925 yılında Londra'ya taşındı ve oradan
Berlin'e, daha sonra ise Paris'e taşındı. 1928/29 yılında Londra'ya temelli
taşınarak mobilya tasarımcısı ve iç mimar olarak kendini kabul ettirdi. 1930'da
akademik bir resim eğitimi olmaksızın, resim yapmaya başladı. İlk başta fazla
başarı kazanamadı ve ilk kişisel sergisinden sonra resme ara verdi. 1940'larda
yeniden resim yapmaya başladı. 1944 yılında yarattığı 'Çarmıha Gerili Figürler
Üzerine Üç Çalışma/Three Studies for Figures at the Crucifixion' adlı eserle
kendini resim dünyasına kabul ettirdi.
20. yüzyılın en büyük İngiliz ressamı
olarak kabul edilir. Dünya sanatında figüratif ekspresyonizm akımının en önemli
isimlerindendir. Eserleri, varoluşçuluk düşünce sisteminin derin izlerini
taşır; çok nadir istisnalar haricinde, varolmanın ısdırabını, ümitsizliği ve 'insanoğlunun
kötü ruhluluğu'nu resmeder. Bacon, bir röportajda insanoğlunu 'doğası
henüz gelişememiş hayvan' olarak nitelemiştir.
Eserlerinde genelde bir figür,
kapatılmış/kafeslenmiş olarak bir iç mekânda resmedilir. İnsan tenini derisi
soyulmuş, kasap penceresinde asılı hayvan eti ile ilişkilendirerek betimler.
Figürler çarpılmış, güçlü bir devinim içinde hapsolmuş, bir girdaba ya da
fırtınaya kapılmış gibilerdir. Tuvaller, genelde dini konuları resmeden ortaçağ
resimleri gibi triptik olarak tasarlanır ancak işlenen konu olarak insanoğlunun
yozluğu, kötülüğü ve karanlığı mevcuttur.
Konularda, Eadweard Muybridge'in zaman
içindeki hareketleri inceleyen fotoğraflarından, Rembrandt, Diego Velázquez,
Goya, Van Gogh gibi ressamların eserlerinden etkilenmiştir. Papayı resmeden
eserleri hala kilise çevrelerinde olaylar çıkarılmasına sebep olmaktadır.
Konu açısından olduğu kadar teknik olarak
da perfeksiyon ile rastlantısallığı birleştirmedeki üstünlüğü ile tanınan
ressam, 1992 yılında Madrid'de öldü.
Yönetmen: John Maybury
Ülke: İngiltere, Fransa,
Japonya
Tür: Biyografi | Dram
Süre:90 dakika
Dil: İngilizce
Senaryo: John Maybury
Müzik: Ryûichi Sakamoto
Görüntü Yönetmeni: John
Mathieson
Yapımcı: Takashi Asai,
Ben Gibson, Patrice Haddad
Nam-ı Diğer: Love Is the
Devil: Study for a Portrait of Francis Bacon
Oyuncular
Derek
Jacobi,Daniel Craig,Tilda Swinton,Anne Lambton, Adrian Scarborough
Özet
Bacon'ın (ressam olanının) sıra dışı hayatını anlatma
iddiasındaki film, "parlak bir sanatçı ile onun aşığı ve aynı zamanda (en
tanınmış bazı resimlerinin) ilham perisiyle olan son derece karmaşık ilişki,
sanatın, aşkın ve seksin tehlikeli bir biçimde kesiştiği alanı
araştırıyor."
"Bu iki adam, Francis Bacon’ın Grand Palais’de
1871′de sergilenen başarılı retrospektifinden önce, basit hırsız Dyer’ın
Bacon’ın stüdyosuna kelimenin tam anlamıyla düşmesiyle tanışırlar. Bacon’ın
çevresindeki sanatçı takımı, kendini satan oğlanlar ve ayyaşlar onun ilgisini
çekmek için yarışıyor..."
1
Francis Bacon'ın portreleriyle otoportrelerini bir kitap
halinde yayımlamayı düşünen Michel Archimbaud, bir gün bu tablolardan
esinlenerek bir deneme yazmamı önerdi. Bunu ressamın bizzat istediği konusunda
beni temin etti. Bir zamanlar L'Arc dergisinde yayımlanmış, Bacon'ın kendini
tanıdığı ender yazılarsan biri diye nitelediği kısa metnimi hatırlattı bana.
Hiç tanışmadığım ve büyük hayranlık duyduğum bir ressamdan yıllar sonra gelen
bu mesajın beni çok duysulandırdığını inkâr edemem.
L'Arc'ta yayımlanmış, Henrietta Moreas portre üçlemesiyle
ilgili (daha sonra Gülüşün ve Unutuşun Kitabı'nın bir bölümüne esin kaynağı
olan) bu metni, göç ettikten kısa bir süre sonra, 1977 civarında yazmıştım;
terk ettiğim, belleğimde sorgulamalar ve gözaltı ülkesi olarak yer eden ülkeye
ilişkin anılarım bende hâlâ saplantı halindeydi. Yaklaşık on sekiz yıl sonra,
Bacon'ın sanatını yeniden düşünmeye ancak o eski metinle başlayabiliyorum:
2
“1972 yılıydı. Prag banliyösünde buluşmamız için ayarlanmış
olan bir apartman dairesinde bir genç kızla buluştum. Kız iki gün önce, benimle
ilgili olarak bütün bir gün boyunca polis tarafından sorguya çekilmişti.
Benimle gizlice buluşmak (sürekli izlendiğinden şüpheleniyordu) ve sorulan
sorularla verdiği cevapları bana aktarmak istiyordu. İleride sorgulanacak
olursam, benim cevaplarımın onunkilere tıpatıp uyması gerekiyordu.
Dünyayı henüz pek tanımayan, gencecik bir kızdı. Sorgu onu
allak bullak etmişti, bağırsakları korkudan üç gündür sürekli hareket
halindeydi. Yüzü çok solsundu, görüşmemiz sırasında ikide bir çıkıp tuvalete
gidiyordu öyle ki, görüşmemizin tamamına rezervuara dolan suyun eşlik etmişti.
Onu uzu süredir tanıyordum. Zeki, esprili bir kızsı
duygularını saklamayı çok iyi becerirdi, her zaman O kadar derli toplu
giyinirdi ki, elbisesi de tavırları gibi çıplaklığının en ufak bir parçasını
olsun açığa çıkarmazdı. Oysa şimdi, korku ansızın koca bir bıçak gibi yarmıştı
onu Karşımda kasap çengeline asılmış bir dananın parçalanmış gövdesi gibi
deşilmiş duruyordu.
Tuvaletle rezervuara dolan su sesi durmak bilmiyordu,
ansızın ona tecavüz etmek istedim; ne dediğisin farkındayım: sevişmek değil,
tecavüz etmek. Sevecenlik istemiyordum ondan. Elimi hoyratça yüzüne bastırıp
bir anda, her şeyiyle sahip olmak istiyordum ona, dayanılmaz derecede
kışkırtıcı bütün karşıtlıklarıyla: hem kusursuz elbisesi hem isyan halindeki
bağırsaklarıyla, hem mantığı hem korkusuyla, hem gururu hem mutsuzluğuyla. Bütün bu karşıtlıklar onun özünü içinde barındırıyormuş
gibi geliyordu bana; derinlerde gizl hâzineyi, altın çekirdeği, elması. Ona tek
bir saniyede, hem bokuyla hem ruhunun kutsallığıyla sahip olmak
istiyordum.
Ama bana dikilmiş, kaygıyla yüklü iki gözünü görüyordum
(mantıklı bir çehrede iki kaygılı göz) ve gözlerdeki kaygı arttıkça arzum da
daha saçma, aptalca, rezil, anlaşılmaz
hale geliyor, gerçekleşmesi imkânsızlaşıyordu.
Bu arzu bütün
yersizliğine ve haksızlığına rağmen bir o kadar gerçekti. Bunu inkâr edemem -
Francis Bacon'ın üçlemelerine bakınca, sanki o arzuyu hatırlıyorum. Bu
portrelerde ressamın bakışı çehreye hoyrat bir el gibi dokunur, özünü,
derinliklerde saklı elması ele geçirmeye çalışır. Elbette derinliklerde
gerçekten bir şey saklandığından emin değilizdir - ama ne olursa olsun, her
birimizde bu hoyrat dokunuş, onda ve gerisinde saklı bir şeyleri bulma umuduyla
başkasının çehresini inciten el hareketi mevcuttur.”
3
Bacon'ın
eserlerine ilişkin en iyi yorumları bizzat Bacon iki söyleşisinde yapmıştır:
1976'da Sylvester'le, 1976'da 1992' de Archimbaud'yla söyleşilerinde. Her
ikisinde de Picasso'dan, özellikle kendini gerçekten yakın hissettiği tek dönem
olan 1926-1932 arasındaki döneminsen hayranlıkla söz eder; bu eserlerde
bulduğu, “keşfesilmemiş” bir alanın açılımıdır: “‘İnsan suretine'
benzeyen, ama bu suretin ‘tamamen çarpıtılması' olan ‘orsanik bir biçim'” (altını
ben çizdim).
Bu kısa
dönemi ayıracak olursak, Picasso'nun diser bütün eserlerinde, insan bedeni
motiflerini aslına benzememekte serbest, “iki boyutlu” biçimlere dönüştüren
şey, ressamın “hafif bir dokunuşudur”. Bacon'da, Picasso'nun oyuncu
coşkusunun yerini, varlığımız karşısında, maddi, fiziksel varlığımız
karşısında bir şaşkınlık (belki de korku) alır. Ressamın bu korkuyla harekete
geçen eli bir bedene, bir çehreye (eski metnimseki ifadeyle) “onda ve gerisinde
saklı bir şeyleri bulma umuduyla, hoyratça dokunur”.
Peki, orada
gizlenen nedir?
O bedenin ya
da çehrenin benliği mi?
Hiç
kuşkusuz, resmedilmiş her portre, modelin benliğini açığa çıkarmayı ister. Ama
Bacon, her yerde benliğin kaçıp gizlenmeye başladığı dönemse yaşamaktadır.
Gerçekten de, en sıradan deneyimlerimiz bile bize (özellikle ardımızda
bıraktığımız hayat fazlasıyla uzadığında) çehrelerin acınacak derecede
birbirine benzediğini gösterir (akıl almaz bir çığ gibi büyüyen nüfus bu
duyguyu daha da artırır); çehrelerin birbirine karıştığını, birbirlerinden pek
küçük, elle tutulamayan ve çoğu kez matematiksel olarak oranlarda ancak birkaç
milimetreyle ifade bulan farklarla ayrıIılklarını görürüz. Buna bir de
insanların birbirlerini taklit ederek hareket etliklerini, tutumlarının
istatistiksel tutarak hesaplanabileceğini, fikirlerine müdahale edilebileceğini
ve dolayısıyla insanın bireyden (özneden) çok kitlenin üyesi olduğunu
anlamamızı sağlayan tarihsel deneyimimiz eklenir.
Ressamın
mütecaziv eli, işte bu şüpheli zamanda, derinliklerde gizlenen benliği bulmak için
modellerinin çehresine “hoyratça dokunur”. Bacon'ın bu arayışında
“tamamen çarpıtılan” biçimler yaşayan organizma özelliklerini asla kaybetmez;
bedensel varlıklarını, tenlerini hatırlatır, “üç boyutlu” görüntülerini daima
korurlar. Üstelik modellerine benzerler de! Peki ama bilinçli olarak
çarpıtılmış bir portre modeline nasıl benzeyebilir?
Ne var ki,
portresi yapılan kişilerin fotoğrafları benzerliği kanıtlar; üçlemelere bakalım
- aynı kişinin portresinin üst üste bindirilmiş üç ayrı çeşitlemesi; bu çeşitlemeler
birbirinden farklıdır, aynı zamanda ortak bir noktaları vardır: “Hazine, altın
çekirdek, gizli elmas”, bir çehrenin benliği.
4
Başka
şekilde de ifade edebilirdim: Bacon'ın portreleri, benliğin “sınırları” üzerine
bir sorgulamadır. Birey çarpıtılmanın hangi ölçüsüne kadar kendi olmayı
sürdürür?
Sevilen bir
kişi çarpıtılmanın hangi ölçüsüne kadar sevilen kişi olmayı sürdürür?
Hastalıkla,
delilikle, nefretle, ölümle uzaklaşan, sevilen bir çehre ne kadar zaman boyunca
tanınabilir olmayı sürdürür?
Bir benliğin
benlik olmaktan çıktığı sınır neresidir?
5
Zihnimdeki
modern sanat galerisinde Bacon'la Beckett uzun zamandır bir ikil oluşturuyordu.
Sonra Archimbaud'nun söyleşisini okudum: “Beckett’la aramda benzerlik
kurulmasına daima şaşırmışımdır,” der Bacon. Daha sonra, Becketfla Joyce'un
anlatmaya çalıştığı şeyi Shakespeare'in çok daha iyi, daha doğru ve etkileyici
biçimde ifade ettiğini düşünmüşümdür hep...” diye açıklar. Ve ekler:
“Beckett’ın kendi sanatına ilişkin fikirlerinin, sonunda yaratısını öldürmüş
olabileceğini düşünüyorum. Hem fazlasıyla sistematik hem de fazlasıyla zeki bir
yanı var; belki beni öteden beri rahatsız eden de bu.” Ve son olarak şöyle der:
“Resimde daima çok fazla alışkanlık kalır, ne kadar eleseniz azdır, oysa
Beckett'ta sık sık eleme arzusu yüzünden geriye bir şey kalmadığı ve bu
hiçliğin çın çın öttüğü izlenimine kapılmışımdır...”
Bir sanatçı
bir başka sanatçıdan söz ettiğinde her zaman (dolaylı, dolambaçlı olarak)
kendinden söz etmektedir ve yargısı bu yüzden önemlidir. Bacon Beckett'tan söz
ettiğinde bize kendi hakkında ne söylemektedir?
Sınıflandırılmak
istemediğini. Sanatını klişelerden korumak istediğini.
Ayrıca:
Sanki sanat tarihi içinde modern sanat kendi kıyaslanamaz değerleriyle, özerk
ölçütleriyle kopuk bir dönem oluşturuyormuşçasına, gelenekle modern sanat
arasına duvar ören dogmatik modernistlere direndiğini. Bacon sanat tarihini
bütün olarak sahiplenir; XX. yüzyıl bizi Shakespeare'e borçlarımızdan muaf
tutmaz.
Bununla da
kalmaz: Sanatının basite indirgenmiş bir mesaja dönüştürülmesinden korkarak
sanat hakkındaki fikirlerini fazlasıyla sistematik biçimde ifade etmekten
kaçınır. Yüzyılımızın bu yarısında, bir eserle onu gören (okuyan, dinleyen)
arasında önceden yorumlanmadan, medyatikleşmeden, doğrudan bir temas kurulmasını
engelleyen gürültücü ve anlaşılmaz bir kuramsal gevezelik sanatı kirlettiği
için, bu tehlikenin iyice arttığını bilir.
Bacon bu
nedenle, eserlerinin anlamını klişe bir karamsarlığa indirgemek isteyen
uzmanların kafasını karıştırmak için, her fırsatta şaşırtmacalara başvurur:
Sanatıyla ilgil olarak “dehşet” kelimesini kullanmaktan kaçınır; resminde
tesadüfün oynadığı rolü vurgular (çalışması sırasında ortaya çıkan tesadüfler;
kazara sürsülen ve bir anda tablonun konusunu bile değiştiren bir renk); herkes
resimlerinin ciddiyetini yüceltirken “oyun” kelimesini kullanır ısrarla.
Umutsuzluğundan söz edildiğinde karşı çıkmaz, ama kendisininkinin “neyeli bir
umutsuzluk” olduğunu belirtir- derhal.
6
Bacon,
Beckett'la ilgili yorumunda şöyle der: “Resimde daima çok fazla alışkanlık
kalır, ne kadar eleseniz azdır...” Fazla alışkanlığın anlamı şudur: ressamın
keşfi, yeni bir katkısı, özgünlüğü olmayan her şey; miras, rutin, doldurma,
teknik zorunluluk sayılan hazırlı-a ilişkin olan her şey. Bunlar, örneğin sonatta
(en büyük bestecilerde, Mozart'ta, Beethoven'da bile), bir temadan diğerine
(çoğu kez çok geleneksel olan) bütün geçişlerdir. Hemen bütün büyük modern
sanatçılar bu “doldurmalardan” kurtulmayı, alışkanlıklardan ileri gelen,
doğrudan ve yalnızca öze (öze, yani sanatçının bizzat söyleyebileceği ve
yalnızca onun söyleyebileceği şeye) değinmelerini engelleyen her şeyden
kurtulmayı amaçlar.
Bacon için de bu geçerlidir:
Resimlerinin fonu son derece yalın ve düzdür; “ne var ki” ön planda
bedenler bir o kadar yoğun bir renk ve biçim çeşitliliğiyle işlenmiştir. Onun
asıl
ilgilendiği de bu (Shakespeare'vari) çeşitliliktir. Bu çeşitlilik (düz fonla
karşıtlık oluşturan çeşitlilik) olmasa, güzellik adeta çileci bir güzellik,
perhize sokulmuş, zayıflatılmış bir güzellik olurdu; oysa Bacon için önemli
olan, daima ve her şeyden önce güzelliktir, güzelliğin patlamasıdır, çünkü bu
kelime günümüzde kirlenmiş ve demode gibi görünse de, Bacon'ı Shakespeare'le
birleştiren odur. Resmine inatla yakıştırılan “dehşet” kelimesi işte bu yüzden
kızdırır onu. Tolstoy, Leonid Andreyev ve kara öyküleri için şöyle diyordu:
“Beni korkutmak istiyor, ama ben korkmuyorum.” Günümüzde bizi korkutmak
isteyen, ama sıkan çok fazla resim var. Korku estetik bir duyum değildir;
Tolstoy'un romanlarında karşımıza çıkan dehşet asla bizi korkutma amacı gütmez;
ölümcül yara almış Andrey Bolkonski'nin anestezsisiz ameliyat edildiği yürek
parçalayıcı sahne güzellikten yoksun değildir; tıpkı Shakespeare'in hiçbir
sahnesinin güzellikten yoksun olmadığı, tıpkı Bacon'ın hiçbir tablosunun
güzellikten yoksun olmadığı gibi.
Kasap dükkânları dehşetengizdir, ama Bacon onlardan söz
etliğinde, “bir ressam için, etin renginin mutlu güzelliğini” barındırdıklarını
belirtmeyi ihmal etmez.
7
Bacon'ın onca
çekincesine rağmen onu Beckett’a yakın görmekten kendimi alamayışımın sebebi
nedir?
Her ikisi de kendi sanat
dallarının tarihinde aşağı yukarı aynı noktadadırlar. Yani biri tiyatro
sanatının, diğeri de resim tarihinin son döneminde. Çünkü Bacon, dili hâlâ
yağlıboya ve fırça olan son ressamlardan biridir. Beckett da, temeli hâlâ
yazarın metni olan oyunlar yazmıştır. Ondan sonra, tiyatronun hâlâ varlığını
sürdürdüğü doğrudur, hatta belki gelişmeye de devam etmektedir, ama bu
gelişmeyi esinleyen, yenileyen ve sağlayan, oyun yazarlarının metinleri
değildir artık.
Modern sanat tarihinde
Bacon ve Beckett, yolu açanlar değil, kapatanlardır. Hangi çağdaş ressamların
kendisi için önemli olduğunu soran Archimbaud'ya Bacon şu cevabı verir:
“Picasso'dan sonra pek bilemiyorum. Şu anda Kraliyet Akademisi'nde bir pop
sanatı sergisi var [...] İnsan bütün bu tabloları bir arada gördüğünde hiçbir
şey görmemiş oluyor. Bence bir şey yok içinde, içi boş, bomboş.” Peki ya
Warhol? “... Benim için önemli değil.” Ya soyut sanat? Yo hayır, hoşlanmıyor ondan.
“Picasso'dan sonra pek
bilemiyorum.”
Konuşması bir yetimi hatırlatır. Yetimdir zaten. Hayatında, somut anlamda da
öyledir: Yolu açanlar meslektaşlarla, yorumcularla, hayranlarla, taraftarlarla,
yoldaşlarla, enikonu bir çeteyle çevriliydiler. Oysa Bacon yalnızdır. Tıpkı
Beckett gibi. Sylvester'le söyleşisinde şöyle der: Birlikte çalışan birçok
sanatçıdan biri olmak daha heyecanlı olurdu bence [...] İnsanın konuşabileceği
birinin olması çok hoş olurdu. Günümüzde konuşulabilecek hiç kimse yok.”
Çünkü onların kapıyı
kapatan modernizmi, çevrelerindeki modernizmle, sanat pazarlamasının lanse
etliği "modaların modernizmiyle” bağdaşmaz. (Sylvester '‘Soyut tablolar
biçim düzenlemesinden başka bir şey değilse, bazen tıpkı figüratif eserler gibi
bu tablolardan da derinden etkilenen benim gibi kişiler olmasını nasıl
açıklıyorsunuz?” Bacon: “Modayla.”) Büyük modernizm akımının kapısının
kapanmakta olduğu dönemde modern olmak, Picasso zamanında modern olmaktan çok
farklıdır. Bacon tecrit edilmiştir (“konuşulabilecek hiç kimse yok”); hem
geçmişten hem de gelecekten tecrit edilmiştir.
8
Bacon gibi Beckett da
dünyanın ve sanatın geleceği konusunda hayallere kapılmıyordu. Hayallerin sona
erdiği bu zamanda her ikisinde de aynı ilginç ve anlamlı tepkiyle
karşılaşıyoruz: Savaşlar, devrimler ve bunların başarısızlıkla sonuçlanmaları,
katliamlar, demokratik sahtekârlık, bütün bu konular eserlerinde yer almaz.
Ionesco Gergedanda hâlâ önemli siyasal sorunlarla ilgileniyordu. Beckett'ta
böyle bir şey yoktur. Picasso hâlâ Kore'de Katliam'ı resmediyordu. Bacon'da
düşünülmeyecek bir konu. Bir uygarlığın
sonu yaşanırken (Beckett ve Bacon'ın yaşadığı ya da yaşadıklarını düşündükleri
şekilde), son acımasız yüzleşme bir toplumla, bir devletle, bir siyasetle
yüzleşme değil, insanın fizyolojik maddiyetiyle yüzleşmedir. Bu nedenle bir
zamanlar içinde etiğin, dinin, hatta Batı tarihinin tamamını barındıran muazzam
Çarmıha Geriliş konusu bile, Bacon'da salt fizyolojik bir skandala dönüşür. “Mezbahalara,
ete ilişkin görüntüler beni öteden beri etkilemiştir; benim nazarımda bunlar
Çarmıha Geriliş'le yakından ilişkilidir. Kesimden hemen önce çekilmiş
olağanüstü hayvan fotoğrafları vardır. Bir de ölümün kokusu...”
Çarmıha
çivilenmiş İsa'yla mezbahalar ve hayvanların korkusu arasında bağlantı kurmak
küfür gibi gelebilir. Ama
Bacon inançsızdır, onun düşüncesinde küfre yer yoktur; onun nazarında “insanoğlu
anlamdan yoksun bir varlık, bir tesadüf olduğunu, oyunu sonuna kadar nedensiz
oynamak zorunda olduğunu kavramaktadır şimdi”. Bu açıdan bakıldığında,
İsa oyunu sonuna kadar nedensiz oynamış olan tesadüftür. Çarmıh ise sonuna
kadar nedensiz oynanan oyunun sonudur.
Hayır, küfür
değil; bilinçli, üzgün, düşünceli ve öze nüfuz etmeye çalışan bir bakıştır daha
ziyade. Bütün toplumsal hayaller uçup gittiğinde, insanoğlu “dinsel
ihtimallerin... kendisi için tamamen geçersizleştiğini” gördüğünde, öze
ilişkin ne çıkar ortaya? Beden. Görünür, acıklı ve somut, yegâne ecce homo.
Çünkü “hiç kuşku yok, biz de etiz, fiilen kasaplık hayvanız. Kasaba her
gittiğimde, hayvanın yerinde kendimin olmayışını şaşırtıcı bulurum.”
Bu, ne
karamsarlıktır ne de umutsuzluk; yalnızca görünür bir gerçektir, ama genelde
bizi düşleriyle, heyecanlarıyla, projeleriyle, yanılsamalarıyla,
mücadeleleriyle, davalarıyla, dinleriyle, ideolojileriyle, tutkularıyla kör
eden bir topluluğa ait oluşumuz yüzünden perdelenen bir gerçektir. Sonra bir
gün perde çekilir ve bedenle yüz yüze kalırız, bedenin insafına kalırız; tıpkı
sorgulama şokunun ardından üç dakikada bir tuvalete giden Praglı genç kız gibi.
O artık korkuya, bağırsaklarının gazabına ve benim Bacon'ın 1976 tarihi Küvet
Yanındaki Kişi’ sine yada 1973 tarihli Triptik’ ine baktığım zaman
işittiğim su sesi gibi, rezervuara aktığını işittiği su sesine indirgenmişti.
Praglı genç kız artık polisle değil. Kendi karnıyla yüzleşmek zorundaydı ve bu
küçük dehşet sahnesini yöneten, görünmeyen biri var idiyse, bu bir polis, bir
bürokrat, bir cellat değil, bir tanrı ya da karşı tanrı, gnostiklerin fesat
tanrısı, bir Demiurgos, bir Yaratıcı; atölyesinde “tesadüfen” çırpıştırdığı,
bir süreliğine ruhu olmak zorunda bırakıldığımız bedenle bizi sonsuza dek
tuzağa düşürmüş olan Yaratıcı'ydı.
Bacon
Yaratıcı'nın atölyesini sık sık gözetlerdi; buzu örneğin İnsan Bedeni Eskizleri adını verdiği, insan bedenini basit
bir “tesadüf' olarak afişe ettiği tablolarında görebiliriz; bu tesadüf bambaşka
bir şekilde biçimlendirilebilirdi, örneğin üç tane eli ya da gözleri dizlerinde
olabilirdi. Beni dehşete düşüren yegâne tablaları bunlardır. Peki ama “dehşet’
doğru kelime mi? Hayır. Bu tabloların uyandırdığı duygu için doğru bir kelime
yoktur. Uyandırdığı duygu, bildiğimiz dehşet; tarihin çılgınlıklarından,
işkenceden, baskıdan, savaştan, katliamdan, acıdan kaynaklanan dehşet değildir.
Hayır. Bacon' ınki bambaşka bir dehşettir: İnsan bedeninin ressam tarafından
birdenbire ortaya çıkarılan “tesadüfi niteliğinden” kaynaklanır.
9
Buraya kadar
indiğimizde geriye ne kalır? Çehre; bir bedende titreşen, son derece narin
benlik, yani "hazine, altın çekirdek, gizli elmas”; hayat denen “anlamsız
tesadüfü” yaşamak için bir neden bulmak amacıyla gözümü diktiğim çehre. (1995)
Kaynak
Erişim: http://suanyisan.blogspot.com/2012/01/ressamn-hoyrat-dokunusu-francis-bacona.html
MÖ 930'da Yahudilerde
Krallık İsrail ve Judah olarak ikiye ayrılmıştı. İsrail'in ilk Kralı
Jeroboam'dı (1 Kgs. 14:20) ve Judah'nIN Kralı da Rehoboam'dı(lKgs.l4:21). MÖ
722'de Hosea'nın yönetimi döneminde Samaria'nın düşmesini, MÖ 586'da Zedekiah
yönetimindeki Kudüs'ün düşüşü takip eder (2Kgs. 25:18-8).
Kuzey Krallığı, İsrail'de "Elohim'in Dini" olarak tanınırken, IX.
yüzyılda Güney Krallığı'nda Judah'da "Jahweh'nin
Tarikatı"na dönüştü. Eloist çizginin
yerine geçen Jahweist gelenek, yavaş yavaş İbrani İnancı'nı ele geçirdi ve
TANRI'yı (GOD) özelleştirerek Elohim'i "aramızdaki Tanrı
(God)", isim vermek gerekirse "Yahudiler arasındaki Tanrı (God)" şeklinde ilan etti,
Yaratılış'a göre her şeyi yoktan var eden TANRI (GOD), Elohim, artık sadece,
onların Tanrı'sı (God) olabilmek için Yahudiler'i Mısır'dan çıkaran Tanrı (God
[JHWH]) haline gelmişti.
"Adımı zikretmeyin. İsrailliler beni kutsal kabul etmeli.
Ben TANRI'yım (LORD), sizi kutsallaştıran ve sizi Tanrı'nız (God) olmak için
Mısır'dan çıkaran: Ben TANRI'yım (LORD)" (Lev.22:32). Arkasından
Jahvveist geleneğin Tanrı'sı (God), çarpıcı bir şekilde, kıskançlık gibi
"İnsanî" karakteristiklerle ortaya çıktı (Exo. 34:14) ve Jahvveist
rahiplik tarafından insanlaştırıldı. Elohist geleneğin unutulmuş Tanrı'sı (God)
ise tam tersine İnsan'ı, nerede ve nasıl olursa olsun Tanrısallaştırıcı idi.
İşte, Jahweist peygamberlerin (Amos, Isaiah, Micah) İnsanlaştırılmış, Kişiselleştirilmiş
Kıskanç Tanrı'sidir (God) JHWH.
Nietzsche'nin sürekli
inişli çıkışlı bir aşk-nefret ilişkisi yaşadığı ve öldürmek için acımasız
cinayet planları yaptığı Tanrı'dır JHYWH.
Nietzsche'nin saplantılı
davranışları, genellikle verimli olan görüşlerini pusuya düşürüp ruhunu
korkularıyla tutsak alıyordu. Kendi kişisel zindanının kalın duvarları arasında
"irade gücünü", kendini tutsak edeni
bulmaya adadı. Dipsiz parmaklıklar ardında, rahatsız kafasının karmaşık
labirentleri içinden geçerek, sonunda Kişiselleştirilmiş Tanrı (God)
Jahweh'yi, Hıristiyan Tanrı'sı İsa Mesih kılığına girmiş olarak buldu. Ve uzun
zamandır beklediği cinayet planını devreye sokarak Roy'u (Mesih'i) öldürdü! Tabii ki İsa, Zavallı Tanrı İsa Mesih,
Nietzsche'yi tanımıyordu! Kendi insanları tarafından o kadar çok kereler öldürüldü
ki bir kişi eksik ya da fazla onun için fark etmezdi.
"Hıristiyan Tanrı kavramı" diye yazdı Nietzsche, "hastaların Tanrı'sı, örümcek kılığında Tanrı, ruh olarak
Tanrı, yeryüzünde ilahi olanın atfedildiği en yozlaşmış haldir." [Walter Kaufmann, Nietzche,
Viking, 1954, s. 585.] Ve kimin Tanrı'ya bu kadar zarar verdiğini de açıkladı:
Jahweist Rahiplik. Böylece şunları yazdı:
"Tanrı kavramı
asılsızdır, ahlak kavramı asılsızdır; Yahudi rahipliği orada da durmadı.
İsrail'in tüm tarihi kullanılamaz halde: bırakın yok olsun. Bu rahipler bir
asılsızlık mucizesi gerçekleştirdiler, ve şimdi İncil'in büyük bir kısmı kanıt
olarak karşımızda... onlar (rahipler) kendi insanlarının geçmişini dinî olarak
tercüme ettiler, yani kurtuluş için bunu Jahweh karşısında aptalca bir suçluluk
mekanizmasına, cezalandırmaya; Jahweh önünde ödül-ceza sistemine dönüştürdüler.
"[
Deccal (Ant-Christ) için bknz. Kaufmann, op. cit., s. 595-6.]
Hıristiyanlar için YHVH ve İsa'nın
bir olduğunu unutmayın. İddialarını, l.Cor.8:6; John 8:24, 8:4-6; Isa.7:14;
Titus 2:13; Mat.l2:8; Rev. 2:8; Gen. 1:1; Heb. 1:1, 1:3; Deut. 32:39; Col.
1:15-18 ve 27 gibi İncil metinlerine dayandırdılar. Diğer yanda, Mormon
Kilisesi'nin kurucuları Joseph Smith ve Bingham Young'a göre, Elohim ve YHVH iki ayrı Tanrı'dır (God) ve ölümlü İsa ise,
Tanrı'nın (God) düşmüş meleklerinden bir olan Lucifer'in erkek kardeşidir. [İsa ve JHWH'nin Tek olduğunu gösteren
isimler, başlıklar ve atıflarla ilgili Kitab-ı Mukaddes Sözlüğü listesi için
bknz. fesus A Biblical Defence of His Deity, Josh McDovvell ve Bart Larson,
Campus Crusade for Christ, 1983, s. 62-64 ve Mormon Kilisesi için bknz. s.
118.]
Nietzsche tarafından
acımasızca suçlanan rahiplik aslında kendi Tanrıları JHVH'den daha akıllıydı.
Don Cupitt'in bahsettiği gibi,
"Abraham'dan beri Yahudiler kendi Tanrı'larından daha akıllıdır.
Gerçek dinin ciddi anlamda postmodern bir tarifi: seni kendi Tanrı'ndan daha
akıllı hale getiren bir dindir, Musevilik". [Don Cupitt, After God/The
Future ofReligion, Phoenix, 1997, s. 85. ]
Özetle, Jahweist rahiplik
kendi insanlaştırılmış Tanrılarından daha akıllıydı. Sezgileriyle –Laban gibi-
kendi insanlarını nasıl yönlendirebileceklerini öğrendiler, çünkü okuma yazma
biliyorlardı, çünkü onlar elit Yahudileri temsil ediyorlardı. Diğerleri, sözde
Öteki'ler, cahildi, eğitimsizdiler, ne okuyabiliyorlardı ne de
yazabiliyorlardı. Bu ayrıcalık sadece peygamberlere ve rahiplere aitti.
Ebionit'ler gibi eğitimsiz Yahudilere ve yabancılara Talmud Rahipleri
aşağılamak amacıyla minim veya minuth (küçük insancıklar)
diyorlardı (Rosh Hashanah 17a-22b).Elohist'ler ve Jahvveist'ler arasındaki bu
önemli fark, încil metinlerini anlamak ve yorumlamak açısmdan çok önemli olsa
da, bir şekilde bilginler bu konunun üstünde çok durmadılar ve bu mesele
kategorik olarak hem teologlar hem filozoflar tarafından atlandı.
Kaynak:
Tanrı Neden Fikir Değiştirdi? Yazar: Aytunç
Altındal, Kitabın Orijinal Adı: Why Did God Change His Mind? İngilizce Aslından
Çeviren: Güldehan Aysan POSTİGA YAYINLARI: 91 Din Felsefesi, Dördüncü Baskı
Mart 2013, İstanbul, sh: 61-64
Tyana'lı Apollonius, kendisi İsa ve Havarileri'nin çağdaşıydı.
Tılsım yapıcıların gelmiş geçmiş en çok tanınan ismi aslında, bir Haham değil,
Pagan bir Roma vatandaşıydı,
Tyana'lı (Kemerhisar/Türkiye) Apollonius, muhtemelen 1. yüzyılın
en gizemli ve keskin karakterlerinden biriydi. Bir Kilise tarihçisi olan
Karlheinz Deschner'e göre, Büyü ve Kehanet alanında en seçkin üstaddı.[ Karlheinz Deschener,
Abermals Krahte der Hahn, 1962-1980, s. 63-4.] Sıradışı hayat hikâyesi ünlü
biyografi yazarı Flavius Philostratus tarafından İ.S. 220'de derlenmişti. Bu kitabı
yazması için Philostratus'u, Septimus Severius'un (193- 211) karısı
"Bilge" İmparatoriçe Julia Domma görevlendirmişti. Philostratus
kitabı, İmparator'un ofisinde tutulan arşivlerden faydalanarak yazdı.
Bu belgelere göre Tyana'lı Apollonius, mucizeler yaratan, şifacı,
geleceği gören, sihirbaz ve neophytogorian bir filozoftu.
pythagorean(s.), (i.) milâttan altı yüzyıl
evvel yaşamış Yunan filozofu Pitagor'a ait; (i.) Pitagor taraftarı kimse.
Pythagoreanism (i.) Pitagor tarafından öğretilen ruh göçü felsefesi.
Belgeler ve -Tuscides'in yazdığı kadarıyla İmparator Vespasian ve
Domitian gibi görgü tanıklarına göre "mucizeleri" arasında,
Apollonius'un kör bir adamı tedavi ettiği, ölmüş bir kızı tekrar hayata
döndürdüğü, bir kasabayı kıtlıktan kurtardığı ve kara vebayı sonlandırdığına
dair iddialar vardır. İ.S. 302'de Bitnia'nın Valisi Sossius Hierocles,
Apollonius'u öven başka bir kitap yazdı ve İsa da dahil tüm sözde
"tanrılar" arasından onu yüceltti. İznik Konseyi'nden (İ.S. 325)
sonra Constantine, onun kitaplarına ve öğretilerine katı bir yasak getirdi ve
adı, Kilise liderleri tarafından istismar edilerek lekelendi. Daha sonraları
kitapları ve öğretileri gizlice Arap bilginlere verildi ve 8. yüzyıldan
itibaren birçok Arap bilgin tarafından referans verilmeye başlandı, özellikle
Razi ve Câbir İbn-i Hayyân tarafından. İbn-i Hayyân, İ.S. 800'de Apollonius'un
hayatı, tılsımları ve muskaları hakkında bir kitap yazarak adını "Kitab-el Hacer'ala-Re-i-Balinius" koydu (Araplar onu
Balinius/Balyanos olarak tekrar isimlendirdiler).
1160'da Gautier d'Arras, Tyana'lı Apollonius'un Pagan'ların
Peygamberi olduğunu yazdı. Philstratus'un kitabının Latince'ye çevrilen ilk
kopyası 1504 yılında tamamlandı ve basıldı, ardından bunu başka çeviriler
takip etti.
1596'da
ünlü şifreci ve casusluk ustası Blaise de Vigenere, Philostraus'un kitabını
tercüme etti ve bazı yorumlar ekledi.
1611'de Vigenere'in Fransızca çevirisi, kendisi de gizemli bir
yazar ve asi bir "cumhuriyetçi" olan silah arkadaşı Artus Thomas
tarafından yayımlandı. 17. yüzyılda Rosycrucian'lar,
Philostratus'un kitabını gizli
gizli dağıttılar.
1852'de
İsviçreli Jacob Bruckhardt, Apollonius'la Mesih'in mucizeleri arasında çarpıcı
bir paralellik olduğunu yazdı ve Apollonius'un daha akla yatkın şekilde
belgelendiğini iddia etti.
1865'te A. Reville, Apollonius'u, Pagan Mesih olarak ilan etti.
1900'de yayımlanan, Kenneth S. Guthrie'nin,
daha o dönemde bile kötü bir şöhrete sahip "Apollonius'un İncili (Gospel
of Apollonius)", Apollonius'un takipçileriyle New York'taki Kilise başpiskoposluğu
arasında şiddetli bir tartışmaya yol açtı.
1947'de Dr. Walter Seigmeister, Tyana'lı Apollonius'un gerçek ve
tarihte yaşamış olan İsa Mesih olduğunu yazdı. Ona göre Synoptic İsa hiçbir
zaman etten ve kemikten yaşamamıştı ve ilk kilise liderleri Mesih'i
"gerçekten" yaşamış olan Tyana'lı Apollonius'un hayatından
yaratmışlardır.
Aynı argüman birçok Gnostik tarafından tekrarlanmıştır. Bir
Gnostik, "Tanrı'nın insan haline getirilmesi olarak mı algılandı
yoksa insanın İlahî bir hale getirilmesi için mi, ama bu karakter (İsa Mesih),
bir kişi olarak hiçbir zaman var olmamıştır," diye durumu
özetlemişti. [Gerard Massey, Gnostic and Historic
Christianity, Sure Fire Press, 1985, s. 22.]
1954'te Alice Winston'ın dikkat çeken kitabının başlığı,
araştırmasını gün ışığına çıkardı: "Hıristiyanlığın Kurucusu:
Tyana'lı Apollonius". Bugün bu konuda, yüzyılın ikinci yansında
farklı dillerde yazılmış olan aşağı yukarı 120 adet kitap vardır. Yaşamı
sırasında Apollonius, "İnsan Sûretinde Tanrı" olarak anılmaktaydı.[ Aytun Altındal, The Poor God/Which
Jesus, 2004, Tyana'lı Apollonius'un hayatı ve yaptığı çalışmalar.]
Hiç şüphe yok ki, Hıristiyan dininin başlangıcından itibaren
Tyana'lı Apollonius vardı, hatta belki de Synoptic İsa için bir rol modeli
olmuştu. Birçok bilgin ve akademisyen için Tarihî ve Mitsel Mesih belki de
"hayatın kendisinden daha büyük olan" Tyana'lı Apollonius'un yaşam
portresinin "kolajı"ndan fazlası değildi.
Michael Baigent ve Richard Leigh'ın yazdığına göre, "iki bin yıllık Hıristiyanlık yerine, mesela Tyana'lı
Apollonius'un öğretilerine dayanan bir dini iki bin yıl boyunca takip
edebilirdik. Ve kesinlikle İsa'nın, Hıristiyan geleneğinde görüldüğü gibi,
Apollonius'la çok benzer yanları vardır. "[ Michael Baigent ve Richard Leigh, The
Elixir and the Stone, Penguin, 1997, s. 3-4.]
"Kolaj" veya
değil, "rol modeli" veya değil, insan için kasabasında veya köyünde
bir İsa Mesih mutlaka vardır, tarihî de olabilir efsanevi de, İncil'den çıkmış
ya da gelenek yapılmış olabilir, bunlar önemsizdir. İsa'nın gerçekte var olup
olmadığı birçok tartışmalara yol açıp hâlâ netlik kazanamamış olsa da olumlu
olan tek şey Efsanevi İsa, iki bin yıl boyunca var olmaya devam etmiştir -ve
muhtemelen daha uzun yıllar da var olmaya devam edecektir.
İşin aslı, öznel olarak milyonlarca insanı İsa Mesih'in tarihî
gerçekliğinden ziyade onun Efsanevi Portresi etkilemiştir. Gerçekten yaşayıp
yaşamadığı pek kimsenin umurunda değildir. Onların peygamberi olarak
Yahudilerin arkasında yürüyen, Hıristiyanlarla elele ve Müslümanlarla omuz
omuza yürüyen İsa'dır etkileyici olan. Ve ateistler için ise İsa Mesih,
Tek-Tanrılı dini inkâr etmek ya da reddetmek için "raison d'etre" [var olma nedeni- varoluş nedeni] dir.
Teolojik
olarak algılandığında İsa Mesih, kişisel bir varlıktır. Mesih (olmak),
ontolojik olarak kişi olmayı ve İsa da kişiliği temsil eder. Kişilik, birçok
şekilde kişi olmaktan farklılıklar gösterir.[ Mc Ginn, op. cit., s.
133-34.]
Martin Buber'in gördüğü gibi, "bir
insanı ikinci şahıs "Sen (Thou)" olarak deneyimlememiz aynı kişiyi üçüncü şahıs olarak
deneyimlememizden çok farklıdır. "
[Martin Buber, I and Thou, NY, 1988, bknz.
spe. Giriş.] Buber'in dediğine benzer olarak Hıristiyanlar için İsa, "Ben-Sen (I-Thou)" ilişkisi içindedir,
örneğin bir kişiliktir, ve Yahudilerle Müslümanlar için İsa "Ben-O (I-it)" ilişkisindedir,
örneğin kişi olma gibi."
"Ben-Sen
(I-Thou)" ve "Ben-O (I-it)" pozisyonları, en iyi
İsa'nın kendisi ve Hıristiyan Theodocy'nin Trinitarian sistemiyle
açıklanabilir.
İsa,
"Babasıyla" (Elohim) "Ben-Sen (I-Thou)" ilişkisi içindedir ve Jahweist Farisiler ve Sadukilerle "Ben-O (I-it)"
ilişkisi içindedir.
Diğer bir deyişle, "Ben-Sen
(I-Thou)" ilişkisi içinde İsa, orijinalinde Elohim'le
organik bir bağı vardır ve "Ben-O (I-it)" ilişkisi içinde Mesih
olarak yapısal anlamda Jahweh ile ilişkilidir. Organik olan yapısal olanı
belirler. Gelin, Matthevv'u (22:41-46) okuyalım:
"Farisiler
bir araya toplandıklarında İsa onlara, Mesih'le ilgili ne düşünüyorsunuz, diye
sordu.
O, kimin
oğlu?
David'in
oğlu dediler hep bir ağızdan.
Onlara
dedi ki, O zaman nasıl oluyor da David ona "Lord'um" diye sesleniyor
madem Mesih, David'in oğlu?
Hiç kimse
cevap veremedi ve o günden sonra hiç kimse ona soru sormaya cesaret
edemedi."
Burada, Yeni Ahit'in bu bölümünde İsa, temel ve organik olam
temsil eder ve Mesih (olmak) ise ilişkisel ve yapısal olandır. Eski Ahit'teki "Sen-O (Thou-it)" ilişkisi, özellikle
Isaiah 51:9-10'daki, dişi şeklinde "Sen dişi (You
she)" olarak kullanılır. KJV tercümesinde bu, "Sen-O (Thou-it)" haline gelmiştir,
mesela Shekinah. Hıristiyan yorumcularına göre İsa, Shekinah'dır (Mevcûdiyet).
İbranice Shekinah kelimesi, bu haliyle Dinci Yazmaları'nda yoktur. Kronolojik
olarak Shekinah kelimesi Peygamber-Sonrası döneme denk gelir ve büyük ihtimalle
HahamlıkTalmudî kavramsallaştırmasıdır.
Yirminci yüzyılın başında, Gospel’lerin tarihî açıdan
araştırılması sırasında, Ana Kilise'nin (Mother Church) içinde hatırı sayılır
bir kriz patlak verdi. Pozitivizm, Rölativizm ve Sekülarizm tarafından etkilenmekle
suçlanan bu kritik akım Modemizm'di. Modernist yaklaşım
temel olarak, "Tarihî İsa" (veya tarihteki İsa) ile "Teoloji'deki Mesih" arasında bir ayırım
yapıyordu. Bede Griffiths'in belirttiği gibi, "bu belki de, dördüncü ve beşinci yüzyılların büyük aykırı
düşüncelerinden beri en zarar vericisiydi, iki tabiatın, insan ve Tanrı,
Mesih'te birleştiğini inkâr ediyordu. Doğal kilise tarafından kınanmıştı,
fakat bu tarihî eleştiri akımının doğmasına sebep olmuştu".(sh:111-115)
"Yunan geleneğinin başlarında kadir-i mutlak ilahi olanı (kadir-i
mutlak, çünkü ilahi) bir figür olarak görüyoruz. Bu figürden, mucize-yapıcılar
veya filozoflar veya yöneticiler daha sonraki bir özelleştirme ile İlahî
insanlar çıkmışlardır".[ Paganisme, Judaisme, Christianisme Influences
et affrontements dans le mon- de antique/Melanges offerts a Marcel Simon,
Paris, 1978, s. 336-7.]
Felsefe son derece teknik bir disiplin haline geldiğinden Theios aner, "eski
dönemin ilahi insanları arük filozof olarak değil, kahin, şifacı ve politikacı
olarak tanımlanıyorlardı".[ Morton Smith'in
Paganizm, Judaizm...vs. üzerine makalesi, op. cit., s. 339.]
Mark'ın Gospel'inde İsa, ilahi bir mucize yaratıcısı olarak sunulur; Peter
onu bir kâhin/peygamber olarak tanımlar ve İsa da "Yahudiler'in Kralı" olarak yaptığı politik
iddialar sebebiyle çarmıha gerilir.
Birinci yüzyılda,
özellikle birinci yüzyılın ilk yarısında (İ.S. 60'tan önce), Tyana'lı
Apollonius yüzünden Theios aner'in hatırası çok tazeydi. Zamanının bilinen en
ünlü Theios aner'i Tyana'lı Apollonius idi. Hem İsa hem Paul onun
çağdaşlarıydı. Dahası, Paul de, çağdaşı Apollonius'un eğitim gördüğü ve "Synedria"ya (gizli Konsey) kabul edildiği Tarsus
şehrindendi. Hiç şüphe yok ki birinci yüzyılın ilk
yarısında Theios aner kültü Akdeniz çevresinde çok popülerdi. Morton Smith'in
söylediği gibi, eğer durum buysa "İsa, bunu, cemaat
tarafından kendisine destek sağlamak için kullanmış veya taklit etmiş olabilir.
"[
Morton Smith'in Paganizm, Judaizm...vs. üzerine makalesi, op.
cit., s. 337].
İsa gibi Theios aner olanlar, iblisler tarafından ele geçirilmiş sıradışı
insanlar olarak tanımlanırlardı (Jn. 10:20; Mk.3:21). İlahi İnsanlar çoğunlukla
müritleri tarafından yaşayan-tanrılar olarak tapınılan varlıklardı. Philip,
oğlu Alexander ve onun varisi Ptolemy I, hepsi kendi insanları tarafından
"tanrı" ilan edilmişlerdi.
(sh:122)
Kaynak:
Tanrı Neden Fikir Değiştirdi? Yazar: Aytunç
Altındal, Kitabın Orijinal Adı: Why Did God Change His Mind? İngilizce Aslından
Çeviren: Güldehan Aysan POSTİGA YAYINLARI: 91 Din Felsefesi, Dördüncü Baskı
Mart 2013, İstanbul,
Merhum Yazar, Aytunç Altındal, Tanrı Neden Fikir
Değiştirdi? İsimli eserindeki sonuç bölümüne kelâm
meselelerinde Ehl-i sünnet mezhebinin en çok kullandığı “aynı mıdır- gayrı mıdır?” çözümlemesi ile bitirmiştir. İnsanın yüce
yaratıcı karşısında ulaşabileceği yegane sonuç bu olsa gerekir. Sonuç bölümünü
okuyalım
Bu kitaptaki Mevcûdiyet (Presence) terimi, in
toto'ya mecazi bir referans olarak Quadditative kavramda TÜMTEK, TÜMÜ-KAPSAYAN, ÖZNEL TEKİL
ÇOĞULLUK şeklinde kullanılmıştır. Faaliyet'in
Mevcûdiyeti olarak anlaşılmalıdır.
Çıplak Tekillik (ben buna Mevcûdiyet
(Presence) diyorum; Gen.1.1'de Tanrı (God)/Elohim denmektedir) esasen her yer
ve her şey İLE (içinde değil) birliktedir ve hiçbir şekilde içsel ve/veya
dışsal değildir. Mutlak Başlangıcı yoktur, dolayısıyla
Mutlak Sonu da yoktur. Şu anki düzenin Mutlak bir Başlangıcı olduğunu tahayyül
etmek aykırı bir durumdur, tıpkı Arthur Stanley Eddington'ın 1931'de zaten
belirttiği gibi.
[The Book of Cosmos/Imagining the
Universe from Heraclitus to Hawking/ Ed. Dennis Richard Danielson, Perseus
Pub., 2000. Bknz. Eddington'ın ma¬kalesi, Driven to Admit Anti-Chance, s.
401-406. G. K. Chesterton'ın makalesi için aynca bknz. s. 347-349 ve Richard
Feynman'ın makalesi It is not True That "Ali is Relative" makalesi
için bknz. s. 366-370.]
Madde, Hareket
Edebilirlik, Mekân ve Zaman yazara göre TÜM-TEKİL
MEVCÛDİYET (ALL-SINGLE PRESENCE) ve TÜM-TEK HAREKET'tir (ALL-ONE ACTIVITY). Mevcûdiyet
(Presence), Mekân'da veya Zaman'da değildir ama ONLAR İLE beraberdir. Tıpkı Elohim'in
BİZİM İLE beraber olduğu gibi. Ve -vaad edilen Peygamber'in isminin Immanuel
(Bizimle-Olan-Tanrı [God-With-Us]) olması gibi.
İnsanoğulları ve diğer her şey (güneşler, kara delikler, takımyıldızlar,
Kuantum parçacıkları, vs gibi) Mevcûdiyet (Presence) İLE beraberdir. Hiç kimse
ve Hiçbir Şey Mevcûdiyet'in (Presence) DIŞINDA ya da İÇİNDE değildir.
Her şey, gözle
görülen ya da görülmeyen epistemolojik veya ontolojik, felsefî veya teolojik,
teknik veya bilimsel her şey Mevcûdiyet (Presence) İLE beraberdir ve TÜMÜ öyle
veya böyle HAREKETİN BİR BİÇİMİ'dir; onları İlahî, Kötü, İyi, Aşk, Kader,
Erdem, Şeytan... vs olarak isimlendirebiliriz.
Fakat yine de onlar
oldukları şeydirler: TÜM-TEK-MEVCÛDİYET (ALL-ONE-PRESENCE). Bu tür sıfatlar
hayatlarımıza çeşitli anlamlar katar veya atfeder. Ve biz de bunlara göre
yanıt verir ve hareket ederiz, çünkü onların hepsi bizim gerçekliklerimizdir,
şu veya bu isimle onlarla beraber yaşarız.
Ne biz ne de bizim endişelerimiz veya mutluluklarımız, kalbimiz ve aklımız
Mevcûdiyet (Presence) /Elohim'in dışında değildir.
Biz aslında bu BÜTÜN'ÜN bir PARÇASI DEĞİLİZ, aslında TÜM MEVCÛDİYET
(PRESENCE) İLE BERABERİZ.
Mecazi anlamda, Yahudi
bir mistik olan Bahya İbn Paquda (11. yüzyıl) "Hidaya" (Hidayet) adlı
kitabında şöyle yazmıştır:
"Bedenlerimiz yeryüzünde,
kalplerimiz ise semâdadır..."
[Georges
Vajda, La Théologie Ascétique de Bahya ibn Paquada, Paris, 1947, s. 128.]
Kaynak:
Tanrı Neden Fikir Değiştirdi? Yazar: Aytunç
Altındal, Kitabın Orijinal Adı: Why Did God Change His Mind? İngilizce Aslından
Çeviren: Güldehan Aysan POSTİGA YAYINLARI: 91 Din Felsefesi, Dördüncü Baskı
Mart 2013, İstanbul, sh: 145-146
Bkz:
Kıyamet manzaraları Kur’ân-ı Kerim’de en bariz şekilde
Kuvvirat Sûresinde anlatılır. Elmalılı
Muhammed Hamdi Yazır, Kuran'ı Kerim Tefsirinde İmam Ahmed, Tirmizî ve Hâkim'in
İbnü Ömer (radiyallâhü anh)'den rivayet ettiklerine göre Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
"Her kim Kıyamet
gününe gözüyle görüyormuş gibi bakmayı arzu ederse ve sûrelerini okusun."
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin kıyamet için
bildirdiği haberlerin gerçek manasını anlayabilmek için peygamberler dilini bilmek gerekir. Mesela Kuvvirat
Sûresinde bahsedilen olayların siyak ve sebak ilişkisine baktığımızda olayların
birbiriyle tam bir örtüşme sağlayamadığını görürüz. Zahiren olaylar anlatılan
şekilde olabilir. Fakat bilim ve teknoloji geliştikçe bu bilgilerin
muhteviyatına yeni yorumlar getirmek gerekir, diye düşünüyoruz. “Güneşin Dürülmesi İle Yıldızların
Bulanması (dökülmesi)
ayetleri ile mallar ve Vahşi Hayvanların Toplanması arasındaki bağıntıda alakasız bir
durum görünebiliyor. Kur’ân-ı Kerim’de
boş ve manasız sözler bulunmadığına göre, bu ayetleri okuyunca ve tevil
manaları artırınca bir çok farklı durum akla gelebilir. Kıyamet olarak hayal
ettiğimiz şey, bir felaket zincirinden çok, olası bir değişimin temelini ortaya
koymak olacağıdır. Allah Teâlâ’nın Âdem aleyhisselâmı 7000 yıl önce yarattığı
rivayetini, 5 milyarlık dünya yaşı ile birleştirmek istediğimizde, birçok
zorlamalı manalar vermek zorunda kalıyoruz. Bu meyanda aşağıda sizlere
aktaracağım metinler, bu konuda düşüncenizde çığır açacağını gösteriyor,
diyebiliriz.
Felaket senaryoları ile süslediğimiz kıyamet olgusu,
İnsan hırsının ulaşabileceği en son noktaya bir örnektir. Bu yazı, ateistlerin
hoşunda gitmese de zalim ve kötü olanın
insanoğlu olduğunu bir kez daha gösterecektir.
İnsanoğlu Allah Teâlâ’yı gazaplandırıp günahına bedel
ve ortak olsun diye, neden bütün kainatın kendisiyle beraber yok olması, fikri
ile beslenir ki?
İnsanoğlu kötü oynadığı filmin finalini muhteşem mi
istiyor?
Allah Teâlâ aldanmayacağına göre, insanoğlu bir yerde
hata yapıyor.
Onu bulmamız gerekmektedir.
İhramcızâde İsmail Hakkı
1- Güneş katlanıp dürüldüğünde,
2- Yıldızlar bulandığında,
3- Dağlar yürütüldüğünde,
4- Kıyılmaz mallar bırakıldığında,
5- Vahşi hayvanlar bir araya toplandığında,
6- Denizler ateşlendiğinde (suları çekilip, volkanlar
halinde ateş püskürdüğünde),
7- Nefisler eşleştirildiğinde (iyiler iyilerle,
kötüler kötülerle bir araya toplandığında),
8- Diri diri toprağa gömülen kıza sorulduğunda,
9- "Hangi günahtan dolayı öldürüldü?" diye.
10- Amel defterleri açıldığında,
11- Gök sıyrılıp açıldığında,
12- Cehennem kızıştırıldığında,
13- Ve cennet yaklaştırıldığında,
14- Herkes ne getirmiş olduğunu anlar.
15- Şimdi yemin ederim o sinenlere (gündüzleri gözden
kaybolan yıldızlara),
16- O akıp akıp yuvasına gidenlere,
17- Yöneldiği an geceye,
18- Nefeslendiği (ağardığı) an sabaha ki,
19- Kuşkusuz o Kur'an, değerli bir elçinin sözüdür.
20- O elçi güçlüdür, Arş'ın sahibinin yanında çok
itibarlıdır.
21- Orada ona itaat edilir, güvenilir.
22- Arkadaşınızı cin çarpmış değildir.
23- Andolsun o, Cebrail'i açık ufukta gördü.
24- O, gayb hakkında cimri de değildir.
25- O, kovulmuş bir şeytanın sözü değildir.
26- Hâl böyle iken, siz nereye gidiyorsunuz?
27- O, âlemler için öğütten başka bir şey değildir,
28- İçinizden doğru gitmek isteyenler için.
29- Âlemlerin Rabbi olan Allah dilemeyince, siz
dileyemezsiniz.
O güneş dürüldüğü vakit. Burada zaman edatı olan ile
oniki olay zikredilmiş, cevabında "Her nefis ne getirdiğini
bilecektir." denilmiştir.
Bu oniki olay şunlardır:
1. Güneşin dürülmesi,
2. Yıldızların bulanması,
3. Dağların yürütülmesi,
4. Kıyılmaz malların bırakılması,
5. Vahşi hayvanların toplanması,
6. Denizlerin ateşlenmesi,
7. Nefislerin eşleştirilmesi,
8. Diri diri gömülen kıza sorulması,
9. Amel defterlerinin açılması,
10. Göğün sıyrılıp açılması,
11. Cehennemin kızıştırılması,
2. Cennetin yaklaştırılması.
Kaynak:
Elmalılı
Muhammed Hamdi Yazır,
Kuran'ı Kerim Tefsiri
Kuran'ı Kerim Tefsiri
Konuyla ilgili olarak Sir Isaac NEWTON’un Kutsal Kitabın Yorumu Daniel’in Kehanetleri
ve Aziz John’un Mahşeri Üzerine Gözlemler isimli eserinden bahsettiğimiz konuya
bakınca bu ayetlerin gerçekte bir felaketler zincirinin anlatılmadığını daha
değişik manalar ifade içerdiğini görmek mümkündür.
Yuhanna’nın Vahyi, Yeni Ahit’in
(İncil) son bölümünde yer almaktadır. Bu bölümün yazarının kimliği çok net
değildir. Ancak Katolik Kilisesi bu bölümün, aynı zamanda dört İncil yazarından
birisi olan Yuhanna tarafından, bazı yazarlar ise Yuhanna adını taşıyan bir
başkası tarafından kaleme alınmış olduğunu belirtirler. Öte yandan Doğu
Kiliseleri bu bölümü Kutsal kitabın ana metninden saymazlar.
Anlatılanlara göre Yuhanna, bu
eseri Efes yakınlarındaki Patmos Adası’nda kaleme almıştır. Yazılış tarihi
olarak da M.S. 65 ile 96 tarihleri arasındaki zaman dilimi gösterilir.
Mezarı İzmir’in Selçuk ilçesinde
bulunan Yuhanna, Roma zulmü altında inleyen Hıristiyanlara bir ümit ışığı
vermek üzere geleceğe yönelik kehanetlerde bulunmuştu. Çekilen acıların sonunda
ebedi kurtuluşun geleceğini, dolayısıyla sabır ve tahammül göstererek Hz.
İsa’nın izini takip etmeleri gerektiğini sembolik bir dille anlatmıştı. Yuhanna
bu eserini Eski Ahit’te yer alan Daniel kitabından ilham alarak yazmıştı.
Bilindiği gibi, Eski Ahit’teki
(Tevrat) Daniel kitabı da, Babil kralı Nabukutnetsar’ın Kudüs’ü işgali ile
başlayan Babil esareti döneminde, Danyal peygamberin gördüğü bazı rüyaları
anlatmaktadır. Buna göre Kral Nabukutnetsar bir rüya görür, ancak
gördüğü rüyayı unutur; kahinlerden, hem gördüğü rüyanın ne olduğunu
bildirmelerini hem de onu doğru şekilde yorumlamalarını ister.
Onlar ise kralın ne rüya gördüğünü bilmedikleri için
yorumlayamayacaklarını söylerler. O zaman Babil’de sürgünde olan
Yahudilerin önderi Daniel, bir mucize gösterir; hem kralın gördüğü rüyanın ne
olduğunu anlatır hem de onu memnun edecek biçimde yorumlar. Bunun üzerine
kralın nezdinde büyük bir itibar kazanarak ülkenin en saygın bilge kişisi
haline gelir.
Eserde daha sonra Daniel’in
gördüğü bir dizi rüya anlatılır ve burada değinilen kehanetlere yer verilir:
Daniel ilk rüyasında, göklerin dört yelinin büyük denize saldırdığını, denizden
birbirinden farklı dört büyük canavarın çıktığını, bu canavarlardan birinin
aslana, birinin ayıya, birinin kaplana benzediğini görür. Canavarların
dördüncüsü, en korkunç ve ürkütücü olanı ise büyük demir dişleriyle her şeyi
parçalayan bir canavardır. Bu canavarın adı belirtilmez. Sadece on adet
boynuzunun bulunduğu bildirilir. Bu canavarın yok edilişinden sonra göklerin
saltanatına sahip birisi gelir ve bütün dünyanın egemenliği ona verilir.
Daniel, bu zata yaklaşır ve gördüklerini
yorumlayıp anlatmasını ister. O da dört canavarın dört büyük krallığa, son
canavarın on boynuzunun da o krallıktan doğacak on krallığa işaret olduğunu
belirtir.
Daniel, daha sonra başka rüyalar
da görür. Bunlardan birisi, boynuzlarıyla her şeye toslayan bir koçtur. Hiçbir
canlı onun önünde duramaz. Ancak iki gözü arasında tek boynuzu bulunan bir
canavar çıkar ve koçu öldürür. Bu esnada onun boynuzu kırılır ve yerinden
göklerin dört yeline doğru uzanan dört boynuz çıkar.
Bir diğer rüyada ise Daniel, Dicle kenarında kendine görünen ihtişamlı ve büyüleyici kıyafetlerle
donanmış insan şeklindeki bir varlığı görür; ona bu harikaların sonunun ne
kadar olduğunu sorar. O da ellerini göklere doğru kaldırıp: “Bir vakitler ve vakitler ve yarım vakit olacak.” der.
Daniel işittiği, ancak tam olarak
anlayamadığı sözler üzerine:
“Efendim,
bunun en sonu ne olacak?” diye
sorar. O ses de:
“Git Daniel, çünkü sonun vaktine kadar bu sözler
saklıdır ve mühürlüdür. Daimi yakılan takdimenin kaldırıldığı ve harap edici
iğrenç şeyin dikildiği vakitten başlayarak 1290 gün olacak. Dayanıp 1335 güne
yetişene ne mutlu.” diye cevap verir. (Eski Ahit,
840-855).
Babil esaretindeki umutsuz
Yahudilere ümit vermek üzere kaleme alındığı sanılan Daniel’in rüyaları ve
buna bağlı olarak gelecekten haber veren kehanetleri, asırlar boyunca Yahudiler
arasında sayı mistisizmine dayalı (hurufilik) batini, mistik ve sembolik
anlayışın yayılmasına vesile olduğu gibi; aynı kutsal metne sahip olan
Hıristiyanlar arasında da benzer yorumların yaygınlaşmasına neden olur.
Aynı şekilde Hıristiyan kutsal
metni olan Yeni Ahit’teki (İncil) Yuhanna’nın Vahyi bölümünde de metaforlarla
bezeli ezoterik ve Apokaliptik yaklaşımlar sergilenir. Buradaki kanlı tablolar,
Eski Ahit’tekine göre daha şiddet içerici niteliktedir.
İki ana bölümden oluşan
Yuhanna’nın Vahyi kitabının ilk bölümünde, Anadolu’daki yedi Kilise’ye (Efes,
İzmir, Bergama, Tiyatiraya, Sard, Fikedelfiya ve Laodikya) gönderilen mektuplar
yer almaktadır.
İkinci bölümde ise Hz. İsa’ya benzeyen
bir hayaletin kendisine göründüğünü ve kurtarıcının sağ elinde yedi yıldız
olduğunu ve ağzından iki ağızlı keskin bir kılıcın çıktığını görünce
irkildiğini, ancak onun kendisinin İsa Mesih olduğunu ve geleceğe dair
kendisine bilgi aktaracağını, kendisinin bu bilgileri yedi kiliseye
anlatmasını istediğini bildirir. Burada İsa Mesih’in yeniden yeryüzüne
ineceğine yakın ortaya çıkacak bazı olayların aktarılmakta olduğu görülür.
İlkin İsa Mesih’in gelişinden
önce dünyanın uğrayacağı ilahi öfkeden bahsedilir. Yedi mührün açılması, yedi
borazanın çalınması ve Tanrı’nın gazabıyla dolu yedi tasın yeryüzüne
boşaltılması ile felaketler zincirinin başlayacağı dile getirilir.
Yedinci borazanın çalınmasıyla
şeytanın hakimiyeti son bulur ve şeytan, içinde bin yıl kalacağı kuyuya
atılarak hapsedilir. Böylece insanlık bin yıl şeytandan kurtularak rahat nefes
alacaktır. Ancak bu bin yılın sonunda şeytan serbest kalacaktır.
Daha sonra Hıristiyanlar arasında
pek yaygın ve günümüzde bile etkin olan bin yıl beklentisi ya da korkusu (Bin
yılcılık-Millenarizm), anlayışı, Yuhanna’nın Vahyi kitabındaki bu kehanetlerle
bağlantılıdır.
Yuhanna’nın Vahyi’ne göre,
dünyanın sonuna doğru İsa Mesih yeryüzüne inecek, insanları “ demir çomakla
güdecek ve çömlek kaplar gibi kırıp parçalayacaktır.”
Yedi meleğin, insanlar ve yeryüzü
için felaketler getirecek olan borazanları birer birer üflemelerinden sonra,
gökten insanların üzerine kanla karışık dolu ve ateş yağacak, karada ve denizde
yaşayanların üçte biri helak olacaktır. Yıldızlar ve ateş topları yeryüzüne
dökülecek, güneş ve ay kararacak, felaketler birbirini izleyecektir.
Bu felaketlerin ardından
yeryüzüne inecek olan İsa Mesih, Siyon tepesi üzerinde duracak ve seçilmiş
144.000 kişi, onun yanında yer alacaktır. Sonra inanmayanlara yönelik ilahi
cezalandırma başlayacak ve yeryüzünde oluk oluk kan akacaktır.
Yuhanna olacakları şöyle
anlatıyor:
“Tapınaktan çıkan başka bir melek, bulutun üzerinde
oturana yüksek sesle bağırarak şöyle dedi: ‘Orağını uzat ve biç! Biçme saati
geldi. Çünkü yerin ekini olgunlaşmış bulunuyor.” Bulut üzerinde oturan, orağını yerin üzerine salladı
ve yerin ekini biçildi.
Gökteki tapınaktan başka bir
melek çıktı. Onun da keskin bir orağı vardı. Ateşin üzerinde yetkili olan
başka bir melek ise sunaktan çıkıp geldi. Keskin orağı olana yüksek sesle
‘Keskin orağını uzat!’ dedi. ‘Yerin asmasının salkımlarını topla. Çünkü
üzümleri olgunlaştı.’ Bunun üzerine melek orağını yerin üzerine salladı. Yerin
asmasının ürününü toplayıp Tanrı öfkesinin büyük cenderesine attı. Kentin
dışında sıkılan cendereden kan aktı. Kan, bin altı yüz ok atımı çapındaki bir
alanda atların gemlerine dek yükseldi.”
Bu olaylardan sonra yedi melek
tarafından tanrısal öfke yeryüzüne boşalır. Bu esnada kötü ruhlar, yeryüzünün
bütün yöneticilerini Armegedon’da toplarlar. Daha sonra evrende tam bir kaos ve
düzensizliğe neden olacak büyük yıkım ve felaketler dizisi ortaya çıkar:
“Şimşekler çaktı, uğultular ve
gök gürlemeleri işitildi. Öylesine büyük bir deprem oldu ki insan yeryüzünde
oldu olalı bu kadar büyük bir deprem olmamıştı. Uluslara ait kentler yerle bir
oldu. Büyük Babil, Tanrı’nın önünde anıldı ve Tanrı’nın ateşli gazabının
şarabını içeren kâse kendisine verildi. Bütün adalar ortadan kalktı, dağlar da
yok oldu. Gökten insanların üzerine, taneleri yaklaşık kırk kilo ağırlığında
şiddetli bir dolu yağdı.”
Böylece Armagedon’da toplanmış
dünyadaki bütün Mesih karşıtları, yöneticileriyle birlikte yok olurlar. Mesih’e
karşı gelen bütün inanç mensupları “kükürtle yanan ateş gölüne diri diri
atılırlar.”
Ayrıca bu felaketler başlamadan
önce Isa Mesih yeryüzüne inecek, kendisine inananları alıp semaya çıkaracaktır.
İsa Mesih’e tabi olarak ölümsüzlük elbisesini giyip semaya yükselen
Hıristiyanlar, mutluluk içinde yeryüzünde olup bitenleri seyredeceklerdir.
Bundan sonra yeryüzünde bin yıl
sürecek olan altın devir başlayacaktır. (Kitab-ı Mukaddes, Yeni Ahit,
Yuhanna’nın Vahyi, 258-274).
Son zamanlarda özellikle fanatik
Yahudi ve Hıristiyan gruplar tarafından sıklıkla bu kehanetlere atıflarda bulunulduğunu
görüyoruz.
Ortaçağ’da bazı Kitab-ı Mukaddes
yorumcuları, Hz. Peygamber’in doğum tarihini, Deccalin temsilcilerini sembolize
ettiği 666 rakamıyla özdeşleştirerek, kehanetlerde sözü edilen Deccal’in
işaretlerinin Hz. Peygamber’i gösterdiğini iddia ediyorlardı. Nitekim ilk
yapılan Kur’an tercümelerinden birisinin kenarında, Müslümanların boynuzlu
canavarlar şeklinde tasvir edildiğini görüyoruz. Haçlı Savaşları esnasında
papazların halkı savaşa teşvik etmek için bu kehanetlere ve onların fanatik yorumlarına
sıkça başvurdukları görülmektedir.
1530’da Martin Luther, Papa’yı
Deccal diye tanıtıyordu. John Calvin de böyle bir bağlantı kurmuştu.
1940’Iarda, Deccal olarak Hitler’in sık sık adı geçiyordu; Stalin ve
Mussolini’yi de bu role uygun görenlerin sayısı çoktu.
Bilhassa bazı Mesihçi,
Millenarist ve Evanjelikler, bu kehanetleri yorumlayarak “Tanrı’yı kıyamete zorlama” diye bir anlayış geliştirmiş bulunuyorlar.
Onlar, Mesih’in gelişine zemin hazırlayacağı kabul edilen bu şiddet olaylarının
bir an evvel meydana gelmesini ve Yeni Kudüs’ün kurularak Kurtarıcı’nın mutlak
hakimiyetinin gerçekleşmesini istemekte ve bunun için özel çaba
harcamaktadırlar.
Söz gelimi
Dispansasyonalistler, Yahudilerin artık Filistin’e döndüklerini ve İsrail
devletinin kurulduğunu, böylece ilahi takdirin gerçekleştiğini, kutsal
tapınağın (Süleyman Mabedi) üçüncü kez inşasının an meselesi olduğunu dile
getirmektedirler.
Özellikle Amerika Birleşik
Devletleri’ndeki Evanjelikler, hava alanları ve tren istasyonları başta olmak üzere
halka açık mekanlarda şov programlarını hatırlatan geniş katılımlı vaazlarında,
ayrıca hazırladıkları radyo ve televizyon programlarında, beklenen kehanetlerin
gerçekleşmesi için, halkı tahrik ve teşvik etmektedirler. İsrail Devleti’nin
kurulmasının ilahi buyruğun tecellisi olduğunu bildirmekte, bu nedenle de
İsrail’in yaptığı insanlık dışı zulümlere ve katliamlara sempatiyle
bakmaktadırlar.
( Sunuş: Prof. Dr. Bekir KARLIĞA, Sir Isaac
NEWTON, Kutsal Kitabın Yorumu Daniel’in Kehanetleri ve Aziz John’un Mahşeri
Üzerine Gözlemler Özgün adı: Observations Upon the Prophecies of Daniel and the
Apocalypse of St. John. Türkçesi Aytunç ALTINDAL, 2. Baskı, İstanbul, Aralık
2012 sh:9-14)
Kehanetleri anlayabilmek için, ilkin kendimizi
Peygamberler’in [kullandıkları] mecazi dile alıştırmalıyız. Bu dil, siyasi bir dünya olarak kabul edilen bir
İmparatorluk veya Krallık ile doğal dünya arasındaki andırmadan [analoji]
alınmıştır.
Buna uygun şekilde, gökyüzünden
ve yeryüzünden oluşan tüm doğal dünya, tahtları ve halkları veya Kehanet’te yer aldığı kadarından oluşan tüm siyasi dünyayı
simgeler: Böylelikle
o dünyanın içindekiler, andırma yoluyla bu dünyanın içindeki şeyleri simgelemiş
olurlar. Çünkü gökyüzü ve onun içindekiler, tahtları ve soylulukları ve
bunların saltanatını sürenleri; yeryüzü ve onun üstündekiler de, aşağılanan
halkı ve Hades veya Cehennem denilen yeryüzünün en alt kısmı da,
insanların en zavallı ve düşkün olanlarını
simgeler.
O vakit de, arşa doğru yükselmek ve yeryüzüne
doğru inmek, onura ve iktidara yükselmek veya onlardan aşağıya doğru inmek
demektir: Dünyadan veya sulardan çıkarak yükselmek veya onlara doğru düşmek,
aşağıdaki halkın durumundan herhangi bir soyluluğa veya egemenliğe yükselmek
veya bu yerlerden yine o aşağıdaki halkın içine düşmektir; yeryüzünün alt
kısımlarına inmek çok alçak ve mutsuz bir [yere] inmektir; tozun toprağın
içinden zavallı bir sesle konuşmak, zayıf ve düşkün koşullarda olmaktır; bir
yerden başka bir yere hareket etmek, bir makamdan, soyluluktan veya
egemenlikten bir başkasına geçmektir; büyük depremler ve gökyüzünün ve
yeryüzünün sallanması, Krallıkların sarsılması, onların karışıklıklarla
çöküşüdür; yeni bir gökyüzü ve yeryüzü yaratmak ve yaşlanmış olan birinin göçüp
gitmesi veya dünyanın başlangıcı ve sonu, onlarla simgelenmiş olan
bütünsel-siyasetin yükselişi veya çöküşüdür.
Düş yorumcuları tarafından
gökyüzündeki Güneş ve Ay, Krallar’ın ve Kraliçeler’in kendileri olarak
tanımlanırlar; fakat fertleri dikkate almayan kutsal Kehanet’te Güneş,
zaferleri ve haşmetiyle parıldayan bir Krallığın veya Krallıklar’ın gelmiş
geçmiş tüm Kralları’nın dünya siyasetinde yer almış tüm hanedanı olarak
konulmuştur.
Ay, sıradan halkın tamamıdır
ve Kraliçe olarak düşünülmüştür. Güneş, Mesih olduğu takdirde, Yıldızlar,
Kral’a bağlı olan Prensler, yüce kişiler veya Tanrı’nın kullarının yöneticileri
ve Piskoposlardır.
Işık, haşmet, hakikat ve bilgidir ki, yüce ve
iyi kişiler onlarla diğerlerini aydınlatırlar.
Karanlık, gaflet, körlük ve
cehalet ile koşulların belirsizliği içindir.
Güneş, Ay ve Yıldızların
kararması, ışığının solması veya batması, krallığın kargaşaya sürüklenmesi,
sonlanması veya kararmanın orantısına göre, yıkılışıdır.
Güneş’in karanlığa
bürünmesi, Ay’ın kana boyanması ile yıldızların batması, yine aynı anlamdadır.
Yeni Aylar ise, dağılmış bir halkın yeniden bir siyasal bütünlüğe kavuşması
veya dinsel öğretilere geri dönüşüdür.
Ateş ve meteorlar beraberce
yeryüzüne ve gökyüzüne delalet ederler ve şunları simgelerler: Herhangi bir
şeyi ateşe vermek, onu savaş aracılığıyla tüketmek anlamı taşır; dünyayı
tutuşturmak veya bir ülkeyi ateşgölü haline getirmek, bir krallığı savaşla yok
etmektir; bir ateş fırınında olmak, başka bir ulusun esareti altında olmaktır;
yanmakta olan herhangi bir şeyin dumanının sürekli olarak tütmesi, zapt edilmiş
olan bir halkın kölelik boyunduruğu altında çektiği ızdıraplara işaret eder;
güneşin yakıcı sıcaklığı, Kral tarafından konulmuş cezalandırıcı savaşlar ve
onların yüklediği acılar ve dertlerdir; bulutlara binerek dolaşmak, birçok
halkın üstünde egemenlik kurmaktır; güneşi bir bulutla veya dumanla örtmek,
Kral’ın bir düşman ordusu tarafından baskı altına alınmış olmasıdır; sert
rüzgârlar veya bulutların hareketi savaşın habercisidir; fırtına veya
gökgürültüsü, bir topluluğun sesidir; fırtına, yıldırım, şimşek ve sağanak
yağmur, göklerden ve bulutlardan onların düşmanlarının başlarına inen en
şiddetli savaşın siyasetini [gidişatını] gösterirler; şiddetli olmayan yağmur
veya çiğ veya içme suyu, Ruhül-Kudüs’ün yüceliğinin ve öğretisinin
göstergesidir ve yağmurun yokluğu da Manevi kuraklık ve kısırlık demektir.
Yeryüzünde kuru toprak ve bir
deniz, bir nehir, bir sel gibi birikmiş sular, birçok bölgenin, ulusun,
sömürgenin halklarını; suların bozulması, insanların savaşlar ve zulümler
nedeniyle büyük acılar çekmelerini; nesneleri kan bürümesi, devletlerin manevi
ölümünü, yani, bölünüp siyasi bütünlüğünü yitirmesini; bir denizin veya bir
nehrin taşması, karadaki siyasi yapının sulardan gelen halklar tarafından
işgalini; suların çekilmesi, onların devletlerinin karada yaşayanlar
tarafından ele geçirilmesini; şehirler için olan pınar/kaynak suları daima
nehirler siyasetine yön vermiş olan kentleri; dağlar ve adalar, kara ve deniz
kentleri ile buralara ait bölgelerin ve alanların siyasal yapısını; mağaralar
ve dağlar kayalıkları, kentlerin tapınaklarını; insanların bu mağaralarda veya
kayalıklarda saklanmaları, tapmaklarda İlahlarını sakladıklarını; evler ve
gemiler, kara ve denizler siyasetinin içindeki aileleri, meclisleri ve
kasabaları ve savaş gemileri, denizle simgelenmiş bir krallığın ordusu içindir.
Hayvanlar ve sebzeler de
çeşitli bölgenin insanları ve koşulları olarak konumlandırılmışlardır ve
özellikle de ağaçlar, şifalı otlar ve kara hayvanları, toprakta tarımla
uğraşan halkları; bayraklar,kamışlar ve balıklar, deniz siyasetine bağlı
olanları; kuşlar ve böcekler, gökyüzü ve yeryüzü siyasetine bağlı olanları; bir
orman bir krallığı; ıssız bir yaban da, zayıf ve düşkün bir halkı simgeler.
Eğer
Kehanet’te belirtilen dünya haritası birçok Krallıktan oluşuyorsa, bunlar
doğal dünyanın birçok kısmı ile temsil edilmişlerdir; en soylular, göksel
çerçevede ve sonra da ay ve bulutlar sıradan insanların yerine konulmuşlardır; daha az soylu olanlar
dünya, deniz, nehirler ve içlerinde yaşayan canlılar olarak ve sonra da çok
büyük ve güçlü hayvanlar ve yüksek ağaçlar Krallar, Prensler ve Soyluları ifade
etmek için anılmıştır; çünkü tüm Krallık, Kral’ın kendi kişiliğinde vücut bulduğu
için, Kral’ı temsil eden Güneş, ya da bir ağaç, ya da güçlü bir hayvan veya kuş
veya bir Adam tüm krallığın simgesi olarak gösterilmiştir ve Aslan, Ayı, Leopar,
Teke, gibi hayvanlar özelliklerine göre birçok Krallıklar ve devlet siyasetleri
için konulmuşlardır: hayvanları kurban etmek, kılıç zoru ile Krallıkları
zaptetmek için; güçlü yırtıcıların aralarındaki dostluklar da, Kralların
aralarındaki barış olarak konulmuştur. Yine de bazen, Ağaç’ın Yaşam Ağacı veya Bilgelik Ağacı’nı, Hayvan’ın da Kadim Serpent
olarak alınmasında olduğu gibi, sebzeler ve hayvanlar bazı belirli koşullar ve
yazıtlar aracılığıyla başka simgeleştirmelere eriştirilmişler veya
tapınılmışlardır.
Bir Mahluk veya bir İnsan bir
Krallık olarak gösterilmişse, onun uzuvları ve yetenekleri [benzetme] yoluyla
Krallığın uzuvları olarak gösterilmiştir; örneğin Mahluk’un Başı, ülkeyi
yönetmiş olan önceki yüce kişi yerine konulmuştur; kuyruğu, yönetilen ve
yöneticileri izleyen sıradan halk içindir; eğer başlar birden fazlaysa
Krallık’daki sivil iktidara orantılı olarak peşpeşe veya topluca sıralanan
belli başlı merkezleri veya hanedanları veya sömürge alanlarını gösterirler;
[eğer] herhangi bir başta boynuzlar varsa, bu o baştaki Krallıklar’ın askeri
güçlerine oranla konuşlanışını gösterir; bakışlar, bakmak, öğrenmek için ve
gözler anlayış ve siyasa sahibi adamlar için ve episkopoi de dinsel konularda
Piskoposlar içindir; konuşmak, yasama için; ağız, sivil veya kutsal bir
yasa-koyucu için; yüksek ses, güç ve iktidar için; alçak ses, zayıflık için;
yeme-içme, yenilmiş ve içilmiş şeylerle simgelenenleri elde etmek için; bir
mahlukun veya insanın saçları ve kuşların tüyleri, halk için; kanatlar, o
mahluk tarafından temsil edilen Krallıklar’ın sayısı için; bir adamın kolu,
onun gücünün veya gücü altındaki herhangi bir halk için; ayakları, halkın alt
kesimi veya Krallığın en ücra bölgesi için; yırtıcı hayvanların ayakları,
pençeleri ve dişleri, orduları ve ordu bölükleri için; kemikler, sağlam ve
güçlendirilmiş yerler için; et, zenginlik ve malvarlığı için ve onların [uzuvların]
hareketli günleri, yıllar için; [eğer] bir ağaç bir Krallık için konulmuşsa,
onun dalları, yaprakları ve meyveleri tıpkı kuşların ve mahlukların kanatları,
tüyleri veya yiyecekleri gibidir.
Eğer bir kişi mistik anlamda ele
alınmışsa, onun yetenekleri çoğunlukla onun davranışlarıyla ve çevresindeki
nesnelerle simgelenirdi. Şöyle ki, Yönetici kişi, üzerine bindiği güçlü bir
hayvanla; bir Savaşçı veya Fatih, kılıcıyla ve okuyla; güçlü bir adam, dev bir
heykelle; bir Yargıç, tartı ve ölçülerle; özgürlük veya mahkumiyet
anlamındaki sözler, beyaz veya siyah bir
taşla; yeni bir soyluluk, yeni bir adla; moral veya sivil yeterlilikler,
kostümlerle; şan ve şeref, çok güzel bir harmaniyle; Krallık asaleti, eflatun
veya al renkleriyle yahut bir taçla; hakkaniyet, beyaz ve temiz giysilerle;
içten Pazarlıklılık, kirli ve süfli bir kostümle; salgın, matem ve aşağılanma,
adi kumaşlarla; utanç, onursuzluk ve iyi iş arayışı, çıplaklıkla; yanılgı ve
sefalet, buna sebep olan adamın veya kadının şarap kâsesinden içmekle; herhangi
bir dini çıkar amacıyla kullanmak, o dine bağlı kişilere mal satmak [bezirganlık]
ve alışverişte bulunmakla; herhangi bir ulusun sahte Tanrılarına tapınmak veya
hizmet etmek, onların prensleriyle zina yapmakla veya onlara tapınmakla; bir
Krallık Meclisi, kendi imajıyla; dinsel sapkınlık, şirk ile; savaşta yenilgi,
bir insanın veya mahlukun yarasıyla; geçmek bilmeyen bir savaş belası, acı ve
sancı ile; yeni bir Krallık kurabilmek için bir halkın gösterdiği çaba, doğum
yapmaya çalışan hamile bir kadın ile; bir Devlet siyasasının [yapısının] veya
dinin dağılması, bir insanın veya Mahluk’un ölüsüyle ve dağılıp gitmiş bir
egemenliğin yeniden kurulması, bir ölünün yeniden canlanmasıyla simgelenmiştir.
Kaynak:
Sir Isaac NEWTON, Kutsal Kitabın
Yorumu Daniel’in Kehanetleri ve Aziz John’un Mahşeri Üzerine Gözlemler Özgün
adı: Observations Upon the Prophecies of Daniel and the Apocalypse of St. John.
Türkçesi Aytunç ALTINDAL, 2. Baskı, İstanbul, Aralık 2012 (İkinci Bölüm sh:31-35)
Yine
konuya destek olması için Muhyiddin İbn
Arabî kaddesellâhü sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde kıyamet
manzaralarının bahsedilen mana içeriğinde yani felaketler zinciri şeklinde
olmadığına telmihen işaret etmiştir. Okuyalım
Bir rüyaya benzer şekilde, Allah Teâlâ bana Kâbe’yi
tavaf ederken bir hadise göstermiştir. Kâbe’yi yüzlerini tanımadığım bir grup
insanla birlikte tavaf ediyordum. Bize iki mısra okudular, biri aklımda
diğerini unuttum. Aklımdaki mısra şöyleydi:
Biz de sizin gibi senelerce tavaf ettik
Kâbe’yi hep birlikte tavaf ediyoruz
Diğer mısraı unuttum. Bu hale şaşırdım. İçlerinden
birisi bana bilmediğim bir isim söyledi ve şöyle dedi: ‘Ben senin
atalarındanım.’
Ben de ona ‘Ne zaman öldün’ diye sordum. Şöyle
cevap verdi:
‘Kırk bin küsur sene oldu.’ Ben de:
‘Âdem’in bile bu
kadar ömrü yoktur’ deyince, şöyle dedi:
‘Hangi Âdem’den söz ediyorsun: sana en yakın Âdem’den
mi, başka bir Âdem’den mi?’
Bu söz üzerine Hz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellemin ‘Allah yüz bin Âdem yaratmıştır’ hadisini hatırladım ve şöyle
dedim:
‘Beni kendisine nispet eden bu atam o Âdemlerden
olmalıdır.’
Bu konuda da tarih bilinmese bile, hiç kuşkusuz âlem
hâdistir. Âdem hadistir, çünkü onun Âdem mertebesine sahip olması mümkün değildir;
kadimlik, başlangıcının olmaması demektir. Âlem ise Allah Teâlâ katından
meydana getirilmiştir. Allah Teâlâ onu yokluktan var etmiş ve varlığını tercih
etmiştir, çünkü ‘imkân’ hali âlem için zati niteliktir ve bu nedenle
sürekli ‘tercih’ gerekir. Hükümlerin ortaya çılana mahalli olan hakikatlere
ilave olan her şeyin sureti nispet ve izafetlerdir. Onların renk, sıfat,
özellik gibi dışta varlıkları yoktur. Her nispetin izafenin, olgunun, rengin,
niteliğin kendine özgü bir ismi ve isimleri vardır.
Kaynak:
Muhyiddin İbn Arabî-Futuhât-ı
Mekkiyye 28. Sifir, Üç Yüz Doksanıncı Bölüm. [hzl: Ekrem Demirli, 2011,İstanbul
, c: 14, sh.285]
**************************
1945 yılında
İstanbul’da doğdu.
Bugüne kadar 16’i telif 11’içeviri 27 kitabı,
400’den fazla da makalesi yurtiçi ve yurtdışında yayınlandı.
1969-71
seneleri arası Gurnsey Writer’s School’da, 1977 senesinden itibaren ise Fransa
Sorbon Üniversitesi Fransızca Eğitim bölümünde tahsil gördü.
1977’de
Havass Yayınlarını, 1980 yılında ise Süreç Yayınlarını kurdu ve Süreç dergisini
çıkardı.
1983’de
İsviçre’de MODUS VİVENDİ Kültür Merkezi’ni kurarak 10 yıl yönetti.
1989 yılında
Rusya’da Kültür Danışmanlığı görevini yaptı.
1992’de
İngiltere Edinburg’taki INTERNATIONAL ACADEMY FOR EUROPEAN AND CHRISTIAN
STUDIES akademisinde PROJECT ACADEMIC BOARD (Akademik Proje İdari Heyeti)
üyeliğine seçildi.
Aynı yıl İngitere’de yayınlanan THREE FACES OF
JESUS (Üç İsa) adlı kitabı dünyada yankılar uyandırdı.
Daha sonra (1993) Rusça’ya çevrildi.
1993’te
INTERNATIONAL SOCIETY FOR THE STUDY OF EUROPEAN IDEAS (Uluslararası Avrupa
Düşünce Çalışmaları Topluluğu) Bilimsel Kuruluna üye oldu.
Aynı yıl Avusturya’nın GRAZ şehrindeki KARL –
FRANZ Üniversitesi tarafından düzenlenen EUROPEAN SECULAR LEGACY (Avrupa’nın
Laik Vasiyeti)adlı uluslararası konferansta Oturum ve Bölüm Başkanlığına
seçildi.
1995’te
merkezi New York’ta bulunan CARNAGIE COUNCIL ON ETHICS AND INTERNATIONAL
AFFAIRS örgütüne davet edilen, ilk ve tek Türk Konuşmacı oldu.
Aynı sene,
New York’ta Birleşmiş Milletler bağlantılı GLOBAL FORUM OF SPIRITUAL AND
PARLIAMENTARY LEADERS ON HUMAN SURVIAL (İnsan Yaşamından Sorumlu Ruhani ve Siyasi
Liderler Global Forumu’nda) INTERNATIONAL ADVISOR COMMITTEE yani Uluslararası
Danışman üyesi oldu.
Ünlü Fizikçi
Isaac NEWTON’un bugüne kadar hiç bilinmeyen bir kitabını da yayınlayan
Altındal, Uğur Mumcu’nun “Sakıncasız” adlı eserinin de yapımcılığını üstlendi.
Allah Teâlâ rahmet eylesin.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar