YENLİKÇİ AKIMIN İDEOLOJİSİ
Etkisi en yaygın
çağdaş edebiyat okulunun hâlâ gerçekçilik karşıtı «yenilikçi» dogmalara bağlı
olması hiç de şaşırtıcı bir şey değildir. Bir burjuva gerçekçiliğinin
olanaklarını belirleyeceksek, araştırmamıza buradan başlamamız gerekir. Çağdaş
burjuva edebiyatının iki ana eğilimini karşılaştırmak ve bunların çağımızdaki
başlıca ideoloji ve sanat sorunlarına verdikleri cevaplara bakmak zorundayız.
Burada bu
eğilimlerin gerisindeki ideolojik (tam felsefî anlamda değil de, yukarda
tanımladığımız anlamda ideolojik) temel üzerinde duracağız. Her ne pahasına
olursa olsun kaçınmamız gereken bir şey varsa, o da genellikle
yenilikçi-burjuva eleştirmenlerin kendilerinin benimsedikleri, biçimsel ölçülere,
üslûp ve edebî teknik sorunlarına aşırı derecede önem veren yaklaşımdır. Bu
yaklaşım görünüşte «yeni» edebiyatla «geleneksel» edebiyat (yani geçen yüzyılın
üslûplarına bağlı kalan yazarlar) arasında kesin bir ayrım yapmaktadır. Gerçekte
ise, asıl biçimsel sorunları saptamayı başaramamakta, bunların ayrılmaz bir
parçası olan diyalektiği görmezlikten gelmektedir. Burada üslûp ayrılıklarının
önemini abartarak karşıt üslûpları belirleyen ve gerçekte bu üslûpların temelinde
yatan karşıt ilkeleri gizleyen düzmece bir kutuplaşma ile karşı karşıyayız.
Bir örnek
verelim: iç monolog. Sözgelimi, Ulysses’in başında ve sonunda Bloom’un helâdaki ya da Molly’nin yataktaki
monologları ile Thomas Mann’ın Lotte Weimar’da romanında
Goethe’nin sabah monologunu karşılaştırın. Her ikisinde de aynı anlatım
tekniğinin kullanıldığı açıkça ortadadır. Thomas Mann’m Joyce ve yöntemiyle
ilgili bazı sözleri de bunu doğrular niteliktedir.
Oysa temelde
Ulysses ile Lotte Weimar’da kadar
birbirine benzemeyen iki başka roman düşünmek hiç de kolay değildir. Bu yargı
sözünü ettiğim birbirine üstünkörü bir benzerliği olan bölümler için bile
geçerlidir. Burada her iki romanın düşünsel nitelikleri arasındaki çarpıcı
ayrımı değil, Joyce’da «bilinç akışı» tekniğinin sadece bir anlatım özelliği olmadığını, bu tekniğin
doğrudan doğruya anlatı dokusunu ve kişilerin sunuluşunu yöneten oluşturucu
ilke olduğunu belirtmek istiyorum. Teknik burada mutlak, Ulysses’e biçim veren estetik kaygının
bütünlüğü içinde eriyen bir şeydir. Thomas Mann’da ise, iç monolog sadece yazara Goethe’nin dünyasının
değişik yanlarını araştırma olanağı sağlayan bir anlatım özelliğidir.
Goethe’nin yaşantısı duyular üzerindeki anlık izlenimlerle sınırlı olarak
sunulmuş değildir. Sanatçı, Goethe’nin kişiliğinin özüne; geçmiş, şimdiki,
hatta gelecek zamandaki yaşantılarıyla arasındaki ilişkilerin karmaşıklığına
uzanır. Çağrışım akışı ancak görünüşte özgürdür. Monolog büyük bir sanatçı
titizliğiyle düzenlenmiş, her ayrıntısı Goethe’nin kişiliğinin özüne yaklaşan
bir çizgiye göre özenle tasarlanmıştır. Genel akış içinde bir an için belirip
sonra yeniden kaybolan her kişiye ve olaya bütünün düzeni içinde belli bir
ağırlık ve konum verilmiştir. Sunuluş ne denli alışılmış dışı olursa olsun,
romanın bütününün düzeni geleneksel epik düzenidir; olayların akışındaki hıznı
denetiminde, geçiş bölümlerinde ve doruk noktalarında epik anlatımın eski
kurallarına büyült bir bağlılıkla uyulmuştur.
Joyce’un
sanatında gerçekleştirmek istediği amaca ve bilinen yeteneklerine bakarak
duyusal verilerin ayrıntılı bir şekilde kaydedilmesine aşırı derecede özen
göstermesini, buna karşılık düşüncelere ve duygulara daha az önem vermesini başarısızlık
olarak nitelemek saçma olur. Bütün bu özellikler Joyce’un sanatsal amaçlarıyla
tutarlıdır ve kendisinin bu teknikleri kullanarak amaçlarım başarıyla
gerçekleştirdiği söylenebilir. Oysa Joyce’un amaçlarıyla Thomas Mann’ın amaçları
arasında tam bir karşıtlık vardır. Duyulara ve belleğe dayanan verilerin
meydana getirdiği kalıplar arasındaki kararsızlık, bunların oldukça yoğun,
fakat amaçsız ve yönsüz etki alanları, aslında, olayların dural niteliğine olan
bir inancı yansıtan dural bir epik
yapının doğmasına yol açar.
Sözünü
ettiğim iki ayrı edebiyat okulunu incelemede, biri devingen ve gelişimsel,
öbürü dural ve duyusal bu iki karşıt dünya görüşünün büyük önemi vardır. Bu
karşıtlığa ilerde gene döneceğim. Burada yalnız bütün ağırlığı biçimsel sorunlara
vermenin sanatçının eserinin niteliği konusunda büyült yanılgılara yol
açacağını belirtmek istiyorum.
Belli bir
sanat eserinin üslûbunu belirleyen nedir?
Amaç biçimi
nasıl belirler?
(Bizi burada
ilgilendiren elbette eserde gerçekleşen amaçtır; bunun, yazarın bilinçli
amacıyla örtüşmesi gerekmez.) Bizi ilgilendiren, biçimsel anlamda anlatım
«teknikleri» arasındaki ayrımlar değildir. Bizim için önemli olan, yazarın
eserinin temelinde yatan dünya görüşü, ideoloji ya da weltanschauung’dur. Yazarın
«amacını» belirleyen ve belli bir yazının üslûbunun temelindeki oluşturucu ilke
de yazarın bu dünya görüşünü gerçekleştirme çabasından başka bir şey değildir.
Bu açıdan bakıldığında, üslûp biçimsel bir nitelik olmaktan çıkar. Daha çok
özün bir parçası, belirli bir özün belirli biçimi olur.
Öz biçimi belirler. Fakat
İnsan’ın kendisinin odak noktası olmadığı hiç bir öz yoktur. Edebiyatın
verileri (belli bir yaşantı, öğretici bir amaç) ne denli değişik olursa olsun,
temel soru hep şu olacaktır: İnsan nedir?
Burada bir
kavşak noktasıyla karşılaşıyoruz: her türlü biçimsel düşünceyi bir yana bırakıp
soruyu soyut, felsefî anlamıyla soracak olursak, (gerçekçi okul için) —salt estetik
olmayan düşüncelerle de varılan— geleneksel Aristoteles yargısına varırız:
İnsan zoon politikon'dur, yani
toplumsal bir hayvandır. Aristoteles’in bu yargısı bütün büyük gerçekçi edebiyat
için geçerlidir. Akhileus ile Werther, Oidipus ile Tom Jones, Antigone ile Anna
Karenina: bunların her birinin bireysel varoluşu —Hegel’in deyimiyle Sem an sich’ı günümüzde
daha yaygın bir deyimle «ontolojik varlık»ları— toplumsal ve tarihsel
çevrelerinden ayn’t edüemez. Bu kişilerin insan olarak anlamları, kendilerinin
özgül bireysellikleri, içinde yaratılmış oldukları ortamdan ayrılamaz.
İleri gelen
yenüikçi yazarların eserlerindeki insan anlayışını belirleyen varlık bilimsel
görüş ise bunun tam tersidir. Bu yazarlara göre, insan doğuştan yalnız, toplum
dışı, başka insanlarla ilişki kurmayı başaramayan bir varlıktır. Thomas Wolfe
bir yerde şöyle diyor: «Benim dünya görüşüm, yalnızlığın bana, ya da yalnız
olan birkaç kişiye özgü bir durum değil de, insan varoluşunun kaçınılmaz,
temel gerçeklerinden biri olduğu inancma dayanıyor». Böyle tasarlanan insan başka
bireylerle ilişkiler kurabilir, fakat ancak yüzeysel ve rasgele bir biçimde
yapabilir bunu; varlıkbilimsel deyimiyle, ancak geriye dönük düşünmeyle
yapabilir. Çünkü «başkaları» da temelde yalnızdırlar, anlamlı insan
ilişkilerinin ötesindedirler.
İnsanın bu
temel yalnızlığı ile geleneksel gerçekçi edebiyatta karşılaştığımız ayrı ayrı
insanların yalnızlığı birbirine karıştırılmamalıdır. Sonuncu örnekte sözkonusu
olan, kişiliği ya da yaşama koşulları yüzünden bir insanın içinde bulunduğu
belirli bir durumdur. Yalnızlık, Sophokles’in çıplak Lemnos adası kıyılarına
bırakılan Philoktetes örneğinde olduğu gibi, nesnel koşulların bir sonucu
olabilir. Ya da Tolstoy’un İvan İlyiç, Flaubert’in Duygusal Eğitim romanındaki
Frederic Moreau örneklerinde olduğu gibi öznel koşulların, bir iç gerekliliğin
sonucu olabilir. Fakat bu her zaman bütün bir topluluk yaşayışının sadece bir
parçası, bir dönemi, bir yükseliş ya da düşüş anıdır. Bu bireylerin yazgısı,
belirli toplumsal ya da tarihsel koşullar altındaki belirli insan tiplerine özgü
bir yazgıdır. Bunların yalnızlığının yanında ve ötesinde, bildiğimiz hayat,
öbür insanların kavgaları ve beraberlikleri, eskiden olduğu gibi sürüp gider.
Kısacası, bunların yalnızlığı evrensel bir insanlık yazgısı değil, özgül bir toplumsal yazgıdır.
Bu sonuncu
örnek, elbette, yenilikçi akımın kuram ve uygulamasına özgü bir niteliktir. Bu
incelemede okura felsefeden can sıkıcı örnekler vermek istemiyorum. Fakat
okurun dikkatini, Heidegger’in insan varoluşunu «varlığın-içine-atılmışlık» (Geıvorfenheit ins Dasein) olarak
betimlemesine çekmekten kendimi alamıyorum. Bireyin varlıkbilimsel yalnızlığım
daha iyi hatırlatan başka bir tanım kolay kolay düşünülemez. İnsan «varlığa
atılmıştır. Bu sadece insanın yapısından ötürü kendi dışındaki nesneler ve
kişilerle üişki kuramayacağı değil, aynı zamanda insan varoluşunun kökeninin
ve amacının da belirlenemeyeceği anlamına gelir.
Böyle
tasarlanan insan tarih-dışı bir varlıktır(Heidegger’in kendi sisteminde bir
çeşit «gerçek» tarihselliğe yer vermesinin aslmda bu durumla bir ilgisi yoktur.
Heidegger’in tarih selliği «kaba» sayarak küçümsediğini başka yerde belirtmiştim;
kendisinin «gerçek» tarihsellik dediği şey de tarih-dışılıktan ayırt edilemez.)
Tarihin bu yadsınışı yenilikçi edebiyatta iki ayrı biçimde kendini gösteriyor.
Birincisinde, kahraman kendi yaşantısının sınırları içine hapsedilmiştir. Ne
onun için, ne de görüldüğü kadar yaratıcısı için, kendisinin ötesinde onu
etkileyen ya da onun tarafından etkilenen, önceden varolan bir gerçeklik
vardır. İkincisinde, kahramanın kendisi kişisel tarihi olmayan biridir.
Anlamsız, anlaşılmaz bir şekilde «dünyaya atılmış»tır. Dünyayla ilişki kurarak
gelişmez; ne o dünyaya biçim verir, ne de dünya ona. Bu edebiyattaki tek
«gelişme», insan yazgısının yavaş yavaş açığa vurulmasıdır. İnsan, şimdi, her
zaman ne idiyse ve her zaman ne olacaksa odur. Anlatıcı, inceleyen özne hareket
halindedir; incelenen gerçeklik duraldır.
Elbette
böylesi dogmalar aslında ancak felsefî soyutlamada, o da gene ancak belli
ölçüde bir safsatanın yardımıyla yaşayabilirler. Yetenekli bir yazar, kuramsal
yenilikçiliği ne kadar aşırı olursa olsun, uygulamada tarihselliğin ve toplumsal
çevrenin gerekleriyle uzlaşma zorunda kalacaktır. Başeserlerinde
yer olarak Joyce Dublin’i, Kafka ile Musil ise Habsburg Krallığı’nı
kullanırlar. Fakat sevgi ile çizdikleri yer dekordan öte bir şey, sanatsal
amaçları için temel bir öğe değildir.
İnsan
varoluşu ile ilgili böyle bir görüşün belirli edebî sonuçları vardır. Şimdi
burada belirli bir kategori üzerinde, kuram ve uygulama bakımından birinci
derecede önemi olan gizillik (Gizillik: olabilirlik, kuvve, potentiality.)
kategorisi üzerinde dikkatle durmamız gerekiyor. Felsefe soyut ve somut (Hegel’de «gerçek») gizillik
arasında bir ayrım yapar. Bu iki kategorinin ve aralarındaki karşılıklı ilişki
ile çatışmanın kökü doğrudan doğruya hayatın içindedir. Gizillik — soyut ya da
öznel olarak görüldüğünde — gerçek hayattan daha zengindir. İnsanın
gelişebilmesi için ancak pek azı gerçekleşebilecek sayısız olanaklar
düşünülebilir. Düşünülen bu olanakları hayatın gerçek karmaşıklığı olarak gören
modern öznelcilik karamsarlıkla büyülenme arasında kararsızdır. Dünya bu
olanakları gerçekleştirmede geciktikçe, bu karamsarlığa biraz da küçümseme
bulaşır. Hofmannsthal’ın Sobeide’si bu yaşantıyla ilk olarak yüzyüze gelen kuşağın
tepkisini dile getiriyordu:
O üzerinde uzun uzadıya durup düşünülen
Ve artık dönmemecesine yiten olanakların yükü...
Ve artık dönmemecesine yiten olanakların yükü...
Bu olanaklar
acaba ne kadar somut ya da «gerçek»ti? Belli ki, bunlar sadece öznenin
kafasındaki düşler ve hayallerden başka bir şey değildi. Eserlerinde öznel
gizilliğin önemli bir rol oynadığı Faulkner da bu yüzden gerçekliğin
öznelleştirilmesi, yasasızmış gibi gösterilmesi gerektiğini görmüş olmalı.
Kendisinin şu sözlerini düşünün: «Hepsi bir anda konuşuyor, coşup
heyecanlanıyor, kavga ediyor, insanların isteklerini kelimelere döktükleri
zaman yaptıkları gibi, gerçek olmayanı bir olanağa, sonra bir olasılığa, sonra
da çürütülemez bir olguya dönüştürüyorlardı.» Bir insanın kafasındaki
olanaklar, bunların sahip oldukları kalıplar, yoğunluk ve anlamlılık elbette o
insana özgü niteliklerle belirleneceklerdir. Uygulamada, ele alınan kimse
hayalgücü en kıt biri bile olsa, bu olanakların sayısı sonsuzu bulacaktır.
Gizillik yoluyla bir insanın gerçek yazgısını kavramak şöyle dursun, bir
kişiliğin kaba çizgilerini belirtmek bile umutsuz bir girişimdir. Gizilliğin soyut
niteliği, gelişmeyi belirleyememesinden bellidir — zihindeki öznel durumların,
ne kadar sürekli ve derin olurlarsa olsunlar, burada kesin bir rolleri yoktur.
Daha doğrusu, kişiliğin gelişmesi doğuştan birtakım niteliklerle, büyümeyi
kolaylaştıran ya da engelleyen dış ya da iç etkenlerle belirlenir.
Oysa
hayatta, gizillik elbette gerçekliğe dönüşebilir. İnsanın bir seçim yapmasını
gerektiren durumlar çıkar; seçme eyleminde ise o insanın kişiliği kendisini
bile şaşırtacak bir şekilde kendini gösterebilir. Edebiyatta —özellikle oyunlarda—
çözüm çoğu zaman birtakım koşulların öne çıkmasını önlediği böyle bir
gizilliğin farkına varılmasıyla sağlanırBu durumda, sözünü ettiğimiz
gizillikler «gerçek» ya da somut gizilliklerdir. Kişinin yazgısı, sözkonusu
olan gizillik, onu trajik bir sona yargılayacak olsa bile, o gizilliğe
bağlıdır. Bunu önceden, belli bir kimsenin zihninde öznel bir gizillikken, aynı
insanın zihnindeki sayısız soyut gizilliklerden ayırt etmesinin yolu yoktur.
Hatta öylesine kıyıda köşede örtülü olarak durmaktadır ki, karar anından önce,
soyut bir gizillik olarak bile o insanın zihninde yer etmemiştir. Özne kararını
verdikten sonra kendisine bu kararı verdiren nedenlerin farkında olmayabilir.
Nitekim, Shaw’un Şeytanının Çırağı Richard Dudgeon kendini Papaz Andersen
kimliğiyle feda ettikten sonra şu itirafta bulunur: «Bunu
nasıl bir itkiyle yaptığımı sık sık sormuşumdur kendime, ama böyle davranışımı
haklı gösterecek bir neden bulamıyorum.»
Oysa
hayatının gidişini değiştiren bir karardır bu. Gerçi bu kural dışı bir örnek.
Fakat bireysel bilincin sürekliliğini hem bozan, hem de yenileyen çözümün nitel
sıçraması hiç bir zaman önceden kestirilemez. Somut gizillik büyük sayıdaki
soyut gizilliklerden ayırt edilemez. Sadece kararın kendisi bu ayrımı ortaya
çıkarabilir.
Gerçekliği
yalansız bir şekilde yansıtma amacını güden gerçekçi edebiyat, bu türden kural
dışı durumlardaki insanların hem somut hem de soyut gizliliklerini göstermek
zorundadır. Edebî bir eserdeki kişinin somut gizilliği bir kere açıklandı mı,
kendisinin soyut gizillikleri kesinlikle gerçek değillermiş gibi
görüneceklerdir.
Örneğin
Moravia, Gli İndijferenti (Kayıtsızlar)
adlı romanında kız kardeşini baştan çıkaran adamı öldürmeye karar veren
Michele’yi, çökmekte olan bir burjuva ailesinin genç çocuğunu anlatır. Bir
yandan, Michele kararını vermiş cinayeti tasarlarken, önümüze soyut, fakat
oldukça anlamlı bir sürü değişik olanağm serildiği görülür. Bu arada cinayet
işlenir ve olayın iğrenç ayrıntılarından Michele’nin kimliği olduğu gibi
ortaya çıkar: Michele öznel hayal gücünde kaçabileceğini sandığı bu çevrenin,
gerçekte, bir temsilcisinden başka biri değildir.
Soyut
gizillik tümüyle öznellik alanının bir parçasıdır; somut gizillik ise bireyin
öznelliği ile nesnel gerçeklik arasındaki diyalektiğin bir parçasıdır. Demek
ki, bu İkincisinin edebiyatta verilişi elle tutulabilir, tanınabilir bir
dünyada yaşayan gerçek insanların bir betimlemesini gerektirir. Ancak kişiyle
çevrenin birbirini etkilemesi olayında belli bir kimsenin somut gizilliği, salt
soyut gizilliklerin «kötü sonsuzluğu»ndan ayırt edilebilir ve yalnız o
kimsenin, gelişiminin yalnız o dönemkideki belirleyici gizilliği olduğu ortaya
çıkar. Sanatçının, somut gizilliği sayısız soyutlamalardan ayırt edebilmesini
ancak bu ilke sağlar.
Yenilikçi
edebiyattaki insan imgesinin dayandığı varlıkbilim bu ilkeyi çürüten bir görüşü
ileri sürmektedir. Eğer «insanın yazgısı» —insanın yalnız, anlamlı ilişkiler
kuramayan bir varlık oluşu— gerçeklikle özdeşleştiriliyorsa, soyut ve somut
gizillik arasındaki ayrımın da bir anlamı kalmıyor demektir. Kategoriler
birleşme eğilimindedirler. Nitekim, Cesare Pavese, John Dos Passos ile Alman
çağdaşı Alfred Döblin’in «üstünkörü verisme»le «soyut ekspresyonist şematizm» arasında
kararsız bir tutumları olduğuna değiniyor. Dos Passos’u eleştiren Pavese,
hikâye kahramanlarının «kişisel özelliklerin uzun uzadıya düşünülüp seçilerek
ve betimlenerek yaratılmaları gerektiğini» öne sürüyor — dolayısıyla Dos
Passos’un-nitelendirmelerinin bir kişiden öbürüne aktarılabileceğini
belirtiyor. Pavese bunun sanatsal sonuçlarını da şöyle açıklıyor: insanın
öznelliğinin, çevresinin nesnel gerçekliği pahasına yüceltilmesi ile doğrudan
doğruya insanın öznelliği yoksullaştırılmış olur.
Sorun, her
zaman olduğu gibi, ideolojik bir sorundur. Bu, yenilikçi edebiyatın temelindeki
ideolojinin her zaman aynı olduğu anlamına gelmez. Tersine, ideoloji oldukça
değişik, hatta karşıt biçimlerde kendini gösterir. Anlatımda nesnelliğin
reddi, öznelliğin benimsenmesi, Joyce’un büinç akışı, Musil’in «etkin
edilginlik», «niteliksiz varoluş» ya da gizilliğin sözde-gerçekleşmeyi
sağladığı Gide’in «actiotı gratııite» (nedensiz
davranış) biçimlerini alabilir. İnsanın kişiliği hayatın karar anlarında
nasıl belirirse, edebiyatta da öyle olur. Soyut ve somut gizillik arasındaki
ayrım ortadan kalkar, insanın aslı soyut bir öznellikle özdeş görülürse, insan
kişiliği ister istemez parçalanmak zorunda kalır.
T.SEliot bu
olayı, insan kişiliğinin bu tanımlanma tarzını şöyle betimliyor:
Şekilsiz biçim, renksiz gölge,
Kötürümleşmiş güç, hareketsiz davranış.
Kötürümleşmiş güç, hareketsiz davranış.
Kişiliğin bu
parçalanması dış dünyanın parçalanmasına da uyar. Bir anlamda, bu, ileri
sürdüğümüz düşüncenin yeni bir sonucundan başka bir şey değildir. Çünkü soyut
ve somut gizilliğin özdeş sayılması nesnel dünyanın özü gereği açıklanamayacağı
varsayımına dayanmaktadır. Kuramsal bir savunmaya girişen birtakım ileri gelen
yenilikçi yazarlar bunu açıkça kabul etmişlerdir. Çoğu zaman gerçekliği
anlamaktaki bu kuramsal olanaksızlık, öznelliğin yüceltilmesinden çok, bir
çıkış noktasıdır. Ama ne olursa olsun, her ikisi arasındaki bağ açıkça
ortadadır. Sözgelimi, Alman şairi Gottfried Benn’in açıkladığına göre, «dış
gerçeklik diye bir şey yoktur, sadece kendi yaratıcılığıyla yeni dünyalar
kuran, bunları değiştirip yeniden kuran insan bilinci vardır.» Musil, her
zaman olduğu gibi, ahlaksal bir nitelik kazandırır bu düşünüşe. Der Mann
ohne Eigenschaften (Niteliksiz Adam) adlı romanının kahramanı Ulrich’e Tanrı’nın yerinde
olsaydı, ne yapardı, diye sorulduğu zaman, Ulrich, «Gerçekliği
yürürlükten kaldırmak zorunda kalırdım,» der. «Niteliksiz» öznel varoluş
dış gerçekliği yadsımanın tamamlayıcı bir parçasıdır.
Dış
gerçekliğin yadsınması her zaman böyle bir bağnazlıkla istenmez. Ama hemen
hemen bütün yenilikçi edebiyatta vardır bu yadsıma. Musil bir konuşma sırasında
büyük romanının geçtiği yılların 1912-1914 arası olduğunu söylemiş, fakat hemen
arkasından şu açıklamayı yapmıştı: «Şunu iyice belirtmem gerekir ki, tarihsel bir roman yazmış
değilim. Gerçek olaylar beni ilgilendirmez... Olaylar, nasıl olsa, birbirlerinin
yerini alabilirler. Beni ilgilendiren benzeri olmayan şeyler, gerçekliğin
‘hortlaksı’ denebilecek yanıdır.» Buradaki «hortlaksı» sözü oldukça ilgi çekici. Yenilikçi
edebiyatın önemli bir eğilimini, gündelik olayların önemsenmemesini gösteren
bir söz. Kafka’da betimleme ayrıntılarının olağanüstü bir gerçeğe yakınlığı ve
sahiciliği vardır. Oysa Kafka’nın sanattaki asıl ustalığı nesnel gerçekliğin
yerine tedirginlik dolu dünya görüşünü koymakta kendini gösterir. Gerçekçi
ayrıntı, görevi tedirginlik yaratmak olan hortlaksı gerçekdışı bir karabasan
dünyasını anlatır. Aynı şeye, Kafka’nın tekniği ile toplum eleştirisini
birleştirmeye kalkan yazarlarda rastlanır — Alman yazarı Wolfgang Koeppen’in
Bonn’la ilgili yergi romanı Das Treibhaus’da olduğu
gibi. Buna benzer bir gerçekliğin azaltılması olayı Joyce’un bilinç akışı
yönteminde de vardır. Elbette bu, bilinç akışının doğrudan doğruya gerçekliği
yansıtan anlatım yolu olduğu zaman daha da yoğunlaşır. Hele bu, anormal bir
kimsenin ya da bir delinin büinç akışı oldu mu, anlamsız bir hale gelinceye
kadar abartılır. Faulkner’in Ses ve Öfke’sinin ilk
bölümünde ya da daha aşırı bir örnekte, Beckett’in Molloy’unda olduğu gibi.
Demek ki,
gerçekliğin azaltılması ve kişiliğin dağılması birbirine bağlı şeylerdir: biri
ne kadar çoksa, öbürü de o kadar çoktur. Her ikisinin de temelinde insan
yaradılışıyla ilgili tutarlı bir görüşün olmayışı yatmaktadır. İnsan birbirine
bağlı olmayan yaşantı parçalarına indirgenmiştir; kendisi için nasıl
anlaşılmaz bir varlıksa, başkaları için de öyledir. Eliot’un Kokteyl Parti’sinde
yazarın düşüncelerini yansıtan ruh doktoru bu olayı şöyle betimliyor:
Ama
hergün ölürüz birbirimizin gözünde
Ne
biliyorsak başkaları üstüne
Onları
bildiğimiz anların anılarıdır bunlar.
Arada
onlar da değişmişlerdir.
Onlar
da, biz de değişmemişiz gibi davranmak
Durumu
kurtarmaya yarayan toplumsal bir görenektir.
Arasıra
kurtulmalı bundan. Sonra unutmamalı ki,
Her
buluşmada bir yabancıdır tanıştığımız.
Kişiliğin
dağılması, aslında soyut ve somut gizilliğin özdeşleşmesinin bilinçsiz ürünü,
bilincin ışığı altında önceden düşünülmüş bir ilke niteliği kazanır. Gottfried
Benn’ın kuramsal kitapçıklarından birine «Doppelleben» (Çifte Hayat) adını vermesi bir raslantı değildir. Benn’e göre,
bu kişiliğin dağılması olayı bir şizofrenik bölünme biçimini almıştır. Gene
Benn’e göre, insanın kişiliğinde birbiriyle tutarlı bir güdüler ve davranışlar
sistemi yoktur. İnsanın hayvansal yaradılışı nitelik değiştirmiş,
yüceleştirilmiş düşünce süreçlerinin karşıtıdır. Düşünce ve eylem birliği
ilkel felsefedir; düşünce ve varlık birbirinden ayrı niteliklerdir. İnsan ya
tinsel (manevî) ya da düşünen bir varlıktır — ikisi birden olamaz.
Bunların
bütün bütüne özel, garip düşünceler olduğunu sanmıyorum. Gerçi bu düşüncelerin
kaynağı Benn’in özgül yaşantılarıdır. Fakat bu düşüncelerle burjuva
düşüncesinin belli bir geleneği arasında daha derin bir bağ vardır. İç ve dış
dünyanın nesnel, diyalektik bir bütün meydana getirdiğini görünüşteki
karşıtlıklarına rağmen birbirleriyle kopmamacasına kaynaşmış olduklarını ileri
süren Hegelci görüşe Kierkegaard’m karşı çıkışı yüz yıldan fazla oluyor.
Kierkegaard böyle bir birliği tanımıyordu. Kierkegaard’a göre, birey donuk,
tanınmayan bir kimlik içinde yaşar-
Bu felsefe
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra şaşırtıcı bir ilgi alanı buldu — en çapraşık
kuramların bile toplumsal gerçekliği yansıtabileceği düşüncesi bunun
kanıtıydı. Martin Heidegger, Ernst Jünger, Avukat Cari Schmitt, Gottfried Benn
gibi kimseler ve başkaları, bir insanın görünüşteki eylemlerinin gerçek
tutumlarını yansıtmadığı anlamına gelen bu hiç açıklanmayan gizli kimlik
öğretisine dört elle sarıldılar. Burada sözkonusu olan eylemin, gizli kimliğin
gerisine sığınarak karanlıkta kalan eylemin bu aydınların Nazi hareketine katılmaları
olduğunu söylemek gerekmez bile: Heidegger Freiburg Üniversitesi’nin Rektörü
olarak bir açış konuşmasında Hitler’in iktidarı ele geçirişini övmüş, Cari
Schmitt eşsiz hukuk bilgisini gene Hitler’in «emrine tahsis» etmişti. Öyle
kolay kolay yalanlanmayacak gerçeklerdi bunlar. Ama eğer bu anlaşılmaz gizli
kimlik gerçek «insan yazgısı» idiyse, gizli kimliklerinin ardına sığman
Heidegger ya da Schmitt bütün bu süre içinde Hitler’i desteklermiş gibi görünüp
aslında onun gizli düşmanları olmuş olamazlar mı? Gerçek düşüncelerini kendine
saklayan ya da yalnız yakın arkadaşları arasında açıklayan Emst von Salomon’un
Sorular’ında kendi fırsatçılığı hakkındaki alaycı içtenliği, Ernst Jünger’in
yazılarında rastladığımız bu gizli kimlik ideolojisinin iğneli bir yorumu olarak
değerlendirilebilir.
Konu dışı
verdiğimiz bu aşırı örnek böyle bir varlıkbilimin toplumsal alanda nerelere
varabileceğini göstermeye yardım edebilir. Edebî alanda da bu belirli ideoloji
büyük bir önem taşıyordu; insanın çevresi ile arasındaki karmaşık ilişkiler
dokusunu ortadan kaldırarak kişiliğin dağılmasına yol açmıştı. Oysa insanın
kişiliğini belirleyen de kendisi ile çevresi arasındaki bu çatışmadır.
Homeros’un Akhileus’undan Mann’ın Adrien Leverkühn’üne ya da Şolohov’un Grigori
Melyekov’una kadar kişiliği böyle bir çatışmanın ürünü olmayan büyük bir hikâye
kahramanı yoktur. Soyut ve somut gizillik arasındaki ayrımı yadsımanın
edebiyatta kişiyi sunma konusunda ne büyük bir tehlike olduğunu belirttim.
İnsanın çevresiyle olan ilişkilerinin karmaşık dokusunun ortadan kalkması bu
çatışmanın canlılığım da baltalar. Gerçi bu ideolojiyi benimseyen birtakım
yazarlar bu çatışmayı somut bir biçimde vermeyi başarıyla denediler. Fakat
temeldeki ideoloji bu çelişmeleri devingen, gelişimsel anlamlarından yoksun bırakır.
Çelişmeler varlıklarım bir çözüme varmadan, sözkonusu kişiliğin dağılmasına
yardım edercesine sürdürürler.
Kullandığı
yöntemin doğuracağı sonuçların farkında olması, Robert Musil adına olumlu bir
nokta. Kahramanı Ulrich hakkında şöyle diyordu Musil: «İnsan
bir tek seçimle karşı karşıyadır: ya sürüye uymak (Roma’da Romalılar gibi yapmak)
ya da sinir hastası olmak.» Musil burada, bütün yenilikçi edebiyatın temel sorunlarından
biri olan psikopatolojinin önemi sorununu ortaya atmış oluyor-
Bu sorun ilk
olarak Doğalcılık (Natüralizm) döneminde tartışma konusu olmuştu. Elli yıldan
fazla bir zaman önce, o zamanki Berlin tiyatro eleştirmenlerinin en kıdemlisi
olan Alfred Kerr şöyle diyordu: «Doğalcılığın gerçek şiiridir marazîlik. Çünkü nedir gündelik
hayatta şiirsel olan? Ruh hastalığı, hayatın sıkıcı tekdüzeliğinden kaçış. Bir
hikâye kahramanı ancak bu yoldan hem daha kuraldışı bir çevreye aktarılabilir,
hem de bu arada bir gerçeklik havası koruyabilir.» Burada
ilginç olan nokta «marazîliğin» şiirsel gerekliliğinin kapitalist düzendeki
hayatın yavanlığının bir sonucu olmasıdır. Kanımca, modern edebiyatta
doğalcılıktan günümüzdeki yenilikçi akıma kadar uzanan bir süreklilik vardır —
gerçi bu, bellibaşlı ideolojik ilkelerin sınırlarını aşmayan bir sürekliliktir.
Başlangıçta sadece yaklaşmakta olan felâketin belirsiz bir beklenişi olan bu
tutum, 1914’ten sonra yaygın bir saplantıya dönüştü. Ruh hastalığının gittikçe
daha önemli bir rol oynaması da, bence, bu sürekliliğin başlıca özelliklerinden
biriydi. Her dönemde —geçerli olan toplumsal ve tarihsel koşullara göre—
psikopatolojiye yeni bir önem, ayrı bir anlam ve sanatsal görev verilmiştir.
Kerr’in sözlerinden anlaşıldığına göre, doğalcılıkta psikopatolojiye duyulan
ilgi estetik bir gereksinmeden doğmuştur; kapitalist düzendeki sıkıcı
yaşayıştan bir kaçış çabasıdır bu. Musil’in alıntısı ise birkaç yıl sonra bu
çatışmanın ahlaksal bir nitelik kazandığını gösteriyor. Marazîlik saplantısı
külrengi gerçekliğe renk katan bir süsleme öğesi olmaktan çıkmış, kapitalizme
karşı ahlaksal bir başkaldırışa dönüşmüştü.
Musil’de —ve
daha birçok yenilikçi yazarda— psikopatoloji sanatsal amacın varış noktası
oldu. Fakat bu sanatçıların amacında, temeldeki ideolojinin gereği, çifte bir
güçlük vardır. Bunlardan birincisi tanım eksikliğidir. Bu psikopatolojiye
kaçışla açığa vurulan karşı çıkış soyut bir davranıştır: gerçekliğin reddi hiç
bir somut eleştiriyi içermeyen toptancı ve kestirme bir reddir. Üstelik, hiç
bir yere götürmeyen bir davranış, hiçliğe bir kaçıştırÖyle ki, bu ideolojinin
savunucuları böyle bir karşı çıkışın edebiyatta herhangi bir şekilde verimli
olabileceği düşüncelerinde yanılmaktadırlar. Belirli toplumsal koşullara karşı
gösterilecek herhangi bir tepkide asıl ağırlığı doğrudan doğruya bu koşullara
vermek gerekir. Feodal topluma karşı çıkan burjuva sınıfı, burjuva toplumuna
karşı çıkan emekçiler bir önceki düzenin eleştirisini çıkış noktası olarak
saptadılar. Her iki örnekte de karşı çıkış —çıkış noktasının ötesine varmak—
somut bir varış noktasına, yeni bir düzenin kurulmasına, dayanıyordu. Bu yeni
düzenin yapısı ve özü ne denli belirsiz olursa olsun, ona daha kesin bir tanım
kazandırma isteği yok değildi.
Musil gibi
yazarların karşı çıkışı ise ne kadar başka! Varış noktası (psikopatolojiye
kaçış) bir soyutlamadan başka bir şey olmadığı için, çıkış noktası (çağımızın
bozuk düzeni) ister istemez başlıca güç kaynağıdır. Modern gerçekliğin reddi
tümüyle öznel bir reddir. İnsanla çevresi arasındaki ilişkiler açısından bakıldığında, özü
ve yönü eksik bir tutumdur. Varış noktasının niteliği bu eksikliği daha da
artırır. Çünkü bu karşı çıkış bulantı, tedirginlik ya da özlem ifade eden boş
bir davranıştır. Bu karşı çıkışın özü —daha doğrusu özden yoksunluğu— böyle
bir hayat görüşünün herhangi bir yön duygusu veremeyişine bağlıdır. Bu yazarlar
en güvenebilecekleri sığınağın psikopatoloji olduğuna inanmakta büsbütün de
haksız değildirler; psikopatoloji bu yazarların tarihsel durumlarının ideolojik
tamamlayıcısıdır.
Bu marazîlik
saplantısına yalnız edebiyatta rastlanmaz. Freud’çu psikanaliz bunun en
belirgin ifadesidir. Öznenin ele alınışı edebiyattakinden yüzeysel bir ayrılık
gösterir. Herkesin bildiği gibi, Freud’un çıkış noktası «gündelik hayat»tı. Ancak
Freud, dil sürçmelerini ve hayal kurma hastalığını açıklamak için
psikopatolojiye başvurmak zorundaydı. Konferanslarında, karşı koyma ve
baskı konularını ele alırken, «Patalojik durumların araştırılmasının normal bir
zihnin işleyişini ne ölçüde aydınlattığını anladıkça belirti-oluşturma
(symptom-formation) psikolojisine duyduğumuz ilgi de artmaktadır,» der. Freud
normal kişiliği anlamanın anahtarını anormal psikolojide bulduğuna inanıyordu.
Ruhsal anormalliklerin normal psikolojiyi açıklayacağını öne süren Kretschmer tipolojisinde
bu inanç daha da belirgindir. Freud’un psikolojisini onu ancak ruhsal
anormalliklerin bir kuraldan (norm’dan) sapma olduğunu belirten Pavlov’un
Hippokratçı görüsüyle karşılaştırdığımız zaman gerçek kimliğiyle görürüz.
Belli ki, bu
sadece bir bilim, edebiyat ya da eleştiri sorunu değil, insanın yalnızlığı
konusundaki varlıkbilimsel dogmanın yarattığı bir ideoloji sorunudur. Aristoteles’in
«insan siyasal bir hayvandır» kavramına dayanan gerçekçilik edebiyatı,
bir toplumun evrimindeki her yeni aşama için yeni bir tipoloji ortaya
koyabilir. Bu edebiyat toplumun ve bireyin kendi içlerindeki çelişmeleri
diyalektik bir bütünün çerçevesi içinde göz önüne serer. Burada, şiddetli ve
olağanüstü tutkuları olan kişiler gene de toplumsal açıdan normal bir
tipolojinin sınırları içindedirler (Shakespeare, Balzac, Stendhal). Çünkü bu
edebiyatta ortalama insan, insan ve toplumda her zaman var olan çelişmelerin
sadece daha donuk bir yansımasıdır; gariplik (eksantriklik) toplumca
koşullanmış bir çarpıklıktır. Elbette, büyük kahramanların tutkularını konuşma
dilindeki anlamıyla «gariplik» saymamak gerekir: Christian Buddenbrook «garip»
bir kahramandır, ama Adrian Leverkühn değildir.
«Atılmıştık»
kavramı gerçek bir tipolojiyi olanaksız kılar; bunun yerini soyut bir «garip»
ve «ortalama» kutupsallığı alır. Geleneksel gerçekçilikte toplumsal normalliği
daha iyi anlamamıza yardım eden bu kutupsallığın yenilikçi akımda neden
sağlıksız bir gariplik saplantısına yöneldiğini gördük. Gariplik ortalamanın
kaçınılmaz tamamlayıcısı olmakta, bu kutupsallık da insan güzelliğinin
tükenmesini sağlamaktadır. Bu ideolojinin içerdiği anlamı Musil’in başka bir sözü
açıklıyor: «Eğer insanlık topluca düş görseydi, Moosbrugger’in düşünü görürdü.» Moosbrugger,
hatırlayacağınız gibi, insan öldürme eğilimleri olan geri zekâlı bir cinsel
sapıktı.
Musil'de
yeni bir tipolojinin ideolojik temeli yerine geçen şey —toplumun kötülüklerine
karşı çıkış olarak sinir bozukluğuna kaçış— öbür yenilikçi yazarlarda değişmez
bir insanlık yazgısına dönüşür.
Musil’in önerisi «eğer» koşulunu yitirir ve gerçekliğin basit bir betimlemesi
olur. Dış dünyanın betimlenmesinde nesnellik eksikliği tamamlayıcı parçasını
gerçekliğin bir karabasana indirgenmesinde bulur. Gerçi Joyce’un gerçekliği
anlaşılmaz bir bilinç akışı olarak görüşü daha önce Faulkner’da bir karabasan
niteliği kazanmışsa da, Beckett’in Molloy’u belki de bu gelişmenin en uç
noktasıdır. Beckett’in romanında aynı görüntünün üstüste kullanıldığını
görürüz. Beckett bize önce insan bozulmasının en son derecesinin bir imgesini
—bir alığın bitkisel yaşayışını— sunar. Sonra, tam anlaşılmaz ve belirsiz bir
kaynaktan yardım gelmek üzereyken, kurtarıcının kendisi alıklaşır. Hikâye,
alığın ve kurtarıcısının paralel bilinç akışları yoluyla anlatılır.
Sapıklığın
ve alıklığın insanlık yazgısının tipleri
olarak benimsenmesinin yanısıra bir de abartarak övme diyebileceğimiz bir
yöntemle karşılaşırız. Cinsel sapıklığın —kız kahramanın bir boğaya
tutkunluğunun— bir zafer ve doğaya dönüş, içgüdünün göreneklerin köleliğinden
kurtuluşu olarak sunulduğu Montherlant’ın Pasiphae örneğini düşünün. Koro, yani yazar, şu soruyu soruyor (yalnız
etkileme amacı gütmekle birlikte açıkça olumlu bir cevap bekleyen bir soru bu):
«Düşünce yokluğunun, ahlâk yokluğunun hayvanların, bitkilerin ve
suların soyluluğuna az mı katkısı vardır...?» Montherlant
da Musil kadar açık, fakat değişik bir ahlâk ve duygu yoğunluğuyla, bu
psikopatoloji saplantısının temelindeki karşı çıkışın gizli —bilinç altına
itilmiş denebilecek— toplumsal niteliğini, sapık Rousseauculuğunu, anarşizmini
dile getiriyordu. Yenilikçi edebiyatta bunun pek çok örnekleri vardır. Benn’in
bir şiiri de bu düşünceyi açıklar niteliktedir:
Ah
ilk atalarımız olabilseydik biz,
Sıcak,
boğucu bataklıklarda kan pıhtıcıklan;
O
özsulardan sessizce ortaya çıkan
Hayat, ölüm, gebe kalma, doğum.
Hayat, ölüm, gebe kalma, doğum.
Rüzgârın
yığarak biçim verdiği
Bir yosun kümesi ya da bir kum tepesi;
Bir yosun kümesi ya da bir kum tepesi;
Bir
yusufçuk ya da martı kanadı — yalnız bunlar bile
Büyük bir acıyı anlatacaktı.
Büyük bir acıyı anlatacaktı.
Bu
Beckett’te ya da Montherlant’da olduğu gibi açık bir sapıklık örneği değil.
Fakat ilkellikte Benn de onlarla birleşiyor. Toplumsal bir varlık olan insana
karşı insanın bir hayvan olarak öne sürülüşü —örneğin, Heidegger’in toplumsal
insanı «dos Mama,
indirgemesi, Klages’in Geist (akıl) ile Seele (ruh) arasındaki uzlaşmazlığı
öne sürmesi ya da Rosenberg’in ırkçı mitologyası— doğrudan doğruya anormalin
yüceltilmesine ve kendini gizlemeyen bir antihümanizme yönelir.
Böylece sıradan insan ve alık
kişilerle sınırlı bir tipoloji aynı zamanda «deneysel» üslûp çarpıtmalarına yol
açar. Gerçekliğin çizilişinde çarpıtma da marazîlik kadar vazgeçilmez bir
yöntem olur. Oysa edebiyatın çarpıtmayı yerli yerinde kullanabilmesi, yani onu
çarpıtma olarak görebilmesi için, bir normallik ölçüsü olması gerekir.
Normallik edebî ilginin asıl amacı olmaktan çıktığı için böyle bir tipolojiyle
bu değerlendirmeyi yapmak sözkonusu olamaz. Kapitalist düzendeki hayat,
çoğu zaman haklı olarak, insan öğesine çarpık bir biçim vererek (donmuş ya da
sakatlanmış bir biçim vererek) yansıtılır. Fakat
psikopatolojiyi bu çarpıklıktan bir kaçış yolu olarak göstermek de çarpıklıktan
başka bir şey değildir. Bu durumda bir çarpıklığı başka bir çarpıklıkla ölçmek
zorunda kalır ve ister istemez evrensel bir çarpıklığa varırız. Genel
düzenin yerini alacak bir ilke, küçük burjuvayı ya da marazî kimseleri
toplumsal çevreleri içinde gösterebilecek bir ölçü yoktur. Bu eğilimler de,
zamanla bir görecelik kazanmak bir yana, git gide daha da kesinleşirler.
Çarpıklık insan varoluşunun normal durumu; sanat ve edebiyatın asıl araştırma
alanı, oluşturucu ilkesi olur.
Yenilikçi
akımın, edebiyatı bir perspektif duygusundan
yoksun bırakmak zorunda olduğu açıkça ortada sanıyorum. Buna da şaşmamak
gerekir; çünkü Kafka, Benn ve Musil gibi aşırı yenilikçiler okurlarına böyle
bir duygu sağlamayı her zaman öfkeyle reddetmişlerdir. Perspektif
düşüncesinin ideolojik sonuçları konusuna daha sonra gene döneceğim. Burada
şunu söyleyeyim ki, herhangi bir sanat eserinde perspektifin çok büyük önemi
vardır. Perspektif sanat eserinin yönünü ve özünü belirler: anlatımın değişik
düşünce dizilerini sıraya kor; sanatçının önemliyle önemsiz, can alıcı ile
geçici öğeler arasında bir seçim yapmasını sağlar. Kişilerin gelişme
doğrultusunu da, yalnız gelişmede önemi olan (özelliklerin betimlenmesini
sağlayarak, perspektif duygusu belirler. Perspektif, Moliere’de ya da Yunanlılarda
olduğu gibi, ne denli açık seçik olursa, yapılan seçme de o ölçüde tutumlu ve
çarpıcı olur. Yenilikçi akım bu seçme ilkesini bir yana bırakır. Onsuz
yapabileceğini ya da onun yerine kendi insanlık yazgısını koyabileceğini
öne sürer. Bunun sonucu ister istemez doğalcı bir üslûptur. Bence son elli
yılın bütün yenilikçi sanatını niteleyen bu durum yenilikçi akımı düzenli
olarak yücelten eleştirmenlerce gizlenir. Bu eleştirmenler daha çok biçimsel
ölçüler üzerinde durarak tekniği özden ayırıp önemini abartarak konunun
toplumsal ya da sanatsal anlamını yargılamaktan kaçınırlar. Bunun bir sonucu
olarak da gerçekçilikle doğalcılık arasındaki
estetik ayrımı yapamazlar. Bu ayrım, bir sanat eserindeki durum ve kişiler
arasında bir «önem sıralaması» olup olmamasına bağlıdır. Bunun yanında
biçimsel nitelikler ikinci derecede bir önem taşır. Bu yüzden yenilikçi
edebiyatın doğalcı niteliğinden söz edilebilir — ve bunda ideolojik bir
sürekliliğin edebî ifadesi görülebilir. Bu, üslûp değişmelerinin toplumdaki
değişiklikleri yansıttığını yadsımak değildir. Fakat herhangi bir ayıklama
yapmayan bu doğalcılığın, bu sıralamadan yoksunluğun alabileceği biçim, önemli
bir rol oynamaz. Buna doğalcılığın her şeyi belirleyen «toplumsal koşullarında;
simgeciliğin izlenimci yöntemlerinde ve yabancı bir hava yaratma eğiliminde;
fütürizm, konstrüktivizm ve yeni-gerçekçilikte nesnel gerçekliğin
parçalanmasında ya da gerçeküstücülüğün bilinç akışı tekniğinde rastlarız.
Bu okulların
ortak yanı temelde gerçekliğe dural bir yaklaşımları oluşudur. Bu da
perspektiften yoksun oluşlarına sıkı sıkıya bağlıdır. Gottfried Benn’in bunu
sanatsal programına alması elbette bir raslant'ı değildir. Kitaplarından
birinin adı Dural Şiirler’dir.
Tarihin, gelişmenin, dolayısıyla perspektifin yadsınması gerçekliğin özünü
kavramanın belirtisi olur.
Değişime, gelişime
aldırmaz bilge kişi
onun dünyasından değildir
çocukları torunları.
aldırmaz bilge kişi
onun dünyasından değildir
çocukları torunları.
Herhangi bir
gelecek zaman kavramının reddi Benn için bilgeliğin ölçüsüdür. Fakat yenilikçi
yazarlar arasında tarihi yadsımakta daha az aşırı olanlar bile toplumsal ve
tarihsel olayları dural olarak göstermek eğilimindedirler. Böyle olunca, bu
durumun «sonsuz» ya da beklenmedik yıkımlarla belirlenmiş geçici bir dönem
oluşu önemli değildir. (İlk doğalcı yazarlarda bile anlatılan şeyler çoğu zaman
temel niteliği değişmeden böyle yıkımlarla kesilirdi.) Örneğin Musil Çağımızda Yazar adlı bir
denemesinde şöyle diyor: «İnsan şimdiki zaman hakkında da pek bir şey bilmiyor. Bunun bir
nedeni, her zaman olduğu gibi şimdiki zamana çok yakın oluşumuz. Fakat aynı
zamanda, yirmi yıl kadar önce içine atıldığımız şimdiki zamanın tümü-kapsayan
ve kaçınılmaz bir niteliği oluşunun da bunda payı var.»
Musil’in
Heidegger’in felsefesini bilip bilmemesi bir yana, «varhğın içine atılmışlık»
kavramı açıkça burada da geçerli. Aşağıdaki alıntı ise, bu dural durumun 1914
yıkımıyla Musil’in gözünde nasıl altüst olduğunu açıklıyor: «Birden,
bütün dünyayı bir zorbalık kaplamıştı... Avrupa uygarhğında beklenmedik bir
yarık açılmıştı...» Kısacası, yenilikçi edebiyatta gerçekliğin böyle kavranması
geçici bir moda değil, kökü yenilikçi akımın dünya görüşünde yatan bir
tutumdur.
Yenilikçi
akımla Homeros’tan Thomas Mann’a ve Gorki’ye kadar gelen ve değişmeyle
gelişmeyi edebiyatın başlıca konusu -sayan gerçekçilik arasındaki temel ayrımı
saptamak için altta yatan dünya görüşü sorununu daha ayrıntılı olarak ele
almamız gerekir. Dostoyevski, Ölüler Evinden Anılar’ında mahkûmların iş
karşısındaki ilginç tutumlarını anlatır. Çok sert disipline rağmen, mahkûmlar
dalga geçerler, ya çok kötü çalışırlar ya da çalışır gibi yaparlar. Derken yeni
bir gardiyan gelir ve herkese verdiği işi bitirdikten sonra evlerine dönebileceğini
söyler«Yapılacak iş zordu» diye devam ediyor Dostoyevski, «ama, Tanrım, hepsi
nasıl bir hevesle sarılmışlardı işlerine! Bütün o tembelliklerinden, sözde
beceriksizliklerinden sanki iz bile kalmamıştı.» Kitabın daha sonraki sayfalarında
Dostoyevski o yaşantısını şöyle özetliyor: «Bir
insan umudunu yitirir ve amaçsız kalırsa, sırf can sıkıntısı bile onu bir
hayvana çevirebilir.» Edebiyatta perspektif sorununun doğrudan doğruya ayıklama
ilkesine bağlı olduğunu daha önce söylemiştim. Bu sözlerime şunu da ekleyeyim:
bu sorunun temelinde, sanat eserinin yapısının yansıttığı karmaşık bir törel
bütünlük vardır. Her insan davranışı, hiç değilse o davranışın sahibi için, bir
anlam taşıdığı varsayımına dayanır. Anlamsızlık her hareketi gülünç bir oyuna,
sanatı da doğalcı betimlemeye indirger.
Görülüyor
ki, hiç değilse görünüşte bir değişim ve gelişim olmadan edebiyat da olamaz. Bu
sonuç dar bir metafizik anlamda yorumlanmamalıdır. Yenilikçi
edebiyattaki psikopatoloji saplantısının kapitalizmin gerçekliğinden bir kaçış
isteği olduğunu daha önce belirtmiştik. Fakat bu, çıkış noktasının, kendisinden
kaçmak istenilen durumun, mutlak önceliğini gösterir. Bir varış noktasına doğru
atılacak her adım güçsüzlüğe yargılıdır. Yenilikçi yazarların çoğunun dünya
görüşü dış gerçekliğin değiştirilemezliğini öne sürdüğüne göre, (bu gerçeklik
sadece bir bilinçlilik durumuna indirgense bile), insan etkinliği, önsel
olarak, güçsüz ve anlamsız kılınmıştır.
Bu tutumun
bir sonucu olan gerçeklik anlayışı en tutarlı ve inandırıcı biçimini Kafka’nın
eserinde bulmuştur. Kafka, Dava adlı
romanının kahramanı Joseph K. idam edilmeye götürülürken, onun hakkında
şunları söyler: «Sinekleri, sinek
kâğıdından kurtulmaya çabalarken kopan küçücük ayaklarını düşünüyordu.» Dış
koşulların anlaşılmaz gücü karşısındaki bu mutlak güçsüzlük ve çaresizlik
havasına Kafka’nın bütün kitaplarında rastlanır. Şato’daki olaylar
Dam’dakinden başka, hatta karşıt bir yönde gelişse bile, yakalanmış ve
kurtulmaya çalışan bir sineğin bakış açısını yansıtan bu dünya görüşü kitabın
tümünü kapsar. Bu çaresizlik havası, bunaltının ağır bastığı ve anlaşılmaz
korkular karşısındaki insanı yansıtan bu dünya görüşü, Kafka’nın eserini
yenilikçi sanatın en tipik örneği yapan niteliklerdir. Başka yerlerde yalnızca
biçimsel önemi olan anlatım özellikleri burada bütün bütüne garip ve düşman bir
gerçeklik karşısındaki ilkel korkuyu yaratmak amacıyla kullanılmıştır.
Kafka’nın boğuntusu (angst’ı) yenilikçi akıma özgü yaşantının ta kendisidir.
Edebî
eleştiriden hem daha açık sözlü, hem de daha kuramsal olan müzik
eleştirisinden iki örnek, sözkonusu ettiğimiz yaşantının gerçekten evrensel
bir yaşantı olduğunu göstermektedir. Besteci Hanns Eisler, Schönberg hakkında
şöyle diyor: «Schönberg, bombardıman uçaklarının yapılmasından epeyce
önce, hava saldırılarından korunmak için indikleri sığınaklarda insanların
neler hissedeceklerini dile getirmiştir.» Daha da açık bir örnek,
yenilikçi bakış açısından olmakla birlikte, Theodor W. Adorno’nun Modern Müziğin Yaşlanması’ nda
yenilikçi müzikte yozlaşma belirtilerini çözümlemesidir: «Sesler
gene aynı sesler. Fakat bunların asıllarını büyük yapan iç sıkıntısı yok olup
gitmiş.» Yenilikçi müzik, Adorno’ya göre, varlık nedeni olan doğruların
izini kaybetmişti. Besteciler artık yenilikçi tutumlarının öngördüğü duyguları
yansıtma gücünden yoksundurlar. Yenilikçi müziğin başarısızlığa uğramasının
nedeni de budur. Başlangıçtaki iç sıkıntısı saplantısını yansıtan hayat
görüşünün (ister, Adorno’nun sandığı gibi, insanın içinde bulunduğu korkunç
durumu yansıtmayı başaramaması yüzünden; ister, benim inandığım gibi, bu saplantının
burjuva aydınlan arasında önemini yitirmesi yüzünden) etkisinin azalması
modern müziğin özden yoksunlaşmasına ve yenilikçi bir sanat biçimi olarak
sahiciliğinin yok olmasına yol açmıştır.
Yenilikçi
sanatçının, özellikle köklü ve gerçek yaşantıları dile getirmeye çalıştığı
zaman, içine düştüğü ters durumun yerinde bir çözümlemesidir bu. Yaşantı ne
denli köklü olursa, sanat eserinin bütünlüğü de o ölçüde zarar görür. Fakat bu
çözülmeyi, sanatsal bütünlükteki bu bozulma eğilimini yalnızca bir moda,
deneysel buluşların bir sonucu sayıp geçemeyiz. Unutmamalı ki, modem felsefe bu
sorunlarla modern edebiyat, resim ve müzikten çok önce karşı karşıya gelmişti.
Bunlardan biri zaman sorunudur.
Öznel idealizm, soyut olarak tasarlanan zamanı tarihsel değişimden ve yer
özgüllüğünden ayırmıştı bile. Yeni sömürgecilik çağı için bu ayrım yetmiyormuş
gibi, Bergson bunu daha da ileri götürmüştür. Yaşanılan zaman, öznel zaman
artık gerçek zamanla özdeşti; böylece bu zamanla nesnel dünyanın zamanı
arasında tam bir uçurum açılmış oluyordu. Bu temayı alıp işleyen Bergson ve
başka düşünürler yalnız kendi zaman kavramlarının sahici, yani öznel gerçekliği
aydınlatabileceğini öne sürüyorlardı. Aynı eğilim çok geçmeden kendini
edebiyatta da gösterdi.
Bin dokuz
yüz yirmilerin solcu Alman eleştirmeni ve denemecisi Walter Benjamin,
Proust’un dünyasını ve dünyayı yansıtmak için kullandığı anlatım özelliklerini
şöyle açıklıyor: «Hepimiz biliriz ki, Proust bir insanın hayatını gerçekten yaşandığı
gibi değil de, o insanın yaşadığı hayatı hatırladığı gibi betimler. Ama sorunun
oldukça kaba bir tanımıdır bu. Çünkü burada önemli olan yaşantının kendisi
değil, anıların dokusu, bir insanın anılarıyla Penelope’nin ördüğü örgüdür.» Bergson’un
zaman kuramlarıyla bunun arasındaki bağlantı açıkça ortadadır. Fakat Bergson’un
felsefî soyutlamasında algılama bütünlüğü korunurken, Proust’ta, Benjamin’in
de belirttiği gibi, zamanın akışındaki parçalanmanın bir sonucu olarak
nesnellik yok olur: «Yaşanmış bir olay belirlidir; hiç değilse yaşantı düzeyinde
sonuçlanmıştır. Oysa hatırlanan bir olay sınırsızdır; kendinden önceki ve
sonraki her şeyi açabilecek bir anahtardır.»
Felsefî
dünya görüşü ile sanatsal dünya görüşü arasındaki ayrımdır bu. Felsefe,
idealizmin etkisi altında, uzay ve zaman kavramlarını uzaysal ve zamansal
özgüllüklerinden kurtarmak için ne kadar çok çaba gösterirse göstersin,
edebiyat bunların bütünlüğünü var saymaya devam eder. Ne var ki, öznel zaman
kavramının yalnız edebiyatta ortaya çıkması, öznelliğin çağdaş burjuva aydının
yaşantısında ne derin kökleri olduğunu gösterir. Çağın acımazlığı karşısında
umutsuzca kendi içine kapanan birey bu kimsesiz durumun büyüsüne kapılarak
kendisinden geçebilir. Ama bunun arkasından yeni bir yılgı çıkagelir. Eğer
gerçeklik anlaşılamıyorsa (ya da anlaşılması için herhangi bir çaba
gösterilmiyorsa), kişinin öznelliği —evrendeki tek başına, yalnız kendini
yansıtması— aynı ölçüde anlaşümaz ve ürkütücü bir nitelik kazanır. Hugo von
Hofmannsthal bu durumu şairlik hayatının başlangıcında tanımıştı:
Kimsenin
anlamaya kalkışmadığı
Ve
yakınılmayacak kadar acı bir şey
Her şeyin
bizden uzaklaşıp gitmesi,
Ve daha
önce bir çocuğun olan benliğimin.
Hiç kimse
karışmadan,
Bir sokak
köpeği kadar bana yabancı olması.
Nesnel
gerçekliğin dış dünyasından zamanın ayrılmasıyla öznenin iç dünyası yolunu
şaşırır ve anlaşılmaz bir akıntıya dönüşür ve —-ilk bakışta garip görünmekle
birlikte— dural bir nitelik kazanır.
Bu dağılma
eğiliminin etkisi, elbette ki, edebiyatta, felsefede olduğundan daha çok olacaktır.
Zamanın böylece soyutlanması sonunda, sanatçının dünyası da bir sürü küçük dünyalara
bölünecektir. Bu dural dünya görüşü azalan nesnellikle birleşerek burada kendi
başına buyruk egemenliğini kurar. Edebiyatın biricik konusu olan insan dünyası,
bütünü meydana getiren öğelerden yalnız bir tekini bile yitirse, yıkılır. Zamanı
soyutlayıp öznel bir öğe durumuna indirgemenin sonuçlarını daha önce
belirtmiştim. Şu da var ki, eksilmesiyle sözünü ettiğim dağılmaya yol açacak
tek öğe yalnız zaman değildir. Burada gene Hofmannsthal’ın daha sonraki
gelişmelerin haberciliğini ettiğini görüyoruz. Hofmannsthal’ın yaratmış
olduğu kahramanlardan Lord Chandos şöyle düşünür: «Herhangi
bir konuda açık seçik düşünme ve konuşma yeteneğimi yitirdim.» Bunun sonucu
arada bir çılgınlık nöbetleriyle bölünen bir uyuşukluktur. Burada —göz alıcı
ve romantik bir görünüşte de olsa— kesinlikle sapık bir karşı çıkış eğilimi
öngörülmektedir. Fakat etkisini gösteren gene aynı dağılmadır.
Daha önceki
gerçekçi edebiyat, gerçekliği eleştirisi ne denli sert olursa olsun,
betimlediği dünyanın birliğini her zaman varsaymış ve bu dünyayı insanın
kendisinden ayrılmayan canlı bir bütün olarak görmüştür. Oysa çağımızın büyük
gerçekçi yazarları eserlerinde bile bile birtakım dağılma öğelerine —örneğin
zamanın öznelleştirilmesine— yer vermekte ve bunları çağdaş dünyayı daha
eksiksiz bir biçimde yansıtmak için kullanmaktadırlar. Böylece, daha önce doğal
olan birlik bu yazarlarda bilinçli, kurgusal bir birlik olur(Thomas Mann’ın Doktor Faustus’da
kullandığı çifte zaman yönteminin bu romanın tarihsel niteliğini nasıl ortaya
çıkardığını başka yerde gösterdim.) Fakat yenilikçi edebiyatta insan dünyasının,
dolayısıyla da insanın kendisinin yıkılması ideolojik amaçla örtüşmektedir. Bu
durumda çağm temel yaşantısı sayılan boğuntu, varlığa-atılmışlığın bu yan
ürünü, duygu kaynağını yıkılmakta olan bir toplumun yaşantısında bulur. Fakat
etkilerini insan dünyasının yıkılışını yansıtarak sağlar.
Alegori: bir
düşüncenin canlı bir varlık olarak anlatılması. Soyut bir düşünceyi heykel ya
da resim ile göstermek, örneğin adalet düşüncesinin gözü bağlı ve elinde terazi
bulunan bir kadınla anlatılması gibi.
Kutadgu
Bilig (Yusuf Has Hacib) Türk edebiyatındaki algorik eserlerdendir.
"Adalet", "Saadet", "Devlet" ve "Akıl"
iyi bir devletin nasıl olması gerektiğini tartışır. Bu soyut kavramların insan
niteliği ile verilmesi "alegori"dir. Daha çok fabl'larda görülür.
Yenilikçi
edebiyatı incelememizi tamamlayabilmek için burada alegori sorununa kısaca bir göz
atmamız gerekiyor. Alegori insanın nesnel gerçeklikten yabancılaşmasını betimlemeye
en elverişli olan bir estetik anlatım yoludur. Alegori, —bilinçdışı, dinsel
aşkınlık (transendence) kavramlarıyla ne kadar birleşmiş olursa olsun—
geleneksel sanatın temeli olan bir varsayımı, yani insan varoluşunun içkin
(immanent) bir anlamı olduğu varsayımını reddettiği için şüpheli bir türdür.
Nitekim, ortaçağ sanatında, (dinsel konuların sürekli olarak kullanılmasına
rağmen) Giotto’nun zamanından sonra, yeni bir dinsellikten uzaklaşma
eğiliminin, daha önceki dönemin alegori yoluyla anlatma yöntemine üstün geldiği
görülür.
Bu noktada
bazı açıklamalar yapmamız gerekiyor. İlkin, edebiyatla plastik sanatları
birbirinden ayırmak zorundayız. Plastik sanatlarda; aşkın ve alegorik konulara
(yalnız süsleyici türden de olsa) estetik bir nitelik verilerek alegorinin tehlikelerinin
üstesinden gelinebilir ve gerçeklikle arasındaki uçurum bir anlamda ortadan
kaldırılabilir — bunu en iyi açıklayan Örnek de Bizans mozayıklarıdır. Bu
süsleme öğesinin edebiyatta tam bir karşılığı yoktur; süslemenin ancak mecazî
anlamda ve ikinci derecede bir rolü vardır edebiyatta. Bizans mozayığı
niteliğindeki alegorik sanata edebiyatta pek az rastlanır. Ayrıca, alegori
kavramını gözden geçirirken, ileri sürdüğümüz düşünce açısından büyük önemi
olan tarihsel bir ayrımı da unutmamalıyız: sözkonusu ettiğim aşkınlık
kavramında (Bizans sanatında ve Giotto’da olduğu gibi) içkinliğe (immanence)
doğru bir eğilim var mıdır; yoksa bu doğrudan doğruya bu eğilimlerin reddinin
bir sonucu mudur?
Yenilikçi
edebiyatta alegori bu ikinci türe girer. Aşkınlık burada, az çok bilinçli
olarak, dünyanın ya da insan yaşayışının içkin bir anlamı olabileceğinin
yadsınması demektir. Bu anlayışın temelindeki dünya görüşünü ve bunun anlatım
özellikleri bakımından yaratacağı sonuçları daha önce incelemiştik.
Çözümlememizi bir sonuca bağlamak ve yenilikçi edebiyatın alegorik niteliğini
belirtmek için bir kez daha yenilikçi akımın en büyük kuramcılarından biri
olan Walter Benjamin’e başvurmak zorundayım. Benjamin’in alegori kavramını
incelemesi, Alman barok tiyatrosuyla ilgili araştırmalarının bir sonucuydu.
Benjamin bu oldukça önemsiz oyunların çözümlemesini yaparken alegorinin
estetiği gibi daha genel bir tartışmaya girişti. Aslında şu soruyu soruyordu
Benjamin: alegorinin özü olan aşkınlık neden ancak estetiğin kendisinin yok
olmasına yol açar?
Benjamin
alegorinin çok çağdaş bir tanımım yapıyor. Bunu yaparken de modern sanatla
barok arasındaki benzerlikleri uzun boylu karşılaştırmaya kalkmıyor (bu
karşılaştırmaların hem pek bir önemi yoktur, hem de zamanın yaygın eleştiri
anlayışı aşırı ölçüde yapmıştır bu karşılaştırmaları). Bunun yerine, barok
tiyatroyu yenilikçi akımı eleştirmek, yenilikçi akımın özelliklerinin
kaynağının da barok tiyatro olduğunu göstermek için kullanıyor. Böyle
yapmakla, Benjamin, yenilikçi sanatın temelinde yatan estetik çelişkinin
felsefî bir çözümlemesine girişen ilk eleştirmen oluyordu. Şöyle diyor
Benjamin:
Alegoride tarihin ölü yüzü, donmuş
bir eski zaman manzarası görünüşündedir. Tarih, içerdiği bütün acı ve başarısızlıkla,
bu insan yüzünde —ya da, daha doğrusu, kafatasında— dile gelir. Ne anlatım
özgürlüğü ne klasik ııyum ne de insan duygusu vardır bu çizgilerde; ölümlülüğün
bu en somut belirtisinde simgeleşen yalnız genel olarak insan varoluşunun
değil, tek tek her insanın alınyazısıdır. Tarihi dünyanın çilesi olarak gören
barok anlayışın, elegorik görüşün özü budur; tarihin ancak soysuzlaşma
evrelerinde bir anlamı vardır. Anlam ölümlülüğün bir işlevidir — çünkü soysuzlaşabilirlikten anlamlılığa geçişi belirleyen
ölümdür.
Benjamin
alegori ile tarihin yok edilmesi arasındaki bu bağlantıya sık sık döner:
Bu görüşün ışığında tarih sonsuz
hayatın adım adım gerçekleşmesi olarak değil, kaçınılmaz bir yozlaşma süreci
olarak görünür. Alegori böylece güzelin ötesinde yer alır. Nesneler
dünyasında yıkıntılar neyse, düşünceler dünyasında da alegoriler odur.
Benjamin
burada —sorunu barok tiyatronun çerçevesi içinde tasarlayarak da olsa— yenilikçi
akımın estetik sonuçlarına çağdaşlarının hepsinden daha keskin ve daha tutarlı
bir şekilde işaret etmektedir. Ona göre, tarihi şu ya da bu yoldan
anlayabilmek için nesnel zaman kavramı zorunludur ve öznel zaman kavramı bir
çöküş döneminin ürünüdür. Bu durumda Benjamin için barok tiyatroda alegorinin
en belirgin özelliklerinden biri —kendi açısından haklı olarak— bu sanatın
şüpheli niteliğini sezdirmesidir. Bu sanat, bir yandan,, mutlak bir aşkınlığı
dile getirmek isterken elindeki araçların yetersizliği yüzünden bunu
gerçekleştiremediği için, öte yandan da, soysuzlaşmakta olan bir dünyayı
yansıttığı ve bu arada kendi yıkılışına da yol açtığı için şüpheli bir
sanattır. Benjamin barok edebiyatta teolojinin belirlediği bir özellikle bunun
estetik karşıtı bir öznelliğin birleştiğini görür. (Biraz sonra —başka yerde
Heidegger’in felsefesiyle ilgili olarak belirttiğim bir noktayı— böyle bir «dinsel
tanrısızlığın» edebiyatta nasıl teolojik bir nitelik kazanabileceğini
açıklayacağım.) Romantik —ve daha yüksek bir düzeyde barok— yazarlar bu
sorunun iyice farkındaydılar ve bunu yalnız kuramsal olarak değil, aynı zamanda
sanatsal —yani alegorik— olarak da dile getirdiler. «Görüntü,
alegorik sevgi dünyasında bir yıkıntıya dönüşür,» diyor
Benjamin. Teolojinin ışığı bu yıkıntıyı aydınlatır aydınlatmaz, simgesel
güzelliği de gider. Bütünlüğün sahte görünüşü kaybolur. Görüntü gözden
silinir; mesel artık geçerli olmaktan çıkar; bir zamanlar içerdiği dünya yok
olur.»
Bu sürecin
sanattaki sonuçlarının kapsamı oldukça geniştir, Benjamin de bunları
belirtmekten geri durmaz: «Herkes, her şey, her ilişki bir ötekinin yerine geçebilir. Bu
yer değiştirebilme niteliğinde, madde dünyasının haklı olmakla birlikte
amansız bir yargılanması vardır — bu dünya böyle şeylerin pek önem taşımadığı
bir dünya olarak damgalanmaktadır.» Benjamin elbette bilir ki, ayrıntılar yer değiştir ehilseler ve bu
yüzden önemsiz olsalar bile, bütün bütüne de sanat dışına atılmazlar. Tersine,
özellikle kendisinin asıl ilgi alanı olan modern sanatta, betimleyici ayrıntı
çoğu zaman duyumsal düzeyde şaşırtıcı bir çağrışım gücü taşır — burada gene
Kafka akla geliyor. Fakat bu, (bilinçli olarak alegori kullanma amacı
gütmeyen) Musil örneğinde de gösterdiğimiz gibi, madde dünyasının sürekli olarak
değişmesini, her şeyin gelişigüzel bir şekilde birbirleriyle yer
değiştirebilmelerini önlemez. Yenilikçi yazarlar da gerçekliği işte tam böyle
kavradıklarını ileri sürmektedirler. Ancak, böyle yansıtılan bir dünya,
Benjamin’in de belirttiği gibi, «hem yüceltilmiş, hem de değerinden
düşürülmüş» olur. Çünkü ayrıntıların aslında birbirinin yerine geçemeyeceği
görüşünün temelinde dünyanın akıl yoluyla anlaşılabileceği ve insanın dünyanın
gizlerini açıklayabileceği inancı yatmaktadır. Gerçekçi edebiyatta her ayrıntı
hem kişisel hem de tipik bir nitelik taşır. Oysa çağdaş
alegori ve yenilikçi dünya görüşü tipik kavramını yadsır. Bu yazarlar
dünyanın anlaşılabilirliğini yok ederek ayrıntıyı basit bir özelliğe
indirgerler (yenilikçi akımla doğalcılık arasındaki bağ bir kere daha ortaya
çıkmış oluyor). Ayrıntı, alegorik yer değiştirebilirliği içinde, ters bir
anlamda da olsa, doğrudan doğruya aşkınlıkla bir bağ kurunca, yönelmiş olduğu
bu aşkınlığın soyut
bir işlevine dönüşür. Yenilikçi edebiyat böylece somut tipikliğin yerine soyut
özelliği koyar.
Benjamin’in
aykırı düşüncesini burada doğrudan doğruya eleştiriye ve estetiğe, özellikle
de yenilikçi akınım estetiğine uyguluyoruz. Ve bunu yaparken onun değer
ölçülerini tersine çevirmiş de olsak, düşünce tarzından uzaklaşmış sayılmayız.
Kendisi başka bir yerde daha da açık konuşuyor — sanki düşen barok maske
yenilikçi kafatasını ortaya çıkarmıştır.
Sonunda
alegorinin eli boş kalmıştır. Derinliklerinde gizlenen kötülük güçleri
varlıklarını bile alegoriye borçludurlar. Kötülük, alegorinin temsil etmek
istediği şeyin yokluğundan başka bir şey değildir.
Benjamin’in
vardığı bu aykırı sonuç -kendisinin barok
tragedyanın estetiği üstüne yaptığı araştırma, estetiğin yadsınmasıyla
sonuçlanmıştır— yenilikçi edebiyatı ve özellikle Kafka’yı büyük ölçüde
aydınlatır. Kafka’nın eserlerini alegori olarak yorumlarken, tabiî ki, bu
eserlerde belli bir din alegorisi gören Max Brod’un düşüncelerine katılıyor
değilim. Kafka böyle bir yorumu Brod’un kendisine söylemiş olduğu şu sözlerle
yalanlamıştır: «Biz hepimiz nihilist hayaller, Tanrı’nın iradesinden geçen
intihar düşünceleriyiz.»
Hiççilik, Nihilizm veya Yokçuluk 19.
yüzyıl ortalarında Rusya'da özellikle genç entellektüel kesim arasında taraftar
bulan bir felsefî yaklaşımdır. Latince nihil (hiç) sözcüğünden türetilen Nihilizm,
bilimsel bilgi dışında hiçbir gerçek bilgi olmadığını kabul etmektir. Rus
edebiyatında ilk kez Nedejin'in bir makalesinde Puşkin için kullanıldı. Bu
yaklaşımın uzantısı olarak da toplumda yerleşik kuralların, kurumların, değer
yargılarının ve ahlâk kurallarının yadsınmasına varır. Nihilizm, en belirgin
olarak İvan Sergeyeviç Turgenyev'in Türkçeye Babalar ve Oğullar adıyla çevrilen
romanının kahramânı Bazarov'un kişiliğinde ifâde bulmuştur.
1 . Moral (ahlâkî)
gerçeği ve değerleri reddeden bir öğreti.
2 . Her türlü gerçek
varlığı inkâr eden aşırı bireycilik, yokçuluk.
3 . Her türlü siyasi
düzeni inkâr eden, toplumun birey üzerinde hiçbir baskısını kabul etmeyen
görüş:
"Bir nevi
şiddetli mefkûrecilik, bir nevi nihilizm, daha doğrusu bir
nevi...zırdelilik."- P. Safa.
Kafka
Tanrı’yı kötü ruhlu bir yaratıcı güç sayan bilgece görüşe de katılmaz: «Tanrı’nın
insafsız bir şakası, bir günlük delice bir hevesidir dünyamız.» Brod bunu
iyimser bir şekilde yorumlamaya kalkınca, Kafka alaycı bir omuz silkişle şöyle
der, «Umut olmasına var, sınırsız denecek kadar umut var, ama bizim
için değil.» Benjamin’in Kafka üstüne yazdığı parlak denemede yer alan bu
alıntılar Kafka’nın eserinin genel havasını belirtiyor: «Onun en
köklü yaşantısı insan dünyasının, özellikle de günümüz burjuva insanının
umutsuzluğu ve mutlak anlamsızlığıdır-» Kafka
açıkça söylese de, söylemese de dinsizdir. Fakat Kafka’nm dinsizliği, Tanrı’nın
ortadan kalkışını —Epikuros ve Ansiklopediciler gibi— bir kurtuluş değil de,
dünyanın «Tanrı tarafından yüzüstü bırakılışı»nın, mutlak yalnızlığının ve
saçmalığının bir belirtisi sayan türden bir dinsizliktir. Jacobsen’in Niels Lyhne adlı romanı tanrısız burjuva
aydınlarının ruh durumunu açıklayan ilk romandı. Çağdaş dinsel
tanrısızlığın özelliği bir yandan inançsızlığın devrimci hızını yitirmiş olması
—boş gökler kurtuluş umudu olmayan bir dünyanın yansımasıdır— öte yandan da,
kurtuluş umudunun Tanrısız bir dünyada, Tanrı’nın yokluğunun yarattığı
boşluğa taparak azalmayan bir güçle yaşamasıdır.
Dava’dakı yüce yargıçlar, Şato’daki
yöneticiler Kafka’nın alegorilerindeki aşkınlığı —Hiçliğin
aşkınlığını— temsil ederler. Her şey onlara yönelir ve her şeye onlar bir
anlam verebilirler. Herkes onların varlığına ve mutlak kudret sahibi olduklarına
inanır; fakat onları ne kimse tanır, ne de onlara nasıl erişilebileceğini
bilir. Eğer burada bir Tanrı’nın varlığı söz konusu ise, bu ancak
dinsel tanrısızlığın Tanrısı olabilir — atheos absconditus. Bu arada bir
sürü sevimsiz alt makamlarla karşılaşırız; bunlar insafsız, ahlâksız, bilgiç,
aynı zamanda da güvenilmez ve sorumsuz kişilerdir. Kafka’nın
tanıdığı burjuva toplumunun Prag’ın yerel renkleriyle karıştırılmış bir
görüntüsüdür bu. Fakat aynı zamanda da, bu bürokrasinin ve onlara bağlı olan
çaresiz kurbanların davranışlarının somut ve gerçekçi olmayıp varlığı yöneten
Hiçliğin bir yansıması olması bakımından alegorik bir dünyadır. Kafka’nın
dünyasının gizli ya da olmayan Tanrı’sı hortlaksı niteliğini kendi yokluğunun
tüm varlığın temeli oluşundan alır; bu bağlantı yüzünden, çizilen gerçeklik
de, olanca doğruluğuna rağmen, hortlaksı bir nitelik taşır. Bu aşkınlığın —bu
cisimsiz hiçleştiren hiçliğin— tek amacı da dünyanın ölü yüzünü açığa vurmaktır.
Alegorinin
estetik sonucu olduğunu gördüğümüz o soyut özellik Kafka’da doruğuna erişir.
Eşsiz bir gözlemcidir Kafka; gerçekliğin hortlaksı niteliği onu öylesine
etkiler ki, kitaplarındaki en basit bölümlerde bile bu karabasan havası
vardır. Bir sanatçı olarak hayatın yüzeyini dile getirmekle yetinmez. Tek tek
her ayrıntının genel bir anlamı belirleyeceğini bilir.
Peki ama bu
soyutlama işini nasıl yapar?
Alegorik yöntemle
gündelik yaşayışı anlamsız kılmış, aşkın Hiçlik kavramıyla ayrıntının değersizleşmesini
sağlamıştır. Bu alegorik aşkınlık Kafka’ya gerçekçilik yolunu kapar, gözlediği
ayrıntıya tipik bir anlam yüklemesine engel olur. Kafka, olağanüstü anlatım
gücüne, eşsiz duyarlığına rağmen, gerçekçi sanatın özü olan özelle genel
arasındaki kaynaşmayı gerçekleştiremez. Onun amacı bir tek ayrıntıyı (içeriğini
genelleştirmeden) o andaki özelliği içinde soyutlama düzeyine yükseltmektir.
Kafka’nın yöntemi, burada, yenilikçi akımın alegorik yaklaşımına özgü bir
yöntemdir. Belli bir konunun ve üslûp çeşitlemelerinin önemi yoktur; önemli
olan öz ve biçimi belirleyen dünya görüşüdür. Beckett’te ve Joyce’da, Musil’de
ve Benn’de rastladığımız özellikler, değişik biçimlerde de ele alınsalar,
temelde hep aynı dünya görüşünü yansıtan özelliklerdir.
Buraya kadar dağınık bir şekilde söylediklerimizi bir araya
getirecek olursak, tutarlı bir eğilimle karşılaşırız. Görürüz ki, yenilikçi
akım yalnız geleneksel edebiyatın biçimlerini değil, doğrudan doğruya
edebiyatın kendisini de yok etmektedir. Bu yalnız Joyce’da, dışavurumcu ve
gerçeküstücü edebiyatta böyle değildir. Sözgelimi, Andre Gide’in amacı da
edebî üslûpta bir devrim yapmak değildi; onu geleneksel biçimlerden ayrılmaya
zorlayan felsefesiydi. Gide Faux Monnayeurs’ü (Kalpazanlar’ı) bir roman olarak tasarlamıştı. Fakat kitabın
yapısı yenilikçi akıma özgü bir kişilik bölünmesi gösteriyordu; kitap, sözde
aynı zamanda romanın kahramanı olan biri tarafından yazılmıştı. Uygulamada,
hiç bir romanın, hiç bir edebî eserin böyle kurulamayacağını Gide de kabul etmek
zorunda kaldı. Burada Benjamin’in başka bir yerde gösterdiği gibi, yenilikçi
akımın sanatın zenginleşmesi değil, yadsınması anlamına geldiğinin somut bir
örneğiyle karşı karşıya geliyoruz. [Sh:19-51]
Benn, Sanatçılar Dünyayı Değiştirebilirler
mi? adlı denemesinde bu sorunu hiç bir aldatmacaya ya da yenilikçi akıma, özgü
bir bilgisizlik savunuculuğuna düşmeden, tersine modası geçmiş bir açık
seçiklikle gözden geçiriyor.
Bana öyle geliyor
ki, korkusuz bir insanın çıkıp öbür insanlara şu yalın gerçeği öğretmesi kadar
devrimci ve saygıdeğer bir davranış olamaz: sen neysen osun ve hiç bir zaman
başka türlü olmayacaksın; senin hayatın bu- dur, hep buydu, hep bu olacaktır.
Parası olan çok yaşar; sözünü geçirebilen hiç yanlış yapmaz; güçlü olan doğrunun
ne olduğuna karar verir. Tarih budur! Ecce historia! Gün bugün; yakala
ortasından, ye ve öl.
Bu sözlerin bayağılığı, karamsarlığı ve yapmacıklı şaşırtıcılığı üzerinde
uzun boylu durmak gerekmez sanıyorum. Fakat burada Benn’in birtakım daha
karanlık düşüncelerinin anahtarını görebiliriz. Bu sözler, Benn’in çağının
toplumsal kötülüklerini hoşgörmesine —hatta Hitler’le işbirliği yapmasına— yol
açan kötümserliğini; ona en aşağılık davranışları bile ahlâk bakımından
zararsız, hatta gerekli gibi gösteren tutumunu açıklayabilir. Aslında insanlar
ve toplum değişmiyorsa, iktidardaki kimselerle işbirliği yapmaktan başka bir
yol olabilir mi? Bu ilkelerin ışığı altında, Benn’in dural dünya görüşü de
daha kolay anlaşılabilir. Sh: 73
**
Fransız eleştirmeni Maurice Nadeau, Beckett üstüne yazdığı bir denemede
Andersch’in görüşüne uyan bir yorum yapmaktadır. Nadeau’ya göre, Beckett’in
eserleri, onun «edebiyatın alışılmış alanlarını
bırakıp karanlık bir dünyanın; dilin her şeyi anlatamadığı, hayatla ölümün
birleştiği, varlıkla bilincin eridiği ve arayıcının yolunun, sessizliğin, salt
gerçekliğin giriş odasına yöneldiği o uç bölgenin derinliklerine daldığını
gösteren bir gelişme çizgisi izlemektedir.» Nadeau da bir «karşı çıkış»ın sözünü etmektedir; fakat «kimsenin dile getirmediği, amaçsız ve nedensiz» bir karşı çıkıştır
bu. «Sonsuz bir hiçliğin içine gömülen
bizler, çirkef dolu bir su birikintisinin üstünde patlarken yaşamak dediğimiz
o belli belirsiz sesi çıkaran kabarcıklardan başka bir şey değiliz,» diyen Nadeau, konuyu
şöyle özetliyor: «Beckett’te kesin bir nihilizm,
yarattığı şeyi bir anlamsızlık sisine dönüştürerek sanat eserinin ta içine
siner. Sonunda, yazar bir şey söylememek niyetinde olduğunu açıkça ortaya
koymakla kalmaz, bir şey söylememeyi de başarır üstelik. Onun kulaklarımızda
duyduğumuz sesi, arayıp da sonunda bulduğumuz kendi sesimizdir.» İşte Andersch’in
çıkış noktasına dikkatimizi çektiği akımın mantıkî sonucu. Sh: 75
**
Elbette bu sürecin ne demek olduğunu açıkça gören ve onun karşısında rahat
bir nihilizme kapılmayan birçok burjuva yazarlar da vardır. Rasgele bir örnek
olarak Louis Bromfield’i alabiliriz. Bromfield, Mr. Smith adlı romanında
yirmi yıl sonra Babbitt’i yeniden çizmeyi denedi. Kitabın büyük bir sanat
değeri olmamakla birlikte, araştırmamız bakımından bazı ilginç yanları yok
değil. Bir kere her şeyden önce, yazarın yirmi yıl içinde Babbitt’in toplumsal
durumunun büyük ölçüde değiştiğine dikkatimizi çektiğini görüyoruz:
«Hastalık ve sinir bozukluğu kendisi
farkında olmadan onun kişisel özelliklerini de, kişisel sorunlarını da
tanınmaz hale getirmişti. Babbitt kaba saba, ama sağlıklı bir adamdı.» (Bu, belki de, o
kadar doğru bir yargı değil. Sinclair Lewis kahramanının, henüz ortaya
çıkmamış olmakla birlikte, marazlı bir yanı olduğunu belirtmişti.) Fakat
Bromfield’e göre, hastalık artık Amerikan hayatında daha yaygın bir hale
gelmişti: «Bence, toplumumuzun hastalıklı bir
toplum olmasının nedeni, korktukları için kulüplere, kumarhanelere,
genelevlere ve barlara giden aptal, yüreksiz ve dışadönük insanlardan meydana
gelmiş olmasıdır... Bu sinema, televizyon ve spor hastası insanlar büyük,
içgüdüsel bir korku içindedirler. Ama neyin korkusudur bu?» İşte Mr. Smith’in
düşüşünü anlatan roman bunun cevabını araştırmaktadır.
--
Perspektifin burjuva gerçekçiliğindeki gelişmesini özetleyebilmek için bu
bir bakıma olumsuz ortamı kaba çizgileriyle belirtmemiz gerekiyordu. Geçiş
döneminin yazarları arasında karşılaştıkları bu yeni durum üstüne
düşüncelerini açıklayanlar da vardı. Sözgelimi, Ibsen, «Benim işim soru sormaktır, cevap bulmak değil,» diyordu. Çehov da, «Bir yazarın sadece sorduğu sorunun akla uygun olması
gerekir. Birçok örneklerde, hatta Tolstoy’da bile, cevaplar akla uygun değildir.
Fakat bu, sözkonusu eser akla uygun bir soruya dayanıyorsa, o eserin değerini
düşürmez,» sözleriyle görüşünü açıklıyordu. Sinclair Levvis’den aldığımız örnekler bu
görüşleri daha iyi anlamaya yardım eder niteliktedir. Arrowsmith’de öne
sürülen çözüm yolunun neden yanlış olduğunu, Babbitt’in ise babalarına
çok güç gelen sorulara oğulların cevap bulacağı inancıyla sona ermesini neden
fazlasıyla çocuksu bulduğumu daha önce açıklamıştım. Fakat Ibsen ile Çehov’un
görüşlerinin yanlış olduğu söylenemez. Sinclair Levvis’in bu iki romanında
önerdiği perspektifi reddetmek, romanlarda sağlanan başarıyı görmemek değildir.
Sh:77-78
**
Burada yenilikçiliğin sanata aykırı niteliğinin ne kadar köklü olduğunu bir
kere daha görüyoruz. Yenilikçi akımın tarihsel gelişime uygunmuş gibi
görünmesi, aslında, insan doğasının çarpıklaşmasının, insan ilişkilerinin
sanata aykırı niteliğinin kapitalist toplumun kaçınılmaz bir sonucu olmasından
ileri gelmektedir. Ancak yenilikçi sanat bu çarpıklığı eleştirel bir
tarafsızlığı benimsemeden yansıttığı, hatta herhangi bir toplumda çarpıklığın
gerekliliğinin altını çizen anlatım yolları yarattığı için, bu akımın
çarpıklığı daha da çarpıklaştırdığı söylenebilir. Yenilikçi akım çarpıklığı
doğrudan doğruya gerçekliğin kendisi saymakla gerçeklikteki karşı güçlerin
varlıkbilimsel açıdan önemsiz olduklarını ileri sürer. Çağdaş kapitalist dünyada yaşamanın, özellikle
aydınlar arasında, boğuntu. bulantı, bir yalnızlık ve umutsuzluk duygusu
yaratmasını anlamak güç değildir. Doğrusu, bu duyguları içermeyen bir dünya görüşü günümüz sanatçısının
içinde yaşadığı dünyayı tam bir doğru sözlülükle betimlemesini önler. Sormamız
gereken soru, «x gerçeklikte var mıdır?» değil, «x gerçekliğin tümünü temsil eder mi?» olmalıdır. Sonra
gene, sorulacak soru, «x edebiyatın dışında bırakılmalı mı?» değil, «x’le yetinilmeli mi?»dir. sh:86
**
Andre Gide, Dostoyevski ile ilgili incelemesinde, «Güzel duygularla kötü edebiyat yapılır,» ve,
«şeytanın yardımı olmadan sanat yapılamaz» diyor. Thomas Mann’ın bazı eserleri de buna benzer bir görüşe dayanır;
örneğin, ilk yazdığı hikâyelerden biri olan Tonio Kroger’de bu görüşü yansıtan
özellikler vardır. Ancak, gene aynı hikâyede, Mann karşı görüşü de belirtir.
Ele alınan sorun, çağdaş dünyada yabancısı olmadığımız bir sorundur. Thomas
Mann bu hikâyesinde içinde yaşadığımız toplumsal ortamda insan zihninin iblis
yanıyla, karanlık güçleriyle ilgilenir. Kendisi yazarlık hayatının
başlangıcında bu tür yaşantıyı en iyi dile getiren öğelerden birinin sanatçı
olduğunu anlamıştır. Bu yüzden, gittikçe artan bir titizlikle bu sorunu
toplumsal boyutları içinde incelemeye başlamıştır. Mann’ın Tonio Kroger’le
başladığı bu araştırma Dr. Fausius’la sona erer. Mann’ın Faustus’u Adrian
Leverkühn’de araştırmanın merkezi şimdiki zamandır, ama tarih perspektifi içinde
görülen bir şimdiki zaman. Şeytan, Goethe için kendi yardımının
kesinlikle gereksiz olduğunu, oysa Adrian Leverkühn’ün yaşadığı çağın koşulları
yüzünden öteki dünyanın güçlerinden yardım istemek zorunda kaldığını açıklar. Ancak, Leverkühn’ün
son monoloğu, sanatçının daha önceki tutsaklığından kurtulacağı yeni bir
toplumu, yani sosyalizmi, öngörür. Öyle ki, insanlığın toplumsal dönüşümü için
savaşmak bile, karanlık güçlerin alt edilmesine yetebilir. Sh:90
**
Bunlar acı gerçekler. Ama unutmamalıyız ki, bunlara karşı çıkacak güçler
de, özellikle günümüzde, gittikçe gelişip çoğalmaktadır. Kendi temel
çıkarlarını ulusunun ve tüm insanlığın çıkarlarıyla özdeş gören ve kapitalist
düzende egemen olan güçlerle savaşmaya karar veren yazar artık yalnız değil'
dir. Araştırmalarında ne kadar ileri giderse, kararı o kadar sağlamlaşacak,
duyduğu yalnızlık o kadar azalacaktır; çünkü böylece kendisini, yaşadığı
dünyada bir gün egemen olacak güçlerle özdeş görecektir.
Faşizmin iktidara hazırlandığı dönem, faşist baskı ve daha sonraki Soğuk
Harp dönemi gibi, eleştirel gerçekçiliğin gelişmesi için hiç de elverişli
değildi. Bununla birlikte, parlak eserler yaratılmadı değil; ne maddî tehlike,
ne de manevî baskı önleyebildi bunu. Her zaman, sıcak ve soğuk her türlü
savaşa, sanat ve kültürün ortadan kalkmasını öngören her türlü davranışa karşı
çıkan eleştirel gerçekçi yazarlar oldu. Bu mücadeleden sayıları azımsanmayacak
değerli sanat eserleri ortaya çıktı. Bugün, Soğuk Harp politikasının önemini
yitirmesi ve ulusların barış içinde birlikte yaşama olanağının ortaya çıkması
eleştirel ve gerçekçi bir burjuva edebiyatına daha geniş ufuklar açacak gibi
görünmektedir. Çağımızın gerçek ikilemi kapitalizm ve sosyalizm arasındaki
çatışma değil, barış ve savaş arasındaki çatışmadır. Burjuva aydınının birinci
ödevi, sosyalizm aşamasını gerçekleştirmekten çok, evrenselleşen kaderci
boğuntuyu reddederek insanlığın kendini kurtarma çabasına katılmaktır. Burjuva yazarı böyle bir seçimle karşı karşıya olduğu
için, bugün içinde bulunduğu açmaza bir çözüm bulma konusunda eskisinden daha
iyi bir durumdadır.
Sorun, estetik bakımdan çekici, fakat yozlaşmış
yenilikçilikle, olumlu
eleştirel gerçekçilik
arasında bir seçim yapma sorunudur. Bu seçim Franz Kafka ile Thomas Mann arasında
yapılacak bir seçimdir. Sh:104-105
Kaynak:
Georg
LUKACS, Çağdaş Gerçekliğin Anlamı, trc: Cevat ÇAPAN, İngilizce adı : The
Meaning of Contemporary Realism, Payel, Mart 1979, İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar