YETKİSİZLİĞİ KARŞILAMA YETKİSİ Mİ?
ODO MARQUARD
Odo Marquard, 26 Şubat 1928’de Almanya’da, Pomeranya bölgesindeki Stolp’ta
doğdu. Öğrenimini 1934-1945 yılları arasında Kolberg (Pomeranya), Santhofen
(Allgäu) ve Falkenburg’da (Pomeranya) sürdürdü. Volkssturm’de savaş nedeniyle
tutuklandı (1945).
1946’da Treysa’da (Hessen) olgunluk sınavını veren Marquard, 1947-54
arasında Münster (Vestfalya) ve Freiburg’da felsefe, Alman dili ve edebiyatı,
Protestan Teolojisi ve Köktenci Katolik Teolojisi öğrenimi gördü. Ayrıca sanat
tarihi ve tarih incelemeleri yaptı. 1954 yılında doktora tezini yazarak doktor
unvanını aldı.
Odo Marquard 1955-63 yılları arasında Joachim Ritter’in yanında Münster
Üniversitesi’nde asistanlık yaptı. 1963 yılında Aşkınsa! Felsefenin Gücünü
Yitirmesi. Felsefede Daha Yeni Bir Ruhbilimciğinin Felsefi Birkaç Nedeni adlı
çalışmasıyla doçent oldu ve Münster’de felsefe doçentliğine kadrosuz olarak
atandı.
1965-67 yıllarında Bielefeld
Üniversitesi kurucu kurul üyeliği yapan Odo Marquard, 1965’ten bu yana GieBen
Justus Leibig Üniversitesinde kadrolu profesör olarak çalışmaktadır: Bu okulda
felsefe bölümü başkanı, 1971’den başlayarak ilk önce kurul sözcüsü, sonra
yönetim kurulu üyesi ve Felsefe ve Temel Bilimler Merkezi’nin yönetici başkanı
olarak görev yapmıştır.
*************
Çin’de
bir cellat yarışında ikinci finalistin yarışı kazanma zorunluluğu adına
sıkıntılı bir duruma düştüğü, kendisini geçen rakibi tarafından hemen hemen
önüne geçilemez bir kesinlikle boynunun vurulduğu anlatılır. Heyecan
doruktadır. Yarışı kazanan finalist, keskin bir kılıçla darbesini indirir.
Buna karşın boynu vurulanın kafası düşmemiştir; görünüşe göre henüz boynu
vurulmamış suçlu hayretle ve soru sorarcasına cellada bakar. Bunun üzerine
cellat ona şöyle der: Başınızı eğin, bakalım.
Beni ilgilendiren, bu
kafanın, başını eğmeden önce ne düşündüğüdür; çünkü bu durum felsefenin
kendisi hakkındaki düşünceleriyle benzeş olsa gerek.
Bay Kringes’in onuruna
düzenlenen törensel bir olaya bir cellat yarışmasının çağrışımını yüklemek
yakışıksız görünebilir. Böyle olmakla birlikte sonuç olarak burada filozoflar
toplanmış bulunmaktadır ve şüpheli bir durum olduğu takdirde onlar neden söz
ettiğimi bilir. Gerçi, kendimi hariç tutmam gerekirse, filozofların
kafalarının olduğu tartışılmaz bir şeydir; çünkü ne de olsa bu onların zanaat
aracıdır ve ayrıca onların kafa işi yaptığı da tartışılmazdır. Ama bu kafalar
ne denli sağlam durmaktadır? Bu, emir kullarının buyruğu üzerine felsefenin
yetkisi ve yetkisizliği hakkında konuşulması gereken ve buna karşın zorunlu bir
biçimde felsefenin kafasını hâlâ açıkça yukarıda taşıdığı olgusuyla bağlantılı
olarak, yetkisinin radikal indirgemeleri sayesinde felsefenin boynunun
vurulmasına ilişkin yazgısının söz konusu olması gereken gerçek ya da en
azından -ve belki de daha acileğretilemesel bir soru(n)dur. Bu konuyla ilgili
görüşlerimi iki bölümde ortaya koymak istiyorum: İlk bölüm felsefenin
yetkisinin indirgenmesinden felsefeye bakışı; ikinci bölümse felsefenin indirgemeye
karşılık bulmasından felsefeye bakışı konu almaktadır.
1.
Şu halde ilk olarak birkaç genel sezdiriyle felsefenin yetkisinin
indirgenmesi üzerine... Nedir yetkinin anlamı? Sözcüğü rekabetin sözlüksel
alanına yerleştirebilen fikirlere göre düzenlenmiş kapsamlı sözlükle filolojik
bir ilişki kurmaksızın, terminoloji tarihi çalışan hukukçularla hukuksal bir
ilişki kurmaksızın, blastem araştırmacılarıyla biyolojik bir ilişki
kurmaksızın, Chomsky’le dilbilimsel bir ilişki kurmaksızın, Habermas’la
iletişimsel bir ilişki kurmaksızın yetki kavramına ilk olarak olabildiğince
muğlak yaklaşıyorum. Yetkinin yetki alanıyla, yetiyle, hazır olma durumuyla ve
tam da felsefede en başından beri kesinlikle hesaplanamayan yetki alanı, yeti
ve hazır olma durumunun bir çatı altında bulunmasıyla açık bir şekilde ilgisi
vardır. Çünkü hiçbir konuda yetkili olmayan ama bazı şeylere yetisi olan ve her
şeye hazır olan filozoflar hep olmuştur: Bu durumun felsefe için bütüncül ve
kesinlikle yerinde olup olmadığı iki bin yıl önce tartışılabilir bir soru
değildi, bugünse tartışılabilir bir sorudur bu; böylece bu düşüncenin içine,
felsefe ve yetkisiyle ilgili olarak ilk önce tarih girmektedir. Felsefenin
yetkisinin ne olduğunu ona sadece tarihi söyleyebilir; yalnız bu, felsefeye
yetkisinin azalmasında bir ilerleme olduğunu söyler: Felsefe tarihi,
felsefenin yetkisinin indirgenme tarihidir.
O,bu indirgenme tarihi
işte buradadır ve hızlılık sağlanması için kurgusal kısa öykü gibi anlatır:
Felsefe
ilkin her konuda yetkiliydi; ardından felsefe bazı konularda yetkiliydi ve en
sonunda felsefe sadece tek bir konuda, yani kendi yetkisizliğinin itirafı
konusunda yetkilidir. Bu şöyle süregelmiştir:
Sıkıntılı yaşamı
boyunca felsefeye en azından üç kere meydan okunmuş, yapabileceğinden daha
fazlası ondan beklenmiş ve böylece sonunda yorgun düşürülmüş ve yetkilileri,
yani rakipleri tarafından, hem de yetkideyken yarış dışı bırakılmıştır. Burada
kurtarıcı (soteriolojik) -erken, yani Incil’den bu yanabir meydan okuma ile
teknolojik ve siyasal -geç, yani burjuva ve sözde geç bur) juvabir meydan okuma
vardı. Kurtarıcı meydan okuma, felsefeden insanları kurtuluşa
götürmesi isteminde bulunuyordu; ancak felsefe bunu yapamadı ve bu durum,
Hıristiyanlık felsefeye üstün geldiğinde ortaya çıktı: Böylece olan felsefenin
kurtuluş yetkisine olmuş ve felsefe yardıma muhtaç duruma düşmüştü; bir süre
ancilla theologiae (tanrıbilimin hizmetçisi) olarak barındı. Teknolojik meydan
okuma, felsefeden insanları yararlı bilgiye götürmesi isteminde bulunuyordu;
ancak felsefe bunu yapamadı ve bu durum, sağın (müsbet) bilimler felsefeye
üstün geldiğinde ortaya çıktı. Böylece olan, felsefenin teknolojik yetkisine
olmuş ve felsefe yardıma muhtaç duruma düşmüştü; bir süre ancilla scientiae
(bilimin hizmetçisi) olarak, bilim kuramı olarak barındı. Siyasal meydan okuma,
felsefeden insanları eşit mutluluğa götürmesi isteminde bulunuyordu; ancak
felsefe bunu yapamadı ve bu durum; etkinlikle olsun, olabilirlik, olasılık ya
da kurumsallık eğilimiyle olsun, siyasal uygulama felsefeye üstün geldiğinde
ortaya çıktı. Böylece olan felsefenin siyasal yetkisine olmuş ve felsefe
yardıma muhtaç duruma düşmüştü; bir süre ancilla emancipationis (kurtuluşun
hizmetçisi) olarak, (ya da kadın-erkek eşitliğinden ötürü bağımsızlığın uşağı
olarak diyelim), tarih felsefesi olarak barındı. Kurtuluş, teknoloji ve
siyaset adına yararların, ayrılığa göre biçimlenmek üzere en azından felsefeye
rastgelmiş olmasının ve belki de rastgelmesinin, bu istemler ve kayıplar tarihi
çerçevesinde anlamlı olup olmadığı kuşkuludur. Felsefenin sağduyu ve gerçekçi
aklı, aslında karşı olduğu kendi günlük gerçekliğinden kurtarması gerektiğinin
ve gerçekten gerektiği takdirde kurtarabileceğinin profesyonel filozofların
yerine getirilemez bir arzusundan daha fazla bir şey olduğunu, kuşkuyla
karşılıyorum. Felsefeyi, insanı yanılgılardan koruyan bir muska gibi gören
insanlar elbette vardır; bununla birlikte Niels Bohr tarafından anlatılan bir
anekdotta söz konusu edilen nal’ın tam tersine, felsefe, kendisine
inanıldığında hiçbir işe yaramaz. Bu şekilde felsefenin zaten hiçbir zaman
sahip olmadığı yetki tekeliyle, yaşam bilgeliğiyle ilgili olan alana
değinilmiştir. Felsefenin anlatımı söz konusu olduğunda, en
azından şairler hep onun rakibi olmuştur. Felsefenin bir alanı böylece
tehlikeye girmiş olmaktadır. Eğer tanımlanabilirse felsefe; henüz yaşlı olmayanların
yaşlılık bilgeliği, henüz bu bilgeliği taşımayanların kendileri için ve
kendileri aracılığıyla edindiği yaşam deneyiminin görüntüsüdür. Biyolojik süreç
burada bu yetkiye saldırıya dönüşmüştür. Kimi zaman fark edilmese bile, ne de
olsa filozoflar da yaşlanır ve ondan sonra felsefenin yerine gerçek yaşlılık
bilgeliğini koyabilirler ve felsefeye gereksinmezler; sadece şimdilik ve ara
sıra bunun böyle olduğunu tahmin ediyorum. Böyle olmakla birlikte henüz hiç
yaşam deneyimi olmayanların yaşam deneyimi ve henüz yaşlı olmayanların yaşlılık
bilgeliği olması, sonuçta yalnızca felsefenin tanımının olası bir parçası
değil, aynı zamanda anımsatma görevinin olduğu ve tam da bu yüzden
geçerliliğinin yadsındığı yerde -ki bu ona onur vermektedirtir. Bilimlerinin de
gerçek tanımının bir parçasıdır. Çünkü bazı şeylerin rizikolu olarak reforma
uğradığı yerde, bu rizikonun başarı için denetimle anımsanma yasağı tarafından
çalışılmasıyla ilgilenmek akla uygundur. Felsefe, tin bilimlerinden daha mı
iyi anımsatır? Elbette pek değil. Böylece felsefe, geçen yüzyıldan bu yana
diğer yetki kaybından ötürü umudunu bağladığı bu anımsatan bilimlerde belki de
son yetkisi olan anımsatma yetkisini kuşkulu duruma soktuğu bir yetkili
geliştirmiştir. Felsefenin yetkileri, felsefe yetkisizliğinde sona erecek
şekilde açıkça akıp gitmektedir. Bu, felsefenin tüm bu sorunlarda söyleyecek
hiçbir şeyi olmadığı anlamına gelmemektedir; ancak felsefe, çoğunlukla gelecek
için umut vaat etmeyen bir yetkiliye, en uygun koşulda ise yardımcı role
dönüşmüştür. Eğer başrol gerçekten iyi ve üstelik kesinlikle uygunsuz değilse,
yardımcı rol olmak neye yarar? Felsefe sona ermiştir; felsefenin sonundan
sonra felsefeyle uğraşmaktayız. Ne yapmalı? Burada Lenin’i değil, Schiller’in
“Yeryüzünün Bölüşümü”nü alıntılıyorum. Ne yapmalı, der Zeus, dünya elden gitti;
ancak bu durum karşısında Schiller’de, Zeus’un getirdiği tek yapıcı yardım
önerisi filozofa değil, şaire yöneltilmiştir. Zeus özellikle filozofa yardım
etmez. Durum değişmemektedir: Felsefenin yetki durumuna ilişkin haber, yanlış
bir toplantı duyurusudur.
Ancak bu gerçekten doğru
mudur ve böyle mi olmak zorundadır?
Felsefe için artık
yetkiler, belki de sadece artık yetkiler değil, çok önemli yetkiler bile
olabileceğini seve seve eklemek istiyorum. Bununla birlikte bu konu hakkında
kişisel olarak konuşmak için yeteri kadar yetkim yok; çünkü bu konuda yetkili
değilim, bunu yapacak durumda değilim; ancak gerektiğinde de buna hazırım. Bunu
kısaca açıklamama izin verin. -En azından kibarlık nedeniyle bu konuda yetkili
değilim. Sadece uzaktan da olsa etki uyandırmak kibarlığa sığmazdı.
Münihliler’in kendilerinin belki de tek olarak tanıdığı bir yetkinin değerini
takdir etmek için bir yabancıya, kuşku uyandıran yaşamını Vogelsberg
eteklerinde geçiren ve bu nedenle de Güney Hessen temel folklörünün
nonkonformist bölümlerinde zaten yetkili olan Pomeranya arkalarında doğan
kaçınılmaz bir Doğu Frizyalı’ya, gereksinimleri vardı.Ben, yetersizlikten dolayı
böyle bir yetkinin değerini takdir edecek durumda da değilim. Çalışma yerim
saflık enstitüsü değil, kaybolmuş yetki arayışındaki bir enstitü ve yoğun
çaresizlik merkezidir. Şaşkınlıktan, dünyanın güzel, iyi ve doğru düzenini
sergilemek için onun iyiliği adına adressiz şükran duygusundan kaynaklanan
kuram, böyle duygusal bir filozofa zor gelmektedir. Aslında o, kötü bir
şaşkındır; çünkü gerçekten şaşırdığı tek şey, geçici ve olasılık dışı olarak
kurtulmuş olmaktır. Felsefenin varlığını koruyan yetkileri üzerine fikir yürütmeye
yine de hazırım. Felsefenin yetki kaybının tüm bu süreci sonuçta çok farklı bir
şekilde, bir kamulaştırma yolu olarak değil de, bir rahatlama yolu olarak
anlaşılabilir. Çünkü felsefenin bu görev kaybı, gerçekte onun için belki de bir
özgürlükler kazanımıdır. Felsefenin görevinden uzaklaştırılması, onun yükünü
hafifletme anlamına gelebilir; felsefenin eğer şimdi hiçbir zorunluluğu yoksa,
o zaman bu onun artık hemen her şeyi yapabileceği anlamına gelebilir. O halde
böylece felsefe için geriye bir hayli şey kalmıştır. Çünkü sonuç olarak
felsefenin tartışma götürmez görevleri vardır: Felsefe tarihi ve kuşkusuz
matematikle ortak yaşayan (simbiyoz) mantık. Aslında ortak yaşamalar
(simbiyozlar) her şeyden önce tek bilimlerin temel felsefesi için önemlidir.
Heidegger’in ifadesine göre, bu bilimlerde temel bunalım yetisi kadar felsefe
vardır. O halde onun temel bunalımı önlemek için aldığı bütün önlemler süreğen
bir felsefi görevdir. Ancak bu konuda gerçekten kim yetkilidir? Arı filozoflar
mı? Yoksa her defasında cam yanan bilimin bilim adamları mı? Arı filozoflar
dönemi kapanmıştır. Filozoflar arılık üzerinde ısrar ettikleri yerde, sonuç
olarak felsefeyi yitirirler. O halde bilimlerin temel yetkisi nasıldır? Burada
kuşkular açıkça olası ve uygundur; bunları kısmen bir felsefe kollokyumunda
sadece umut, sevinç dolu şeyler söylenilirse hiç de iyi bir izlenim
bırakmayacağından, kısmen de düzensel, deyim yerindeyse düzen-dizemli nedenlerden
ötürü dobra dobra ifade ediyorum. Tıpkı o ünlü gelincik gibi, uyak uğruna
neler yapılmaz; her şeyden önce felsefenin yetkisinin radikal indirgenme
tarihinde sürekli ısrar etmeseydim, düşüncem hiçbir biçime ve hiçbir düğüm
noktasına ulaşmazdı. O halde önemle şunun doğru olduğunda ısrar etmek üzere
yineliyorum: Felsefe ilkin her konuda yetkiliydi; ardından felsefe bazı
konularda yetkiliydi ve en sonunda felsefe sadece tek bir konuda, yani kendi
yetkisizliğinin itirafı konusunda yetkilidir. Eğer bu böyleyse, o zaman felsefe
için geriye hiçbir şey kalmamakta, yani sadece arı, katıksız, çıplak
yetkisizlik ve ayrıca Sokrates’i alıntılamak gerekirse, sadece çok küçük tek
bir ayrıntı, kuşkusuz sokratçı olmayan ve felsefeyi daha az sorunsal değil,
aksine büsbütün sorunsal kılan bir ayrıntı, radikalce yetkisizleşen felsefeye
bakışla felsefenin yetkisizliğini karşılama yetkisi adını vermek istediğim şey
kalmaktadır.
2. Şimdi bu yetkisizliği
karşılama yetkisi üzerine iki ön görüş, iki ara görüş ve bir son görüş
bildirmek istiyorum. Daha önce de söylenildiği üzere belirlenmiş olan konumu
kendine özgü bir şekilde ele aldığımı ilkin burada hissedeceğinizi tahmin ediyorum.
Aslında burada beni ilgilendiren şey, felsefenin yetkisinin sonsuz
küçüklükteki alanı ve yetkisizliğinin sonsuz büyüklükteki alanı arasındaki
sınır değildir, aksine beni ilgilendiren şey bir sınırsızlık, yani yetki ve
yetkisizliğin alaşımıdır. Felsefede böyle bir alaşım, benim felsefenin
yetkisizliğini karşılama yetkisi adını verdiğim şeydir. Şu halde ilk olarak bu
konu üzerine iki ön görüş:
a)
Felsefede bu yetkisizliği karşılama yetkisinin, kendi yetkisizliğiyle
bir hayli ilgisi vardır: Çünkü sadece bir şeyin eksik olduğu yerde, eksikliğin
karşılanması gerekir. Bu durumda felsefenin yetkisizliğini karşılama yetkisi
her şeyden önce onun yetkisizliğinin bir bulgusudur.
b)
Sadece felsefenin yetkisizliği olsaydı, bu yetkisizliği karşılama
yetkisi ve aynı zamanda felsefenin yetki nostaljisi de olmazdı. Ben dahil,
herkes nostaljiden söz ediyor. Felsefe, önemli olmanın özlemini çekmekte ve şu
an gereksiz de olsa hâlâ önemli olduğunu unutamamaktadır. Gerçi felsefe,
yetkisiz olarak gerçekten de gereksizdir; ancak yalnızca böyle değil, ayrıca
yararlı olmayı çok seven, yetki özlemi çeken gereksiz bir şeydir ve mutsuzdur.
Katıksız gereksizliğe geri çekilmeye kesinlikle katlanamamaktadır. Bu durum,
her şeyden önce daha çok dokunaklı bir görüntüyle, ücretsiz yan etkinlikler
için filozofların duyduğu coşkuyla doğrulanmaktadır. İnsan etkin, filozofsa
yan etkinliklerde bulunan bir canlıdır; profesyonellik dışı kendi kendini
doğrulama etkinliklerini geliştirmektedir. Ayrıca bu arada bunun sahte hukuk
bilimine gösterdiği bildik eğilim, sadece, felsefeden kovulan matematiğin,
kovulduğu için aldığı gizli bir öçtür. Matematik felsefeden uzaklaştığı yerde,
filozofların ve yalnızca filozofların hukuksal mantık olarak kabul ettikleri
şeyin içine girdiği o vakumu meydana getirmektedir. O halde filozoflar
özerklik fetişistleri; köktenci istatistikçiler; kuruluş ve opera danışmanları;
bilim turistleri; disiplinlerarası yarış sporcuları; planlama, tüzük ve yasa
yapımcıları; genel şeffaflığın çok etkili, ancak kendini dışarıya pek belli
etmeyen siyasileri, yani şeffaflığın karanlık adamları; gezici gönül
avutucuları ve yerel politikacılar; dolaylı ve dolaysız bilirkişi olarak kuru
sel üreticileri; ikincil salon kahramanları, vs. olmaktadır. Bu arada, kendi
gerçekliğinin kanıtı olarak kan dolaşımı bozukluğu arayışındaki kalp
sektesinin varlığında her zaman, Gehlen’ın bitkinliğe kaçış adını verdiği şeyi
başarmaktadırlar. Sızlanıyorum, öyleyse varım ve yararlıyım. Bu nedenle -şu an
filozoflar, kendi konularıyla ilgili hizmetlerini gerektiğinde yan
etkinliklerle yerine getirecek kadar yetki özlemi çeken ve yararlı olmayı
mutsuz bir şekilde çok seven gereksiz kişiler olduklarından-, gereksizlik,
sadece gereksizliğin yararlılığı kuramına yaklaştığı yerde mükemmel olmasa da
savunu ulamı olarak dindirici bir işlev görmektedir. Böylece eskiden kibar
insanlarda kadınlardan ve hizmetkârlardan kurtarılan Veblen’ın temsilci boş
zaman ulamı filozoflara değin yayılmaktadır; çünkü filozoflar çoğunlukla
gerçekten de işte bu kibar insanların arayışında olan boş zamanı boş temsilci
tembellerdir. Bu nedenle hükmedenlerin yanında durmayı, ama daha çok geleceğin
hâkimlerinin ve en çok da daha şimdiden hükmeden geleceğin hâkimlerinin
yanında durmakla birlikte kendi kendilerinin yanında durmalarını da olası kılan
o sınır durumunu severler. Bu rolle kuşkusuz uzun zamandır başkaları tarafından
üstün gelinen filozof, statü simgesi bir asalak haline gelmektedir. İster
sahiplerin, ister işlevselliğin egemenlik alanında olsun, -durum, bu noktada
aynı kapıya çıkmaktadır. Filozof bununla gerçekten de birinin yaşamının
ötekinin ölümü olduğunu; insanların öteki insanların acılarıyla; özgürlüğün kölelikle;
eşitliğin farlılıkla; görmenin görmezlikten gelmekle; mutluluğun mutsuzlukla
beslendiğini simgelemektedir. Bu böyledir ve böyle değil değildir. Asalaklık
her zaman kendiliğinden anlaşılır. Bu önermeyi geçerli kılmamayı istemek ve
buna karşın açıkça asalak olmak; işte felsefe budur. Felsefe, vicdan sahibi
olduğu yerde, vicdana acı çektirmekte ve etkisini değil; ama burada biraz
olması gereken yetkilerini kaybettiği yerde, doğrudan doğruya ve bu yüzden de
korunmasızca bu acıya maruz kalmaktadır. Yetki nostaljisi adını vermiş olduğum
şey, bu acıyı telaffuz etmekte ve onu karşılamalar (telafiler) yönüne doğru
yönlendirmektedir. Felsefe bu acının karşısında ya kendinden ümitsiz olmamayı
ya da kendinden ümitsiz olmayı isteyerek kendi kendini yatıştırmakta ve bu da
felsefenin, yetki nostaljisinde ya yetkinin ya da nostaljinin üzerini çizdiği
anlamına gelmektedir: Felsefe ya yetki kaçağına dönüşmekte ve yetkisiz
nostaljinin, yani güzel duygularla bağımsız / mutlak yetkisizliğin peşine
düşmekte ya da yetki mekânına dönüşmekte ve nostaljisiz yetkinin, yani yüce
istemlerle bağımsız / mutlak yetkinin peşine düşmektedir. Bu şekilde felsefe,
davasında ya adres ya da adreste bulunan olmaya; ya sorumluluğunun bilincinde
olmamaya ya da kendisi sorumlu olmaya çalışarak vicdan sahibi olmanın acısından
kaçıp kurtulmak istemektedir. Vicdan sahibi olmaktan ya hiçliğin değişik
biçimlerine ya da vidanın kendisi olmaya kaçmaktadır. Bu vicdan sahibi olmanın
karşısında felsefenin yetkisizliği karşılaması, vicdan sahibi olmaktan ya
felsefenin hiç de mevcut olmamasından ibaret olan o bütüncül yetkisizliğe kaçış
ya da felsefenin bağımsız / mutlak dünya vicdanı olmasından ibaret olan o
bütüncül yetkiye kaçıştır. O halde filozof sadece kaçık, sadece yargıçtır; bu
ikisi gerçekten birbirinden ayrılabildiği takdirde de ya biri ya da diğeridir.
Şimdi burada üzerinde durduğum yetkisizliği karşılamanın her iki olasılığını,
bir başka deyişle felsefenin bağımsız/ mutlak merci olarak biçimlendirilmesini
ya da felsefenin kendi kendisini hâlâ yaşamaya yatkın bir hiçliğe
dönüştürmesini, felsefenin çok eski bölüntülerinin, dogmacılığın ve kuşkuculuğun
yedek şekli ve ardıl biçimi temelinde iki kısa ara görüşle birbiriyle ilgili
olarak art arda karakterize etmek istiyorum.
a)
Dogmacılık, bugün, kendisine eleştiri
adını vermektedir ve daha önce de söylediğim gibi, vicdan sahibi olmaktan vicdanın
kendisi olmaya kaçışla felsefenin bütüncül yetki durumudur. Freud’un üstben’in
ekonomisi kuramında bana, vicdanın kendisi olmakla kendisini vicdan sahibi olma
zorunluluğundan kurtaran birinin bu oldukça rahatsız edici bağlantısına
değinilmiş gibi gelmektedir. Ancak bunun böyle olmaması gerektiği, eleştirinin
neden çoğunlukla eleştiriden ötürü değil de, tam da bu sakınma kazanımıyla
aklanarak çekici olabileceğini açıklamaktadır. Bu nedenle eleştiri kurumu
içinde aklanmadan söz edilemez. Bu konuya çok yakınlaşır. Eleştiri her şeyden
kuşkulanır, her şeyi dava eder ve yargılar. Bu özelliğiyle eleştiri, bir
geleneğin içindeki adımdır. Çünkü ilkin dinde tanrı insanları yargılamakta,
ardından teodise’de insanlar tanrıyı yargılamakta ve sonra eleştiride insanlar
kendi kendilerini yargılamaktadır. O halde eleştirinin yargısı, kendi kendini
yargılamadır ve bu da yorucudur. Bu nedenle eleştiri davalı değil, davacı olma
yolunu seçmektedir; yargılanmamak için yargılayarak kendi kendisini
aklamaktadır. Eleştiri kendisinin değil, sadece başkalarının sahip olduğu o
üstben olarak üstben’den çözülmektir. O halde eleştiri, kendinde ve kendisi
için mahkûm edilmiş durumdan zaten kendi kendine kurtulmuştur. Öyleyse mahkûm
edilmiş durum başkalarıdır. Eleştiri, tüm mahkûm edilmiş durumlar başkaları
olacak şekilde ve eleştiri olma özelliğiyle, felsefenin kendisi de gerçekte
insanların olamayacağı bağımsız / mutlak dava edilemeyen, sadece kendisi ve
sadece başkalarını yargıladığı için yargılanamayan bağımsız olarak, mutlak bir
şekilde kurtulmaktadır. Felsefe vicdan sahibi “idi”; ancak bunu bağımsız /
mutlak şekilde önde olarak arkasında bırakmıştır. Bunun yerine felsefe şimdi
vicdanın kendisi ve üstelik bağımsız vicdanın kendisi ve üstelik mutlak
vicdanın kendisi “olmuştur”. Kurumsal vargılar, ayrılıkçı olma özelliğiyle
felsefeye denk düşen şeyi elbette çok uzağa taşımaktadırlar; felsefenin
olabildiğince yararlı bir merkezi kurum olma organizasyonu bağlayıcı değildir.
Çünkü şimdi olduğu üzere mutlak olan felsefe sadece merkezi değil, aynı
zamanda her yerde ve her şeyde mevcuttur: Eleştirel felsefe her şey ve bu
nedenle de her şey eleştirel felsefe olmaktadır. Kendine özgü konusal alanları
ve konu kavramlarını çözmekte, bunları aslında çekici yollar ve kırma yollan
olan özgürlükçü düşünce kavramlarının yerine geçirmektedir. Bu yollar
gelişimselliğe çekmekte ve buna karşılık direnci kırmaktadır. Eleştiri artık
hiçbir konuyu tanımamakta, sadece önemlilikleri tanımaktadır; böylece her şey,
felsefe ve siyaset; ütopya ve varlığını koruma; ana etkinlik ve yan etkinlik;
şeffaflık ve görünmezlik; felsefe ve tek bilim; her uzmanlık dalı her uzmanlık
dalıyla özdeş olmaktadır. Sadece uzmanlık dallan kendi kimliklerini
kaybetmektedir. Bu şekilde -uzmanlık alığı olmaktan yararlı olduğu söylenilen
birleştirilmiş toplu alık olma yolundaki ve değerlerin zorbalığı olmaktan
önemlerin zorbalığı olma yolundaki bu birleştirilmiş toplu bilimin
bağımsızlıktan, artık yalnızca bütün girişimlerin siyah değil, aynı zamanda
her şeyde aynı şey düşünüldüğü ve farklı hiçbir şey düşünülmediği için bütün
uzmanlık dallarının da gri olduğu özdeşlik dizgesinin militan karikatürüne
dönüşme tehlikesi oluşmaktadır. Demek ki eleştiri; bu farklılığın gereksiz
olduğunda olduğu gibi; yanlış olduğunda da -uygulamada büyük bir olasılıkla
doğru, ancak uygun olmadığının belirtildiği üzerekötü olduğunu düşünmektedir.
Çünkü eleştirinin yanında olmayan şey, onun karşısındadır ve öyleyse günahtır.
Böylece hiçbir üyesinin sarhoş olmaması gereken bu zevk sarhoşu heyecanda işte
tam da ayık kalanlar aforoz edilmiştir. Bilimler yeniden sapkınlığa
yatkınlaşmaktadır. Bilimlerin araştırmaları ve sonuçları kurtuluş adma yeniden
sansüre yenik düşmektedir. Bundan kurtulmak Yeni Çağ’dı; bunu eski durumuna
getirmekse Karşı Yeni Çağ’dır. Bu durumun pahasına felsefe, eleştiri adı
altında dogmacı bir şekilde bağımsız / mutlak yetkiyi aramaktadır.
b)
Diğer olasılık, kuşkuculuğun karşıt
biçimidir. Bu, vicdan sahibi olmaktan, giderek sorumlu olmama durumuna, yani
felsefenin ya da filozofların var olmama durumuna kaçış yoluyla felsefenin
razı gelinen bütüncül yetkisizliği durumudur. Burada kurtulmanın önemi,
aklanmamın kazanımı, sakınmanın değerliği ne de olsa bu konu üzerinde uzun
uzadıya konuşmayı gerektirmeyecek kadar bellidir. Böyle bir var olmama
durumunun birçok türü vardır. Uğraşısı müzeler olan ya da şu ya da bu şekilde
yolculuğa çıkan herkesin başka bir yerde olmasıyla var olmama durumu bilinen
bir şeydir. Ancak sürekli var olmayarak da var olunmayabilir ve bu, belirli bir
felsefi okulun ya da akımın konusu da değildir. Bu durum, karşılıklı konuşma
henüz sona ermediği için yorumsayıcı yönden; ya da karşıtlık henüz gerçekleşmediği
için diyalektik yönden; ya da sav hâlâ dokunulmaz olarak ortaya çıktığı için
çözümleyici yönden; ya da kayıtsız şartsız bir kez daha Bororolar’a gidilmesi
gerektiğinden insanbilimci yönden; ya da hâlâ her şey öncelikle gnosis’i daha
yeter derecede ortaya çıkarmaya bağlı olduğu için tarihsel yönden; ya da hâlâ
temelin ya da üstyapının beklenmesi gerektiği için ya da kimin beklenmesi
gerektiğini bağımsız olarak saptayan şeyin beklenmesi gerektiği için tarih
felsefesi yönünden; ya da tüm olasılık koşullan hâlâ bir arada olmadığı ya da
pek çokları bir arada olduğu için aşkınsal yönden; ya da dizem hâlâ tutmadığı
ya da ilkin sadece dizem tuttuğu için estetik yönden; ya da sonucu belirten
bilici hâlâ yeterince uzlaşımsal görülmediği için akılcı yapı oluşturmacı
yönden; ya da henüz yeterli derecede bilgilenilmediği için kavram-tarihi
yönünden; ya da yararlı bir şekilde yan etkinliklerde bulunulmuyorsa gereksiz
kalıp uyuyarak doğrudan doğruya kuşkucu yönden -insan, yan etkinliklerde
bulunan kuşkuculardan sakınmalıdır vb. yönlerden ele alınabilir. Böyle bir var
olmama durumu için en iyisi, tüm felsefelere sahip olmak ya da her zaman
diğerlerine de sahip olmak için mutlaka olabildiğinde çoğuna sahip olmaktır.
Felsefi iletişim burada diğer yollarla birlikte yalnızlıktır. Kurumsal vargı,
var olma engellerinin organizasyonudur. Aslında burada felsefenin merkezi bir
şey olması iyidir; fakülteler ya da uzmanlık alanların var olduğu yerde
birincisiyle başarıyla çarpışan ikinci bir var olma yükümlülüğü kurduğu için
bir merkez burada yararlıdır. Felsefe ve ilk felsefe konusunda değil de, sadece
ikinci ve diğer, yani kuşkucu felsefe konusunda yetkili biri, uzmanlık
alanından ötürü merkezde ve merkezden ötürü de uzmanlık alanında elgellenir. Ve
tam da bu şekilde -bu, üçüncü konumun belliliğidir alışagelenden değişik
oluşunun dış yerinde, evinde bir emeritus praecox (erken emekli) kayasını
yuvarlamadan önce onu sözcüklerle ve yokluktan yaratması gereken bir Sisyphos
olarak çalışabilir. Fakat yokluktan yokluk doğar; böylece heyecanlı beklenti
her zaman yokluğa dönüşür. Kant’ın gülüşe ilişkin tanımı herkesçe bilinir:
Öyleyse bu kuşkucu felsefe -tristesse oblige (zorunlu keder)belki neşeli bir
şeydir ve büyük bir olasılıkla da üzgün bilimin çağında kahkahanın son ve üzgün
bir sürgünüdür. Çünkü böyle gülen birinin gülecek bir şeyi yoktur.
Şimdi son görüşüm şu: Felsefe,
yetkisinden emin olmadığı ve gittikçe yetkisizleşerek yetki özlemi çektiği
yerde, sonuç olarak ya her şey ya da hiçbir şey olmak istemektedir. Birbirinin
hoşuna gitmektense daha çok birbiriyle özdeş olan iki olasılığın üzerinde
durmuştum; bunlar felsefede yetki indirgemesinin etkisi altındaki karşılama
(telafi) düzenlemeleri, yani yetkisizliği karşılamadır. Bu, yetki üzerine,
felsefenin yetkisizliği karşılama yetkisi üzerine bir konuşmayı haklı çıkarır
mı? Kilisenin haklarının alanında bulunan yetki sözcüğünün kavram-tarihine
ilişkin üstün kullanımı düşünülebilir: Terminus technicus (teknik terim)
yetkisi burada, kilise adamlarının toplumsal konumlarına uygun bir yaşam
sürmeleri için gerekli ve bu nedenle de haczolunamaz nafakaları konusundadır.
Çünkü Marx, Nietzsche, Freud, Heidegger ve Adomo’ya yaklaşan birinin şüphe
okulu sayesinde günümüzde yetki kuramcılarının bilimsel başarımlarında bunu
neden dikkate almadıklarını akıllıca bir kuşkuyla sorduğu yetkinin bu anlamı,
ya ruhban sınıfının, protestas clavium’un olasılık koşulları yönünde ya da
aktif yaşama katılmayan birinin olabilecek en küçük armağanı yönünde
vurgulanabilir. Bunlar ana hatlarıyla benim tarafımdan anlatılan ve felsefenin
yetkisizliğini karşılamaya aracılık eden iki olasılık, mutlak anahtar güç ya da
vita postuma’dır. Hiç kuşkusuz yetki, gücü düşündürtmektedir; ancak benim
tanımladığım şeyler yanlış hareketlerdir. Belki de bugün felsefenin yanlış
hareket olmak için şansı yoktur; belki de sadece bunu kendisine itiraf etmek
için şansı vardır; bunu açıklığa kavuşturmuyor ve çekinceyle söylüyorum. Bu
durumda felsefe tam yetkiye sahip ve kendisi olmazdı, aksine en iyi durumda
bunun yerine bir şeyler yapardı. Felsefe bunu göz önünde bulundurduğu yerde,
belki o zaman insancıl olur; çünkü bunun yerine bir şeyler yapanlar
insanlardır.
Felsefenin yetkisi ve
yetkisizliği üzerine burada -buyruk üzerine bir bildiri sunmam gerekiyordu;
bunun yerine, bir karşı bildiriyi ortaya koydum. Malraux, karşı anılarında
artık portrelerin bile benzerlik istemediği bir çağda, anıların benzer olup olmaması
gerektiği sorusunu ortaya atmıştı. Genel şeffaflık çağında anlatılamamazlık
gibi bir temel hakkı anımsatarak bu soruyu tam anlamıyla bütün bildirilere
kadar değil ama, kapanışı aşağıdaki gibi yaptığımda, aynı şeyin sonsuz
dönüşünü bazı ilkelerden dolayı hemen şimdi bir kez daha yaptığıma ilişkin
korkutucu bir düşünceye kapılmamanız için, ayrıca şimdi bitirdiğimi özellikle
vurgulamam gereken bu bildiriye2 kadar genişletiyorum: Çin’de
bir cellat yarışında ikinci finalistin yarışı kazanma zorunluluğu adına
sıkıntılı bir duruma düştüğü, kendisini geçen rakibi tarafından hemen hemen
önüne geçilemez bir kesinlikle boynunun vurulduğu anlatılır. Heyecan
doruktadır. Yarışı kazanan finalist, keskin bir kılıçla darbesini indirir.
Buna karşın boynu vurulanın kafası düşmemiştir; görünüşe göre henüz boynu
vurulmamış suçlu hayretle ve soru sorarcasına cellada bakar. Bunun üzerine
cellat ona şöyle der: Başınızı eğin, bakalım.
Beni ilgilendiren, bu
kafanın başını eğmeden önce ne düşündüğüdür, demiştim; çünkü bu durumun
felsefenin kendisi hakkındaki düşünceleriyle benzeş olsa gerektiğini düşünmüştüm.
Benimle ilgili olarak en azından şimdiye kadar şu sorunun size kendini zorla
belli ettiğini tahmin ediyorum: Sonunda ne zaman başını eğdi?. sh:29-45
**
Kutsal Kitap’ın, İbrahim’in, İshak’ın ve Yakup’un filozofların ve bilginlerin
tanrısı olan tanrı, yazgının (kaderin) sonudur. Durum böyleyse, tanrının
sonu ne anlama gelmektedir? Tanrının sonu; bu anlatımla modern dünya ve
onun yapmaya ilişkin eğilimi için geniş ölçüde temel oluşturuyor gibi görünen
bir izlenimi alıntılayacağım. İki tür temel oluşturucuda kendi deneyimine bel
bağlamak iyi değildir, tek başına deneyim yetersiz kalır. Bu nedenle burada
başkalarını; bir filoloğu, iki tanrıbilimciyi, bir toplumbilimciyi, bir
metafizikçiyi ve sonra da -in cumulo (bütün olarak)başka filozofları tanık
göstereceğim. Filolog Nietzsche’dir i ve anlatımı da
ünlüdür: “Tanrı öldü” Nietzsche, tanrının ölüm nedeninin onun acıması olduğunu
düşünmektedir. Acıma, sadece acının olduğu yerde, dünyadaki kötülükte vardır. Si Deus, ünde
malum? (Eğer tanrı varsa, kötülük nereden kaynaklanıyor?) Tanrı bu soradan, kendi
acımasının sorusundan, kendisine yönelttiği tanrının teodise sorusundan
ölmüştür; çünkü si malum, unde Deus? (Eğer kötülük varsa Tanrı nerede?) Kötülüğün olduğu yerde,
tanrı kendi karşısında bile sadece var olmamakla, yani ölümüyle savunulabilir.
Kötülüğün varlığı ve gelişimi -yaratımın ve tanrı yardımıyla günahtan ve suçtan
kurtulmanın başarısızlıkla sonuçlanması zorla, tanrının sonunu ve ne olursa
olsun -ki bu aynı kapıya çıkmaktadır onun mutlak kudretinin sonunu sağlamıştır.
İki tanrıbilimci, erken dönem Habermas ve geç dönem Oeing-Hanhoff da kendi
tarzlarında aslına bakılırsa tam da bunu söylemektedir. Az önce adı geçen geç
dönem Oeing-Hanhoff bir teodise arayıp “(tanrının) bağımsız / mutlak
kudretinden”, yani “sonsuz özgürlük yararına tanrısallığından
vazgeçebileceğini” ve vazgeçtiğini savlayarak bunu dizgesel ve dolayımsız
olarak anlatmaktadır. Böylece yapmaya ve kötülüğe ilişkin özgürlük, tanrı olmayanlar
için olası olmaktadır. Erken dönem Habermas, aynı şeyi Schelling’in dünyanın
çağları felsefesinin yorumu olarak dile getirmektedir; yaratımın kokuşmuşluğu
karşısında Schelling’in dünyanın çağları felsefesine ilişkin “tanrının
kaynaştırma düşüncesi”nin bir teodise sözü verdiğini belirtmektedir. Habermas,
Schelling’in tanrının “kendi içine” ve “geçmişe geri çekilmesiyle “tarihi”
tam da bu yolla toplumsal insanlığın “ters tanrısına teslim edilen dünyanın
“tanrının ellerinden kaydığını” söylediğini söylemektedir; bu geri çekilmeyle
tanrı, tarihi insanın özgürlüğüne devretmektedir. İstifası, tanrıyı deyim
yerindeyse Sol Hegelcilik’in öncüsü ve ayrıca Eleştirel Kuram’ın da dolaylı
koruyucusu yapmıştır. Bana öyle geliyor ki, aynı şeyi germanistik-tanrıbilimsel
bir toplumbilimci olan Dorothee Sölle de düşünmektedir: Onun “tanrının ölümünden sonraki tanrıbilim”i, “tanrıtanımazca
tanrıya inanarak” tanrının istifasını konu almakta, ilk olarak “var olmayan
tanrı”yı temsil eden İsa’nın aracılığıyla ve sonra da bu “temsilci”nin
temsilcisi olarak -durum, böyle sonuçlanmıştırtanrının yerine kendileri hareket
eden insanların aracılığıyla “yardıma muhtaç” olan “dünyadaki aciz tanrı ”dan
söz etmektedir. Tanrının ölümü, insanları kendi işlerini
kendilerinin yapmasına zorluyordu. Bu -şimdi kendisinin olmak istemeyeceği bir metafizikçinin adını
vereceğim tanrıbilime çevrilmiş Heidegger’dir. Tanrının takma adı olan
“varlık”, varlık tarihi yönünden kendisinden kaçarken dünyayı, nesnelleştirmenin
metafiziksel mantığına, güç istencine, tekniğe devretmektedir; varlık ve
onunla birlikte (Heidegger’in Hölderlin yorumlarıyla karşılaştırılabilir)
tanrıların en sonuncusu olarak İsa da vazgeçtiği için insanlar, yapmaya
yetkili kılınmıştır.
Burada alıntılananların sadece benzer değil, aynı şeyi söyledikleri
görülmektedir. Tanrının istifasının geçici ya da kesin bir durum olarak
düşünülmesinin, tanrının iktidarının düşmesinin ya da varlığının
olumsuzlanmasının daha az önemli küçük bir fark olmasının aslında hiçbir fark
yaratmadığı ayrımsandığında, bunu düşünmek ne olursa olsun olasıdır. Ayrıca
bunun insanlar ya da tanrının kendisi yoluyla gerçekleşmesi, yani karşı
tanrıbilimsel tanrıtanımaz olarak insanların artık tanrıya inanmaması ya da
tanrıbilimsel-tanrıtanımaz olarak tanrının kendisinin artık tanrıya inanmaması,
bu nedenle geri çekilmesi ve ölmesi de burada ikincil derecede önemlidir.
Onlar aynı şeyi söylemektedir; bunun altını çizmem gerek. Çünkü burada doğruyu
söyleyen aldatıcı etiketler altında hep birlikte alıntıladıklarını, aslında hep
birlikte alıntılamaktan hoşlanmayabilirler. Tam da bu nedenle onlardan özenle
gizlenen beraberlikleri, burada modern felsefe tarihinin, modern kendiliğinden
anlaşılırlığın aslında şaşırtmaması da gereken, birbirine yaklaşan bir
eğiliminden söz edildiğinin oldukça etkili bir belgesidir. Çünkü insanın
özgürlüğünün gücü, tanrının acizliğiyle beslenmektedir. İnsanın kendisinin
modern bir şekilde yapan, yaratan ve kurtarana dönüşmesinin nedeni, tanrının
kendi tarafından yapan, yaratan ve kurtaran olmayı bırakmasındadır. İnsanın
özerkliği, tanrının gücünü yitirmesiyle beslenmektedir. Bu durumu ilk olarak
Kant’tan Marx’a değin köktenci konumunun Fichte olduğunu düşündüğüm ve tanrının
iyiliğinden hareketle onun var olmadığı sonucuna istemli ya da değil, üzerinde
farklı şekillerde durarak varmasıyla Alman İdealizmi vurgulamıştır: İnsanlar
gerçekliği bilinçli ya da bilinçsiz kendileri oluşturmak zorundadır; çünkü
tanrı iyidir ve kötülüklerin, ayrılıkların, karşıtlıkların karşısında sadece
var olmamakla iyi kalabilir. Bu, ad maiorem Deigloriam bir tanrıtanımazlıkla
teodise’dir: Yani burada birlikte alıntılananlar,
ilke olarak topluca Deus emeritus (Emekli Tanrı) tanrıbilimini
savunmaktadırlar. Tanrının bu güç yitiminin başlangıcında tükenen ortaçağın uç noktadaki
bağımsız / mutlak güç tanrıbiliminin bulunması -nota bene- düşünmeye değerdir.
Potentia absoluta (bağımsız / mutlak güç) tanrıbiliminden Deus absconditus
(gizli tanrı), Dieu cache (gizlenmiş tanrı) tanrıbilimine, buradan Deus emeritus
tanrıbilimine ve tanrının ölümünden sonraki tanrıbilime değin giden yol,
dikkate değer bir sıralanmadır; belki de bağımsız / mutlak kudret, başka
yollarla birlikte sadece bir acizlikti. Ama bu sadece bir yan düşüncedir. Çünkü ben burada, yalnız modernitenin
temelini oluşturarak tanrının sonu adını verdiğim şeyi ileri süren yerde felsefede
görünen durumu topluca göstermek istiyorum.
Sorumu yineliyorum: Tanrı, yazgının sonudur; eğer durum böyleyse tanrının sonu ne anlama gelmektedir?
Yazgı, şimdi tanrıcılık sonrası modern bir şekilde geri dönmektedir? Gerçi
durum, tam tersi gibi görünmektedir. İçinde yaşadığımız yapay dünyaya ve onun
başta ana hatlarıyla anlatılan kendiliğinden anlaşılırlığına göz atılmalıymış.
Ancak şu anki dünyada -insanın, kendisine tanrıdan miras kalan yapmaya ilişkin
değiştirilmiş bağımsız / mutlak kudretiyle yazgının kesinlikle yenildiği ve
sonunun geldiği gerçekten doğru mudur?
Yoksa sadece böyle mi görünmektedir?
İnsanın yapmaya ilişkin bağımsız kudretinin resmi ve açık eğilimi yoksa
gizli ve gayri resmi bir eğilimle, yazgının dolaylı olarak yeniden yetkili
kılınmasıyla suya mı düşürülmüştür?
Bu hiç kuşkusuz
riskli, modern savı, yani yazgının sonunun sonundan sonraki tanrı savını ileri
sürüp doğruluğunu yoklamak gerekir. Dünyanın gayri resmi yeniden
yazgısallaştırılması, dünyanın resmi yazgısızlaştırılması kapsamındadır ya da
bir başka deyişle tanrısal kudretin modern bir şekilde yetkisizleşmesinin
sonucu sadece insanın özgürlüğünün resmi zaferi değil, aynı zamanda yazgının
gayri resmi geri dönüşüdür de.
Sh:85-89
**
Kaynak:
Odo MARQUARD, İlkeselliğe Veda Çok Tanrıcılığa Övgü, Çeviren: Şebnem SUNAR, Morpa Kültür Yayınları Felsefe Dizisi, 2003, İstanbul
Odo MARQUARD, İlkeselliğe Veda Çok Tanrıcılığa Övgü, Çeviren: Şebnem SUNAR, Morpa Kültür Yayınları Felsefe Dizisi, 2003, İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar