Print Friendly and PDF

YETKİSİZLİĞİ KARŞILAMA YETKİSİ Mİ?

Bunlarada Bakarsınız




ODO MARQUARD
Odo Marquard, 26 Şubat 1928’de Almanya’da, Pomeranya bölge­sindeki Stolp’ta doğdu. Öğrenimini 1934-1945 yılları arasında Kolberg (Pomeranya), Santhofen (Allgäu) ve Falkenburg’da (Pomeranya) sür­dürdü. Volkssturm’de savaş nedeniyle tutuklandı (1945).
1946’da Treysa’da (Hessen) olgunluk sınavını veren Marquard, 1947-54 arasında Münster (Vestfalya) ve Freiburg’da felsefe, Alman dili ve edebiyatı, Protestan Teolojisi ve Köktenci Katolik Teolojisi öğ­renimi gördü. Ayrıca sanat tarihi ve tarih incelemeleri yaptı. 1954 yı­lında doktora tezini yazarak doktor unvanını aldı.
Odo Marquard 1955-63 yılları arasında Joachim Ritter’in yanında Münster Üniversitesi’nde asistanlık yaptı. 1963 yılında Aşkınsa! Felse­fenin Gücünü Yitirmesi. Felsefede Daha Yeni Bir Ruhbilimciğinin Fel­sefi Birkaç Nedeni adlı çalışmasıyla doçent oldu ve Münster’de felse­fe doçentliğine kadrosuz olarak atandı.
1965-67 yıllarında Bielefeld Üniversitesi kurucu kurul üyeliği ya­pan Odo Marquard, 1965’ten bu yana GieBen Justus Leibig Üniversi­tesinde kadrolu profesör olarak çalışmaktadır: Bu okulda felsefe bölümü başkanı, 1971’den başlayarak ilk önce kurul sözcüsü, sonra yönetim kurulu üyesi ve Felsefe ve Temel Bilimler Merkezi’nin yönetici başkanı olarak görev yapmıştır.
*************
Çin’de bir cellat yarışında ikinci finalistin yarışı kazanma zorunluluğu adına sıkıntılı bir duruma düştüğü, kendisini geçen rakibi tarafından hemen hemen önüne geçilemez bir kesinlikle boynunun vurulduğu anlatılır. Heyecan doruktadır. Yarışı kaza­nan finalist, keskin bir kılıçla darbesini indirir. Buna karşın boy­nu vurulanın kafası düşmemiştir; görünüşe göre henüz boynu vurulmamış suçlu hayretle ve soru sorarcasına cellada bakar. Bunun üzerine cellat ona şöyle der: Başınızı eğin, bakalım.
Beni ilgilendiren, bu kafanın, başını eğmeden önce ne dü­şündüğüdür; çünkü bu durum felsefenin kendisi hakkındaki dü­şünceleriyle benzeş olsa gerek.
Bay Kringes’in onuruna düzenlenen törensel bir olaya bir cellat yarışmasının çağrışımını yüklemek yakışıksız görünebilir. Böyle olmakla birlikte sonuç olarak burada filozoflar toplanmış bulunmaktadır ve şüpheli bir durum olduğu takdirde onlar neden söz ettiğimi bilir. Gerçi, kendimi hariç tutmam gerekirse, filo­zofların kafalarının olduğu tartışılmaz bir şeydir; çünkü ne de ol­sa bu onların zanaat aracıdır ve ayrıca onların kafa işi yaptığı da tartışılmazdır. Ama bu kafalar ne denli sağlam durmaktadır? Bu, emir kullarının buyruğu üzerine felsefenin yetkisi ve yetkisizliği hakkında konuşulması gereken ve buna karşın zorunlu bir biçim­de felsefenin kafasını hâlâ açıkça yukarıda taşıdığı olgusuyla bağlantılı olarak, yetkisinin radikal indirgemeleri sayesinde fel­sefenin boynunun vurulmasına ilişkin yazgısının söz konusu ol­ması gereken gerçek ya da en azından -ve belki de daha acileğretilemesel bir soru(n)dur. Bu konuyla ilgili görüşlerimi iki bö­lümde ortaya koymak istiyorum: İlk bölüm felsefenin yetkisinin indirgenmesinden felsefeye bakışı; ikinci bölümse felsefenin in­dirgemeye karşılık bulmasından felsefeye bakışı konu almak­tadır.
1.              Şu halde ilk olarak birkaç genel sezdiriyle felsefenin yet­kisinin indirgenmesi üzerine... Nedir yetkinin anlamı? Sözcüğü rekabetin sözlüksel alanına yerleştirebilen fikirlere göre düzen­lenmiş kapsamlı sözlükle filolojik bir ilişki kurmaksızın, termi­noloji tarihi çalışan hukukçularla hukuksal bir ilişki kurmaksızın, blastem araştırmacılarıyla biyolojik bir ilişki kurmaksızın, Chomsky’le dilbilimsel bir ilişki kurmaksızın, Habermas’la iletişimsel bir ilişki kurmaksızın yetki kavramına ilk olarak ola­bildiğince muğlak yaklaşıyorum. Yetkinin yetki alanıyla, yetiy­le, hazır olma durumuyla ve tam da felsefede en başından beri kesinlikle hesaplanamayan yetki alanı, yeti ve hazır olma duru­munun bir çatı altında bulunmasıyla açık bir şekilde ilgisi vardır. Çünkü hiçbir konuda yetkili olmayan ama bazı şeylere yetisi olan ve her şeye hazır olan filozoflar hep olmuştur: Bu durumun felsefe için bütüncül ve kesinlikle yerinde olup olmadığı iki bin yıl önce tartışılabilir bir soru değildi, bugünse tartışılabilir bir so­rudur bu; böylece bu düşüncenin içine, felsefe ve yetkisiyle ilgi­li olarak ilk önce tarih girmektedir. Felsefenin yetkisinin ne ol­duğunu ona sadece tarihi söyleyebilir; yalnız bu, felsefeye yetki­sinin azalmasında bir ilerleme olduğunu söyler: Felsefe tarihi, felsefenin yetkisinin indirgenme tarihidir.
O,bu indirgenme tarihi işte buradadır ve hızlılık sağlanması için kurgusal kısa öykü gibi anlatır:
Felsefe ilkin her konuda yetkiliydi; ardından felsefe bazı konularda yetkiliydi ve en so­nunda felsefe sadece tek bir konuda, yani kendi yetkisizliğinin itirafı konusunda yetkilidir. Bu şöyle süregelmiştir:
Sıkıntılı ya­şamı boyunca felsefeye en azından üç kere meydan okunmuş, yapabileceğinden daha fazlası ondan beklenmiş ve böylece so­nunda yorgun düşürülmüş ve yetkilileri, yani rakipleri tarafın­dan, hem de yetkideyken yarış dışı bırakılmıştır. Burada kurtarı­cı (soteriolojik) -erken, yani Incil’den bu yanabir meydan oku­ma ile teknolojik ve siyasal -geç, yani burjuva ve sözde geç bur) juvabir meydan okuma vardı. Kurtarıcı meydan okuma, felse­feden insanları kurtuluşa götürmesi isteminde bulunuyordu; an­cak felsefe bunu yapamadı ve bu durum, Hıristiyanlık felsefeye üstün geldiğinde ortaya çıktı: Böylece olan felsefenin kurtuluş yetkisine olmuş ve felsefe yardıma muhtaç duruma düşmüştü; bir süre ancilla theologiae (tanrıbilimin hizmetçisi) olarak barın­dı. Teknolojik meydan okuma, felsefeden insanları yararlı bilgi­ye götürmesi isteminde bulunuyordu; ancak felsefe bunu yapa­madı ve bu durum, sağın (müsbet) bilimler felsefeye üstün gel­diğinde ortaya çıktı. Böylece olan, felsefenin teknolojik yetkisi­ne olmuş ve felsefe yardıma muhtaç duruma düşmüştü; bir süre ancilla scientiae (bilimin hizmetçisi) olarak, bilim kuramı olarak barındı. Siyasal meydan okuma, felsefeden insanları eşit mutlu­luğa götürmesi isteminde bulunuyordu; ancak felsefe bunu yapa­madı ve bu durum; etkinlikle olsun, olabilirlik, olasılık ya da ku­rumsallık eğilimiyle olsun, siyasal uygulama felsefeye üstün gel­diğinde ortaya çıktı. Böylece olan felsefenin siyasal yetkisine ol­muş ve felsefe yardıma muhtaç duruma düşmüştü; bir süre ancilla emancipationis (kurtuluşun hizmetçisi) olarak, (ya da kadın-erkek eşitliğinden ötürü bağımsızlığın uşağı olarak diyelim), ta­rih felsefesi olarak barındı. Kurtuluş, teknoloji ve siyaset adına yararların, ayrılığa göre biçimlenmek üzere en azından felsefeye rastgelmiş olmasının ve belki de rastgelmesinin, bu istemler ve kayıplar tarihi çerçevesinde anlamlı olup olmadığı kuşkuludur. Felsefenin sağduyu ve gerçekçi aklı, aslında karşı olduğu kendi günlük gerçekliğinden kurtarması gerektiğinin ve gerçekten ge­rektiği takdirde kurtarabileceğinin profesyonel filozofların yeri­ne getirilemez bir arzusundan daha fazla bir şey olduğunu, kuş­kuyla karşılıyorum. Felsefeyi, insanı yanılgılardan koruyan bir muska gibi gören insanlar elbette vardır; bununla birlikte Niels Bohr tarafından anlatılan bir anekdotta söz konusu edilen nal’ın tam tersine, felsefe, kendisine inanıldığında hiçbir işe yaramaz. Bu şekilde felsefenin zaten hiçbir zaman sahip olmadığı yetki tekeliyle, yaşam bilgeliğiyle ilgili olan alana değinilmiştir. Felse­fenin anlatımı söz konusu olduğunda, en azından şairler hep onun rakibi olmuştur. Felsefenin bir alanı böylece tehlikeye gir­miş olmaktadır. Eğer tanımlanabilirse felsefe; henüz yaşlı olma­yanların yaşlılık bilgeliği, henüz bu bilgeliği taşımayanların ken­dileri için ve kendileri aracılığıyla edindiği yaşam deneyiminin görüntüsüdür. Biyolojik süreç burada bu yetkiye saldırıya dö­nüşmüştür. Kimi zaman fark edilmese bile, ne de olsa filozoflar da yaşlanır ve ondan sonra felsefenin yerine gerçek yaşlılık bil­geliğini koyabilirler ve felsefeye gereksinmezler; sadece şimdi­lik ve ara sıra bunun böyle olduğunu tahmin ediyorum. Böyle ol­makla birlikte henüz hiç yaşam deneyimi olmayanların yaşam deneyimi ve henüz yaşlı olmayanların yaşlılık bilgeliği olması, sonuçta yalnızca felsefenin tanımının olası bir parçası değil, ay­nı zamanda anımsatma görevinin olduğu ve tam da bu yüzden geçerliliğinin yadsındığı yerde -ki bu ona onur vermektedirtir. Bilimlerinin de gerçek tanımının bir parçasıdır. Çünkü bazı şey­lerin rizikolu olarak reforma uğradığı yerde, bu rizikonun başarı için denetimle anımsanma yasağı tarafından çalışılmasıyla ilgi­lenmek akla uygundur. Felsefe, tin bilimlerinden daha mı iyi anımsatır? Elbette pek değil. Böylece felsefe, geçen yüzyıldan bu yana diğer yetki kaybından ötürü umudunu bağladığı bu anımsatan bilimlerde belki de son yetkisi olan anımsatma yetki­sini kuşkulu duruma soktuğu bir yetkili geliştirmiştir. Felsefenin yetkileri, felsefe yetkisizliğinde sona erecek şekilde açıkça akıp gitmektedir. Bu, felsefenin tüm bu sorunlarda söyleyecek hiçbir şeyi olmadığı anlamına gelmemektedir; ancak felsefe, çoğunluk­la gelecek için umut vaat etmeyen bir yetkiliye, en uygun koşul­da ise yardımcı role dönüşmüştür. Eğer başrol gerçekten iyi ve üstelik kesinlikle uygunsuz değilse, yardımcı rol olmak neye ya­rar? Felsefe sona ermiştir; felsefenin sonundan sonra felsefeyle uğraşmaktayız. Ne yapmalı? Burada Lenin’i değil, Schiller’in “Yeryüzünün Bölüşümü”nü alıntılıyorum. Ne yapmalı, der Zeus, dünya elden gitti; ancak bu durum karşısında Schiller’de, Zeus’un getirdiği tek yapıcı yardım önerisi filozofa değil, şaire yö­neltilmiştir. Zeus özellikle filozofa yardım etmez. Durum değişmemektedir: Felsefenin yetki durumuna ilişkin haber, yanlış bir toplantı duyurusudur.
Ancak bu gerçekten doğru mudur ve böyle mi olmak zorun­dadır?
Felsefe için artık yetkiler, belki de sadece artık yetkiler değil, çok önemli yetkiler bile olabileceğini seve seve eklemek istiyorum. Bununla birlikte bu konu hakkında kişisel olarak ko­nuşmak için yeteri kadar yetkim yok; çünkü bu konuda yetkili değilim, bunu yapacak durumda değilim; ancak gerektiğinde de buna hazırım. Bunu kısaca açıklamama izin verin. -En azından kibarlık nedeniyle bu konuda yetkili değilim. Sadece uzaktan da olsa etki uyandırmak kibarlığa sığmazdı. Münihliler’in kendile­rinin belki de tek olarak tanıdığı bir yetkinin değerini takdir et­mek için bir yabancıya, kuşku uyandıran yaşamını Vogelsberg eteklerinde geçiren ve bu nedenle de Güney Hessen temel folklörünün nonkonformist bölümlerinde zaten yetkili olan Pome­ranya arkalarında doğan kaçınılmaz bir Doğu Frizyalı’ya, gerek­sinimleri vardı.Ben, yetersizlikten dolayı böyle bir yetkinin de­ğerini takdir edecek durumda da değilim. Çalışma yerim saflık enstitüsü değil, kaybolmuş yetki arayışındaki bir enstitü ve yo­ğun çaresizlik merkezidir. Şaşkınlıktan, dünyanın güzel, iyi ve doğru düzenini sergilemek için onun iyiliği adına adressiz şük­ran duygusundan kaynaklanan kuram, böyle duygusal bir filozo­fa zor gelmektedir. Aslında o, kötü bir şaşkındır; çünkü gerçek­ten şaşırdığı tek şey, geçici ve olasılık dışı olarak kurtulmuş ol­maktır. Felsefenin varlığını koruyan yetkileri üzerine fikir yürüt­meye yine de hazırım. Felsefenin yetki kaybının tüm bu süreci sonuçta çok farklı bir şekilde, bir kamulaştırma yolu olarak de­ğil de, bir rahatlama yolu olarak anlaşılabilir. Çünkü felsefenin bu görev kaybı, gerçekte onun için belki de bir özgürlükler kazanımıdır. Felsefenin görevinden uzaklaştırılması, onun yükünü hafifletme anlamına gelebilir; felsefenin eğer şimdi hiçbir zorun­luluğu yoksa, o zaman bu onun artık hemen her şeyi yapabilece­ği anlamına gelebilir. O halde böylece felsefe için geriye bir hay­li şey kalmıştır. Çünkü sonuç olarak felsefenin tartışma götür­mez görevleri vardır: Felsefe tarihi ve kuşkusuz matematikle or­tak yaşayan (simbiyoz) mantık. Aslında ortak yaşamalar (simbiyozlar) her şeyden önce tek bilimlerin temel felsefesi için önemlidir. Heidegger’in ifadesine göre, bu bilimlerde temel bu­nalım yetisi kadar felsefe vardır. O halde onun temel bunalımı önlemek için aldığı bütün önlemler süreğen bir felsefi görevdir. Ancak bu konuda gerçekten kim yetkilidir? Arı filozoflar mı? Yoksa her defasında cam yanan bilimin bilim adamları mı? Arı filozoflar dönemi kapanmıştır. Filozoflar arılık üzerinde ısrar et­tikleri yerde, sonuç olarak felsefeyi yitirirler. O halde bilimlerin temel yetkisi nasıldır? Burada kuşkular açıkça olası ve uygun­dur; bunları kısmen bir felsefe kollokyumunda sadece umut, se­vinç dolu şeyler söylenilirse hiç de iyi bir izlenim bırakmayaca­ğından, kısmen de düzensel, deyim yerindeyse düzen-dizemli ne­denlerden ötürü dobra dobra ifade ediyorum. Tıpkı o ünlü gelin­cik gibi, uyak uğruna neler yapılmaz; her şeyden önce felsefenin yetkisinin radikal indirgenme tarihinde sürekli ısrar etmeseydim, düşüncem hiçbir biçime ve hiçbir düğüm noktasına ulaşmazdı. O halde önemle şunun doğru olduğunda ısrar etmek üzere yineliyo­rum: Felsefe ilkin her konuda yetkiliydi; ardından felsefe bazı konularda yetkiliydi ve en sonunda felsefe sadece tek bir konu­da, yani kendi yetkisizliğinin itirafı konusunda yetkilidir. Eğer bu böyleyse, o zaman felsefe için geriye hiçbir şey kalmamakta, yani sadece arı, katıksız, çıplak yetkisizlik ve ayrıca Sokrates’i alıntılamak gerekirse, sadece çok küçük tek bir ayrıntı, kuşkusuz sokratçı olmayan ve felsefeyi daha az sorunsal değil, aksine büs­bütün sorunsal kılan bir ayrıntı, radikalce yetkisizleşen felsefeye bakışla felsefenin yetkisizliğini karşılama yetkisi adını vermek istediğim şey kalmaktadır.
2. Şimdi bu yetkisizliği karşılama yetkisi üzerine iki ön gö­rüş, iki ara görüş ve bir son görüş bildirmek istiyorum. Daha ön­ce de söylenildiği üzere belirlenmiş olan konumu kendine özgü bir şekilde ele aldığımı ilkin burada hissedeceğinizi tahmin edi­yorum. Aslında burada beni ilgilendiren şey, felsefenin yetkisi­nin sonsuz küçüklükteki alanı ve yetkisizliğinin sonsuz büyük­lükteki alanı arasındaki sınır değildir, aksine beni ilgilendiren şey bir sınırsızlık, yani yetki ve yetkisizliğin alaşımıdır. Felsefe­de böyle bir alaşım, benim felsefenin yetkisizliğini karşılama yetkisi adını verdiğim şeydir. Şu halde ilk olarak bu konu üzeri­ne iki ön görüş:
a)             Felsefede bu yetkisizliği karşılama yetkisinin, kendi yetki­sizliğiyle bir hayli ilgisi vardır: Çünkü sadece bir şeyin eksik oldu­ğu yerde, eksikliğin karşılanması gerekir. Bu durumda felsefenin yetkisizliğini karşılama yetkisi her şeyden önce onun yetkisizliğinin bir bulgusudur.
b)               Sadece felsefenin yetkisizliği olsaydı, bu yetkisizliği karşılama yetkisi ve aynı zamanda felsefenin yetki nostaljisi de olmazdı. Ben dahil, herkes nostaljiden söz ediyor. Felsefe, önemli olmanın özlemini çekmekte ve şu an gereksiz de olsa hâ­lâ önemli olduğunu unutamamaktadır. Gerçi felsefe, yetkisiz olarak gerçekten de gereksizdir; ancak yalnızca böyle değil, ay­rıca yararlı olmayı çok seven, yetki özlemi çeken gereksiz bir şeydir ve mutsuzdur. Katıksız gereksizliğe geri çekilmeye kesin­likle katlanamamaktadır. Bu durum, her şeyden önce daha çok dokunaklı bir görüntüyle, ücretsiz yan etkinlikler için filozofla­rın duyduğu coşkuyla doğrulanmaktadır. İnsan etkin, filozofsa yan etkinliklerde bulunan bir canlıdır; profesyonellik dışı kendi kendini doğrulama etkinliklerini geliştirmektedir. Ayrıca bu ara­da bunun sahte hukuk bilimine gösterdiği bildik eğilim, sadece, felsefeden kovulan matematiğin, kovulduğu için aldığı gizli bir öçtür. Matematik felsefeden uzaklaştığı yerde, filozofların ve yalnızca filozofların hukuksal mantık olarak kabul ettikleri şeyin içine girdiği o vakumu meydana getirmektedir. O halde filozof­lar özerklik fetişistleri; köktenci istatistikçiler; kuruluş ve opera danışmanları; bilim turistleri; disiplinlerarası yarış sporcuları; planlama, tüzük ve yasa yapımcıları; genel şeffaflığın çok etkili, ancak kendini dışarıya pek belli etmeyen siyasileri, yani şeffaf­lığın karanlık adamları; gezici gönül avutucuları ve yerel politi­kacılar; dolaylı ve dolaysız bilirkişi olarak kuru sel üreticileri; ikincil salon kahramanları, vs. olmaktadır. Bu arada, kendi ger­çekliğinin kanıtı olarak kan dolaşımı bozukluğu arayışındaki kalp sektesinin varlığında her zaman, Gehlen’ın bitkinliğe kaçış adını verdiği şeyi başarmaktadırlar. Sızlanıyorum, öyleyse varım ve yararlıyım. Bu nedenle -şu an filozoflar, kendi konularıyla il­gili hizmetlerini gerektiğinde yan etkinliklerle yerine getirecek kadar yetki özlemi çeken ve yararlı olmayı mutsuz bir şekilde çok seven gereksiz kişiler olduklarından-, gereksizlik, sadece ge­reksizliğin yararlılığı kuramına yaklaştığı yerde mükemmel ol­masa da savunu ulamı olarak dindirici bir işlev görmektedir. Böylece eskiden kibar insanlarda kadınlardan ve hizmetkârlardan kurtarılan Veblen’ın temsilci boş zaman ulamı filozoflara değin yayılmaktadır; çünkü filozoflar çoğunlukla gerçekten de işte bu kibar insanların arayışında olan boş zamanı boş temsilci tem­bellerdir. Bu nedenle hükmedenlerin yanında durmayı, ama daha çok geleceğin hâkimlerinin ve en çok da daha şimdiden hükme­den geleceğin hâkimlerinin yanında durmakla birlikte kendi kendilerinin yanında durmalarını da olası kılan o sınır durumunu severler. Bu rolle kuşkusuz uzun zamandır başkaları tarafından üstün gelinen filozof, statü simgesi bir asalak haline gelmektedir. İster sahiplerin, ister işlevselliğin egemenlik alanında olsun, -du­rum, bu noktada aynı kapıya çıkmaktadır. Filozof bununla ger­çekten de birinin yaşamının ötekinin ölümü olduğunu; insanların öteki insanların acılarıyla; özgürlüğün kölelikle; eşitliğin farlılıkla; görmenin görmezlikten gelmekle; mutluluğun mutsuzluk­la beslendiğini simgelemektedir. Bu böyledir ve böyle değil de­ğildir. Asalaklık her zaman kendiliğinden anlaşılır. Bu önermeyi geçerli kılmamayı istemek ve buna karşın açıkça asalak olmak; işte felsefe budur. Felsefe, vicdan sahibi olduğu yerde, vicdana acı çektirmekte ve etkisini değil; ama burada biraz olması gere­ken yetkilerini kaybettiği yerde, doğrudan doğruya ve bu yüzden de korunmasızca bu acıya maruz kalmaktadır. Yetki nostaljisi adını vermiş olduğum şey, bu acıyı telaffuz etmekte ve onu kar­şılamalar (telafiler) yönüne doğru yönlendirmektedir. Felsefe bu acının karşısında ya kendinden ümitsiz olmamayı ya da kendin­den ümitsiz olmayı isteyerek kendi kendini yatıştırmakta ve bu da felsefenin, yetki nostaljisinde ya yetkinin ya da nostaljinin üzerini çizdiği anlamına gelmektedir: Felsefe ya yetki kaçağına dönüşmekte ve yetkisiz nostaljinin, yani güzel duygularla bağımsız / mutlak yetkisizliğin peşine düşmekte ya da yetki mekânına dönüşmekte ve nostaljisiz yetkinin, yani yüce istemlerle bağımsız / mutlak yetkinin peşi­ne düşmektedir. Bu şekilde felsefe, davasında ya adres ya da ad­reste bulunan olmaya; ya sorumluluğunun bilincinde olmamaya ya da kendisi sorumlu olmaya çalışarak vicdan sahibi olmanın acısından kaçıp kurtulmak istemektedir. Vicdan sahibi olmaktan ya hiçliğin değişik biçimlerine ya da vidanın kendisi olmaya kaçmaktadır. Bu vicdan sahibi olmanın karşısında felsefenin yet­kisizliği karşılaması, vicdan sahibi olmaktan ya felsefenin hiç de mevcut olmamasından ibaret olan o bütüncül yetkisizliğe kaçış ya da felsefenin bağımsız / mutlak dünya vicdanı olmasından ibaret olan o bütüncül yetkiye kaçıştır. O halde filozof sadece kaçık, sadece yargıçtır; bu ikisi gerçekten birbirinden ayrılabildiği takdirde de ya biri ya da diğeridir. Şimdi burada üzerinde durduğum yetki­sizliği karşılamanın her iki olasılığını, bir başka deyişle felsefe­nin bağımsız/ mutlak merci olarak biçimlendirilmesini ya da felsefenin ken­di kendisini hâlâ yaşamaya yatkın bir hiçliğe dönüştürmesini, felsefenin çok eski bölüntülerinin, dogmacılığın ve kuşkuculu­ğun yedek şekli ve ardıl biçimi temelinde iki kısa ara görüşle birbiriyle ilgili olarak art arda karakterize etmek istiyorum.
a)              Dogmacılık, bugün, kendisine eleştiri adını vermektedir ve daha önce de söylediğim gibi, vicdan sahibi olmaktan vic­danın kendisi olmaya kaçışla felsefenin bütüncül yetki duru­mudur. Freud’un üstben’in ekonomisi kuramında bana, vicdanın kendisi olmakla kendisini vicdan sahibi olma zorunluluğundan kurtaran birinin bu oldukça rahatsız edici bağlantısına değinilmiş gibi gelmektedir. Ancak bunun böyle olmaması gerektiği, eleşti­rinin neden çoğunlukla eleştiriden ötürü değil de, tam da bu sa­kınma kazanımıyla aklanarak çekici olabileceğini açıklamakta­dır. Bu nedenle eleştiri kurumu içinde aklanmadan söz edilemez. Bu konuya çok yakınlaşır. Eleştiri her şeyden kuşkulanır, her şe­yi dava eder ve yargılar. Bu özelliğiyle eleştiri, bir geleneğin içindeki adımdır. Çünkü ilkin dinde tanrı insanları yargılamakta, ardından teodise’de insanlar tanrıyı yargılamakta ve sonra eleş­tiride insanlar kendi kendilerini yargılamaktadır. O halde eleşti­rinin yargısı, kendi kendini yargılamadır ve bu da yorucudur. Bu nedenle eleştiri davalı değil, davacı olma yolunu seçmektedir; yargılanmamak için yargılayarak kendi kendisini aklamaktadır. Eleştiri kendisinin değil, sadece başkalarının sahip olduğu o üstben olarak üstben’den çözülmektir. O halde eleştiri, kendinde ve kendisi için mahkûm edilmiş durumdan zaten kendi kendine kur­tulmuştur. Öyleyse mahkûm edilmiş durum başkalarıdır. Eleşti­ri, tüm mahkûm edilmiş durumlar başkaları olacak şekilde ve eleştiri olma özelliğiyle, felsefenin kendisi de gerçekte insanla­rın olamayacağı bağımsız / mutlak dava edilemeyen, sadece kendisi ve sade­ce başkalarını yargıladığı için yargılanamayan bağımsız olarak, mutlak bir şekilde kurtulmaktadır. Felsefe vicdan sahibi “idi”; ancak bunu bağımsız / mutlak şekilde önde olarak arkasında bırakmıştır. Bunun ye­rine felsefe şimdi vicdanın kendisi ve üstelik bağımsız vicdanın ken­disi ve üstelik mutlak vicdanın kendisi “olmuştur”. Kurumsal var­gılar, ayrılıkçı olma özelliğiyle felsefeye denk düşen şeyi elbet­te çok uzağa taşımaktadırlar; felsefenin olabildiğince yararlı bir merkezi kurum olma organizasyonu bağlayıcı değildir. Çünkü şimdi olduğu üzere mutlak olan felsefe sadece merkezi değil, ay­nı zamanda her yerde ve her şeyde mevcuttur: Eleştirel felsefe her şey ve bu nedenle de her şey eleştirel felsefe olmaktadır. Kendine özgü konusal alanları ve konu kavramlarını çözmekte, bunları aslında çekici yollar ve kırma yollan olan özgürlükçü dü­şünce kavramlarının yerine geçirmektedir. Bu yollar gelişimselliğe çekmekte ve buna karşılık direnci kırmaktadır. Eleştiri artık hiçbir konuyu tanımamakta, sadece önemlilikleri tanımaktadır; böylece her şey, felsefe ve siyaset; ütopya ve varlığını koruma; ana etkinlik ve yan etkinlik; şeffaflık ve görünmezlik; felsefe ve tek bilim; her uzmanlık dalı her uzmanlık dalıyla özdeş olmak­tadır. Sadece uzmanlık dallan kendi kimliklerini kaybetmekte­dir. Bu şekilde -uzmanlık alığı olmaktan yararlı olduğu söyleni­len birleştirilmiş toplu alık olma yolundaki ve değerlerin zorba­lığı olmaktan önemlerin zorbalığı olma yolundaki bu birleştiril­miş toplu bilimin bağımsızlıktan, artık yalnızca bütün girişimle­rin siyah değil, aynı zamanda her şeyde aynı şey düşünüldüğü ve farklı hiçbir şey düşünülmediği için bütün uzmanlık dallarının da gri olduğu özdeşlik dizgesinin militan karikatürüne dönüşme tehlikesi oluşmaktadır. Demek ki eleştiri; bu farklılığın gereksiz olduğunda olduğu gibi; yanlış olduğunda da -uygulamada büyük bir olasılıkla doğru, ancak uygun olmadığının belirtildiği üzerekötü olduğunu düşünmektedir. Çünkü eleştirinin yanında olma­yan şey, onun karşısındadır ve öyleyse günahtır. Böylece hiçbir üyesinin sarhoş olmaması gereken bu zevk sarhoşu heyecanda işte tam da ayık kalanlar aforoz edilmiştir. Bilimler yeniden sap­kınlığa yatkınlaşmaktadır. Bilimlerin araştırmaları ve sonuçları kurtuluş adma yeniden sansüre yenik düşmektedir. Bundan kur­tulmak Yeni Çağ’dı; bunu eski durumuna getirmekse Karşı Ye­ni Çağ’dır. Bu durumun pahasına felsefe, eleştiri adı altında dog­macı bir şekilde bağımsız / mutlak yetkiyi aramaktadır.
b)              Diğer olasılık, kuşkuculuğun karşıt biçimidir. Bu, vicdan sahibi olmaktan, giderek sorumlu olmama durumuna, yani felse­fenin ya da filozofların var olmama durumuna kaçış yoluyla fel­sefenin razı gelinen bütüncül yetkisizliği durumudur. Burada kurtulmanın önemi, aklanmamın kazanımı, sakınmanın değerli­ği ne de olsa bu konu üzerinde uzun uzadıya konuşmayı gerek­tirmeyecek kadar bellidir. Böyle bir var olmama durumunun bir­çok türü vardır. Uğraşısı müzeler olan ya da şu ya da bu şekilde yolculuğa çıkan herkesin başka bir yerde olmasıyla var olmama durumu bilinen bir şeydir. Ancak sürekli var olmayarak da var olunmayabilir ve bu, belirli bir felsefi okulun ya da akımın ko­nusu da değildir. Bu durum, karşılıklı konuşma henüz sona er­mediği için yorumsayıcı yönden; ya da karşıtlık henüz gerçek­leşmediği için diyalektik yönden; ya da sav hâlâ dokunulmaz olarak ortaya çıktığı için çözümleyici yönden; ya da kayıtsız şartsız bir kez daha Bororolar’a gidilmesi gerektiğinden insanbi­limci yönden; ya da hâlâ her şey öncelikle gnosis’i daha yeter derecede ortaya çıkarmaya bağlı olduğu için tarihsel yönden; ya da hâlâ temelin ya da üstyapının beklenmesi gerektiği için ya da kimin beklenmesi gerektiğini bağımsız olarak saptayan şeyin bek­lenmesi gerektiği için tarih felsefesi yönünden; ya da tüm olası­lık koşullan hâlâ bir arada olmadığı ya da pek çokları bir arada olduğu için aşkınsal yönden; ya da dizem hâlâ tutmadığı ya da il­kin sadece dizem tuttuğu için estetik yönden; ya da sonucu belirten bilici hâlâ yeterince uzlaşımsal görülmediği için akılcı yapı oluşturmacı yönden; ya da henüz yeterli derecede bilgilenilmediği için kavram-tarihi yönünden; ya da yararlı bir şekilde yan etkinliklerde bulunulmuyorsa gereksiz kalıp uyuyarak doğrudan doğruya kuşkucu yönden -insan, yan etkinliklerde bulunan kuş­kuculardan sakınmalıdır vb. yönlerden ele alınabilir. Böyle bir var olmama durumu için en iyisi, tüm felsefelere sahip olmak ya da her zaman diğerlerine de sahip olmak için mutlaka olabildi­ğinde çoğuna sahip olmaktır. Felsefi iletişim burada diğer yollar­la birlikte yalnızlıktır. Kurumsal vargı, var olma engellerinin or­ganizasyonudur. Aslında burada felsefenin merkezi bir şey ol­ması iyidir; fakülteler ya da uzmanlık alanların var olduğu yerde birincisiyle başarıyla çarpışan ikinci bir var olma yükümlülüğü kurduğu için bir merkez burada yararlıdır. Felsefe ve ilk felsefe konusunda değil de, sadece ikinci ve diğer, yani kuşkucu felsefe konusunda yetkili biri, uzmanlık alanından ötürü merkezde ve merkezden ötürü de uzmanlık alanında elgellenir. Ve tam da bu şekilde -bu, üçüncü konumun belliliğidir alışagelenden değişik oluşunun dış yerinde, evinde bir emeritus praecox (erken emek­li) kayasını yuvarlamadan önce onu sözcüklerle ve yokluktan ya­ratması gereken bir Sisyphos olarak çalışabilir. Fakat yokluktan yokluk doğar; böylece heyecanlı beklenti her zaman yokluğa dö­nüşür. Kant’ın gülüşe ilişkin tanımı herkesçe bilinir: Öyleyse bu kuşkucu felsefe -tristesse oblige (zorunlu keder)belki neşeli bir şeydir ve büyük bir olasılıkla da üzgün bilimin çağında kahkaha­nın son ve üzgün bir sürgünüdür. Çünkü böyle gülen birinin gü­lecek bir şeyi yoktur.
Şimdi son görüşüm şu: Felsefe, yetkisinden emin olmadığı ve gittikçe yetkisizleşerek yetki özlemi çektiği yerde, sonuç ola­rak ya her şey ya da hiçbir şey olmak istemektedir. Birbirinin ho­şuna gitmektense daha çok birbiriyle özdeş olan iki olasılığın üzerinde durmuştum; bunlar felsefede yetki indirgemesinin etki­si altındaki karşılama (telafi) düzenlemeleri, yani yetkisizliği karşılamadır. Bu, yetki üzerine, felsefenin yetkisizliği karşılama yetkisi üzerine bir konuşmayı haklı çıkarır mı? Kilisenin hakla­rının alanında bulunan yetki sözcüğünün kavram-tarihine ilişkin üstün kullanımı düşünülebilir: Terminus technicus (teknik terim) yetkisi burada, kilise adamlarının toplumsal konumlarına uygun bir yaşam sürmeleri için gerekli ve bu nedenle de haczolunamaz nafakaları konusundadır. Çünkü Marx, Nietzsche, Freud, Heidegger ve Adomo’ya yaklaşan birinin şüphe okulu sayesinde günümüzde yetki kuramcılarının bilimsel başarımlarında bunu neden dikkate almadıklarını akıllıca bir kuşkuyla sorduğu yetki­nin bu anlamı, ya ruhban sınıfının, protestas clavium’un olasılık koşulları yönünde ya da aktif yaşama katılmayan birinin olabile­cek en küçük armağanı yönünde vurgulanabilir. Bunlar ana hatlarıyla benim tarafımdan anlatılan ve felsefenin yetkisizliğini karşılamaya aracılık eden iki olasılık, mutlak anahtar güç ya da vita postuma’dır. Hiç kuşkusuz yetki, gücü düşündürtmektedir; an­cak benim tanımladığım şeyler yanlış hareketlerdir. Belki de bu­gün felsefenin yanlış hareket olmak için şansı yoktur; belki de sadece bunu kendisine itiraf etmek için şansı vardır; bunu açık­lığa kavuşturmuyor ve çekinceyle söylüyorum. Bu durumda fel­sefe tam yetkiye sahip ve kendisi olmazdı, aksine en iyi durum­da bunun yerine bir şeyler yapardı. Felsefe bunu göz önünde bu­lundurduğu yerde, belki o zaman insancıl olur; çünkü bunun ye­rine bir şeyler yapanlar insanlardır.
Felsefenin yetkisi ve yetkisizliği üzerine burada -buyruk üzerine bir bildiri sunmam gerekiyordu; bunun yerine, bir karşı bildiriyi ortaya koydum. Malraux, karşı anılarında artık portrele­rin bile benzerlik istemediği bir çağda, anıların benzer olup ol­maması gerektiği sorusunu ortaya atmıştı. Genel şeffaflık çağın­da anlatılamamazlık gibi bir temel hakkı anımsatarak bu soruyu tam anlamıyla bütün bildirilere kadar değil ama, kapanışı aşağı­daki gibi yaptığımda, aynı şeyin sonsuz dönüşünü bazı ilkeler­den dolayı hemen şimdi bir kez daha yaptığıma ilişkin korkutu­cu bir düşünceye kapılmamanız için, ayrıca şimdi bitirdiğimi özellikle vurgulamam gereken bu bildiriye2 kadar genişletiyo­rum: Çin’de bir cellat yarışında ikinci finalistin yarışı kazanma zorunluluğu adına sıkıntılı bir duruma düştüğü, kendisini geçen rakibi tarafından hemen hemen önüne geçilemez bir kesinlikle boynunun vurulduğu anlatılır. Heyecan doruktadır. Yarışı kaza­nan finalist, keskin bir kılıçla darbesini indirir. Buna karşın boy­nu vurulanın kafası düşmemiştir; görünüşe göre henüz boynu vurulmamış suçlu hayretle ve soru sorarcasına cellada bakar. Bunun üzerine cellat ona şöyle der: Başınızı eğin, bakalım.
Beni ilgilendiren, bu kafanın başını eğmeden önce ne dü­şündüğüdür, demiştim; çünkü bu durumun felsefenin kendisi hakkındaki düşünceleriyle benzeş olsa gerektiğini düşünmüş­tüm. Benimle ilgili olarak en azından şimdiye kadar şu soru­nun size kendini zorla belli ettiğini tahmin ediyorum: Sonunda ne zaman başını eğdi?. sh:29-45
**
Kutsal Kitap’ın, İbrahim’in, İshak’ın ve Yakup’un filozofla­rın ve bilginlerin tanrısı olan tanrı, yazgının (kaderin) sonudur. Durum böyleyse, tanrının sonu ne anlama gelmektedir? Tanrının sonu; bu anlatımla modern dünya ve onun yapmaya ilişkin eğilimi için geniş ölçüde temel oluşturuyor gibi görünen bir izlenimi alıntı­layacağım. İki tür temel oluşturucuda kendi deneyimine bel bağ­lamak iyi değildir, tek başına deneyim yetersiz kalır. Bu neden­le burada başkalarını; bir filoloğu, iki tanrıbilimciyi, bir toplum­bilimciyi, bir metafizikçiyi ve sonra da -in cumulo (bütün ola­rak)başka filozofları tanık göstereceğim. Filolog Nietzsche’dir i ve anlatımı da ünlüdür: “Tanrı öldü” Nietzsche, tanrının ölüm nedeninin onun acıması olduğunu düşünmektedir. Acıma, sadece acının olduğu yerde, dünyadaki kötülükte vardır. Si Deus, ün­de malum? (Eğer tanrı varsa, kötülük nereden kaynaklanıyor?) Tanrı bu soradan, kendi acımasının sorusundan, kendisine yö­nelttiği tanrının teodise sorusundan ölmüştür; çünkü si malum, unde Deus? (Eğer kötülük varsa Tanrı nerede?) Kötülüğün oldu­ğu yerde, tanrı kendi karşısında bile sadece var olmamakla, yani ölümüyle savunulabilir. Kötülüğün varlığı ve gelişimi -yaratımın ve tanrı yardımıyla günahtan ve suçtan kurtulmanın başarısızlık­la sonuçlanması zorla, tanrının sonunu ve ne olursa olsun -ki bu aynı kapıya çıkmaktadır onun mutlak kudretinin sonunu sağla­mıştır. İki tanrıbilimci, erken dönem Habermas ve geç dönem Oeing-Hanhoff da kendi tarzlarında aslına bakılırsa tam da bunu söylemektedir. Az önce adı geçen geç dönem Oeing-Hanhoff bir teodise arayıp “(tanrının) bağımsız / mutlak kudretinden”, yani “sonsuz öz­gürlük yararına tanrısallığından vazgeçebileceğini” ve vazgeç­tiğini savlayarak bunu dizgesel ve dolayımsız olarak anlatmak­tadır. Böylece yapmaya ve kötülüğe ilişkin özgürlük, tanrı olma­yanlar için olası olmaktadır. Erken dönem Habermas, aynı şeyi Schelling’in dünyanın çağları felsefesinin yorumu olarak dile getirmektedir; yaratımın kokuşmuşluğu karşısında Schelling’in dünyanın çağları felsefesine ilişkin “tanrının kaynaştırma düşüncesi”nin bir teodise sözü verdiğini belirtmektedir. Haber­mas, Schelling’in tanrının “kendi içine” ve “geçmişe geri çekil­mesiyle “tarihi” tam da bu yolla toplumsal insanlığın “ters tan­rısına teslim edilen dünyanın “tanrının ellerinden kaydığını” söylediğini söylemektedir; bu geri çekilmeyle tanrı, tarihi insa­nın özgürlüğüne devretmektedir. İstifası, tanrıyı deyim yerin­deyse Sol Hegelcilik’in öncüsü ve ayrıca Eleştirel Kuram’ın da dolaylı koruyucusu yapmıştır. Bana öyle geliyor ki, aynı şeyi germanistik-tanrıbilimsel bir toplumbilimci olan Dorothee Sölle de düşünmektedir: Onun “tanrının ölümünden sonraki tanrıbilim”i, “tanrıtanımazca tanrıya inanarak” tanrının istifasını konu almakta, ilk olarak “var olmayan tanrı”yı temsil eden İsa’nın ara­cılığıyla ve sonra da bu “temsilci”nin temsilcisi olarak -durum, böyle sonuçlanmıştırtanrının yerine kendileri hareket eden in­sanların aracılığıyla “yardıma muhtaç” olan “dünyadaki aciz tan­rı ”dan söz etmektedir. Tanrının ölümü, insanları kendi işlerini kendilerinin yapmasına zorluyordu. Bu -şimdi kendisinin olmak istemeyeceği bir metafizikçinin adını vereceğim tanrıbilime çevrilmiş Heidegger’dir. Tanrının takma adı olan “varlık”, var­lık tarihi yönünden kendisinden kaçarken dünyayı, nesnelleştir­menin metafiziksel mantığına, güç istencine, tekniğe devretmek­tedir; varlık ve onunla birlikte (Heidegger’in Hölderlin yorumla­rıyla karşılaştırılabilir) tanrıların en sonuncusu olarak İsa da vaz­geçtiği için insanlar, yapmaya yetkili kılınmıştır.
Burada alıntılananların sadece benzer değil, aynı şeyi söyle­dikleri görülmektedir. Tanrının istifasının geçici ya da kesin bir durum olarak düşünülmesinin, tanrının iktidarının düşmesinin ya da varlığının olumsuzlanmasının daha az önemli küçük bir fark olmasının aslında hiçbir fark yaratmadığı ayrımsandığında, bunu düşünmek ne olursa olsun olasıdır. Ayrıca bunun insanlar ya da tanrının kendisi yoluyla gerçekleşmesi, yani karşı tanrıbilimsel tanrıtanımaz olarak insanların artık tanrıya inanmaması ya da tanrıbilimsel-tanrıtanımaz olarak tanrının kendisinin artık tanrıya inanmaması, bu nedenle geri çekilmesi ve ölmesi de burada ikin­cil derecede önemlidir. Onlar aynı şeyi söylemektedir; bunun al­tını çizmem gerek. Çünkü burada doğruyu söyleyen aldatıcı eti­ketler altında hep birlikte alıntıladıklarını, aslında hep birlikte alıntılamaktan hoşlanmayabilirler. Tam da bu nedenle onlardan özenle gizlenen beraberlikleri, burada modern felsefe tarihinin, modern kendiliğinden anlaşılırlığın aslında şaşırtmaması da gere­ken, birbirine yaklaşan bir eğiliminden söz edildiğinin oldukça et­kili bir belgesidir. Çünkü insanın özgürlüğünün gücü, tanrının acizliğiyle beslenmektedir. İnsanın kendisinin modern bir şekilde yapan, yaratan ve kurtarana dönüşmesinin nedeni, tanrının kendi tarafından yapan, yaratan ve kurtaran olmayı bırakmasındadır. İn­sanın özerkliği, tanrının gücünü yitirmesiyle beslenmektedir. Bu durumu ilk olarak Kant’tan Marx’a değin köktenci konumunun Fichte olduğunu düşündüğüm ve tanrının iyiliğinden hareketle onun var olmadığı sonucuna istemli ya da değil, üzerinde farklı şekillerde durarak varmasıyla Alman İdealizmi vurgulamıştır: İn­sanlar gerçekliği bilinçli ya da bilinçsiz kendileri oluşturmak zo­rundadır; çünkü tanrı iyidir ve kötülüklerin, ayrılıkların, karşıtlık­ların karşısında sadece var olmamakla iyi kalabilir. Bu, ad maiorem Deigloriam bir tanrıtanımazlıkla teodise’dir: Yani burada birlikte alıntılananlar, ilke olarak topluca Deus emeritus (Emekli Tanrı) tanrıbilimini savunmaktadırlar. Tanrının bu güç yitiminin başlangıcında tükenen ortaçağın uç noktadaki bağımsız / mutlak güç tanrıbiliminin bulunması -nota bene- düşünmeye değerdir. Potentia absoluta (bağımsız / mutlak güç) tanrıbiliminden Deus absconditus (gizli tanrı), Dieu cache (gizlenmiş tanrı) tanrıbilimine, buradan Deus emeri­tus tanrıbilimine ve tanrının ölümünden sonraki tanrıbilime değin giden yol, dikkate değer bir sıralanmadır; belki de bağımsız / mutlak kudret, başka yollarla birlikte sadece bir acizlikti. Ama bu sadece bir yan düşüncedir. Çünkü ben burada, yalnız modernitenin temelini oluşturarak tanrının sonu adını verdiğim şeyi ileri süren yerde fel­sefede görünen durumu topluca göstermek istiyorum.
Sorumu yineliyorum: Tanrı, yazgının sonudur; eğer durum böyleyse tanrının sonu ne anlama gelmektedir?
Yazgı, şimdi tanrıcılık sonrası modern bir şekilde geri dönmektedir? Gerçi durum, tam tersi gibi görünmektedir. İçinde yaşadığımız yapay dünyaya ve onun başta ana hatlarıyla anlatılan kendiliğinden anlaşılırlığına göz atılmalıymış. Ancak şu anki dünyada -insanın, kendisine tanrıdan miras kalan yapmaya ilişkin değiştirilmiş bağımsız / mutlak kudretiyle yazgının kesinlikle yenildiği ve sonunun geldiği gerçekten doğru mudur?
Yoksa sadece böyle mi görünmektedir?
İnsanın yapmaya ilişkin bağımsız kudretinin resmi ve açık eğilimi yoksa gizli ve gayri resmi bir eğilimle, yazgının dolaylı olarak yeniden yetkili kılınmasıyla suya mı düşürülmüştür?
Bu hiç kuş­kusuz riskli, modern savı, yani yazgının sonunun sonundan son­raki tanrı savını ileri sürüp doğruluğunu yoklamak gerekir. Dün­yanın gayri resmi yeniden yazgısallaştırılması, dünyanın resmi yazgısızlaştırılması kapsamındadır ya da bir başka deyişle tanrı­sal kudretin modern bir şekilde yetkisizleşmesinin sonucu sade­ce insanın özgürlüğünün resmi zaferi değil, aynı zamanda yazgının gayri resmi geri dönüşüdür de.
Sh:85-89
**


Kaynak:
Odo MARQUARD, İlkeselliğe Veda Çok Tanrıcılığa Övgü, Çeviren: Şebnem SUNAR, Morpa Kültür Yayınları Felsefe Dizisi, 2003, İstanbul

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar