YİTİK CENNET
-Sezai
Karakoç
Şeytan
Âdemle Havva’nın Cennette öncesiz sonrasızmışçasına mutlu bir hayatı
yaşadıkları zaman gibiydi hayatımız Batının soluğu bize gelmeden önce. Bu soluk
bize ne zaman geldi?
Bu soluk geldiği için mi değişmeğe
başladı yüzümüz?
Bozuldu ve bir maskeye dönüştü?
Dağlarda bilinmeyen bir bitkiyi
yiyip de ondan gizli ve sürekli bir zehirlenmeyle yüzünün biçimini ve
yaşamasının anlamını yitiren bir varlığa mı dönüştük?
İlk soluk ve ilk ürperti anım ayırmak
ne zor. Yabancı ve yalancı bir şafağın loş bir dudağa bıraktığı ilk kırağı, ilk
çığ. Dışardan gelen soluğun belli belirsiz dokunuşu mu, yoksa iç ateşin dışarıya
fırlattığı bir şüphe kabarcığı mı?
Ne olursa olsun, ilk hücre ister
içerden gelsin, ister dışardan konuk olsun, içerden gelenin dışardan geleni,
veya dışardan gelenin içerden geleni sarıp sarmalayarak bir kanser hücresinin
ölümcül hayat iştihasıyla büyümeye başlaması önemli, içerden de gelse, dışardan
da, bu imaj kuruyup gidecek bir sivilce değil, bir mevsim krizi değildi. Bir
kültür alerjisinden fazla bir şey. Ben bunu Âdemle Havva’nın Cennette
şeytanla ilk karşılaştıkları an imajıyla düşünüyorum. Şeytan içerden mi
gelmişti, dışardan mı?
Bence daha önemlisi dışardan gelen
şeytanın çağrısını dinleyen bir kulağın hemen içerde hazır oluşuydu. Doğruluk,
güzellik, iyilik ideasına bir kontrpuan olarak.
İlâhinâmedeki o şeytan öyküsünü hatırlıyorum burada birdenbire. Nasıl da
dışarda olan şeytan, Havva’nın çocuk sevgisi ile Âdemin saflığının birleşmesinden
faydalanarak ve görünüşte yenilerek insanın içine girmenin yolunu bulmuş ve
sonunda Âdemin içinden şöyle fısıldamıştı : «Şimdiye kadar dışındaydım ve
her zaman için, yenilmem mümkündü. Ama şimdi içine girdim, etine ve kanına
karıştım. Artık yenilmem mümkün değil.»
Şeytanın bu kendine güvenli zafer sesi, acaba bir gerçeği mi ifade ediyor?
Bu meydan okuyuşa kanıp susacak
mıyız?
Yoksa bu, insanda panik uyandırmak
için bir oyunu mu şeytanın?
Şüphesiz, şeytan, büsbütün yalana dayanmaz,
büsbütün hakikata dayanmadığı gibi. Bir psikolojik realiteden çıkar yola. Bir
beneklik hakikati yalan bulutunda gezdirir; her toprağa, umulmadık her toprağa
bir ab-ı hayat gibi düşürdüğünü sanır. Ama düşen ab-ı hayat değildir. Dirilten
yağmurlar olduğu gibi çürüten yağmurlar da vardır. Şeytanın bu meydan okuyuşu
İncelenmeğe muhtaçtır. Eğer bir iççağnmız olmasaydı şeytan ne yapacaktı?
İçimize girebilecek miydi?
Şeytan bütün gücünü bizden alıyor,
farkında değil. Bizden kopup yine bize gelen, bizden bir türlü ayrılmayan,
ayrılamayan, aleve aşık bir pervane gibi ruhumuza koşan odur. Ama aleve düşen,
o yüce aleve düşen de onu yakmaktır. Yakmadığı sürece kendi saflığını
yitirecektir alev.
Evet, şeytanın bu meydan okuyuşu İncelenmeğe değer. Kendi gücüne ne de kolay
anıtlar dikiyor şeytan?
Ne de çabuk zafer türküleri
çağırıyor ruhumuzun o ağustos böceği!
Tanrı’nın kendisine verdiği bir
ödevden haberli mi değil?
Kaderin bir gongu, bir alarmı, bir
kamçısı olduğunu unutuyor mu?
Yoksa kendi özünden duyduğu utanç
onu saklamayı mı istiyor?
Şeytanda utanç mı?
Ne paradoks. Bir aşağılık duygusu
belki. Ve en doğrusu, insan önünde bir aşağılık duygusu. Yaradılışında yüreğine
konan kıskançlık beneği. Ruh gecesinin silinmez izi.
Evet, şeytanın bu öğiinme çırpmışım incelemeli. Kime karşı öğünmekte?
Boşluklara, yokluklara, uzaya,
taşlara, kayalara, yıldızlara ve güneşlere karşı mı?
Hayır!
İnsana karşı. Bu, ilk güçlü karşı
çıkışta onun önünden kaçacağının ve paniğe kapılıp teslim olacağının gizli bir
itirafı, ipso facto (fiili- sırf bunun için, yalnız bu nedenle ] bir
itirafı.
Şeytansız insan (Âdem) düşünülemediği gibi (düşünülürse o insandan ne eser
kalır) başka uygarlıkların soluğuyla karşılaşmayan bir uygarlık da
düşünülemez. Güçlü uygarlığın, Âdemin şeytanla karşılaşması, yenüir gibi olup
düşmesi, sonra tövbe yolunu tutup tekrar güçlenmesi gibi, başka uygarlıklarla
büyük ve köklü karşılaşmalar yapması gereklidir.
Düşüş
Ah!
Düşüşsüz insan!
Benden övgü bekleme. Düşüşün tadını
almayan insan!
Senin, yücelerin serinliğinden, anlığından
ne haberin vardır?
Ruh gecesinin yedi katlı karanlığına
batmamış yürek!
Sana ışıklar ve aydınlıklar ne der?
Ey zindanda bir gece geçirmemiş
dost, güneşe doğru çılgın koşuyu yapacak çocuk olabilir misin?
Ey yükseklerden büyük seslerle
düşen su, bu yalçın kayalara bir şelâle borçlu olduğunu biliyor musun?
Sessiz ve dilsiz duran mezartaşı!
Kitabendeki çizgiler, iniş ve çıkışı
derinleştikçe seni tarihin içine yerleştirir, farkında mısın?
Cennette hiç bir sarsıntıya uğramadan yaşayacak olan insanoğlu mu, yoksa
ayağı kayarak yeryüzüne düşen ve orda ab-ı hayatı ararcasına karanlıklar
arasında geçen, dünya çilesini çektikten sonra Tanrı’ya özlem duyan insan mı?
Seçilmiş olan hangisidir?
Şanlı olan hangisidir?
Yurdunu hangi insan daha çok
sevecektir: doğduğu yerden ölünceye kadar hiç ayrılmayan insan mı?
Yoksa en genç çağında yurdundan
ayrılarak savaşa gitmiş, esir düşmüş, bir daha dönme umudunu tam yitirmişken
ansızın esen bir hızır yeliyle kendisini yine ülkesinde bulan insan mu?
Artık bu insan yurdunun taşlarına ve
topraklarına ne sevgiyle bakar; güneşin kendi ülkesinde suya düşüp bin parça
oluşunu ne kalb titreyişiyle izler?
Bir çiftçiyi tarlasından koparmak ne
demektir?
Daha doğrusu kopardıktan sonra ona
tarlasını iade etmek?
Ona hayat bağışlamak budur işte. Ya
sevdiği kadına hemen bir el uzanışıyla kavuşan insanla ona her uzanışında yere
çarpılan. düşen, bataklıklara saplanan, sonra yine ölümden dirilmişcesine
doğrulan, didine didine sevgilisine
doğru giden, onu erişilmez bir yücelikte parlak bulan ve ona tekrar
yaklaştığında Zatüssuver Kalesine yaklaşmışcasına büyülü burçların açılarak
zehirli oklar yağdırdığını gören ve yine bitmez tükenmez Çin ülkelerine düşen,
yine savaşa savaşa, ölüm ve korku devlerini kıra kıra, peri kördüğümlerini
çöze çöze yeniden sevgi hedefine doğru yönelen insandan hangisi daha çok
hayatın kabuğunda veya incisindedir?
Düşen insandır, hayatın sesini
işiten, iç sesini duyan... Hakikatlara kurban gibi başını uzatmış olan odur.
Tanrısal bıçağın parıltısını o görmüştür. Akmadan önceki kanın şırıltısını o
işitmiştir. Artık hayatı boyunca o şırıltı kulaklarındadır. Hayat, o şırıltıyla
taze ve yenidir her an.
Düşmemiş medeniyet var mı?
Olsaydı ne değeri olurdu?
Önemli olan bir medeniyetin
düşmeyişi değil, düşüşü dirümesiz ölüme dönüşmeden doğrulmasını bilmesidir.
Böyle olursa, düşüş, doğruluşun ve dirilişin bir bağışıklığı gibi o uygarlığın
ömür boyu yeni düşüşlere karşı direnişini sağlayacaktır.
Düşüş, fizik anlamlı yaşantıya metafizik bir anlam getirecektir. Düşüşsüz
hayat, bir fizik akıntısı, bir biyolojik devinimden başka bir şey değil. Ama
düşüş bir dirilişi getirirse, hayat, fiziği aşkın bir deneyle zenginleşmiş,
transandantal anlamına kavuşmuş olacaktır. Hayat, ıstırap ve azaplardan sonra
gelen ruh yücelişlerinin sırrına erecektir. Görünmeyen dünyadan yankılarla
sonsuzluğu dünyadayken yaşayacaktır insan. Hayat, ölümle terbiye edilmiş, ölüm
buzhanesinde dinlendirilmiş ve tabaklanmış olacaktır.
Ölümün ve mezarın anlamı da bu değil mi acaba?
Bir düşüşten sonra bir yüceliş
gelmesi için hayata ve insana yüklenmiş bir çile saati. Ah, bir sarkaç gibi bir
ölüme, bir hayata gidip gelen ruh’larla, sadece biyolojik yaşantının içinde
vakit dolduran ruhlar arasında ne büyük uçurum vardır?
Yılan
Cennetin kapısında bekleyen yılan!
Yoksa o görülmemiş renklerini
cennetten mi aldın?
Müziğe olan o korkunç tutkun, o,
genç kızların mendilini en titiz bir duyarlıkla sana katlatan aşkın hep o
korkunç ödevinden kalan mutlu izler mi?
Yoksa o pırıl pırıl pulların, o alev
gözlerin, o ses sevgin ve aşk tutkun, hep içinde taşıdığın zehri daha iyi
belirtmek için tanrısal bir ceza fonu gibi görüntünün hemen arkasına
yerleştirilmiş bir paradoks panosu mu?
Her neyse, sen bu ifadenle her çağda
çağdaş ve yine her cağda arkaiksin. Arkaik ne kelime, adetâ dünya zamanından
öncesin; bir bakıma hep cennete bitişiksin, ama cehennemi yaşıyorsun.
Cehennemsin, küçük bir cehennemsin. Doymamak üzere toprak yutuyorsun, toprak
yutmaya mahkûmsun. Çünkü : Topraktan öncesin. İnsanı toprağa getirme mesajının
büyük elçisisin. Gözle görünmeyen şeytanın gözle görünen çekisin.
Kalbin kapısını bekleyensin, içine bir parça şüphe atmak için. Zatüssuver
Kalesinin sırlarından haberlisin, o yüzden değil mi ki, dışını böyle süsleyerek
içindeki boşluğu gizliyorsun. Bir ucundan cennet, bir ucundan cehennem
görünen sihirli bir boru gibisin. Toprağın eski mesajına iştihalı bir elçisin,
şeytanın soyut sınırlarım kınp insanla yiizyüze gelmesi için gün ortasındaki
kızıl bir güneş sıcaklığından bir halka, bir kemersin, ihanet mimarisinin
çelikleşen kemerisin.
İnsan ruhunun, insanlık ruhunun yılanları vardır; uygarlıkların çökmesi
için bekler dururlar sınırlarda, iki uygarlık bir araya geldi mi hemen
yılanlar köprü durumunu alırlar. Adeta iki uygarlığın bir araya gelişindeki
ilk sıkıntıdan doğarlar, iyi köprüler de vardır, güvercinlerden, defnelerden,
zeytin hışırtılarından ve çam iğneleri aralıklarından, ağaçtan ve çiçek
tozlarının çılgınlığından. Ama bütün uğurlu habercilerin mevsimi vardır ve o
mevsim bahardır. Ama yılanın mevsimi yok. Kışın donukluğu içinde o yine
sağdır, zamanını bekleyen bir kara bilinçtir; baharda uyanıp kımıldayan küçük
bir çin şer ilâhıdır; yazın ateştir, yangındır, kızgın bir tufandır, sonbaharda
da ebedî dönüşün izinlisi, dinlenicisi, çamaşır yıkayıcısı, kasarcısı, badana
ve sıvacısı, ev hazırlayıcısıdır.
Yılanı mı suçluyorum!
Hayır, bu bir suçlama değil, bir
tasvirdir belki. Bir alın yazısının tasviri. Yaradılıştaki süreklüiğin geçiş
noktaları siyah beneklere bakış da gerekli, o da gerekli; yılan da gerekli
yaradılışımız için. Yaradılışımızın anıtlaşması için. Yaratış ki bir anıttır:
yaradılışda ona yakışsın diye yılan da gerekli, akrep de gerekli, bulut da
gerekli. Nasıl ki, leylâk da gerekli, nergis de gerekli. Leylâka sürünen
yılan; dalından kopmamış kirazı yuvarlayan yılan, hilkat tablosunu tamamlayan
paradoks levhası.
işte yılanın gözlerindeki ve pullarındaki bu mıknatıs bir çok saf ruhları
çeker ve dışarı çevirir; bu yalancı pırlanta ışıkları dış uygarlığa vurur ve
orayı bir yakut sağanağı şeklinde gösterir. Yılanın uzaklarda beliren böyle
yapma eleğimsağmaları vardır; gözlerin yılanı eleğim sağmalar. Ah, biz nice
eleğimsağmalar gördük, nice yalancı eleğim sağmalar gördük yüzyıllar içinde
Avrupa uygarlığında. Bize gösterenler oldu ve biz onların gözünden gördük.
Ne iyi ki yılanların da zaafları vardır; yalanlan istenilen yöne çevirip
dans ettirmek için ruhun musikişinaslarının sökün edip gelmesi gerekli.
Yılanlar da büyük musiki içinde erir. Uygarlığın büyük armonisine çarpıla
çarpıla, döne döne gözlerden kaybolurlar. Uygarlığın güçlü seslerine ihtiyaç
vardır; ihaneti bile dağıtır, toz dumana çevirir seslerine.
Kutsal ekmeğine ihanet eden gibi, gök azığına ihanet eden gibi, uygarlık
özüne ihanet edenler de bulunacaktır. Bunlar kırmızı ışık yerine yeşil, yeşil
ışık yerine kırmızı ışık yakan trafik düğmeleri gibidirler. Uygarlığından yetersizlik
duymanın sonucu değil bu. Yeterlilik duygusundan yoksunluk bu. Yaşamak için
gerekli en az metafizik doygunluk düzeyine bile erişemeyen yılanın ruhu gibi.
Havva
Havva bir imaj mı bu macerada?
Ne demek?
Bir unsur diyecektim. Ondan da
fazla bir şey. Söz gelimi imaj dedim. Söz gelimi unsur diyebilirim. Ama
Havva’nın anlamı, Âdemin anlamı demek bir bakıma. Bir bakıma ondan da fazla
bir şey. Çakmak kayalarından fışkıran pınar bir iğfal mi?
Evet, belki bir iğfal, bir baştan
çıkarma?
O iğfalden hayat fışkırıyor. Nasıl
ki, yağmurun gelişi göğün iğfali gibi. Nasıl ki, gülün açılışı, evrenin bir
baştan çıkışı. Döl, iğfale bağlanmış insan ve yaradılış zinciri, Havva’nın
şanına armonikalar.
Havva için armonikalar.
İnsan soyu, bu armonikaların sırrını göğsünde saklar. Kadın, erkek için
hayatla ölüm arasına gerili bir kemandır adeta. Doğduğu andan ölünceye kadar
ona yaklaşmalar, ona katılmalar ve ondan kopmalar sürüp gider.
Havva Âdeme bir çıkmadır, bir dipnotu. Ama öyle bir çıkma ve dipnotu ki,
asıl metnin anlaşılması için kaydı gerekli.
Havva ilkin bir yankı, bir gölge gibi idi. Varlığını
Âdeme borçluydu. Bu yüzden bir diyalog kurulamıyor, bir eser ortaya
çıkmıyordu. Ağaç vardı, ağacın hülyası vardı. Ama çiçek ve meyve yoktu. Ya da
çiçek açmıştı ağaç ama bir türlü çiçek meyveye dönüşmüyordu. Çünkü : Mevsim hep
aynı kalıyordu, değişmiyordu. Meyvenin ortaya çıkması için mevsimin değişmesi
lâzımdı.
Çiçekle yaprak arasındaki fark henüz bir renk farkından ibaretti. Varoluş,
insanın varoluşu, henüz tek yanlı, tek katlıydı. İnsan, arı ve şeffaf da olsa,
enfüsün duvarlarıyla çevriliydi. Âfaktan ortada eser yoktu. Bu yüzden
hakikatin hakikat olduğunu kanıtlayacak bir fon, bir karşıt da yoktu. İnsan ve
gölgesi henüz toydu. Sınavdan ve ateşten geçmemişti. Bir mutluluk vardı ama bu
mutluluk henüz tunçlaşmamış, tabii sertliğine ve dayanıklığına kavuşmamış bir
mutluluktu. Bekanın kanatları altında her tehlikeden korunmuşluk vardı. însamn
terleyen sırtından üşütücü, dondurucu, hatta nerdeyse öldürücü yokluk,
geçicilik (fena) rüzgârları henüz geçmemişti. Ezelî ve Ebedî ben vardı ama
insan neydi?
Yaradılışın ilk katı açılmıştı, bir
kaç katın daha açılışı gerekti.
Âdemin yanında Havva’nın belirişi, daha doğrusu ikinci bir dönemde belirgin
hale getirilişi insana yokluğun acı tadından tattırılmasına bir hazırlıktı.
Enfüsün duvarları içinde ikinci bir enfüsün gelişi, âfakın korkutucu çehresine
alışmak için bir başlangıç, bir girişti. Âdemin ölüm maskeli yokluğun
karşısına çıkabilmesi için arkasında ikinci ben durmalıydı. Cennetin ortasında
ikinci ben kabarcığı olarak doğan Havva, muştu gibi gelen Havva, Âdem için
yepyeni deneyleri de beraberinde getiriyordu. Âdem için ikinci ben olan Havva,
bir şartın daha eklenmesiyle «sen» oluyordu. İlerde de bir «o» duruyordu.
Âdemin Âdem, Cennetin Cennet olabilmesi için atılan ilk adımdı Havva’nın
gelişi. İlk toplanış yeri olan Cennetten bir dağılım başlayacaktı. Bir
yabancılaşma. Bir «dış»a doğru gidiş. «îç»in karşısına bir «dış» dikiliyordu.
Özlem yolu açılıyordu. Âdemin kendine penceresi olan Havva, ikinci merhalede
«dış»a açılan bir pencere, bir köprü oluyordu.
Her şey son ucuna gitmek zorundaydı. Şeytan, şeytan olacaktı, yılan,
yılan. Âdemin Âdem olması için şeytanın, yılanın ve insanın cennet varlığı
olmaktan çıkmaları, cennetin şartlarından faydalanma kolaylığını yitirmeleri,
Cenneti yitirmeleri gerekiyordu. Cenneti, bulmak için yitirmek gerekiyordu.
Cennette tohumlar vardı, çocuklar vardı adetâ. Şimdi tohumun gelişmesi,
ağaç olması, çocuğun büyümesi lâzımdı.
Bütün bu kapıların açılışı Kadının varoluşu ile başlar. Kadının varoluşu
ve hele varlığını duyurusuyla.
Kadın varlığım duyurduğundadır ki, Âdem de varlığım duymaya başlamıştır.
Dost ve düşmanın içice, aşina ve yabancının yanyana gelişi başlamıştır.
Durmaksızın yaradılış tamamlanıyordu.
Kadın da karışmıştı varoluş âyinine. Ayin büyüyordu.
Ayinin ortasında Âdem yüceleşiyordu.
Evrenin bir örneği olan insan, ömrü içinde hilkatten kıyamete kadar sürecek
olanı yaşar.
Çocukluktan çıkarken, Cennetten koğulan ve Havva ile yeniden dünyayı aşıp
Cennete ulaşacak olan Âdemdir insan.
Medeniyetler de böyle bir saf ve mâsum çocukluk ve Cennet hayatım yaşarlar,
sonra bir nevi dişilerini doğururlar, sonra onunla olan diyalogdan dışa
açılış, öbür medeniyetlerle boy ölçüşme başlar. Bu öylesine çetin bir varoluş
sınavıdır ki, bunu başaramayan medeniyetler kaçınılmaz düşüşe uğrarlar, tarihin
dehlizine, bodrumuna gömülürler, ama bu imtihandan başarıyla çıkıp kendi olgunluğunu
bütünleyenler, tekrar Cenneti bulmuşçasına kurtuluşa ererler. Aşağıların
aşağısından yücelerin yücesine yükselirler yeniden.
Âdem ve Havva’nın hayatlarında bir kader olarak yaşanan, her insanın ve
her toplum ve medeniyetin ömürlerinde de tekrarlanan bir şema olur. Hilkatte
olan, adetâ, bir sembol olarak tarihin başlangıcında durmakta ve ona maya ve öz
olmaktadır.
Medeniyetin ülkü özü, Âdemin özü, özbenliği gibidir. Sonradan doğan azbuçuk
özgür edebiyat da Havva gibi. Erkek özle dişi öz arasındaki diyaloğ yabancı
düşünce ve ülkülerin tarlası olmaya elverişlidir. Öbür medeniyetler bu
aralıktan sızarlar. Ya da sızmalarına lüzum yok, medeniyet yavaş yavaş
pencerelerini açacaktır bu dış dünyaya. Ölümcül alışveriş başlar. Bütün bu
metabolizma sonunda da kendini yitirmeyen medeniyet, sınavını başarıyla vermiş,
tekrar eski güvenine kavuşmuş, şüphe ve tereddütlerden kurtulmuş, daha
gelişmiş, daha serpilmiş ve büyümüş olacaktır.
Günah duygusu bu özgürlükten doğmakta. Özgürlük bir risk getiriyor ama
oluşu da gerçeğin ateşten imtihanına sokuyor. Âdemin Havva ile birlikte ve
yine Havva önünde özgür olması gibi medeniyetin özü olan din düşüncesi de
ilkin edebiyat ve sanatla kendi öz çevresinde kendi cevherinden bir çerçeve,
bir kabuk bağlayacaktır. İşte bu çerçeveyi kırmadan çerçeveyi aşmak, kabuğu
zedelemeden dışarıya neşvünemasını duyurmaktır gerçek gelişim ve ilerleyiş.
Ey estetik!
Ey sanat!
Ey edebiyat ve ey şiir!
Seni doğuran ana öze, yani dine
neden en kısa zamanda katkıların, yabancı duygu ve düşüncelerin, yanlışların
pencerelerini açıyorsun. Gerekli bir özgürlüğü sömürmüş olmuyor musun?
Din ve medeniyetin bu dar kapıdan
geçmesi gerekli diyeceksin. Evet doğru, fakat bir an önce dönmek üzere. Kendi
özüne, samimiliğine dönmek üzere. Edebiyat sarhoşluğundan ve aldanışından Havva
ve Âdem tövbesine ve inanç özüne, dönmek şartıyla.
Yasak yemiş buğday
Buğday, dünya lâmbasının yanması için basılan düğme oldu. Ve tabiî Cennet
ışıklarının sönmesi de dünya ışıklarının gelmesiyle birlikte oldu. Çünkü :
Dünya ışığı, cennet ışığı, ahiret bahçesi, ruh şafağı için bir gecedir,
karanlıktır. Ahiret de, cennet de dünyaya batmış, dünya boyasına boyanmış
kişiye bir şey söylemez. Onun kalbini çağırmaz ahiret. Çağırsa da ahiretin
çınlamasını duymaz o kalb. Bu kalbin gözlerinin görüş sınırı dünya
çizgileridir.
Mesnevideki hür kuş tuzağa yakalanan kuş İkilisini anmak gerek bu noktada.
Bir kuş tuzağa tutuldu. Çünkü : Kursağına buğday girdi.
Zaruretin tohumudur buğday, içinde özgürlüğü yok eden bir güç gizli, insanı
içten yakalayan bir zincirdir.
Yoksulluğun bitmez tükenmez kitabıdır.
Evet, buğday, sonsuz zenginliğin içinde fakirliğin, imkânın içinde
zaruretin tohumu olarak boy gösterdi Cennette. Mademki Cennet, istenen, arzu
edilen, düşünülen ve düşünülemeyen bütün nimetlerin sergi alanı gibiydi, bu
sergide bütün tablonun kontrpuanı olarak bir benekciğe ihtiyaç vardı. O
benekcik, o leke, buğdaydı. Buğday başakları arasına karışan karamuk başağı
gibiydi buğday ebedi nimetler bahçesinde. O olmasaydı tablo eksik olacaktı.
Sınav olmayacaktı, deney olmayacaktı. Sınavdan ve deneyden geçmiş bulunmak diye
bir şey de olmayacaktı. Enfüse tam denk gelen bir âfâk, bir nevi, enfüsün uzantısıdır.
Âdemin dileklerine dayatmasız cevap veren, gecikmeden gelip râm olan bir
nesneler dünyası, gerçekte O’nun iç dünyasına dahil demektir. Dış dünyada
bulunuşları sadece bir fizik konum meselesidir. Yoksa metafizik açıdan Cennet,
başlangıçta Âdemin özbeniyle iç içe idi âdeta. Âdemin beni nerede bitiyor, Cennet nerede başlıyordu. Âdem, Cennete
gark olmuştu. Ya da Cennet Âdemde insana gark oluyordu. Çocuğun ilk dünya
algıları gibi. Çocuk eşyayı ilk sıralar kendi beninden ayıramaz. İç ve dış
ayrımı başlangıçta yoktur onda. Onun için yanlış olarak çocuğu egosentrik
olarak nitelerler. Aslında çocuk eşyayla kendi benini birbirinden ayırmıyorsa,
bu kendi benine olan düşkünlüğünden değil, belki henüz kendi beninin de, dış
âlemin de farkında olmamasındandır. Çocuk, büyük ve metafizik bir anonimlik
içindedir. Âdemin cennette yaşadığının bir minyatürünü yaşamaktadır. Bir
rüyayı, büyük bir evren şarkısının rüyasını yaşamaktadır. Hep tatlı ahenklerden
örülü bir musikinin içinde erimektedir. Varoluşun tadıyla sarhoştur. Ama onu
daha ilerilere götürmek için bir gün uyandırırlar; onu bu halde komazlar. Çocukluğun
bitiş gongu çalar bir gün. Buğdayın sertliği dişine dokunur ve o bu sertliği
duyar, bu dokunuşu fark eder.
İşte, Cennette bir tohum olarak bulunan buğday, Âdeme acı bir şekilde de
olsa kendi varlığını duyuracak bir unsur olarak bulunmanın sırrını taşıyordu.
Buğday, öyle bir düğümdü ki, açıldığında Cennetle Âdem arasına bir perde
gerilecekti. Âdem için hayat, «oluş» olmaktan çıkacak, «varoluş» olacaktı.
Ebedîlikten bir parça olan Âdemin hayatına, buğday, faniliğin mayasını katıyor,
böylece ebedîlikle faniliğin karşılaşmasından insanlığın varoluş dramı
doğuyordu.
Buğday, mutluluk içinde mutsuzluk gibi duruyordu. Sükûnet içinde ihtüâl
tohumu gibi. Aslında bir dürtüydü. Rüyanın tam ortasında gerçeğe çağıran bir
dürtü. Gerçek, şüphesiz rüyanın zıddı demek değildi. Ama, rüyadan ibaret de
değildi. Bir de rüyanın ötesi vardı. Arka yüzü, görünmeyen yüzü vardı. Âdem
düşten uyanınca veya uyandırılınca, düşle birlikte, daha doğrusu, düşün anısıyla
birlikte, düş dışını, düş ötesini ve düşün karşıtını da yaşayacak, böylece
yaşantısı tam olacaktı. Tanrı halifeliği yaşantısı olacaktı hayatı.
Böylece Âdem Âdem olacak, Cennet de Cennet olacaktı. Kolay değildi oluşum.
An duru bir vücutta bir kanser hücresi gibi duran buğdaya, yasak yemişe
dokunmamalı mıydı Âdem. Dokunacaktı, bu onun alınyazısıydı. Hücre dokunulur
dokunulmaz faaliyete geçecek ve o zamana kadar sıhhat nedir, hastalık nedir
düşünmemiş olan vücudu kuşkulara salacak, ama düşünceyle olgunlaştıracak onu,
ona savaş verdirecek. Bu kanser yenilmez bir kanser değildir. Yenilecek ve
vücut eski sağlığına kavuşacaktır. Bir farkla. Sağlığın şuuruna varma
farkıyla.
Kolay özgürlüğün içinde çetin bağlantının tohumu gibi duruyordu Âdemin
iştihasının karşısında buğday. Pandorun kutusu gibi duruyordu. Bütün azapların
torbası gibi asılı duruyordu. Kalbimiz dokunur dokunmaz kutu açıldı ve torba
patladı. Bir an için onun toz dumanından Cennet gözlerden uzaklara kaçtı. Rüya
bitmiş, kaskatı toprağın üzerine düşmüştük.
Macera yeniden başlıyordu. Varoluş macerası yeniden başlıyordu.
Medeniyetler de böyle. Başlangıçta insan onu bir cennet özlemiyle
benimser, onu en tatlı yamyla yaşar. Kuşku yoktur, saf yaşayış vardır. Ama, bu
doğurganlık, bu verim, bu inanış, bu güven sürüp gitmez. Faniliğin sının bir
yerde gözükmeye başlar. Zaruret, hürriyeti bastırmak ister. İnsan düş gibi
yaşadığı hakikat, güzellik ve iyilik idealarından örülü sistem dünyasından
uyanıp realitelerle karşılaşır. Artık, dünyaya, toprağa düşen Âdem gibidir o
uygarlık. Çetin bir imtihan günü gelip çatmıştır. Tekrar Cenneti kazanmak, o
düşe varmak kolay olmayacaktır. İnsanın büyük çaba göstermesi gerekir. Hayat
savaşı, varoluş savaşı başlamıştır. Eşyaya, tabiata karşı varoluş savaşını
açacaktır insan. Ve insanla birlikte medeniyet. Eğer bu imtihanlardan
başarıyla çıkarsa, medeniyet, gerçek yaşamayı hakketmiş olacaktır. Eski güvenine,
eski varoluş doğurganlığına erişecektir.
Bu açıdan bakılınca, buğday, bir düş gibi başlayan medeniyetin realitelerle
karşılaşmasının ve varoluş savaşına girişmesinin sembolü oluyor.
Toprak
Toprak, ya da öbür adıyla dünya. Âdemin yaradılış malzemesi. Uykuda olan
ilk İnsanî yığın. Âdemde çiçeklenen, ruha kavuşan madde. Sonra Âdemin yücelerek
terk ettiği, arkada bıraktığı, bir anı haline getirdiği. Veya bir anı haline
getirilen, Âdemin kaderinde. Bu, ikinci bir buluşma için ilk bir muştu mudur
toprak için?
Bir umutsuzluk mudur insan için?
Evet, nihayet, bir suç belirdi ufukta
ve insan kendi malzemesine reddedildi. Çiçek göğdeye geri gönderildi. Ehlî olan
yabana gönderildi, ehliliğin şartlarını şaşırdığı için. Kınama olarak değil,
yeniden başlamak için. Bu bir Sisiphos mitosundaki gibi sonsuz bir tekrar
değil, her olgunlaşmada olduğu gibi bir tekrar. Ta oluncaya kadar. Bir deneme
bu. Bir tecrübe.
Bütünün unsurlarına geri dönüştü. Kendini yeni baştan yoklayışı. Filozofun
dediği gibi ölürken yeni doğmuş gibi ölebilmek, bu dünyaya gelişimizin sebebi.
Toprağa dönüşümüz, böylesine bir yenilenme için. Hakikatin bile bayatına
tahammül edilemez. Hakikat sürekli olarak kendini yeniler. İnsan bu
yenilenmeyi doğru yoldan yapmazsa, yaradılış onu zıt yoldan yapar. Tırmandığını
unuttunsa öyle duracağına düş ve yeniden tırman; durmaktan daha iyi bu. Ot
gibi varolacağına öl ve yeniden diril. Allah, sana verdiği nimetleri hükmî
olarak da olsa ölü hale getirmene razı olmayacaktır hiç bir zaman. Seni
çevreleyen nimetleri, düşünceleri, inançları, özel olarak hayatı ölü hale
getiremezsin. Seni çevreleyen İlâhî dünyayı gönlünde öldüreceğine sen git
ölümde yıkan, ölüm ab-ı hayatında yıkan ve ebedî hayat bularak geri dön.
Toprak, işte böyle bir çağrıdır insana. Kabirdir. Evet, toprak, veya onun
anlamlı, zamanlı, tarihli uzantısı dünya, bu kabir gibi insanı yeniler ve
yerini bir dirilişe hazırlar.
Bunun içindir ki, Âdemin suçu görünüşte bir suç, düşüşü görünüşte bir
düşüştü. Aslında yücelik kaderi böyle bir çetinliğin içine gömmüştü Âdemin
geleceğim. Bu çetinlik de melâmet dervişlerininki gibi bu kaderi suç, günah ve
düşüş perdeleriyle maskeliyordu.
Evet, ey toprak, en alçakgönüllü tohum gibi, bir tohum olarak, İlâhî
sırrın tohumu olarak, hor ve hakir savrularak Âdem sana geldi. Sen onu sakın
zayi etme.
Biz sana geldik ey toprak, ey ana kucağı sen bizi sakın zayi etmeyesin.
Allah’ın hazînesini açılacağı güne kadar saklamasını bil ey toprak.
Ey ölüme kucağını açmış olan unsur, sakin eleman, diriliş de sana kucağını
açacaktır, aklından çıkarma.
Çocuk da bir suç işledi mi annesinin kucağına atılmaz mı?
Hatta, annesine karşı bile annesine
sığınır çocuk.
Medeniyetler, kültürler, iman gerçekleşmesinden doğma tarih doğrultuları
da kimi zaman bir sürçme, bir saplanma halinde kendi unsurlarına dönüp, kendi
malzemesinden ibaretmişçesine bir sıkıntı içine düşerler. Evet, malzeme
üzerine kurulan yaradılışın harikaları sanki bir üfürüşte uçup gitmiştir.
Toprağa düşen Âdemin aklına her gelişinde Cennet için düşündüğünü, uygarlıklar
da geçmişleri için düşünürler bunalım çağlarında.
Aslında ilk hale dönüşte insan görür ki, ilk haldeki oluşla bu dönüşten
sonraki oluş birbirine sadece görünüşte benzemektedir. Gerçekte ikisi arasında
büyük bir fark vardır. Cennet deneyinden önceki Âdemle Cennet deneyinden sonra
dünyaya dönen Âdem arasındaki fark. İnsan Cenneti yitirmiştir, ama onu tekrar
arayabilir ve bulabilir. Bir bakıma yorgundur, iptidailiğin o enerjisi yoktur,
genç değildir ama hakikata varmış, esere ulaşmış bir hayat gerisinde
durmaktadır. Biraz dinlendirecektir dünya, hamlık kendisini. Yontulmamış
malzeme, yeni yontular için iştiha uyandıracaktır.
Medeniyetlerde de bir çöküş, bir kriz onu ilk malzemeye, bilgi ve inanç
temellerine, hatta onları muhasebe etmeye, hatta biraz daha ilerisine, adetâ
yokluk, hiçlik kütlesinin çekirdeğine yöneltecektir. Orada bitişle dinlenip
tekrar yeniden ibdaya dönebilme imkânı içiçe durmaktadır. Bütün lâmbalar
sönmüş olsa bile hatıra lâmbası yanmaktadır. Eşyanın çizgilerini bu ışık
altında da görmek mümkündür. Fakat dağılım artık bir daha derlenip toparlanmayacak
kadar şiddetli ise, iki durumla karşılaşacaktır o uygarlık. Biri, yokoluş,
biri de tümüyle diriliş değil de, hayat özü kalmış bir noktadan yeni bir
fışkırış.
Özleyiş
Uzaklaştırma yaklaştırma içindir. Ayrılık buluşmaya doğrudur. Yitirme,
bulma arzusunu uyandırır. Gurbette söylenir sıla şarkısı.
Sevgiye özleyişin katılması içindi Âdemin dünyaya gönderilişi. Sevmeyi
çeşitlendirmek, zenginleştirmek bakımındandı. Ayrılık, gurbet duygusu, sıla
özlemi, buluşma, kavuşma sevinci gibi duygu ve duyarlık ateşleyicisi bir demet
sunulsun diye Âdemin ruhuna bu göç ve bu sürgün bağışlandı. Sürgünü düzenleyen
ve göçü yürüten hükümdarlık hikmeti, bağlılığı pekiştirmeyi, ateş imtihanından
geçirerek sağlamlaştırmayı hedef almaktaydı.
«Dünya bir köpüktür». Evet, ama hakikat denizinin ve sonsuzluk ummanmm
üstünde. Onun dalgalarının çocuğu olan bir köpük. Deniz dalgalanmasa bu köpük
olmayacaktır. Ama dalgalanmadıkça deniz deniz olacak mıdır?
Çöl, kentleri özletir. Su özleminden seraplar türer. Eser, bir bakıma,
çöldeki insanın metropolisi kafasında canlandırışından doğar. Malzemede ölür
eserde diriliriz. Bundandır ki, dünyada ölüş bir dirilişe çıkıştır. Üstünlük
yolu, tabii çıkıştan daha önce davranır. Daha dünyadayken dünyadan çıkmak
gerek. Ölmeden önce ölmek gerek. Ölümle gelen gelmeden, ölümün bütün
şartlarıyla varoluşu kucaklar ve sararsan, ölüme en yaklaştığın yerde özleyişin
gözden inci gibi yaşlarla aktığım görür ve gönlünün doğusundan sevgi güneşinin
yükseldiğini farkedersin.
Çile, Hazreti Mûsa’nın Sina’da çektiği çileden, Hazreti Peygamberin Hira
da çektiği çileye kadar bütün çileler, peygamber olmadan önce çekilenden
peygamber olduktan sonra çekilenlere değin çileler, bu özleyişin verdiği
sabırla katlanılan ruh gelişmeleridir.
Peygamberlerin çileleri: ateşte yanmaktan kurban olarak kesilmek üzereyken
bırakılmaya, kuyulara atılma, kervanlara satılma ve zindanlarda yatırılmaya,
balık karnında kalmaya, testereyle kesilmeye kadar giden çileler.
Kolay iman bir inkâra dönüşebilir. Ama çile çekilerek erilen inanç,
inkârların fırtınasına dayanıklıdır. Zelzele geçirmiş, sel baskınına uğramış,
rüzgârlarla sarsılmış, fakat yine de yerinde sapasağlam duran bir yapı ile her
türlü dış etkiden uzak veya mahrum tutulan bir yapı bir midir?
Hakikat ruhumuzun kulağına fısıldayarak der ki : boş durma insanoğlu,
imanım imtihan ettir. İbrahim ol, inkârların ateşine bulan, ama yanmamak
şartıyla insanoğlu. Yusuf gibi eşyanın karanlığına in ve orada da Allah’ı
anmayı unutma. El kervanlarına katıl, düşünce ve sanat oymaklarını kelebek
gibi değil, an gibi dolaş, karınca gibi bilgi harmanlarım arşınla. Ta çıktığın
noktaya döndüğün zaman mâna gelini kendini sana teslim edinceye kadar.
Âdemin dünyada Cenneti, ahireti özleyişiyle dönüş dairesinin yansı bitmiş
olur. Dönüş başlamış demektir. Kader bir gün daireyi tamamladığı zaman,
yolculuk ilk çıkış noktasından yine en yüce noktaya yöneldiği vakit bir başka
iklimin rüzgârları esecektir. Kulağımıza başka sesler gelmekte, ayağımızın
altından artık toprak kaymaktadır.
Yüzünü Allaha döndürdüğün zaman, nasibinde varsa uçan sensin, seccade
değildir. Seccade uçmaz, ancak, insan uçarsa seccade de onunla birlikte uçmuş
olur. Anlayışsız kişi seccadenin uçtuğunu ve insanı da uçurduğunu sanır.
Yüzümüzü Allaha çevirdiğimiz vakit, başka bir iklim, başka bir mevsim başlamıştır.
Ayrı bir mevsimin mantığı. Sarhoşluğa benzeyen bir mantık. Ama bu, Hazreti
Mevlânanın dediği gibi, üzüm şarabının sarhoşluğu değil, seher şarabının
sarhoşluğu. Oluşun sınırlarını zorlayan bir sarhoşluk bu.
Batan uygarlıklarda da, bu iç özleyiş, rönesanslarla kendini duyurur. Bir
rönesans isteği, arzusu ruhları sardı mı, artık hiç bir engel o uygarlığın
geri gelişini önleyemez. Diriliş başlayınca ölüm seyirci kalır. Eşya kurallarının
tornan dürülür.
Aç tomarım ey kalb, aç tomarım ey ruhumuzun fecri!
Özleyiş böyle seslenir durur.
Bülbül, diriliş şafağının kanla gusl etmiş, kendi ölümünün kanıyla gusletmiş
bülbülü ilk defa dikenlerin ötesinde bulunan gülden söz eder. Âdemdeki Cennet
özlemi gibi, bülbüldeki gül aşkı gibi uygarlığın dirilişinin erlerinde de kendi
aslına döniiş tutkusu, sevgisi, ülküsü doğar.
Varış
İki aslı vardır insanın : bir, madde aslı, toprak; bir de ruh aslı,
yücelikler. Tanrı katındaki yücelikler. Eşyanın ulaşamadığı yaratış bölgesi. İnsan,
bu iki asıl arasında bir daire dönerek gelişme çizgisini tamamlar. İnsan
yaratılmış, sonra yüceltilmiş, sonra imtihan için, ruh pissin ve olgunlaşsın
diye madde aslına döndürülmüş, ondan ruh aslına yönelmesi istenmiş, bu yönde
göstereceği bütün çaba desteklenmiştir. Ama insan, madde aslının dolaylarında
ruh aslını unutur ve tekrar temelli yücelmeye niyetlenmezse, maddeden de öteye
fırlatılır. Aşağıların aşağısına düşürülür. Ama bir kere de yüceye yöneldi mi
ona bütün kapılar açılır. Mucizeler ülkesinin kapılan. Melekler de onun yardımcısıdır.
Zaman bile şuurlanır. Ve insan ashab-ı kehf gibi mağaradan çıkar. Uykunun şartlan
yerine uyanıklığın dinamik kanunu geçmiştir. Sen artık sende değilsin. Senden
senlik gitmiştir artık. îçin bir başka özle dolmuş. Seni senden boşaltarak
yeniden saf bir özle doldurmuşlar. Sen kendi kendine sorarsın : «Ay!
O ben miydim. Ay!
O kadar düşmüş müydüm?
Ve bu ben miyim?
Ne kadar hafifledim. Bütün
ağırlıklarım geride kaldı sanki.» Böyle böyle, artık geriye bile dönüp
bakmayacak bir uzaklığa kadar gidersin. Ve o uzaklık asıl yakınlıktır.
Söz bitmiştir. Aşktır gönlün alınteri. Bu alınterinin sözü geçerlidir
artık.
Hazreti Âdem, dünyada belli bir süre sonra nasıl ki bu düşüşün anlamını
bilmiş ve yücelmenin sırrım kurcalamıştı. Bu niyet anlığı onu tekrar yüceliğe
yöneltti. Peygamber olmak gibi en üstün insanlık derecesine yükseldi. Artık o
dünya nimetleri içinde iken bile aslında ahireti yaşıyordu. O artık kendisini
halkedenin yanında idi. Onun her yerde olduğunu artık anlamış bulunuyordu.
Adetâ tekrar Cennetteydi. Ölmeden önce ölüm aşılmış, Cennet büyüyerek dünyayı
da içine almıştı adeta. Eş ve oğullar Cennetten birer parçaydılar. Toprak ve
buğday dahi Cennetin bir parçası olmuşlar, yasak yaftasından kurtulmuşlar,
sıyrılmışlardı.
Evet, şeytan yok olmamıştı. O yine duruyordu. Ama biraz uzakta. Yıkılmış,
yere çarpılmış, adeta tükenmiş, utançtan yerin dibine batmış vaziyette.
Dağlar, ufuklar vuslatın cam kesmesi mutluluk rengine bulanmıştı.
Kavuşma dağı taşı tutmuştu.
Suların sesi buluşmayı fısıldıyordu.
Güneş her gün bir buluşma muştusu gibi kendini gösteriyordu.
Ay, hurma ve zeytin dalları arasında rüzgârda savrulan bir duvak gibi bir
belirip bir kayboluyordu.
Hakka kavuşmaktan üstün ne olabilirdi. İnsanı ordan daha çok sükûnete
götürecek ne vardı. Diyalogun iki ucu arada bir kıl mesafesi kalmak üzere
bitişiyordu. Handiyse monolog olacak gibi. «Her şey O’na dönücüdür» anlamında
olan atmosfer, ceberût âleminin sesi ortalığı kaplıyordu.
Ey ruhum, sen de kendi Âdemin olabilirsin. Ölüm gelmeden önce ölümün şartlarına bürünerek ölümü aşabilirsin. Sen
de ölümün ötesini ufuklardan, sabah vaktinden, seherlerden, gece çilelerinden
sorabilirsin, o değişmez mevsimin çiçeklerini, dizlerin kan içinde kalsa da
inancın yüce dağ doruklarından toplayabilirsin.
Siz de, bir uygarlığın son çocukları, evet siz de, tekrar o uygarlığı
yücelten, en parlak vakitlere eriştiren öze dönerek onu yeniden ihya
edebilirsiniz. Bunu yaparsanız onun aşkı sizi saracak, siz adeta bir mucize
ikliminde ilerler gibi olacaksınız, şeytan veya şeytanî sistemlerin hiç biri
size engel olamayacak. Sizi aşk yönetecek. Ve siz tekrar hakikatin bayrağını
dünyaya dikecek, İlâhî siteyi gerçekleştirecek, Hakkın medeniyetini zafere
ulaştıracaksınız. Ve bunun armağanı olarak varılacak yere daha o anda varmış
olacaksınız, erilecek alana ermiş bulunacaksınız.
Tufan öncesi
Ortalık gün güneşliktir. Her sabah ufuklar aynı tazelikte kızarmakta,
dağlar aynı harikuladelikle aydınlanmakta, güneş aynı gençlikle dağların
ucundan gözükmekte, insanlar uyanıp pazarlara koşmakta, taş yontucuları,
saraylar için mermer yontmakta, Mezopotamya’nın asma bahçelerinde üzüm
salkımları hayat özünü taşıyormuşcasına sallanmakta. Hiç kimse, bu mutlu
yaşantının değişebileceğini, ufukların kararacağını, güneşlerin görünmezcesine
batacağım, şehirlerin toza ve dumana karışacağım aklına getirmiyor.
Tufanda değil, Tufan öncesiydeyiz de ondan.
İnsanlar, genel olarak içinde bulundukları zaman ve şartların etkisi
altında düşünürler. Yani mantık da içinde bulunulan şartların mahkûmudur.
Dünü, içinde bulunduğumuz olağan şartların ışığında yorumlama eğilimini
taşıdığımız gibi geleceğe de aynı durumların tekran olmaktan öte bir hayat
hakkını yakıştıramayız. İnsan adetâ kördür. Ne geçmiş zaman bugünkü gibiydi;
ne de gelecek zaman bugünkü gibi olacaktır. Hatta bu anlamda ve bu açıdan
bakılınca, şimdiki zaman bile algıladığımız şimdiki zamanın ötesinde durmakta.
Gölgeyi gerçek, gerçeği gölge yerine koyan insan, kendini aldatmaktan başka bir
şey yapmıyor.
Geçmiş zaman, harikalarla, harikulâdeliklerle, fevkalâdeliklerle dolu.
Gelecek zaman da neden öyle olmasın?
Aslında, gören göz için şimdiki
zamanın da her anı, aynı fevkalâdelikler, harikulâdeliklerle ayakta duruyor.
Hayat, sadece komedi olmadığı gibi, sadece trajedi olmadığı gibi, sadece dram
da değildir; trajedinin, komedinin, dramın, üstün bir uyum noktasında dengeye
erişinden doğmaktadır. Trajik olan, komik olanı bir kılıç gibi ikiye böler;
dram, trajiğin soluk almak için durduğu noktada belirir: trajik olanın durduğu
noktada, tembelleştiği çizgide bir yosun gibi biter dramatik olan. Gül, güneş,
su, çocuk, hep olağanüstüdür. Fakat bütün bu olağanüstüler hakkında duygumuzu
sürekli olarak koruyamayışımız yok mu?
İşte bütün felâket oradan doğuyor,
oradan başlıyor.
Bütün harikulâdelikleri önümüze olağan bir sergi, bir yaygı gibi uzatan
Yaratıcı, bizden sürekli olarak, olağanüstüne dikkat etmemizi istemektedir.
Sürekli olarak, fevkalâdenin duygusunu taşımamız gerekmektedir. Bütün
fevkalâdeliklerin karışımından bir alelâdelik duygusunu çıkarmak, insanın
bahtsızlığının temel sebebi. İnsanoğlu, ruhunu, yaratış zirvelerine
yerleştirerek o zirvelerden durmadan inanç ve umut emecektir. Hilkatin bu
harikulâdelik memelerinden emmeyen ruh, kısa zamanda solacak ve pörsüyecektir.
Tufan öncesinde de, insanoğlu unutmuştu hilkatle gelip ruhumuza bitişen
olağanüstünün hakkını. Ama, olağanda bir kabarış vardı ki, bunu, ancak
kendisine geçmişe ve geleceğe gerçek bakışla bakma gücü verilen insan
sezebilir. Allah’ın açtığı iç gözle bakan görebilir bunu. Vahiy aynasında
zamanı gözlemeye memur edilen insan heceleyebilirdi bu sırrı. Eşyanın neden med
vakti yaklaşıyordu. Bunu ancak Peygamber bilirdi. Eşyanın kalb atışı, evrenin
nabzı onun kulağına bu gelecek zaman seslerini ulaştırıyordu. Ama insanlar
farkında değildi bu eşya taşkınlığının. Hatta denebilirse, eşya öfkesinin. Bir
yerde vecd, coşkunluk olan, öbür yerde alevleniş, parlayış anlamına gelen bu,
olağan konumu terk edişin.
Tufan öncesiydi. Peygamber görevlendirilmişti. Hazreti Nuh, gelmekte
olanı, cezayı açıklıyordu halkına. İnsanları uyarıyordu. Fakat, insanoğlu, bu
kez içinin bütün pisliğiyle alaya alıyordu bu uyarışı. Gelecek zaman kılavuzuyla
alay ediyorlardı. Ne de güveniyorlardı durumlarına. Ah!
Sadece Allah’ı, Yaratıcıyı değil, yaratılanı
da tanımıyorlardı. Yaratılmış olan Allah’ın buyruğuna nasıl boyun eğmiş
olduğunu bilmiyorlardı. Ya da unutmuş görünüyorlardı bu müthiş bilgiyi.
Uyarı gittikçe şiddetleniyordu. Kurtarıcı gemi de bir taraftan
hazırlanıyordu. Ama insan, ortamın gittikçe değiştiğini, ortalığın yavaş yavaş
karardığını, metafizikten fiziğe kara kara bulutların toplanıp kaydığım nedense
görmek istemiyordu. İşte görmenin tam zamanıydı. Sonra görmek neye
yarayacaktı?
Medeniyetler de artık ebedileşmişcesine bir güvenle toplumda sürüp
gittikleri sırada geleceğin ilk filizleri doğmağa başlar. Nice yüksek duygu,
fedakârlık, aşk ve erdemle ayakta duran medeniyet, yavaş yavaş bu yüce duygu
ve eylemler kabuk bağlayınca, ölümcül tehlikenin önüne birdenbire gelir. Ama
kimse farkında değildir. Ancak büyük ruh adamları sezerler bu tehlikeyi. Ve
adetâ sırlı bir dille çağrılarda bulunurlar. İnsanları alışkanlıklardan,
alelâdeliklerden kurtulmaya çağırırlar. Ama insanlar bu çağrılara kulaklarını
tıkamışlardır. Bu üstün kişilere, bu yücelik ödevlilerine hasta, deü gözüyle
bakarlar. Onlan öldürmek, en azından susturmak isterler. Gerçeğin söylenmesine
razı olamazlar. Gerçek söylenmeyince sanki yok olacaktır. Susuldukça realitenin
şahlanacağım, örtülen ateşin güçlenmesi gibi gittikçe içten içe gelişeceğini,
kabaracağını unuturlar.
Kurtuluş Gemisi
Bir yandan Tufan yaklaşıyor, bir taraftan insanın sapıklığı ve kötüye
dalmışlığı artıyor. Bir yandan da «kurtarıcı gemi» yapılıyor. Peygamberin
insanlığı kurtarıcı örtüsü hazırlanıyor. İnanan, güvenen kişi, her şeye
rağmen, şartların bütün umutları kıracak durumda olmasına rağmen umudunu
yitirmeyen kişi, Peygamberin koruyucu kurtarış kanatlarının altına
sığınacaktır. Dağın güneş ışığında pişmiş İlâhî tuğlaları olan ağaçlar kesile
kesile bir araya getirilmekte ve kurtarıcı gemi bir hisar gibi, bir kale gibi
yükselmektedir.
Ey inanmış kişi!
Korkma!
Bütün insanlık inkâr ve sapıklık bataklığına gömülse de senin için nurlu
bir iz vardır. Hazreti Nuh’un izi. Ve bu iz seni «kurtarıcı gemi»ye götürecektir.
İnkâr ve isyan ağları göklere erse, daha doğrusu isyan ve günah alevlerini
söndürmek üzere Allah’ın buyruğuyla yükselen sular göğün su çizgisiyle
birleşse, yine korkma, bu iki çizgi arasında sen O’nun güvenli gemisinde
sıcacık rüyalar içinde mışıl mışıl uyuyacaksın.
Allah’ın habercisine açtığı bir mucize bahçesidir bu. Allah’ın razı olduğu
kişiye Tufan bile bir sığınaktır.
Ey inanmış insan!
Sen, Allah’ın birliğini ve kudretini
ilân eden sancaklarla donanmış gemiye koş ve sığın, Tufan gelmeden önce.
Gemi yapılmakla çağırmaktadır. Peygamber onu yapmakla çağırmaktadır seni.
İşte, Nuh’un Gemisi, böylece her vakit inanmış olanlar topluluğunu
sembolleştirdi. Her zaman inananlar bir araya gelmeli ve yol göstericinin
etrafında toplanıp inkâr ve isyan bataklıklarından kurtulmaya çalışmalıdırlar.
Bir medeniyet de batış çanlarını çaldı mı, onun gerçek sahipleri, durumu
bütün acılığıyla görmeli ve hemen bir «diriliş noktası» etrafında
toplanmalıdırlar ki, inanç, düşünce, sanat, edebiyat, ahlâk ve davranışlardaki
olağanüstü medeniyet oluşumu duraklamaya yüz tutmuşsa, o tohum gibi olan
noktadan yeniden yüz göstersin, boy versin, neşvünema bulsun.
Nuh’un Gemisi, bir nevi yeniden doğuşun, rönesansın sembolüdür batmaya yüz
tutmuş uygarlıklar için. Evet, nasıl her cins hayvandan bir çift alındıysa
gemiye, aynı şekilde bir medeniyetin özeliklerini taşıyan her kök duygu,
düşünce ve inançtan tohumlar bir «Diriliş Merkezinde derlenip toparlanacak ve
oradan yeniden hayata aşkla, inançla ve umutla doğacaktır.
Her çağda, şartlar ne kadar ağır ve umutsuz olursa olsun inananlar için bir
Nuh’un Gemisi vardır. İnananlar ona sığınırlar ve onu felâketlerin yatıştığı
veya erişemediği, trajik çizgilerin durgunlaştığı bir yere ulaştırabilirse,
kurtuluş yeniden başlayacak demektir. Her çağda her uygarlık ve her inanç
gurubu için böyle bir diriliş» umudu vardır. Ölüm tehlikesindeki uygarlığın
temel unsurlarından öz parçacıkları, protoplazma özleri taşıyıp da bir yerde
onları mayalanmaya bırakmalı, o özlerle çağı ve gelecek zamam mayalandırmalı.
Bu mayalanışı aşkla ve feragatla gözlemeli. İşte o bekleyişten, o hamur
yoğruluşundan, battığı sanılan uygarlığın dirilişi doğacaktır.
Tufan
Suyun intikamı gibi görülen, bir yanı mucize, bir yanı veya yüzü ceza
görüntülü ilâhî olay. Şüphesiz bütün olaylar, insanın veya eşyanın kaderine
ilişkin olmaları sebebiyle varoluşlarım, kişiliklerini aynı ilâhî takdir kaynağından
alırlar. Ama peygamberin, inanma şuuruna çağırdığı dönemlerde bazı olayların
şahdamarına olağanın dışında bir damga vurulur. Bu damga mucize damgasıdır.
Eşya peçesinin bir an için açılıp kapanması gibi bir şey. Sırrın aralanması.
Ateşin üstündeki külün eşelenmesi.
Evet, anlam olarak her an tabiatın içinde, mikro ve makro âlemlerde nice
tufanlar cereyan etmekte, olup bitmekte, fakat insanoğlu bunu değerlendirmeğe
bir türlü yanaşmamakta.
Peygamberle birlik, anlamlar geldiği gibi, olayları açıklayan özel olaylar
da gelir. İnsanoğlunun doğru yola dönmesi için peygamberler gönderildiği gibi
onların silâhı olarak eşya ve olay düzenlerinin yeni dizileri de bağışlanır.
Peygamberlerin gelişi, ruhun bir şölenidir. Bu şölene tabiat da katılır.
Şüphesiz mucize diliyle.
İnsanların kararmış kalblerini mucize ışığıyla aydınlatır, yıkar ve
temizler peygamber. Mucize, onun elinde, ceza gibi de olsa, aslında kötüyü yok
eden İlâhî bir kılıçtır.
Hazreti Âdem toprağın imtihanını vermişti. Toprağa karşı savaşın.
Vücudumuzu oluşturan unsurların bizi en çok uğraştıranı olan toprağın. İşte o
toprak ki O’nu Cennetlerden yere çekmiş, düşüşüne sebep olmuştu. Fakat o
toprakta toprağı yendi. Allah sevgisi ve korkusuyla dolarak toprakla toprağı
etkisiz bıraktı. Ve kaybolmuş cennetini gördü. Onu göklerde yitirmişti. Ama
kalbinde buldu onu yeniden. Tekrar ona dönme gücünü de böylece kazanmıştı.
Daha sonra zaman zaman toprak, Allah’ın buyruğundan çıkan insanlıktan
intikamım almıştır tarih boyunca. Lût kavmine yaptığı gibi. Fakat en büyük
savaşı, ilk insan ve ilk peygamberle yaptı. Olumsuz bir tutum içinde göründü,
ama aslında bu bir roldü. Toprağın rolüydü bu. Ona verilmiş bir rol, bir
görevdi bu.
Bu yüzdendir ki, Tufan için suyun intikamı demekten çok, suyun imtihanı
veya daha doğrusu bir anlatımla su imtihanı demek daha doğru olur.
İnsanlık «varoluş» imtihanını Hazreti Âdemle verdi. Sürebilme imtihanını
«hayat» imtihanım da Hazreti Nuh’la. Sanki O’na kadar insanlığın dünya hayatı
bir provadan ibarettir. Su ile sembollenen tufandan sonra hayatımız gerçek
hayat oldu.
Hazreti Âdemle Hazreti Nuh arasında insanlığın hayatı adetâ askıya alınmış
bir hayattı, berzah hayatı idi, kendi açılarından değil, bizim açımızdan.
İnsanlık Tarihi açısından. Adetâ her an insanlık, geriye dönecek, Cennete bu
dünya hayatı itibariyle de çekilecekti. İdris Peygamberde olduğu gibi, iki
dünya arasında sallanan bir alev gibiydi insanlığın hayatı. Titrek bir alev.
Tufan imtihanından sonradır ki o alev bir meşale oldu. İnsanlık kendi
kendini aydınlatan bir meşale oldu.
Bu dünya öbür dünyaya bir hazırlama alam oldu; tohuma tarla oldu.
İlâhî gazap coştu, bütün inkârı, reddi, küfrü, bir tayfun gibi yuttu.
Fakat, İlâhî rahmet, inananları, hakikate sahip olanları bir kurtuluş gemisi
gibi selâmete çıkardı. Böylece de rahmet gazabı geçti.
Bağımsız varlık iddiası yüzünden insana karşı su, celâl kamçısıyla
kamçılandı. Fakat içlerinden bir destesi, inananlar destesi, gül destesi rahmet
ve cemal örtüsüne bürünerek kurtuldu.
Kibrin kalbine Mütekebbir, Müntakim ve Cebbar isimleriyle Yaratıcı
şimşeğini sapladı. Gurur ağacı bu yıldırımla yere devrildi, kül haline geldi.
Külü havaya savruldu.
Hatta gazap bir rahmet oldu. Küfrü, inkârı, reddi boğarak güzelin, iyinin,
doğrunun ezilişini önledi. O zaman celâl cemal ve cemal celâl oldu.
Kendi gücüne güvenen insan, Allah’ı yendiğini veya aldattığım sanan insan
aldanışın ne olduğunu çok acı şekilde öğrendi. Tanrı’nın bağışladığı hayat
nimetinden öğrendi. Hayatın coşuşundan. Coşku, günlük güvenin boşluğunu
ortaya koydu. Zaman, kırbaçlanmış zaman, Diyonizos çılgınlığı görüntüsünde
Apollon kılığına bürünmüş hileyi yere çarptı.
Ey insan!
İşte ansızın zamanın kılıcını,
ipeksi dokunuşla boğazında bulup devlerin, cinlerin ve şeytanların kucağına
düştün. Su, bir kâbus gibi seni dört yandan kuşattı. Her şeyin aslına
döndüğünü hatırlamanın günüdür. Asılların aslına dönüş günü.
Toprak bize varoluşu hatırlatıyor; su, varoluşun sürmesini, yani hayatı.
Akışkanlığı, suplesi. Toprak statiğin imajı, su dinamiğin. Fiziğin hayatı da,
psikolojik hayat da, sosyal varoluş da, metafizik oluş da bu iki temel üzerine
oturmakta. Birincisi sabit temel, varoluş temeli, öbürü de dinamik unsur veya
esas, hayat ve sürme esası. Zaman ve tarih kavramının varoluşun yapısına
karıştığı kritik nokta.
İnsan adeta Hazreti Âdemle Hazreti Nuh arasındaki dönemde zamanı
hissetmemiştir. Tufanladır ki zamanı duymaya başladı insan. Tarih, insan
kaderiyle özdeleşmeye, en azından insan kaderine zaman iplikleri karışmaya,
işlemeye başladı.
Zamanın tufan gibi boşandığı intibaı başladı. Zamanın boğuculuğunu, zaman
ve kader arasındaki trajik ilişkiyi boğazında bir tıkanıklık gibi hissetti
insanoğlu.
Bir medeniyet de doğar, gelişir, başlangıçta bir tek problemi vardır :
Varolmak problemi. Fakat sonradan buna sürebilme, devam edebilme problemi
eklenir. Zaman unsurunun, tarih faktörünün çıkageldiği görülür. Bu bir kriz
gibi gösterir kendini. İnsanoğlu nasıl ki başlangıçta zamanın çıkageldiğini
hissedince öleyazdığım sandı. Aslında insan için dünya o kadar yabancı
değildi. Çünkü insan, cennetteyken, enfüsî özde de olsa, eşya ve çevre kavramına
yabancı değildi. Ama dünyada asıl karşılaştığı yabancı unsur, zamandı. İşte ilk
defaydı ki insan dünyada olduğunu anlıyordu. Zaman, dünya hayatının öteki
dünya hayatına karşıtlığını en keskin renklerle ortaya çıkaran yeni bir
ayraçtı. Medeniyetler de kurucularının kafa ve ruhlarından eşyaya ve topluma
işlenmeye başladığı ilk sıralar bir cennet mutluluğu içindedirler. İlk varoluş
basamağı atlandı mı, bir süre, bu mutluluk düşüne dalarlar. Yeter bir süre
geçince, ilk büyük kriz başgösterir. Devam edip etmeme tereddüdü. Ya da zamana
dayanabilmenin ilk ıstırap ve azapları. Zamanla savaş ve zamana karşı zafer.
Veya en abından zamanla anlaşma. Sulh. Böyle bir zorunluluk karşısında kalma
demek, tekdüze olan gidişin kıvrımlanması demektir. Dümdüz bir caddede son
derece hızlı gidilirken birdenbire karşınıza hiç haberiniz olmadan korkunç bir
viraj çıkıyor. Uçuruma yuvarlanmadan bu dönemeci ustaca kıvrılacaksınız. Bir
anda içine düştüğünüz duyguyu düşünebilir musunuz?
Bir boğulma gibi bir histir ilk
duyduğunuz. Sanki her yönden eşya üstünüze sel gibi boşanmaktadır. İşte bir
insan psikolojisinde olan iniş çıkışlar aynen uygarlık psikolojisinde de
rastlanan iniş çıkışlardır. Ferdî med ve cezir, İçtimaî med ve cezir, tarihî
med ve cezir. Bütün bunlar biribiriyle ilgili. En azından birbirinin benzeri.
Birbiriyle yorumlanmaya, biribirini açıklamaya elverişli.
Hazreti Âdemin Cennetten yeryüzüne inişi, tek insan psikolojisinde
erginleşmeye, rüşde ermeğe denk düşer. Tufan vak’ası da tek kişinin aile oluşu,
evlenerek çocuk sahibi oluşu olgusuna. İlk çocuğu doğdu : Bu bir tufandır baba
için. Bir çocuk geldi. Bu çocuk gidecek mi?
Yoksa kalacak mı?
Onun ruhumuzda yaptığı bungunluk. Ah
o bungunluk!
Çocuğu biyolojik olarak kazandık.
Ama ruhsal olarak da kazanabilecek miyiz?
Daha doğrusu bu kazancımızı sürekli
olarak koruyabilecek miyiz?
Evet, psikanaliz tek kişinin psikolojisiyle insanlığın psikolojisi arasında
bir paralellik kuracaktır. Çocuğun doğuşunun şuuraltımızda doğurduğu kıyamet
tıpkı tufandan kurtulan insanın selâmete erişi ve evrenden küçük bir örneğe kavuşması.
Hazreti Âdemin yeryüzünde çıplaklığını hissedip örtünme ihtiyacını duyuşu,
genç adamın bülûğa erişindeki hicabının insanlık ölçüsündeki karşılığıdır. Aynı
şekilde,
Hazreti Nuh’un da bir avuç inanmış kişiyle her cins hayvandan bir çift
aldığı gemisi de kurulan aileyi veya doğan ilk çocuğun katıldığı aileyi
insanlık tarihi çerçevesinde karşılamaktadır.
İlim, bu dediğimiz psikolojik ve daha çok şuuraltına ait gerçeklikleri
tesbit etmiştir. Ancak bir noktayı belirtmek yerinde olur. İlmin tesbit ettiği
şey, bir paralelliktir. Bir gerçeğin tek kişideki yüzüdür. Gerçeğin bundan
ibaret olduğunu sanması onun bir aldanışıdır. Bir gerçeği yakalama gururu.
Halbuki gerçek ilim mütevazidir. Gerçek ilmin, çok dikkat ettiği nokta,
tesbitinin sinindir. İnsan psikolojisinde bulduğumuz bu gerçeklikler, gerçekliğin
bütünü değil, sadece bir yüzüdür. Gerçeğin, öbür yüzü, insanlık tarihinde,
daha derin bir yüzü de insanlığın kaderindedir. Bir ucu insan psikolojisinde
olan gerçeklik sistemi, insanlığın kaderinden geçerek, kozmik bir gerçeklik
sistemi olmaya doğru uzanır. Bunun içindir ki insan bir nevi küçük evren
olarak görülmüştür. Ruhumuzda olan her gerçekliğin ipucu, yaradılış âleminin
her tarafına dalbudak salan ve metafizik bir konkrelik [ Somut,
müşahhas. ] kazanan varoluş vakıasındadır. Bunun içindir ki, cenneti, çocukluğumuzun
bir imajı, Hazreti Âdemin gelişini bülûğun konkreleştirilerek hayal edilişi,
Nuh Tufanım çocuğun doğuşunun ilkel insanda doğurduğu bunalımın dış âleme yansıtılan
illüzyonu gibi düşünmek ve bunu düşünmüş olmanın bilgiçliği içinde gurura
kapılmak, çağdaş bilim dünyasında bir had bilmezlikten başka bir şey değildir.
Gerçekteyse, asıl ruhumuzda olup biten bu bülûğ ve çocuk doğuşu krizleri
gerçekte dış dünyada olup bitmiş Hazreti Âdem ve Hazreti Nuh dönemlerinin
ruhumuzda tabiat haline dönüşmüş izlerinden ibarettir. Ruhumuz, kaderden ve
tarihten yansıyanı yaşaya yaşaya kurallaştırmıştır. Metafizik gerçeklik,
ruhsal gerçekliğin dışta varsayılan bir gölgesi değil, asıl, ruhsal gerçeklik,
kozmik ve mutlak gerçeklik olarak takdir edilmiş bulunan ilâhî takdirin tek
kişi psikolojisindeki gölgeleridir. Bu noktanın, çağdaş bilimsel buluntularla
bizim söylediklerimizi biribirine karıştırmamak için belirtilmesi gerekli.
Asıl gerçeklik mutlak gerçekliktir. Bilimin tesbit ettiği nisbî, izafi
gerçeklikler değil. Pozitif bilime tapıcılar, bütün gerçeği bu tesbit edilen
nisbî (rölatif) gerçeklikten ibaret sandılar. Mutlak gerçekliği nisbî
gerçekliğin bir abartılması şeklinde düşündüler. Oysa, mutlak gerçekliği temel
alarak insan psikolojisindeki bu görünüşleri onun bir işareti, bir remzi gibi
görmek doğruydu.
Evet, Tufan gerçeğinin manevî yorumunda insanoğlunun tarih, zaman, hayat
ve kader problemleriyle yüzyüze gelip boğulacak gibi olduğu anda İlâhî lûtufla
kurtulduğunun öyküsü yatmaktadır.
Kozmik olarak Tufan olmuş ve bitmiş olduğu gibi, kaderimizin, alınyazımızın
dünya görüşü ve hayatı anlamlandırışı bakımından da tufana battığı ve yükselen
inkâr ejderi tam bizi yutacakken Mucizenin bizi gelip kurtardığı da bir
gerçektir. Ruha ait, ruhun oluşumuna ve gelişimine ait bir gerçeklik.
Süleymaniye, sadece mimarının kafasından geçenden ibaret olmadığı gibi,
sadece çizilen projesinden, hatta taş ve tuğlalarla örülüp bittiği andaki
durumundan da ibaret değildir. Süleymaniye, asıl, zamana karşı fizik dayanıklılığını
gösterdiğinde ve daha da önemlisi insanların estetik ve ruhi ihtiyaçlarına
sürekli bir şekilde cevap verebilme imtihanından başarıyla geçtikten sonra
Süleymaniye olmuştur. Fakat öyle bir Süleymaniye ki, baştanberi buydu, bu
Süleymaniyeydi adetâ.
Medeniyetler de böyledir. Getiricilerinin ruh ve kafalarından insanlığın
kaderine geçtikten sonra ilkin mutlu bir dönemi yaşarlar, ondan sonra büyük
imtihan günü çatar. Varoluşun sürüp sürmeyeceğinin imtihanı. Süreklilik
imtihanı. Zaman imtihanı. Hayat imtihanı. Ömür sınavı. Bu bir tufan gibi o
uygarlığı boğacak gibi olur. Ama statiğin imtihanını veren medeniyet ruhu, bu
kez dinamiğin imtihanını da başarıyla verirse selâmet sularına çıkmış ve ermiş
olur.
Medeniyetin karşı medeniyetlerle çarpışması, kendi içinden doğan yeni
ekollerin temelden ayrılmayarak yine ana kucağına döner gibi uygarlığın
temellerine sığınışı, karşıtlarla olumlu gelişmeler arasında denge kurulması,
yüzyılların, geçmiş ve gelecek zamanın filozofisini yapabilme, sabrın sırrına
erme, meçhul korkusunu yenme v.s., bu tufan krizini atlatacaktır medeniyete.
Bir başka anlatımla : Medeniyetin alışma sebebiyle olağanüstü çabayla
ayakta durmasına gerek kalmadığı kanısından doğan bir ruh tembelliği sonucu bir
takım karşıt ve olumsuz akımlar boy atacaktır. Bunlar zamanında, olumlu duygu,
düşünce ve inanç eserleriyle önlenemezse toplum bu her unsurun yerini kaydıran,
temelleri sallayan inkâr ve başkaldırma baskını sonucunda büyük bir yok olma
tehlikesiyle karşılaşacaktır. Ama en büyük tehlike anında bile uygarlığın
temel inanç, düşünce ve duyarlığına dönüş anlamında bir Nuh’un Gemisi vardır.
Kurtuluş
Sular yükseldi. Batışın, doğuşun, kurtuluşun çağıdır. Bu, hakikatin öyle
bir cam kesmesi inişi ki, bir yüzü aşk ve nur yağmuru, İlâhî tecellinin gül
sağnağı, vecd sularının insanda fani olan ne varsa onu eriten mucize kabarışı,
öbür yüzü, taşlan su blokları olan bir mezara gömülüş.
İnkâr, red, isyan, başkaldırma ehramların en dayanıklısına, yokluk
ehramına gömülürken, inanç, aşk, coşku, umut, sevinç, surlar gibi, kaleler
gibi çıkıyor, yükseliyor, ruhun ufkunu kaplıyor.
İnsanlık ilerliyor, pişiyor. Toprak durağını aştıktan sonra su durağına
erişmiş oluyor. Hakikat Medeniyeti «unsur imtihanı»m verdikten sonra bu kez de
«zaman imtihanını, «süre sınavı»nı veriyor.
İnsanlığın alnına Âdem Peygamberden sonra Nuh Peygamberin ruhanî damgası
vuruluyor.
Nuhun Gemisi suların üzerinde yükseliyor. Tüm hayat çökerken, o hayattan
alman öz parçalar kurtulmuştur. Cansız eşya, bitki, hayvan ve insan
kurtulmuştur. Zaten insan kurtulunca öbürleri de onun kaderine ilişkin olarak
yeni hayata doğacaktır.
Kötülükler, inkâr çığlıkları, kin, haset, kıskançlık gibi, bir yaşantıyı
kirlendiren, ise boğan, gönül aynasını karartan, toprak analı yılanların
benzeri bütün dünya bağlantıları koptu. Geçmiş zaman sulara gömüldü. Yeni
zaman, gelecek zaman bir fecir gibi doğuyor. Gün, suların üstünde lekesiz bir
yüzle beliriyor. Kan kırmızı bir güneş değil, melek kalemlerinin gümüşsü
izleriyle süslenmiş bir ruh güneşi ansızın suları aydınlatıyor. Kendini ruhumuzun
eşyaya doğru akışı olan sulara katıyor.
Gerçek rönesans bu, Nuh’un Gemisi. Ruhun dirilişi bu. İlk kuruluş içinde
bir diriliş, bir rönesans. Kuvvetin kudrete dönüşü, maddenin anlamla yeniden
örülüşü. Baykuşun susuşu. Bülbül sesinin yeniden duyuluşu.
Tanrı’nın yokedişinden ayrı tutulan özler, birer musiki notası gibi
Geminin şurasında burasında kayıtlı. Gemi, dev bir ayin-i şerif gibi, suların
üstünde sallana sallana gelecek zamanın göğsündeki yerini almağa doğru gidiyor.
Henüz icra edilmemiş bir ayin-i şerif gibi.
Bir şehir olmaya doğru gidiyor Gemi. Mekke, Medine, Kudüs, Şam, Bağdat,
İstanbul olmaya doğru gidiyor Gemi.
Minyatür bir hakikat sitesi olarak, Nuh Peygamberin çizdiği rotada yolunu
alıyor Kurtuluş Gemisi.
Çile Gemisidir bu. Ruhun çile gemisi. Nefsi, temsil eden arzdan kopup cezbe
sularının üstünde yükselirken, kötü, zararlı ve faydasız her şeyi geride
bırakıp yeni hayatına doğru açılan ruhun çile dönemini aşma halinin
sembolleşmesi.
Çile ve kurtuluş kenti. Bir kışa girip öbür ucundan bahara çıkmak.
«Diriliş Oymağı»nı zaman içinde hareket ettirerek kendi öz zamanına
rastlatmak. Yıldız, su, toprak gibi makro âlemle ilişkisini kaybetmemiş evren
damarlarıyla kopmuş olan bağları insanlığa yeniden en sağlıklı şekilde geri
vermek.
Ah, ne bitmez çile!
Gerekirse öz çocuğunu geride bırakmak.
Kol ve kanatların tutmayanını kırılmaya ve sulara gömülmeye bırakmak.
«Vakt»i tartmak. Gönlün en duyarlıklı terazisinde tartmak. Onu mekâna
mahkûmluktan kurtarmak. Ruhu «halelerden kurtarıp «makam»lara ulaştırmak. Cûdi
Dağına oturtmak.
Toprak, gafletti. Sular «hâl»di. Gemi «intisab»dı. Cûdi Dağı, «Makam» oldu.
Evet!
İnsanlık, Hazreti Nuh a kadar adeta
sadece «hâl» bağışlarına ermişti.
Tufan, Büyük Cezbe olarak en büyük «hâl» oldu. Ve ondan sonra Makam yıldızı
doğdu. «Makam» çağı açıldı.
Evet, vakti Cûdi Dağında yeniden «zaman»a kavuşturmak.
Toprak, «fark»tı. Tufan «cem» oldu. Cûdî dağına iniş, «fark»a dönüş oldu.
Yani «ikinci fark».
Evet, inançsızların arasından sıyrılan Nuh kafilesi, tufan çilesini çekerek
yeniden arza tam olgunluğun dolunayı gibi döndü.
Fiziğin uç noktasından fizik ötesine varmak ve sonra tekrar dönmek. İnsan
eli ermemiş en yüce doruklardan bal ve çiçek toplayıp dönmek ve şifa bulmaz
hastalara getirmek.
Bozulmuş kenti terk edip tabiatın yüksek havasına bir «doğru kent özü »nü
taşımak.
Yeni hamura maya taşımak. İnsanlığa, insanlık uygarlığına yeni bir maya
tutturmak. Tanrı rızasının mayasını aşılamak, yeniden insanın ve insanlığın,
gelecek zaman kentlerinin ve medeniyetlerinin kalbine.
Putlar bir kere daha devrildi. Tanrı gazabı onları devirdi. Tanrı gazabı,
puta tapışı suya boğdu. Puta, nefse taparak, şeytana uyarak, yoldan ayrılanlar
da putların alınyazısıyla birleştirmiş oldular kendi alınyazılarını.
Bir riyazet dönemi içinde de, ruh, putları devirecek, nefsi, şeytanı ve
tağutları Nuh Tufanına uğratacaktır.
«Hakikate çağıran», insanı, Nuh’un Gemisine çağıracaktır. Kalb biçiminde
olan Gemiye. Ya de gemi biçiminde olan, daha doğrusu gemi gibi yol alan kalbe
çağıracaktır insanı. Tantanalı vücudun kalbsiz yaşayamayacağım bilmeye
çağıracaktır. Tabiattan yükselen renk, ses, çizgi selinde boğulmamaya, Tek
Renge bürünmeğe. Şahlanmış, fakat dizginli ata atlamaya. Yoksa çılgın ve azgın
at dalgalan insanı boğup sürükleyecektir.
Birinci Deneme bitti. Sürekli deneme demek olan insanlık hayatının birinci
dönemi kapandı. İlk defa dolunay haline gelen ay battı. Ama doğmamak üzere
değil. Bir kere daha, bir kere daha doğacak, büyüyecek, büyüyecek, irileşecek
ve sonra olgun bir meyva gibi, altın rengini almış bir meyva gibi düşecektir
denizlerin koynuna, öbür ufuktan daha parlak bir şekilde yeniden doğmak üzere.
Hazreti Âdemle evrenin göğüne, insanlık evreninin göğüne incelerden ince
bir hüâl olarak doğan ay, Hazreti Nuh zamanında artık yüzü pas tutmaya
başlamış, bir bakır parçası gibi batıyordu. Ama Hazreti Nuhun kervanı olan
Gemi, bir batıştan bir «doğuş» çıkaracaktı. Bu batış, bir doğuşa gebeydi. Bir
doğuşa, bir oluşa, bir dirilişe.
Artık, insanlık, bu ük batış ve tekrar doğuştan sonra, ömrünün sonuna
kadar, ölüşlere uğrayabilir, dirilişleri deneyebilirdi. Gelen ölümlere karşı
diriliş umudunu koruyabilirdi. Hakikat uygarlığından her uzaklaşışta, daha doğrusu
her uzaklaştırılışta derin ve köklü bir rönesansla, vahiy etkisinin
rönesansıyla ona tekrar dönebilme umudunun hiç bir zaman tam anlamıyla
kaybolmayacağı inancıyla.
İnsanlığı yeni baştan diriltme deneme ve atılımı olan medeniyetlerin oluş
alınyazılarında da böyle bir ilk olgunlaşma, sonra en beklenmedik zamanda
birdenbire ölmeye yüz tutma sınavlarını verdikten sonra tekrar diriliş ve
mukadder olan günlerini doldurma doğrultusunda ilerleyiş çizgileri
görülmektedir.
Canlılığını bütünüyle yitirmemiş, yani hakikatle bütün bütüne ilgisini
kesmemiş bir uygarlığın her zaman için kurtuluş ümidi vardır. Yeter ki,
hakikatle ilgisini kesmemiş olan bölümü maya gibi kullanabilme gücü gösterebilsin.
Ama çok defa tersi olur : Canlı kesim ölü kısmı diriltemez de ölü kesim
sınırını durmadan genişletir. Çünkü : yaşama akıntısı o yöne doğrudur. Bu
akıntıyı çevirmek ancak bir inanç etrafında toplanmış samimi ve güçlü bir avuç
insanın yaşayan kesimden aldıkları bir fideyi ruhlarının en güvenli
bölgesinden gelen soluklarla büyütmesi, sonra onu toprağa dikilen bir filiz
gibi dış şartların etkisiyle savaşmaya bırakması, savaşa savaşa gelişen bu
filizin köklü bir ağaç olmasıyla mümkündür.
Nuh’un gemisindekiler işte bu yaşayan kesimin öz parçacıklarıdır,
ilklerdir. Manevî yolda pirlerin, kırkların rolü gibidir bu ilklerin rolü.
Nuh’un gemisi uygarlığın protoplazmasıın taşıyor. Hakikat uygarlığının,
peygamberler uygarlığının, ilâhı uygarlığın. Tanrı sitesinin özünü taşıyor.
Uygarlıktan yaşayan her özü olağanüstü bir sentez için taşıyor. İnsanlığı
ölümden dirime götürüyor.
Kötünün eküip biçilmesi sonucu insanlık alınyazısının kara tarlası haline
gelmiş yeryüzünü arıtıcı suya boğup güneşe yakın el değmemiş yerlere yeniden
hakikat medeniyetinin ocağını tüttürmek için, her diri özden bir parça
alınarak oluşturulmuş bir hayat mayasını tutturmak için insanlığın diriliş
kırkları kurtuluş gemisinde yol alıyor.
Ateş ve Perde
En büyük sınav. Ateş imtihanı. Ateşle imtihan. Yanıp küle çevrileceğin,
yok olacağın yerde var olacaksın. Ateşin bir tarafından girip öbür tarafından
çıkacaksın sapasağlam olarak. Ateş yakacak bir şey bulamayacak sende : işte
İbrahim olmak bu.
Yırtılan kentlerin içinden hakikat semenderi olarak çıkmak : işte İbrahim
olmaklık bu.
Nemrut nefs demek, İbrahim de ruh, sembol diliyle veya sembollerin diliyle
konuşursak. Ruh, nefsin ateşten arzularında yanmaz ve o narin kelebek
kanatlarım andıran cevherini nefs ateşinden koruyabilirse insan kurtuldu
demektir. Nemrut, ateşi bütünüyle alevlendirdi, ama İbrahim, yanmadan ateşin
sönüşüne şahit oldu demektir.
Toplum açısından konuşursak, Nemrut zulüm demek. İbrahim de onun ateşinde
yanmayan adalet. Adalet öyle bir altındır ki, zulmün ateşinde ancak tozu
toprağı yanar, pası, katışık madenleri erir, o ateşte saf hale gelir ve ateş
söndüğü zaman en halis bir külçe halinde parlar, zaferim ilân eder.
Tasfiyenin serüveni. Arınmanın destanı, insanın, insanlık ruhunun, tarih
ruhunun arınışı.
Gölgelerin güneşi yakmaya kalkışı. Ama onlar için ne hazin sonuç. Gölgeler
için ne trajik son.
Ha hay. Biz insanlığız. Toprak durağından geçtik, su durağından geçtik,
şimdi de ateş durağından geçiyoruz.
Tasavvuftaki «fenafillah»a işaret, benliğin yanışı, yok oluşu. Tanrı’da
yokoluş. Ama sonunda Tanrıyla varoluş (Bekabillah).
Bütün bir doğu edebiyatı, aşk edebiyatı için «pervane ve ateş» tasarımını
kullandı yüzyıllarca. Yerindeydi bu. Pervane ışığa dayanılmaz bir aşkla
koşuyor; onda yanıp kül olsa bile.
Sevgi budur. Seven, sevilene ateşinde yanıp kül olurcasma koşacaktır.
Sevginin son noktası bu. Sevgide ebedîleşme bu. Sevileni doğrulama ancak böyle
gerçekleşir.
İbrahim, Tanrı pervanesiydi. Aşkla koştu. Yanacak her şeyi birden ateşe
attı. Allah, kalbinin bu kahramanlığına karşılık O’nu dostu olarak üân etti.
Putların devrilişinden çıkan bir yangındı bu. Veya çıkarılan. Ne olursa
olsun, ister çıkan, ister çıkarılan bir yangın, kaderin silgisi ödevini gördü.
İnkâr, red, isyan, şüphe, küfür çizgileri silindi. İnanç, aşk ve sevinç çizgileri
altın gibi parladı evren sayfasının ortasında.
Ur kentinde telâşlı bir gün. Bir kişi yakılacak. Bir peygamber. Padişahla
peygamber karşı karşıya. Madde gücüyle manevî âlem gücü karşı karşıya.
Bir tiyatro oyunu bu galiba. Ateş sahnesinde oynanacak. Perde işini de
alevler görecek.
En ağır yükü, insanlığın en ağır yükünü omuzladı peygamber. İnsanın
varolmak veya olmamak meselesini çözmek istedi. Bütün dikilmiş başları Allah’ın
önünde eğilmeye çağırdı. Ateşten başarıyla geçmiş biri olarak ateş imtihanına
çağırdı ruhları. Ateşten sonraki çiçekleri devşirmiş bir ruh olarak.
Bir kış vardır; o kışı aşan, görülmedik bir bahanın altın rengi
çiçeklerini, güneş parlaklığındaki çiçeklerini toplayacaktır.
İşte Hazreti İbrahim o kışı aşan ve çiçekleri derleyen gök görevlisi.
Onun ateş perdesine vurmuş silüeti, bize hal diliyle :
— Gelin gelin!
Siz de bu akıl almaz çiçeklerden devşirin.
İnsanı dirilten kokuyu içinize çekin!
Ebediliği soluyun, demekte.
Görünüşte aynı maden yapısında olan ruhların ayrılması için bu yüksek
fırın potasına girmeleri ve bu ateş imtihanından geçmeleri gerekli. Biribirine
akraba ruhların ayrışması için. Gerçekle sahtenin ayrışması için. Yaradılış
özünün ve sözünün ortaya çıkması için. İki cins sarhoşluğun, uyku
sarhoşluğuyla uyanıklık sarhoşluğunun birbirinden ayrılması için.
Ateş çemberinden geçme yarışı bu. Kimsenin yanma bile yaklaşamadığı ateşe
mancınıkla atılma ve yücelerde yalnızlığın ateşten beter çilesini çekme.
Orucun iğne deliğinden geçme.
Namazın yağmur damlalarında damıtılma.
Fecirde zikir ışıcıklarının memelerinden emiş.
Seher sırrını kurcalayış.
Şafakta kalb mühürlerinin açılışını gözlemleyiş.
Yıldızı görmek, ayı görmek, güneşi görmek. Ve hepsinin birer birer ruhun
ufkunda batışlarını hüzünle, fakat umudu yitirmeden gözlemek ve gözlemlemek.
«Ben batanları sevmem» sözünü söyleyebilecek merhaleye ermiş olmak,
tutulan dilin çözülüp konuşması.
Güven anıtının ilk harcı.
Hakikate ermek kolay değil. Mağara dönemi var. Işığın değerini bilmek için
karanlıkların mahpusu olmak gerekir. Nimetin değerini bilmek için aç kalmanın,
susuz kalmanın yeterli olacağı gibi. Ama bu değer bilişin önemi yok. Çünkü:
bir zamanlar mahrumken bir gün nimete kavuşan insan kısa bir süre sonra unutur
o günleri. Geçici olan, iğreti olan değil, yerleşik olan değer biliş önemli. Bu
da, mağaradan, ateşten geçmek ve kurban gibi Tanrının takdirine boyun uzatmakla
mümkün.
Tabiîdir ki, asıl güzel açlık, değerli açlık, hakikate açlık; asıl
susuzluk, gerçek susuzluk, öteye susayıştır.
Ab-ı hayat peşinde olmaktır asıl susayış. İnsanın kendi sırrına,
varoluşunun sırrına erişi, bir an bile Yaratıcı’sından uzak kalamama susuzluğu
ve açlığıdır, gerçek açlık ve susuzluk.
Riyazet (çile), iki türlüdür : Birincisi : yemekten ve içmekten, uykudan
alıkoymaktır vücudu. Ama bunun açıldığı ikinci bir riyazet vardır, bundan geçilir
ona, yani ilkin vücut, aç bırakılarak, susuz bırakılarak, uykusuz bırakılarak
öbürünün kapısı çalınır : Ruhun riyazetinin kapısı çalınır.
Şöyle bir canlandıralım gözümüzün önünde olup biteni: aç bırakıyoruz, susuz
bırakıyoruz, uykudan mahrum ediyoruz, o kadar ki insan, adeta bayılacak hale
geliyor. İşte o yarı baygınlıkta şöyle bir görüm
(vizyon)la karşılaşıyor: Kendisi ulu bir ormanda bir ağaçmış: bir takım gök
giysili insanlar gelip onu biçmişler; sonra hızar altında doğranma ve
düzeltilme sınırlarını aşmış. İşte işin bu safhasında, birden kendi içinde
başka bir varlığın farkına varıyor insan; o yüce yerlerin insanları, kereste
gibi düz tahta halini almış veya bir tabuta dönüşmüş iç varlığı, bir kapının
önüne taşıyorlar; kapı aralanıyor ve içeri alınıyor insan. Değişim ondan sonra
başlıyor.
Hıristiyanlar sembol olan çarmıhı somut olarak anlama yanlışına düştüler.
İnsan nefsi çarmıha gerildikten sonra ruhun İsa’sı doğar. Nasıl ki, kozmik
anlamda da kıyamet olduktan sonra fizik ve ruhî basübadelmevt, ölümden sonraki
kalkış gerçekleşir. Bunun gerçekleşmesi için ölüm denen çarmıh azabından geçmek
gerekli.
Perdeleri yakan ateş gerekli. Peşin hüküm perdelerini, batıl inanç
telkinlerinin ördüğü ağı yakan hakikat heyecanının parlattığı ateş gerekli.
İbrahim kitabını okumalı ruh durmadan. Ateşte yanacak ve yanmayacak
nesnelerin üminin dersini almalı o ulu peygamberden.
İnsanların atası, peygamberlerin atası olan o peygamber, mağaralardan,
ateşlerden yeni bir dil bıraktı ruhumuza. Hakikat hiyeroğlifini çözen bir dil.
Sen peygamberleri birbirinden ayrı sanma. Aym dersi okuttular hepsi de
insanlığa. Ölüm, ateş ve kılıç karşısında aym ruhtu dimdik ayakta duran ve
hakikat sancağını taşıyan.
Dimdik okun gidip hedefe varışı : İbrahim sapmazlığı bu. «Gözün kaymayışı».
Dostluğa, Tanrı dostluğuna lâyık görülmüşlük bu.
Kalbin eşyaya dost olan eğilimini kırarak gerçek dostluğa yol arama
kahramanlığı.
Ateş imtihanından geçen dostluğa ulaşma ve erişme yiğitliği.
Nemrut, Hazreti İbrahimi ateşe attığım sanıyordu. Oysa, gerçekte kendini
Nemrudun yaktığı ateşte imtihan eden, deneyen Hazreti İbrahim’di.
Antik çağa kılıcını sallayan, o kılıçla antik çağ putunun karnını deşen ve
böylece insanlığa Allahtan başka bir buyurucunun kalmadığı, yeni, özgürlük
çağım açan, tanrı hükümdarlık kavramım yıkan, Allah’la insan arasına gerilen
sahtelik, ikiyüzlülük ve aracılık, putatapıcılık perdelerini yakan Hazreti
İbrahim.
Mermeri, taşı insan suratlarım taşıma, putatapıcılık aracı olma zulmünden
kurtaran ve onlara ancak Allah’ın önünde eğilme yeri olacak tapınakların
yapısında yeralma özgürlüğünü sağlayan Yol gösterici.
İnsanlığa özgürlüğün, gerçek özgürlüğün yolunu açan Önder.
Kâbe binasını yenileyen, onun damına tevhidin sönmez meşalesini diken
Öncü.
Her peygamber gibi korku ve muştu kılavuzu. Her peygamber gibi sabır anıtı.
Her peygamber gibi rızaya kavuşma yarışının başarılı sona erdiricisi.
Fizik varlığı mancınıkla yanma yaklaşılmaz ateşe fırlatan, bu dünya
gömleğini soyup ateşe fırlatan, göze görünmez öbür âlem giysilerine bürünen
öbür âlem haccının yolcusu.
Ateş dağının zirvesinden miracına başlayan.
Tarihi ateş kırbacıyla arıtan.
Ateş kamçısıyla ruhları terbiye eden. Ateşi kılıç gibi, kırbaç gibi, kamçı
gibi kullanan Hazreti İbrahim.
Yüzündeki maske ne kadar katı ve umursamaz olursa olsun insanın, ruhunun
derinliklerinde sanki bir çöl önündeymiş de çöle : ey çöl, susayan ruhuma
gerekli kelimeyi o çatlayan dudakların veya uçuşan kumdan kanatlarınla söyle
dediğini işiten ve söylenecek o kelimeleri dosdoğru kaynağından ahp getiren,
böylece ölü ruhu dirilişe kavuşturan doktor.
Günlük hayatı mite çeviren. Metafiziğin masalsılığını realite haline
getiren. Ruhun lirizmini, şiirin ruhunu meleklerin ellerine bırakan ve onların
yoğurduğu bu balçığı, insanın, sürekli ruh hilkatinde kullanabileceği bir malzeme
olarak bilen ve kendi sürekli dirilişinde böylece kullanan.
Durmadan ateşten perdeleri aralayan. Allah’la insan arasındaki perdeleri
aralayan.
Birden perdelerin açıldığını gören.
Yeniden ilnhî sitenin kurucusu olan.
Cebir ve geometrinin ötesine ayak basan.
İnsanı, göğe doğru erimekten ve yerin kâbusunda kavrulmaktan azat eden
İlâhî görevli.
Uygarlığın gelip saplandığı ölü noktaya İskender'in kılıcını indiren.
Böylece çıkmazda dört yol ağzı, kuru kayada pınar, toprakta zemzem tesbit eden
kurucu.
Gök taşını nişan diken.
Melek konuklayan.
Dört ciheti kollayan.
Allah yolunu Arzın Ana Caddelerine uzatıp yeryüzünü ve insanı kuşatan.
Ateşten çıkıp yeni bir Milletin doğumunu kutlayan.
Doğan çocuğuna sevincinden el çırpan bir baba gibi.
Yalnız Allaha inanan, putları devirip yakan bir milletin doğumuna yüzünü
döndüren büyük ülkücü.
Bir kere daha diriliş sancağını yükselten.
Ufukların bir kere daha aydınlanmasına sebep olan.
Vakti nurlandıran.
Lisanı yine kendi öz onuruna kavuşturan Peygamber.
Yollan urgan gibi beline dolayıp yeryüzünün bütün bucaklarına hakikat
meşalesini, Allaha inanış ve Onun buyruklarına uyuş meşalesini taşıyan.
Samimiliğin hocası.
İhlâs çeşmesi.
Vaktinin büyük uyarıcısı.
Her peygamber gibi geçmişi bilen, geleceği gören.
Şimdiki z amam m değerlendiren.
Zamanın nabzını tutan.
Ateşin gerisinde duran, yine aynı unsurdan yaratılmış şeytanı avlıyan.
Şeytanı kovalayan, taşlayan, taşlatan ve bunu gelenekleştiren savaşçı.
İlâhî sayfalara muhatap olan. İlâhî söze, dost sözüne lâyık bulunan.
Tank gibi kullanıyordu ateşi şeytan. Ateşi şeytan yönetmek, yönlendirmek
ve peygamberi yakmak istiyordu. Kendi cinsinden olan ateşe buyruğunun
geçeceğini sanıyordu. Fakat rüzgârı unutuyordu. İlâhî rüzgârı. Tevhidin bad-ı
sabasını.
Ulu Peygamber Hazreti İbrahimse bu düşmanın çabasına gülüyordu.
O güldükçe çevresinde Ulu Güller açıyordu.
Harran gülü, Ur gülü.
Daha önemlisi İslâm Gülü, gülleri.
Buda’nın ulaşmak istediği yokluğun, nirvananın ötesidir bu. Nirvanayı Ateş
yaktı. Hazreti Mûsa’nın gördüğü Ateş. O Ateş ki Hazreti İbrahim’e maskeli bir
biçimde gelmişti. Aşk, naz ve niyaz perdeleri ile perdeli olarak. (Sonra aynı
Ateş Hazreti Mûsa’da kınından sıyrılan kılınç, kozadan akan ipek oldu.) Yine
aynı Ateş ki Zerdüşte inananlar onu sembolik olarak almadılar. Hazreti Mûsa
gibi de onu bir tecelli bilmediler; Hazreti İbrahim gibi de onunla kılıç kalkan
oyununa, naz ve niyaz diyaloguna girmediler. Onu Tanrı sandılar, Tanrı kabul
ettiler. Mısır’da Nil’e tapınılırken, Hürmüz ve Ehrimen ülkesinde ateş Tanrı
bilindi. Ateşin biraz daha gerisine bakamamanın yanılgısı hâkim oldu.
Ve Hazreti İbrahim gördü ki, Ateş, Tanrı bilindi. Su, Tanrı bilindi, Gök,
Tanrı bilindi, yıldızlar, ay ve güneş, Tanrı bilindi. Hükümdar, rahip, Buda,
Tanrı bilindi. Ve Tanrı, Tanrı bilinmedi. İnsanın bu düşüşü O’nun yüreğini
yaktı, onu ateşlere attı. Allaha perde olan bütün maskeleri yakmağa yemin
etti.
Hazreti İbrahim Allah aşkına yemin etti, yıkmak için putları, engelleri,
yakmak için perdeleri.
Yönetici sınıf, zengin zümre, halkı sömürdükleri ve ezdikleri yetmezmiş
gibi, ezilmişlerin ruhlarını da tutsak etmek ister. Kendilerini veya
kendilerini sembolize eden bir şahsı, bir aileyi putlaştırmaya çalışır. Mitler
silâhlarıdır. Demek ki, yetenekli halk sanatçısı, Allah vergisi kudretini,
taşa, mermere geçirirken, bir tanrı hükümdar canlandırmak, ebedileştirmek için
deha cevherini eritecek. Eğer, hükümdar Tanrı idiyse, halk sanatçısı onu nasıl
ebedileştirebilir?
O zaten ebedî değil midir?
Hem Tanrı olmak, hem halk
sanatçısının ebedileştirmesine muhtaç olmak, bir çelişme değil midir?
Ama Tanrı önünde aptalca hırs içine
düşen bu zümre çelişmeyi görebilir mi?
Görse de görmezlikten gelmeyecek
midir?
Ama onlar görmese de, görmezlikten gelse de, bu kez, halkın içinden,
sanatçıyı uyaran Tanrı elçisi çıkacaktır. Baba görünümünde olan sanatçıya
putların eleştirisini yapacaktır. Tanrıdan Haber Getiren. Hükümdar ve çevresindekilerin
Allah’a karşı duruşlarını oğul görünümündeki Haberci, baba durumundaki
sanatçıya işaret etti. Burdaki zulmü, aptallığı, gülünçlüğü işaret etti.
Maskeleri yırttı. Perdeleri sıyırdı. Duyguyu, Gerçek uyardı. Âzer i, Hazreti
İbrahim uyardı. İnanç Aydınlığı, Duyarlığı kıskıvrak sardı, kuşattı, daha
çocuk iken. Halkın harareti, yoksulun, ezilmişin Tanrıya olan özlem ve
bağlılığındaki ateşi, tahayyül edilmiş Tanrı biçimleriyle süslü tanrı hükümdar
ve çevresini sembolize eden maskeler, putlar, yani zulmâni perdelerin üzerine
yöneltmek istedi. Fakat buna karşı, put maske cephesi, suni bir ateş yaktı ve
bu ateşi Hazreti İbrahimin üzerine gönderdi. Yalancı realizmi, gerçeğin üzerine
yürütmek istediler. Fakat işitmediler ki öteden bir ses vardı : «Ey ateş,
İbrahim’e serin bir bad-ı saba ol. Evet, yeni bir sabah başlıyordu. Gerçek
halkın sabahı başlıyordu. İbrahim’in fecriydi bu. İlâhî bad-ı saba ile başlayan
ve ateşi güllere çeviren Hazreti İbrahim’in seheri. Yoksulların, ezilmişlerin,
halk içinden çıkan gerçek sanatçının seheri ve hepsini koruyucu kanatları
altında toplayan Allah Elçisi. Yeni bir devrim bu. Devrim değil, bir oluş, bir
diriliş bu. Tanrı halkının dirilişi. İnsanlığın yeniden, bir daha dirilişi. Bir
Milletin doğuşu.
Bütün kurumlarıyla, yönetim düzeniyle, inanış, duyuş, büiş ve yapışta
yenileniş, yeniden doğuş. Metafizik plandan en reel plana kadar diriliş. Bir
Milletin Dirilişi. İslâm Milletinin Dirilişi.
Âdemden ve Nuh’tan sonra İnsanlığın üçüncü atası olmak. Yeniden inşam
hayvanlığa düşüşten kurtarıp insanlık uygarlığı, mucize uygarlığı, İslâm
Milleti katma yükseltmek. Haceri Esved etrafında Tanrı Evi, Tanrı Evinin
etrafında bir Millet yükseltmek.
Üçüncü kez, insanlık, Hakikat Milleti haline gelecek. Üçüncü kez, insanlık,
Hakikat Medeniyetine şahit olacak. O medeniyetin, hakikat dirilişinin
kentlerini örecek.
Bir çağrıyla diriltiş. İnanan kalbin tam güvene kavuşması için, kuşta,
çiçekte görmek dirilişi. Ay, yıldız, güneş tanrılık iddiaları batar bu
dirilişte. Kuşlar haberler, bilgiler dirilir, canlanır bu yeni oluşta, bu
dirilişte.
Makro âlem büyüsünü kırar Hazreti İbrahim. Makro âlem hayranlığı din olmamalıdır
insan için. Bu bir kanıttır, inanç değil. Makro âlemdeki uyum, Allah’ın bir
lütfudur insanlığa. İnsan ezilmemeli bu ahengin altında. Bu ahengin
oyuncularını onun yaratıcısı sanmamalı. Ay, yıldız, güneş, uzak makro âlem
unsurları, müellif değil, rol sahibidirler, bu evrensel oluş ve akışta. İnsan
en büyük rol sahibi, bunların altında ezilmemeli dedi Haber Getiren. Çünkü :
insan hepsinden üstün. En üstün yaratık. Makro âlemde olan uyum, mucize harika,
mikro âlemde de sürüp gitmekte. En büyük mucize, harika, mucize uyum, orta
âlemde, insanda asıl. Bütün bunları haber verdi Haber Getiren. Haber Getiren,
getirdiği ateşten haberlerle perdeleri, habersizlik maskelerini, ses geçirmez,
hakikate karşı tecrit zarı yapılmış put perdelerini yakan İbrahim.
Haberlerinin kalesi, kulesi gibi dikti Hacer-i Esvedi, dünyanın ortasına.
Yerin ve göğün tanrılaştırılışına ayarlı insanlığı Allah’ın tanrılığına
ayarladı. Böylece insan yine şeref ve haysiyetine kavuştu.
Sen bir çölde ilerliyorsun. Devrilen bir çöl müsün?
Ay mısın ilerleyen bulutlar
arasında?
Gökler deviren ay mısın?
Çöller içinde kentler kuracaksın.
Çölleri kentlere çevireceksin. Çünkü: sen İbrahim’sin.
Allah yolunun dirilticisisin. Kızıl günah alevinin, ateşinin kararttığı
kalbi sevab seherinin gümüş rengiyle ışıldatansın.
Perdeler karanlığını ışıtan zemzem ab-ı hayatını, susamış insanlığa
dağıtansın.
İnsanları sınıfsız kitle yaparak Tanrı kulu olmak dışındaki ayrımları
önemsizi eştiren, ikinci plana atan bir psikolojinin sancağım diktin.
Sönmemek üzere şeytan perdelerini yakan, insanı ateş imtihanından başarıyla
geçiren, çileyle alnı parlamış, ermişlikle yücelmiş, mucizeyle, kevserine,
zemzemle yıkanmış ebedilik meşalesini bir kere daha insanlığın ufkuna sen
diktin.
En büyük imtihan, ateş imtihanı, perdeleri yakma imtihanı. Peygamberin
ulaştığı, üstün insanın ulaşma zorunda olduğu hakikat zirvesi. Birbirine
dolanarak ateşe atılmış, rahibin ve velinin cübbelerinden birinin yanıp öbürünün
yanmamasındaki sır. İhlâs sırrı. Gerçek inanış, samimilik. Var olabilmenin
ateşten imtihanından geçiren ve hakikate engel perdeleri yakan samimilik
harareti. Medeniyetler de böyle bir samimilik ateşinin kabarttığı kümbetler,
kubbelerdir. Ama, gücü ne olursa olsun, her fani varlığın ömründe ve her
hareketin akışında olduğu gibi bir gün gelir, bu samimilik özündeki ateş düşer,
kubbe de sabun köpüğü gibi deşilir ve söner. Bir başka anlatımla, var olanı
yıkıcı, müsbet olanı bozucu etkileri ulu bir ateş gibi düşünürsek, medeniyet
kubbe ve kümbetlerini bu ateşe dayandıran, samimiyet özüdür. Ateşte yandıkça
pişen ve adeta çelikleşen çömlek gibi, samimilik özünü koruyan medeniyetler,
dış şartlarda, sert şartlarda daha bir güçlülük kazanır. Hazreti İbrahim’i
samimiliği, ihlasıydı ateşten koruyan. Ateşi etkisiz bırakan. Bu samimilikle
Hazreti İbrahim, Tanrı dostu, hakikat dostu olmuştur. Çünkü hakikat bir fecir
gibi ancak samimiliğe ağar. Samimilik özünü kaybetmeyen medeniyet de zamanın
dostu, hakikatin mahrem-i esrarı, ebediliğin sevgilisi olarak kayrılacaktır.
Bıçak ve Kurban
İsmail, bıçak ve kurban.
Hazreti İbrahim, bıçak ve kurban.
Alınyazısı, bıçak ve kurban.
Hangi yandan ve hangi yönden bakarsak bakalım, insanın varoluşuna ve
varoluşun anlamına çıkıyor soru.
Hikmetlerden cevap bekleyen soru.
Ezberciliğin ötesindeki cevap bir trajedyaya benziyor. Ama sonun mutlu
olarak bağlanması, alınyazımızı sırf trajik yorumlamaya tâbi tutmaktan bizi
alıkoyuyor.
Eski Yunan yorumundan çok ıraklardayız. Ne baştan mahkûmluk, ne sonra
mahkûmluk, alınyazısı, gerçeğe sembol düş, insan iradesi, hep birlikte yaşam
öykümüzü öreceklerdir. Özeleştirili bir yaşam öyküsü bu.
Hazreti İbrahim eleştirecek; ama neyi eleştirecek?
Oğulun alınyazısını mı?
Hayır. Alınyazısını değil. Ama anlamını.
Oğulun anlamı, babanın anlamı, alınyazısı karşısında değerlenecek. Şaha
kalkacak, ama isyan için değil, alınyazısını ifade için. Bu değerlenişin, bu
şaha kalkışın üzerinde toplanmaktadır Tanrı Elçisinin dikkati, ruh dikkati.
Düşüş ve yücelik, bu özeleştiriden
doğar. Halbuki Oidipusda özeleştiri yok. Sonunda Oidupus’un kör oluşu ancak
fizik bir olaydır. Aslında Oidipus, alınyazısı karşısında baştan beri kördür.
Öyle düşlenmiştir Yunan uygarlığınca. Yunan alınyazısı
ideası öyle kurulu. Komedi de onun kontrastı olarak varolmuş. Yani eleştiri ve
özeleştiri olarak değil, daha güçlü şekilde belirtmek için simetrik bir fon
veya gölge olarak. Kaderin bu kesin ulaşılmazlığı ve erişilmezliği. Apollon’ca
davranışın açık yetmezliği yüzündendir ki, dionizyak [Şarap ve Bereket tanrısı
ile ilgili, Dionysus gibi; sefahat düşkünü, sefahate meraklı ] yaşantısı ortaya
çıkıyor. Kaderin acımaz buyuruculuğunun etkisi böylece idraki ortadan kaldıran
bir coşkuyla giderilmek isteniyor. Tasavvufta, tarikatlarda da coşku varsa da,
onu çevreleyen şeriat, genel değerlendirme ve anlam verme halkaları, yine
tasavvuf terimleriyle söyleyelim, alınyazısının iradede gerçekleşimi olan
inşam, «telvin»den «temkin»e çeker. Eski Yunanda, Diozinos, Apollona karşı,
hatta Apollonu da yüzüstü bırakmış olarak trajik alınyazısına karşı. Oysa
İslâmda, mistisizm, tarikatlar şeriata karşı değil; onun yanında, hatta, asıl
anlamında, onun içindedirler. Ondan doğarlar ve ona doğru giderler, onun
açılımı ve yorumudurlar. İnsanı ondan alırlar, ona hazırlarlar ve yine ona teslim
ederler. İmam-ı Rabbani Hazretlerinin belirttiği gibi akıldan sonra bir sarhoşluk,
sarhoşluktan sonra bir akıl merhalelerinden geçecektir bu yolda insan. Aklı da
içinde taşıyan bir sarhoşluk ve sarhoşluğu içinde taşıyan bir akıl kazanma
yoludur bu.
Bıçağın kurbana uzanışı için dillerin anlatamayacağı, akıllan durduran ve
gönüllerin ağırlığı altında ezileceği bir coşku gerek. Çünkü : bu kurban,
insandır, oğuldur. Alınyazısı mahkûm etmemiştir. Hakikat düşü, bu dilekte
bulunmuştur. Dönüp dolaşıp ateş imtihanına çıkıştır bu. Bir yargılama, bir
cezalandırma değildir bu, Yunan ideasında ve ondan sıçrama bir çizgiyle
şartlanmış Hristiyan teoriğinde olduğu gibi değildir. Bu bir mahkûmluk değil,
bir mazhariyetdir. Bu bir ceza değil, bir armağan. Ama pahalı bir mazhariyet ve
armağan. Mazhariyetin ve armağanın değeri ölçüsünde bir pahalılık. Bir kuyuya
iniş, bir bataklığa saplanış gibi, bir düşüş gibi değil. Bir dağa tırmanış,
yükseliş, yüceliş gibi. Öyle ki, dağın tepesine tırmanıncaya kadar çekmediğiniz
kalmayacak; ama bir başarırsanız, bütün bu sıkıntıları çekmeği göze alır da
dağın tepesine çıkarsanız, birdenbire bambaşka bir havayla karşılaşacaksınız;
bütün çektiklerinizi unutturan bir manzarayla karşılaşacaksınız. Ciğerlerinize
çekeceğiniz hava, size yeniden hayat verecektir. Çektiğiniz en acı ıstıraplar
bile anılarınızda tatlılaşacaktır. Ölümü aşmış ve yeniden hayata doğmuş
olacaksınız. Siz bu tırmanmaya mecbur değilsiniz. Yani siz, bir Sisiphos
değilsiniz. Sizi bu tırmanışa kimse mecbur etmedi, mahkûm etmedi. Ama siz dağın
zirvesine ulaşasınız diye bunu göze aldınız.
(Sisyphos (Yunanca Σίσυφος; İngilizce: Sisyphus), Yunan
Mitolojisinde,
Yeraltı Dünyasında sonsuza kadar büyük bir kayayı bir tepenin en
yüksek noktasına dek yuvarlamaya mahkûm edilmiş bir kraldır. Sisifos ismi
geleneksel olarak sophos (bilge) sözcüğüyle ilişkilendirilir; fakat bu
ilişkilendirme bazı etimolojik problemler içermektedir. Aiolos'un oğlu, Korint kralı Sisyphos tanrı-ırmak Asopos'a,
kızı Aigina'nın Zeus tarafından
kaçırılmış olduğunu söyleyerek Zeus'u ele vermesine karşılık kalesi içinde bir
pınarın akıtılmasını sağlar.)
Hazreti İbrahim, İsmail, bıçak ve kurban. Bunlar bir trajedyanın
kahramanları değildir. Bu öykü, bir alınyazısı öyküsü değil, bir irade
imtihanının, bir gönül imtihanının hikâyesidir. Burada eski mısır metafiziğinin
fatalizmi veya eski yunanın tabiat zaruretlerinin sembolleştirilmesi ve
mitleştirilmesinden doğma kör ve mahkûm edici alınyazısı anlayışı söz konusu
değil. Ortada ne Prometeus, ne Sisiphos mevcut. Allah önünde inanç ve ihlâs
imtihanı ve bu imtihandan doğan bir armağan, cennetin perdelerinin ardına kadar
açılışı, ebediliğin somut bir şekilde karşımızda canlanışı tablosudur görülen.
Hakikat site ve medeniyetinin harcında kurban kam vardır. Bir trajik unsur
olsun diye değil. İnsan gibi hayvanların da katıldığı dilsiz bir özveri yarışr
realitesidir bu. Babanın özverisi : oğlun kurban olmasına razı oluşu. Oğlun
özverisi: kendinin kurban edilişine başkaldırmaması, isyan etmemesi. Bıçağın
özverisi, yani cansız eşyanın bu özveri destanına katılışı : kesmemesi; öbür
canlıların, yani hayvanın özverisi : kurban olmayı kabulleniş şeklinde
yaratılmış bulunması. Bütün bunlar da, Allah’ın verileri, bağışları, nimetleri.
İşte, bıçakla kurban arasında trajik değil, destan!
Bir özveri medeniyeti gerçekleşmekte
böylece.
Hakikat erinin bu dünya hayatı, aslında, sürekli bir kurban töreni ve
ayinidir. Kim bu çizgiden çıkarsa, imanına şeytanın Mûsallat olmasından
korksun.
Bıçakla kurban arasında titreyen alev, böyle bir gerçeklik alevi, parlayan
şimşek böyle bir özveri ve erdem şimşeğidir. Samimiliğe aykırı ne bulursa yakan
bir samimilik şimşeği.
Sabır, tevekkül, rıza gibi, feragat, fazilet gibi medeniyet kavramları bir
demet gibi bıçak ve kurban modelinde sembolleşiyor.
Nasıl, her mümin kendi içinde kendisine bir oğuldan daha sevgili olan
nefsini hakikat önünde kurban etmeğe razı olmadığı sürece kendine açık
ilerleyiş yolunu bütünüyle almış sayılmazsa, hakikat medeniyetinin de, her an
kendi içinde özeleştirisini yapan, ruh tıkanıklık ve tükenikliklerinin
karşısına kılıçla, ateşle dikilen bir İbrahim’e ihtiyacı vardır.
Sürekli olarak kendini medeniyete adayan sanatçılar. bilim adamları, askerler,
devlet adamları, inanç kahramanları onu yaşatan kurbanlardır.
Sürekli sınav, sürekli özeleştiri, sürekli fedakârlık ve feragat, sürekli
samimilik, insan ruhunun kemalini de, medeniyetin üstünlüğünün devamını da
sağlayan temel faktörlerdir.
Ta, ayın önünde yıldızların, güneşin önünde ayın, Allah’ın önünde de
güneşin kurban edildiği metafizik alan kahramanlığından beri bu gelenek
temellenmiştir. Ve öylesine temellenmiş ve gelişmiştir ki, sadece metafizik
planda etkinliğini göstermekle kalmamış, her an aynı kurban sembolizmi içinde
toplum ve tarih planında da bir seri gerçekleşmelerin kaynağı olmuştur.
Hazreti Hüseyin’in ve beraberindekilerin hakikat uğruna kendilerini kurban
olarak adaması, İslâm medeniyetinin fedakârlıklar üzerine kurulu olduğunun baş
örneğidir.
Evet, işin trajik yarın tarihî suçlulara aittir, ama işin destan yanı da
hakikat imanına ve o imanın bayrağı altında bir orman gibi gelişen İslâm
uygarlığını:.
Kendini medeniyete adamak. Hazreti
Hüseyin geleneği. Allah’ın lûtfuna bu dünyadayken ermek.
Adeta ruhunun önünde nefsini kurban edip melek kanatlarıyla daha bu
dünyadayken donanmak. Hakikat medeniyetinde kahramanlığın anlamı budur. Ve bu
anlam, Hazreti İbrahimden bugüne kadar pratik alanda ifadesini bulmuştur.
Sürekli sınavdan gözlemeye ve destansı fedakârlık düzeyine çıkmak.
Değerlerin heyecan dönemini toplumun bütün katlarında yayılı hale getirmek.
Heyecan, düşünce, inanç arasında sıkı ilgiyi sürekli olarak koruyabilmek.
Realizmin idealizmi öldürmemesi için toplum ruhunu uyanık tutma. Toplum
faaliyetlerinin hepsine, sıdk ve sadakati, vefa ve samimiyeti, hayatın özü ve
özsuyu gibi sunma.
Bıçak ve kurban psikolojisini sürekli olarak toplumun üstünde kutsal bir
bayrak gibi, insanlığın üstünde bir diriliş sancağı gibi taşımak.
Bir bunalım sancağı olarak değil, bir kabulleniş sancağı olarak bu
psikololjiyi kendi öz geriliminde tutmak.
Realite, sembol ve hakikat arasındaki bağlantıyı gözden kaçırmamak.
Çağı ve zamanı, kan tazeliğinde bir şuurla diri tutmak.
Ruhun zaferini maddenin üzerinde gözle görünür bir egemenlik iziyle
donatmak.
Bıçak ve kurban psikolojisinde yine de ruh serinliğini ve soğukkanlılığını
muhafaza edebilmek.
Tanrıya güvenini yitirmeme.
Bekleme ve umma.
Tanrı için, Tanrı inancı için bir işaret belirleme.
Ve o işaret çevresinde bir kent örme.
Kentleri uygarlıklara, uygarlıkları kent ruhuna bağlama.
Böylece hakikata sürekli olarak şahit olma. Sonsuzluğun, ebediliğin
kıyısında yaşayarak karanlığı yırtma.
Gelip de kaplayacak olan zulmü ve şeytan egemenliğini yıkma. Ona karşı
direnme.
İlerde anacağız, nasıl ki, karınca, Süleyman’a hikmet dersi verdi. Küçük
dünyanın yılmaz işçisi, Büyük Dünyanın Saltanatını elinde tutana verdi
dersini. Ta ki Yaratanın gücü belli olsun, anlaşılsın istendi. Bunun gibi,
Sinek de Nemrud’un karşısına çıktı. Bir fark var arada : karıncanın işi
uyarıydı, bir öğüt. Saygı ve sevgi dolu bir öğüt. Ama sineğin görevi, Nemrud’u
cezalandırmak, hatta yok etmekti. Onun gurur dolu başını patlatmaktı. Göklerin
kalesine dikilmek için yükseltilen zalimin bayrağım ufak bir yaratığın gücüyle
yere çarpmaktı. Zulmün sembolik levhası Nemrud, bir sineğin kanat çarpışı ve
çırpışıyla devrilecekti.
Her planda hakikat, kendi hükmünü yürütmekte. Şuracıkta sinek Nemrud’u
yere çarpmakta. Biraz ötede, yükselen Tanrıevi önünde bıçak ve kurban şimşek
ve sağnakları içinde devrilen fani sevgilerin ve bağlılıkların arasından
gerçek sevgi belirmekte. Hakikat, kupkuru, soyut bir bilgi değildir artık.
Hakikat somutlaşıyor, Ruh, damarlarım kalbe uzatıyor. Veya kalb ve zihin, ruh
tapınağının eşiğine başlarını uzatıyorlar.
Hakikat medeniyeti do öyle. Hakikat Medeniyeti, insanların sığınacağı
Tanrıevidir. Ve o Tanrıevinin temelini şehitlerin kanı sulamıştır. Bu çeliğe,
hakikat kılıcının çeliğine şehit kanıyla su verilmiştir.
Şehit nedir?
Toprak uğruna ölen midir şehit?
Hayır. Bir anlam uğruna, hakikat
ülküsü uğruna ölendir şehit Toprak da, ancak, hakikat ülküsünün yurdu olursa
uğruna ölünmeyi hakkeder. Ve hiç bir karşılık beklemeden, İlâhî medeniyet
uğruna canını veren insana, bir anda, perdeler sıyrılarak hakikat çırılçıplak
gösterilir. Hak dolaysız gösterilir. Bu sebeple o «görmüş» olur. O görmüş, duymuş
ve tatmış olur. Böylece beş duygu dünyası öteye gider, öte de beriye gelerek
beş duygu âlemini kendisine katar.
Bıçak ve kurbanın karşılıklı alıverişinden insanın metafizik özgürlüğü
doğacaktır. Tarihî ve sosyal özgürlüğü de bundan fışkırabilir ancak. Metafizik
özgürlük, Tanrı dışında ruha hükmedici bir güç tanımamaktır. Tanrıya teslim
oluş, fani teslimiyetlerin sona erişi demektir. Tanrıya köle olmak mı?
Evet, şeytanın aldattığı çağdaş zihin
böyle bir parlak soruyla karşısına çıkacaktır inanmış insanın. Ama boşuna.
İnsanın Tanrıya köleleşmesi söz konusu değildir. İnsan Tanrının kuludur. Doğası
itibariyle böyledir. İman, bunu kabul etmektir. İman, kalbde olanı tasdiktir.
iman paslanmış kalb altınını paslarından arındırıp ortaya çıkarmak demektir.
Kabul etmeyense yapışkan bir maddeye yakalanmış kelebek gibi ömür boyu
çırpınıp duracak ve bir gün hayat yaldızları dökülüp toz olunca bu inkâr
macerası da sona erecektir. Aklı durduran büyük varlık senfonisinde bu inkâr
kelebeğinin kanat cızırtısı nedir ki?
Bu orkestrada her tel ve her saz,
her ses vardır. Uyumsuzluk, büyük uyumun ortaya çıkması için ufak kontrpuanlar
mozaiğidir. Eşek anırtısı da vardır elbet yeryüzünde. Ama bu anırtı, bülbül
sesini yok edemez. Eşek anırtılan, kuşlar cennetinin dikenli çitine çarpar ve
cehennemin derinliklerinde kaybolur.
Ah!
Evet, varoluş, bir Yitik Cennetin
ortaya çıkarılışı dâvasıdır. Kavgamızın, iç ve dış kavgamızın sebebi bu.
ölümle hayat arasında iki yana da çarpa çarpa dönüşümüz ve bu başdöndürücü
hunide kendimiz gibi dünyamızı da döndürüşümüz bunun için.
Tanrının kulu olmayı bir alçalış gibi gören züppe ruh, farkında değildir
ki, Tanrıya köle olunmaz, ancak kul olunur. Köle oluş, ancak insanların
kendileri arasında doğan bir düşüş ve alçalıştır. Kimi zaman, alçalan ruh, başka
bir insanın veya bir sembolün kölesi olur. Bu kölelik onun elini kolunu bağlar.
Onun gerçek özgürlüğünü yok eder. Tanrıya kul olmak, Tanrıya teslim olmaksa
insana kendi özgürlüğünü buldurur. Kendi öz damarına inmiş olur insan böylece.
İşte o anda insan Allah’a şahdamardan daha yakın olur. Ve işte o zaman, insan,
Tanrının halifesi olur, işte o vakit, kuyunun ağzındaki İlâhî ışık aydınlatır
yanımızı yöremizi, işte o vakit, kutlu bıçak yırtmış olur karanlığı. İşte o
vakit, kurbanın kutlu kanı, bir bereket gibi Tanrıevinin toprağına akmış olur.
Tarihî ve sosyal özgürlük, bu şehitler ve kurbanlar kanında ebedî bir filiz
gibi göğerir. Susayan ve hıçkıran her çağ, gerçekte o bıçağı ve kurbanı
çağırmıştır. Kutlu bıçak ve kurbana bir çağırıştır insanlığın çırpındığı
çağlar.
Bıçak, kutlu bıçak mümin ruhun önüne dikilir ve durmadan der ki : «Hep
radikal ol, radikal kal. Oportünist olma. Oportünist olursan bir gün çöker
gidersin. Hep köklü davran. Sorunların korkmadan sonuna kadar, en derin
noktasına kadar in. Kurban psikolojisini hiç yitirme. Nefsini hep boğazla.
İnsanlık uğruna, kutsal ülkü uğruna sürekli olarak kurban olabilecek bir
yücelikte tut ruhunu. Ruh düşüşünden koru kendini. Hıristiyanlığın fantezileri
seni aldatmasın. Düşüşün övgücüsü olma. Düşüş başa gelince de umutsuzluğa
düşme. Skandal tutkunu olma. Dayanıklılığın olmalı düşüşlere, skandallara
karşı, ama, bu güven seni onlara daldırmamalı.»
Bıçak ve kurban .. Ateş ve perdenin başka bir anlatımıdır. Ateş sınavının
başka bir yüzüdür. Cehennemin buzlu camında sinek ve Nemrud’un sembolleştirdiği
şeyin simetriği şehadet cennetinde bıçak ve kurban; kurban ve İsmail, Ateş ve
İbrahim’dir.
Bütün bunlar, ruhun, özgürlük için özgürlük değil, Tanrı için özgürlük
kavgasıdır.
Müridin şeyhe teslim oluşu, sadece bir terbiye yöntemidir. Geçicidir.
Tanrıya teslim oluş eğitiminin başlangıcıdır bu. Yoksa şeyhi putlaştırma olur
ki İslâm bu putlaştırmaya karşı çıkmıştır, buna karşı çıkıştır.
Medeniyet, ruhun dışa vuruşudur, Onun kavgaları, içimizin kavgalarıdır.
Bıçak ve kurban alış verişi, tarihin ve toplumun olduğu kadar içimizin de bir
alışverişidir.
Millet-ören
Din ve medeniyet, bir millet örüştür bir yanıyla da. Tabii, bu millet
kavramım, bugünün kısır millet anlayışıyla karıştırmamalı. Millet, ne bir ırk,
ne bir dilin toplayıcı aksiyonundan doğar. Gerçek Millet, bir inanç etrafında
örgütlenişten doğar. Toplum, sosyolojik bir ifadedir. Milletse, toplum, tarih
ve inanç, bilinç ve geleceği hedef alan bir örgütleniş iradesinin
somutlaşmasıdır. Millet, hakikat uygarlığını gerçekleştirme görevini ruhunun
tek yaşama besini yapmış, ülkü toplumudur.
Bugün millet denen realiteler, aslında asıl milletin parçalarıdır veya
ancak parçaları olabilir. Veya parçalarının sapmaları.
Hazreti İbrahim de böyle bir millet örgücüsü idi. Hakikat Milletinin
örgücüsü. Dağılmış bulunan Hakikat Milletini hakikat medeniyeti odağında
yeniden toplayan bir önder. Tanrı tarafından Milletin yeniden oluşunu, dirilişini
gerçekleştirmeyle görevlendirilen önder. Kâbenin, Hacer-i Esvedin bir ağaç kökü
gibi tutması ve insanlığın Tanrıevi etrafında, hakikat medeniyetini yeniden
yeşertmesiyle görevli. İsmail’in kanı veya o kanı sembolize eden kan diri
tutacaktır ağacın kökünü.
Babanın diktiği ağacı, oğul, kam pahasına koruyacaktır. Medeniyet
binasının inşa edildiği mermer, kahraman kanı, fedakâr insanların kanıyla diri
kalır. Toz duman olmaktan korunur. Her zaman o uğurda can vermeye hazır oluş
iradesi, medeniyet ağacını ayakta tutar ancak.
Kana susamış bir canavar değildir şüphesiz medeniyet. Ama onu besleyen
enerji, insan kanı gibi değerli ve azizdir. Hakikat medeniyeti, kan emici değildir.
Ama, kahraman ona kanını sunan bir ülkü eridir. Firûze kılıçlardan yapılı bu
kâsede hakikatin mutlu ve iyi yürekli devine sunulan bu kan, gerçekte bir
çocuğu besleyen süt gibidir.
Hazreti İsmail’in kurbanlığıdır bu. Yenileyici gençliğin kurbanlığı.
Dirilişçiliğin kurbanlığı.
Medeniyetler ve milletler, hakikatin tarih içindeki gerçekleşiminin eşya ve
insan perspektifli kesimleri, her alandaki kahramanların omuzlan üzerinde
yükselir. Devamları da buna bağlı. Bu yüzdendir ki kuruluş hep bir mitosla,
bir destanla birleşir.
Binaların temeline akıtılan kurban kanı gibi, kan değerli ülkü ve emek
yerleşecektir medeniyetlerin temeline.
Hakikat medeniyeti, üç gücün bileşkesi
sonucunda ya yükselişe, ya durgunluğa, ya düşüşe yönelir. Bu üç güç : yıkıcılık,
yapıcılık, kuruculuktur. Bu üç güç, Kur’ân’da, solcular, sağcılar, öncüler
(yarışanlar) diye anılan üç topluluğa karşılıktır. Eğer yıkıcılar, öbür ikisinden daha ağır basarsa toplum düşüş ve yıkılış
çağına girer. Yapıcılar ve kurucular daha ağır basarsa, o toplum ilerlemektedir,
denge halinde de durgunluk var demektir.
Bir benzetim kullanalım burda. Meşale benzetimini. Kurucular, meşaleyi
tutuşturanlar, yapıcılar, meşaleyi taşıyanlar, yıkıcılar da meşaleyi
söndürmeye çalışanlardır. Hakikat meşalesini. Yol gösteren, toplumu, milleti
karanlıklardan ışığa çıkaran meşaleyi.
Yıkıcılar günübirlikçilerdir; kurucular, kalıcı olanın peşinde olanlardır.
Öncüler kahramanlardır. Her alandaki kahramanlar. Yapıcılar, hep, bu
kurucuları, yani öncüleri izlerler. Onlar bir medeniyetin arketipleri gibidirler,
örnekleridirler.
Hazreti İbrahim’in hayatı, hakikat medeniyetini yaşatıcı özlerin
sembollerini toplayan kutlu bir dergidir. Mağara dönemi, metafiziğin
temellendirilişi dönemi. Ateş üstünde imtihan, iradenin olgunlaşması çağı,
uygarlık kişisinin ortaya çıkışı. Kabe’nin yapılışı, toplumun, milletin doğuşu
ve böylece medeniyet yapısının her yönden bütünlenişi dönem veya çağı. Kuş
parçalarının tepelerden çağrılarak kuşun dirilişini görüş ise, sarsılan,
yıkılışa yüz tutan bir uygarlığın dirilişine ışık tutmaktadır. Çünkü: yıkılış
ve düşüş, gerçekte unsurların çözülüşüdür. Diriliş ise, asıl unsurları bir
araya getirdikten sonra onlara üflenecek ruhla yeniden oluştur. Bu can verme,
bir çağırışla vasıflandırılmaktadır Kur’ân’da. Kuşların dirilişi örneğinde
şüphesiz asıl can veren Allah olduğuna göre, Hazreti İbrahim’e, dua, onu
isteme düşmektedir. Duamn kabulü can verme ile gerçekleşmektedir. Düşmüş bir
milletin ayağa kalkışı, bir önderin ortaya çıkışı, hakikate çağırışı ile
başlar, unsurlardan yavaş yavaş bir araya gelir ve takdirde varsa, canlanış ve
diriliş gerçekleşir.
Hakikat uygarlığının son ve en ileri hali olan İslâm Medeniyeti de,
doğuşundan sonra karşılaşacağı sarsılış, düşüş ve yıkılışlara karşı, veli,
müceddit (tazeleyici an lamında yenileyici) ve son yokolma tehlikesiyle
karşılaşmada İslâm toplum ve medeniyetinin dirüişine önayak olan kurtarıcı
(Mehdi), kavramları da, ölümden sonra dirilmeye örnek olarak gösterilen bu kuş
dirilişinde sembollenmektedir.
Peygamber hayatı, baştan aşağı bir medeniyettir. Hakikat medeniyetidir.
Hakikat Medeniyetini bir ağaca benzetirsek, o ağacın çekirdeği gibidir
peygamber hayatı. Medeniyet, bu hayatın açılımından ibarettir.
Tanrının yeryüzünde halifesidir insan. Tabii ki, şeytanın gölgesi olmayı,
Tanrı halifeliğine yeğ görmediği, tercih etmediği sürece.
Hakikat uygarlığını o gerçekleştirecek. İnanmışlığı, İslâmı o varoluş
kalesi yapacak, bilinç toplumunu o örgüt örgüt biçimleyecek ve özleştirecek,
ebedîlik düşünce ve sanat tohumlarım o saçacak, bütün bu aksiyonların kudret
aynasında tecellisi olan Devlet’i o kuracaktır.
Hakikat uygarlığının varoluş hikmeti önderliği Hz. Âdem, varoluşun
temellenmesi Hz. Nuh, inanç temellenmesi öncülüğü Hz. İbrahim’de gerçekleştiği
gibi, Devlet düşüncesi, ilkeleri ve girişimi de Yusuf Peygamberin hayatım
dolduracaktı.
Bu hikmetin sancağı da onun eliyle dikildi insanlık kalesine, hakikat
burcuna.
Bir başka deyişle, Allaha inanmış ve onun uygarlığını gerçekleştirmeyi
ülkü bilmiş insanlık olarak, Hazreti Âdemle yaratıldık, Hazreti Nuh’la
yaradılışımızın varoluşuna çevrilişini kesinleştirdik. Hazreti İbrahim’le
İnanmışlar Milletini ve Toplumunu kurduk. Hazreti Yusuf’la da Devletini kurma
ödevi belirdi.
Daha doğrusu hepsi baştanberi varolan, latan durumda bulunan veya yeteri
kadar gözüken bu varoluş derecelerinin her biri zamanı gelince tam açılımını
yaptı bir peygamberde. Ve o peygamberin hayat ve tutumu, o varoluş katına bir
sembol oldu.
Hazreti Âdem’de tohum toprağı tuttu; fazlalıklar çürüyüp döküldü; Hazreti
Nuh’da kökler saldı tohum. Özüyle yokoluştan kurtuldu. Hazreti İbrahim’le de
filiz topraktan başını çıkardı. Gövde oluşmaya başladı. Gövdenin kalınlaşması,
kabuk bağlamaya başlaması. Onu dış etkilerden koruyucu kuvvetlerle donanması
dönemi ise Hazreti Yusuf’la başlar. Hazreti Mûsa, Davud ve Süleyman’la süreç
olgunlaşır. Devlet, Dünya Devleti olmaya doğru gider. Dünya Devleti; ama
dünyacı devlet değil.
Uygarlık, bazı tarih düşünürlerinin iddia ettiği gibi, bazılarının da bu
iddiayı eleştirdiği gibi, sadece toplum sistemi veya örgütlenişinden ibaret
değildir kuşkusuz. Ondan önce inançlar, ülküler, düşünce ve sanatlar temelde
yer alır. Ama, yine de bütün bu teorik yapılar, ancak toplumun onu kavraması ve
devlet kanalıyla eşyaya hâkketmesi ile uzun süre yaşama imkânına kavuşurlar.
Devlet veya toplum uygarlıkla eşit demek değil, şüphesiz, ama, devletsiz ve
toplumsuz uygarlık da kâğıt üstünde kalmaya, tatlı bir esinti gibi gelip
geçmeye mahkûmdur. Onun için, Toplumunu, Milletini Hazreti İbrahim’in kurduğu
Hakikat Uygarlığının bir de devlet gelişimi olacaktı. İşte, Filistin
dağlarından Nil kıyılarına inen peygamber, insanlığın bu büyük umudunu
gerçekleştirici İlâhî bir misyonun sahibiydi.
Hazreti Yakub’un evi, bir devlet ekolüydü adetâ. Orda, bu ocakta yetişmiş
olan Hazreti Yusuf, ilkin kardeşlerinin ihanetinden başlayarak, kölelik,
esaret, hizmet adamlığı, zindana düşüş gibi devlet kişi ilişkilerinin en
acılarından geçerek pişecek, çilesini tamamlayacak ve nihayet, Dünya Devletini
teslim alacaktı.
İhanet, iftira, politik unutkanlık gibi devlet adamının karşılaşacağı bütün
haller ve durumlar onun da başına gelecekti. Ve geldi. Ve bütün bu merhalelerde
sabır ve irade imtihanını vermesini bilecekti o. Ve bildi.
Ve bir de skandal karıştırılacaktı işin içine. Kadınların gözü devletin
üzerindedir hep. Politika, geleceği sırtında yüklenmiş olanı, skandal
çerçevesine alıp boğmak ister. Ama, hakikat kılıcı bu çemberi parçalayacaktır.
Peygamberin kolunda devlet kası, hiç bir demir çemberi sınır bilmeyecek bir
şekilde gerilmiştir.
«Aziz» tesbit etmişti Hazreti Yusuf’un mâsumluğunu. Ama, o bir devlet adamı
olarak iyi sezmişti bu kölenin devlete yönelik alınyazısını. Ona karşı koymak
istedi. Çünkü : o düzeni temsil ediyordu : kurulu düzeni, yani statükoyu.
Hazreti Yusuf’sa değişmeyi, bir anlamda gerçek devrimi. Onun için O zindana
gidecekti.
Ve temel öğreti, Hazreti İbrahim’in öğretisi, zindandan gün ışığına
yayılmaya başladı. Vahyin ışıkları gömülü bir hâzinenin mücevher kutusu gibi
ışığını topluma saçtı. Firavuna kadar gidecekti bu ışıklar. Ve onun şuuraltına
geçecek, onun rüyasında sembollerle görünecek, çözüm bekleyen bir düğüm
olacaklardı. O zaman düşleri ve olayları yorumlayıcı Peygamber, kılıcıyla bu
kördüğümü ikiye biçen İskender gibi çağrılacaktı. Zindandan saraya çağrılacaktı
o.
Zindan ve saray, işte böylesine birbirine zıt, yine de böylesine birbirine
içten açılan devletin iki ucu. İki kanadı devletin.
Doğruluk ahlâkı, Hazreti Yusuf’un ahlâkı. İşte, Hakikat Uygarlığının
Devletini kuracak ve yaşatacak devlet adamının ahlâkı. «Ben nefsimi aklamam;
çünkü nefs, kötülüğü buyurucudur. Ancak koruyucu Allah’tır» demenin ahlâkı.
Mısır’da, sessiz sedasız tarihin en büyük devrimlerinden biri oluşuyordu.
Tanrı hükümdar, bir kölenin, hem de suçlu görülüp zindana kapatılan bir kölenin
eline terk ediyordu Devleti. Daha doğrusu Tanrı hükümdarlığın yıkılışım
onaylıyordu. Belki sonraki Firavunlar bunu dirilteceklerdi. Fakat Hazreti
Yusuf’un attığı tohum yeniden boy verecekti ve Hazreti Mûsa’nın çıkışı böylece
mümkün olacaktı. Ve Davud ve Süleyman Peygamberlerle parlak dönemler
yaşayacaktı Hakikat Devleti. Sonradan sarsılıp yıkılsa bile, Hakikat
Uygarlığını son ve en mükemmel şekilde kurup gerçekleştirecek olan Son Peygamberin
eliyle yeniden kurulacak ve en son, “Yüce Devlet” in 20. yüzyılda çöküşüne kadar sürecekti. Ve şimdi yeniden onun doğuş
acılarını yaşıyoruz. Yani diriliş sancılarıdır çektiğimiz. Diriliş ağrıları...
İşte Hazreti Yusuf’un peygamberliğinin galib hikmet vasfı böyle temelli ve
ebedî bir vasıftı, bütün peygamberlerin peygamberlik vasıflarında olduğu gibi.
*
*
Fakat biz başa dönelim ve biraz daha derinleştirelim düşünceleri bu konuda.
Eğilmek. Kim kimin önünde eğilir?
Bir boyun eğiş. Boyun eğdiriş düzeni
olan devlet, nerden doğuyor?
Tanrı halifeliği hangi ateş
dönencelerinden geçiyor?
İnsan, eğilme ve eğilmeme arasına çekilen keskin bir çizgidir. Daha doğrusu
bu iki psikolojinin kendi alanlarına dağıtılmaları, yerli yerince
bölünmeleridir.
İnsan, Yaratıcı’nın önünde eğilendir; Tanrı önünde eğildiği gibi, Tanrı
yolunda da eğilendir. Buna karşılık, o, kendi nefsi önünde eğilmeyen, tabiata
ram olmayan, eşyanın ve maddenin buyruğuna girmeyendir.
İnsan, eşyaya, boyun eğmenin, eğdirmenin fizikötesi damgasını basandır.
Allah’ın hakimiyeti mührünü basacaktır varoluşun alnının ortasına.
Bundan ötesi de vardır : nüanslar dünyasındaki oluşlar. İnsanlar da
birbirlerinin önünde boyun eğeceklerdir, birbirlerinin boyunlarına boyun eğiş
mührünü basacaklardır. Birbirlerinin putlaşmış, putlaştırılmış nefsleri önünde
değil, tabiatı sembolizasyon malzemesi olarak kullanan içgüdü veya kıyamete
kadar fizikötesi muhalefet liderliğini yürütecek olan akıl kundakçısı şeytan
buyrultuları önünde değil, Mutlak gerçeğin, fenalık aynasında yansıyışını ve
ona ebedîlikten bir soluk, bir koku ve bir görünüş aşılayışını bir senfoni
gibi yönetmekle görevli üstün insanların önünde eğilirler; Ruhunu geliştirmek,
olgunlaştırmak ve fiziği aşkın olana bitiştirmek için insan, demircinin
önünde eğilen kızgın demir gibi eğilir.
Hakikat Medeniyetinde Devlet, kavuşulan bu manevî lûtfun, toplumu buyruğuna
alışıdır. Allah’ın halifeliği, inanmış ruhları böyle bir safta toplama
vazifesidir. İnanmış insanlar seve seve bu buyruk düzenine girerler. Bu halifeliğin
özelliği, namazın özelliği gibidir. Allah önünde olma ruhu, her işte, toplumun
bütün yaşayışında, devletin bütün karar ve uygulamalarında, insanların
birbirlerine, öbür yaratıklara ve tabiata karşı davranışlarında, namazdaki
gibi yansıyacak, namazdaki gibi yayılacak, namazdaki gibi, iç oluş ve dışa
vuruşlarda fizikötesi bir anlam kazanacaktır. İnsanın ve toplumun üstünde hep
böyle ebedî bir kartal gölgesi bulunacaktır. Bu anlamın ışıklan altında,
oluşun gölgesi, bir ikindi gölgesi gibi uzun ve derindir.
«Allah, insanı kendisine tapması için yarattı,» kutsal ölçüsünün gerçekleşmesi demektir ruhun bu konuma ulaşması. İnsan,
Allah önünde, dolaylı veya dolaysız sürekli tapınma halinde olacaktır. Namaz,
yüzüğün kaşı gibi, bu genel tapınmanın yüreğim oluşturur. Onun dışındaki bütün
yaşantı, ona bir hazırlanış, bir fondur. Hayat, Allaha tapmaya hazırlanış,
tapma ortamını hazırlayış, tapış ve tapınmadan çıkış dönemlerinden oluşan bir
genel tapınma olayıdır. Tapınmadan çıkış bile, gerçekte bir çıkış değil, bir
ayrılış ve kopuş değil, yeniden girişe hazırlanmak için geçici bir ayrılıştır.
Soluk alıp vermelerde hayatın sürmesi gibi Allaha tapınma düzeninin bütün
ihtişamıyla devam etmesi, hayatımızı dolduran vakaların ana mihveri, amacı
olur. Bu amaç için yaşar insan. Bu amaç için boyun eğer öbür kardeşlerine ve
onlara bu amaç uğruna boyun eğdirir.
Bu amaç için, toprak kadar mütevazi olmak gerektir. «Toprak baba» olmak
gerek. Bu amaç için su kadar akışkan, hava kadar esiri, gün ışığı kadar
aydınlık ve içe işleyici, ateş kadar arıtıcı, kendi nefsini ve posaları yakıcı
olacaktır insan. Allah’ın yeryüzündeki halifesi insanda, bütün bu yaratılış
özellikleri, madde ve zaman zerrelerine inişte bile, bu amacın şuur ve aşkını
anıtlaştırır. Toplum ve Devlet de, bu metafizik amacın, realist ve lirik, en geniş
ve yüce örgüsüdür.
Hazreti Yusuf, insanlara boyun eğdirerek, ruhların üzerinde yükselecek yüce
devlet kalesini kurmak için, boyun eğiş bölgelerini bir bir dolaşma zorunda
bırakıldı alınyazısınca veya alınyazısı gereği. Ölüm tehlikesiyle karşı karşıya
kalış, satılış, kölelik, hizmet adamlığı, hapis hayatı, unutuluş... bütün bu
manevî örslerde ruhun döğüle döğüle çelikleşmesi ve gerçek özgürlük olan Tanrı
halifesi olma şuurunun bilenişi. Aslında ruh hiç bir zaman esir olmamıştır;
kapalı kapılar ardında ve zincirler içinde, Peygamber Ruhu, hür ve Allah’la
beraberdir. Her yerde hazır olanla insan arasındaki madde, nefs, şeytan ve tabiat
perdelerini bu çileler kırmış. Ruh, Ulûhiyet âlemiyle sürekli bağını koruyabilmiştir.
Trajedi ve dram, evrensel oluşta, tesirlerini yitirerek, ruhun özgürlüğünü
koruyuşu önünde saf birer akış haline gelmişlerdir. Razı oluş, alınyazısı
buyruğunu adeta ruhun kendi isteği ve saf eylemine dönüştürmüştür.
Allah’ın peygamberi, öyle bir mertebeye ermiş ve daha doğrusu
erdirilmiştir ki, baba Yakub da, düşman Firavun da O’nun önünde eğilecektir,
boyun eğeceklerdir O’nun yasasına. Çünkü : Hazreti Yusuf’un önünde eğiliş,
İlâhî iradenin önünde eğiliş olmuştur artık.
Af ve merhamet :acıyış ve bağışlayış, bu yücelişin insanlara doğru açılan
iki penceresidir. Peygamber, insanlığı buğday ve para dizginleriyle
zaptedecek, bu çılgın ata gem vuracak, ama aynı zamanda acıyış ve bağışlayış
kollarını uzatarak onu bağrına basacaktır.
Nefs sürülerinin güdülüşü, ruhların, Ruh Sultanının buyruğuna verilişi,
dünya imarına ruh ve erdem üflenişi, Cennette sembollenen İlâhî Siteyi dünyayı
yaklaştırmaya çalışış, bütün bunları gerektiren ilim ve sanat, Hazreti Yusuf’un
yol göstericiJik ve yöneticiliğinde toplandı. Hakikat Devleti, Dünya Devleti
olarak da gerçekleşti böylece.
Böylece bir kere daha karanlık aynalar ışıdı. Karanlığın lâmbaları söndü.
Aydınlığın lâmbaları bir kere daha yandı.
Peygamber düşü, çocuk düşü, mahpus düşü, hükümdar düşü, ağdı Hazreti Yusuf’un
eline ve alnına. Düş, dünya realitesine dönüştü. Zindanın saraya, esirliğin
vezirliğe dönüşmesi gibi.
Yüce dağlara giden sürüler güneşten ve kartal kanatlarından birer parça
toplayarak geri döndüler.
Bakır parçalan altına dönüştü bu İlâhî simyada.
Hakikatin zafer asmaları yine sarkıttı salkımlarım.
Yürüdü erdemin özsuları insanlığın atardamarlarına.
Hazreti Yakub, hem bir hazinedir, hem bir hâzinenin bekleyicisi,
koruyucusudur. Yakuttur, hakikatin yakutudur. Ama bu yakut, öbür değişik bir
yakutun eğiticisidir. Yakut, yakutu erdirir. Yakut, yakutu ulaştırır. Güneşin
ışıklarını toplayıp özüne katar. Ocaktı Yakub’un evi. Kutsal emanet ocağıydı.
Yol gösterici, yönetici ocağı. Hazreti Yusuf mucizesinin birinci tabakasıydı
bu yuva, Mucizenin yatağıydı. Aslan, yatağından belli olduğu gibi, çıkış yeri
önemlidir gelecek fatihinin.
Allaha mecazi olarak «'Padişah» denmiştir. (Gerçekteyse ancak padişahlara
mecaz olarak padişah denebilir). Devlet, en çok İlâhî kudretin göründüğü
insanlık kurumu ya da kuruluşudur. Yitik Cennet’e kendi örgütlenişleriyle
varmak için insanlar, devletten geçerler...
Devletten sert ne vardır?
Devletten yumuşak ne vardır?
Devlet, bir gün yeryüzünden kalkar
mı?
Kalksa bile yerini alacak kurum,
devlet özelliğine yakın bir yapıda olacaktır şüphesiz.
Marx’ın yitik cennet yanılgısı burda. Devleti ortadan kaldırmak gerçekte
hiç bir şeyi değiştirmeyecektir. Çünkü, ortadan kalkacak olan onun ruhu değil,
biçim ve görünüşleri olabilir. Yoksa, devletin gerekli dozdaki katılığı,
realizmi ve gerekli dozdaki af ve merhameti, insanlar için kaçınılmazdır ve şu
veya bu biçimde insanlıkla birlikte sürüp gidecekti!
Hazreti Yusuf’un buğday biriktirimi ve dağıtımı plânlamasında da bu en reel
yanıyla belirir. Af ve merhamet olaylarında da.
Peygamber, devlet gücüyle, dünya devletinin içinde, «öte devleti»ni
gerçekleştirir. Mutlakın gölgesini düşürür kişinin ve
nisbînin üzerine. Katmerleşmiş toplum nefsinin karşısına çıkar. Mutlak,
demoklesin kılıcı gibi asılı durur fanilik egemenliğinin üstünde. Tek kişinin
tanrılaşarak hükümran olmasının karşısına çıkarır Mutlak’ın egemenliğini. Halk
egemenliğinin yozlaşmasını önler. Onun devletinde ne tek kişinin tartışılmaz
iradesi, ne de toplumun önlenmez istilâsı olabilir. İkisine de «sınırınızda
durun» diyecektir Peygamber iradesi. Hükümdar, içten yakalanır İlâhî iradece.
Onu bir düş rahatsız edecektir. Bir kişi kesiksiz hüküm sürebilir, ama onu da
içten yakalayan «düş» ler vardır. Bunu hükümdar yorumlayamaz, çözümleyemez. Bir
«yorumcu»ya ihtiyaç vardır. Bu «yorum», kendiliğinden bir çözüm olmaktadır.
Yalnız yorumlanmakla kalınmaz. Bir de uygulama olacaktır. Uygulamadan da elini
çekmesi gerekecektir tek kişinin. Bu uygulanış, bir yanda hükümdarı, bir yanda
da halkı dizginleyecektir. İlâhî düzen işe karışmıştır. Hepsi ister istemez
buna razı olacaktır. Böylece dünya kuvvetleri Mutlak’ın buyruğuna ram
olacaktır. Yitik Cennetin anahtarı yeniden sahiplerinin eline geçmiştir. Gerçek
sahiplerinin. Toplum, öz bir devrimle, yeniden Allah’ın iradesine teslim
olmuş, yeni ve kutlu bir toplum olmaya doğru gitmiştir. Böylece, kişinin yitik
cenneti, toplumda «yeniden bulunmuş cennet»e çevrilmiştir. Toplumun «yitik
cennet»i de devlette «yeniden bulunmuş cennet»e dönüşmüştür. Kutlu devlet,
ağırlığının altında kişileri ve toplumu ezen taş putlar tapmağı olmaktan çıkıp
onları Kanatları üstünde yücelten canlı bir kartala dönüşmüş devlettir artık.
Hazreti Yakub, pirliğin sembolüdür. O pirlik, gençliğe, değişim, kutlu
değişim yolunu gösteren pirliktir. Kutlu toplumun ruhudur Hazreti Yakub.
Gerçek atadır, ölmeyen gelenektir. Hazreti Yusuf’sa diriliştir; devlette, toplumda,
insanlıkta, gerçeğin ve gerçek geleneğin dirilişidir. O, insanlığın
dirilişidir kudret çerçeve ve aynasında.
Davranışlar senfonisinin mesajını taşımıştır insanlığa. Hükümdarı,
putlaşma, halkı, köleleşme ve putlaştırma yolundan çeviren peygamberdir.
Hazreti Yusuf, zeytin gibi kutlu ağaçların özgürce soluduğu Filistin
Dağlarının insanlığa İlâhî armağanıdır, ölümün ve taşın soyut düzeyinde
handiyse eriyecek olan insanlığa, yeniden derleniş, toparlanış getiren
Kurucu’dur O. Sağken mezara kapanıştan çevirendir; hayata mutlak’ın anlamını
yeniden ekleyendir. Gerçek devlet öleyazan dünya devletinin külleri arasında
dirilecektir. Hazreti Yusuf, «Devletin dirilişi»dir. «Yüce devletin dirilişi.»
Hazır kadroyu da çekip getirecektir arkasından... Böylece bir kez daha kıyamet
geciktirilecektir. insanlığın başına kopması gereken kıyamet.
Zaten, Hakikat Medeniyeti, sırrını yalnız Allah’ın büdiği kader tarafından
kıyametin geciktirilişinin hikmet-i vücudu değil midir?
Hazreti İbrahim’in yeniden insanlığa getirdiği inanç, toplumundan sonra
devletini de böylece kuracaktır. Af, geri gelecektir, öç yerine... insanlığın,
Babil Kulesini inşa eden ve onun çevresinde hakikati yitiren bir cins yaratık
olmadığını göstermişti Hazreti İbrahim. Ve Babil Kulesini yıkmıştı. Hazreti
Yusuf da insanlığı Ehram proletaryası olmaktan, anıtkabir amelesi olmaktan
kurtaracaktı. Bakışları Ehramdan Nil’e çevirecekti. Nil, canlılıktı, dirilişti. Ehram,
ölüş. En azından geciktirecekti Ehramın gelişini. Ve bir gün gelen Ehram, kısa
zamanda metafizik inanç anlamını yitirerek estetik anlamda anıtlar olmaya mahkûm
olacaktı. Nil, canlı bir hakikat ejderhası gibi, ehramların donmuş ruhunu un
ufak olmuş bir biçimde sürükleyerek sularında eritecek ve boğacaktı.
Mısır’ın kaderidir, dünya hakimiyetinin arandığı yer olmak. Kendi
uygarlığı, Yunan, Roma, Islâm, Batı uygarlıkları, egemenliklerinin doruk
sınavım orada vermeğe çalışmışlardır. Sezar, Yavuz, Napolyon... hep orada
aramışlardır dünya hakimiyetinin sırrını. Aslında aranan Hazreti Yusuf’un
izidir. Sır onda... «Mısır’a hakim olan dünyaya hakim olur» kuralını sadece
coğrafya açısından anlamamak, Mısır’da atılan dünya egemenliği düşünce ve
uygulamasının, yani Hazreti Yusuf geleneğinin ruhî anlamından da haberli olmak
biçiminde yorumlamak da gerekir. Yine Mısır’da dışardan gelip de en uzun
egemenliği kuranların müslüman oluşu, Hazreti Yusuf yolunun gerçek
varislerinin onlar olmasıyla açıklama akla daha yatkın olmaz mı?
Hazreti Yusuf’un yolu cihaddı. Nefsaniyet olsaydı, Firavunu devirip yerine
geçmeğe çalışırdı. Mademki, Firavun gerçeği kabul etmiş, insanları ona teslim
olma durumuyla sürdürüyordu egemenliğini, amaca ulaşılmıştı.
Ekonomi bir araçtı. İnsanlığı gerçeğe döndürmek için bir araç. Hakikat,
insanları boğazlarından yakalamıştı. İlâhî irade o çağda böyle tecelli etmişti.
Devlet Yitik Cennetti. Hazreti Yusuf onu yeniden bulup insanları ona
çağırdı. Bu dünyada, öteki dünyanın kokusunu aldırdı onlara.
Devlet ruhül kuddüsü soludu. İnsanlar, yeniden Mikâil’in, Cebrail’in,
İsrafil’in ve Azrail’in gölgesinin devlet üzerine düşmüş olduğunu gördüler.
Gördüler, Cennete de, Cehenneme de ordan kapılar ve pencereler açılmıştır.
Devlet, Hazreti Yusuf’un görevi çerçevesinde yeniden sosyolojik anlamını
aşıp metafizik anlamına kavuştu. Tarihî anlamı, metafizik anlamına bitişti.
Sosyolojik anlamı da ayıklandı, arındı yerleşmeğe yüz tutmuş batıl
inanışlardan.
«Hak geldi, Batıl yok oldu» devlet planında da.
«Öküz kültü» yıkıldı. Firavun da gördü ki, Tanrı iradesiyle, zayıf öküz
semiz öküzü yutabilmektedir.
Ve yine Yetenekler Oymağı da gördü ki, Tanrı istedi mi. ay, güneş ve
yıldızlar da bir çocuğun önünde eğilir.
Ve soylular gördü ki, Allah isterse, hükümdar da, Devlet de bir kölenin
önünde eğilir.
Ve altınına güvenenin, gümüşüne güvenenin, çakıl taşı mesabesinde onu avuç
avuç buğdayla değişmekten başka çaresi olmaz, Kahhar isimli Allah irade buyurdu
mu.
Herkes kendi açısından bir şeyler sürdü bu mucize döneminde : Allah, nasıl
Hazreti İsa’nın doğumunu muzice yaptı ise, Hazreti Yusuf’un da hayatını mucize
yaptı.
Ve o günün dünyanın en büyük sosyetesi olan Mısır Sosyetesi de, Mısır
Sosyetesinin ileri gelen kadınları da gördü ki, en çok değer verdikleri vücut güzelliği
ve süslenmede de üstünlüğü, İlâhî irâde, istediği odakta tecelli ettirir.
Gözlerine görünen o güzellik, artık süslü dünya güzelliği değil, başka bir
güzelliktir. Mutlak güzellikten bir yansımadır. Ondan bir işarettir. Bir
kementtir, yakaladığını alıp ona götüren.
Gördüler ki, her yönden bir «sürpriz»le karşı karşıyadırlar. Tanrının
şokuyla Dünyanın «skandal»ını bu metafizik «sürpriz»e karşı koydular ama, ama
gördüler ki, ateşi söndürmek için karşısına pamuk koymuşlar.
Evet, bu ödev özelliğiyledir ki, Hazreti Yusuf bir dereceye kadar «yabancılığını
korudu. Sanki bir konuktu. Onu ilkin hor görmüşler, fakat sonra
olağanüstülüğünü görünce, hükümdarından halkına kadar herkes tarafından
ağırlanmıştı. Uygulamasını gösteriyordu bir kuramın... Bu kuram ki, yerleşimini
tam anlamında sonraları yapacaktı. Bu yüzdendir ki, kimsenin, ne firavun, ne
vezir, kimsenin yerini almadı O. Kendine özgü bir yer göstermek zorunda
kaldılar O’na.
Ve hep birden gördüler ki, estetik de, güzellik de, yönetim de, ekonomi de,
mutlak’a ilişkindir, metafizik bir cepheye sahiptir gerçeğiyle.
Bütün cephelerden, doğruluk, iyilik, güzellik, egemenlik cephelerinden
kapı hep oraya açılır. Allah’ın hükümdarlığını, padişahlığını kabulden başka
çare yoktur. Mısır'ın on iki kapısı da oraya çıkacaktır. Bütün yollar ve araçlar
o tek amaca doğrudur. Gerisi faniliğin savurduğu toz zerreleri...
*
♦ *
Medeniyetler de bir çıkmaza, bir tıkanma noktasına geldi mi, realitenin en
beklenmedik noktasından, medeniyet ideasının en yüce katıyla ilişkili bir
sürprizi karşılayacak, değerlendirecek güçte olmalıdırlar. Özde ve kuramda
bir dirilişin bütün yükünü omuzlayabilmeli. Yeni bir arkaplan oluşturabilmeli
veya bütün katılıkları kıracak bir yeni yorumlayıcılıga açık olmalı.
İşlenmemiş bölgelerden taze kuvvet ve kan alabilmeli, adeta fiziğinin gerisine
yeni bir metafizik odak yerleştirebilmelidir. Zehirlenen kanı değiştirircesine
uygarlığın damarlarına yeniden taze kan, umut ve canlılık doldurabilmelidir
insanlar, ölüp de tarihe gömülmemek için, ne denli incelirse incelsin,
kentleşmenin ağlarıyla donanırsa donansın, uygarlığın uzağında ve yükseklerde
de olsa, ödevlisini göndererek donmayı kıracak Filistin Dağları bulunmalıdır.
Kendi kudretine tapan hiç bir kişinin unutamayacağı ve narsisizmle dolu
hiç bir kavramın hesaba katmaktan yakasını kurtaramayacağı kader ironisidir,
Hazreti Mûsa'nın Firavundun sarayında büyümesi. Çölün sonsuzluğunda bile
hurmâlar sallanır. Kurak yaz sabahlarında da çiğ yağar. Bir Mûsa doğmasın diye,
doğan binlerce çocuk öldürülür. Fakat ölen çocukların kanında Mûsa bilincinin
çiçeği açar. Zulümde boğulan bir halka, suda boğulmayan bir çocuk yol gösterir
: sulan yarıp geçme yolunu.
Firavun, kendini Tanrı olarak ilân etmişse, Tanrı, onun karşısına Mûsa’sını
dikecekti. Firavunun büyü değnekleri varsa, Mûsa’nın da âsa mucizesi vardır.
Firavun, yasalar koymuşsa, Mûsa onun karşısına Mutlak Yasa ile çıkacaktır.
Firavun, buyruğun anıtı sanıyorsa kendini, Mûsa On Buyruk Levhasını karşısında
yükseltecektir.
Firavun, cama çarpan sinektir. Kurtulamayacaktır kaderinden. Çarptığı cam,
Mûsa’dır.
Bilim ve teknik, ruh mucizesini yenemez. Ona güvenen zulüm saltanatı,
Tanrının sularında boğulmağa mahkûmdur.
Firavun, Dünyanın Başkentini karanlıklara boğduysa, Sina Dağı’nda yanan Ateş,
insanlığı, aydınlatacaktır.
Kuralsız hayat olmaz. Ama kuralların ruhu vardır. O ruhu çekerseniz kaskatı
zulüm sisteminin iskeleti, sırıtkan ölü suratıyla, yüzünüze bakar.
Ruhsuz yasanın, zulmün yasasının karşısında, ruh yasaları, adalet yasası,
mutlak yasa, Tanrı Yasası vardır.
Peygamberlerde sahifeler halinde toplanarak gelen Kitap vardır. Tevrat’tır
O.
Artık eksiksiz Kurtuluş Yasasının kitabıdır O. Hakikat Medeniyetinin
Toplum ve Devlet düzeninin ana kuralları.
Yitik Cennet’in yasalarıdır bunlar. Bu yasalara ruhuyla uyan toplum,
Cennetini bulacaktır. Kaybolan ize erecektir.
Kaybolan ışık yanacaktır.
Ses işitilecektir.
Yarılmayan su yarılacak, geçit vermeyen su geçit verecektir.
Kutlu Ülke’nin özlemi gönülleri yakacaktır.
Artık göze alınmayacak çile yoktur.
Su şuurlanacak, doğa şuurlanacak, zulümle adalet arasında putla Tanrı
arasında, gururla tevazu arasında, kılıçtan keskin bir perde olacaktır.
*
* *
Bir Mûsa vardır, bir de Mûsa eskizi. Mûsa eskizi, üstadı bularak, değişmez
portresine dönüşecektir, Hızırla yolculuk yapacaktır eskiz, güneşte pişmek
için, solmasın diye boya. Şuayb’la yıllar yalı, bir yaşam tecrübesi kazanacaktır.
Biçim, özle dolsun, şafak, güneşini doğursun diye.
Gençliğin yaraları sarılacak, bilek güçlenecek; olan, varolan, birey,
şahsiyet olacaktır. Yeti, geleneğe bağlanacak, ses, sese kavuşacaktır Ses,
dağlarda yankısıyla denetlenecektir. İlkin tabiatla hesaplaşan, sonra,
insanlarla, tarihle hesaplaşacaktır. Fiziği aşıp metafiziğini bulacaktır,
Dağların havasını soluyan Baş.
Özdeğişim mimarı, önce kendisi özdeğişime uğrayacaktır. Başkalarına
özgürlük taşıyan kahraman, ilkin, kendisi, özgürlüğün temiz havasını
soluyacaktır.
Yasa getiren, önce kendisi uyacağı yasaların sert eğitiminden geçecektir.
Oluşuma çağıran, ilkin kendisi, oluşacaktır.
Çile vardır. Deney ve sınav vardır. Tarihin sınavından geçecektir
Yolgösterici. Kuralkoyucu, Kurallar Kentinin zincirlerini kıracaktır. Güce
güçle karşı konacaktır. Sahte iddia, hakikatin ihtişamıyla parçalanacaktır.
Bilgi, bilgeliğin önünde boyun eğecektir. Dış, içe bağlanacaktır. Madde, ruhun
örsünde döğülerek şekil alacaktır. Yalanın akışkan civası, Hakikat Ejderhasına
lokma olacaktır.
Korkma, sana verilenden Mûsa!
Sana verilen, sana muştu, sana
inananlara muştu, dirilenlere muştu, düşmanlarına, inkârcılara, ölülere
korkudur. Korku ve dehşet salacaktır, senin aydınlıkları gösteren Ak Parmağın.
Sana inananları çek çıkar Kent bataklığından. Tekrar Dağa çağrılacaksın.
Bu da sana inananların imtihanı olacak.
Yalnız, inanan kişi, imtihandan geçmez. İnanana inanan da geçer
imtihandan...
İmtihan ve çile, hepimizi saran gök kuşağıdır.
*
* *
Sonra savaş günleri gelir. Kutlu Kent’in kapısından içeri girmek kolay
değildir. Yasalar yetmez. O, yasaları kana, ruha geçirmek gerektir. Yasaların
toplumu olamak şartıdır son zaferin. Kutlu Kente erişin kuralı, yasalar toplumu
olma sırrında gizli Hazreti İbrahim, Hakikat Medeniyetinin Millet tohumunu
atmıştı. Hazreti Yusuf, ona devletinin örneğini ve deneyini vermişti. Hazreti
Mûsa, toplum ve devletini bütünüyle ve öbür insanların yasa, düzen ve
yaşamlarından arınmış ve sıyrılmış olarak kuracaktı.
*
* *
Bir medeniyet, yaşamak için tutarlı olmalıdır. Bireyleri,
kuruluşları birleştirici genel tutum ve kurallar bütünüyle ayakta
durabilir O ancak. Toplum örgütlenişiyle. Soyut idealar, doğruluk, güzellik,
iyilik ideaları, tek başlarına ayakta tutamazlar onu. Organizasyonlar
gereklidir. Kesin kurallarla yaşayan organizasyonlar. Ancak, bu kurallar,
ruhunu yitirmemelidir. Ruhunu yitiren uygarlık veya toplum yasalarının bağrmda
ona karşı yeni bir yasa göğerir. Bu, bir tepki de olabilir. Bir başkaldırı da.
O tepki ve başkaldırının özünde yeni bir yasa özü yoksa, anarşi ve terör doğar.
Ama, yeni öz, yasalarını getirir ve toplumu yeni bir tutarlık düzeyine
erdirirse, eskinin enkazları içinden yeni bir diriliş filizi boy gösterir.
Hazreti Mûsa, bir dirilişti. Hazreti İbrahim ve Hazreti Yusuf’un toplumda
dirilişi. Toplumu kurarak dirilişiydi O mucize sultanı.
Bülbülsüzlük baykuşa gebedir. Ortalığa renk saçan, bukalemunları bir bir
seçmesini bilmelidir, eşsiz gözlerle. İmar yasalarmı unutan, sarayını
örümceklere ve yarasalara ısmarlamış demektir.
*
* *
Uygarlık, yeniden kendi geleneğim yakalayacaktıı dirilişinde. Tabiatın
zarureti vardır, geleneksizdir O. Tabiat determinizmine mahkûm yasa ve kural,
ruhunu yitirmiştir. Asasını yitirmiş Mûsa’dır O. İçgüdüye, zarurete,
determinizme hâkim yasalarla ve ruh tutarlılığıyla bulacaktır kendini
Uygarlık. Dağılmış Milletini ve Toplumunu, Özülkesini diriliş Mûsalarına,
erlerine, erenlerine, pirlerine kavuşturan, fizıkötesi bir solukla, Rahman’m
soluğuyla yeniden örgütlenen, kurallarına ve yasalarına, donatımına kavuşan
idealar getirecektir Diriliş fecrini. Bu fecrin Sûr’unu, ancak, özbenliğini
ülküsüne adamış, gözleri ve gönülleri madde tutsağından kurtulmuş, Tanrı uğrunda
ve yolunda fani olmayı göze almış, yeni bir insan üfleyecektir.
Yeni bir insan. Yani diriliş inşam.
Hakikat Medeniyeti, «Devlet» modeline, ideal devlet formuna Süleyman
Peygamberle ulaşır. Kudret, adetâ, mitik sınırlara ve boyutlara ulaşır. Baş
eğdirişle baş eğiş, özgürlüğün potasında altın senteze ulaşır. Tabiat da, bu
kudret senfonisinin malzemesini veren ana kaynaklardandır. Hüthüt, haber,
karınca, öğüt vericidir bu adalet seremonisinde. Bütün dünyayı avucunda tutan,
bir karıncanın sözüne ve gönlüne muhataptır. Egemenlik ve alçakgönüllülüğün
barışıp kaynaşması, egemenliğe alçakgönüllülük, alçakgönüllülüğe de egemenlik
gücü bağışlayan hakikata teslimiyet ruhunun hayatın bütün alanlarına sinmesi,
bu hikmetin bu erdem teoriğinin pratiğine kavuşmasını sağlayacaktır.
Hikmet, devlet; devlet, hikmettir artık. Yitik Cennet bulunmuştur. Her
yönde sıkı ve tam bir örgütleniş. Rüzgârlar bile bu örgütlenişe bağlı.
Gökler ve denizlerin altı, vahyin, mucizenin, peygamberin, bir kelimeyle
hakikat uygarlığının tasarrufunda. Yönetimin ideal kutuplaşması doğmuştur; ilke
ve uygulama dengesi kurulmuştur. Hz. Süleyman, ilke, vezir Âsaf, uygulamadır.
Güneş ve ay arasındaki alışveriş ve nöbetleşme, Peygamberle veziri arasında,
insanlığı, özgürlük ve mutluluk içinde, Tanrı hükmü ve düzenine, razılığı ve
bağışına yöneltme uyumuyla özdeştir.
O uzaklardaki masal ülkesi, Belkıs’ın ülkesi bile bu ilâhı düzene uyma ve
katılma ihtiyacını duyacaktır. Sürreelin sınırları aşılmıştır. Tabiatüstü
tabiatla bağdaşmıştır.
Hakikat uygarlığı özbeninde, celâl ile cemâlin yüzlerini tarihe açmıştır.
Perdeler kalkmıştır. Sabâ ülkesi ki cemâlin sembolizasyonudur, celâlin
sembolizasyonu olan Peygamberin elinde yoğrulacak ve bu yoğuruştan, insanlık
demirine Birlik çeliğinin suyu verilmiş olacaktır.
Sırça saray, yumuşaklığın simgesi Sabâ Melikesiyle bir araya
getirilecektir. Vahyin kudret eliyle. Kuş ve karınca arasında insanın
kanatları gerili. Bir kanada kuş, yani gök, öbür kanada karınca, yani yer
tutunmuştur. Göğü ve yeri kanatlarıyla taşımaktadır Allah'ın halifesi
insanoğlu. Hangi cevherle taşıyabilmektedir bu ağır yükü?
Kutsal emanet cevheriyle. Kalbinde
vahyin yakutunu taşıyan, dağların hararetine dayanamayıp yanıp kül olduğu
kutsal aşk emanetinin cevheri.
Bu aşk inanıştan doğar. İnanış, aşk, kutsal emanet şuuru ve sorumluluk
duygusu, ideal site ve devlete, erdem egemenliğine, mermer ve sırçada yansıyan
hakikat medeniyeti ışınlarıyla aydınlanmaya götürür. İnsanlar ve cinler,
devler, yer ve gök yaratıkları bu ilâhi devlette hep görevlidirler. «Görev»
kutsallaşmıştır. Bu sebeple de, en güç görev bile, kolayın kolayı olmuştur.
Tarihin tozu toprağı temizlenmiştir. Tiranlığın, zulmün, diktatörlüğün,
şahsını putlaştırmanın sonu gelmiştir. Hakikat, her yeri gözlemektedir, yalan,
yanlış ve çirkin, nice gizlenirse gizlensin, onu yakalayacak bir gözü vardır,
hakikatin ve hakikat devletinin. İlkenin geniş kanatları altında dahi bir
leke, bir pürüz barınamaz. O zaman Uygulama’nın ayrıntıları tesbit eden gözü,
onu hemen görür. Belkıs, atasının resmini, tapmaya yaklaşan bir saygıyla
asamaz, «harem»in en gizli köşesine. O zaman, Âsaf, onu muhteşem hutbe
üslûbuyla haber verecektir Süleyman Peygambere. Bu, gün ışığında, forumda, olumlu,
yapıcı kritik ve uyarı demektir. Estetik, hakikattan, hayat hakkı adına, onu
kalbinden vuran tavizi koparamayacaktır. Ya da onun gözünden kaçıramayacaktır
zaafını.
Hz. Yusuf’un attığı tohum tutmuştur. Yeryüzüne serpilmiştir hakikat
devletinin buğdayı. Başak vermiştir. En gür başaklarını vermiştir. Hz. İbrahim
Milletinin, Hz. Mûsa Toplumunun hakikat idesiyle yanan yüreği.
Güneş, tam tepe noktasındadır. Gölgeler yok olacak derecede kısalmıştır.
«Batanları sevmeyenler»in güneşidir bu güneş. Batmayacakmış gibi
gözüken güneş. Sararmak nedir bilmeyen yeşillik. Yapraklarını dökmeyecekmiş
gibi görünen Ulu Ağaçtır artık hakikat uygarlığı ve uygarlığın devleti.
Yitik Cennet’in bulunduğuna dair saatler onikiyi göstermekte, vapur,
kurtuluş denizinde tam yol almakta, hikmet, cennetin defne dalları gibi
insanlığın gönül ülkesine ruhunun meşalelerini sarkıtmış bulunmakta.
Davut’un elinde, kızgın ateşteki demir gibiydi toplum. Sesi de dağa taşa
anlam verirdi. Bu ocakta yetişti dünya egemenliğinin Peygamberi. Hükümler,
mezmur musikisinde, sistemler, mesellerin ahenginde, üzüm salkımları gibi
olgunlaştı. Davut’un savaşından doğdu Süleyman’ın barışı. Devlet, öylesine var
oldu ki, yok diyebilirdiniz. Vahiy, öylesine hegemonyasını kurmuştu ki, insan,
farkında olmadan, kendi kendini idare ettiğini sanıyordu adetâ.
Armağanın rahmet yağmurları, ceza lekelerini göze görünmez kılmıştı.
Cennet, Cehennem tomarım derlemiş toparlamıştı sanki.
Ne Nemrut, ne Firavundan eser vardı ortalıkta. Neron ve Sezar,
gelmeyeceklermişçesine ıraktaydılar.
Ne de Nabukadnazar ve Babil esareti nedir biliniyordu.
Süleyman, bu İlâhî mucize’nin sembolüydü. Mutluluk mucizesinin sultanıydı,
o, insan için.
Toprağın üzerine gerilmiş bir mutluluk kartalıydı o.
Bir bahardı hakikat uygarlığı ikliminde. Gün dönmeyecek gibi görünüyordu.
Davut’un zırhı ve avazından sırça saray ve Büyük Mâbed’e çıkılmıştı. Mucize
kapısı açılmıştı ikisi arasında.
Örtü kaldırılmış gibiydi. Eşyadan ve kelimelerden, sesten ve demirden,
nerdeler giderilmişti.
İsteseydiniz hakikata, idelere, doğru'ya, iyice ve güzel’e
dokunabilirdiniz.
Ah!
Bu ne yüce çıplaklıktı. Yalın ve
çıplak, bir hakikat donanımıydı, donanmasıydı hayat.
Şikâyet, sadece sinekle rüzgâr arasındaki macera için kalmıştı.
Surlar, burçların ucundan görünen mızraklar, nöbet değişen askerler,
Düzen’in süsüydüler. Diken’i değil çiçekleri. Kuyumcunun elinden çıkmışçasına
antik bir görünümle tamamlıyorlar, zenginleştiriyorlardı sulh evrenini.
Nasıl bardaktı, bu dolu bardak ki, ne bir damla yere dökülüyordu, ne bir damla
daha almaya ihtiyaç duyuyordu ?
Yıkıntılarını ve enkazını alıp kaçmıştı şer, gölge ve şeytan. Hangi
kavuktaydılar acaba?
Fakat, bu, sürüp gitmek için değil, örnek olmak içindi. Mükemmelliğin
sultanı ilerlerdeydi. İnsan için bir sınavdı bu. Bu sınavı insan verebilecek
miydi?
Kudüs, kutsallığı ve saygınlığı içinde tutabilecek miydi?
İffet, Yerüşalim iffeti, korunabilecek miydi?
Mermerden bir çözüm gibi ortaya konmuş, Düzen, gerçekte bir soruydu
İnsandı, Düzeni Düzen olarak yaşatacak olan.
Fakat, fani olmayan, eksik olmayan, sadece Tanrı’dır. İnsan bir kere daha
yanılgıya düşecekti.
Düzen devrilecek, Kudüs yanıp kül olacaktı.
Tanrı gazabı yetişecekti, merhametin değerini bilmeyenlere.
Sırça Saray, Süleyman’dan sonra un ufak olacak, ve Mâbet, taş taş üstünde
kalmamak üzere yıkılacaktı, Ağlama Duvarı dışında.
İnsan bu ışıktan kör mü olmuştu?
Yoksa, kader ona faniliğini bir kez
daha mı duyurmaktaydı?
Medeniyetler de, açılımlarının son ucunda, böylesine bir güven duygusuna
kapılırlarsa, birden çıkagelir gazap. Semerkandların, Buharaların üzerine
Cengiz ordularının çekirgeler gibi üşüşmesi örneği. Evet, çölden gelen çekirgelerin,
kımılların, sünelerin bulut bulut, süt tazeliğindeki başaklara konmaları
kalkmalarıyla bir olduğunda hayatı emip götürdükleri gibi, uygarlıklara da en
mutlu anlarında birden, bir kâbus fırtınası Mûsallat olabilir.
Süleyman’ın Meselleri olduğu gibi, Süleyman da, Süleyman’ın çağı da,
anlayan, bilen, duyan, kavrayan, sezen, fark eden insan ve uygarlık ruhu için,
mutlak bir meseldir : Baharın bir gün biteceğini, günün döneceğim hiç
unutmaması için, insanın ve uygarlığın...
İçe giren dış. Dışa karşı kurban: Yahya Peygamberin Hakikat Uygarlığı’nda
misyonu ve yazgısı.
Roma’nın mermersi zulüm levhasını, dişle, tırnakla delmeğe çalışmak.
Ferhat’ın Bisütun çalışması örneği.
Kılıca karşı söz. Boyun eğdirmeğe ve eğmeğe karşı başkaldırı. Suça karşı
amansız kınanış. Mümkün olmayan diyaloğun kuruluşu. Roma’ya Herot gerçeğiyle
bir şeyler söylemek.
Herot gerçeği... Herot, hem Roma’dır, hem Roma değil. Bir bakıma Roma, biı
bakıma değil. Nüfuz edilmez Ehram yüzünü andıran Roma’ya, onun dışındaki Herot
gerçeğini deşerek, zulmü sergileyerek, hakikati duyurmaya çalışmak.
Ölümle, şehadetle, hayat mimarlarının kulağına hakikati eriştirmek.
Kritik. Samimiliğin kudreti. Roma’nın kendine güvenini, Herot aynasında
dönen faciayı göstererek sarsmak.
Hakikat Medeniyeti için, paganizm karşısında, zulüm tragedyasından bir
katarsis payı çıkarmak, Zekeriya Peygamber’in, Yahya Peygamber’in, nihayet İsâ
Peygamber’in arka arkaya birer halkası oldukları vahiy triolojisiyle...
Bu trioloji’de sabrı sembolize ediyordu Zekeriya Peygamber. Onun için
susuşla cevap verdi kitlelerin sorusuna. Soruyu kışkırtmıştı o. Meryemin
taşıdığı sırla kurcalamıştı ruhları.
Yahya, ruhlara inen kamçıydı. Hakikatin kılıcıydı. Zahiren, mermerde, Roma
somaki mermerlerinde kırıldı.
Ama, gerçekte, Mermer, bu kılıcın şiddetli çarpışının verdiği hararetten
ilk defa yumuşama nedir hissetmeğe başlayacaktı.
Ve bunun arkasındandır ki, öğreti, bütün rahm yüküyle, hâzinesiyle
gelecekti : Triolojiyi tamamlayan İsâ ışığı...
Roma’dan önce Roma’ya teslim oluşu kınayış. Hayâsızlığı kınayış.
Utanmazlık dansının alevleri içine dalış. Zindanı Saraya somut bir korku,
kınama sesi olarak taşıma kahramanlığı, Zekeriya sabrı ile İsa ışığı arasında
başkaldırı köprüsü olmak : Yahya Peygamber’in kutsal site yurttaşlık görevi
bu.
Dünya egemenliği, yani Roma yurttaşlığına karşı bu göksel yurttaşlık
görevi.
Roma’ya özenen ülkeye, mihrapla fısıldananın kâr etmediğini görmüştü Yahya
Peygamber. O kadar ki, onlar, mihrabın bu kendi iç konuşmasına bile tahammül
edemeyerek, Mihrabın kutlu sözcüsünü ikiye biçtiler. Öyleyse foruma çıkmak,
meydanlardan haykırmak lâzımdı. Hazreti Yahya, kendisine bu vazifenin düştüğünü
bilendi.
Kentin ortasında bir kayanın üstüne çıkarak ve yüzünü Saray’a,
Roma’lılaşmış saraya dönerek, putatapıcılığı ve hayâsızlığı lânetledi.
Ama, dans, alev alev devam ediyordu. Gözler, ihtirasla parlamıştı. Sofra,
olağanüstü bir armağana susamıştı. Ve armağan sunuldu: Altın tepside Yahya'nın
başı.
Zekeriya Peygamber, emanetin türbedarı gibiydi. Mihrabın örtüşüydü. Yahya
Peygamberse emanetin kutlu buğdayını tarlalara serpen diriliş ekincisi.
Roma karşısında dirilmek. Bu adam çılgın mıydı?
Roma’nın öldürdüğü dirilebilir
miydi?
En iyisi ölüm dansında erimek değil
miydi?
Hayır!
Yahya Peygamber, var olduğunu,
Romalıların ve Roma kölelerinin tekelinde olamayacağım haykırdı «hayat»ın.
Hakikat Medeniyeti’nin hayatını yeniden diriltme girişimiydi bu haykırış.
Ama seslenileni, anlamı öldtiremeyen, sesi ve sesin sahibini öldürmeye kalkar.
Halbuki : bu bir Herot yanılgısıdır. Ses de, Sesin Sahibi de öldürülemez.
Olsa olsa Elçi öldürülebilir. Ama elçi öldürmek ne şerefsizlik!
Ölüm öldürülebilir, ama, hiç diriliş öldürülebilir mi?
Başı kesildi Hazreti Yahya'nın, ama Saraya girmesine engel olunamadı.
O bir dirilticiydi. Ama O’na ölümle cevap vermeyi yeğlediler. Bu, onların
kolayına geldi. Değişmek zor gelince değiştirmeğe kalkıştılar. Hey zavallılar!
Siz kim, değiştirmek kim?
Neyi değiştiriyorsunuz?
Kimi?
Farkında mısınız?
Farkında değildiler. Mihraptan gelen
Rahman esintisi kendilerini değiştirecekti, farkında olmaksızın onlar.
Bu Makbetsi gecelerden sonra fecirler gebeydi.
Çöllerin tozu, dünya kentlerinin üzerine yeni bir örtü çekecekti.
Roma mermeri, şehit peygamber kanıyla ıslanmış ve yavaş yavaş kabarmaya
başlamıştı bir kez.
Hamur, mayayı almıştı.
Zakkum bir kere daha sonbaharını yaşıyor, Tûba ilkbaharı yaklaşıyordu.
Zemzem’in kanadı, şarap buğusunu dağıtıyor, Kevserden çiğ damlaları
düşüyordu zeytin dallarının üzerine.
Babil Esaretleriyle birlikte Kudüs düşmüştü. Düşüşün ruhî vebasını
yaşıyordu Kudüs. Bir mozayık parçası gibi eklenmişti Roma bütününe sonraları.
Ama ne yabancı parçaydı bu!
Yabancılığını koruyordu, Roma taklidine rağmen. Atlı arabalar, yarışlar ve
roma biçimi örtülere bürünmelere rağmen, o farklıydı, apayrıydı. Ayrıydı,
farklıydı ama, kendini ortaya koyamamanın iç azabını sessizce yaşıyordu. Romalılar
vardı Kudüs’te, Romalılaşmışlar, ortodoks Yahudiliği yaşayanlar ve bu
sonuncuların hegemonyasındaki Tapınak... İşte Kudüs böylece sınıflaşmış, bekliyordu.
Tapınak bir sır taşıyordu, ama kimseler farkında değildi onun. Bütün şamdanlar,
dıştan Roma’yla uzlaşmış, ama bir yere kadar da kendi yaşantısı hakkına bir
dokunulmazlık koparmış zengin yaşantı suplesine yabancı Yahudi burjuvası için
parlayıp duruyordu. Ama, tapmakta, gizlinin gizlisi bir mum yanıyordu.
Ermiya Peygamberden kalan bir iz gibi. Mihrabı asıl aydınlatan mum, bu mumdu.
Zekeriya’nın zikirleriyle, orucuyla, ibadetiyle, sabrıyla, içten içe yanan mum.
Meryem, bu mumun ışığında, Mihrapta hep Tanrı’dan gelen azığına kavuşuyordu. Aldanmayınız Zekeriya Peygamberin Meryem’e
yönelttiği soruya, bu azıkların kaynağı hakkında. Zekeriya bilmez miydi,
nereden geliyordu bu sofra?
Bilirdi: ancak, Meryem’in de onu
bilmesini istiyordu da onun için sordu : «Ey Meryem, bu azık nereden geliyor?»
diye. Meryem gereken cevabı verdi. Zekeriya, bu göksel azığın ne doğuracağım
biliyordu, şimdi daha iyi biliyordu.
Roma aktüalitesi Kudüste sürüp giderken, Zekeriya’nın, yaşlı Zekeriya’nın
gözü, Meryem aracılığıyla gelecek olana dönüktü. îsa ışığı vurmuştu onun pâk
gönlüne. Büyük Değişimin elektriğiyle, dıştan sessiz, içten bir rahmet denizi
gibi dalgalanıyordu artık O.
Ama, Tanrı istenenden, beklenenden fazlasını verir. Çünkü : Mihrâb, onu
hakketmiştir. Bir diriliş öncüsü gerektir. Ve Yahya böyle gözüktü.
Yahya, elektriğin öbür kutbuydu. Bir kutupta, Meryem, Hz. İsa’ya
hamileliğin arefesindeki çiçeğe duruşla, Tanrı’ya hamd ve sabır kutbunda,
beklerken, öbür kutupta Hazreti Yahya, Roma’nın, Romalılaşma’nın üzerine,
şimşeğini, yıldırımını yağdırıyordu. Vahiy toplarıyla döğüyordu paganizmin
mermer kalesinin surlarım, burçlarım bu İlâhî topçu. İki kutup da oluşmuştu.
Cereyan geçecek ve Kudüs uyanacaktı. Diriliş Kudüs’ü doğacaktı yanmış
Kudüs’ün külleri arasından. Roma’nın çarmıhı gün gelecek işe yaramayacaktı.
Çünkü onlara zahmet (!) olmasın diye, çarmıhını omuzunda taşıyanlar gelecekti.
Çarmıhı, Mûsa'nın Asası gibi omuzlarında taşıyanlar, Roma’nın firavunluğunu ve
mermerin büyüsünü hiçe indireceklerdi.
Zekeriya Peygamber testereyle ikiye biçildi. Yahya Peygamber’in kafası
kesildi. Meryem’in çekmediği çile kalmadı. Ama, mum, mihraptaki gerçek mum
sönmedi, yanmaya devam etti. Ve parlayacağı günü bekledi. Cebrail’in
yaklaşmasıyla alev alev yanacağı günün düşü içinde, sönmemekte direndi. Roma
ve Romalılaşmış Kudüs, bundan habersizdi.
Yitik Cennet’ti o mum. Hakikat Medeniyetinin mumu. İşte, Hazreti Yahya ilk
kez yumruğunu indirdi Romalılaşmış sarayların âvizelerine, o mum için, o mum
uğruna, o mum aşkına, o muma adayarak kendini.
Hazreti Yahya, Yitik Cennet’in, yalancı Dünya Cenneti’ne, yalancı dünya
cenneti taklidine, mücevherin, yakutun, zebercetin, kıymetli taş taklitlerine
indirdiği yumruktu.
Tuzla buz olmadı âvizeler, belki sallandılar, o kadar. Fakat, olan olmuştu.
Dans, yeterince sabote edilmişti. Herot, sallanmıştı bir depremle. Yeraltından
yukarılara, zindanlardan gün ışığına çıkmayan bir depremle. Ama! depremdi bu. Yine de hissedilmişti. Ve acı
yemişini vermişti deprem : Altın tepside kesik bir peygamber başı duruyordu.
Bu bir gerçekti.
Mum, oyalıyordu şamdanları, âvizeleri. Gün gelinceye kadar vakit kazanmak
gerekti. Vakit kazanılmıştı. Vakti kazanan, vakti kazandıran Yahya Peygamberdi.
Yahya Peygamber, kazanılmış ve kazanan vakitti.
Kör gözlerin açılması, felçlinin yürümesi, ölünün dirilmesi yakın
olabilirdi. Çiinkü : aktüalitenin, realitenin kayasına indirmişti mucizevî
yumruğunu Hazreti Yahya.
*
* *
Medeniyetler, batış ve düşüş anlarında, bir mihrab ve mum korudukları ve
gizledikleri sürece, umut ölmemiştir. Diriliş, her zaman için beklenebilir. Zekeriyalar ve Meryemler olduğu sürece Yahya’lar ve İsa’lar her zaman gelebilir. Kınama ve öğüt, kritik ve öğreti, sarsacaktır eninde sonunda yerine
oturmuş gibi, hiç sarsılmayacakmış gibi görünen batıl uygarlığı, madde
egemenliğini, ego baskısını.
İçimizde de aynı macera sürüp gider. Roma, nefsimizdir. Ama, kalbimizdeki
bir mihrab ışığı yandığı sürece, ruhumuzun Zekeriyaları, Yahyaları, Meryemleri
ve İsaları gelecek ve ölmüş olan, öleyazan ruhumuz, dirilecektir.
Kültürler ve medeniyetlerin dirilişleri de, yoksul evlerin rahmanı mumunun
ışığında yetişen kahramanların sabrı, sessizliği, yumruğu veya yumuşaklığı,
kınaması ve öğretisiyle, daha doğrusu kimisinin öğretiye bağlı kritiği,
kimisinin kritik elektrikleriyle de yüklü öğretisiyle gerçekleşebilir ancak.
Herşey var gibi göründüğü anda hiç bir şey yokken; Şeriat, o günkü Şeriat,
sözde ve görünüşte sımsıkı uygulanmaktayken ruhunun kaybolduğunu kimselerin
sezmediği bir mevsimde, Roma lejyonları, üç kıt’anın can damarlarında,
tepeden tırnağa silâhla donanmış Mermerden Düzen’i beklerken, toprak dam
altında, tevazuun altın meyvesi birden düştü zamanın kucağına. Toprak dam veya
mağara, hurma veya nehir, şahitti.
Babasız doğumdu bu. «baba» (pater)yı putlaştıran Roma’ya karşı. İlâhî
komedya değildi bu, İlâhî ironiydi, ilâhî irâde olarak.
«Olgun yaş» önemliydi Roma için. Hakikati ancak onlar bilebilirdi!
Hatta Çiçero, «İhtiyarlık» için övgü
düzmüştür. Öyleyse, bu kendine güven heykeli haline gelmiş benliği kırmak için,
O, çocukken, «konuşacaktı». «Çocuk» söyleyecekti gerçeği. Hem de «baba»sız
gelen «çocuk».
«Roma yurttaşı» değildi o. Ama, ne çıkar, «İlâhî site» nin yurttaşıydı bu
gelen.
İki site çarpışacaktı, biri sertliğin, öbürü yumuşaklığın bütün gücünü
donanarak...
Kutuplaşma tamamdı Yahya akımı da geçmişti ilk devre kapamasını sağlamak
için.
Romalı, korktuğundan değil, görüntüsünden, eksiklik arzından nefret ettiği
için yaklaşmaz cüzzamlıya. Öyleyse bu gelen, cüzzamlılarla oturup yemek
yemeliydi.
Eşeğe binmek onur kırıcıydı Romalı için, öyleyse bu, yalancı onuru kırmak
için mutlaka eşeğe krallar gibi kurulmak gerekti. Çiçeklerden taçlarla.
Bir anti Romalı mıydı ya da bir anti roma mı taşıyordu içinde?
Belki, ama, O’nu bundan ibâret sanmak,
büyük aldanış.
İçinde bir anti roma vardı ama, bu, Roma’yı kendine getirmek için bir
manivelaydı. Yoksa, O, Roma’dan da, anti Roma’dan da ötede bir şey için
gelmişti.
Cebrail’in bir kanat vuruşuyla Saray, Mermer Saray sallanıyordu, bu doğum
düğününde.
Zekeriya ortasından biçilmiş, Yahya Peygamber’in kafası kesilmişti. Ne
çıkar!
Ayaklar, yere sağlam basıyordu. Ve
yürüyüş sürüyordu. Yere damlayan kanlardan bin gövde, bin baş dirilerek
Ve bir İsa dirilerek.
Çarmıh’ı, çobanın sopasını sırtına vuruşu gibi vuran îsa. «Yeni doğum»la
gelen Isa. «ilk doğum»dan daha güçlü müydü bu «yeniden doğum?»
Bir doğum depremi. Depremle yarılan toprak. Ve en umulmaz yerden fışkıran
su : Ölü dirilten su.
Ölü toprakları dirilten süpriz bulutlarının aparı suyu.
Metafiziğin lirizmi, donmuş ihtişamı eritiyordu.
Çiçekler toplanıyordu, gladyatörlere karşı.
Özsular toplanıyordu: özsular özsuyunu ortaya koymak için.
Ashab-ı Kehf in beklediği fecir, Meryem’in dayandığı hurma ağacının üzerine
ağmıştı.
Ve Hızır, geçiyordu o bilinmez yeşilliğini kentlere serperek : Yeni insanı
yeşertmek için.
Kudüs, yeniden Tapınağın Kudüs’ü oluyordu.
Tapınak, sabrının kitabını, sayfa ve yapraklarını açma gününe ermişti.
Dağları, ovalan, kentleri ve insanları tutan korkuya karşı «Muştu sesi»
göğermişti.
Mesellerle ulaşıyordu Muştu her kulağa.
Hardal meselinden başlayarak.
Kavim çemberi kınlıyor, site duvarları yanlıyordu.
Dış hegemonyaya karşı iç hegemonya, insanlığa doğru gelişiyordu.
Can ve ruh, büyük ahengiyle geliyordu, kargılar, mızraklar, kalkanlar
dayanabilir miydi?
Cennet’in, Yitik Cennet’in sekizinci kapısı da tamamlanıyordu. Cennet
diriliyordu ruhta.
Mucizevî doğumla simgeleniyordu bu diriliş.
Aşk ve merhamet, şefkat ve hakikat, birbirinin içinde, birbiriyle
özdeşleşmiş, mermere ekiyordu tohumunu. Mermeri tarla gibi sürüyordu aşk
sabanı. Ve ekin, yeni ekin serpiliyordu dört bucağa.
Mermerde bitecekti fidan.
Mucize, doğumla başlayan mucize, yeni hakikat kültürünün boy verişiyle
ortaya çıkıyordu.
Dar ve kılişeleşmiş, klâsik din donmuşluğu ve onunla çizdiği sınırda zafer
borazanlarını öttüren ve zafer taklarını yükselten Roma paganizmi, bu yeni
mucize oluşumu önünde, şaşkın, öfkeli ve sar’aya dönüşen bir titreyişin mahkûmu
olmanın arefesindeydi.
Yanlış yorumlandı Hazreti Isa. Anlaşılmadı.
Yahudilere göre bir dm bozguncusu, yeni bir din uydurucusuydu.
Romalılara göre de, Yahudilerin bağımsızlığını çok dolaylı ve değişik bir
usûlle gerçekleştirmek isteyen bir ırkçı.
O’na inananlarsa, sonradan abartma yoluyla O’nu ilâhlaştırma yanılgısına
düştüler. Onlara göre O, Tanrı insan, ya da insan Tanrı’ydı. Böylece,
paganizmle Yahudilerin tek bildikleri, fakat ırklara tahsis ettikleri Tanrı
birleşiyordu. Antik Çağla Yeni Çağ arasında bir köprü gibi düşünmüşlerdi sanki
Hazreti İsa’yı bu antik çağ kalıntıları.
Tanrı’yı somutlaştırarak Hazreti İsa’ya vardılar, sonraki Hristiyanlar.
Oysa Tanrı’nın somutlaşmaya ihtiyacı mı vardı?
Tanrı, en soyut ve en somuttur.
O'ndan daha soyut ve O’ndan daha somut bir şey olamaz.
Üç kol da yanılmıştı.
Yahudiler, donmuş ve ruhu uçmuş, amacını yitirmiş dinlerinin, aslına
dönüştürülme görevini, bir «dinde reform» gibi görüyorlardı. «Değişim» yapıyor
sanıyordular Hazreti İsa’yı. Halbuki : Hazreti İsa, Din’in özüne yönelmişti.
Din’in ruhunu diriltmeyle ödevlendirilmişti. Hakikat’ın mesajını getiriyordu.
Din ve hakikat ayrımını yeniden ortadan kaldırma vakti gelmişti. O, bu vaktin
mimarıydı.
Romalılarsa O’nu ne kadar küçük ve dâr bir dâvanın peşinde görüyorlardı;
Elbet, O, içinde yetişip büyüdüğü ve annesi yönüyle de kandaşı olduğu
Yahudilerin ezilişini onaylamıyordu. Ama, bütün amacı bundan mı ibaretti?
Romalı, idare sanatının kurbanı
oluyordu bu yanılgısında. Pratik açıdan bakıyordu olaya. Halbuki: O, yalnız
Yahudiler için değil, bütün insanlık için gelen bir kurtarıcıydı. Maddî ezilmeden kurtarmaya çalıştığı gibi, manevî ezilmeden, inanç ve ruh
ezilmesinden, ahlâk ezilmesinden kurtarmak için de geliyordu. Evet, özgürlükçüydü.
Ama, bu özgürlükçülük, ne kendi ırkdaşlarınınkiyle sınırlandırılabilecek, ne de
sadece siyasî bağımsızlıkla özdeşleştirilecek bir özgürlükçülüktü. «Ruhun
özgürlüğü» söz konusuydu. Bu anlamda, bir Yahudi, bir Romalı, ya da başka bir
ırk veya ülkeden olmak sorunu değiştirmiyordu. Romalı ezerken mahkûmdu.
Beriki, ezilirken özgür.
Bu özgürlüğü, bir Orestes özgürlüğü, ya da bir «tabula rasa» özgürlüğü
şeklinde de anlamamalı. Çünkü : Tanrısız ruh, özgür olmak bir
yana, var bile olamaz. Ruh, ancak, Tanrıyla, var ve özgür olur. Tanrı’sız ruh,
ışıksız lâmbadır. Işıksız lâmba ise işlevsizdir. Oysa, özgürlük, işlevde
belirir.
Tabula rasa veya tabula
rosa John Locke'un ortaya attığı "boş
levha" önermesine işaret eder. Bir empirist olan
Hume'a göre, zihnimizde doğuştan gelen bir fikir yoktur. Bununla birlikte,
Hume, nedenselliğe de karşı çıkar. Şeyler
arasında kurduğumuz zamansal ve uzamsal ilişkiler, onların kendilerinde
özellikleri değil, bizim deneyimsel alışkanlıklarımızla ilgilidir. (Buradaki
"deneyimsel" kavramı bilinçli yürütülmüş bir aşama değil, salt
tanıklıktır.) Olgular arasındaki bağıntıları, kendi yöntemlerimizle bilemez,
sadece onlara atıflarda bulunuruz. Doğa kurallarla işlemez, formülizasyon
sahibi değildir. İnsanlar, doğayı ya da olguları algılayabilmek için,
sistemler, formüller, öncelik-sonralık ilişkileri kurarlar.
Hıristiyanlarsa, tarihin baskısını yenemediler. Roma’ya ödün verdiler
sonunda. Onu yendiler ama. O’na yenilerek. Mermeri soluklarıyla hohlar ve
kanlarıyla eritirken, içlerine özbenliklerine, ruhlarına ondan bir katkı oldu.
Bunu önleyemediler. Paganizme karşı, Hazreti İsa etrafında bir mit ördüler.
Oysa, Peygamber ve peygamberin mucizeleri mite muhtaç değildir. O, Allah’ın
elçisiydi, hakikat uygarlığını vâz eniyordu. Yoksa, Tanrı’nın insana dönüşümü
veya insanın tanrılaştırtması mitlerinin süjesi veya objesi olma yazgısının
öğreticisi değildi.
Ama, O, bu yanılgılar ortasında, gün gibi âşikârdı. Gerçeğiyle O’nu anlamış
elanlar vardı. Gerçek müminlerdi bunlar. Azdılar, ama, güçlüydüler. Hakikat
sorununu ve cevabını yeniden vazettiler. Yeniden doğdu Uygarlık. Yeniden devam
zinciri kuruldu. Roma çökerken, donmuş ve katılaşmış Yahudilik, kendi içine
kapanıp kalırken, insanlık, bütünüyle hakikata adanmış bir biçimde olmasa
bile, değişiyordu, değişime uğruyordu.
Lâmba, yeniden yanmıştı. Işık, kimi yere tümüyle girmese de, karanlığın da
tüm yoğunlukla egemenlik sürmesi sona ermişti. Küçük bir gölgede, ya da yer
yer, ışık vardı. Bir de loş bir aydınlığa bürülü bir dünya. Dağbaşlarında
ışıklar yanmıştı, ta uzaklardan bile gözüken. Uzaklaştıkça gölgelerle savaşan
bir ışık dünyası sağlanmıştı.
Mihrab, Kudüs’ü ışığıyla etkisi altına almış, Oradan bu ışık,
İskenderiye’ye, Roma’ya, Bizans’a vurmaya başlamıştı.
Mum, artık, Meryem'in, altında günlük göksel azığını bulduğu, bir ışık
süzüntüsünden, bir hakikat ışınından ibaret değildi. Işın, giderek, ışık
huzmesi haline gelmişti.
Tevrat ve Zebur’dan sonra İncil ışığı, rahmet fecrine güllerini birer birer
dikiyordu.
Yabani çiçeklerin kokusu da karıştırılmadı değil, bu gül sabasına, ama,
cins ruhlar, öz kokuyu, casus kokulardan ayırmasını biliyorlardı.
Ve ayırmasını bileceklerdi hep cins ruhlar.
Öz İncil’le, katışıksız İncil’le, Gerçek İncil’le dolu ruhlar olacaktı
hep.
Ta, kitapları özünden toplayıp, en son açılımla yeniden göğerten Ulu
Kutsal Kitap gelinceye değin.
Hayatın ölmeğe başladığı her sefer, bir peygamber çıkageldi. Çıkageldi ve
ölümün başladığı yerden diriliş başladı onunla.
Hazreti İsa da, hayatın en ihtişamlı görüntüsünde ölümün sezilmesi ve
karşısına dirilişin konmasıdır ilâhî irade ve Yazgı tarafından, yoksa sadece
bir paradoks, kritik veya ironi değildi paganizm ve antik çağ için.
Hayat, anlamını yitirmeğe başladığı zaman, «hayatın ölümü» başlamış
demektir. Tek sebeple mi yitirmeğe başlar anlamını hayat?
Elbet, hayır, Ama sebepler, irili,
ufaklı, esasla veya ayrıntıyla ilgili olarak, bir odakta toplaşırlar : hakikat
ideasının hayata ışık vermez olduğu noktada. Samimiliğin kaybolduğu, normların
«rahm» unsurundan boşaldığı nokta, hayatla hakikat arasına gerilen bir ölüm
perdesine ait örümcek ağı benzeri bir örülüş tezgâhının kurulduğu tabiî bir
ortam olur.
Hazreti İsa’nın mesajı da «rahm» özüyle, çiçek balıyla dolu idi.
Bayatlaşan hayatta tazelik veren bir aşı gibi insan ruhlarına akacaktı bu
balözü. İnsan kalbinin bütün cephelerini tutmuştu politika o çağda. Öyleyse gelen
mesajın anti politik bir politikası olacaktı. Gönül yüceliği ad yüceliğinin
karşısına veya üstüne konacaktı. Silâha karşı silâhsızlık silâh olacaktı.
Devletten öte bir şey yok mu sanılıyordu?
Öyleyse devletten öte, birey olacaktı.
Hayat, soyun, ilmin, ünün abartıldığı noktadan itibaren ölüyordu. Çünkü :
isimce önemsiz, ünce hiç olanlar, eziliyordu öbürlerinin karşısında, öyleyse,
gelen peygamber, ilkin babasız gelerek, daha doğumuyla, bu isim ve ün
tapıcılığına karşı olacaktı. Sonra mesajıyla, «rahm» özsuyunu kurutan
bu tutkuyu yargılayacak ve değersizliğe mahkûm edecekti. Hayata yeni bir
«değerlilik» getiriyordu Yeni Bildiri. Yeni bir «yaşama sevinci» getiriyordu
o. Hayat, yemden anlam kazanıyordu. İnananların hayatlarını uğruna feda
edebilecekleri kadar büyük bir anlam kazandırılıyordu ona.
İnsanın kendini yitirdikten sonra yemden buluşunun macerasıdır mesaj.
Hayatın ölmeğe başladığı noktada yiten insan, ab-ı hayatın sembolleştirdiği,
kevserin somutlaştırdığı bildiriyle, Mutlak Bildiriyle, dirilmeğe başladığı
noktada yeniden gözükecektir. Evet, hayatın gündoğumu ufkunda insan,
Peygamberle, yeniden gözükecektir.
Cennetin kapılan, rahmet kapılarıdır. Rahmet kapılarından bir kapıdır
Hazreti İsa da. «Rahmetim gazabımı, geçti» diyor Allah. Peygamberlerin
gelişiyle, mesajının gönderilişiyle, rahmet kazandı yarışı gazaba karşı. Cehennemin
yedi kapışım, Cennetin kapılan bu yarışta birer birer kaparlar.
Cennet’in kapıları, ölüme yüz tutan hayatı tazeler durur. Hayatım yeniden
buian insan, Yitik Cennet’ini başı ucunda görür. Bunu gösteren mucize aynası,
«rahm» bildirisidir.
Hazreti İsa, bu yüzdendir ki, durgunlaşmış hayatın özünde bir devrim yaptı.
Bir devrimci miydi?
Amacı, devrim için devrim miydi?
Elbet, hayır. Değiştirme amaç değil
araçtı. Bunun için hayat deviniminde yaptığı devrim de, Büyük Değişmezliği
amaçlıyordu.
Gönlün devrimiydi bu, kasların değil.
Gelecek zamanı yitiren hayat, yeniden onu buluyordu.
Zamanla ilişkisi kaoslaşan hayat, yeniden kozmosuna kavuşuyordu.
Yeni Ses, öfke’yi yeniden kendi alanına itmişti.
Pandor’un kutusu, yeniden kapatılmıştı.
Diriliş Mucizesi insanda gerçekleşmişti yeniden.
*
*
*
Medeniyet, özsuyu kuruduğu, kökleri «rahm»dan ve «gönül»den suyunu
alamaz olduğu vakit, bütün alarm düdüklerini çalarak, hayatı ölümden kurtarmak
için, içten harekete geçmek zorundadır. Alışkanlıkların kabuğunu kırarak,
düşünce ve duygu, erdem ve inanç orijinlerine inmekle, ölüm hilelerini, öldürücü
ışınlara tutmuş olacak ve böylece, diriliş, yeni hayat protoplazmasında
göğererek, filizlenecektir. İç devrim başlayacaktır, tazeleniş, yenileniş
için.
Varoluş Cenneti’nin kapıları her kapanma eğiliminde Medeniyetin bir iç
direnciyle karşılaştığı takdirdedir ki, O medeniyet yaşar ve gelişir.
Medeniyet, «hayat»ını tarihin kum fırtınalarına karşı diriliş özlerini ve
çekirdeklerini atom gibi kullanabildiği ölçüde, bu çekirdeklerin içinde gizli
enerjiyi açığa çıkarabildiği oranda, garantiye alabilir.
Roma’nın dondurup kalıplaştırdığı ruhu, zincirlerinden kurtarıp özgürlüğe
kavuşturan bir Peygamber, Hazreti îsa, diriliş mucizesiyle geldiği gibi,
Uygarlık da, akim yönetimindeki donuşa karşı gönlün buzlan çözücü aşk ve
merhamet ateşini, Hazreti îsa hararetini tutmasını bilmelidir.
O, Cennetin bir kapısı değil, Cennet’in ta kendisidir.
Cennetin sekiz rahmet kapısıyla ilintili olarak andığımız sekiz peygamber
ve onlara bağlı öbür peygamberler, birer kurtuluş kapısı olarak hep O’na
açılırlar.
Hazreti Âdem, her ne kadar ilk insan ise de, gerçekte O’nun hakikatından
bir tecelli idi. Bu bakımdan öncelik nur-u Muhammedi, hakikat-ı Muhammedi’de
bulunuyordu. Sadece bu nur ve hakikat, yaradılış sırrı ve hikmeti gereği,
Hazreti Âdemle perdelendi.
Her ne kadar, insanlığı, Hazreti Nuh, kurtuluş gemisine aldıysa da,
hakikatte asıl Kurtuluş Gemisi O’nun getirdiği İslâm’dır. Nuh’un Gemisi, O’na
işaret etti. Rahmet perdelerinden bir perde oldu.
Hazreti İbrahim, O’nun Milleti’ni kurdu, O’nun adına putları kırdı, O’nun
sevgisi ve sevgililiği ile Allah’ın Dostu oldu; Hazreti İsmail’e bedel kurban
koç, O’nun sürüsünden, gayb sürüsünden geldiğini bildi.
Hazreti Yusuf’un hükümranlığı, O’nun tedbirinden bir nişan verdi.
Hazreti Mûsa, O’nun Toplumundan, Toplum kuruculuğundan bir muştuydu.
Hazreti Mûsa’ya «sen göremezsin» dendi. Bu, «O görecek» demekti.
Hazreti Süleyman, O’nun Devleti’ni Levh-i Mahfuzdan yeryüzüne indirmek ve
nakşetmekle görevliydi. Peteği yerleştirmekti ödevi. Bal özünü O dolduracaktı
peteğe günü gelince.
Hazreti Yahya, umutsuzluğun en kabarık bir anında O’nun sesini yükseltti.
Tebliğ sesini. Kılıçtan keskin sesi. Şehadeti, O’nun zuhurundan bir haberdi.
O’na inen «kalk ve korkut.» buyruğunun somutlanışıydı.
Ve O’nun muştu cephesi, Hazreti İsa’da göründü. «Muştula!» kutsal buyruğunu
duymuştu Hazreti İsa. O’na yönelen buyruğun.
Her peygamber O’nun bir cephesiydi. Bütün cepheler O’nda bütünlendi. Bu
yüzden, «din O’nda tamam oldu.»
Yitik Cennet, Yeniden Bulunmuş Cennet’e dönüştü O’nda.
Bu yüzden, O’nda yeniden yaratılmış oldu insan. O, İnananlar Milletini
yeniden Arza getirdi. İnananlar Toplumunu ve İnananlar Devletini kurdu.
Kuralları bir daha değişmeyecek şeküde ortaya koydu. Putları kırdı ve Allah’ın
tekliğini, benzersizliğini ilân etti. Korkuttu ve muştuladı. Savaştı, yendi ve
affetti.
Meyva O’nda olgunlaştı. Ağaç O’nunla kemale erdi.
Mükemmeliyeti O getirdi. O’na vahyedilen kitap da son Kitap oldu. Kıyamete
kadar geçerli Kitap.
İyiyi, Güzeli, Doğruyu diriltti. Kötüyü, çirkini, yanlışı ve yalanı yerle
bir etti
O, Dümdüz Cadde’nin, Dosdoğru Yol’un sahibiydi. Hakikat Asfaltı’nın. Bir
Yol ki, «bütün dağların üstünden aşar, o dağlar ne kadar yüksek olsalar da.»
Bunun için, veliler hep O’na doğru kanat çırpan kutlu kuşlar oldular.
Dünyayı zapteden fatihler, titreten cihangirler, O’nun önünde baş eğdiler.
O, diriliş peygamberiydi. Tek Tanrı inancının dirilticisi. Peygamberler
yolunun, Hakikat Uygarlığının dirilticisi.
Metafizikle fiziği yerli yerine koyuşun, altın oranda dengeleyeciliğin
dirilticisi.
Sanki bütün peygamberler yanında ve beraberindeydi. Eshabından her biri bir
peygamberi temsil ediyordu. Hazreti Ebû Bekir Hazreti İbrahim’i, Hazreti
Ömer Hazreti Mûsa’yı, Hazreti Osman Zekeriyya Peygamberi ve Hazreti Ali
Hazreti İsa’yı. Ve öbür sahabelerden her biri bir peygamberi. Bunun içindir
ki : «Benim sahabelerim, Ben-i İsrail Peygamberleri gibidirler» buyurdu.
İslâm, en büyük devrim, devrimden öte bir devrim oldu. Diriliş Devrimiydi
O.
Miracında bütün peygamberlerle görüştü Son Peygamber. Sonunda da kimsenin
ermediğine erdi : Allah’ı gördü. Ve cenneti ve cehennemi gördü. Görülmedik her
rengi, her çizgiyi gördü. Yine de «gözü aslâ kaymadı.»
Yalnız insanlar değil, görmediğimiz idrâk edemediğimiz başka varlıklar,
yaratıklar da O’nun ümmetinden oldular.
Bizzat Allah, O’nun âlemlere rahmet olarak gönderildiğini ilân etti. Artık
aksinin olması mümkün müdür?
Kendinden öncekileri de kuşattı, kendinden sonrakileri de. Böylece, O’nun
varlığı, yaradılış sırrının odak noktası, ağırlık merkezi oldu.
Cebrail’in durduğu sınırdan ileri geçti. O’nun Allah’la öyle yakınlık
anları oldu ki, O anlara ne bir peygamber, ne bir melek âşinâ olabildi.
Eba Yezid-i Bestâmi’ye, verdiği sarhoşlukla akıl almaz sözler söyleten
aşk, O’nun denizinden bir damlaydı.
Her peygamber ve veli, yanmış bir çıra idiyse, O yanmış çıraların ve
makalelerin ormanıydı.
O geldi ve bütün kadehler kırıldı.
O geldi ve bütün gurur anıtları devrildi.
Mecusî ateşi söndü.
Sasani sarayı yıkıldı.
Onun izleyicileri Sokrat, Eflâtun, Aristo’dan kalanı aydınlığa çıkardılar.
İmam-ı Gazali, Muhyiddin-i Ârabi, Mevlâna Celâleddin-i Rûmî O’nu
ululadılar, O’nun gölgesine sığındılar. Kutluluk ve mutluluk gölgesine.
O, tek tek mucizelerin değil, bütün mucizelerin olağan bir dokuda koluna
güç verdiği Peygamberdi. Hira’dan başlıyordu bu gerçeklik mucizesi. Kan rengi
mercan kayaların üstündeki taş dikenlerle yara bere içinde, ruh, ilerleyerek,
hiç bir insanın ayak basmadığı bir bölgeye giriyordu. İlâhı kelimelerin tek
tek işitildiği, Cebrail’in ufukları tuttuğu o akü üstü bölgeye. Ama, yine de
dış âlem yerli yerindeydi. Döşek yerli yerinde. Kent ve yorgan yerli yerinde.
Yorganın altmda da o ses devam ediyordu. «Ey örtülere bürülü peygamber! Kalk ve korkut.»
Çöl uzar, hurmalar sallanırken, o ayağa kalkmış, korkutmakta ve
muştulamaktaydı. Bir işaretle ay ikiye bölünüyordu. Ama, buna da büyü
diyeceklerdi.
Umutlar adetâ kayboldu ve zulüm kılıçları O’na doğru uzanırken, Hira’dan
gelen levha değişecek, yeni bir perde açılacaktı : Hicret perdesi. Olağanüstü
olan, bu kez, yol haline geliyordu. Hira, dağda, özdeğişimini yapmış, sır
mağarasına dönüşmüştü. Bir dünya, mağarada kayboluyor, yeni bir dünya öbür
ucundan Hicret yoluna çıkıyordu. Bir dünya batıyor, bir dünya doğuyordu. Kimse
engel olamazdı gelen bu dünyaya.
Daralan göğüs genişliyordu. Medine, Mekke’nin karşısında yükseliyordu.
Antik siteler çürümüştü. Yeni Site, İslâm Sitesi, gün ışığında, çiçeklerini
açan bir ağaç gibi, bembeyazdı.
Ve atının, ya da devesinin üstünde peygamber ilerliyordu.
Her şey olağandı. Olağanüstü olağanlaşmıştı. Gözlerin kazandığı keskin
ışık da, körlük de bu noktadan gerekçesini alıyordu.
Bilmiyorlardı ki, asıl bu olağan görüntüdeydi patlayış. Oluş ve diriliş bu
açılımdaydı. Her şeyin anlamı değişmişse, başka ne aranabilir, istenebilirdi?
Ve Sancak, Peygamber Sancağı dikildi Yeni Sitenin tepe noktasına. Şarap
küpleri devrildi. Efendi köle ayrımı kalktı. Beyaz siyah farkı kalmadı.
Adalet, dopdolu bir bardaktı içilen. Şehitlik en yüksek mevki, en yüce rütbe,
en ulu memuriyetti.
Ne kapitalin ezmesi, ne ezilişin öcü, ne bâtıl inanışlar saltanatı!
Hepsi Peygamber harbesinin bir
vuruşuyla devrilmişti.
Ve bütün bunlar, olağan plandan ayrılmıyordu. Her şey, çadır, at, deve,
kılıç, kent, pazar ve mescit çerçevesinde olup bitiyordu.
Hira’dan, o büyük yalnızlıktan sonra köprü dönem, hicret gelmişti. Ondan
sonra da, düzenlerin büyük uyum dönemi geldi. Toplum ve devlet dönemi.
Medeniyeti doğuran ve yoğuran dönem.
Toplumunu kurdu Peygamber. Böyle bir toplumu dünya, dünya olalı
görmemişti. Her noktasından üstün insanların fışkırdığı toplumdu bu.
Bütün insanlığın yükünü omuzlamıştı Peygamber. İnsanlar bunu hissettiler ve
etrafında toplandılar. Çölden doğdu yeniden hakikat medeniyeti böylece. Bir
daha batmamak üzere doğdu. Yitik Cennet bir kez daha bulundu. Ve bu uygarlık,
Yeniden Bulunmuş Cennet oldu. Cennet, buradan aslına uzar oldu.
İdeal site, ütopya olmaktan çıktı, Medine’nin kimliğinde reel hale geldi.
Realite ve ideal buluştu insanın kalbinde ve ordan davranışları oluşturdu.
Hakikatin eylemi erdem, Toplumun her bucağım tuttu. Şiir, bilim,
tasavvuf... musiki, mimari... savaş, barış ve düzen yeni ve yüceliğe ayarlı
olarak tekrar doğdu bu erdemden.
«Kalk ve korkut!», «Kalk ve muştula» çetin çileler sonunda yemişini
vermişti. En şahsî olandan en toplumsal olana, en reelden en metafizik olana
uzayan gök armağanı doku örülmüştü. Pandorun kutusu yeniden sıkıca
kapatılmıştı, insan, meleklerle selâmlaşıyordu, insan özgürlüğü alınyazısıyla
barışmıştı. «Dinde zorlama yoktu.» «Kısasta hayat vardı.» Ama af ondan üstündü.
Çünkü: hayat gibi sınırlı bir levhaya nişan almıyordu. O, ebediliği
kucaklıyordu.
İnsan, yenilmez gibi görünen yalnızlığı aşmıştı. Oruç, namaz, hac hep
onunla birlikteydiler. Aktüel, ipekten görünmez zincirlerle bağlanmıştı.
Sürekli mucize çağıydı artık çağ. Dünyanın ikindisi uzuyor, insanların gölgesi
uzuyordu. Her an batacakmış gibi görünen güneş batmaz olmuştu. Bu da
yaradılış sınavının bölünmez sırrıydı.
Medeniyetin ölçüsü ve ilkeleri iyice belirgin kılınmıştı. Odağı ve ekseni
tayin edilmişti. Ondan uzaklaşan her kıvrım, kendini nice saklarsa saklasın,
barbarlığın, yalanın ve çirkinin rölyefi idi. Ve ona yaklaşan her eğri, düzelip
dümdüz, dosdoğru oluyordu. Doğru Yol, apaçık, ortada, aydınlıkta duruyordu.
Ölüm de, yaşama da, bu dirilmenin önünde dize gelmişlerdi. Gök ve yer yeniliyordu kendini. Saç yine ağarıyordu, ama sadece fizik bir
zorunlulukla. Yüz yine kırışıyordu, fakat, ruh, genç ve dipdiri kalmak
şartıyla. Ebedi olan ab-ı hayat akıyordu gözler önünden. Her kapı çalmışında
bir parça Hızır vardı. Ya da bütün olarak Hızır.
Bütün peygamberler ve kitaplar, içiçe, sabit anlamlarını almışlardı.
Kavramlar eskimezliğin aynasında boy gösteriyorlardı. Işık gölge oyunları
sonsuz bir yorum ve çoğaltım kapısını aralık bırakıyordu. Ve artık geçmişin
inkârı ve geleceğin mahkûmluğu olamazdı. Doğu ve Batı, yeniden zaman ve mekân
devrimiyle, dirilişiyle çalkalanıyordu.
İnsanların kendi kendilerini yönetmeleri çağını bütünüyle O açtı.
Peygamberleri yadsıyarak değil, onlarla ve onların getirdikleriyle
bütünleşerek.
«Selâm»la, «danışma»yla, «uzlaşma ve örgütlenme »yle onlar bundan böyle
göksel siteyi yaşatacaklardı.
Çabanın değeri ortaya kondu. Çabasız eriş umudunu, bu yalancı umudu O’nun
kılıcı yok etti.
Ses ve söz son sınırına varıp kıyamete kadar öylece yankılanacaktı bundan
böyle.
İnsan, dış çizgi uygarlığından iç âleme açıldı. Buyurucu benlik,
otokritiğe kavuştu. Kendini gereğinde kınayabilecekti. Sonra Rahmanı ilhamların
yatağı oldu özbenlik. Kalb, ruh, sır, gizli, gizliden gizli iç varoluş dinamiği
bilindi. Bütün engeller aşılıp Tanrı’ya varış yolu yordamı bellendi. Ve
Tanrı’dan razı olan, Tanrı’nın razı olduğu yüceliklere ermenin yöntemi O’nun
izindeki yol işaretleriydi.
Soyut ve somut, fizik ve metafizik, insanoğlunun ruh açılımlarına iklim,
konum ve şart sağladı.
Toprağın kanadı, göğün zinciri insanın eline geçti.
Medeniyet böylece bir kez daha yeniden ve bir daha soysuzlaşmazcasına O’nun
elleriyle doğruldu.
Özgürlük, eşitlik bütünüyle omuzlandı. Bir yük gibi değil, bir armağan
ağırlığıyla.
Medeniyet, güvercin topuklarıyla yeniden geldi.
Hint, Selçuk, Osmanlı varyasyonlarıyla, ebedî uygarlık, sınırlarım
kullanıyordu.
Absürdite, bir köşeye sıkıştırıldı. Gereken köşeye, bir yabancı gibi, bir veba
gibi.
Sorumluluk, aşk ve neşeyle, görev hakla barıştı. Rahm adaletle, disiplin
afla ayarlı bir düzene erdi.
Uygarlık, erdem ve mükemmellik ilkeleriyle yeniden kendi öz boyutlarını
aldı.
Savaş başladı. Kötü ile iyinin, doğru ile yanlışın, gerçek ile yalanın,
güzel ile çirkinin savaşı.
Peygamber bu savaşın önderi ve öncüsü. Böylece, yeni zaman, Hicret’le
başlar gerçekte.
Din ve dünya, İslâm düzenlemesiyle yorum ve anlamlarına kavuşturuldu.
Ahd-i Atik dünyasından, doğudan batıdan, Mısır, Yunan ve Roma uygarlıklarından
pozitif envanterde ne var ne yok derleyip toparlayacak ve gerçek bütüne
ekleyecek potansiyel güç, Peygamber durum alışının bir özelliğiydi.
Yeni Batı, bu uygarlığın bir yanının abartılıp soyutlanmasıyla çiçekler
gibi açılacak, fakat özünden mahrum olduğu için bir gün hazanının başladığını
idrak edecekti.
Ah, O’nun kutlu elinin uzanışıyla, ne kadar yol açıldı. Ne öğretiler doğdu
Mutlak Öğreti’den. Birbirine uyumlu, ayarlı öğretiler.
Hukuk, tıb, edebiyat, mimarî, musiki, yazı sanatı... sonsuz bir ufuk açıldı
yeniden insanın önünde.
Kentler kuruldu, yetenekli ruhların melek kanatlarının şakırtılarını
işittiği.
Sular, çeşmelerin zabt-u raptında, uygarlığa katılan başlı başına bir
uygarlık oldu.
Her kapının ardında Uygarlığın nabzı vuracaktı bundan böyle.
Artık, kitaplar, göğsü genişleten kozmik ışıklardı.
Bir medeniyet vardı ki, medeniyetlerin ölçüsü sayabilirsiniz onu. Ondan
uzaklaşmak düşüş, cehenneme doğru gitmek demekti. Ona yaklaşmak, Diriliş ve
Cennetini bulmak anlamına gelecekti, ölçü, «Yücelik»ti.
Bir medeniyetin alınyazısı, dramı veya trajedisi, Yitik Cennet Yeniden
Bulunmuş Cennet karşılığında gizliydi. Bu gizli, O’nun getirdiği Uygarlık
Bütünlüğü’nde açığa çıkıyor, aydınlanıyordu.
Eleştiri ve başkaldırı yerli yerine konmuştu. Uyum ve beğeni de.
İdeal çizgiler en keskin ve kesin güvenlikleriyle çekilmişti tabiat ve
tarihin taştahtasına. Realitenin uyum ve direnişleri hiç unutulmadan.
Mânevî önderler, devlet adamları, bilginler, şairler... hep o çizgilerden
doğacaklardı.
Ne Nietzsche, ne Marx, yıkabilir
bu Uygarlığı, olsa olsa, atsineğinin koşu atına Mûsallat oluşu gibi, onu yerinde
kımıldamağa zorlamak gibi bir görevi üstlenmiş olabilirlerdi bilerek
bilmeyerek.
Tanrı’nın
zamanı boldur. Zamana muhtaç değildir O. Şeytana, kötüye, uyumsuza, inkâra,
kara renge fırsat verişi bundandır. Ama insanın zamanı dardır, zamana muhtaçtır.
O Zamanı iyi kullanmak zorundadır O. Onun için, Tanrı’nın bir sınav için
Mûsallat ettiği bu yarasalara özgü ruh durumlarından korunmak zorundadır.
Bir Cennet bağışlanmıştır insana. Ve Cennetinin bekçiliğini,
koruyuculuğunu yapma onurundan da mahrum edilmemiştir insanoğlu. Ne büyük
onurdur bu.
«İnsanlığın Dirilişi» adlı denememizde
hakikate dışından, çevresinden bakmaya çalışmıştık. Kabuktan Öze doğru gidişti
o. Bu denemede ise, tersine merkezden hareket ettik. İçten dışa, özden kabuğa
doğru gittik. Hakikatin kendisi karşımızdaydı; büyük kapıların birinden girip
öbürüne ulaşıyorduk. Sonra, sonunda öyle bir kapıdan girmeğe çalıştık ki, bu
giriş, bütün kapılardan girmek demek olduktan başka, başlıbaşına, idraki aşan
bir giriş de oluyordu, öyle ki, öbür kapıların hepsi bu kapıya ulaşmak içindi.
O kapılar olmasaydı da sadece bu kapı bulunsaydı yine kâfiydi. Ama, yaratılış
hikmeti, bu kapılar kozmosunu gerektiriyordu. Ruh, birden bire ulvi ateşin
merkezine ulaşamaz. Ona ahşa ahşa varacaktır. Yoksa yanar. Nasıl ki, Cebrail
de o dolaysızlık noktasında durmasını bilmişti, yanmaktan kurtulmak için...
Sırlı dünyayı dolaştık ve şimdi
çıkıyoruz. Miracımız tamamlandı. Tekrar toprağa ayak basıyoruz. Yer çekimi
kanunundan kurtulmuştuk. Tekrar onu hissettiğimizde bu ayak bağının ne kadar
hafif olduğunu şimdi anlıyoruz.
Sır dedik... Aslında her şey açık ve aydınlıktır, anladık. Konumuz, metafizik diye tanımlanabilir bazılarınca... Bir bakıma, doğru.
Fiziği aşan bir hakikatın habercileri, toprakta da olsa, öteye ait işaretlerle
izlerini bırakırlar... Ama, bir başka bakımdan, tarihî sosyolojik bir
perspektif sindi, bir medeniyetin yaşam öyküsü bakımından, düşünüş tarzımıza.
Bir medeniyet nasıl doğar, nasıl gelişir, ne gibi kritik nokta ve aşamalardan
geçer, nasıl ölüm sularına erer, özü ve ruhu bakımından, belli başlı
ipuçlarıyla çerçevelenmiş bulundu peygamber aksiyonları dönemlerinde.
Korku, muştu, umutsuzluk, umut, beklenen, beklenmeyen, güç ve kolay,
nelerle çevrilidir bir uygarlığı diriltme yükümlüleri ve sorumluluları, bir
bir ışığa çıkar oldu, dirilişçi bir zihin araştırması sonucunda.
Yanlış anlaşılmamalı. Peygamberler misyonu, bu denemeyle, bir medeniyet sosyolojisi
veya filozofisine indirgenmek istenmiyor. Belki, tam tersine, medeniyet düşüncesi, felsefesi, sosyolojisi veya
antropolojisi, o misyon tabakasına yükseltilmekle oradan ruh ve soluk
alabilir, denmesine yol açma amacı güdüldü. Ordan ışık almak ve eşyanın
tabiatını yeniden bu ışıkta değerlendirmek niyeti çıkış noktamız oldu.
İşaretler, mecazlar, imajlar ve semboller çerçevesinde ilerleyen düşünce,
bu yöntemle, geleceğe yönelmede yeni bir dinanizm kaynağı aramış ve hatta
bulmuş olur, demek istedik.
Medeniyetini yitirmiş aydınlar yâd uygarlıkların taklit cehenneminde
kavrulup dururken, bir diriliş esintisiyle aralarından sıyrılacak olanlar, bu
satırlarda, belli belirsiz, yeni bir mayalanmanın ilk çizgilerini sezer gibi
olurlarsa, görevin yapılmış olması mutluluğundan bir serinlik ilk sabah
çiğlerini düşürmüş olacaktır gecede alev alev yanan ruhumuza kuşkusuz…………………..
Kaynak: Sezai KARAKOÇ, YİTİK CENNET-, 6.
Baskı Kasım 1998, İSTANBUL
Bu kitap, Eylül 1974’den Ocak 1976’ya
kadar Aylık Diriliş Dergisi nde, 21 Haziran 1976 14 Ekim 1976 arasında Diriliş
Pazartesi-Perşembe Günlüğü’nde Zülküf Canyüce müstear ismiyle yayınlanmıştır
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar