Print Friendly and PDF

YİTİK CENNET


-Sezai Karakoç
Şeytan
Âdemle Havva’nın Cennette öncesiz sonrasızmışçasına mutlu bir hayatı yaşadıkları zaman gibiydi hayatımız Batının soluğu bize gelmeden önce. Bu soluk bize ne za­man geldi?
 Bu soluk geldiği için mi değişmeğe başladı yüzümüz?
 Bozuldu ve bir maskeye dönüştü?
 Dağlarda bilinmeyen bir bitkiyi yiyip de ondan gizli ve sürekli bir zehirlenmeyle yüzünün biçimini ve yaşamasının anlamını yitiren bir varlığa mı dönüştük?
 İlk soluk ve ilk ürperti anım ayırmak ne zor. Yabancı ve yalancı bir şafağın loş bir dudağa bıraktığı ilk kırağı, ilk çığ. Dışardan gelen soluğun belli belirsiz dokunuşu mu, yoksa iç ateşin dışa­rıya fırlattığı bir şüphe kabarcığı mı?
 Ne olursa olsun, ilk hücre ister içerden gelsin, ister dışardan konuk olsun, içerden gelenin dışardan geleni, veya dışardan gelenin içerden geleni sarıp sarmalayarak bir kanser hücresinin ölümcül hayat iştihasıyla büyümeye başlaması önemli, içerden de gelse, dışardan da, bu imaj kuruyup gidecek bir sivilce değil, bir mevsim krizi değildi. Bir kültür aler­jisinden fazla bir şey. Ben bunu Âdemle Havva’nın Cen­nette şeytanla ilk karşılaştıkları an imajıyla düşünüyo­rum. Şeytan içerden mi gelmişti, dışardan mı?
 Bence daha önemlisi dışardan gelen şeytanın çağrısını dinleyen bir kulağın hemen içerde hazır oluşuydu. Doğruluk, güzellik, iyilik ideasına bir kontrpuan olarak.
İlâhinâmedeki o şeytan öyküsünü hatırlıyorum bura­da birdenbire. Nasıl da dışarda olan şeytan, Havva’nın çocuk sevgisi ile Âdemin saflığının birleşmesinden fay­dalanarak ve görünüşte yenilerek insanın içine girmenin yolunu bulmuş ve sonunda Âdemin içinden şöyle fısılda­mıştı : «Şimdiye kadar dışındaydım ve her zaman için, yenilmem mümkündü. Ama şimdi içine girdim, etine ve kanına karıştım. Artık yenilmem mümkün değil.»
Şeytanın bu kendine güvenli zafer sesi, acaba bir ger­çeği mi ifade ediyor?
 Bu meydan okuyuşa kanıp susacak mıyız?
 Yoksa bu, insanda panik uyandırmak için bir oyu­nu mu şeytanın?
 Şüphesiz, şeytan, büsbütün yalana da­yanmaz, büsbütün hakikata dayanmadığı gibi. Bir psiko­lojik realiteden çıkar yola. Bir beneklik hakikati yalan bulutunda gezdirir; her toprağa, umulmadık her toprağa bir ab-ı hayat gibi düşürdüğünü sanır. Ama düşen ab-ı hayat değildir. Dirilten yağmurlar olduğu gibi çürüten yağmurlar da vardır. Şeytanın bu meydan okuyuşu İn­celenmeğe muhtaçtır. Eğer bir iççağnmız olmasaydı şey­tan ne yapacaktı?
 İçimize girebilecek miydi?
 Şeytan bü­tün gücünü bizden alıyor, farkında değil. Bizden kopup yine bize gelen, bizden bir türlü ayrılmayan, ayrılamayan, aleve aşık bir pervane gibi ruhumuza koşan odur. Ama aleve düşen, o yüce aleve düşen de onu yakmaktır. Yak­madığı sürece kendi saflığını yitirecektir alev.
Evet, şeytanın bu meydan okuyuşu İncelenmeğe de­ğer. Kendi gücüne ne de kolay anıtlar dikiyor şeytan?
 Ne de çabuk zafer türküleri çağırıyor ruhumuzun o ağus­tos böceği!
 Tanrı’nın kendisine verdiği bir ödevden ha­berli mi değil?
 Kaderin bir gongu, bir alarmı, bir kamçı­sı olduğunu unutuyor mu?
 Yoksa kendi özünden duydu­ğu utanç onu saklamayı mı istiyor?
 Şeytanda utanç mı?
 Ne paradoks. Bir aşağılık duygusu belki. Ve en doğrusu, insan önünde bir aşağılık duygusu. Yaradılışında yüreği­ne konan kıskançlık beneği. Ruh gecesinin silinmez izi.
Evet, şeytanın bu öğiinme çırpmışım incelemeli. Kime karşı öğünmekte?
 Boşluklara, yokluklara, uzaya, taşlara, kayalara, yıldızlara ve güneşlere karşı mı?
 Hayır!
 İnsa­na karşı. Bu, ilk güçlü karşı çıkışta onun önünden kaça­cağının ve paniğe kapılıp teslim olacağının gizli bir iti­rafı, ipso facto (fiili- sırf bunun için, yalnız bu nedenle ] bir itirafı.
Şeytansız insan (Âdem) düşünülemediği gibi (düşü­nülürse o insandan ne eser kalır) başka uygarlıkların so­luğuyla karşılaşmayan bir uygarlık da düşünülemez. Güç­lü uygarlığın, Âdemin şeytanla karşılaşması, yenüir gibi olup düşmesi, sonra tövbe yolunu tutup tekrar güçlenme­si gibi, başka uygarlıklarla büyük ve köklü karşılaşmalar yapması gereklidir.
Düşüş
Ah!
 Düşüşsüz insan!
 Benden övgü bekleme. Düşüşün tadını almayan insan!
 Senin, yücelerin serinliğinden, an­lığından ne haberin vardır?
 Ruh gecesinin yedi katlı ka­ranlığına batmamış yürek!
 Sana ışıklar ve aydınlıklar ne der?
 Ey zindanda bir gece geçirmemiş dost, güneşe doğru çılgın koşuyu yapacak çocuk olabilir misin?
 Ey yüksek­lerden büyük seslerle düşen su, bu yalçın kayalara bir şelâle borçlu olduğunu biliyor musun?
 Sessiz ve dilsiz du­ran mezartaşı!
 Kitabendeki çizgiler, iniş ve çıkışı derin­leştikçe seni tarihin içine yerleştirir, farkında mısın?

Cennette hiç bir sarsıntıya uğramadan yaşayacak olan insanoğlu mu, yoksa ayağı kayarak yeryüzüne düşen ve orda ab-ı hayatı ararcasına karanlıklar arasında ge­çen, dünya çilesini çektikten sonra Tanrı’ya özlem duyan insan mı?
 Seçilmiş olan hangisidir?
 Şanlı olan hangisi­dir?
 Yurdunu hangi insan daha çok sevecektir: doğduğu yerden ölünceye kadar hiç ayrılmayan insan mı?
 Yoksa en genç çağında yurdundan ayrılarak savaşa gitmiş, esir düşmüş, bir daha dönme umudunu tam yitirmişken ansı­zın esen bir hızır yeliyle kendisini yine ülkesinde bulan insan mu?
 Artık bu insan yurdunun taşlarına ve toprak­larına ne sevgiyle bakar; güneşin kendi ülkesinde suya düşüp bin parça oluşunu ne kalb titreyişiyle izler?
 Bir çiftçiyi tarlasından koparmak ne demektir?
 Daha doğru­su kopardıktan sonra ona tarlasını iade etmek?
 Ona ha­yat bağışlamak budur işte. Ya sevdiği kadına hemen bir el uzanışıyla kavuşan insanla ona her uzanışında yere çar­pılan. düşen, bataklıklara saplanan, sonra yine ölümden dirilmişcesine doğrulan, didine  didine sevgilisine doğru giden, onu erişilmez bir yücelikte parlak bulan ve ona tekrar yaklaştığında Zatüssuver Kalesine yaklaşmışcasına büyülü burçların açılarak zehirli oklar yağdırdığını gören ve yine bitmez tükenmez Çin ülkelerine düşen, yine sa­vaşa savaşa, ölüm ve korku devlerini kıra kıra, peri kör­düğümlerini çöze çöze yeniden sevgi hedefine doğru yö­nelen insandan hangisi daha çok hayatın kabuğunda veya incisindedir?
 Düşen insandır, hayatın sesini işiten, iç se­sini duyan... Hakikatlara kurban gibi başını uzatmış olan odur. Tanrısal bıçağın parıltısını o görmüştür. Akmadan önceki kanın şırıltısını o işitmiştir. Artık hayatı boyunca o şırıltı kulaklarındadır. Hayat, o şırıltıyla taze ve yeni­dir her an.
Düşmemiş medeniyet var mı?
 Olsaydı ne değeri olur­du?
 Önemli olan bir medeniyetin düşmeyişi değil, düşüşü dirümesiz ölüme dönüşmeden doğrulmasını bilmesidir. Böyle olursa, düşüş, doğruluşun ve dirilişin bir bağışık­lığı gibi o uygarlığın ömür boyu yeni düşüşlere karşı di­renişini sağlayacaktır.
Düşüş, fizik anlamlı yaşantıya metafizik bir anlam getirecektir. Düşüşsüz hayat, bir fizik akıntısı, bir biyolo­jik devinimden başka bir şey değil. Ama düşüş bir dirilişi getirirse, hayat, fiziği aşkın bir deneyle zenginleşmiş, transandantal anlamına kavuşmuş olacaktır. Hayat, ıstı­rap ve azaplardan sonra gelen ruh yücelişlerinin sırrına erecektir. Görünmeyen dünyadan yankılarla sonsuzluğu dünyadayken yaşayacaktır insan. Hayat, ölümle terbiye edilmiş, ölüm buzhanesinde dinlendirilmiş ve tabaklanmış olacaktır.
Ölümün ve mezarın anlamı da bu değil mi acaba?
 Bir düşüşten sonra bir yüceliş gelmesi için hayata ve insana yüklenmiş bir çile saati. Ah, bir sarkaç gibi bir ölüme, bir hayata gidip gelen ruh’larla, sadece biyolojik yaşantının içinde vakit dolduran ruhlar arasında ne büyük uçurum vardır?
Yılan
Cennetin kapısında bekleyen yılan!
 Yoksa o görülme­miş renklerini cennetten mi aldın?
 Müziğe olan o korkunç tutkun, o, genç kızların mendilini en titiz bir duyarlıkla sana katlatan aşkın hep o korkunç ödevinden kalan mut­lu izler mi?
 Yoksa o pırıl pırıl pulların, o alev gözlerin, o ses sevgin ve aşk tutkun, hep içinde taşıdığın zehri daha iyi belirtmek için tanrısal bir ceza fonu gibi görüntünün hemen arkasına yerleştirilmiş bir paradoks panosu mu?
 Her neyse, sen bu ifadenle her çağda çağdaş ve yine her cağda arkaiksin. Arkaik ne kelime, adetâ dünya zama­nından öncesin; bir bakıma hep cennete bitişiksin, ama cehennemi yaşıyorsun. Cehennemsin, küçük bir cehen­nemsin. Doymamak üzere toprak yutuyorsun, toprak yut­maya mahkûmsun. Çünkü : Topraktan öncesin. İnsanı toprağa getirme mesajının büyük elçisisin. Gözle görün­meyen şeytanın gözle görünen çekisin.
Kalbin kapısını bekleyensin, içine bir parça şüphe at­mak için. Zatüssuver Kalesinin sırlarından haberlisin, o yüzden değil mi ki, dışını böyle süsleyerek içindeki boş­luğu gizliyorsun. Bir ucundan cennet, bir ucundan cehen­nem görünen sihirli bir boru gibisin. Toprağın eski mesa­jına iştihalı bir elçisin, şeytanın soyut sınırlarım kınp in­sanla yiizyüze gelmesi için gün ortasındaki kızıl bir gü­neş sıcaklığından bir halka, bir kemersin, ihanet mimari­sinin çelikleşen kemerisin.
İnsan ruhunun, insanlık ruhunun yılanları vardır; uy­garlıkların çökmesi için bekler dururlar sınırlarda, iki uy­garlık bir araya geldi mi hemen yılanlar köprü durumu­nu alırlar. Adeta iki uygarlığın bir araya gelişindeki ilk sıkıntıdan doğarlar, iyi köprüler de vardır, güvercinlerden, defnelerden, zeytin hışırtılarından ve çam iğneleri aralık­larından, ağaçtan ve çiçek tozlarının çılgınlığından. Ama bütün uğurlu habercilerin mevsimi vardır ve o mevsim bahardır. Ama yılanın mevsimi yok. Kışın donukluğu için­de o yine sağdır, zamanını bekleyen bir kara bilinçtir; ba­harda uyanıp kımıldayan küçük bir çin şer ilâhıdır; yazın ateştir, yangındır, kızgın bir tufandır, sonbaharda da ebedî dönüşün izinlisi, dinlenicisi, çamaşır yıkayıcısı, kasarcısı, badana ve sıvacısı, ev hazırlayıcısıdır.
Yılanı mı suçluyorum!
 Hayır, bu bir suçlama değil, bir tasvirdir belki. Bir alın yazısının tasviri. Yaradılışta­ki süreklüiğin geçiş noktaları siyah beneklere bakış da gerekli, o da gerekli; yılan da gerekli yaradılışımız için. Yaradılışımızın anıtlaşması için. Yaratış ki bir anıttır: yaradılışda ona yakışsın diye yılan da gerekli, akrep de gerekli, bulut da gerekli. Nasıl ki, leylâk da gerekli, ner­gis de gerekli. Leylâka sürünen yılan; dalından kopma­mış kirazı yuvarlayan yılan, hilkat tablosunu tamamla­yan paradoks levhası.
işte yılanın gözlerindeki ve pullarındaki bu mıknatıs bir çok saf ruhları çeker ve dışarı çevirir; bu yalancı pır­lanta ışıkları dış uygarlığa vurur ve orayı bir yakut sağanağı şeklinde gösterir. Yılanın uzaklarda beliren böyle yapma eleğimsağmaları vardır; gözlerin yılanı eleğim sağmalar. Ah, biz nice eleğimsağmalar gördük, nice yalancı eleğim sağmalar gördük yüzyıllar içinde Avrupa uygarlı­ğında. Bize gösterenler oldu ve biz onların gözünden gör­dük.
Ne iyi ki yılanların da zaafları vardır; yalanlan is­tenilen yöne çevirip dans ettirmek için ruhun musikişinas­larının sökün edip gelmesi gerekli. Yılanlar da büyük mu­siki içinde erir. Uygarlığın büyük armonisine çarpıla çarpıla, döne döne gözlerden kaybolurlar. Uygarlığın güçlü seslerine ihtiyaç vardır; ihaneti bile dağıtır, toz dumana çevirir seslerine.
Kutsal ekmeğine ihanet eden gibi, gök azığına ihanet eden gibi, uygarlık özüne ihanet edenler de bulunacaktır. Bunlar kırmızı ışık yerine yeşil, yeşil ışık yerine kırmızı ışık yakan trafik düğmeleri gibidirler. Uygarlığından ye­tersizlik duymanın sonucu değil bu. Yeterlilik duygusun­dan yoksunluk bu. Yaşamak için gerekli en az metafizik doygunluk düzeyine bile erişemeyen yılanın ruhu gibi.
Havva
Havva bir imaj mı bu macerada?
 Ne demek?
 Bir un­sur diyecektim. Ondan da fazla bir şey. Söz gelimi imaj dedim. Söz gelimi unsur diyebilirim. Ama Havva’nın anla­mı, Âdemin anlamı demek bir bakıma. Bir bakıma ondan da fazla bir şey. Çakmak kayalarından fışkıran pınar bir iğfal mi?
 Evet, belki bir iğfal, bir baştan çıkarma?
 O iğfalden hayat fışkırıyor. Nasıl ki, yağmurun gelişi gö­ğün iğfali gibi. Nasıl ki, gülün açılışı, evrenin bir baştan çıkışı. Döl, iğfale bağlanmış insan ve yaradılış zinci­ri, Havva’nın şanına armonikalar.
Havva için armonikalar.
İnsan soyu, bu armonikaların sırrını göğsünde sak­lar. Kadın, erkek için hayatla ölüm arasına gerili bir ke­mandır adeta. Doğduğu andan ölünceye kadar ona yak­laşmalar, ona katılmalar ve ondan kopmalar sürüp gider.
Havva Âdeme bir çıkmadır, bir dipnotu. Ama öyle bir çıkma ve dipnotu ki, asıl metnin anlaşılması için kay­dı gerekli.
Havva ilkin bir yankı, bir gölge gibi idi. Varlığını
Âdeme borçluydu. Bu yüzden bir diyalog kurulamıyor, bir eser ortaya çıkmıyordu. Ağaç vardı, ağacın hülyası vardı. Ama çiçek ve meyve yoktu. Ya da çiçek açmıştı ağaç ama bir türlü çiçek meyveye dönüşmüyordu. Çünkü : Mevsim hep aynı kalıyordu, değişmiyordu. Meyvenin ortaya çık­ması için mevsimin değişmesi lâzımdı.
Çiçekle yaprak arasındaki fark henüz bir renk far­kından ibaretti. Varoluş, insanın varoluşu, henüz tek yan­lı, tek katlıydı. İnsan, arı ve şeffaf da olsa, enfüsün du­varlarıyla çevriliydi. Âfaktan ortada eser yoktu. Bu yüz­den hakikatin hakikat olduğunu kanıtlayacak bir fon, bir karşıt da yoktu. İnsan ve gölgesi henüz toydu. Sınavdan ve ateşten geçmemişti. Bir mutluluk vardı ama bu mut­luluk henüz tunçlaşmamış, tabii sertliğine ve dayanıklığına kavuşmamış bir mutluluktu. Bekanın kanatları al­tında her tehlikeden korunmuşluk vardı. însamn terle­yen sırtından üşütücü, dondurucu, hatta nerdeyse öldü­rücü yokluk, geçicilik (fena) rüzgârları henüz geçme­mişti. Ezelî ve Ebedî ben vardı ama insan neydi?
 Yara­dılışın ilk katı açılmıştı, bir kaç katın daha açılışı ge­rekti.
Âdemin yanında Havva’nın belirişi, daha doğrusu ikinci bir dönemde belirgin hale getirilişi insana yoklu­ğun acı tadından tattırılmasına bir hazırlıktı. Enfüsün duvarları içinde ikinci bir enfüsün gelişi, âfakın korkutu­cu çehresine alışmak için bir başlangıç, bir girişti. Âde­min ölüm maskeli yokluğun karşısına çıkabilmesi için ar­kasında ikinci ben durmalıydı. Cennetin ortasında ikinci ben kabarcığı olarak doğan Havva, muştu gibi gelen Hav­va, Âdem için yepyeni deneyleri de beraberinde getiriyor­du. Âdem için ikinci ben olan Havva, bir şartın daha ek­lenmesiyle «sen» oluyordu. İlerde de bir «o» duruyordu.
Âdemin Âdem, Cennetin Cennet olabilmesi için atı­lan ilk adımdı Havva’nın gelişi. İlk toplanış yeri olan Cen­netten bir dağılım başlayacaktı. Bir yabancılaşma. Bir «dış»a doğru gidiş. «îç»in karşısına bir «dış» dikiliyordu. Özlem yolu açılıyordu. Âdemin kendine penceresi olan Havva, ikinci merhalede «dış»a açılan bir pencere, bir köprü oluyordu.
Her şey son ucuna gitmek zorundaydı. Şeytan, şey­tan olacaktı, yılan, yılan. Âdemin Âdem olması için şey­tanın, yılanın ve insanın cennet varlığı olmaktan çıkmala­rı, cennetin şartlarından faydalanma kolaylığını yitirme­leri, Cenneti yitirmeleri gerekiyordu. Cenneti, bulmak için yitirmek gerekiyordu.
Cennette tohumlar vardı, çocuklar vardı adetâ. Şimdi tohumun gelişmesi, ağaç olması, çocuğun büyümesi lâ­zımdı.
Bütün bu kapıların açılışı Kadının varoluşu ile baş­lar. Kadının varoluşu ve hele varlığını duyurusuyla.
Kadın varlığım duyurduğundadır ki, Âdem de varlı­ğım duymaya başlamıştır. Dost ve düşmanın içice, aşina ve yabancının yanyana gelişi başlamıştır.
Durmaksızın yaradılış tamamlanıyordu.
Kadın da karışmıştı varoluş âyinine. Ayin büyüyordu.
Ayinin ortasında Âdem yüceleşiyordu.
Evrenin bir örneği olan insan, ömrü içinde hilkatten kıyamete kadar sürecek olanı yaşar.
Çocukluktan çıkarken, Cennetten koğulan ve Havva ile yeniden dünyayı aşıp Cennete ulaşacak olan Âdemdir insan.
Medeniyetler de böyle bir saf ve mâsum çocukluk ve Cennet hayatım yaşarlar, sonra bir nevi dişilerini do­ğururlar, sonra onunla olan diyalogdan dışa açılış, öbür medeniyetlerle boy ölçüşme başlar. Bu öylesine çetin bir varoluş sınavıdır ki, bunu başaramayan medeniyetler ka­çınılmaz düşüşe uğrarlar, tarihin dehlizine, bodrumuna gömülürler, ama bu imtihandan başarıyla çıkıp kendi ol­gunluğunu bütünleyenler, tekrar Cenneti bulmuşçasına kurtuluşa ererler. Aşağıların aşağısından yücelerin yüce­sine yükselirler yeniden.
Âdem ve Havva’nın hayatlarında bir kader olarak ya­şanan, her insanın ve her toplum ve medeniyetin ömür­lerinde de tekrarlanan bir şema olur. Hilkatte olan, adetâ, bir sembol olarak tarihin başlangıcında durmakta ve ona maya ve öz olmaktadır.
Medeniyetin ülkü özü, Âdemin özü, özbenliği gibidir. Sonradan doğan azbuçuk özgür edebiyat da Havva gibi. Erkek özle dişi öz arasındaki diyaloğ yabancı düşünce ve ülkülerin tarlası olmaya elverişlidir. Öbür medeniyetler bu aralıktan sızarlar. Ya da sızmalarına lüzum yok, medeni­yet yavaş yavaş pencerelerini açacaktır bu dış dünyaya. Ölümcül alışveriş başlar. Bütün bu metabolizma sonunda da kendini yitirmeyen medeniyet, sınavını başarıyla ver­miş, tekrar eski güvenine kavuşmuş, şüphe ve tereddüt­lerden kurtulmuş, daha gelişmiş, daha serpilmiş ve büyü­müş olacaktır.
Günah duygusu bu özgürlükten doğmakta. Özgürlük bir risk getiriyor ama oluşu da gerçeğin ateşten imtiha­nına sokuyor. Âdemin Havva ile birlikte ve yine Havva önünde özgür olması gibi medeniyetin özü olan din düşün­cesi de ilkin edebiyat ve sanatla kendi öz çevresinde ken­di cevherinden bir çerçeve, bir kabuk bağlayacaktır. İşte bu çerçeveyi kırmadan çerçeveyi aşmak, kabuğu zedele­meden dışarıya neşvünemasını duyurmaktır gerçek geli­şim ve ilerleyiş.
Ey estetik!
Ey sanat!
Ey edebiyat ve ey şiir!
 Seni doğuran ana öze, yani dine neden en kısa zamanda katkı­ların, yabancı duygu ve düşüncelerin, yanlışların pence­relerini açıyorsun. Gerekli bir özgürlüğü sömürmüş olmu­yor musun?
 Din ve medeniyetin bu dar kapıdan geçmesi gerekli diyeceksin. Evet doğru, fakat bir an önce dönmek üzere. Kendi özüne, samimiliğine dönmek üzere. Edebiyat sarhoşluğundan ve aldanışından Havva ve Âdem tövbesi­ne ve inanç özüne, dönmek şartıyla.
Yasak yemiş buğday
Buğday, dünya lâmbasının yanması için basılan düğ­me oldu. Ve tabiî Cennet ışıklarının sönmesi de dünya ışıklarının gelmesiyle birlikte oldu. Çünkü : Dünya ışığı, cennet ışığı, ahiret bahçesi, ruh şafağı için bir gecedir, karanlıktır. Ahiret de, cennet de dünyaya batmış, dünya boyasına boyanmış kişiye bir şey söylemez. Onun kalbi­ni çağırmaz ahiret. Çağırsa da ahiretin çınlamasını duy­maz o kalb. Bu kalbin gözlerinin görüş sınırı dünya çizgileridir.
Mesnevideki hür kuş tuzağa yakalanan kuş İkilisini anmak gerek bu noktada. Bir kuş tuzağa tutuldu. Çünkü : Kursağına buğday girdi.
Zaruretin tohumudur buğday, içinde özgürlüğü yok eden bir güç gizli, insanı içten yakalayan bir zincirdir.
Yoksulluğun bitmez tükenmez kitabıdır.
Evet, buğday, sonsuz zenginliğin içinde fakirliğin, imkânın içinde zaruretin tohumu olarak boy gösterdi Cen­nette. Mademki Cennet, istenen, arzu edilen, düşünülen ve düşünülemeyen bütün nimetlerin sergi alanı gibiydi, bu sergide bütün tablonun kontrpuanı olarak bir benekciğe ihtiyaç vardı. O benekcik, o leke, buğdaydı. Buğday ba­şakları arasına karışan karamuk başağı gibiydi buğday ebedi nimetler bahçesinde. O olmasaydı tablo eksik ola­caktı. Sınav olmayacaktı, deney olmayacaktı. Sınavdan ve deneyden geçmiş bulunmak diye bir şey de olmayacaktı. Enfüse tam denk gelen bir âfâk, bir nevi, enfüsün uzan­tısıdır. Âdemin dileklerine dayatmasız cevap veren, gecik­meden gelip râm olan bir nesneler dünyası, gerçekte O’nun iç dünyasına dahil demektir. Dış dünyada bulunuşları sa­dece bir fizik konum meselesidir. Yoksa metafizik açıdan Cennet, başlangıçta Âdemin özbeniyle iç içe idi âdeta. Âde­min beni nerede bitiyor, Cennet nerede başlıyordu. Âdem, Cennete gark olmuştu. Ya da Cennet Âdemde insana gark oluyordu. Çocuğun ilk dünya algıları gibi. Çocuk eşyayı ilk sıralar kendi beninden ayıramaz. İç ve dış ayrımı baş­langıçta yoktur onda. Onun için yanlış olarak çocuğu egosentrik olarak nitelerler. Aslında çocuk eşyayla kendi benini birbirinden ayırmıyorsa, bu kendi benine olan düş­künlüğünden değil, belki henüz kendi beninin de, dış âle­min de farkında olmamasındandır. Çocuk, büyük ve me­tafizik bir anonimlik içindedir. Âdemin cennette yaşadı­ğının bir minyatürünü yaşamaktadır. Bir rüyayı, büyük bir evren şarkısının rüyasını yaşamaktadır. Hep tatlı ahenklerden örülü bir musikinin içinde erimektedir. Varo­luşun tadıyla sarhoştur. Ama onu daha ilerilere götürmek için bir gün uyandırırlar; onu bu halde komazlar. Çocuk­luğun bitiş gongu çalar bir gün. Buğdayın sertliği dişine dokunur ve o bu sertliği duyar, bu dokunuşu fark eder.
İşte, Cennette bir tohum olarak bulunan buğday, Âdeme acı bir şekilde de olsa kendi varlığını duyuracak bir unsur olarak bulunmanın sırrını taşıyordu. Buğday, öyle bir düğümdü ki, açıldığında Cennetle Âdem arasına bir perde gerilecekti. Âdem için hayat, «oluş» olmaktan çıkacak, «varoluş» olacaktı. Ebedîlikten bir parça olan Âdemin hayatına, buğday, faniliğin mayasını katıyor, böy­lece ebedîlikle faniliğin karşılaşmasından insanlığın varo­luş dramı doğuyordu.
Buğday, mutluluk içinde mutsuzluk gibi duruyordu. Sükûnet içinde ihtüâl tohumu gibi. Aslında bir dürtüydü. Rüyanın tam ortasında gerçeğe çağıran bir dürtü. Ger­çek, şüphesiz rüyanın zıddı demek değildi. Ama, rüyadan ibaret de değildi. Bir de rüyanın ötesi vardı. Arka yüzü, görünmeyen yüzü vardı. Âdem düşten uyanınca veya uyandırılınca, düşle birlikte, daha doğrusu, düşün anısıy­la birlikte, düş dışını, düş ötesini ve düşün karşıtını da yaşayacak, böylece yaşantısı tam olacaktı. Tanrı halifeli­ği yaşantısı olacaktı hayatı.
Böylece Âdem Âdem olacak, Cennet de Cennet ola­caktı. Kolay değildi oluşum.
An duru bir vücutta bir kanser hücresi gibi duran buğdaya, yasak yemişe dokunmamalı mıydı Âdem. Doku­nacaktı, bu onun alınyazısıydı. Hücre dokunulur dokunul­maz faaliyete geçecek ve o zamana kadar sıhhat nedir, hastalık nedir düşünmemiş olan vücudu kuşkulara sala­cak, ama düşünceyle olgunlaştıracak onu, ona savaş ver­direcek. Bu kanser yenilmez bir kanser değildir. Yenile­cek ve vücut eski sağlığına kavuşacaktır. Bir farkla. Sağ­lığın şuuruna varma farkıyla.
Kolay özgürlüğün içinde çetin bağlantının tohumu gibi duruyordu Âdemin iştihasının karşısında buğday. Pandorun kutusu gibi duruyordu. Bütün azapların torba­sı gibi asılı duruyordu. Kalbimiz dokunur dokunmaz kutu açıldı ve torba patladı. Bir an için onun toz dumanından Cennet gözlerden uzaklara kaçtı. Rüya bitmiş, kaskatı toprağın üzerine düşmüştük.
Macera yeniden başlıyordu. Varoluş macerası yeni­den başlıyordu.
Medeniyetler de böyle. Başlangıçta insan onu bir cen­net özlemiyle benimser, onu en tatlı yamyla yaşar. Kuş­ku yoktur, saf yaşayış vardır. Ama, bu doğurganlık, bu verim, bu inanış, bu güven sürüp gitmez. Faniliğin sının bir yerde gözükmeye başlar. Zaruret, hürriyeti bastırmak ister. İnsan düş gibi yaşadığı hakikat, güzellik ve iyilik idealarından örülü sistem dünyasından uyanıp realiteler­le karşılaşır. Artık, dünyaya, toprağa düşen Âdem gibi­dir o uygarlık. Çetin bir imtihan günü gelip çatmıştır. Tekrar Cenneti kazanmak, o düşe varmak kolay olmaya­caktır. İnsanın büyük çaba göstermesi gerekir. Hayat sa­vaşı, varoluş savaşı başlamıştır. Eşyaya, tabiata karşı varoluş savaşını açacaktır insan. Ve insanla birlikte me­deniyet. Eğer bu imtihanlardan başarıyla çıkarsa, mede­niyet, gerçek yaşamayı hakketmiş olacaktır. Eski güveni­ne, eski varoluş doğurganlığına erişecektir.
Bu açıdan bakılınca, buğday, bir düş gibi başlayan medeniyetin realitelerle karşılaşmasının ve varoluş sava­şına girişmesinin sembolü oluyor.
Toprak
Toprak, ya da öbür adıyla dünya. Âdemin yaradılış malzemesi. Uykuda olan ilk İnsanî yığın. Âdemde çiçek­lenen, ruha kavuşan madde. Sonra Âdemin yücelerek terk ettiği, arkada bıraktığı, bir anı haline getirdiği. Veya bir anı haline getirilen, Âdemin kaderinde. Bu, ikinci bir bu­luşma için ilk bir muştu mudur toprak için?
 Bir umutsuz­luk mudur insan için?
 Evet, nihayet, bir suç belirdi ufuk­ta ve insan kendi malzemesine reddedildi. Çiçek göğdeye geri gönderildi. Ehlî olan yabana gönderildi, ehliliğin şart­larını şaşırdığı için. Kınama olarak değil, yeniden başla­mak için. Bu bir Sisiphos mitosundaki gibi sonsuz bir tek­rar değil, her olgunlaşmada olduğu gibi bir tekrar. Ta oluncaya kadar. Bir deneme bu. Bir tecrübe.
Bütünün unsurlarına geri dönüştü. Kendini yeni baş­tan yoklayışı. Filozofun dediği gibi ölürken yeni doğmuş gibi ölebilmek, bu dünyaya gelişimizin sebebi. Toprağa dö­nüşümüz, böylesine bir yenilenme için. Hakikatin bile ba­yatına tahammül edilemez. Hakikat sürekli olarak kendi­ni yeniler. İnsan bu yenilenmeyi doğru yoldan yapmazsa, yaradılış onu zıt yoldan yapar. Tırmandığını unuttunsa öyle duracağına düş ve yeniden tırman; durmaktan daha iyi bu. Ot gibi varolacağına öl ve yeniden diril. Allah, sa­na verdiği nimetleri hükmî olarak da olsa ölü hale getir­mene razı olmayacaktır hiç bir zaman. Seni çevreleyen nimetleri, düşünceleri, inançları, özel olarak hayatı ölü hale getiremezsin. Seni çevreleyen İlâhî dünyayı gönlün­de öldüreceğine sen git ölümde yıkan, ölüm ab-ı hayatın­da yıkan ve ebedî hayat bularak geri dön. Toprak, işte böyle bir çağrıdır insana. Kabirdir. Evet, toprak, veya onun anlamlı, zamanlı, tarihli uzantısı dünya, bu kabir gibi insanı yeniler ve yerini bir dirilişe hazırlar.
Bunun içindir ki, Âdemin suçu görünüşte bir suç, düşüşü görünüşte bir düşüştü. Aslında yücelik kaderi böy­le bir çetinliğin içine gömmüştü Âdemin geleceğim. Bu çetinlik de melâmet dervişlerininki gibi bu kaderi suç, günah ve düşüş perdeleriyle maskeliyordu.
Evet, ey toprak, en alçakgönüllü tohum gibi, bir to­hum olarak, İlâhî sırrın tohumu olarak, hor ve hakir sav­rularak Âdem sana geldi. Sen onu sakın zayi etme.
Biz sana geldik ey toprak, ey ana kucağı sen bizi sakın zayi etmeyesin. Allah’ın hazînesini açılacağı güne kadar saklamasını bil ey toprak.
Ey ölüme kucağını açmış olan unsur, sakin eleman, diriliş de sana kucağını açacaktır, aklından çıkarma.
Çocuk da bir suç işledi mi annesinin kucağına atıl­maz mı?
 Hatta, annesine karşı bile annesine sığınır ço­cuk.
Medeniyetler, kültürler, iman gerçekleşmesinden doğ­ma tarih doğrultuları da kimi zaman bir sürçme, bir sap­lanma halinde kendi unsurlarına dönüp, kendi malzeme­sinden ibaretmişçesine bir sıkıntı içine düşerler. Evet, malzeme üzerine kurulan yaradılışın harikaları sanki bir üfürüşte uçup gitmiştir. Toprağa düşen Âdemin aklına her gelişinde Cennet için düşündüğünü, uygarlıklar da geçmişleri için düşünürler bunalım çağlarında.
Aslında ilk hale dönüşte insan görür ki, ilk haldeki oluşla bu dönüşten sonraki oluş birbirine sadece görünüş­te benzemektedir. Gerçekte ikisi arasında büyük bir fark vardır. Cennet deneyinden önceki Âdemle Cennet deneyin­den sonra dünyaya dönen Âdem arasındaki fark. İnsan Cenneti yitirmiştir, ama onu tekrar arayabilir ve bulabi­lir. Bir bakıma yorgundur, iptidailiğin o enerjisi yok­tur, genç değildir ama hakikata varmış, esere ulaşmış bir hayat gerisinde durmaktadır. Biraz dinlendirecektir dün­ya, hamlık kendisini. Yontulmamış malzeme, yeni yontu­lar için iştiha uyandıracaktır.
Medeniyetlerde de bir çöküş, bir kriz onu ilk malze­meye, bilgi ve inanç temellerine, hatta onları muhasebe etmeye, hatta biraz daha ilerisine, adetâ yokluk, hiçlik kütlesinin çekirdeğine yöneltecektir. Orada bitişle dinlenip tekrar yeniden ibdaya dönebilme imkânı içiçe durmakta­dır. Bütün lâmbalar sönmüş olsa bile hatıra lâmbası yan­maktadır. Eşyanın çizgilerini bu ışık altında da görmek mümkündür. Fakat dağılım artık bir daha derlenip topar­lanmayacak kadar şiddetli ise, iki durumla karşılaşacak­tır o uygarlık. Biri, yokoluş, biri de tümüyle diriliş değil de, hayat özü kalmış bir noktadan yeni bir fışkırış.
Özleyiş
Uzaklaştırma yaklaştırma içindir. Ayrılık buluşmaya doğrudur. Yitirme, bulma arzusunu uyandırır. Gurbette söylenir sıla şarkısı.
Sevgiye özleyişin katılması içindi Âdemin dünyaya gönderilişi. Sevmeyi çeşitlendirmek, zenginleştirmek bakımındandı. Ayrılık, gurbet duygusu, sıla özlemi, buluşma, kavuşma sevinci gibi duygu ve duyarlık ateşleyicisi bir demet sunulsun diye Âdemin ruhuna bu göç ve bu sürgün bağışlandı. Sürgünü düzenleyen ve göçü yürüten hüküm­darlık hikmeti, bağlılığı pekiştirmeyi, ateş imtihanından geçirerek sağlamlaştırmayı hedef almaktaydı.
«Dünya bir köpüktür». Evet, ama hakikat denizinin ve sonsuzluk ummanmm üstünde. Onun dalgalarının ço­cuğu olan bir köpük. Deniz dalgalanmasa bu köpük olma­yacaktır. Ama dalgalanmadıkça deniz deniz olacak mıdır?
Çöl, kentleri özletir. Su özleminden seraplar türer. Eser, bir bakıma, çöldeki insanın metropolisi kafasında canlandırışından doğar. Malzemede ölür eserde diriliriz. Bundandır ki, dünyada ölüş bir dirilişe çıkıştır. Üstünlük yolu, tabii çıkıştan daha önce davranır. Daha dünyaday­ken dünyadan çıkmak gerek. Ölmeden önce ölmek gerek. Ölümle gelen gelmeden, ölümün bütün şartlarıyla varolu­şu kucaklar ve sararsan, ölüme en yaklaştığın yerde öz­leyişin gözden inci gibi yaşlarla aktığım görür ve gönlü­nün doğusundan sevgi güneşinin yükseldiğini farkedersin.
Çile, Hazreti Mûsa’nın Sina’da çektiği çileden, Hazre­ti Peygamberin Hira da çektiği çileye kadar bütün çileler, peygamber olmadan önce çekilenden peygamber olduktan sonra çekilenlere değin çileler, bu özleyişin verdiği sabırla katlanılan ruh gelişmeleridir.
Peygamberlerin çileleri: ateşte yanmaktan kurban olarak kesilmek üzereyken bırakılmaya, kuyulara atılma, kervanlara satılma ve zindanlarda yatırılmaya, balık kar­nında kalmaya, testereyle kesilmeye kadar giden çileler.
Kolay iman bir inkâra dönüşebilir. Ama çile çekile­rek erilen inanç, inkârların fırtınasına dayanıklıdır. Zel­zele geçirmiş, sel baskınına uğramış, rüzgârlarla sarsıl­mış, fakat yine de yerinde sapasağlam duran bir yapı ile her türlü dış etkiden uzak veya mahrum tutulan bir yapı bir midir?
Hakikat ruhumuzun kulağına fısıldayarak der ki : boş durma insanoğlu, imanım imtihan ettir. İbrahim ol, inkârların ateşine bulan, ama yanmamak şartıyla insan­oğlu. Yusuf gibi eşyanın karanlığına in ve orada da Allah’ı anmayı unutma. El kervanlarına katıl, düşünce ve sa­nat oymaklarını kelebek gibi değil, an gibi dolaş, karınca gibi bilgi harmanlarım arşınla. Ta çıktığın noktaya dön­düğün zaman mâna gelini kendini sana teslim edinceye kadar.
Âdemin dünyada Cenneti, ahireti özleyişiyle dönüş dai­resinin yansı bitmiş olur. Dönüş başlamış demektir. Ka­der bir gün daireyi tamamladığı zaman, yolculuk ilk çı­kış noktasından yine en yüce noktaya yöneldiği vakit bir başka iklimin rüzgârları esecektir. Kulağımıza başka sesler gelmekte, ayağımızın altından artık toprak kay­maktadır.
Yüzünü Allaha döndürdüğün zaman, nasibinde var­sa uçan sensin, seccade değildir. Seccade uçmaz, ancak, insan uçarsa seccade de onunla birlikte uçmuş olur. An­layışsız kişi seccadenin uçtuğunu ve insanı da uçurduğu­nu sanır.
Yüzümüzü Allaha çevirdiğimiz vakit, başka bir ik­lim, başka bir mevsim başlamıştır. Ayrı bir mevsimin mantığı. Sarhoşluğa benzeyen bir mantık. Ama bu, Hazreti Mevlânanın dediği gibi, üzüm şarabının sarhoşluğu değil, seher şarabının sarhoşluğu. Oluşun sınırlarını zorlayan bir sarhoşluk bu.
Batan uygarlıklarda da, bu iç özleyiş, rönesanslarla kendini duyurur. Bir rönesans isteği, arzusu ruhları sar­dı mı, artık hiç bir engel o uygarlığın geri gelişini önle­yemez. Diriliş başlayınca ölüm seyirci kalır. Eşya kural­larının tornan dürülür.
Aç tomarım ey kalb, aç tomarım ey ruhumuzun fec­ri!
 Özleyiş böyle seslenir durur. Bülbül, diriliş şafağının kanla gusl etmiş, kendi ölümünün kanıyla gusletmiş bül­bülü ilk defa dikenlerin ötesinde bulunan gülden söz eder. Âdemdeki Cennet özlemi gibi, bülbüldeki gül aşkı gibi uygarlığın dirilişinin erlerinde de kendi aslına döniiş tut­kusu, sevgisi, ülküsü doğar.
Varış
İki aslı vardır insanın : bir, madde aslı, toprak; bir de ruh aslı, yücelikler. Tanrı katındaki yücelikler. Eşya­nın ulaşamadığı yaratış bölgesi. İnsan, bu iki asıl arasın­da bir daire dönerek gelişme çizgisini tamamlar. İnsan yaratılmış, sonra yüceltilmiş, sonra imtihan için, ruh pis­sin ve olgunlaşsın diye madde aslına döndürülmüş, ondan ruh aslına yönelmesi istenmiş, bu yönde göstereceği bü­tün çaba desteklenmiştir. Ama insan, madde aslının dolaylarında ruh aslını unutur ve tekrar temelli yücelme­ye niyetlenmezse, maddeden de öteye fırlatılır. Aşağıla­rın aşağısına düşürülür. Ama bir kere de yüceye yöneldi mi ona bütün kapılar açılır. Mucizeler ülkesinin kapılan. Melekler de onun yardımcısıdır. Zaman bile şuurlanır. Ve insan ashab-ı kehf gibi mağaradan çıkar. Uykunun şart­lan yerine uyanıklığın dinamik kanunu geçmiştir. Sen artık sende değilsin. Senden senlik gitmiştir artık. îçin bir başka özle dolmuş. Seni senden boşaltarak yeniden saf bir özle doldurmuşlar. Sen kendi kendine sorarsın : «Ay!
 O ben miydim. Ay!
 O kadar düşmüş müydüm?
 Ve bu ben miyim?
 Ne kadar hafifledim. Bütün ağırlıklarım geride kaldı sanki.» Böyle böyle, artık geriye bile dönüp bakmayacak bir uzaklığa kadar gidersin. Ve o uzaklık asıl yakınlıktır.
Söz bitmiştir. Aşktır gönlün alınteri. Bu alınterinin sözü geçerlidir artık.
Hazreti Âdem, dünyada belli bir süre sonra nasıl ki bu düşüşün anlamını bilmiş ve yücelmenin sırrım kurca­lamıştı. Bu niyet anlığı onu tekrar yüceliğe yöneltti. Pey­gamber olmak gibi en üstün insanlık derecesine yükseldi. Artık o dünya nimetleri içinde iken bile aslında ahireti yaşıyordu. O artık kendisini halkedenin yanında idi. Onun her yerde olduğunu artık anlamış bulunuyordu. Adetâ tek­rar Cennetteydi. Ölmeden önce ölüm aşılmış, Cennet bü­yüyerek dünyayı da içine almıştı adeta. Eş ve oğullar Cennetten birer parçaydılar. Toprak ve buğday dahi Cen­netin bir parçası olmuşlar, yasak yaftasından kurtulmuş­lar, sıyrılmışlardı.
Evet, şeytan yok olmamıştı. O yine duruyordu. Ama biraz uzakta. Yıkılmış, yere çarpılmış, adeta tükenmiş, utançtan yerin dibine batmış vaziyette.
Dağlar, ufuklar vuslatın cam kesmesi mutluluk ren­gine bulanmıştı.
Kavuşma dağı taşı tutmuştu.
Suların sesi buluşmayı fısıldıyordu.
Güneş her gün bir buluşma muştusu gibi kendini gös­teriyordu.
Ay, hurma ve zeytin dalları arasında rüzgârda savru­lan bir duvak gibi bir belirip bir kayboluyordu.
Hakka kavuşmaktan üstün ne olabilirdi. İnsanı ordan daha çok sükûnete götürecek ne vardı. Diyalogun iki ucu arada bir kıl mesafesi kalmak üzere bitişiyordu. Han­diyse monolog olacak gibi. «Her şey O’na dönücüdür» anlamında olan atmosfer, ceberût âleminin sesi ortalığı kaplıyordu.
Ey ruhum, sen de kendi Âdemin olabilirsin. Ölüm gelmeden önce ölümün şartlarına bürünerek ölümü aşa­bilirsin. Sen de ölümün ötesini ufuklardan, sabah vaktin­den, seherlerden, gece çilelerinden sorabilirsin, o değiş­mez mevsimin çiçeklerini, dizlerin kan içinde kalsa da inancın yüce dağ doruklarından toplayabilirsin.
Siz de, bir uygarlığın son çocukları, evet siz de, tek­rar o uygarlığı yücelten, en parlak vakitlere eriştiren öze dönerek onu yeniden ihya edebilirsiniz. Bunu yaparsanız onun aşkı sizi saracak, siz adeta bir mucize ikliminde ilerler gibi olacaksınız, şeytan veya şeytanî sistemlerin hiç biri size engel olamayacak. Sizi aşk yönetecek. Ve siz tek­rar hakikatin bayrağını dünyaya dikecek, İlâhî siteyi ger­çekleştirecek, Hakkın medeniyetini zafere ulaştıracaksı­nız. Ve bunun armağanı olarak varılacak yere daha o anda varmış olacaksınız, erilecek alana ermiş bulunacak­sınız.
Tufan öncesi
Ortalık gün güneşliktir. Her sabah ufuklar aynı ta­zelikte kızarmakta, dağlar aynı harikuladelikle aydınlanmakta, güneş aynı gençlikle dağların ucundan gözükmek­te, insanlar uyanıp pazarlara koşmakta, taş yontucuları, saraylar için mermer yontmakta, Mezopotamya’nın asma bahçelerinde üzüm salkımları hayat özünü taşıyormuşcasına sallanmakta. Hiç kimse, bu mutlu yaşantının değişe­bileceğini, ufukların kararacağını, güneşlerin görünmezcesine batacağım, şehirlerin toza ve dumana karışacağım aklına getirmiyor.
Tufanda değil, Tufan öncesiydeyiz de ondan.
İnsanlar, genel olarak içinde bulundukları zaman ve şartların etkisi altında düşünürler. Yani mantık da için­de bulunulan şartların mahkûmudur. Dünü, içinde bulun­duğumuz olağan şartların ışığında yorumlama eğilimini taşıdığımız gibi geleceğe de aynı durumların tekran ol­maktan öte bir hayat hakkını yakıştıramayız. İnsan ade­tâ kördür. Ne geçmiş zaman bugünkü gibiydi; ne de gele­cek zaman bugünkü gibi olacaktır. Hatta bu anlamda ve bu açıdan bakılınca, şimdiki zaman bile algıladığımız şim­diki zamanın ötesinde durmakta. Gölgeyi gerçek, gerçeği gölge yerine koyan insan, kendini aldatmaktan başka bir şey yapmıyor.
Geçmiş zaman, harikalarla, harikulâdeliklerle, fevkalâdeliklerle dolu. Gelecek zaman da neden öyle olma­sın?
 Aslında, gören göz için şimdiki zamanın da her anı, aynı fevkalâdelikler, harikulâdeliklerle ayakta duruyor. Hayat, sadece komedi olmadığı gibi, sadece trajedi olma­dığı gibi, sadece dram da değildir; trajedinin, komedinin, dramın, üstün bir uyum noktasında dengeye erişinden doğmaktadır. Trajik olan, komik olanı bir kılıç gibi iki­ye böler; dram, trajiğin soluk almak için durduğu nok­tada belirir: trajik olanın durduğu noktada, tembelleşti­ği çizgide bir yosun gibi biter dramatik olan. Gül, güneş, su, çocuk, hep olağanüstüdür. Fakat bütün bu olağanüs­tüler hakkında duygumuzu sürekli olarak koruyamayışımız yok mu?
 İşte bütün felâket oradan doğuyor, oradan başlıyor.
Bütün harikulâdelikleri önümüze olağan bir sergi, bir yaygı gibi uzatan Yaratıcı, bizden sürekli olarak, olağan­üstüne dikkat etmemizi istemektedir. Sürekli olarak, fev­kalâdenin duygusunu taşımamız gerekmektedir. Bütün fevkalâdeliklerin karışımından bir alelâdelik duygusunu çıkarmak, insanın bahtsızlığının temel sebebi. İnsanoğlu, ruhunu, yaratış zirvelerine yerleştirerek o zirvelerden dur­madan inanç ve umut emecektir. Hilkatin bu harikulâdelik memelerinden emmeyen ruh, kısa zamanda solacak ve pörsüyecektir.
Tufan öncesinde de, insanoğlu unutmuştu hilkatle ge­lip ruhumuza bitişen olağanüstünün hakkını. Ama, ola­ğanda bir kabarış vardı ki, bunu, ancak kendisine geçmi­şe ve geleceğe gerçek bakışla bakma gücü verilen insan sezebilir. Allah’ın açtığı iç gözle bakan görebilir bunu. Va­hiy aynasında zamanı gözlemeye memur edilen insan heceleyebilirdi bu sırrı. Eşyanın neden med vakti yaklaşı­yordu. Bunu ancak Peygamber bilirdi. Eşyanın kalb atı­şı, evrenin nabzı onun kulağına bu gelecek zaman sesle­rini ulaştırıyordu. Ama insanlar farkında değildi bu eşya taşkınlığının. Hatta denebilirse, eşya öfkesinin. Bir yer­de vecd, coşkunluk olan, öbür yerde alevleniş, parlayış anlamına gelen bu, olağan konumu terk edişin.
Tufan öncesiydi. Peygamber görevlendirilmişti. Haz­reti Nuh, gelmekte olanı, cezayı açıklıyordu halkına. İn­sanları uyarıyordu. Fakat, insanoğlu, bu kez içinin bütün pisliğiyle alaya alıyordu bu uyarışı. Gelecek zaman kıla­vuzuyla alay ediyorlardı. Ne de güveniyorlardı durumla­rına. Ah!
 Sadece Allah’ı, Yaratıcıyı değil, yaratılanı da tanımıyorlardı. Yaratılmış olan Allah’ın buyruğuna nasıl boyun eğmiş olduğunu bilmiyorlardı. Ya da unutmuş gö­rünüyorlardı bu müthiş bilgiyi.
Uyarı gittikçe şiddetleniyordu. Kurtarıcı gemi de bir taraftan hazırlanıyordu. Ama insan, ortamın gittikçe de­ğiştiğini, ortalığın yavaş yavaş karardığını, metafizikten fiziğe kara kara bulutların toplanıp kaydığım nedense gör­mek istemiyordu. İşte görmenin tam zamanıydı. Sonra görmek neye yarayacaktı?
Medeniyetler de artık ebedileşmişcesine bir güvenle toplumda sürüp gittikleri sırada geleceğin ilk filizleri doğ­mağa başlar. Nice yüksek duygu, fedakârlık, aşk ve er­demle ayakta duran medeniyet, yavaş yavaş bu yüce duy­gu ve eylemler kabuk bağlayınca, ölümcül tehlikenin önü­ne birdenbire gelir. Ama kimse farkında değildir. Ancak büyük ruh adamları sezerler bu tehlikeyi. Ve adetâ sırlı bir dille çağrılarda bulunurlar. İnsanları alışkanlıklardan, alelâdeliklerden kurtulmaya çağırırlar. Ama insanlar bu çağrılara kulaklarını tıkamışlardır. Bu üstün kişilere, bu yücelik ödevlilerine hasta, deü gözüyle bakarlar. Onlan öldürmek, en azından susturmak isterler. Gerçeğin söylen­mesine razı olamazlar. Gerçek söylenmeyince sanki yok olacaktır. Susuldukça realitenin şahlanacağım, örtülen ateşin güçlenmesi gibi gittikçe içten içe gelişeceğini, ka­baracağını unuturlar.
Kurtuluş Gemisi
Bir yandan Tufan yaklaşıyor, bir taraftan insanın sapıklığı ve kötüye dalmışlığı artıyor. Bir yandan da «kurtarıcı gemi» yapılıyor. Peygamberin insanlığı kurta­rıcı örtüsü hazırlanıyor. İnanan, güvenen kişi, her şeye rağmen, şartların bütün umutları kıracak durumda olma­sına rağmen umudunu yitirmeyen kişi, Peygamberin ko­ruyucu kurtarış kanatlarının altına sığınacaktır. Dağın güneş ışığında pişmiş İlâhî tuğlaları olan ağaçlar kesile kesile bir araya getirilmekte ve kurtarıcı gemi bir hisar gibi, bir kale gibi yükselmektedir.
Ey inanmış kişi!
Korkma!
Bütün insanlık inkâr ve sapıklık bataklığına gömülse de senin için nurlu bir iz vardır. Hazreti Nuh’un izi. Ve bu iz seni «kurtarıcı gemi»ye götürecektir.
İnkâr ve isyan ağları göklere erse, daha doğrusu is­yan ve günah alevlerini söndürmek üzere Allah’ın buyru­ğuyla yükselen sular göğün su çizgisiyle birleşse, yine korkma, bu iki çizgi arasında sen O’nun güvenli gemisin­de sıcacık rüyalar içinde mışıl mışıl uyuyacaksın.
Allah’ın habercisine açtığı bir mucize bahçesidir bu. Allah’ın razı olduğu kişiye Tufan bile bir sığınaktır.
Ey inanmış insan!
 Sen, Allah’ın birliğini ve kudretini ilân eden sancaklarla donanmış gemiye koş ve sığın, Tu­fan gelmeden önce.
Gemi yapılmakla çağırmaktadır. Peygamber onu yap­makla çağırmaktadır seni.
İşte, Nuh’un Gemisi, böylece her vakit inanmış olan­lar topluluğunu sembolleştirdi. Her zaman inananlar bir araya gelmeli ve yol göstericinin etrafında toplanıp in­kâr ve isyan bataklıklarından kurtulmaya çalışmalıdır­lar.
Bir medeniyet de batış çanlarını çaldı mı, onun ger­çek sahipleri, durumu bütün acılığıyla görmeli ve hemen bir «diriliş noktası» etrafında toplanmalıdırlar ki, inanç, düşünce, sanat, edebiyat, ahlâk ve davranışlardaki ola­ğanüstü medeniyet oluşumu duraklamaya yüz tutmuşsa, o tohum gibi olan noktadan yeniden yüz göstersin, boy versin, neşvünema bulsun.
Nuh’un Gemisi, bir nevi yeniden doğuşun, rönesansın sembolüdür batmaya yüz tutmuş uygarlıklar için. Evet, nasıl her cins hayvandan bir çift alındıysa gemiye, aynı şekilde bir medeniyetin özeliklerini taşıyan her kök duy­gu, düşünce ve inançtan tohumlar bir «Diriliş Merkezinde derlenip toparlanacak ve oradan yeniden hayata aşkla, inançla ve umutla doğacaktır.
Her çağda, şartlar ne kadar ağır ve umutsuz olursa olsun inananlar için bir Nuh’un Gemisi vardır. İnananlar ona sığınırlar ve onu felâketlerin yatıştığı veya erişeme­diği, trajik çizgilerin durgunlaştığı bir yere ulaştırabilir­se, kurtuluş yeniden başlayacak demektir. Her çağda her uygarlık ve her inanç gurubu için böyle bir diriliş» umu­du vardır. Ölüm tehlikesindeki uygarlığın temel unsurla­rından öz parçacıkları, protoplazma özleri taşıyıp da bir yerde onları mayalanmaya bırakmalı, o özlerle çağı ve gelecek zamam mayalandırmalı. Bu mayalanışı aşkla ve feragatla gözlemeli. İşte o bekleyişten, o hamur yoğruluşundan, battığı sanılan uygarlığın dirilişi doğacaktır.
Tufan
Suyun intikamı gibi görülen, bir yanı mucize, bir yanı veya yüzü ceza görüntülü ilâhî olay. Şüphesiz bütün olaylar, insanın veya eşyanın kaderine ilişkin olmaları se­bebiyle varoluşlarım, kişiliklerini aynı ilâhî takdir kay­nağından alırlar. Ama peygamberin, inanma şuuruna ça­ğırdığı dönemlerde bazı olayların şahdamarına olağanın dışında bir damga vurulur. Bu damga mucize damgasıdır. Eşya peçesinin bir an için açılıp kapanması gibi bir şey. Sırrın aralanması. Ateşin üstündeki külün eşelenmesi.
Evet, anlam olarak her an tabiatın içinde, mikro ve makro âlemlerde nice tufanlar cereyan etmekte, olup bit­mekte, fakat insanoğlu bunu değerlendirmeğe bir türlü yanaşmamakta.
Peygamberle birlik, anlamlar geldiği gibi, olayları açıklayan özel olaylar da gelir. İnsanoğlunun doğru yola dönmesi için peygamberler gönderildiği gibi onların silâ­hı olarak eşya ve olay düzenlerinin yeni dizileri de bağış­lanır.
Peygamberlerin gelişi, ruhun bir şölenidir. Bu şölene tabiat da katılır. Şüphesiz mucize diliyle.
İnsanların kararmış kalblerini mucize ışığıyla aydın­latır, yıkar ve temizler peygamber. Mucize, onun elinde, ceza gibi de olsa, aslında kötüyü yok eden İlâhî bir kılıç­tır.
Hazreti Âdem toprağın imtihanını vermişti. Toprağa karşı savaşın. Vücudumuzu oluşturan unsurların bizi en çok uğraştıranı olan toprağın. İşte o toprak ki O’nu Cen­netlerden yere çekmiş, düşüşüne sebep olmuştu. Fakat o toprakta toprağı yendi. Allah sevgisi ve korkusuyla dola­rak toprakla toprağı etkisiz bıraktı. Ve kaybolmuş cen­netini gördü. Onu göklerde yitirmişti. Ama kalbinde bul­du onu yeniden. Tekrar ona dönme gücünü de böylece ka­zanmıştı.
Daha sonra zaman zaman toprak, Allah’ın buyruğun­dan çıkan insanlıktan intikamım almıştır tarih boyunca. Lût kavmine yaptığı gibi. Fakat en büyük savaşı, ilk in­san ve ilk peygamberle yaptı. Olumsuz bir tutum içinde göründü, ama aslında bu bir roldü. Toprağın rolüydü bu. Ona verilmiş bir rol, bir görevdi bu.
Bu yüzdendir ki, Tufan için suyun intikamı demek­ten çok, suyun imtihanı veya daha doğrusu bir anlatımla su imtihanı demek daha doğru olur.
İnsanlık «varoluş» imtihanını Hazreti Âdemle verdi. Sürebilme imtihanını «hayat» imtihanım da Hazreti Nuh’la. Sanki O’na kadar insanlığın dünya hayatı bir prova­dan ibarettir. Su ile sembollenen tufandan sonra hayatı­mız gerçek hayat oldu.
Hazreti Âdemle Hazreti Nuh arasında insanlığın ha­yatı adetâ askıya alınmış bir hayattı, berzah hayatı idi, kendi açılarından değil, bizim açımızdan. İnsanlık Tarihi açısından. Adetâ her an insanlık, geriye dönecek, Cenne­te bu dünya hayatı itibariyle de çekilecekti. İdris Peygam­berde olduğu gibi, iki dünya arasında sallanan bir alev gibiydi insanlığın hayatı. Titrek bir alev.
Tufan imtihanından sonradır ki o alev bir meşale oldu. İnsanlık kendi kendini aydınlatan bir meşale oldu.
Bu dünya öbür dünyaya bir hazırlama alam oldu; to­huma tarla oldu.
İlâhî gazap coştu, bütün inkârı, reddi, küfrü, bir tay­fun gibi yuttu. Fakat, İlâhî rahmet, inananları, hakikate sahip olanları bir kurtuluş gemisi gibi selâmete çıkardı. Böylece de rahmet gazabı geçti.
Bağımsız varlık iddiası yüzünden insana karşı su, celâl kamçısıyla kamçılandı. Fakat içlerinden bir destesi, inananlar destesi, gül destesi rahmet ve cemal örtüsüne bürünerek kurtuldu.
Kibrin kalbine Mütekebbir, Müntakim ve Cebbar isimle­riyle Yaratıcı şimşeğini sapladı. Gurur ağacı bu yıldırımla yere devrildi, kül haline geldi. Külü havaya savruldu.
Hatta gazap bir rahmet oldu. Küfrü, inkârı, reddi bo­ğarak güzelin, iyinin, doğrunun ezilişini önledi. O zaman celâl cemal ve cemal celâl oldu.
Kendi gücüne güvenen insan, Allah’ı yendiğini veya aldattığım sanan insan aldanışın ne olduğunu çok acı şe­kilde öğrendi. Tanrı’nın bağışladığı hayat nimetinden öğ­rendi. Hayatın coşuşundan. Coşku, günlük güvenin boş­luğunu ortaya koydu. Zaman, kırbaçlanmış zaman, Diyonizos çılgınlığı görüntüsünde Apollon kılığına bürünmüş hileyi yere çarptı.
Ey insan!
 İşte ansızın zamanın kılıcını, ipeksi dokunuşla boğazında bulup devlerin, cinlerin ve şeytanların kucağına düştün. Su, bir kâbus gibi seni dört yandan ku­şattı. Her şeyin aslına döndüğünü hatırlamanın günüdür. Asılların aslına dönüş günü.
Toprak bize varoluşu hatırlatıyor; su, varoluşun sür­mesini, yani hayatı. Akışkanlığı, suplesi. Toprak statiğin imajı, su dinamiğin. Fiziğin hayatı da, psikolojik hayat da, sosyal varoluş da, metafizik oluş da bu iki temel üze­rine oturmakta. Birincisi sabit temel, varoluş temeli, öbü­rü de dinamik unsur veya esas, hayat ve sürme esası. Za­man ve tarih kavramının varoluşun yapısına karıştığı kri­tik nokta.
İnsan adeta Hazreti Âdemle Hazreti Nuh arasındaki dönemde zamanı hissetmemiştir. Tufanladır ki zamanı duymaya başladı insan. Tarih, insan kaderiyle özdeleşmeye, en azından insan kaderine zaman iplikleri karışma­ya, işlemeye başladı.
Zamanın tufan gibi boşandığı intibaı başladı. Zamanın boğuculuğunu, zaman ve kader arasındaki trajik ilişkiyi boğazında bir tıkanıklık gibi hissetti insanoğlu.
Bir medeniyet de doğar, gelişir, başlangıçta bir tek problemi vardır : Varolmak problemi. Fakat sonradan buna sürebilme, devam edebilme problemi eklenir. Zaman unsurunun, tarih faktörünün çıkageldiği görülür. Bu bir kriz gibi gösterir kendini. İnsanoğlu nasıl ki başlangıçta zamanın çıkageldiğini hissedince öleyazdığım sandı. As­lında insan için dünya o kadar yabancı değildi. Çünkü in­san, cennetteyken, enfüsî özde de olsa, eşya ve çevre kav­ramına yabancı değildi. Ama dünyada asıl karşılaştığı yabancı unsur, zamandı. İşte ilk defaydı ki insan dünya­da olduğunu anlıyordu. Zaman, dünya hayatının öteki dünya hayatına karşıtlığını en keskin renklerle ortaya çıkaran yeni bir ayraçtı. Medeniyetler de kurucularının kafa ve ruhlarından eşyaya ve topluma işlenmeye başla­dığı ilk sıralar bir cennet mutluluğu içindedirler. İlk varo­luş basamağı atlandı mı, bir süre, bu mutluluk düşüne da­larlar. Yeter bir süre geçince, ilk büyük kriz başgösterir. Devam edip etmeme tereddüdü. Ya da zamana dayanabilmenin ilk ıstırap ve azapları. Zamanla savaş ve zamana karşı zafer. Veya en abından zamanla anlaşma. Sulh. Böyle bir zorunluluk karşısında kalma demek, tekdüze olan gidişin kıvrımlanması demektir. Dümdüz bir cadde­de son derece hızlı gidilirken birdenbire karşınıza hiç ha­beriniz olmadan korkunç bir viraj çıkıyor. Uçuruma yu­varlanmadan bu dönemeci ustaca kıvrılacaksınız. Bir anda içine düştüğünüz duyguyu düşünebilir musunuz?
 Bir bo­ğulma gibi bir histir ilk duyduğunuz. Sanki her yönden eşya üstünüze sel gibi boşanmaktadır. İşte bir insan psi­kolojisinde olan iniş çıkışlar aynen uygarlık psikolojisin­de de rastlanan iniş çıkışlardır. Ferdî med ve cezir, İçti­maî med ve cezir, tarihî med ve cezir. Bütün bunlar biribiriyle ilgili. En azından birbirinin benzeri. Birbiriyle yorumlanmaya, biribirini açıklamaya elverişli.
Hazreti Âdemin Cennetten yeryüzüne inişi, tek insan psikolojisinde erginleşmeye, rüşde ermeğe denk düşer. Tufan vak’ası da tek kişinin aile oluşu, evlenerek çocuk sahibi oluşu olgusuna. İlk çocuğu doğdu : Bu bir tufan­dır baba için. Bir çocuk geldi. Bu çocuk gidecek mi?
 Yok­sa kalacak mı?
 Onun ruhumuzda yaptığı bungunluk. Ah o bungunluk!
 Çocuğu biyolojik olarak kazandık. Ama ruh­sal olarak da kazanabilecek miyiz?
 Daha doğrusu bu ka­zancımızı sürekli olarak koruyabilecek miyiz?
Evet, psikanaliz tek kişinin psikolojisiyle insanlığın psikolojisi arasında bir paralellik kuracaktır. Çocuğun do­ğuşunun şuuraltımızda doğurduğu kıyamet tıpkı tufandan kurtulan insanın selâmete erişi ve evrenden küçük bir örneğe kavuşması.
Hazreti Âdemin yeryüzünde çıplaklığını hissedip ör­tünme ihtiyacını duyuşu, genç adamın bülûğa erişindeki hicabının insanlık ölçüsündeki karşılığıdır. Aynı şekilde,
Hazreti Nuh’un da bir avuç inanmış kişiyle her cins hay­vandan bir çift aldığı gemisi de kurulan aileyi veya do­ğan ilk çocuğun katıldığı aileyi insanlık tarihi çerçeve­sinde karşılamaktadır.
İlim, bu dediğimiz psikolojik ve daha çok şuuraltına ait gerçeklikleri tesbit etmiştir. Ancak bir noktayı belirt­mek yerinde olur. İlmin tesbit ettiği şey, bir paralellik­tir. Bir gerçeğin tek kişideki yüzüdür. Gerçeğin bundan ibaret olduğunu sanması onun bir aldanışıdır. Bir gerçe­ği yakalama gururu. Halbuki gerçek ilim mütevazidir. Gerçek ilmin, çok dikkat ettiği nokta, tesbitinin sinindir. İnsan psikolojisinde bulduğumuz bu gerçeklikler, gerçek­liğin bütünü değil, sadece bir yüzüdür. Gerçeğin, öbür yü­zü, insanlık tarihinde, daha derin bir yüzü de insanlığın kaderindedir. Bir ucu insan psikolojisinde olan gerçeklik sistemi, insanlığın kaderinden geçerek, kozmik bir ger­çeklik sistemi olmaya doğru uzanır. Bunun içindir ki in­san bir nevi küçük evren olarak görülmüştür. Ruhumuz­da olan her gerçekliğin ipucu, yaradılış âleminin her tara­fına dalbudak salan ve metafizik bir konkrelik [  Somut, müşahhas. ] kazanan varoluş vakıasındadır. Bunun içindir ki, cenneti, çocuklu­ğumuzun bir imajı, Hazreti Âdemin gelişini bülûğun konk­releştirilerek hayal edilişi, Nuh Tufanım çocuğun doğu­şunun ilkel insanda doğurduğu bunalımın dış âleme yan­sıtılan illüzyonu gibi düşünmek ve bunu düşünmüş olma­nın bilgiçliği içinde gurura kapılmak, çağdaş bilim dün­yasında bir had bilmezlikten başka bir şey değildir. Ger­çekteyse, asıl ruhumuzda olup biten bu bülûğ ve çocuk doğuşu krizleri gerçekte dış dünyada olup bitmiş Hazreti Âdem ve Hazreti Nuh dönemlerinin ruhumuzda tabiat haline dönüşmüş izlerinden ibarettir. Ruhumuz, kaderden ve tarihten yansıyanı yaşaya yaşaya kurallaştırmıştır. Me­tafizik gerçeklik, ruhsal gerçekliğin dışta varsayılan bir gölgesi değil, asıl, ruhsal gerçeklik, kozmik ve mutlak ger­çeklik olarak takdir edilmiş bulunan ilâhî takdirin tek kişi psikolojisindeki gölgeleridir. Bu noktanın, çağdaş bi­limsel buluntularla bizim söylediklerimizi biribirine ka­rıştırmamak için belirtilmesi gerekli.
Asıl gerçeklik mutlak gerçekliktir. Bilimin tesbit et­tiği nisbî, izafi gerçeklikler değil. Pozitif bilime tapıcılar, bütün gerçeği bu tesbit edilen nisbî (rölatif) gerçeklik­ten ibaret sandılar. Mutlak gerçekliği nisbî gerçekliğin bir abartılması şeklinde düşündüler. Oysa, mutlak ger­çekliği temel alarak insan psikolojisindeki bu görünüşle­ri onun bir işareti, bir remzi gibi görmek doğruydu.
Evet, Tufan gerçeğinin manevî yorumunda insanoğ­lunun tarih, zaman, hayat ve kader problemleriyle yüzyüze gelip boğulacak gibi olduğu anda İlâhî lûtufla kurtul­duğunun öyküsü yatmaktadır.
Kozmik olarak Tufan olmuş ve bitmiş olduğu gibi, kaderimizin, alınyazımızın dünya görüşü ve hayatı anlamlandırışı bakımından da tufana battığı ve yükselen in­kâr ejderi tam bizi yutacakken Mucizenin bizi gelip kur­tardığı da bir gerçektir. Ruha ait, ruhun oluşumuna ve gelişimine ait bir gerçeklik.
Süleymaniye, sadece mimarının kafasından geçenden ibaret olmadığı gibi, sadece çizilen projesinden, hatta taş ve tuğlalarla örülüp bittiği andaki durumundan da ibaret değildir. Süleymaniye, asıl, zamana karşı fizik dayanık­lılığını gösterdiğinde ve daha da önemlisi insanların es­tetik ve ruhi ihtiyaçlarına sürekli bir şekilde cevap vere­bilme imtihanından başarıyla geçtikten sonra Süleymani­ye olmuştur. Fakat öyle bir Süleymaniye ki, baştanberi buydu, bu Süleymaniyeydi adetâ.
Medeniyetler de böyledir. Getiricilerinin ruh ve kafa­larından insanlığın kaderine geçtikten sonra ilkin mutlu bir dönemi yaşarlar, ondan sonra büyük imtihan günü ça­tar. Varoluşun sürüp sürmeyeceğinin imtihanı. Süreklilik imtihanı. Zaman imtihanı. Hayat imtihanı. Ömür sınavı. Bu bir tufan gibi o uygarlığı boğacak gibi olur. Ama sta­tiğin imtihanını veren medeniyet ruhu, bu kez dinamiğin imtihanını da başarıyla verirse selâmet sularına çıkmış ve ermiş olur.
Medeniyetin karşı medeniyetlerle çarpışması, kendi içinden doğan yeni ekollerin temelden ayrılmayarak yine ana kucağına döner gibi uygarlığın temellerine sığınışı, karşıtlarla olumlu gelişmeler arasında denge kurulması, yüzyılların, geçmiş ve gelecek zamanın filozofisini yapa­bilme, sabrın sırrına erme, meçhul korkusunu yenme v.s., bu tufan krizini atlatacaktır medeniyete.
Bir başka anlatımla : Medeniyetin alışma sebebiyle olağanüstü çabayla ayakta durmasına gerek kalmadığı kanısından doğan bir ruh tembelliği sonucu bir takım kar­şıt ve olumsuz akımlar boy atacaktır. Bunlar zamanında, olumlu duygu, düşünce ve inanç eserleriyle önlenemezse toplum bu her unsurun yerini kaydıran, temelleri salla­yan inkâr ve başkaldırma baskını sonucunda büyük bir yok olma tehlikesiyle karşılaşacaktır. Ama en büyük teh­like anında bile uygarlığın temel inanç, düşünce ve du­yarlığına dönüş anlamında bir Nuh’un Gemisi vardır.
Kurtuluş
Sular yükseldi. Batışın, doğuşun, kurtuluşun çağıdır. Bu, hakikatin öyle bir cam kesmesi inişi ki, bir yüzü aşk ve nur yağmuru, İlâhî tecellinin gül sağnağı, vecd suları­nın insanda fani olan ne varsa onu eriten mucize kabarışı, öbür yüzü, taşlan su blokları olan bir mezara gömülüş.
İnkâr, red, isyan, başkaldırma ehramların en daya­nıklısına, yokluk ehramına gömülürken, inanç, aşk, coş­ku, umut, sevinç, surlar gibi, kaleler gibi çıkıyor, yükse­liyor, ruhun ufkunu kaplıyor.
İnsanlık ilerliyor, pişiyor. Toprak durağını aştıktan sonra su durağına erişmiş oluyor. Hakikat Medeniyeti «unsur imtihanı»m verdikten sonra bu kez de «zaman im­tihanını, «süre sınavı»nı veriyor.
İnsanlığın alnına Âdem Peygamberden sonra Nuh Peygamberin ruhanî damgası vuruluyor.
Nuhun Gemisi suların üzerinde yükseliyor. Tüm ha­yat çökerken, o hayattan alman öz parçalar kurtulmuş­tur. Cansız eşya, bitki, hayvan ve insan kurtulmuştur. Zaten insan kurtulunca öbürleri de onun kaderine ilişkin olarak yeni hayata doğacaktır.
Kötülükler, inkâr çığlıkları, kin, haset, kıskançlık gibi, bir yaşantıyı kirlendiren, ise boğan, gönül aynasını karartan, toprak analı yılanların benzeri bütün dünya bağlantıları koptu. Geçmiş zaman sulara gömüldü. Yeni zaman, gelecek zaman bir fecir gibi doğuyor. Gün, sula­rın üstünde lekesiz bir yüzle beliriyor. Kan kırmızı bir güneş değil, melek kalemlerinin gümüşsü izleriyle süslen­miş bir ruh güneşi ansızın suları aydınlatıyor. Kendini ru­humuzun eşyaya doğru akışı olan sulara katıyor.
Gerçek rönesans bu, Nuh’un Gemisi. Ruhun dirilişi bu. İlk kuruluş içinde bir diriliş, bir rönesans. Kuvvetin kudrete dönüşü, maddenin anlamla yeniden örülüşü. Bay­kuşun susuşu. Bülbül sesinin yeniden duyuluşu.
Tanrı’nın yokedişinden ayrı tutulan özler, birer mu­siki notası gibi Geminin şurasında burasında kayıtlı. Gemi, dev bir ayin-i şerif gibi, suların üstünde sallana sallana gelecek zamanın göğsündeki yerini almağa doğru gidiyor. Henüz icra edilmemiş bir ayin-i şerif gibi.
Bir şehir olmaya doğru gidiyor Gemi. Mekke, Medi­ne, Kudüs, Şam, Bağdat, İstanbul olmaya doğru gidiyor Gemi.
Minyatür bir hakikat sitesi olarak, Nuh Peygamberin çizdiği rotada yolunu alıyor Kurtuluş Gemisi.
Çile Gemisidir bu. Ruhun çile gemisi. Nefsi, temsil eden arzdan kopup cezbe sularının üstünde yükselirken, kötü, zararlı ve faydasız her şeyi geride bırakıp yeni ha­yatına doğru açılan ruhun çile dönemini aşma halinin sembolleşmesi.
Çile ve kurtuluş kenti. Bir kışa girip öbür ucundan bahara çıkmak.
«Diriliş Oymağı»nı zaman içinde hareket ettirerek kendi öz zamanına rastlatmak. Yıldız, su, toprak gibi makro âlemle ilişkisini kaybetmemiş evren damarlarıyla kop­muş olan bağları insanlığa yeniden en sağlıklı şekilde geri vermek.
Ah, ne bitmez çile!
 Gerekirse öz çocuğunu geride bı­rakmak. Kol ve kanatların tutmayanını kırılmaya ve su­lara gömülmeye bırakmak.
«Vakt»i tartmak. Gönlün en duyarlıklı terazisinde tartmak. Onu mekâna mahkûmluktan kurtarmak. Ruhu «halelerden kurtarıp «makam»lara ulaştırmak. Cûdi Da­ğına oturtmak.
Toprak, gafletti. Sular «hâl»di. Gemi «intisab»dı. Cûdi Dağı, «Makam» oldu.
Evet!
 İnsanlık, Hazreti Nuh a kadar adeta sadece «hâl» bağışlarına ermişti.
Tufan, Büyük Cezbe olarak en büyük «hâl» oldu. Ve ondan sonra Makam yıldızı doğdu. «Makam» çağı açıldı.
Evet, vakti Cûdi Dağında yeniden «zaman»a kavuş­turmak.
Toprak, «fark»tı. Tufan «cem» oldu. Cûdî dağına iniş, «fark»a dönüş oldu. Yani «ikinci fark».
Evet, inançsızların arasından sıyrılan Nuh kafilesi, tufan çilesini çekerek yeniden arza tam olgunluğun dolu­nayı gibi döndü.
Fiziğin uç noktasından fizik ötesine varmak ve sonra tekrar dönmek. İnsan eli ermemiş en yüce doruklardan bal ve çiçek toplayıp dönmek ve şifa bulmaz hastalara ge­tirmek.
Bozulmuş kenti terk edip tabiatın yüksek havasına bir «doğru kent özü »nü taşımak.
Yeni hamura maya taşımak. İnsanlığa, insanlık uy­garlığına yeni bir maya tutturmak. Tanrı rızasının maya­sını aşılamak, yeniden insanın ve insanlığın, gelecek za­man kentlerinin ve medeniyetlerinin kalbine.
Putlar bir kere daha devrildi. Tanrı gazabı onları de­virdi. Tanrı gazabı, puta tapışı suya boğdu. Puta, nefse taparak, şeytana uyarak, yoldan ayrılanlar da putların alınyazısıyla birleştirmiş oldular kendi alınyazılarını.
Bir riyazet dönemi içinde de, ruh, putları devirecek, nefsi, şeytanı ve tağutları Nuh Tufanına uğratacaktır.
«Hakikate çağıran», insanı, Nuh’un Gemisine çağıra­caktır. Kalb biçiminde olan Gemiye. Ya de gemi biçimin­de olan, daha doğrusu gemi gibi yol alan kalbe çağıracak­tır insanı. Tantanalı vücudun kalbsiz yaşayamayacağım bilmeye çağıracaktır. Tabiattan yükselen renk, ses, çizgi selinde boğulmamaya, Tek Renge bürünmeğe. Şahlanmış, fakat dizginli ata atlamaya. Yoksa çılgın ve azgın at dal­galan insanı boğup sürükleyecektir.
Birinci Deneme bitti. Sürekli deneme demek olan in­sanlık hayatının birinci dönemi kapandı. İlk defa dolu­nay haline gelen ay battı. Ama doğmamak üzere değil. Bir kere daha, bir kere daha doğacak, büyüyecek, büyü­yecek, irileşecek ve sonra olgun bir meyva gibi, altın ren­gini almış bir meyva gibi düşecektir denizlerin koynuna, öbür ufuktan daha parlak bir şekilde yeniden doğmak üzere.
Hazreti Âdemle evrenin göğüne, insanlık evreninin göğüne incelerden ince bir hüâl olarak doğan ay, Hazreti Nuh zamanında artık yüzü pas tutmaya başlamış, bir ba­kır parçası gibi batıyordu. Ama Hazreti Nuhun kervanı olan Gemi, bir batıştan bir «doğuş» çıkaracaktı. Bu ba­tış, bir doğuşa gebeydi. Bir doğuşa, bir oluşa, bir dirilişe.
Artık, insanlık, bu ük batış ve tekrar doğuştan son­ra, ömrünün sonuna kadar, ölüşlere uğrayabilir, dirilişleri deneyebilirdi. Gelen ölümlere karşı diriliş umudunu koru­yabilirdi. Hakikat uygarlığından her uzaklaşışta, daha doğrusu her uzaklaştırılışta derin ve köklü bir rönesansla, vahiy etkisinin rönesansıyla ona tekrar dönebilme umudu­nun hiç bir zaman tam anlamıyla kaybolmayacağı inancıyla.
İnsanlığı yeni baştan diriltme deneme ve atılımı olan medeniyetlerin oluş alınyazılarında da böyle bir ilk ol­gunlaşma, sonra en beklenmedik zamanda birdenbire öl­meye yüz tutma sınavlarını verdikten sonra tekrar diri­liş ve mukadder olan günlerini doldurma doğrultusunda ilerleyiş çizgileri görülmektedir.
Canlılığını bütünüyle yitirmemiş, yani hakikatle bü­tün bütüne ilgisini kesmemiş bir uygarlığın her zaman için kurtuluş ümidi vardır. Yeter ki, hakikatle ilgisini kesme­miş olan bölümü maya gibi kullanabilme gücü gösterebil­sin. Ama çok defa tersi olur : Canlı kesim ölü kısmı diriltemez de ölü kesim sınırını durmadan genişletir. Çün­kü : yaşama akıntısı o yöne doğrudur. Bu akıntıyı çevir­mek ancak bir inanç etrafında toplanmış samimi ve güçlü bir avuç insanın yaşayan kesimden aldıkları bir fideyi ruh­larının en güvenli bölgesinden gelen soluklarla büyütme­si, sonra onu toprağa dikilen bir filiz gibi dış şartların etkisiyle savaşmaya bırakması, savaşa savaşa gelişen bu filizin köklü bir ağaç olmasıyla mümkündür.
Nuh’un gemisindekiler işte bu yaşayan kesimin öz parçacıklarıdır, ilklerdir. Manevî yolda pirlerin, kırkların rolü gibidir bu ilklerin rolü.
Nuh’un gemisi uygarlığın protoplazmasıın taşıyor. Hakikat uygarlığının, peygamberler uygarlığının, ilâhı uy­garlığın. Tanrı sitesinin özünü taşıyor. Uygarlıktan yaşa­yan her özü olağanüstü bir sentez için taşıyor. İnsanlığı ölümden dirime götürüyor.
Kötünün eküip biçilmesi sonucu insanlık alınyazısının kara tarlası haline gelmiş yeryüzünü arıtıcı suya boğup güneşe yakın el değmemiş yerlere yeniden hakikat mede­niyetinin ocağını tüttürmek için, her diri özden bir parça alınarak oluşturulmuş bir hayat mayasını tutturmak için insanlığın diriliş kırkları kurtuluş gemisinde yol alıyor.
Ateş ve Perde
En büyük sınav. Ateş imtihanı. Ateşle imtihan. Ya­nıp küle çevrileceğin, yok olacağın yerde var olacaksın. Ateşin bir tarafından girip öbür tarafından çıkacaksın sapasağlam olarak. Ateş yakacak bir şey bulamayacak sende : işte İbrahim olmak bu.
Yırtılan kentlerin içinden hakikat semenderi olarak çıkmak : işte İbrahim olmaklık bu.
Nemrut nefs demek, İbrahim de ruh, sembol diliyle veya sembollerin diliyle konuşursak. Ruh, nefsin ateşten arzularında yanmaz ve o narin kelebek kanatlarım andı­ran cevherini nefs ateşinden koruyabilirse insan kurtuldu demektir. Nemrut, ateşi bütünüyle alevlendirdi, ama İb­rahim, yanmadan ateşin sönüşüne şahit oldu demektir.
Toplum açısından konuşursak, Nemrut zulüm demek. İbrahim de onun ateşinde yanmayan adalet. Adalet öyle bir altındır ki, zulmün ateşinde ancak tozu toprağı ya­nar, pası, katışık madenleri erir, o ateşte saf hale gelir ve ateş söndüğü zaman en halis bir külçe halinde parlar, zaferim ilân eder.
Tasfiyenin serüveni. Arınmanın destanı, insanın, in­sanlık ruhunun, tarih ruhunun arınışı.
Gölgelerin güneşi yakmaya kalkışı. Ama onlar için ne hazin sonuç. Gölgeler için ne trajik son.
Ha hay. Biz insanlığız. Toprak durağından geçtik, su durağından geçtik, şimdi de ateş durağından geçiyoruz.
Tasavvuftaki «fenafillah»a işaret, benliğin yanışı, yok oluşu. Tanrı’da yokoluş. Ama sonunda Tanrıyla varoluş (Bekabillah).
Bütün bir doğu edebiyatı, aşk edebiyatı için «perva­ne ve ateş» tasarımını kullandı yüzyıllarca. Yerindeydi bu. Pervane ışığa dayanılmaz bir aşkla koşuyor; onda yanıp kül olsa bile.
Sevgi budur. Seven, sevilene ateşinde yanıp kül olurcasma koşacaktır. Sevginin son noktası bu. Sevgide ebe­dîleşme bu. Sevileni doğrulama ancak böyle gerçekleşir.
İbrahim, Tanrı pervanesiydi. Aşkla koştu. Yanacak her şeyi birden ateşe attı. Allah, kalbinin bu kahramanlı­ğına karşılık O’nu dostu olarak üân etti.
Putların devrilişinden çıkan bir yangındı bu. Veya çı­karılan. Ne olursa olsun, ister çıkan, ister çıkarılan bir yangın, kaderin silgisi ödevini gördü. İnkâr, red, isyan, şüphe, küfür çizgileri silindi. İnanç, aşk ve sevinç çizgile­ri altın gibi parladı evren sayfasının ortasında.
Ur kentinde telâşlı bir gün. Bir kişi yakılacak. Bir peygamber. Padişahla peygamber karşı karşıya. Madde gücüyle manevî âlem gücü karşı karşıya.
Bir tiyatro oyunu bu galiba. Ateş sahnesinde oyna­nacak. Perde işini de alevler görecek.
En ağır yükü, insanlığın en ağır yükünü omuzladı peygamber. İnsanın varolmak veya olmamak meselesini çözmek istedi. Bütün dikilmiş başları Allah’ın önünde eğil­meye çağırdı. Ateşten başarıyla geçmiş biri olarak ateş imtihanına çağırdı ruhları. Ateşten sonraki çiçekleri dev­şirmiş bir ruh olarak.
Bir kış vardır; o kışı aşan, görülmedik bir bahanın altın rengi çiçeklerini, güneş parlaklığındaki çiçeklerini toplayacaktır.
İşte Hazreti İbrahim o kışı aşan ve çiçekleri derle­yen gök görevlisi.
Onun ateş perdesine vurmuş silüeti, bize hal diliyle :
— Gelin gelin!
 Siz de bu akıl almaz çiçeklerden dev­şirin. İnsanı dirilten kokuyu içinize çekin!
 Ebediliği solu­yun, demekte.
Görünüşte aynı maden yapısında olan ruhların ayrıl­ması için bu yüksek fırın potasına girmeleri ve bu ateş imtihanından geçmeleri gerekli. Biribirine akraba ruhla­rın ayrışması için. Gerçekle sahtenin ayrışması için. Yara­dılış özünün ve sözünün ortaya çıkması için. İki cins sar­hoşluğun, uyku sarhoşluğuyla uyanıklık sarhoşluğunun birbirinden ayrılması için.
Ateş çemberinden geçme yarışı bu. Kimsenin yanma bile yaklaşamadığı ateşe mancınıkla atılma ve yücelerde yalnızlığın ateşten beter çilesini çekme.
Orucun iğne deliğinden geçme.
Namazın yağmur damlalarında damıtılma.
Fecirde zikir ışıcıklarının memelerinden emiş.
Seher sırrını kurcalayış.
Şafakta kalb mühürlerinin açılışını gözlemleyiş.
Yıldızı görmek, ayı görmek, güneşi görmek. Ve hep­sinin birer birer ruhun ufkunda batışlarını hüzünle, fakat umudu yitirmeden gözlemek ve gözlemlemek.
«Ben batanları sevmem» sözünü söyleyebilecek mer­haleye ermiş olmak, tutulan dilin çözülüp konuşması.
Güven anıtının ilk harcı.
Hakikate ermek kolay değil. Mağara dönemi var. Işı­ğın değerini bilmek için karanlıkların mahpusu olmak ge­rekir. Nimetin değerini bilmek için aç kalmanın, susuz kalmanın yeterli olacağı gibi. Ama bu değer bilişin öne­mi yok. Çünkü: bir zamanlar mahrumken bir gün nime­te kavuşan insan kısa bir süre sonra unutur o günleri. Geçici olan, iğreti olan değil, yerleşik olan değer biliş önemli. Bu da, mağaradan, ateşten geçmek ve kurban gibi Tanrının takdirine boyun uzatmakla mümkün.
Tabiîdir ki, asıl güzel açlık, değerli açlık, hakikate açlık; asıl susuzluk, gerçek susuzluk, öteye susayıştır.
Ab-ı hayat peşinde olmaktır asıl susayış. İnsanın kendi sırrına, varoluşunun sırrına erişi, bir an bile Yaratıcı’sından uzak kalamama susuzluğu ve açlığıdır, gerçek açlık ve susuzluk.
Riyazet (çile), iki türlüdür : Birincisi : yemekten ve içmekten, uykudan alıkoymaktır vücudu. Ama bunun açıl­dığı ikinci bir riyazet vardır, bundan geçilir ona, yani il­kin vücut, aç bırakılarak, susuz bırakılarak, uykusuz bı­rakılarak öbürünün kapısı çalınır : Ruhun riyazetinin ka­pısı çalınır.
Şöyle bir canlandıralım gözümüzün önünde olup biteni: aç bırakıyoruz, susuz bırakıyoruz, uykudan mahrum ediyoruz, o kadar ki insan, adeta bayılacak hale geliyor. İşte o yarı baygınlıkta şöyle bir görüm (vizyon)la karşılaşıyor: Kendisi ulu bir ormanda bir ağaçmış: bir takım gök giysili insanlar gelip onu biçmişler; sonra hı­zar altında doğranma ve düzeltilme sınırlarını aşmış. İşte işin bu safhasında, birden kendi içinde başka bir varlığın farkına varıyor insan; o yüce yerlerin insanları, kereste gibi düz tahta halini almış veya bir tabuta dönüşmüş iç varlığı, bir kapının önüne taşıyorlar; kapı aralanıyor ve içeri alınıyor insan. Değişim ondan sonra başlıyor.
Hıristiyanlar sembol olan çarmıhı somut olarak an­lama yanlışına düştüler. İnsan nefsi çarmıha gerildikten sonra ruhun İsa’sı doğar. Nasıl ki, kozmik anlamda da kıyamet olduktan sonra fizik ve ruhî basübadelmevt, ölümden sonraki kalkış gerçekleşir. Bunun gerçekleşmesi için ölüm denen çarmıh azabından geçmek gerekli.
Perdeleri yakan ateş gerekli. Peşin hüküm perdele­rini, batıl inanç telkinlerinin ördüğü ağı yakan hakikat heyecanının parlattığı ateş gerekli.
İbrahim kitabını okumalı ruh durmadan. Ateşte ya­nacak ve yanmayacak nesnelerin üminin dersini almalı o ulu peygamberden.
İnsanların atası, peygamberlerin atası olan o peygamber, mağaralardan, ateşlerden yeni bir dil bıraktı ruhu­muza. Hakikat hiyeroğlifini çözen bir dil.
Sen peygamberleri birbirinden ayrı sanma. Aym der­si okuttular hepsi de insanlığa. Ölüm, ateş ve kılıç kar­şısında aym ruhtu dimdik ayakta duran ve hakikat san­cağını taşıyan.
Dimdik okun gidip hedefe varışı : İbrahim sapmazlığı bu. «Gözün kaymayışı».
Dostluğa, Tanrı dostluğuna lâyık görülmüşlük bu.
Kalbin eşyaya dost olan eğilimini kırarak gerçek dost­luğa yol arama kahramanlığı.
Ateş imtihanından geçen dostluğa ulaşma ve erişme yiğitliği.
Nemrut, Hazreti İbrahimi ateşe attığım sanıyordu. Oysa, gerçekte kendini Nemrudun yaktığı ateşte imtihan eden, deneyen Hazreti İbrahim’di.
Antik çağa kılıcını sallayan, o kılıçla antik çağ putu­nun karnını deşen ve böylece insanlığa Allahtan başka bir buyurucunun kalmadığı, yeni, özgürlük çağım açan, tanrı hükümdarlık kavramım yıkan, Allah’la insan arası­na gerilen sahtelik, ikiyüzlülük ve aracılık, putatapıcılık perdelerini yakan Hazreti İbrahim.
Mermeri, taşı insan suratlarım taşıma, putatapıcılık aracı olma zulmünden kurtaran ve onlara ancak Allah’ın önünde eğilme yeri olacak tapınakların yapısında yeralma özgürlüğünü sağlayan Yol gösterici.
İnsanlığa özgürlüğün, gerçek özgürlüğün yolunu açan Önder.
Kâbe binasını yenileyen, onun damına tevhidin sön­mez meşalesini diken Öncü.
Her peygamber gibi korku ve muştu kılavuzu. Her peygamber gibi sabır anıtı. Her peygamber gibi rızaya kavuşma yarışının başarılı sona erdiricisi.
Fizik varlığı mancınıkla yanma yaklaşılmaz ateşe fır­latan, bu dünya gömleğini soyup ateşe fırlatan, göze görünmez öbür âlem giysilerine bürünen öbür âlem haccının yolcusu.
Ateş dağının zirvesinden miracına başlayan.
Tarihi ateş kırbacıyla arıtan.
Ateş kamçısıyla ruhları terbiye eden. Ateşi kılıç gibi, kırbaç gibi, kamçı gibi kullanan Hazreti İbrahim.
Yüzündeki maske ne kadar katı ve umursamaz olur­sa olsun insanın, ruhunun derinliklerinde sanki bir çöl önündeymiş de çöle : ey çöl, susayan ruhuma gerekli ke­limeyi o çatlayan dudakların veya uçuşan kumdan kanat­larınla söyle dediğini işiten ve söylenecek o kelimeleri dosdoğru kaynağından ahp getiren, böylece ölü ruhu di­rilişe kavuşturan doktor.
Günlük hayatı mite çeviren. Metafiziğin masalsılığını realite haline getiren. Ruhun lirizmini, şiirin ruhunu me­leklerin ellerine bırakan ve onların yoğurduğu bu balçı­ğı, insanın, sürekli ruh hilkatinde kullanabileceği bir mal­zeme olarak bilen ve kendi sürekli dirilişinde böylece kul­lanan.
Durmadan ateşten perdeleri aralayan. Allah’la insan arasındaki perdeleri aralayan.
Birden perdelerin açıldığını gören.
Yeniden ilnhî sitenin kurucusu olan.
Cebir ve geometrinin ötesine ayak basan.
İnsanı, göğe doğru erimekten ve yerin kâbusunda kavrulmaktan azat eden İlâhî görevli.
Uygarlığın gelip saplandığı ölü noktaya İskender'in kılıcını indiren. Böylece çıkmazda dört yol ağzı, kuru ka­yada pınar, toprakta zemzem tesbit eden kurucu.
Gök taşını nişan diken.
Melek konuklayan.
Dört ciheti kollayan.
Allah yolunu Arzın Ana Caddelerine uzatıp yeryüzü­nü ve insanı kuşatan.
Ateşten çıkıp yeni bir Milletin doğumunu kutlayan.
Doğan çocuğuna sevincinden el çırpan bir baba gibi.
Yalnız Allaha inanan, putları devirip yakan bir mil­letin doğumuna yüzünü döndüren büyük ülkücü.
Bir kere daha diriliş sancağını yükselten.
Ufukların bir kere daha aydınlanmasına sebep olan.
Vakti nurlandıran.
Lisanı yine kendi öz onuruna kavuşturan Peygamber.
Yollan urgan gibi beline dolayıp yeryüzünün bütün bucaklarına hakikat meşalesini, Allaha inanış ve Onun buyruklarına uyuş meşalesini taşıyan.
Samimiliğin hocası.
İhlâs çeşmesi.
Vaktinin büyük uyarıcısı.
Her peygamber gibi geçmişi bilen, geleceği gören.
Şimdiki z amam m değerlendiren.
Zamanın nabzını tutan.
Ateşin gerisinde duran, yine aynı unsurdan yaratıl­mış şeytanı avlıyan.
Şeytanı kovalayan, taşlayan, taşlatan ve bunu gele­nekleştiren savaşçı.
İlâhî sayfalara muhatap olan. İlâhî söze, dost sözüne lâyık bulunan.
Tank gibi kullanıyordu ateşi şeytan. Ateşi şeytan yö­netmek, yönlendirmek ve peygamberi yakmak istiyordu. Kendi cinsinden olan ateşe buyruğunun geçeceğini sanı­yordu. Fakat rüzgârı unutuyordu. İlâhî rüzgârı. Tevhidin bad-ı sabasını.
Ulu Peygamber Hazreti İbrahimse bu düşmanın ça­basına gülüyordu.
O güldükçe çevresinde Ulu Güller açıyordu.
Harran gülü, Ur gülü.
Daha önemlisi İslâm Gülü, gülleri.
Buda’nın ulaşmak istediği yokluğun, nirvananın öte­sidir bu. Nirvanayı Ateş yaktı. Hazreti Mûsa’nın gördü­ğü Ateş. O Ateş ki Hazreti İbrahim’e maskeli bir biçimde gelmişti. Aşk, naz ve niyaz perdeleri ile perdeli olarak. (Sonra aynı Ateş Hazreti Mûsa’da kınından sıyrılan kılınç, kozadan akan ipek oldu.) Yine aynı Ateş ki Zerdüşte inananlar onu sembolik olarak almadılar. Hazreti Mûsa gibi de onu bir tecelli bilmediler; Hazreti İbrahim gibi de onunla kılıç kalkan oyununa, naz ve niyaz diyaloguna gir­mediler. Onu Tanrı sandılar, Tanrı kabul ettiler. Mısır’da Nil’e tapınılırken, Hürmüz ve Ehrimen ülkesinde ateş Tanrı bilindi. Ateşin biraz daha gerisine bakamamanın yanılgısı hâkim oldu.
Ve Hazreti İbrahim gördü ki, Ateş, Tanrı bilindi. Su, Tanrı bilindi, Gök, Tanrı bilindi, yıldızlar, ay ve güneş, Tanrı bilindi. Hükümdar, rahip, Buda, Tanrı bilindi. Ve Tanrı, Tanrı bilinmedi. İnsanın bu düşüşü O’nun yüreğini yaktı, onu ateşlere attı. Allaha perde olan bütün maske­leri yakmağa yemin etti.
Hazreti İbrahim Allah aşkına yemin etti, yıkmak için putları, engelleri, yakmak için perdeleri.
Yönetici sınıf, zengin zümre, halkı sömürdükleri ve ezdikleri yetmezmiş gibi, ezilmişlerin ruhlarını da tutsak etmek ister. Kendilerini veya kendilerini sembolize eden bir şahsı, bir aileyi putlaştırmaya çalışır. Mitler silâhlarıdır. Demek ki, yetenekli halk sanatçısı, Allah vergisi kudretini, taşa, mermere geçirirken, bir tanrı hükümdar canlandırmak, ebedileştirmek için deha cevherini eritecek. Eğer, hükümdar Tanrı idiyse, halk sanatçısı onu nasıl ebedileştirebilir?
 O zaten ebedî değil midir?
 Hem Tanrı olmak, hem halk sanatçısının ebedileştirmesine muhtaç olmak, bir çelişme değil midir?
 Ama Tanrı önünde aptal­ca hırs içine düşen bu zümre çelişmeyi görebilir mi?
 Gör­se de görmezlikten gelmeyecek midir?
Ama onlar görmese de, görmezlikten gelse de, bu kez, halkın içinden, sanatçıyı uyaran Tanrı elçisi çıkacaktır. Baba görünümünde olan sanatçıya putların eleştirisini yapacaktır. Tanrıdan Haber Getiren. Hükümdar ve çevre­sindekilerin Allah’a karşı duruşlarını oğul görünümünde­ki Haberci, baba durumundaki sanatçıya işaret etti. Burdaki zulmü, aptallığı, gülünçlüğü işaret etti. Maskeleri yırttı. Perdeleri sıyırdı. Duyguyu, Gerçek uyardı. Âzer i, Hazreti İbrahim uyardı. İnanç Aydınlığı, Duyarlığı kıs­kıvrak sardı, kuşattı, daha çocuk iken. Halkın harareti, yoksulun, ezilmişin Tanrıya olan özlem ve bağlılığındaki ateşi, tahayyül edilmiş Tanrı biçimleriyle süslü tanrı hü­kümdar ve çevresini sembolize eden maskeler, putlar, yani zulmâni perdelerin üzerine yöneltmek istedi. Fakat buna karşı, put maske cephesi, suni bir ateş yaktı ve bu ateşi Hazreti İbrahimin üzerine gönderdi. Yalancı realizmi, gerçeğin üzerine yürütmek istediler. Fakat işitmediler ki öteden bir ses vardı : «Ey ateş, İbrahim’e serin bir bad-ı saba ol. Evet, yeni bir sabah başlıyordu. Gerçek halkın sabahı başlıyordu. İbrahim’in fecriydi bu. İlâhî bad-ı saba ile başlayan ve ateşi güllere çeviren Hazreti İbrahim’in se­heri. Yoksulların, ezilmişlerin, halk içinden çıkan gerçek sanatçının seheri ve hepsini koruyucu kanatları altında toplayan Allah Elçisi. Yeni bir devrim bu. Devrim değil, bir oluş, bir diriliş bu. Tanrı halkının dirilişi. İnsanlığın yeniden, bir daha dirilişi. Bir Milletin doğuşu.
Bütün kurumlarıyla, yönetim düzeniyle, inanış, du­yuş, büiş ve yapışta yenileniş, yeniden doğuş. Metafizik plandan en reel plana kadar diriliş. Bir Milletin Dirilişi. İslâm Milletinin Dirilişi.
Âdemden ve Nuh’tan sonra İnsanlığın üçüncü atası olmak. Yeniden inşam hayvanlığa düşüşten kurtarıp in­sanlık uygarlığı, mucize uygarlığı, İslâm Milleti katma yükseltmek. Haceri Esved etrafında Tanrı Evi, Tanrı Evi­nin etrafında bir Millet yükseltmek.
Üçüncü kez, insanlık, Hakikat Milleti haline gelecek. Üçüncü kez, insanlık, Hakikat Medeniyetine şahit olacak. O medeniyetin, hakikat dirilişinin kentlerini örecek.
Bir çağrıyla diriltiş. İnanan kalbin tam güvene ka­vuşması için, kuşta, çiçekte görmek dirilişi. Ay, yıldız, gü­neş tanrılık iddiaları batar bu dirilişte. Kuşlar haberler, bilgiler dirilir, canlanır bu yeni oluşta, bu dirilişte.
Makro âlem büyüsünü kırar Hazreti İbrahim. Makro âlem hayranlığı din olmamalıdır insan için. Bu bir kanıt­tır, inanç değil. Makro âlemdeki uyum, Allah’ın bir lütfudur insanlığa. İnsan ezilmemeli bu ahengin altında. Bu ahengin oyuncularını onun yaratıcısı sanmamalı. Ay, yıl­dız, güneş, uzak makro âlem unsurları, müellif değil, rol sahibidirler, bu evrensel oluş ve akışta. İnsan en büyük rol sahibi, bunların altında ezilmemeli dedi Haber Geti­ren. Çünkü : insan hepsinden üstün. En üstün yaratık. Makro âlemde olan uyum, mucize harika, mikro âlemde de sürüp gitmekte. En büyük mucize, harika, mucize uyum, orta âlemde, insanda asıl. Bütün bunları haber verdi Ha­ber Getiren. Haber Getiren, getirdiği ateşten haberlerle perdeleri, habersizlik maskelerini, ses geçirmez, hakikate karşı tecrit zarı yapılmış put perdelerini yakan İbrahim.
Haberlerinin kalesi, kulesi gibi dikti Hacer-i Esvedi, dünyanın ortasına. Yerin ve göğün tanrılaştırılışına ayarlı insanlığı Allah’ın tanrılığına ayarladı. Böylece insan yine şeref ve haysiyetine kavuştu.
Sen bir çölde ilerliyorsun. Devrilen bir çöl müsün?
 Ay mısın ilerleyen bulutlar arasında?
 Gökler deviren ay mısın?
 Çöller içinde kentler kuracaksın. Çölleri kentlere çevireceksin. Çünkü: sen İbrahim’sin.
Allah yolunun dirilticisisin. Kızıl günah alevinin, ateşinin kararttığı kalbi sevab seherinin gümüş rengiyle ışıldatansın.
Perdeler karanlığını ışıtan zemzem ab-ı hayatını, su­samış insanlığa dağıtansın.
İnsanları sınıfsız kitle yaparak Tanrı kulu olmak dı­şındaki ayrımları önemsizi eştiren, ikinci plana atan bir psikolojinin sancağım diktin.
Sönmemek üzere şeytan perdelerini yakan, insanı ateş imtihanından başarıyla geçiren, çileyle alnı parlamış, ermişlikle yücelmiş, mucizeyle, kevserine, zemzemle yıkan­mış ebedilik meşalesini bir kere daha insanlığın ufkuna sen diktin.
En büyük imtihan, ateş imtihanı, perdeleri yakma im­tihanı. Peygamberin ulaştığı, üstün insanın ulaşma zorun­da olduğu hakikat zirvesi. Birbirine dolanarak ateşe atıl­mış, rahibin ve velinin cübbelerinden birinin yanıp öbü­rünün yanmamasındaki sır. İhlâs sırrı. Gerçek inanış, sa­mimilik. Var olabilmenin ateşten imtihanından geçiren ve hakikate engel perdeleri yakan samimilik harareti. Mede­niyetler de böyle bir samimilik ateşinin kabarttığı küm­betler, kubbelerdir. Ama, gücü ne olursa olsun, her fani varlığın ömründe ve her hareketin akışında olduğu gibi bir gün gelir, bu samimilik özündeki ateş düşer, kubbe de sabun köpüğü gibi deşilir ve söner. Bir başka anlatımla, var olanı yıkıcı, müsbet olanı bozucu etkileri ulu bir ateş gibi düşünürsek, medeniyet kubbe ve kümbetlerini bu ate­şe dayandıran, samimiyet özüdür. Ateşte yandıkça pişen ve adeta çelikleşen çömlek gibi, samimilik özünü koruyan medeniyetler, dış şartlarda, sert şartlarda daha bir güçlü­lük kazanır. Hazreti İbrahim’i samimiliği, ihlasıydı ateş­ten koruyan. Ateşi etkisiz bırakan. Bu samimilikle Haz­reti İbrahim, Tanrı dostu, hakikat dostu olmuştur. Çün­kü hakikat bir fecir gibi ancak samimiliğe ağar. Samimi­lik özünü kaybetmeyen medeniyet de zamanın dostu, ha­kikatin mahrem-i esrarı, ebediliğin sevgilisi olarak kayrılacaktır.
Bıçak ve Kurban
İsmail, bıçak ve kurban.
Hazreti İbrahim, bıçak ve kurban.
Alınyazısı, bıçak ve kurban.
Hangi yandan ve hangi yönden bakarsak bakalım, insanın varoluşuna ve varoluşun anlamına çıkıyor soru.
Hikmetlerden cevap bekleyen soru.
Ezberciliğin ötesindeki cevap bir trajedyaya benzi­yor. Ama sonun mutlu olarak bağlanması, alınyazımızı sırf trajik yorumlamaya tâbi tutmaktan bizi alıkoyuyor.
Eski Yunan yorumundan çok ıraklardayız. Ne baştan mahkûmluk, ne sonra mahkûmluk, alınyazısı, gerçeğe sem­bol düş, insan iradesi, hep birlikte yaşam öykümüzü öre­ceklerdir. Özeleştirili bir yaşam öyküsü bu.
Hazreti İbrahim eleştirecek; ama neyi eleştirecek?
 Oğulun alınyazısını mı?
 Hayır. Alınyazısını değil. Ama an­lamını. Oğulun anlamı, babanın anlamı, alınyazısı karşısın­da değerlenecek. Şaha kalkacak, ama isyan için değil, alınyazısını ifade için. Bu değerlenişin, bu şaha kalkışın üze­rinde toplanmaktadır Tanrı Elçisinin dikkati, ruh dikkati.
Düşüş ve yücelik, bu özeleştiriden doğar. Halbuki Oidipusda özeleştiri yok. Sonunda Oidupus’un kör oluşu ancak fizik bir olaydır. Aslında Oidipus, alınyazısı karşı­sında baştan beri kördür. Öyle düşlenmiştir Yunan uygar­lığınca. Yunan alınyazısı ideası öyle kurulu. Komedi de onun kontrastı olarak varolmuş. Yani eleştiri ve özeleş­tiri olarak değil, daha güçlü şekilde belirtmek için simet­rik bir fon veya gölge olarak. Kaderin bu kesin ulaşılmaz­lığı ve erişilmezliği. Apollon’ca davranışın açık yetmezliği yüzündendir ki, dionizyak [Şarap ve Bereket tanrısı ile ilgili, Dionysus gibi; sefahat düşkünü, sefahate meraklı ] yaşantısı ortaya çıkıyor. Kade­rin acımaz buyuruculuğunun etkisi böylece idraki ortadan kaldıran bir coşkuyla giderilmek isteniyor. Tasavvufta, tarikatlarda da coşku varsa da, onu çevreleyen şeriat, ge­nel değerlendirme ve anlam verme halkaları, yine tasav­vuf terimleriyle söyleyelim, alınyazısının iradede gerçekleşimi olan inşam, «telvin»den «temkin»e çeker. Eski Yu­nanda, Diozinos, Apollona karşı, hatta Apollonu da yüzüs­tü bırakmış olarak trajik alınyazısına karşı. Oysa İslâmda, mistisizm, tarikatlar şeriata karşı değil; onun yanın­da, hatta, asıl anlamında, onun içindedirler. Ondan do­ğarlar ve ona doğru giderler, onun açılımı ve yorumudur­lar. İnsanı ondan alırlar, ona hazırlarlar ve yine ona tes­lim ederler. İmam-ı Rabbani Hazretlerinin belirttiği gibi akıldan sonra bir sarhoşluk, sarhoşluktan sonra bir akıl merhalelerinden geçecektir bu yolda insan. Aklı da içinde taşıyan bir sarhoşluk ve sarhoşluğu içinde taşıyan bir akıl kazanma yoludur bu.
Bıçağın kurbana uzanışı için dillerin anlatamayacağı, akıllan durduran ve gönüllerin ağırlığı altında ezileceği bir coşku gerek. Çünkü : bu kurban, insandır, oğuldur. Alınyazısı mahkûm etmemiştir. Hakikat düşü, bu dilekte bulunmuştur. Dönüp dolaşıp ateş imtihanına çıkıştır bu. Bir yargılama, bir cezalandırma değildir bu, Yunan ideasında ve ondan sıçrama bir çizgiyle şartlanmış Hristiyan teoriğinde olduğu gibi değildir. Bu bir mahkûmluk değil, bir mazhariyetdir. Bu bir ceza değil, bir armağan. Ama pahalı bir mazhariyet ve armağan. Mazhariyetin ve arma­ğanın değeri ölçüsünde bir pahalılık. Bir kuyuya iniş, bir bataklığa saplanış gibi, bir düşüş gibi değil. Bir dağa tır­manış, yükseliş, yüceliş gibi. Öyle ki, dağın tepesine tırmanıncaya kadar çekmediğiniz kalmayacak; ama bir ba­şarırsanız, bütün bu sıkıntıları çekmeği göze alır da dağın tepesine çıkarsanız, birdenbire bambaşka bir havayla kar­şılaşacaksınız; bütün çektiklerinizi unutturan bir manza­rayla karşılaşacaksınız. Ciğerlerinize çekeceğiniz hava, size yeniden hayat verecektir. Çektiğiniz en acı ıstıraplar bile anılarınızda tatlılaşacaktır. Ölümü aşmış ve yeniden hayata doğmuş olacaksınız. Siz bu tırmanmaya mecbur değilsiniz. Yani siz, bir Sisiphos değilsiniz. Sizi bu tırma­nışa kimse mecbur etmedi, mahkûm etmedi. Ama siz da­ğın zirvesine ulaşasınız diye bunu göze aldınız.
(Sisyphos (Yunanca Σίσυφος; İngilizce: Sisyphus), Yunan Mitolojisinde, Yeraltı Dünyasında sonsuza kadar büyük bir kayayı bir tepenin en yüksek noktasına dek yuvarlamaya mahkûm edilmiş bir kraldır. Sisifos ismi geleneksel olarak sophos (bilge) sözcüğüyle ilişkilendirilir; fakat bu ilişkilendirme bazı etimolojik problemler içermektedir. Aiolos'un oğlu, Korint kralı Sisyphos tanrı-ırmak Asopos'a, kızı Aigina'nın Zeus tarafından kaçırılmış olduğunu söyleyerek Zeus'u ele vermesine karşılık kalesi içinde bir pınarın akıtılmasını sağlar.)
Hazreti İbrahim, İsmail, bıçak ve kurban. Bunlar bir trajedyanın kahramanları değildir. Bu öykü, bir alınyazısı öyküsü değil, bir irade imtihanının, bir gönül imtihanının hikâyesidir. Burada eski mısır metafiziğinin fatalizmi veya eski yunanın tabiat zaruretlerinin sembolleştirilmesi ve mitleştirilmesinden doğma kör ve mahkûm edici alınyazısı anlayışı söz konusu değil. Ortada ne Prometeus, ne Sisiphos mevcut. Allah önünde inanç ve ihlâs imtihanı ve bu imtihandan doğan bir armağan, cennetin perdelerinin ardına kadar açılışı, ebediliğin somut bir şekilde karşımız­da canlanışı tablosudur görülen.
Hakikat site ve medeniyetinin harcında kurban kam vardır. Bir trajik unsur olsun diye değil. İnsan gibi hay­vanların da katıldığı dilsiz bir özveri yarışr realitesidir bu. Babanın özverisi : oğlun kurban olmasına razı oluşu. Oğ­lun özverisi: kendinin kurban edilişine başkaldırmaması, isyan etmemesi. Bıçağın özverisi, yani cansız eşyanın bu özveri destanına katılışı : kesmemesi; öbür canlıların, ya­ni hayvanın özverisi : kurban olmayı kabulleniş şeklinde yaratılmış bulunması. Bütün bunlar da, Allah’ın verileri, bağışları, nimetleri. İşte, bıçakla kurban arasında trajik değil, destan!
 Bir özveri medeniyeti gerçekleşmekte böylece.
Hakikat erinin bu dünya hayatı, aslında, sürekli bir kurban töreni ve ayinidir. Kim bu çizgiden çıkarsa, ima­nına şeytanın Mûsallat olmasından korksun.
Bıçakla kurban arasında titreyen alev, böyle bir ger­çeklik alevi, parlayan şimşek böyle bir özveri ve erdem şimşeğidir. Samimiliğe aykırı ne bulursa yakan bir sami­milik şimşeği.
Sabır, tevekkül, rıza gibi, feragat, fazilet gibi mede­niyet kavramları bir demet gibi bıçak ve kurban mode­linde sembolleşiyor.
Nasıl, her mümin kendi içinde kendisine bir oğuldan daha sevgili olan nefsini hakikat önünde kurban etmeğe razı olmadığı sürece kendine açık ilerleyiş yolunu bütü­nüyle almış sayılmazsa, hakikat medeniyetinin de, her an kendi içinde özeleştirisini yapan, ruh tıkanıklık ve tükenikliklerinin karşısına kılıçla, ateşle dikilen bir İbrahim’e ihtiyacı vardır.
Sürekli olarak kendini medeniyete adayan sanatçılar. bilim adamları, askerler, devlet adamları, inanç kahra­manları onu yaşatan kurbanlardır.
Sürekli sınav, sürekli özeleştiri, sürekli fedakârlık ve feragat, sürekli samimilik, insan ruhunun kemalini de, medeniyetin üstünlüğünün devamını da sağlayan temel faktörlerdir.
Ta, ayın önünde yıldızların, güneşin önünde ayın, Allah’ın önünde de güneşin kurban edildiği metafizik alan kahramanlığından beri bu gelenek temellenmiştir. Ve öy­lesine temellenmiş ve gelişmiştir ki, sadece metafizik plan­da etkinliğini göstermekle kalmamış, her an aynı kurban sembolizmi içinde toplum ve tarih planında da bir seri gerçekleşmelerin kaynağı olmuştur.
Hazreti Hüseyin’in ve beraberindekilerin hakikat uğ­runa kendilerini kurban olarak adaması, İslâm medeniye­tinin fedakârlıklar üzerine kurulu olduğunun baş örneği­dir.
Evet, işin trajik yarın tarihî suçlulara aittir, ama işin destan yanı da hakikat imanına ve o imanın bayrağı al­tında bir orman gibi gelişen İslâm uygarlığını:.
Kendini medeniyete adamak. Hazreti Hüseyin gelene­ği. Allah’ın lûtfuna bu dünyadayken ermek. Adeta ruhu­nun önünde nefsini kurban edip melek kanatlarıyla daha bu dünyadayken donanmak. Hakikat medeniyetinde kah­ramanlığın anlamı budur. Ve bu anlam, Hazreti İbrahimden bugüne kadar pratik alanda ifadesini bulmuştur.
Sürekli sınavdan gözlemeye ve destansı fedakârlık düzeyine çıkmak. Değerlerin heyecan dönemini toplumun bütün katlarında yayılı hale getirmek. Heyecan, düşünce, inanç arasında sıkı ilgiyi sürekli olarak koruyabilmek. Realizmin idealizmi öldürmemesi için toplum ruhunu uya­nık tutma. Toplum faaliyetlerinin hepsine, sıdk ve sada­kati, vefa ve samimiyeti, hayatın özü ve özsuyu gibi sun­ma.
Bıçak ve kurban psikolojisini sürekli olarak toplumun üstünde kutsal bir bayrak gibi, insanlığın üstünde bir di­riliş sancağı gibi taşımak.
Bir bunalım sancağı olarak değil, bir kabulleniş san­cağı olarak bu psikololjiyi kendi öz geriliminde tutmak.
Realite, sembol ve hakikat arasındaki bağlantıyı göz­den kaçırmamak.
Çağı ve zamanı, kan tazeliğinde bir şuurla diri tut­mak.
Ruhun zaferini maddenin üzerinde gözle görünür bir egemenlik iziyle donatmak.
Bıçak ve kurban psikolojisinde yine de ruh serinliği­ni ve soğukkanlılığını muhafaza edebilmek.
Tanrıya güvenini yitirmeme.
Bekleme ve umma.
Tanrı için, Tanrı inancı için bir işaret belirleme.
Ve o işaret çevresinde bir kent örme.
Kentleri uygarlıklara, uygarlıkları kent ruhuna bağ­lama.
Böylece hakikata sürekli olarak şahit olma. Sonsuz­luğun, ebediliğin kıyısında yaşayarak karanlığı yırtma.
Gelip de kaplayacak olan zulmü ve şeytan egemenli­ğini yıkma. Ona karşı direnme.
İlerde anacağız, nasıl ki, karınca, Süleyman’a hikmet dersi verdi. Küçük dünyanın yılmaz işçisi, Büyük Dünya­nın Saltanatını elinde tutana verdi dersini. Ta ki Yarata­nın gücü belli olsun, anlaşılsın istendi. Bunun gibi, Sinek de Nemrud’un karşısına çıktı. Bir fark var arada : ka­rıncanın işi uyarıydı, bir öğüt. Saygı ve sevgi dolu bir öğüt. Ama sineğin görevi, Nemrud’u cezalandırmak, hat­ta yok etmekti. Onun gurur dolu başını patlatmaktı. Gök­lerin kalesine dikilmek için yükseltilen zalimin bayrağım ufak bir yaratığın gücüyle yere çarpmaktı. Zulmün sem­bolik levhası Nemrud, bir sineğin kanat çarpışı ve çırpı­şıyla devrilecekti.
Her planda hakikat, kendi hükmünü yürütmekte. Şu­racıkta sinek Nemrud’u yere çarpmakta. Biraz ötede, yük­selen Tanrıevi önünde bıçak ve kurban şimşek ve sağnakları içinde devrilen fani sevgilerin ve bağlılıkların arasın­dan gerçek sevgi belirmekte. Hakikat, kupkuru, soyut bir bilgi değildir artık. Hakikat somutlaşıyor, Ruh, damarla­rım kalbe uzatıyor. Veya kalb ve zihin, ruh tapınağının eşiğine başlarını uzatıyorlar.
Hakikat medeniyeti do öyle. Hakikat Medeniyeti, in­sanların sığınacağı Tanrıevidir. Ve o Tanrıevinin temelini şehitlerin kanı sulamıştır. Bu çeliğe, hakikat kılıcının çeli­ğine şehit kanıyla su verilmiştir.
Şehit nedir?
 Toprak uğruna ölen midir şehit?
 Hayır. Bir anlam uğruna, hakikat ülküsü uğruna ölendir şehit Toprak da, ancak, hakikat ülküsünün yurdu olursa uğru­na ölünmeyi hakkeder. Ve hiç bir karşılık beklemeden, İlâhî medeniyet uğruna canını veren insana, bir anda, per­deler sıyrılarak hakikat çırılçıplak gösterilir. Hak dolay­sız gösterilir. Bu sebeple o «görmüş» olur. O görmüş, duy­muş ve tatmış olur. Böylece beş duygu dünyası öteye gider, öte de beriye gelerek beş duygu âlemini kendisine katar.
Bıçak ve kurbanın karşılıklı alıverişinden insanın metafizik özgürlüğü doğacaktır. Tarihî ve sosyal özgürlü­ğü de bundan fışkırabilir ancak. Metafizik özgürlük, Tanrı dışında ruha hükmedici bir güç tanımamaktır. Tanrıya teslim oluş, fani teslimiyetlerin sona erişi demektir. Tan­rıya köle olmak mı?
 Evet, şeytanın aldattığı çağdaş zi­hin böyle bir parlak soruyla karşısına çıkacaktır inanmış insanın. Ama boşuna. İnsanın Tanrıya köleleşmesi söz konusu değildir. İnsan Tanrının kuludur. Doğası itibariy­le böyledir. İman, bunu kabul etmektir. İman, kalbde ola­nı tasdiktir. iman paslanmış kalb altınını paslarından arındırıp ortaya çıkarmak demektir. Kabul etmeyense ya­pışkan bir maddeye yakalanmış kelebek gibi ömür boyu çırpınıp duracak ve bir gün hayat yaldızları dökülüp toz olunca bu inkâr macerası da sona erecektir. Aklı durdu­ran büyük varlık senfonisinde bu inkâr kelebeğinin kanat cızırtısı nedir ki?
 Bu orkestrada her tel ve her saz, her ses vardır. Uyumsuzluk, büyük uyumun ortaya çıkması için ufak kontrpuanlar mozaiğidir. Eşek anırtısı da var­dır elbet yeryüzünde. Ama bu anırtı, bülbül sesini yok ede­mez. Eşek anırtılan, kuşlar cennetinin dikenli çitine çar­par ve cehennemin derinliklerinde kaybolur.
Ah!
 Evet, varoluş, bir Yitik Cennetin ortaya çıkarı­lışı dâvasıdır. Kavgamızın, iç ve dış kavgamızın sebebi bu. ölümle hayat arasında iki yana da çarpa çarpa dönü­şümüz ve bu başdöndürücü hunide kendimiz gibi dünya­mızı da döndürüşümüz bunun için.
Tanrının kulu olmayı bir alçalış gibi gören züppe ruh, farkında değildir ki, Tanrıya köle olunmaz, ancak kul olunur. Köle oluş, ancak insanların kendileri arasında do­ğan bir düşüş ve alçalıştır. Kimi zaman, alçalan ruh, baş­ka bir insanın veya bir sembolün kölesi olur. Bu kölelik onun elini kolunu bağlar. Onun gerçek özgürlüğünü yok eder. Tanrıya kul olmak, Tanrıya teslim olmaksa insana kendi özgürlüğünü buldurur. Kendi öz damarına inmiş olur insan böylece. İşte o anda insan Allah’a şahdamardan daha yakın olur. Ve işte o zaman, insan, Tanrının ha­lifesi olur, işte o vakit, kuyunun ağzındaki İlâhî ışık ay­dınlatır yanımızı yöremizi, işte o vakit, kutlu bıçak yırt­mış olur karanlığı. İşte o vakit, kurbanın kutlu kanı, bir bereket gibi Tanrıevinin toprağına akmış olur. Tarihî ve sosyal özgürlük, bu şehitler ve kurbanlar kanında ebedî bir filiz gibi göğerir. Susayan ve hıçkıran her çağ, gerçek­te o bıçağı ve kurbanı çağırmıştır. Kutlu bıçak ve kurba­na bir çağırıştır insanlığın çırpındığı çağlar.
Bıçak, kutlu bıçak mümin ruhun önüne dikilir ve dur­madan der ki : «Hep radikal ol, radikal kal. Oportünist olma. Oportünist olursan bir gün çöker gidersin. Hep kök­lü davran. Sorunların korkmadan sonuna kadar, en de­rin noktasına kadar in. Kurban psikolojisini hiç yitirme. Nefsini hep boğazla. İnsanlık uğruna, kutsal ülkü uğruna sürekli olarak kurban olabilecek bir yücelikte tut ruhu­nu. Ruh düşüşünden koru kendini. Hıristiyanlığın fantezi­leri seni aldatmasın. Düşüşün övgücüsü olma. Düşüş başa gelince de umutsuzluğa düşme. Skandal tutkunu olma. Dayanıklılığın olmalı düşüşlere, skandallara karşı, ama, bu güven seni onlara daldırmamalı.»
Bıçak ve kurban .. Ateş ve perdenin başka bir anla­tımıdır. Ateş sınavının başka bir yüzüdür. Cehennemin buzlu camında sinek ve Nemrud’un sembolleştirdiği şeyin simetriği şehadet cennetinde bıçak ve kurban; kurban ve İsmail, Ateş ve İbrahim’dir.
Bütün bunlar, ruhun, özgürlük için özgürlük değil, Tanrı için özgürlük kavgasıdır.
Müridin şeyhe teslim oluşu, sadece bir terbiye yön­temidir. Geçicidir. Tanrıya teslim oluş eğitiminin başlan­gıcıdır bu. Yoksa şeyhi putlaştırma olur ki İslâm bu put­laştırmaya karşı çıkmıştır, buna karşı çıkıştır.
Medeniyet, ruhun dışa vuruşudur, Onun kavgaları, içimizin kavgalarıdır. Bıçak ve kurban alış verişi, tarihin ve toplumun olduğu kadar içimizin de bir alışverişidir.
Millet-ören
Din ve medeniyet, bir millet örüştür bir yanıyla da. Tabii, bu millet kavramım, bugünün kısır millet anlayı­şıyla karıştırmamalı. Millet, ne bir ırk, ne bir dilin topla­yıcı aksiyonundan doğar. Gerçek Millet, bir inanç etrafın­da örgütlenişten doğar. Toplum, sosyolojik bir ifadedir. Milletse, toplum, tarih ve inanç, bilinç ve geleceği hedef alan bir örgütleniş iradesinin somutlaşmasıdır. Millet, ha­kikat uygarlığını gerçekleştirme görevini ruhunun tek ya­şama besini yapmış, ülkü toplumudur.
Bugün millet denen realiteler, aslında asıl milletin parçalarıdır veya ancak parçaları olabilir. Veya parçala­rının sapmaları.
Hazreti İbrahim de böyle bir millet örgücüsü idi. Ha­kikat Milletinin örgücüsü. Dağılmış bulunan Hakikat Mil­letini hakikat medeniyeti odağında yeniden toplayan bir önder. Tanrı tarafından Milletin yeniden oluşunu, dirilişi­ni gerçekleştirmeyle görevlendirilen önder. Kâbenin, Hacer-i Esvedin bir ağaç kökü gibi tutması ve insanlığın Tanrıevi etrafında, hakikat medeniyetini yeniden yeşert­mesiyle görevli. İsmail’in kanı veya o kanı sembolize eden kan diri tutacaktır ağacın kökünü.
Babanın diktiği ağacı, oğul, kam pahasına koruya­caktır. Medeniyet binasının inşa edildiği mermer, kahra­man kanı, fedakâr insanların kanıyla diri kalır. Toz du­man olmaktan korunur. Her zaman o uğurda can verme­ye hazır oluş iradesi, medeniyet ağacını ayakta tutar an­cak.
Kana susamış bir canavar değildir şüphesiz medeni­yet. Ama onu besleyen enerji, insan kanı gibi değerli ve azizdir. Hakikat medeniyeti, kan emici değildir. Ama, kah­raman ona kanını sunan bir ülkü eridir. Firûze kılıçlar­dan yapılı bu kâsede hakikatin mutlu ve iyi yürekli de­vine sunulan bu kan, gerçekte bir çocuğu besleyen süt gibidir.
Hazreti İsmail’in kurbanlığıdır bu. Yenileyici gençli­ğin kurbanlığı. Dirilişçiliğin kurbanlığı.
Medeniyetler ve milletler, hakikatin tarih içindeki gerçekleşiminin eşya ve insan perspektifli kesimleri, her alan­daki kahramanların omuzlan üzerinde yükselir. Devamları da buna bağlı. Bu yüzdendir ki kuruluş hep bir mitos­la, bir destanla birleşir.
Binaların temeline akıtılan kurban kanı gibi, kan de­ğerli ülkü ve emek yerleşecektir medeniyetlerin temeline.
Hakikat medeniyeti, üç gücün bileşkesi sonucunda ya yükselişe, ya durgunluğa, ya düşüşe yönelir. Bu üç güç : yıkıcılık, yapıcılık, kuruculuktur. Bu üç güç, Kur’ân’da, solcular, sağcılar, öncüler (yarışanlar) diye anılan üç topluluğa karşılıktır. Eğer yıkıcılar, öbür ikisinden daha ağır basarsa toplum düşüş ve yıkılış çağına girer. Yapı­cılar ve kurucular daha ağır basarsa, o toplum ilerlemek­tedir, denge halinde de durgunluk var demektir.
Bir benzetim kullanalım burda. Meşale benzetimini. Kurucular, meşaleyi tutuşturanlar, yapıcılar, meşaleyi ta­şıyanlar, yıkıcılar da meşaleyi söndürmeye çalışanlardır. Hakikat meşalesini. Yol gösteren, toplumu, milleti karan­lıklardan ışığa çıkaran meşaleyi.
Yıkıcılar günübirlikçilerdir; kurucular, kalıcı olanın peşinde olanlardır. Öncüler kahramanlardır. Her alanda­ki kahramanlar. Yapıcılar, hep, bu kurucuları, yani ön­cüleri izlerler. Onlar bir medeniyetin arketipleri gibidir­ler, örnekleridirler.
Hazreti İbrahim’in hayatı, hakikat medeniyetini yaşatıcı özlerin sembollerini toplayan kutlu bir dergidir. Ma­ğara dönemi, metafiziğin temellendirilişi dönemi. Ateş üs­tünde imtihan, iradenin olgunlaşması çağı, uygarlık kişi­sinin ortaya çıkışı. Kabe’nin yapılışı, toplumun, milletin doğuşu ve böylece medeniyet yapısının her yönden bütünlenişi dönem veya çağı. Kuş parçalarının tepelerden çağrı­larak kuşun dirilişini görüş ise, sarsılan, yıkılışa yüz tu­tan bir uygarlığın dirilişine ışık tutmaktadır. Çünkü: yıkılış ve düşüş, gerçekte unsurların çözülüşüdür. Diriliş ise, asıl unsurları bir araya getirdikten sonra onlara üf­lenecek ruhla yeniden oluştur. Bu can verme, bir çağırış­la vasıflandırılmaktadır Kur’ân’da. Kuşların dirilişi örne­ğinde şüphesiz asıl can veren Allah olduğuna göre, Haz­reti İbrahim’e, dua, onu isteme düşmektedir. Duamn ka­bulü can verme ile gerçekleşmektedir. Düşmüş bir mille­tin ayağa kalkışı, bir önderin ortaya çıkışı, hakikate ça­ğırışı ile başlar, unsurlardan yavaş yavaş bir araya gelir ve takdirde varsa, canlanış ve diriliş gerçekleşir.
Hakikat uygarlığının son ve en ileri hali olan İslâm Medeniyeti de, doğuşundan sonra karşılaşacağı sarsılış, düşüş ve yıkılışlara karşı, veli, müceddit (tazeleyici an lamında yenileyici) ve son yokolma tehlikesiyle karşılaş­mada İslâm toplum ve medeniyetinin dirüişine önayak olan kurtarıcı (Mehdi), kavramları da, ölümden sonra di­rilmeye örnek olarak gösterilen bu kuş dirilişinde sembollenmektedir.
Peygamber hayatı, baştan aşağı bir medeniyettir. Ha­kikat medeniyetidir. Hakikat Medeniyetini bir ağaca ben­zetirsek, o ağacın çekirdeği gibidir peygamber hayatı. Me­deniyet, bu hayatın açılımından ibarettir.

Tanrının yeryüzünde halifesidir insan. Tabii ki, şey­tanın gölgesi olmayı, Tanrı halifeliğine yeğ görmediği, ter­cih etmediği sürece.
Hakikat uygarlığını o gerçekleştirecek. İnanmışlığı, İslâmı o varoluş kalesi yapacak, bilinç toplumunu o örgüt örgüt biçimleyecek ve özleştirecek, ebedîlik düşünce ve sanat tohumlarım o saçacak, bütün bu aksiyonların kud­ret aynasında tecellisi olan Devlet’i o kuracaktır.
Hakikat uygarlığının varoluş hikmeti önderliği Hz. Âdem, varoluşun temellenmesi Hz. Nuh, inanç temellen­mesi öncülüğü Hz. İbrahim’de gerçekleştiği gibi, Devlet düşüncesi, ilkeleri ve girişimi de Yusuf Peygamberin ha­yatım dolduracaktı.
Bu hikmetin sancağı da onun eliyle dikildi insanlık kalesine, hakikat burcuna.
Bir başka deyişle, Allaha inanmış ve onun uygarlığı­nı gerçekleştirmeyi ülkü bilmiş insanlık olarak, Hazreti Âdemle yaratıldık, Hazreti Nuh’la yaradılışımızın varolu­şuna çevrilişini kesinleştirdik. Hazreti İbrahim’le İnanmış­lar Milletini ve Toplumunu kurduk. Hazreti Yusuf’la da Devletini kurma ödevi belirdi.
Daha doğrusu hepsi baştanberi varolan, latan durum­da bulunan veya yeteri kadar gözüken bu varoluş derece­lerinin her biri zamanı gelince tam açılımını yaptı bir peygamberde. Ve o peygamberin hayat ve tutumu, o varo­luş katına bir sembol oldu.
Hazreti Âdem’de tohum toprağı tuttu; fazlalıklar çü­rüyüp döküldü; Hazreti Nuh’da kökler saldı tohum. Özüy­le yokoluştan kurtuldu. Hazreti İbrahim’le de filiz toprak­tan başını çıkardı. Gövde oluşmaya başladı. Gövdenin ka­lınlaşması, kabuk bağlamaya başlaması. Onu dış etkiler­den koruyucu kuvvetlerle donanması dönemi ise Hazreti Yusuf’la başlar. Hazreti Mûsa, Davud ve Süleyman’la sü­reç olgunlaşır. Devlet, Dünya Devleti olmaya doğru gider. Dünya Devleti; ama dünyacı devlet değil.
Uygarlık, bazı tarih düşünürlerinin iddia ettiği gibi, bazılarının da bu iddiayı eleştirdiği gibi, sadece toplum sistemi veya örgütlenişinden ibaret değildir kuşkusuz. Ondan önce inançlar, ülküler, düşünce ve sanatlar temel­de yer alır. Ama, yine de bütün bu teorik yapılar, ancak toplumun onu kavraması ve devlet kanalıyla eşyaya hâkketmesi ile uzun süre yaşama imkânına kavuşurlar. Dev­let veya toplum uygarlıkla eşit demek değil, şüphesiz, ama, devletsiz ve toplumsuz uygarlık da kâğıt üstünde kalma­ya, tatlı bir esinti gibi gelip geçmeye mahkûmdur. Onun için, Toplumunu, Milletini Hazreti İbrahim’in kurduğu Ha­kikat Uygarlığının bir de devlet gelişimi olacaktı. İşte, Filistin dağlarından Nil kıyılarına inen peygamber, insan­lığın bu büyük umudunu gerçekleştirici İlâhî bir misyo­nun sahibiydi.
Hazreti Yakub’un evi, bir devlet ekolüydü adetâ. Or­da, bu ocakta yetişmiş olan Hazreti Yusuf, ilkin kardeş­lerinin ihanetinden başlayarak, kölelik, esaret, hizmet adamlığı, zindana düşüş gibi devlet kişi ilişkilerinin en acılarından geçerek pişecek, çilesini tamamlayacak ve ni­hayet, Dünya Devletini teslim alacaktı.
İhanet, iftira, politik unutkanlık gibi devlet adamının karşılaşacağı bütün haller ve durumlar onun da başına gelecekti. Ve geldi. Ve bütün bu merhalelerde sabır ve irade imtihanını vermesini bilecekti o. Ve bildi.
Ve bir de skandal karıştırılacaktı işin içine. Kadınla­rın gözü devletin üzerindedir hep. Politika, geleceği sırtın­da yüklenmiş olanı, skandal çerçevesine alıp boğmak is­ter. Ama, hakikat kılıcı bu çemberi parçalayacaktır. Pey­gamberin kolunda devlet kası, hiç bir demir çemberi sı­nır bilmeyecek bir şekilde gerilmiştir.
«Aziz» tesbit etmişti Hazreti Yusuf’un mâsumluğunu. Ama, o bir devlet adamı olarak iyi sezmişti bu kölenin devlete yönelik alınyazısını. Ona karşı koymak istedi. Çün­kü : o düzeni temsil ediyordu : kurulu düzeni, yani sta­tükoyu. Hazreti Yusuf’sa değişmeyi, bir anlamda gerçek devrimi. Onun için O zindana gidecekti.
Ve temel öğreti, Hazreti İbrahim’in öğretisi, zindan­dan gün ışığına yayılmaya başladı. Vahyin ışıkları gömü­lü bir hâzinenin mücevher kutusu gibi ışığını topluma saçtı. Firavuna kadar gidecekti bu ışıklar. Ve onun şuural­tına geçecek, onun rüyasında sembollerle görünecek, çö­züm bekleyen bir düğüm olacaklardı. O zaman düşleri ve olayları yorumlayıcı Peygamber, kılıcıyla bu kördüğümü ikiye biçen İskender gibi çağrılacaktı. Zindandan saraya çağrılacaktı o.
Zindan ve saray, işte böylesine birbirine zıt, yine de böylesine birbirine içten açılan devletin iki ucu. İki kana­dı devletin.
Doğruluk ahlâkı, Hazreti Yusuf’un ahlâkı. İşte, Haki­kat Uygarlığının Devletini kuracak ve yaşatacak devlet adamının ahlâkı. «Ben nefsimi aklamam; çünkü nefs, kö­tülüğü buyurucudur. Ancak koruyucu Allah’tır» demenin ahlâkı.
Mısır’da, sessiz sedasız tarihin en büyük devrimlerinden biri oluşuyordu. Tanrı hükümdar, bir kölenin, hem de suçlu görülüp zindana kapatılan bir kölenin eline terk ediyordu Devleti. Daha doğrusu Tanrı hükümdarlığın yıkılışım onaylıyordu. Belki sonraki Firavunlar bunu dirilteceklerdi. Fakat Hazreti Yusuf’un attığı tohum yeni­den boy verecekti ve Hazreti Mûsa’nın çıkışı böylece mümkün olacaktı. Ve Davud ve Süleyman Peygamberler­le parlak dönemler yaşayacaktı Hakikat Devleti. Sonra­dan sarsılıp yıkılsa bile, Hakikat Uygarlığını son ve en mükemmel şekilde kurup gerçekleştirecek olan Son Pey­gamberin eliyle yeniden kurulacak ve en son, “Yüce Dev­let” in 20. yüzyılda çöküşüne kadar sürecekti. Ve şimdi yeniden onun doğuş acılarını yaşıyoruz. Yani diriliş sancı­larıdır çektiğimiz. Diriliş ağrıları... İşte Hazreti Yusuf’un peygamberliğinin galib hikmet vasfı böyle temelli ve ebedî bir vasıftı, bütün peygamberlerin peygamberlik vasıfla­rında olduğu gibi.
* *
Fakat biz başa dönelim ve biraz daha derinleştirelim düşünceleri bu konuda.
Eğilmek. Kim kimin önünde eğilir?
 Bir boyun eğiş. Boyun eğdiriş düzeni olan devlet, nerden doğuyor?
 Tanrı halifeliği hangi ateş dönencelerinden geçiyor?
İnsan, eğilme ve eğilmeme arasına çekilen keskin bir çizgidir. Daha doğrusu bu iki psikolojinin kendi alanla­rına dağıtılmaları, yerli yerince bölünmeleridir.
İnsan, Yaratıcı’nın önünde eğilendir; Tanrı önünde eğildiği gibi, Tanrı yolunda da eğilendir. Buna karşılık, o, kendi nefsi önünde eğilmeyen, tabiata ram olmayan, eş­yanın ve maddenin buyruğuna girmeyendir.
İnsan, eşyaya, boyun eğmenin, eğdirmenin fizikötesi damgasını basandır. Allah’ın hakimiyeti mührünü basa­caktır varoluşun alnının ortasına.
Bundan ötesi de vardır : nüanslar dünyasındaki oluş­lar. İnsanlar da birbirlerinin önünde boyun eğeceklerdir, birbirlerinin boyunlarına boyun eğiş mührünü basacaklar­dır. Birbirlerinin putlaşmış, putlaştırılmış nefsleri önünde değil, tabiatı sembolizasyon malzemesi olarak kullanan içgüdü veya kıyamete kadar fizikötesi muhalefet liderli­ğini yürütecek olan akıl kundakçısı şeytan buyrultuları önünde değil, Mutlak gerçeğin, fenalık aynasında yansıyışını ve ona ebedîlikten bir soluk, bir koku ve bir görü­nüş aşılayışını bir senfoni gibi yönetmekle görevli üstün insanların önünde eğilirler; Ruhunu geliştirmek, olgunlaş­tırmak ve fiziği aşkın olana bitiştirmek için insan, demir­cinin önünde eğilen kızgın demir gibi eğilir.
Hakikat Medeniyetinde Devlet, kavuşulan bu manevî lûtfun, toplumu buyruğuna alışıdır. Allah’ın halifeliği, inanmış ruhları böyle bir safta toplama vazifesidir. İnan­mış insanlar seve seve bu buyruk düzenine girerler. Bu halifeliğin özelliği, namazın özelliği gibidir. Allah önünde olma ruhu, her işte, toplumun bütün yaşayışında, devle­tin bütün karar ve uygulamalarında, insanların birbirleri­ne, öbür yaratıklara ve tabiata karşı davranışlarında, na­mazdaki gibi yansıyacak, namazdaki gibi yayılacak, na­mazdaki gibi, iç oluş ve dışa vuruşlarda fizikötesi bir an­lam kazanacaktır. İnsanın ve toplumun üstünde hep böy­le ebedî bir kartal gölgesi bulunacaktır. Bu anlamın ışık­lan altında, oluşun gölgesi, bir ikindi gölgesi gibi uzun ve derindir.
«Allah, insanı kendisine tapması için yarattı,» kutsal ölçüsünün gerçekleşmesi demektir ruhun bu konuma ulaş­ması. İnsan, Allah önünde, dolaylı veya dolaysız sürekli tapınma halinde olacaktır. Namaz, yüzüğün kaşı gibi, bu genel tapınmanın yüreğim oluşturur. Onun dışındaki bü­tün yaşantı, ona bir hazırlanış, bir fondur. Hayat, Allaha tapmaya hazırlanış, tapma ortamını hazırlayış, tapış ve tapınmadan çıkış dönemlerinden oluşan bir genel tapınma olayıdır. Tapınmadan çıkış bile, gerçekte bir çıkış değil, bir ayrılış ve kopuş değil, yeniden girişe hazırlanmak için geçici bir ayrılıştır. Soluk alıp vermelerde hayatın sür­mesi gibi Allaha tapınma düzeninin bütün ihtişamıyla de­vam etmesi, hayatımızı dolduran vakaların ana mihveri, amacı olur. Bu amaç için yaşar insan. Bu amaç için bo­yun eğer öbür kardeşlerine ve onlara bu amaç uğruna boyun eğdirir.
Bu amaç için, toprak kadar mütevazi olmak gerektir. «Toprak baba» olmak gerek. Bu amaç için su kadar akış­kan, hava kadar esiri, gün ışığı kadar aydınlık ve içe işleyici, ateş kadar arıtıcı, kendi nefsini ve posaları yakıcı olacaktır insan. Allah’ın yeryüzündeki halifesi insanda, bütün bu yaratılış özellikleri, madde ve zaman zerrelerine inişte bile, bu amacın şuur ve aşkını anıtlaştırır. Toplum ve Devlet de, bu metafizik amacın, realist ve lirik, en ge­niş ve yüce örgüsüdür.
Hazreti Yusuf, insanlara boyun eğdirerek, ruhların üzerinde yükselecek yüce devlet kalesini kurmak için, bo­yun eğiş bölgelerini bir bir dolaşma zorunda bırakıldı alınyazısınca veya alınyazısı gereği. Ölüm tehlikesiyle karşı karşıya kalış, satılış, kölelik, hizmet adamlığı, hapis ha­yatı, unutuluş... bütün bu manevî örslerde ruhun döğüle döğüle çelikleşmesi ve gerçek özgürlük olan Tanrı halife­si olma şuurunun bilenişi. Aslında ruh hiç bir zaman esir olmamıştır; kapalı kapılar ardında ve zincirler içinde, Peygamber Ruhu, hür ve Allah’la beraberdir. Her yerde hazır olanla insan arasındaki madde, nefs, şeytan ve ta­biat perdelerini bu çileler kırmış. Ruh, Ulûhiyet âlemiyle sürekli bağını koruyabilmiştir. Trajedi ve dram, evrensel oluşta, tesirlerini yitirerek, ruhun özgürlüğünü koruyuşu önünde saf birer akış haline gelmişlerdir. Razı oluş, alınyazısı buyruğunu adeta ruhun kendi isteği ve saf eylemi­ne dönüştürmüştür.
Allah’ın peygamberi, öyle bir mertebeye ermiş ve da­ha doğrusu erdirilmiştir ki, baba Yakub da, düşman Fi­ravun da O’nun önünde eğilecektir, boyun eğeceklerdir O’nun yasasına. Çünkü : Hazreti Yusuf’un önünde eğiliş, İlâhî iradenin önünde eğiliş olmuştur artık.
Af ve merhamet :acıyış ve bağışlayış, bu yücelişin insanlara doğru açılan iki penceresidir. Peygamber, in­sanlığı buğday ve para dizginleriyle zaptedecek, bu çılgın ata gem vuracak, ama aynı zamanda acıyış ve bağışlayış kollarını uzatarak onu bağrına basacaktır.
Nefs sürülerinin güdülüşü, ruhların, Ruh Sultanının buyruğuna verilişi, dünya imarına ruh ve erdem üflenişi, Cennette sembollenen İlâhî Siteyi dünyayı yaklaştırmaya çalışış, bütün bunları gerektiren ilim ve sanat, Hazreti Yusuf’un yol göstericiJik ve yöneticiliğinde toplandı. Haki­kat Devleti, Dünya Devleti olarak da gerçekleşti böylece.
Böylece bir kere daha karanlık aynalar ışıdı. Karanlı­ğın lâmbaları söndü. Aydınlığın lâmbaları bir kere daha yandı.
Peygamber düşü, çocuk düşü, mahpus düşü, hüküm­dar düşü, ağdı Hazreti Yusuf’un eline ve alnına. Düş, dün­ya realitesine dönüştü. Zindanın saraya, esirliğin vezirli­ğe dönüşmesi gibi.
Yüce dağlara giden sürüler güneşten ve kartal kanat­larından birer parça toplayarak geri döndüler.
Bakır parçalan altına dönüştü bu İlâhî simyada.
Hakikatin zafer asmaları yine sarkıttı salkımlarım.
Yürüdü erdemin özsuları insanlığın atardamarlarına.
Hazreti Yakub, hem bir hazinedir, hem bir hâzinenin bekleyicisi, koruyucusudur. Yakuttur, hakikatin yakutu­dur. Ama bu yakut, öbür değişik bir yakutun eğiticisidir. Yakut, yakutu erdirir. Yakut, yakutu ulaştırır. Güneşin ışıklarını toplayıp özüne katar. Ocaktı Yakub’un evi. Kut­sal emanet ocağıydı. Yol gösterici, yönetici ocağı. Hazre­ti Yusuf mucizesinin birinci tabakasıydı bu yuva, Mucize­nin yatağıydı. Aslan, yatağından belli olduğu gibi, çıkış yeri önemlidir gelecek fatihinin.
Allaha mecazi olarak «'Padişah» denmiştir. (Gerçek­teyse ancak padişahlara mecaz olarak padişah denebilir). Devlet, en çok İlâhî kudretin göründüğü insanlık kurumu ya da kuruluşudur. Yitik Cennet’e kendi örgütlenişleriyle varmak için insanlar, devletten geçerler...
Devletten sert ne vardır?
 Devletten yumuşak ne var­dır?
 Devlet, bir gün yeryüzünden kalkar mı?
 Kalksa bile yerini alacak kurum, devlet özelliğine yakın bir yapıda olacaktır şüphesiz.
Marx’ın yitik cennet yanılgısı burda. Devleti ortadan kaldırmak gerçekte hiç bir şeyi değiştirmeyecektir. Çün­kü, ortadan kalkacak olan onun ruhu değil, biçim ve gö­rünüşleri olabilir. Yoksa, devletin gerekli dozdaki katılı­ğı, realizmi ve gerekli dozdaki af ve merhameti, insanlar için kaçınılmazdır ve şu veya bu biçimde insanlıkla bir­likte sürüp gidecekti!
Hazreti Yusuf’un buğday biriktirimi ve dağıtımı plânlamasında da bu en reel yanıyla beli­rir. Af ve merhamet olaylarında da.
Peygamber, devlet gücüyle, dünya devletinin içinde, «öte devleti»ni gerçekleştirir. Mutlakın gölgesini düşürür kişinin ve nisbînin üzerine. Katmerleşmiş toplum nefsinin karşısına çıkar. Mutlak, demoklesin kılıcı gibi asılı durur fanilik egemenliğinin üstünde. Tek kişinin tanrılaşarak hükümran olmasının karşısına çıkarır Mutlak’ın egemen­liğini. Halk egemenliğinin yozlaşmasını önler. Onun dev­letinde ne tek kişinin tartışılmaz iradesi, ne de toplumun önlenmez istilâsı olabilir. İkisine de «sınırınızda durun» diyecektir Peygamber iradesi. Hükümdar, içten yakalanır İlâhî iradece. Onu bir düş rahatsız edecektir. Bir kişi kesiksiz hüküm sürebilir, ama onu da içten yakalayan «düş» ler vardır. Bunu hükümdar yorumlayamaz, çözümleyemez. Bir «yorumcu»ya ihtiyaç vardır. Bu «yorum», kendiliğin­den bir çözüm olmaktadır. Yalnız yorumlanmakla kalın­maz. Bir de uygulama olacaktır. Uygulamadan da elini çekmesi gerekecektir tek kişinin. Bu uygulanış, bir yanda hükümdarı, bir yanda da halkı dizginleyecektir. İlâhî dü­zen işe karışmıştır. Hepsi ister istemez buna razı olacak­tır. Böylece dünya kuvvetleri Mutlak’ın buyruğuna ram olacaktır. Yitik Cennetin anahtarı yeniden sahiplerinin eline geçmiştir. Gerçek sahiplerinin. Toplum, öz bir dev­rimle, yeniden Allah’ın iradesine teslim olmuş, yeni ve kut­lu bir toplum olmaya doğru gitmiştir. Böylece, kişinin yi­tik cenneti, toplumda «yeniden bulunmuş cennet»e çevril­miştir. Toplumun «yitik cennet»i de devlette «yeniden bu­lunmuş cennet»e dönüşmüştür. Kutlu devlet, ağırlığının altında kişileri ve toplumu ezen taş putlar tapmağı ol­maktan çıkıp onları Kanatları üstünde yücelten canlı bir kartala dönüşmüş devlettir artık.
Hazreti Yakub, pirliğin sembolüdür. O pirlik, gençli­ğe, değişim, kutlu değişim yolunu gösteren pirliktir. Kut­lu toplumun ruhudur Hazreti Yakub. Gerçek atadır, öl­meyen gelenektir. Hazreti Yusuf’sa diriliştir; devlette, top­lumda, insanlıkta, gerçeğin ve gerçek geleneğin dirilişi­dir. O, insanlığın dirilişidir kudret çerçeve ve aynasında.
Davranışlar senfonisinin mesajını taşımıştır insanlı­ğa. Hükümdarı, putlaşma, halkı, köleleşme ve putlaştır­ma yolundan çeviren peygamberdir.
Hazreti Yusuf, zeytin gibi kutlu ağaçların özgürce soluduğu Filistin Dağlarının insanlığa İlâhî armağanıdır, ölümün ve taşın soyut düzeyinde handiyse eriyecek olan insanlığa, yeniden derleniş, toparlanış getiren Kurucu’dur O. Sağken mezara kapanıştan çevirendir; hayata mutlak’ın anlamını yeniden ekleyendir. Gerçek devlet öleyazan dünya devletinin külleri arasında dirilecektir. Hazreti Yusuf, «Devletin dirilişi»dir. «Yüce devletin dirilişi.» Ha­zır kadroyu da çekip getirecektir arkasından... Böylece bir kez daha kıyamet geciktirilecektir. insanlığın başına kopması gereken kıyamet.
Zaten, Hakikat Medeniyeti, sırrını yalnız Allah’ın büdiği kader tarafından kıyametin geciktirilişinin hikmet-i vücudu değil midir?
Hazreti İbrahim’in yeniden insanlığa getirdiği inanç, toplumundan sonra devletini de böylece kuracaktır. Af, geri gelecektir, öç yerine... insanlığın, Babil Kulesini inşa eden ve onun çevresinde hakikati yitiren bir cins yaratık olmadığını göstermişti Hazreti İbrahim. Ve Babil Kulesi­ni yıkmıştı. Hazreti Yusuf da insanlığı Ehram proletarya­sı olmaktan, anıtkabir amelesi olmaktan kurtaracaktı. Ba­kışları Ehramdan Nil’e çevirecekti. Nil, canlılıktı, dirilişti. Ehram, ölüş. En azından geciktirecekti Ehramın gelişini. Ve bir gün gelen Ehram, kısa zamanda metafizik inanç anlamını yitirerek estetik anlamda anıtlar olmaya mah­kûm olacaktı. Nil, canlı bir hakikat ejderhası gibi, eh­ramların donmuş ruhunu un ufak olmuş bir biçimde sü­rükleyerek sularında eritecek ve boğacaktı.
Mısır’ın kaderidir, dünya hakimiyetinin arandığı yer olmak. Kendi uygarlığı, Yunan, Roma, Islâm, Batı uygar­lıkları, egemenliklerinin doruk sınavım orada vermeğe ça­lışmışlardır. Sezar, Yavuz, Napolyon... hep orada aramış­lardır dünya hakimiyetinin sırrını. Aslında aranan Haz­reti Yusuf’un izidir. Sır onda... «Mısır’a hakim olan dün­yaya hakim olur» kuralını sadece coğrafya açısından an­lamamak, Mısır’da atılan dünya egemenliği düşünce ve uygulamasının, yani Hazreti Yusuf geleneğinin ruhî an­lamından da haberli olmak biçiminde yorumlamak da ge­rekir. Yine Mısır’da dışardan gelip de en uzun egemenliği kuranların müslüman oluşu, Hazreti Yusuf yolunun ger­çek varislerinin onlar olmasıyla açıklama akla daha yatkın olmaz mı?
Hazreti Yusuf’un yolu cihaddı. Nefsaniyet olsaydı, Fi­ravunu devirip yerine geçmeğe çalışırdı. Mademki, Fira­vun gerçeği kabul etmiş, insanları ona teslim olma duru­muyla sürdürüyordu egemenliğini, amaca ulaşılmıştı.
Ekonomi bir araçtı. İnsanlığı gerçeğe döndürmek için bir araç. Hakikat, insanları boğazlarından yakalamıştı. İlâhî irade o çağda böyle tecelli etmişti.
Devlet Yitik Cennetti. Hazreti Yusuf onu yeniden bu­lup insanları ona çağırdı. Bu dünyada, öteki dünyanın ko­kusunu aldırdı onlara.
Devlet ruhül kuddüsü soludu. İnsanlar, yeniden Mikâil’in, Cebrail’in, İsrafil’in ve Azrail’in gölgesinin devlet üzerine düşmüş olduğunu gördüler. Gördüler, Cennete de, Cehenneme de ordan kapılar ve pencereler açılmıştır.
Devlet, Hazreti Yusuf’un görevi çerçevesinde yeni­den sosyolojik anlamını aşıp metafizik anlamına kavuştu. Tarihî anlamı, metafizik anlamına bitişti. Sosyolojik an­lamı da ayıklandı, arındı yerleşmeğe yüz tutmuş batıl inanışlardan.
«Hak geldi, Batıl yok oldu» devlet planında da.
«Öküz kültü» yıkıldı. Firavun da gördü ki, Tanrı ira­desiyle, zayıf öküz semiz öküzü yutabilmektedir.
Ve yine Yetenekler Oymağı da gördü ki, Tanrı istedi mi. ay, güneş ve yıldızlar da bir çocuğun önünde eğilir.
Ve soylular gördü ki, Allah isterse, hükümdar da, Devlet de bir kölenin önünde eğilir.
Ve altınına güvenenin, gümüşüne güvenenin, çakıl taşı mesabesinde onu avuç avuç buğdayla değişmekten başka çaresi olmaz, Kahhar isimli Allah irade buyurdu mu.
Herkes kendi açısından bir şeyler sürdü bu mucize döneminde : Allah, nasıl Hazreti İsa’nın doğumunu muzice yaptı ise, Hazreti Yusuf’un da hayatını mucize yaptı.
Ve o günün dünyanın en büyük sosyetesi olan Mısır Sosyetesi de, Mısır Sosyetesinin ileri gelen kadınları da gördü ki, en çok değer verdikleri vücut güzelliği ve süs­lenmede de üstünlüğü, İlâhî irâde, istediği odakta tecelli ettirir. Gözlerine görünen o güzellik, artık süslü dünya gü­zelliği değil, başka bir güzelliktir. Mutlak güzellikten bir yansımadır. Ondan bir işarettir. Bir kementtir, yakaladı­ğını alıp ona götüren.
Gördüler ki, her yönden bir «sürpriz»le karşı karşıyadırlar. Tanrının şokuyla Dünyanın «skandal»ını bu me­tafizik «sürpriz»e karşı koydular ama, ama gördüler ki, ateşi söndürmek için karşısına pamuk koymuşlar.
Evet, bu ödev özelliğiyledir ki, Hazreti Yusuf bir de­receye kadar «yabancılığını korudu. Sanki bir konuktu. Onu ilkin hor görmüşler, fakat sonra olağanüstülüğünü görünce, hükümdarından halkına kadar herkes tarafından ağırlanmıştı. Uygulamasını gösteriyordu bir kuramın... Bu kuram ki, yerleşimini tam anlamında sonraları yapacaktı. Bu yüzdendir ki, kimsenin, ne firavun, ne vezir, kimsenin yerini almadı O. Kendine özgü bir yer göstermek zorun­da kaldılar O’na.
Ve hep birden gördüler ki, estetik de, güzellik de, yö­netim de, ekonomi de, mutlak’a ilişkindir, metafizik bir cepheye sahiptir gerçeğiyle.
Bütün cephelerden, doğruluk, iyilik, güzellik, egemen­lik cephelerinden kapı hep oraya açılır. Allah’ın hükümdar­lığını, padişahlığını kabulden başka çare yoktur. Mısır'ın on iki kapısı da oraya çıkacaktır. Bütün yollar ve araç­lar o tek amaca doğrudur. Gerisi faniliğin savurduğu toz zerreleri...
*
*
Medeniyetler de bir çıkmaza, bir tıkanma noktasına geldi mi, realitenin en beklenmedik noktasından, medeni­yet ideasının en yüce katıyla ilişkili bir sürprizi karşıla­yacak, değerlendirecek güçte olmalıdırlar. Özde ve ku­ramda bir dirilişin bütün yükünü omuzlayabilmeli. Yeni bir arkaplan oluşturabilmeli veya bütün katılıkları kıra­cak bir yeni yorumlayıcılıga açık olmalı. İşlenmemiş böl­gelerden taze kuvvet ve kan alabilmeli, adeta fiziğinin gerisine yeni bir metafizik odak yerleştirebilmelidir. Zehir­lenen kanı değiştirircesine uygarlığın damarlarına yeni­den taze kan, umut ve canlılık doldurabilmelidir insanlar, ölüp de tarihe gömülmemek için, ne denli incelirse incel­sin, kentleşmenin ağlarıyla donanırsa donansın, uygarlı­ğın uzağında ve yükseklerde de olsa, ödevlisini göndere­rek donmayı kıracak Filistin Dağları bulunmalıdır.
Kendi kudretine tapan hiç bir kişinin unutamayaca­ğı ve narsisizmle dolu hiç bir kavramın hesaba katmak­tan yakasını kurtaramayacağı kader ironisidir, Hazreti Mûsa'nın Firavundun sarayında büyümesi. Çölün sonsuz­luğunda bile hurmâlar sallanır. Kurak yaz sabahlarında da çiğ yağar. Bir Mûsa doğmasın diye, doğan binlerce ço­cuk öldürülür. Fakat ölen çocukların kanında Mûsa bilin­cinin çiçeği açar. Zulümde boğulan bir halka, suda boğul­mayan bir çocuk yol gösterir : sulan yarıp geçme yolunu.
Firavun, kendini Tanrı olarak ilân etmişse, Tanrı, onun karşısına Mûsa’sını dikecekti. Firavunun büyü değ­nekleri varsa, Mûsa’nın da âsa mucizesi vardır.
Firavun, yasalar koymuşsa, Mûsa onun karşısına Mutlak Yasa ile çıkacaktır. Firavun, buyruğun anıtı sa­nıyorsa kendini, Mûsa On Buyruk Levhasını karşısında yükseltecektir.
Firavun, cama çarpan sinektir. Kurtulamayacaktır kaderinden. Çarptığı cam, Mûsa’dır.
Bilim ve teknik, ruh mucizesini yenemez. Ona güve­nen zulüm saltanatı, Tanrının sularında boğulmağa mah­kûmdur.
Firavun, Dünyanın Başkentini karanlıklara boğduysa, Sina Dağı’nda yanan Ateş, insanlığı, aydınlatacaktır.
Kuralsız hayat olmaz. Ama kuralların ruhu vardır. O ruhu çekerseniz kaskatı zulüm sisteminin iskeleti, sırıt­kan ölü suratıyla, yüzünüze bakar.
Ruhsuz yasanın, zulmün yasasının karşısında, ruh ya­saları, adalet yasası, mutlak yasa, Tanrı Yasası vardır.
Peygamberlerde sahifeler halinde toplanarak gelen Kitap vardır. Tevrat’tır O.
Artık eksiksiz Kurtuluş Yasasının kitabıdır O. Haki­kat Medeniyetinin Toplum ve Devlet düzeninin ana ku­ralları.
Yitik Cennet’in yasalarıdır bunlar. Bu yasalara ru­huyla uyan toplum, Cennetini bulacaktır. Kaybolan ize erecektir.
Kaybolan ışık yanacaktır.
Ses işitilecektir.
Yarılmayan su yarılacak, geçit vermeyen su geçit ve­recektir.
Kutlu Ülke’nin özlemi gönülleri yakacaktır.
Artık göze alınmayacak çile yoktur.
Su şuurlanacak, doğa şuurlanacak, zulümle adalet arasında putla Tanrı arasında, gururla tevazu arasında, kılıçtan keskin bir perde olacaktır.
*
*    *
Bir Mûsa vardır, bir de Mûsa eskizi. Mûsa eskizi, üs­tadı bularak, değişmez portresine dönüşecektir, Hızırla yolculuk yapacaktır eskiz, güneşte pişmek için, solmasın diye boya. Şuayb’la yıllar yalı, bir yaşam tecrübesi kaza­nacaktır. Biçim, özle dolsun, şafak, güneşini doğursun diye.
Gençliğin yaraları sarılacak, bilek güçlenecek; olan, varolan, birey, şahsiyet olacaktır. Yeti, geleneğe bağlana­cak, ses, sese kavuşacaktır Ses, dağlarda yankısıyla de­netlenecektir. İlkin tabiatla hesaplaşan, sonra, insanlar­la, tarihle hesaplaşacaktır. Fiziği aşıp metafiziğini bula­caktır, Dağların havasını soluyan Baş.
Özdeğişim mimarı, önce kendisi özdeğişime uğraya­caktır. Başkalarına özgürlük taşıyan kahraman, ilkin, kendisi, özgürlüğün temiz havasını soluyacaktır.
Yasa getiren, önce kendisi uyacağı yasaların sert eği­timinden geçecektir.
Oluşuma çağıran, ilkin kendisi, oluşacaktır.
Çile vardır. Deney ve sınav vardır. Tarihin sınavın­dan geçecektir Yolgösterici. Kuralkoyucu, Kurallar Ken­tinin zincirlerini kıracaktır. Güce güçle karşı konacaktır. Sahte iddia, hakikatin ihtişamıyla parçalanacaktır. Bilgi, bilgeliğin önünde boyun eğecektir. Dış, içe bağlanacaktır. Madde, ruhun örsünde döğülerek şekil alacaktır. Yalanın akışkan civası, Hakikat Ejderhasına lokma olacaktır.
Korkma, sana verilenden Mûsa!
 Sana verilen, sana muştu, sana inananlara muştu, dirilenlere muştu, düş­manlarına, inkârcılara, ölülere korkudur. Korku ve deh­şet salacaktır, senin aydınlıkları gösteren Ak Parmağın.
Sana inananları çek çıkar Kent bataklığından. Tek­rar Dağa çağrılacaksın. Bu da sana inananların imtihanı olacak.
Yalnız, inanan kişi, imtihandan geçmez. İnanana ina­nan da geçer imtihandan...
İmtihan ve çile, hepimizi saran gök kuşağıdır.
*
*    *
Sonra savaş günleri gelir. Kutlu Kent’in kapısından içeri girmek kolay değildir. Yasalar yetmez. O, yasaları kana, ruha geçirmek gerektir. Yasaların toplumu olamak şartıdır son zaferin. Kutlu Kente erişin kuralı, yasalar toplumu olma sırrında gizli Hazreti İbrahim, Hakikat Me­deniyetinin Millet tohumunu atmıştı. Hazreti Yusuf, ona devletinin örneğini ve deneyini vermişti. Hazreti Mûsa, toplum ve devletini bütünüyle ve öbür insanların yasa, düzen ve yaşamlarından arınmış ve sıyrılmış olarak ku­racaktı.
*
*    *
Bir medeniyet, yaşamak için tutarlı olmalıdır. Birey­leri, kuruluşları birleştirici genel tutum ve kurallar bütünüyle ayakta durabilir O ancak. Toplum örgütlenişiyle. Soyut idealar, doğruluk, güzellik, iyilik ideaları, tek baş­larına ayakta tutamazlar onu. Organizasyonlar gereklidir. Kesin kurallarla yaşayan organizasyonlar. Ancak, bu ku­rallar, ruhunu yitirmemelidir. Ruhunu yitiren uygarlık veya toplum yasalarının bağrmda ona karşı yeni bir yasa göğerir. Bu, bir tepki de olabilir. Bir başkaldırı da. O tepki ve başkaldırının özünde yeni bir yasa özü yoksa, anarşi ve terör doğar. Ama, yeni öz, yasalarını getirir ve toplumu yeni bir tutarlık düzeyine erdirirse, eskinin en­kazları içinden yeni bir diriliş filizi boy gösterir.
Hazreti Mûsa, bir dirilişti. Hazreti İbrahim ve Haz­reti Yusuf’un toplumda dirilişi. Toplumu kurarak dirili­şiydi O mucize sultanı.
Bülbülsüzlük baykuşa gebedir. Ortalığa renk saçan, bukalemunları bir bir seçmesini bilmelidir, eşsiz gözlerle. İmar yasalarmı unutan, sarayını örümceklere ve yarasa­lara ısmarlamış demektir.
*
*    *
Uygarlık, yeniden kendi geleneğim yakalayacaktıı dirilişinde. Tabiatın zarureti vardır, geleneksizdir O. Ta­biat determinizmine mahkûm yasa ve kural, ruhunu yi­tirmiştir. Asasını yitirmiş Mûsa’dır O. İçgüdüye, zarurete, determinizme hâkim yasalarla ve ruh tutarlılığıyla bula­caktır kendini Uygarlık. Dağılmış Milletini ve Toplumunu, Özülkesini diriliş Mûsalarına, erlerine, erenlerine, pir­lerine kavuşturan, fizıkötesi bir solukla, Rahman’m solu­ğuyla yeniden örgütlenen, kurallarına ve yasalarına, do­natımına kavuşan idealar getirecektir Diriliş fecrini. Bu fecrin Sûr’unu, ancak, özbenliğini ülküsüne adamış, göz­leri ve gönülleri madde tutsağından kurtulmuş, Tanrı uğ­runda ve yolunda fani olmayı göze almış, yeni bir insan üfleyecektir.
Yeni bir insan. Yani diriliş inşam.
Hakikat Medeniyeti, «Devlet» modeline, ideal devlet formuna Süleyman Peygamberle ulaşır. Kudret, adetâ, mitik sınırlara ve boyutlara ulaşır. Baş eğdirişle baş eğiş, özgürlüğün potasında altın senteze ulaşır. Tabiat da, bu kudret senfonisinin malzemesini veren ana kaynaklardan­dır. Hüthüt, haber, karınca, öğüt vericidir bu adalet sere­monisinde. Bütün dünyayı avucunda tutan, bir karıncanın sözüne ve gönlüne muhataptır. Egemenlik ve alçakgönül­lülüğün barışıp kaynaşması, egemenliğe alçakgönüllülük, alçakgönüllülüğe de egemenlik gücü bağışlayan hakikata teslimiyet ruhunun hayatın bütün alanlarına sinmesi, bu hikmetin bu erdem teoriğinin pratiğine kavuşmasını sağ­layacaktır.
Hikmet, devlet; devlet, hikmettir artık. Yitik Cennet bulunmuştur. Her yönde sıkı ve tam bir örgütleniş. Rüz­gârlar bile bu örgütlenişe bağlı. Gökler ve denizlerin altı, vahyin, mucizenin, peygamberin, bir kelimeyle hakikat uygarlığının tasarrufunda. Yönetimin ideal kutuplaşması doğmuştur; ilke ve uygulama dengesi kurulmuştur. Hz. Süleyman, ilke, vezir Âsaf, uygulamadır. Güneş ve ay ara­sındaki alışveriş ve nöbetleşme, Peygamberle veziri arasında, insanlığı, özgürlük ve mutluluk içinde, Tanrı hük­mü ve düzenine, razılığı ve bağışına yöneltme uyumuyla özdeştir.
O uzaklardaki masal ülkesi, Belkıs’ın ülkesi bile bu ilâhı düzene uyma ve katılma ihtiyacını duyacaktır. Sürreelin sınırları aşılmıştır. Tabiatüstü tabiatla bağdaşmış­tır.
Hakikat uygarlığı özbeninde, celâl ile cemâlin yüzle­rini tarihe açmıştır. Perdeler kalkmıştır. Sabâ ülkesi ki cemâlin sembolizasyonudur, celâlin sembolizasyonu olan Peygamberin elinde yoğrulacak ve bu yoğuruştan, insan­lık demirine Birlik çeliğinin suyu verilmiş olacaktır.
Sırça saray, yumuşaklığın simgesi Sabâ Melikesiyle bir araya getirilecektir. Vahyin kudret eliyle. Kuş ve ka­rınca arasında insanın kanatları gerili. Bir kanada kuş, yani gök, öbür kanada karınca, yani yer tutunmuştur. Göğü ve yeri kanatlarıyla taşımaktadır Allah'ın halifesi insanoğlu. Hangi cevherle taşıyabilmektedir bu ağır yükü?
 Kutsal emanet cevheriyle. Kalbinde vahyin yakutunu ta­şıyan, dağların hararetine dayanamayıp yanıp kül oldu­ğu kutsal aşk emanetinin cevheri.
Bu aşk inanıştan doğar. İnanış, aşk, kutsal emanet şuuru ve sorumluluk duygusu, ideal site ve devlete, er­dem egemenliğine, mermer ve sırçada yansıyan hakikat medeniyeti ışınlarıyla aydınlanmaya götürür. İnsanlar ve cinler, devler, yer ve gök yaratıkları bu ilâhi devlette hep görevlidirler. «Görev» kutsallaşmıştır. Bu sebeple de, en güç görev bile, kolayın kolayı olmuştur.
Tarihin tozu toprağı temizlenmiştir. Tiranlığın, zul­mün, diktatörlüğün, şahsını putlaştırmanın sonu gelmiş­tir. Hakikat, her yeri gözlemektedir, yalan, yanlış ve çir­kin, nice gizlenirse gizlensin, onu yakalayacak bir gözü vardır, hakikatin ve hakikat devletinin. İlkenin geniş ka­natları altında dahi bir leke, bir pürüz barınamaz. O za­man Uygulama’nın ayrıntıları tesbit eden gözü, onu he­men görür. Belkıs, atasının resmini, tapmaya yaklaşan bir saygıyla asamaz, «harem»in en gizli köşesine. O zaman, Âsaf, onu muhteşem hutbe üslûbuyla haber verecektir Süleyman Peygambere. Bu, gün ışığında, forumda, olum­lu, yapıcı kritik ve uyarı demektir. Estetik, hakikattan, hayat hakkı adına, onu kalbinden vuran tavizi koparamayacaktır. Ya da onun gözünden kaçıramayacaktır zaa­fını.
Hz. Yusuf’un attığı tohum tutmuştur. Yeryüzüne serpilmiştir hakikat devletinin buğdayı. Başak vermiştir. En gür başaklarını vermiştir. Hz. İbrahim Milletinin, Hz. Mûsa Toplumunun hakikat idesiyle yanan yüreği.
Güneş, tam tepe noktasındadır. Gölgeler yok olacak derecede kısalmıştır. «Batanları sevmeyenler»in güneşidir bu güneş. Batmayacakmış gibi gözüken güneş. Sararmak nedir bilmeyen yeşillik. Yapraklarını dökmeyecekmiş gibi görünen Ulu Ağaçtır artık hakikat uygarlığı ve uygarlı­ğın devleti.
Yitik Cennet’in bulunduğuna dair saatler onikiyi gös­termekte, vapur, kurtuluş denizinde tam yol almakta, hik­met, cennetin defne dalları gibi insanlığın gönül ülkesi­ne ruhunun meşalelerini sarkıtmış bulunmakta.
Davut’un elinde, kızgın ateşteki demir gibiydi toplum. Sesi de dağa taşa anlam verirdi. Bu ocakta yetişti dün­ya egemenliğinin Peygamberi. Hükümler, mezmur musi­kisinde, sistemler, mesellerin ahenginde, üzüm salkımları gibi olgunlaştı. Davut’un savaşından doğdu Süleyman’ın barışı. Devlet, öylesine var oldu ki, yok diyebilirdiniz. Va­hiy, öylesine hegemonyasını kurmuştu ki, insan, farkında olmadan, kendi kendini idare ettiğini sanıyordu adetâ.
Armağanın rahmet yağmurları, ceza lekelerini göze görünmez kılmıştı. Cennet, Cehennem tomarım derlemiş toparlamıştı sanki.
Ne Nemrut, ne Firavundan eser vardı ortalıkta. Neron ve Sezar, gelmeyeceklermişçesine ıraktaydılar.
Ne de Nabukadnazar ve Babil esareti nedir bilini­yordu.
Süleyman, bu İlâhî mucize’nin sembolüydü. Mutluluk mucizesinin sultanıydı, o, insan için.
Toprağın üzerine gerilmiş bir mutluluk kartalıydı o.
Bir bahardı hakikat uygarlığı ikliminde. Gün dönme­yecek gibi görünüyordu.
Davut’un zırhı ve avazından sırça saray ve Büyük Mâbed’e çıkılmıştı. Mucize kapısı açılmıştı ikisi arasında.
Örtü kaldırılmış gibiydi. Eşyadan ve kelimelerden, sesten ve demirden, nerdeler giderilmişti.
İsteseydiniz hakikata, idelere, doğru'ya, iyice ve güzel’e dokunabilirdiniz.
Ah!
 Bu ne yüce çıplaklıktı. Yalın ve çıplak, bir ha­kikat donanımıydı, donanmasıydı hayat.
Şikâyet, sadece sinekle rüzgâr arasındaki macera için kalmıştı.
Surlar, burçların ucundan görünen mızraklar, nöbet değişen askerler, Düzen’in süsüydüler. Diken’i değil çiçek­leri. Kuyumcunun elinden çıkmışçasına antik bir görünüm­le tamamlıyorlar, zenginleştiriyorlardı sulh evrenini.
Nasıl bardaktı, bu dolu bardak ki, ne bir damla yere dökülüyordu, ne bir damla daha almaya ihtiyaç du­yuyordu ?
Yıkıntılarını ve enkazını alıp kaçmıştı şer, gölge ve şeytan. Hangi kavuktaydılar acaba?
Fakat, bu, sürüp gitmek için değil, örnek olmak için­di. Mükemmelliğin sultanı ilerlerdeydi. İnsan için bir sı­navdı bu. Bu sınavı insan verebilecek miydi?
Kudüs, kutsallığı ve saygınlığı içinde tutabilecek miydi?
İffet, Yerüşalim iffeti, korunabilecek miydi?
Mermerden bir çözüm gibi ortaya konmuş, Düzen, gerçekte bir soruydu İnsandı, Düzeni Düzen olarak ya­şatacak olan.
Fakat, fani olmayan, eksik olmayan, sadece Tanrı’dır. İnsan bir kere daha yanılgıya düşecekti.

Düzen devrilecek, Kudüs yanıp kül olacaktı.
Tanrı gazabı yetişecekti, merhametin değerini bilme­yenlere.
Sırça Saray, Süleyman’dan sonra un ufak olacak, ve Mâbet, taş taş üstünde kalmamak üzere yıkılacaktı, Ağ­lama Duvarı dışında.
İnsan bu ışıktan kör mü olmuştu?
 Yoksa, kader ona faniliğini bir kez daha mı duyurmaktaydı?
Medeniyetler de, açılımlarının son ucunda, böylesine bir güven duygusuna kapılırlarsa, birden çıkagelir gazap. Semerkandların, Buharaların üzerine Cengiz ordularının çekirgeler gibi üşüşmesi örneği. Evet, çölden gelen çekir­gelerin, kımılların, sünelerin bulut bulut, süt tazeliğin­deki başaklara konmaları kalkmalarıyla bir olduğunda hayatı emip götürdükleri gibi, uygarlıklara da en mutlu anlarında birden, bir kâbus fırtınası Mûsallat olabilir.
Süleyman’ın Meselleri olduğu gibi, Süleyman da, Sü­leyman’ın çağı da, anlayan, bilen, duyan, kavrayan, sezen, fark eden insan ve uygarlık ruhu için, mutlak bir mesel­dir : Baharın bir gün biteceğini, günün döneceğim hiç unutmaması için, insanın ve uygarlığın...
İçe giren dış. Dışa karşı kurban: Yahya Peygam­berin Hakikat Uygarlığı’nda misyonu ve yazgısı.
Roma’nın mermersi zulüm levhasını, dişle, tırnakla delmeğe çalışmak. Ferhat’ın Bisütun çalışması örneği.
Kılıca karşı söz. Boyun eğdirmeğe ve eğmeğe karşı başkaldırı. Suça karşı amansız kınanış. Mümkün olmayan diyaloğun kuruluşu. Roma’ya Herot gerçeğiyle bir şeyler söylemek.
Herot gerçeği... Herot, hem Roma’dır, hem Roma de­ğil. Bir bakıma Roma, biı bakıma değil. Nüfuz edilmez Ehram yüzünü andıran Roma’ya, onun dışındaki Herot gerçeğini deşerek, zulmü sergileyerek, hakikati duyurma­ya çalışmak.
Ölümle, şehadetle, hayat mimarlarının kulağına haki­kati eriştirmek.
Kritik. Samimiliğin kudreti. Roma’nın kendine güve­nini, Herot aynasında dönen faciayı göstererek sarsmak.
Hakikat Medeniyeti için, paganizm karşısında, zulüm tragedyasından bir katarsis payı çıkarmak, Zekeriya Peygamber’in, Yahya Peygamber’in, nihayet İsâ Peygamber’in arka arkaya birer halkası oldukları vahiy triolojisiyle...
Bu trioloji’de sabrı sembolize ediyordu Zekeriya Pey­gamber. Onun için susuşla cevap verdi kitlelerin sorusu­na. Soruyu kışkırtmıştı o. Meryemin taşıdığı sırla kurca­lamıştı ruhları.
Yahya, ruhlara inen kamçıydı. Hakikatin kılıcıydı. Zahiren, mermerde, Roma somaki mermerlerinde kırıldı.
Ama, gerçekte, Mermer, bu kılıcın şiddetli çarpışının ver­diği hararetten ilk defa yumuşama nedir hissetmeğe baş­layacaktı.
Ve bunun arkasındandır ki, öğreti, bütün rahm yü­küyle, hâzinesiyle gelecekti : Triolojiyi tamamlayan İsâ ışığı...
Roma’dan önce Roma’ya teslim oluşu kınayış. Hayâ­sızlığı kınayış.
Utanmazlık dansının alevleri içine dalış. Zindanı Sa­raya somut bir korku, kınama sesi olarak taşıma kahra­manlığı, Zekeriya sabrı ile İsa ışığı arasında başkaldırı köprüsü olmak : Yahya Peygamber’in kutsal site yurt­taşlık görevi bu.
Dünya egemenliği, yani Roma yurttaşlığına karşı bu göksel yurttaşlık görevi.
Roma’ya özenen ülkeye, mihrapla fısıldananın kâr etmediğini görmüştü Yahya Peygamber. O kadar ki, on­lar, mihrabın bu kendi iç konuşmasına bile tahammül edemeyerek, Mihrabın kutlu sözcüsünü ikiye biçtiler. Öy­leyse foruma çıkmak, meydanlardan haykırmak lâzımdı. Hazreti Yahya, kendisine bu vazifenin düştüğünü bilendi.
Kentin ortasında bir kayanın üstüne çıkarak ve yü­zünü Saray’a, Roma’lılaşmış saraya dönerek, putatapıcılığı ve hayâsızlığı lânetledi.
Ama, dans, alev alev devam ediyordu. Gözler, ihti­rasla parlamıştı. Sofra, olağanüstü bir armağana susa­mıştı. Ve armağan sunuldu: Altın tepside Yahya'nın başı.
Zekeriya Peygamber, emanetin türbedarı gibiydi. Mihrabın örtüşüydü. Yahya Peygamberse emanetin kutlu buğdayını tarlalara serpen diriliş ekincisi.
Roma karşısında dirilmek. Bu adam çılgın mıydı?
 Roma’nın öldürdüğü dirilebilir miydi?
 En iyisi ölüm dan­sında erimek değil miydi?
Hayır!
 Yahya Peygamber, var olduğunu, Romalıla­rın ve Roma kölelerinin tekelinde olamayacağım haykır­dı «hayat»ın.
Hakikat Medeniyeti’nin hayatını yeniden diriltme gi­rişimiydi bu haykırış. Ama seslenileni, anlamı öldtiremeyen, sesi ve sesin sahibini öldürmeye kalkar.
Halbuki : bu bir Herot yanılgısıdır. Ses de, Sesin Sa­hibi de öldürülemez. Olsa olsa Elçi öldürülebilir. Ama elçi öldürmek ne şerefsizlik!

Ölüm öldürülebilir, ama, hiç diriliş öldürülebilir mi?
Başı kesildi Hazreti Yahya'nın, ama Saraya girmesi­ne engel olunamadı.
O bir dirilticiydi. Ama O’na ölümle cevap vermeyi yeğlediler. Bu, onların kolayına geldi. Değişmek zor ge­lince değiştirmeğe kalkıştılar. Hey zavallılar!
 Siz kim, de­ğiştirmek kim?
 Neyi değiştiriyorsunuz?
 Kimi?
 Farkında mısınız?
 Farkında değildiler. Mihraptan gelen Rahman esintisi kendilerini değiştirecekti, farkında olmaksızın on­lar.
Bu Makbetsi gecelerden sonra fecirler gebeydi.
Çöllerin tozu, dünya kentlerinin üzerine yeni bir örtü çekecekti.
Roma mermeri, şehit peygamber kanıyla ıslanmış ve yavaş yavaş kabarmaya başlamıştı bir kez.
Hamur, mayayı almıştı.
Zakkum bir kere daha sonbaharını yaşıyor, Tûba ilkbaharı yaklaşıyordu.
Zemzem’in kanadı, şarap buğusunu dağıtıyor, Kevserden çiğ damlaları düşüyordu zeytin dallarının üzerine.
Babil Esaretleriyle birlikte Kudüs düşmüştü. Düşü­şün ruhî vebasını yaşıyordu Kudüs. Bir mozayık parçası gibi eklenmişti Roma bütününe sonraları. Ama ne yaban­cı parçaydı bu!
Yabancılığını koruyordu, Roma taklidine rağmen. Atlı arabalar, yarışlar ve roma biçimi örtülere bürünmelere rağmen, o farklıydı, apayrıydı. Ayrıydı, farklıydı ama, kendini ortaya koyamamanın iç azabını sessizce ya­şıyordu. Romalılar vardı Kudüs’te, Romalılaşmışlar, ortodoks Yahudiliği yaşayanlar ve bu sonuncuların hegemonya­sındaki Tapınak... İşte Kudüs böylece sınıflaşmış, bekli­yordu. Tapınak bir sır taşıyordu, ama kimseler farkında değildi onun. Bütün şamdanlar, dıştan Roma’yla uzlaş­mış, ama bir yere kadar da kendi yaşantısı hakkına bir dokunulmazlık koparmış zengin yaşantı suplesine yabancı Yahudi burjuvası için parlayıp duruyordu. Ama, tapmak­ta, gizlinin gizlisi bir mum yanıyordu. Ermiya Peygamberden kalan bir iz gibi. Mihrabı asıl aydınlatan mum, bu mumdu. Zekeriya’nın zikirleriyle, orucuyla, ibadetiyle, sabrıyla, içten içe yanan mum. Meryem, bu mumun ışığın­da, Mihrapta hep Tanrı’dan gelen azığına kavuşuyordu. Aldanmayınız Zekeriya Peygamberin Meryem’e yöneltti­ği soruya, bu azıkların kaynağı hakkında. Zekeriya bilmez miydi, nereden geliyordu bu sofra?
 Bilirdi: ancak, Mer­yem’in de onu bilmesini istiyordu da onun için sordu : «Ey Meryem, bu azık nereden geliyor?» diye. Meryem gereken cevabı verdi. Zekeriya, bu göksel azığın ne doğuracağım biliyordu, şimdi daha iyi biliyordu.
Roma aktüalitesi Kudüste sürüp giderken, Zekeriya’nın, yaşlı Zekeriya’nın gözü, Meryem aracılığıyla gelecek olana dönüktü. îsa ışığı vurmuştu onun pâk gönlüne. Bü­yük Değişimin elektriğiyle, dıştan sessiz, içten bir rahmet denizi gibi dalgalanıyordu artık O.
Ama, Tanrı istenenden, beklenenden fazlasını verir. Çünkü : Mihrâb, onu hakketmiştir. Bir diriliş öncüsü ge­rektir. Ve Yahya böyle gözüktü.
Yahya, elektriğin öbür kutbuydu. Bir kutupta, Mer­yem, Hz. İsa’ya hamileliğin arefesindeki çiçeğe duruşla, Tanrı’ya hamd ve sabır kutbunda, beklerken, öbür kutup­ta Hazreti Yahya, Roma’nın, Romalılaşma’nın üzerine, şimşeğini, yıldırımını yağdırıyordu. Vahiy toplarıyla döğüyordu paganizmin mermer kalesinin surlarım, burçları­m bu İlâhî topçu. İki kutup da oluşmuştu. Cereyan geçe­cek ve Kudüs uyanacaktı. Diriliş Kudüs’ü doğacaktı yan­mış Kudüs’ün külleri arasından. Roma’nın çarmıhı gün gelecek işe yaramayacaktı. Çünkü onlara zahmet (!) ol­masın diye, çarmıhını omuzunda taşıyanlar gelecekti. Çar­mıhı, Mûsa'nın Asası gibi omuzlarında taşıyanlar, Roma’nın firavunluğunu ve mermerin büyüsünü hiçe indirecek­lerdi.
Zekeriya Peygamber testereyle ikiye biçildi. Yahya Peygamber’in kafası kesildi. Meryem’in çekmediği çile kalmadı. Ama, mum, mihraptaki gerçek mum sönmedi, yanmaya devam etti. Ve parlayacağı günü bekledi. Ceb­rail’in yaklaşmasıyla alev alev yanacağı günün düşü için­de, sönmemekte direndi. Roma ve Romalılaşmış Kudüs, bundan habersizdi.
Yitik Cennet’ti o mum. Hakikat Medeniyetinin mumu. İşte, Hazreti Yahya ilk kez yumruğunu indirdi Romalılaşmış sarayların âvizelerine, o mum için, o mum uğru­na, o mum aşkına, o muma adayarak kendini.
Hazreti Yahya, Yitik Cennet’in, yalancı Dünya Cenneti’ne, yalancı dünya cenneti taklidine, mücevherin, ya­kutun, zebercetin, kıymetli taş taklitlerine indirdiği yum­ruktu.
Tuzla buz olmadı âvizeler, belki sallandılar, o kadar. Fakat, olan olmuştu. Dans, yeterince sabote edilmişti. Herot, sallanmıştı bir depremle. Yeraltından yukarılara, zindanlardan gün ışığına çıkmayan bir depremle. Ama!  dep­remdi bu. Yine de hissedilmişti. Ve acı yemişini vermişti deprem : Altın tepside kesik bir peygamber başı duru­yordu. Bu bir gerçekti.
Mum, oyalıyordu şamdanları, âvizeleri. Gün gelinceye kadar vakit kazanmak gerekti. Vakit kazanılmıştı. Vakti kazanan, vakti kazandıran Yahya Peygamberdi. Yahya Peygamber, kazanılmış ve kazanan vakitti.
Kör gözlerin açılması, felçlinin yürümesi, ölünün di­rilmesi yakın olabilirdi. Çiinkü : aktüalitenin, realitenin kayasına indirmişti mucizevî yumruğunu Hazreti Yahya.
*
*    *
Medeniyetler, batış ve düşüş anlarında, bir mihrab ve mum korudukları ve gizledikleri sürece, umut ölmemiştir. Diriliş, her zaman için beklenebilir. Zekeriyalar ve Meryemler olduğu sürece Yahya’lar ve İsa’lar her zaman ge­lebilir. Kınama ve öğüt, kritik ve öğreti, sarsacaktır enin­de sonunda yerine oturmuş gibi, hiç sarsılmayacakmış gibi görünen batıl uygarlığı, madde egemenliğini, ego bas­kısını.
İçimizde de aynı macera sürüp gider. Roma, nefsimiz­dir. Ama, kalbimizdeki bir mihrab ışığı yandığı sürece, ruhumuzun Zekeriyaları, Yahyaları, Meryemleri ve İsaları gelecek ve ölmüş olan, öleyazan ruhumuz, dirilecektir.
Kültürler ve medeniyetlerin dirilişleri de, yoksul ev­lerin rahmanı mumunun ışığında yetişen kahramanların sabrı, sessizliği, yumruğu veya yumuşaklığı, kınaması ve öğretisiyle, daha doğrusu kimisinin öğretiye bağlı kritiği, kimisinin kritik elektrikleriyle de yüklü öğretisiyle ger­çekleşebilir ancak.
Herşey var gibi göründüğü anda hiç bir şey yokken; Şeriat, o günkü Şeriat, sözde ve görünüşte sımsıkı uygu­lanmaktayken ruhunun kaybolduğunu kimselerin sezme­diği bir mevsimde, Roma lejyonları, üç kıt’anın can da­marlarında, tepeden tırnağa silâhla donanmış Mermerden Düzen’i beklerken, toprak dam altında, tevazuun altın meyvesi birden düştü zamanın kucağına. Toprak dam veya mağara, hurma veya nehir, şahitti.
Babasız doğumdu bu. «baba» (pater)yı putlaştıran Roma’ya karşı. İlâhî komedya değildi bu, İlâhî ironiydi, ilâhî irâde olarak.
«Olgun yaş» önemliydi Roma için. Hakikati ancak onlar bilebilirdi!
 Hatta Çiçero, «İhtiyarlık» için övgü düzmüştür. Öyleyse, bu kendine güven heykeli haline gelmiş benliği kırmak için, O, çocukken, «konuşacaktı». «Çocuk» söyleyecekti gerçeği. Hem de «baba»sız gelen «çocuk».
«Roma yurttaşı» değildi o. Ama, ne çıkar, «İlâhî site» nin yurttaşıydı bu gelen.
İki site çarpışacaktı, biri sertliğin, öbürü yumuşak­lığın bütün gücünü donanarak...
Kutuplaşma tamamdı Yahya akımı da geçmişti ilk devre kapamasını sağlamak için.
Romalı, korktuğundan değil, görüntüsünden, eksiklik arzından nefret ettiği için yaklaşmaz cüzzamlıya. Öyleyse bu gelen, cüzzamlılarla oturup yemek yemeliydi.
Eşeğe binmek onur kırıcıydı Romalı için, öyleyse bu, yalancı onuru kırmak için mutlaka eşeğe krallar gibi ku­rulmak gerekti. Çiçeklerden taçlarla.
Bir anti Romalı mıydı ya da bir anti roma mı taşıyordu içinde?
 Belki, ama, O’nu bundan ibâret san­mak, büyük aldanış.
İçinde bir anti roma vardı ama, bu, Roma’yı kendi­ne getirmek için bir manivelaydı. Yoksa, O, Roma’dan da, anti Roma’dan da ötede bir şey için gelmişti.
Cebrail’in bir kanat vuruşuyla Saray, Mermer Saray sallanıyordu, bu doğum düğününde.
Zekeriya ortasından biçilmiş, Yahya Peygamber’in kafası kesilmişti. Ne çıkar!
 Ayaklar, yere sağlam bası­yordu. Ve yürüyüş sürüyordu. Yere damlayan kanlardan bin gövde, bin baş dirilerek
Ve bir İsa dirilerek.
Çarmıh’ı, çobanın sopasını sırtına vuruşu gibi vuran îsa. «Yeni doğum»la gelen Isa. «ilk doğum»dan daha güçlü müydü bu «yeniden doğum?»
Bir doğum depremi. Depremle yarılan toprak. Ve en umulmaz yerden fışkıran su : Ölü dirilten su.
Ölü toprakları dirilten süpriz bulutlarının aparı suyu.
Metafiziğin lirizmi, donmuş ihtişamı eritiyordu.
Çiçekler toplanıyordu, gladyatörlere karşı.
Özsular toplanıyordu: özsular özsuyunu ortaya koy­mak için.
Ashab-ı Kehf in beklediği fecir, Meryem’in dayandığı hurma ağacının üzerine ağmıştı.
Ve Hızır, geçiyordu o bilinmez yeşilliğini kentlere serperek : Yeni insanı yeşertmek için.
Kudüs, yeniden Tapınağın Kudüs’ü oluyordu.
Tapınak, sabrının kitabını, sayfa ve yapraklarını açma gününe ermişti.
Dağları, ovalan, kentleri ve insanları tutan korkuya karşı «Muştu sesi» göğermişti.
Mesellerle ulaşıyordu Muştu her kulağa.
Hardal meselinden başlayarak.
Kavim çemberi kınlıyor, site duvarları yanlıyordu.
Dış hegemonyaya karşı iç hegemonya, insanlığa doğ­ru gelişiyordu.
Can ve ruh, büyük ahengiyle geliyordu, kargılar, mızraklar, kalkanlar dayanabilir miydi?
Cennet’in, Yitik Cennet’in sekizinci kapısı da tamam­lanıyordu. Cennet diriliyordu ruhta.
Mucizevî doğumla simgeleniyordu bu diriliş.
Aşk ve merhamet, şefkat ve hakikat, birbirinin için­de, birbiriyle özdeşleşmiş, mermere ekiyordu tohumunu. Mermeri tarla gibi sürüyordu aşk sabanı. Ve ekin, yeni ekin serpiliyordu dört bucağa.
Mermerde bitecekti fidan.
Mucize, doğumla başlayan mucize, yeni hakikat kül­türünün boy verişiyle ortaya çıkıyordu.
Dar ve kılişeleşmiş, klâsik din donmuşluğu ve onun­la çizdiği sınırda zafer borazanlarını öttüren ve zafer tak­larını yükselten Roma paganizmi, bu yeni mucize oluşumu önünde, şaşkın, öfkeli ve sar’aya dönüşen bir titreyişin mahkûmu olmanın arefesindeydi.
Yanlış yorumlandı Hazreti Isa. Anlaşılmadı.
Yahudilere göre bir dm bozguncusu, yeni bir din uydurucusuydu.
Romalılara göre de, Yahudilerin bağımsızlığını çok do­laylı ve değişik bir usûlle gerçekleştirmek isteyen bir ırkçı.
O’na inananlarsa, sonradan abartma yoluyla O’nu ilâhlaştırma yanılgısına düştüler. Onlara göre O, Tanrı insan, ya da insan Tanrı’ydı. Böylece, paganizmle Yahudilerin tek bildikleri, fakat ırklara tahsis ettikleri Tan­rı birleşiyordu. Antik Çağla Yeni Çağ arasında bir köp­rü gibi düşünmüşlerdi sanki Hazreti İsa’yı bu antik çağ kalıntıları.
Tanrı’yı somutlaştırarak Hazreti İsa’ya vardılar, son­raki Hristiyanlar. Oysa Tanrı’nın somutlaşmaya ihtiyacı mı vardı?
 Tanrı, en soyut ve en somuttur. O'ndan daha soyut ve O’ndan daha somut bir şey olamaz.
Üç kol da yanılmıştı.
Yahudiler, donmuş ve ruhu uçmuş, amacını yitirmiş dinlerinin, aslına dönüştürülme görevini, bir «dinde re­form» gibi görüyorlardı. «Değişim» yapıyor sanıyordular Hazreti İsa’yı. Halbuki : Hazreti İsa, Din’in özüne yönel­mişti. Din’in ruhunu diriltmeyle ödevlendirilmişti. Hakikat’ın mesajını getiriyordu. Din ve hakikat ayrımını ye­niden ortadan kaldırma vakti gelmişti. O, bu vaktin mi­marıydı.
Romalılarsa O’nu ne kadar küçük ve dâr bir dâvanın peşinde görüyorlardı; Elbet, O, içinde yetişip büyüdüğü ve annesi yönüyle de kandaşı olduğu Yahudilerin ezilişini onaylamıyordu. Ama, bütün amacı bundan mı ibaretti?
 Romalı, idare sanatının kurbanı oluyordu bu yanılgısın­da. Pratik açıdan bakıyordu olaya. Halbuki: O, yalnız Yahudiler için değil, bütün insanlık için gelen bir kurta­rıcıydı. Maddî ezilmeden kurtarmaya çalıştığı gibi, mane­vî ezilmeden, inanç ve ruh ezilmesinden, ahlâk ezilmesin­den kurtarmak için de geliyordu. Evet, özgürlükçüydü. Ama, bu özgürlükçülük, ne kendi ırkdaşlarınınkiyle sınırlandırılabilecek, ne de sadece siyasî bağımsızlıkla özdeş­leştirilecek bir özgürlükçülüktü. «Ruhun özgürlüğü» söz konusuydu. Bu anlamda, bir Yahudi, bir Romalı, ya da başka bir ırk veya ülkeden olmak sorunu değiştirmiyor­du. Romalı ezerken mahkûmdu. Beriki, ezilirken özgür.
Bu özgürlüğü, bir Orestes özgürlüğü, ya da bir «tabula rasa» özgürlüğü şeklinde de anlamamalı. Çünkü : Tanrısız ruh, özgür olmak bir yana, var bile olamaz. Ruh, ancak, Tanrıyla, var ve özgür olur. Tanrı’sız ruh, ışıksız lâmbadır. Işıksız lâmba ise işlevsizdir. Oysa, özgürlük, iş­levde belirir.
Tabula rasa veya tabula rosa John Locke'un ortaya attığı "boş levha" önermesine işaret eder. Bir empirist olan Hume'a göre, zihnimizde doğuştan gelen bir fikir yoktur. Bununla birlikte, Hume, nedenselliğe de karşı çıkar. Şeyler arasında kurduğumuz zamansal ve uzamsal ilişkiler, onların kendilerinde özellikleri değil, bizim deneyimsel alışkanlıklarımızla ilgilidir. (Buradaki "deneyimsel" kavramı bilinçli yürütülmüş bir aşama değil, salt tanıklıktır.) Olgular arasındaki bağıntıları, kendi yöntemlerimizle bilemez, sadece onlara atıflarda bulunuruz. Doğa kurallarla işlemez, formülizasyon sahibi değildir. İnsanlar, doğayı ya da olguları algılayabilmek için, sistemler, formüller, öncelik-sonralık ilişkileri kurarlar.
Hıristiyanlarsa, tarihin baskısını yenemediler. Roma’ya ödün verdiler sonunda. Onu yendiler ama. O’na yeni­lerek. Mermeri soluklarıyla hohlar ve kanlarıyla eritir­ken, içlerine özbenliklerine, ruhlarına ondan bir katkı oldu. Bunu önleyemediler. Paganizme karşı, Hazreti İsa etrafında bir mit ördüler. Oysa, Peygamber ve peygambe­rin mucizeleri mite muhtaç değildir. O, Allah’ın elçisiydi, hakikat uygarlığını vâz eniyordu. Yoksa, Tanrı’nın insa­na dönüşümü veya insanın tanrılaştırtması mitlerinin süjesi veya objesi olma yazgısının öğreticisi değildi.
Ama, O, bu yanılgılar ortasında, gün gibi âşikârdı. Gerçeğiyle O’nu anlamış elanlar vardı. Gerçek müminler­di bunlar. Azdılar, ama, güçlüydüler. Hakikat sorununu ve cevabını yeniden vazettiler. Yeniden doğdu Uygarlık. Yeniden devam zinciri kuruldu. Roma çökerken, donmuş ve katılaşmış Yahudilik, kendi içine kapanıp kalırken, in­sanlık, bütünüyle hakikata adanmış bir biçimde olmasa bile, değişiyordu, değişime uğruyordu.
Lâmba, yeniden yanmıştı. Işık, kimi yere tümüyle girmese de, karanlığın da tüm yoğunlukla egemenlik sür­mesi sona ermişti. Küçük bir gölgede, ya da yer yer, ışık vardı. Bir de loş bir aydınlığa bürülü bir dünya. Dağbaşlarında ışıklar yanmıştı, ta uzaklardan bile gözüken. Uzaklaştıkça gölgelerle savaşan bir ışık dünyası sağlan­mıştı.
Mihrab, Kudüs’ü ışığıyla etkisi altına almış, Oradan bu ışık, İskenderiye’ye, Roma’ya, Bizans’a vurmaya baş­lamıştı.
Mum, artık, Meryem'in, altında günlük göksel azığı­nı bulduğu, bir ışık süzüntüsünden, bir hakikat ışınından ibaret değildi. Işın, giderek, ışık huzmesi haline gelmişti.
Tevrat ve Zebur’dan sonra İncil ışığı, rahmet fecrine güllerini birer birer dikiyordu.
Yabani çiçeklerin kokusu da karıştırılmadı değil, bu gül sabasına, ama, cins ruhlar, öz kokuyu, casus koku­lardan ayırmasını biliyorlardı.
Ve ayırmasını bileceklerdi hep cins ruhlar.
Öz İncil’le, katışıksız İncil’le, Gerçek İncil’le dolu ruh­lar olacaktı hep.
Ta, kitapları özünden toplayıp, en son açılımla yeni­den göğerten Ulu Kutsal Kitap gelinceye değin.
Hayatın ölmeğe başladığı her sefer, bir peygamber çıkageldi. Çıkageldi ve ölümün başladığı yerden diriliş başladı onunla.
Hazreti İsa da, hayatın en ihtişamlı görüntüsünde ölümün sezilmesi ve karşısına dirilişin konmasıdır ilâhî irade ve Yazgı tarafından, yoksa sadece bir paradoks, kritik veya ironi değildi paganizm ve antik çağ için.
Hayat, anlamını yitirmeğe başladığı zaman, «haya­tın ölümü» başlamış demektir. Tek sebeple mi yitirmeğe başlar anlamını hayat?
 Elbet, hayır, Ama sebepler, irili, ufaklı, esasla veya ayrıntıyla ilgili olarak, bir odakta top­laşırlar : hakikat ideasının hayata ışık vermez olduğu noktada. Samimiliğin kaybolduğu, normların «rahm» un­surundan boşaldığı nokta, hayatla hakikat arasına geri­len bir ölüm perdesine ait örümcek ağı benzeri bir örülüş tezgâhının kurulduğu tabiî bir ortam olur.
Hazreti İsa’nın mesajı da «rahm» özüyle, çiçek ba­lıyla dolu idi. Bayatlaşan hayatta tazelik veren bir aşı gibi insan ruhlarına akacaktı bu balözü. İnsan kalbinin bütün cephelerini tutmuştu politika o çağda. Öyleyse ge­len mesajın anti politik bir politikası olacaktı. Gönül yü­celiği ad yüceliğinin karşısına veya üstüne konacaktı. Si­lâha karşı silâhsızlık silâh olacaktı. Devletten öte bir şey yok mu sanılıyordu?
 Öyleyse devletten öte, birey ola­caktı.
Hayat, soyun, ilmin, ünün abartıldığı noktadan iti­baren ölüyordu. Çünkü : isimce önemsiz, ünce hiç olan­lar, eziliyordu öbürlerinin karşısında, öyleyse, gelen pey­gamber, ilkin babasız gelerek, daha doğumuyla, bu isim ve ün tapıcılığına karşı olacaktı. Sonra mesajıyla, «rahm» özsuyunu kurutan bu tutkuyu yargılayacak ve değersizli­ğe mahkûm edecekti. Hayata yeni bir «değerlilik» getiri­yordu Yeni Bildiri. Yeni bir «yaşama sevinci» getiriyor­du o. Hayat, yemden anlam kazanıyordu. İnananların ha­yatlarını uğruna feda edebilecekleri kadar büyük bir an­lam kazandırılıyordu ona.
İnsanın kendini yitirdikten sonra yemden buluşunun macerasıdır mesaj. Hayatın ölmeğe başladığı noktada yi­ten insan, ab-ı hayatın sembolleştirdiği, kevserin somut­laştırdığı bildiriyle, Mutlak Bildiriyle, dirilmeğe başladığı noktada yeniden gözükecektir. Evet, hayatın gündoğumu ufkunda insan, Peygamberle, yeniden gözükecektir.
Cennetin kapılan, rahmet kapılarıdır. Rahmet kapı­larından bir kapıdır Hazreti İsa da. «Rahmetim gazabımı, geçti» diyor Allah. Peygamberlerin gelişiyle, mesajının gönderilişiyle, rahmet kazandı yarışı gazaba karşı. Ce­hennemin yedi kapışım, Cennetin kapılan bu yarışta bi­rer birer kaparlar.
Cennet’in kapıları, ölüme yüz tutan hayatı tazeler du­rur. Hayatım yeniden buian insan, Yitik Cennet’ini başı ucunda görür. Bunu gösteren mucize aynası, «rahm» bil­dirisidir.
Hazreti İsa, bu yüzdendir ki, durgunlaşmış hayatın özünde bir devrim yaptı. Bir devrimci miydi?
 Amacı, dev­rim için devrim miydi?
 Elbet, hayır. Değiştirme amaç de­ğil araçtı. Bunun için hayat deviniminde yaptığı devrim de, Büyük Değişmezliği amaçlıyordu.
Gönlün devrimiydi bu, kasların değil.
Gelecek zamanı yitiren hayat, yeniden onu buluyordu.
Zamanla ilişkisi kaoslaşan hayat, yeniden kozmosuna kavuşuyordu.
Yeni Ses, öfke’yi yeniden kendi alanına itmişti.
Pandor’un kutusu, yeniden kapatılmıştı.
Diriliş Mucizesi insanda gerçekleşmişti yeniden.
*
*   *
Medeniyet, özsuyu kuruduğu, kökleri «rahm»dan ve «gönül»den suyunu alamaz olduğu vakit, bütün alarm dü­düklerini çalarak, hayatı ölümden kurtarmak için, içten harekete geçmek zorundadır. Alışkanlıkların kabuğunu kırarak, düşünce ve duygu, erdem ve inanç orijinlerine inmekle, ölüm hilelerini, öldürücü ışınlara tutmuş olacak ve böylece, diriliş, yeni hayat protoplazmasında göğererek, filizlenecektir. İç devrim başlayacaktır, tazeleniş, ye­nileniş için.
Varoluş Cenneti’nin kapıları her kapanma eğiliminde Medeniyetin bir iç direnciyle karşılaştığı takdirdedir ki, O medeniyet yaşar ve gelişir.
Medeniyet, «hayat»ını tarihin kum fırtınalarına kar­şı diriliş özlerini ve çekirdeklerini atom gibi kullanabildiği ölçüde, bu çekirdeklerin içinde gizli enerjiyi açığa çıkara­bildiği oranda, garantiye alabilir.
Roma’nın dondurup kalıplaştırdığı ruhu, zincirlerin­den kurtarıp özgürlüğe kavuşturan bir Peygamber, Haz­reti îsa, diriliş mucizesiyle geldiği gibi, Uygarlık da, ak­im yönetimindeki donuşa karşı gönlün buzlan çözücü aşk ve merhamet ateşini, Hazreti îsa hararetini tutmasını bil­melidir.

O, Cennetin bir kapısı değil, Cennet’in ta kendisidir.
Cennetin sekiz rahmet kapısıyla ilintili olarak andı­ğımız sekiz peygamber ve onlara bağlı öbür peygamber­ler, birer kurtuluş kapısı olarak hep O’na açılırlar.
Hazreti Âdem, her ne kadar ilk insan ise de, ger­çekte O’nun hakikatından bir tecelli idi. Bu bakımdan ön­celik nur-u Muhammedi, hakikat-ı Muhammedi’de bulu­nuyordu. Sadece bu nur ve hakikat, yaradılış sırrı ve hik­meti gereği, Hazreti Âdemle perdelendi.
Her ne kadar, insanlığı, Hazreti Nuh, kurtuluş gemi­sine aldıysa da, hakikatte asıl Kurtuluş Gemisi O’nun ge­tirdiği İslâm’dır. Nuh’un Gemisi, O’na işaret etti. Rahmet perdelerinden bir perde oldu.
Hazreti İbrahim, O’nun Milleti’ni kurdu, O’nun adına putları kırdı, O’nun sevgisi ve sevgililiği ile Allah’ın Dos­tu oldu; Hazreti İsmail’e bedel kurban koç, O’nun sürü­sünden, gayb sürüsünden geldiğini bildi.
Hazreti Yusuf’un hükümranlığı, O’nun tedbirinden bir nişan verdi.
Hazreti Mûsa, O’nun Toplumundan, Toplum kurucu­luğundan bir muştuydu. Hazreti Mûsa’ya «sen göremez­sin» dendi. Bu, «O görecek» demekti.
Hazreti Süleyman, O’nun Devleti’ni Levh-i Mahfuz­dan yeryüzüne indirmek ve nakşetmekle görevliydi. Pete­ği yerleştirmekti ödevi. Bal özünü O dolduracaktı peteğe günü gelince.
Hazreti Yahya, umutsuzluğun en kabarık bir anında O’nun sesini yükseltti. Tebliğ sesini. Kılıçtan keskin sesi. Şehadeti, O’nun zuhurundan bir haberdi. O’na inen «kalk ve korkut.» buyruğunun somutlanışıydı.
Ve O’nun muştu cephesi, Hazreti İsa’da göründü. «Muştula!» kutsal buyruğunu duymuştu Hazreti İsa. O’na yönelen buyruğun.
Her peygamber O’nun bir cephesiydi. Bütün cephe­ler O’nda bütünlendi. Bu yüzden, «din O’nda tamam oldu.»
Yitik Cennet, Yeniden Bulunmuş Cennet’e dönüştü O’nda.
Bu yüzden, O’nda yeniden yaratılmış oldu insan. O, İnananlar Milletini yeniden Arza getirdi. İnananlar Toplumunu ve İnananlar Devletini kurdu. Kuralları bir daha değişmeyecek şeküde ortaya koydu. Putları kırdı ve Al­lah’ın tekliğini, benzersizliğini ilân etti. Korkuttu ve muş­tuladı. Savaştı, yendi ve affetti.
Meyva O’nda olgunlaştı. Ağaç O’nunla kemale erdi.
Mükemmeliyeti O getirdi. O’na vahyedilen kitap da son Kitap oldu. Kıyamete kadar geçerli Kitap.
İyiyi, Güzeli, Doğruyu diriltti. Kötüyü, çirkini, yan­lışı ve yalanı yerle bir etti
O, Dümdüz Cadde’nin, Dosdoğru Yol’un sahibiydi. Hakikat Asfaltı’nın. Bir Yol ki, «bütün dağların üstünden aşar, o dağlar ne kadar yüksek olsalar da.»
Bunun için, veliler hep O’na doğru kanat çırpan kut­lu kuşlar oldular.
Dünyayı zapteden fatihler, titreten cihangirler, O’nun önünde baş eğdiler.
O, diriliş peygamberiydi. Tek Tanrı inancının dirilti­cisi. Peygamberler yolunun, Hakikat Uygarlığının dirilti­cisi.
Metafizikle fiziği yerli yerine koyuşun, altın oranda dengeleyeciliğin dirilticisi.
Sanki bütün peygamberler yanında ve beraberindeydi. Eshabından her biri bir peygamberi temsil ediyordu. Hazreti Ebû Bekir Hazreti İbrahim’i, Hazreti Ömer Haz­reti Mûsa’yı, Hazreti Osman Zekeriyya Peygamberi ve Hazreti Ali Hazreti İsa’yı. Ve öbür sahabelerden her biri bir peygamberi. Bunun içindir ki : «Benim sahabelerim, Ben-i İsrail Peygamberleri gibidirler» buyurdu.
İslâm, en büyük devrim, devrimden öte bir devrim oldu. Diriliş Devrimiydi O.
Miracında bütün peygamberlerle görüştü Son Pey­gamber. Sonunda da kimsenin ermediğine erdi : Allah’ı gördü. Ve cenneti ve cehennemi gördü. Görülmedik her rengi, her çizgiyi gördü. Yine de «gözü aslâ kaymadı.»
Yalnız insanlar değil, görmediğimiz idrâk edemediği­miz başka varlıklar, yaratıklar da O’nun ümmetinden ol­dular.
Bizzat Allah, O’nun âlemlere rahmet olarak gönde­rildiğini ilân etti. Artık aksinin olması mümkün müdür?
Kendinden öncekileri de kuşattı, kendinden sonraki­leri de. Böylece, O’nun varlığı, yaradılış sırrının odak nok­tası, ağırlık merkezi oldu.
Cebrail’in durduğu sınırdan ileri geçti. O’nun Allah’­la öyle yakınlık anları oldu ki, O anlara ne bir peygam­ber, ne bir melek âşinâ olabildi.
Eba Yezid-i Bestâmi’ye, verdiği sarhoşlukla akıl al­maz sözler söyleten aşk, O’nun denizinden bir damlaydı.
Her peygamber ve veli, yanmış bir çıra idiyse, O yan­mış çıraların ve makalelerin ormanıydı.
O geldi ve bütün kadehler kırıldı.
O geldi ve bütün gurur anıtları devrildi.
Mecusî ateşi söndü.
Sasani sarayı yıkıldı.
Onun izleyicileri Sokrat, Eflâtun, Aristo’dan kalanı aydınlığa çıkardılar.
İmam-ı Gazali, Muhyiddin-i Ârabi, Mevlâna Celâleddin-i Rûmî O’nu ululadılar, O’nun gölgesine sığındılar. Kutluluk ve mutluluk gölgesine.
O, tek tek mucizelerin değil, bütün mucizelerin ola­ğan bir dokuda koluna güç verdiği Peygamberdi. Hira’dan başlıyordu bu gerçeklik mucizesi. Kan rengi mercan kayaların üstündeki taş dikenlerle yara bere içinde, ruh, ilerleyerek, hiç bir insanın ayak basmadığı bir bölgeye gi­riyordu. İlâhı kelimelerin tek tek işitildiği, Cebrail’in ufuk­ları tuttuğu o akü üstü bölgeye. Ama, yine de dış âlem yerli yerindeydi. Döşek yerli yerinde. Kent ve yorgan yer­li yerinde. Yorganın altmda da o ses devam ediyordu. «Ey örtülere bürülü peygamber!  Kalk ve korkut.»
Çöl uzar, hurmalar sallanırken, o ayağa kalkmış, korkutmakta ve muştulamaktaydı. Bir işaretle ay ikiye bölünüyordu. Ama, buna da büyü diyeceklerdi.
Umutlar adetâ kayboldu ve zulüm kılıçları O’na doğ­ru uzanırken, Hira’dan gelen levha değişecek, yeni bir perde açılacaktı : Hicret perdesi. Olağanüstü olan, bu kez, yol haline geliyordu. Hira, dağda, özdeğişimini yap­mış, sır mağarasına dönüşmüştü. Bir dünya, mağarada kayboluyor, yeni bir dünya öbür ucundan Hicret yoluna çıkıyordu. Bir dünya batıyor, bir dünya doğuyordu. Kim­se engel olamazdı gelen bu dünyaya.
Daralan göğüs genişliyordu. Medine, Mekke’nin kar­şısında yükseliyordu. Antik siteler çürümüştü. Yeni Site, İslâm Sitesi, gün ışığında, çiçeklerini açan bir ağaç gibi, bembeyazdı.
Ve atının, ya da devesinin üstünde peygamber ilerli­yordu.
Her şey olağandı. Olağanüstü olağanlaşmıştı. Gözle­rin kazandığı keskin ışık da, körlük de bu noktadan ge­rekçesini alıyordu.
Bilmiyorlardı ki, asıl bu olağan görüntüdeydi patla­yış. Oluş ve diriliş bu açılımdaydı. Her şeyin anlamı de­ğişmişse, başka ne aranabilir, istenebilirdi?
Ve Sancak, Peygamber Sancağı dikildi Yeni Sitenin tepe noktasına. Şarap küpleri devrildi. Efendi köle ayrı­mı kalktı. Beyaz siyah farkı kalmadı.
Adalet, dopdolu bir bardaktı içilen. Şehitlik en yük­sek mevki, en yüce rütbe, en ulu memuriyetti.
Ne kapitalin ezmesi, ne ezilişin öcü, ne bâtıl inanış­lar saltanatı!
 Hepsi Peygamber harbesinin bir vuruşuyla devrilmişti.
Ve bütün bunlar, olağan plandan ayrılmıyordu. Her şey, çadır, at, deve, kılıç, kent, pazar ve mescit çerçeve­sinde olup bitiyordu.
Hira’dan, o büyük yalnızlıktan sonra köprü dönem, hicret gelmişti. Ondan sonra da, düzenlerin büyük uyum dönemi geldi. Toplum ve devlet dönemi. Medeniyeti doğu­ran ve yoğuran dönem.
Toplumunu kurdu Peygamber. Böyle bir toplumu dün­ya, dünya olalı görmemişti. Her noktasından üstün insan­ların fışkırdığı toplumdu bu.
Bütün insanlığın yükünü omuzlamıştı Peygamber. İnsanlar bunu hissettiler ve etrafında toplandılar. Çölden doğdu yeniden hakikat medeniyeti böylece. Bir daha bat­mamak üzere doğdu. Yitik Cennet bir kez daha bulundu. Ve bu uygarlık, Yeniden Bulunmuş Cennet oldu. Cennet, buradan aslına uzar oldu.
İdeal site, ütopya olmaktan çıktı, Medine’nin kimli­ğinde reel hale geldi. Realite ve ideal buluştu insanın kal­binde ve ordan davranışları oluşturdu.
Hakikatin eylemi erdem, Toplumun her bucağım tut­tu. Şiir, bilim, tasavvuf... musiki, mimari... savaş, barış ve düzen yeni ve yüceliğe ayarlı olarak tekrar doğdu bu erdemden.
«Kalk ve korkut!», «Kalk ve muştula» çetin çileler sonunda yemişini vermişti. En şahsî olandan en toplum­sal olana, en reelden en metafizik olana uzayan gök ar­mağanı doku örülmüştü. Pandorun kutusu yeniden sıkıca kapatılmıştı, insan, meleklerle selâmlaşıyordu, insan öz­gürlüğü alınyazısıyla barışmıştı. «Dinde zorlama yoktu.» «Kısasta hayat vardı.» Ama af ondan üstündü. Çünkü: hayat gibi sınırlı bir levhaya nişan almıyordu. O, ebedi­liği kucaklıyordu.
İnsan, yenilmez gibi görünen yalnızlığı aşmıştı. Oruç, namaz, hac hep onunla birlikteydiler. Aktüel, ipekten gö­rünmez zincirlerle bağlanmıştı. Sürekli mucize çağıydı ar­tık çağ. Dünyanın ikindisi uzuyor, insanların gölgesi uzu­yordu. Her an batacakmış gibi görünen güneş batmaz ol­muştu. Bu da yaradılış sınavının bölünmez sırrıydı.
Medeniyetin ölçüsü ve ilkeleri iyice belirgin kılınmış­tı. Odağı ve ekseni tayin edilmişti. Ondan uzaklaşan her kıvrım, kendini nice saklarsa saklasın, barbarlığın, yala­nın ve çirkinin rölyefi idi. Ve ona yaklaşan her eğri, dü­zelip dümdüz, dosdoğru oluyordu. Doğru Yol, apaçık, or­tada, aydınlıkta duruyordu.
Ölüm de, yaşama da, bu dirilmenin önünde dize gel­mişlerdi. Gök ve yer yeniliyordu kendini. Saç yine ağa­rıyordu, ama sadece fizik bir zorunlulukla. Yüz yine kırı­şıyordu, fakat, ruh, genç ve dipdiri kalmak şartıyla. Ebe­di olan ab-ı hayat akıyordu gözler önünden. Her kapı ça­lmışında bir parça Hızır vardı. Ya da bütün olarak Hızır.
Bütün peygamberler ve kitaplar, içiçe, sabit anlam­larını almışlardı. Kavramlar eskimezliğin aynasında boy gösteriyorlardı. Işık gölge oyunları sonsuz bir yorum ve çoğaltım kapısını aralık bırakıyordu. Ve artık geçmişin inkârı ve geleceğin mahkûmluğu olamazdı. Doğu ve Batı, yeniden zaman ve mekân devrimiyle, dirilişiyle çalkalanı­yordu.
İnsanların kendi kendilerini yönetmeleri çağını bütü­nüyle O açtı. Peygamberleri yadsıyarak değil, onlarla ve onların getirdikleriyle bütünleşerek.
«Selâm»la, «danışma»yla, «uzlaşma ve örgütlenme »yle onlar bundan böyle göksel siteyi yaşatacaklardı.
Çabanın değeri ortaya kondu. Çabasız eriş umudunu, bu yalancı umudu O’nun kılıcı yok etti.
Ses ve söz son sınırına varıp kıyamete kadar öylece yankılanacaktı bundan böyle.
İnsan, dış çizgi uygarlığından iç âleme açıldı. Buyu­rucu benlik, otokritiğe kavuştu. Kendini gereğinde kınayabilecekti. Sonra Rahmanı ilhamların yatağı oldu özbenlik. Kalb, ruh, sır, gizli, gizliden gizli iç varoluş dinamiği bilindi. Bütün engeller aşılıp Tanrı’ya varış yolu yordamı bellendi. Ve Tanrı’dan razı olan, Tanrı’nın razı olduğu yü­celiklere ermenin yöntemi O’nun izindeki yol işaretleriydi.
Soyut ve somut, fizik ve metafizik, insanoğlunun ruh açılımlarına iklim, konum ve şart sağladı.
Toprağın kanadı, göğün zinciri insanın eline geçti.
Medeniyet böylece bir kez daha yeniden ve bir daha soysuzlaşmazcasına O’nun elleriyle doğruldu.
Özgürlük, eşitlik bütünüyle omuzlandı. Bir yük gibi değil, bir armağan ağırlığıyla.
Medeniyet, güvercin topuklarıyla yeniden geldi.
Hint, Selçuk, Osmanlı varyasyonlarıyla, ebedî uygar­lık, sınırlarım kullanıyordu.
Absürdite, bir köşeye sıkıştırıldı. Gereken köşeye, bir yabancı gibi, bir veba gibi.
Sorumluluk, aşk ve neşeyle, görev hakla barıştı. Rahm adaletle, disiplin afla ayarlı bir düzene erdi.
Uygarlık, erdem ve mükemmellik ilkeleriyle yeniden kendi öz boyutlarını aldı.
Savaş başladı. Kötü ile iyinin, doğru ile yanlışın, ger­çek ile yalanın, güzel ile çirkinin savaşı.
Peygamber bu savaşın önderi ve öncüsü. Böylece, yeni zaman, Hicret’le başlar gerçekte.
Din ve dünya, İslâm düzenlemesiyle yorum ve anlam­larına kavuşturuldu.
Ahd-i Atik dünyasından, doğudan batıdan, Mısır, Yu­nan ve Roma uygarlıklarından pozitif envanterde ne var ne yok derleyip toparlayacak ve gerçek bütüne ekleyecek potansiyel güç, Peygamber durum alışının bir özelliğiydi.
Yeni Batı, bu uygarlığın bir yanının abartılıp soyut­lanmasıyla çiçekler gibi açılacak, fakat özünden mahrum olduğu için bir gün hazanının başladığını idrak edecekti.
Ah, O’nun kutlu elinin uzanışıyla, ne kadar yol açıl­dı. Ne öğretiler doğdu Mutlak Öğreti’den. Birbirine uyum­lu, ayarlı öğretiler.
Hukuk, tıb, edebiyat, mimarî, musiki, yazı sanatı... sonsuz bir ufuk açıldı yeniden insanın önünde.
Kentler kuruldu, yetenekli ruhların melek kanatları­nın şakırtılarını işittiği.
Sular, çeşmelerin zabt-u raptında, uygarlığa katılan başlı başına bir uygarlık oldu.
Her kapının ardında Uygarlığın nabzı vuracaktı bun­dan böyle.
Artık, kitaplar, göğsü genişleten kozmik ışıklardı.
Bir medeniyet vardı ki, medeniyetlerin ölçüsü saya­bilirsiniz onu. Ondan uzaklaşmak düşüş, cehenneme doğ­ru gitmek demekti. Ona yaklaşmak, Diriliş ve Cennetini bulmak anlamına gelecekti, ölçü, «Yücelik»ti.
Bir medeniyetin alınyazısı, dramı veya trajedisi, Yi­tik Cennet Yeniden Bulunmuş Cennet karşılığında gizliy­di. Bu gizli, O’nun getirdiği Uygarlık Bütünlüğü’nde açı­ğa çıkıyor, aydınlanıyordu.
Eleştiri ve başkaldırı yerli yerine konmuştu. Uyum ve beğeni de.
İdeal çizgiler en keskin ve kesin güvenlikleriyle çe­kilmişti tabiat ve tarihin taştahtasına. Realitenin uyum ve direnişleri hiç unutulmadan.
Mânevî önderler, devlet adamları, bilginler, şairler... hep o çizgilerden doğacaklardı.
Ne Nietzsche, ne Marx, yıkabilir bu Uygarlığı, olsa olsa, atsineğinin koşu atına Mûsallat oluşu gibi, onu ye­rinde kımıldamağa zorlamak gibi bir görevi üstlenmiş ola­bilirlerdi bilerek bilmeyerek.
Tanrı’nın zamanı boldur. Zamana muhtaç değildir O. Şeytana, kötüye, uyumsuza, inkâra, kara renge fırsat ve­rişi bundandır. Ama insanın zamanı dardır, zamana muh­taçtır. O Zamanı iyi kullanmak zorundadır O. Onun için, Tanrı’nın bir sınav için Mûsallat ettiği bu yarasalara özgü ruh durumlarından korunmak zorundadır.
Bir Cennet bağışlanmıştır insana. Ve Cennetinin bek­çiliğini, koruyuculuğunu yapma onurundan da mahrum edilmemiştir insanoğlu. Ne büyük onurdur bu.
«İnsanlığın Dirilişi» adlı denememizde hakikate dışından, çevresinden bakmaya çalışmıştık. Ka­buktan Öze doğru gidişti o. Bu denemede ise, tersine merkezden hareket ettik. İçten dışa, özden kabuğa doğru git­tik. Hakikatin kendisi karşımızdaydı; büyük kapıların bi­rinden girip öbürüne ulaşıyorduk. Sonra, sonunda öyle bir kapıdan girmeğe çalıştık ki, bu giriş, bütün kapılardan girmek demek olduktan başka, başlıbaşına, idraki aşan bir giriş de oluyordu, öyle ki, öbür kapıların hepsi bu kapıya ulaşmak içindi. O kapılar olmasaydı da sadece bu kapı bulunsaydı yine kâfiydi. Ama, yaratılış hikmeti, bu kapılar kozmosunu gerektiriyordu. Ruh, birden bire ulvi ateşin merkezine ulaşamaz. Ona ahşa ahşa varacaktır. Yoksa yanar. Nasıl ki, Cebrail de o dolaysızlık noktasın­da durmasını bilmişti, yanmaktan kurtulmak için...
Sırlı dünyayı dolaştık ve şimdi çıkıyoruz. Miracımız tamamlandı. Tekrar toprağa ayak basıyoruz. Yer çekimi kanunundan kurtulmuştuk. Tekrar onu hissettiğimizde bu ayak bağının ne kadar hafif olduğunu şimdi anlıyoruz.
Sır dedik... Aslında her şey açık ve aydınlıktır, an­ladık. Konumuz, metafizik diye tanımlanabilir bazıların­ca... Bir bakıma, doğru. Fiziği aşan bir hakikatın haber­cileri, toprakta da olsa, öteye ait işaretlerle izlerini bıra­kırlar... Ama, bir başka bakımdan, tarihî sosyolojik bir perspektif sindi, bir medeniyetin yaşam öyküsü bakımın­dan, düşünüş tarzımıza. Bir medeniyet nasıl doğar, nasıl gelişir, ne gibi kritik nokta ve aşamalardan geçer, nasıl ölüm sularına erer, özü ve ruhu bakımından, belli başlı ipuçlarıyla çerçevelenmiş bulundu peygamber aksiyonla­rı dönemlerinde.
Korku, muştu, umutsuzluk, umut, beklenen, beklen­meyen, güç ve kolay, nelerle çevrilidir bir uygarlığı dirilt­me yükümlüleri ve sorumluluları, bir bir ışığa çıkar oldu, dirilişçi bir zihin araştırması sonucunda.
Yanlış anlaşılmamalı. Peygamberler misyonu, bu de­nemeyle, bir medeniyet sosyolojisi veya filozofisine indir­genmek istenmiyor. Belki, tam tersine, medeniyet düşünce­si, felsefesi, sosyolojisi veya antropolojisi, o misyon taba­kasına yükseltilmekle oradan ruh ve soluk alabilir, den­mesine yol açma amacı güdüldü. Ordan ışık almak ve eş­yanın tabiatını yeniden bu ışıkta değerlendirmek niyeti çı­kış noktamız oldu.
İşaretler, mecazlar, imajlar ve semboller çerçevesin­de ilerleyen düşünce, bu yöntemle, geleceğe yönelmede yeni bir dinanizm kaynağı aramış ve hatta bulmuş olur, demek istedik.
Medeniyetini yitirmiş aydınlar yâd uygarlıkların taklit cehenneminde kavrulup dururken, bir diriliş esinti­siyle aralarından sıyrılacak olanlar, bu satırlarda, belli belirsiz, yeni bir mayalanmanın ilk çizgilerini sezer gibi olurlarsa, görevin yapılmış olması mutluluğundan bir se­rinlik ilk sabah çiğlerini düşürmüş olacaktır gecede alev alev yanan ruhumuza kuşkusuz…………………..
Kaynak: Sezai KARAKOÇ, YİTİK CENNET-, 6. Baskı Kasım 1998,  İSTANBUL
Bu kitap, Eylül 1974’den Ocak 1976’ya kadar Aylık Diriliş Dergisi nde, 21 Haziran 1976 14 Ekim 1976 arasında Diriliş Pazartesi-Perşembe Günlüğü’nde Zülküf Canyüce müstear ismiyle yayınlanmıştır

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar