YOLUNU YOLDAN BULANLAR
Türkiye Cumhuriyeti'nin 46. hükümeti, Turgut Özal tarafından 13.12.1983'te
kuruldu. Bu tarihten sonra da ülkede Özal'ın ve partisinin çok sevdiği deyimle,
"mega projeler" dönemi başladı.
Turgut Özal, "mega projeler" konusunda iktidara gerçekten
hazırlıklı gelmişti. Çünkü bunlar, birbiri ardınca gerçekleştirilmeye başlandı.
Daha doğrusu birbiri ardınca ihaleleri yapıldı.
Turgut Özal, iktidara hazırlıklı gelmişti gelmesine, ne var ki bu hazırlık,
daha çok düşünsel açıdandı. Özal, uzun yıllar üst-düzey denilebilecek
görevlerde bulunmuştu. Bu görevleri nedeniyle dünyayı gezerken, ileri
ülkelerde gördüklerinin, bir gün Türkiye'de de yaşama geçmesini düşlemiş
olmalıydı. İktidar, ona bu düşlerini gerçekleştirme olanağını sunuyordu.
Öte yandan, bu "mega projeler" için mali ve fiziksel incelemeler,
fizibilite çalışmaları, kapsamlı uygulama projeleri gerekiyordu. Dahası,
işleri yürütecek şirketlerin en doğru biçimde seçimi söz konusuydu. Ama ne
Özal'ın, ne de partisinin bu konularda hazırlıklı oldukları söylenebilirdi.
Kaldı ki özal, bir bakıma "istim arkadan gelsin" diye özetlenebilecek
"işbitirici" bir anlayışın başını çeken temsilcisiydi. Öyle ön
çalışma, inceleme, araştırma... gibi ayrıntılara pek önem vermediği de biliniyordu.
Önemli olan, "bir şeylerin" yapılmasıydı.
Yani tek tümcelik özeti hem Özal’ın, hem partisinin, hem de yüksek
bürokratlarının temel dünya görüşleri şu olmuştu:
"Bir şeyler yap da nasıl yaparsan yap! Kaça yaparsan yap!"
Bu anlayış, Türkiye'ye ve Türkiye'nin yazgısına bir dönem egemen olan
Özal'a ve ANAP'a özgü "arabesk liberal anlayışın" birinci kuralıydı.
Bu anlayış bir yandan hiçbir plana, kayda ve hesaba sığmayan işler nedeniyle
kıt kaynakları hızla eritir, dış ve iç borçları çığ gibi büyütürken, öte yandan
hesapsızlığın doğal sonucu yüksek enflasyon, halkın büyük çoğunluğunun üzerine
karabasan gibi çöküyordu.
Bu hesapsızlık ve kural tanımazlık, iki önemli sonuç doğurmuştu:
Birincisi; gerçekte bire çıkabilecek işler dörde,
beşe yaptırılmıştı.
İkincisi bu arada pek çok kişi ve kuruluş, bilinçli
olarak akıtıldığında kuşku duyulmayan rüşvet çeşmelerinden küpünü doldurdukça
doldurmuştu. Dönülecek köşeler öylesine çoğalmıştı ki... Türkiye’deki bu "mega
projeler" çağının Avrupa'ya ve Amerika'ya da yansıdığı belirtiliyordu.
Yurtdışındaki gizli banka hesaplarında, çiftlik evi taleplerinde bir patlama
olduğu söyleniyor, yazılıyordu. Bu dönemde, devlet parasıyla yüzlerce zengin yaratıldı.
Sıradan bürokratlar, maaşı belli müdürler servet sıralamasında listelere
girdiler. Banka memuru hısım akrabalar holding patronu oldular. Dürüstlük
aptallıkla; üçkâğıtçılık beceriklilikle eşdeğer sayıldı. Köşe dönmek, insanı
insan yapan bütün erdemlerin göz kırpmadan feda edilebileceği tek amaç oldu.
Bu akıl dışı dönemin, bir anlamda bittiği söylenebilir. Bir anlamda bitti,
bitmesine de, bazı sektörlerde eskiden başlamış bu tür işler hâlâ devam
etmektedir. Bugünlerde de kimi işlerde, kimi alanlarda benzer yöntemlerin
benimsenme eğilimi de zaman zaman gözlenmektedir. Yine de ANAP'ın iktidardan
düşmesi, bu bakımdan bir dönüm noktası sayılabilir.
"Mega projeler" ve "mega yolsuzluklar" çağının en önemli,
en büyük projelerinden birinde devlet çıkarlarının birkaç büyük müteahhitin
çıkarlarına nasıl feda edildiği, koskoca devlet kurumlarının bu müteahhitlerin
çıkarlarına nasıl bekçilik ettiği ve onların peşinden koştuğu, bu amaçla
bakanlar kurulunda bile nasıl mesai harcandığı anlatılmaktadır. Bu proje,"Otoyollar”
dır.
Gördüğünüz gibi otoyollar; birkaç anlamda hesapsızlığın, plansızlığın,
usulsüzlük ve yolsuzluğun başyapıtı olarak, ülkemizin bir ucundan ötekine
uzanmaktadır.
Yapılan işlerin "gerekli" olup almadığı konusunda, bugüne kadar
pek çok tartışma yapıldı. Bu tartışmaların, bundan sonra da süreceği
anlaşılmaktadır. Ancak biz bu tartışmalara, yani bunca otoyolun gerekli olup
olmadığına, söylemek istemiyoruz. Çünkü, bu konuda olumlu olumsuz pek çok şey
söylemek olanağı vardır, ayrıca zamanla kişisel yargılar değişmektedir. Oysa
bu olaylardaki yolsuzluklar, bir bakıma soygun; hava gibi, su gibi, güneş gibi
hiçbir kuşkuya ve tartışmaya olanak vermeyen, zamanla hiç değişmeyecek olan bir
gerçektir.
Aslında bu konu, oldukça teknik ve karmaşık bürokratik ilişkilerle
örülüdür. Ancak bahse konu olaylar gerçektir, Basında, TV'lerde bunlar fazlasıyla
yapılıyor. "Trilyoner genel müdürleri" kamuoyu, artık
tanıyor. Daha iyi tanınması, iyice bilinmesi gerekense bu kişiler değil, kişilere
bu "köşe dönme" yollarını açan "anlayış”tır. Çünkü
kuralları koyan, bir anlamda "yasaları" yapan da uygulayan da
"insan"dır.
"Otoyollar"uı üzerinden her geçişinizde, bu yolların her
santiminin size neye, kaça patladığını düşünmeniz dileğimizdir.
Sh: 7-9
**
Otoyol güzergâhları
bazen özel mülklerden, özel kişelere veya kuruluşlara ait tarlalardan,
bahçelerden geçiyordu. Böylesi durumlarda, vatandaşın elindeki mülk,
kamulaştırılıyordu.
Şimdi, kamulaştırma
nedir, bu konuda kısa bir bilgi verelim:
Kamu yararının gerektirdiği
hallerde, gerçek ve özel hukuk tüzel kişilerinin mülkiyetinde bulunan taşınmaz
malların, devlet ve kamu tüzel kişilerince kamulaştırılması, 2492 sayılı
kamulaştırma kanununa göre yapılıyor.
Bu yasa gereğince, bir
kamu kurumu, yürüttüğü hizmet için ihtiyaç duyduğunu söyleyip, vatandaşın
taşınmazını elinden alabiliyor.
Kamulaştırılan
taşınmazın sahibine ödenecek bedel ise, yine devlet görevlilerinin çoğunlukta
bulunduğu kıymet takdir komisyonları tarafından belirleniyor.
Hemen hemen her
kamulaştırma işleminde kamulaştırma bedelleri, gerçek duruma göre düşük
belirleniyor ve bu yüzden de "tezyid-i bedel" (bedel arttırımı)
davaları birbirini izliyor.
Kamulaştırma kararına karşı ise, idari yargıda itiraz yolu varsa
da, hemen hemen hiçbir zaman bu kararlara karşı dava kazanılamıyor. Çünkü örneğin bir yol için yapılan kamulaştırmada, kamu yararı
olmadığını veya yolun başka yerden de geçirilebileceğini kanıtlamak pek kolay
olmuyor.
Kamulaştırmalarda,
belirlenen kamulaştırma bedelinin nakden ve peşin olarak ödenmesi genel kural.
Ancak, Bakanlar Kurulunca kabul olunan büyük projelerde, bu bedel 5 yıl süren
taksitlerle ödenebiliyor.
Gerek taksitli
ödemelerde, gerekse de peşin ödemenin gecikmesi halinde, anaparaya devlet
tarafından uygulanan faiz ise, yıllık %30 oluyor.
Otoyol seferberliği
plansız, programsız başlatıldığından, hangi yolun kaça malolacağı hakkında hiç
kimsenin en ufak bir fikri bile yoktu. Çoğu projelerde kamulaştırma bedellerini
de karşılayacağı öngörülen dış krediler ise, zaten işleri yanlamıyordu bile.
Olan biten para da müteahhitlere avans, ek avans, daha ek avans, fiyat farkı,
ön ödeme, ihzarat bedeli, ek zam... bizim saymaktan, sizinse okumaktan
bıktığınız türlü gerekçelerle ödeniyor da ödeniyordu.
İşte bu hay-huy
arasında garip vatandaşa para kalmıyor, kamulaştırma bedellerinin üstüne
yatılıyordu. Bu gün arsası kamulaştırılan, parasını en erken 2-3 yıl sonra
alabiliyordu. Gecikme faizi ise, yıllık %30’du. Genel Müdürlük, metrelerce
uzunlukta "alacaklı sıra cetvelleri" tanzim edip duruyordu.
Büyük müteahhitler her
ağızlarını açtığında yeşil dolarları çuvalla onlara akıtan işbitiriciler,
gerçekten "zenginleri seviyordu". Sıradan vatandaşlar ise
arsalarından, tarlalarından oluyor, bu yetmezmiş gibi paralarını da 3 yıl
sonra enflasyonla iyice ufalanmış olarak ancak alabiliyorlardı. İşte bu
sistemin adı da, "arabesk liberal düzen"di...
Sh: 113-115
**
Biliyorsunuz, otoyol yolsuzluğunun baş aktörlerinden işbitirici Genel Müdür
A. Ç ….. hakkındaki bazı suçlamaların, "zaman aşımı" nedeniyle
düştüğünü, bazı suçlamaların kamu davasına bile dönüşmediği yazıldı.
Böyle olayları izleyen insanlar, benzer durumlarla sık sık karşılaşıldığını
anımsayacaklardır. Gerçekten, zaman zaman ortaya çıkarılan yolsuzluk
olaylarında kamu davaları çoğunca zaman aşımına uğramaktadır.
Hiçbir hukuk bilgisi olmayan okurlar için çok kısa bir açıklama yapmak
gerekirse, bir suçun işlendiği tarihten itibaren belli süre içinde dava açılmaz
ve belli süre içinde ceza verilmezse, artık o suç nedeniyle dava açmak ve ceza
vermek olanağı ortadan kalkar. Buna, zamanaşımı denir.
Peki, neden benzer olaylarda zaman aşımı ile sık sık karşılaşılmaktadır?
Bu yasa, padişahın değerli memurlarının, görevleri sırasında işledikleri
veya görevlerinden doğan suçlarından ötürü yargılanmalarını özel kurallara
bağlamaktaydı. Yasa, memurların öyle her suçlamada zırt pırt yargıç önüne
çıkmalarının önlenmesini amaçlıyordu. Osmanlı Devletinin memurları hakkında bir
suçlama söz konusu olduğunda, hemen dava açılmayacak, önce o memur merkez
memuru ise, bağlı olduğu bakan veya bağımsız genel müdürlüklerde genel müdür,
eğer illerdeki memurlardan ise vali, ilçelerdeki memurlardan ise kaymakam
tarafından soruşturma emri verilecek, "muhakkikler"
(soruşturmacılar) tarafından soruşturma yapılacak, soruşturma evrakı tümü de
memur olan bazı üst kurullardan geçecek, bazı durumlarda son olarak bir de
Danıştay'a gidecek, eğer tüm bu aşamalarda "Lüzum-u Muhakeme"
(yargılamanın gerekliliği) karan çıkarsa memur yargılanabilecek, yok,
"Men-i Muhakeme" (yargılamanın gereksizliği) kararı çıkarsa memur
yargılanamayacaktı.
Günümüze kadar devam eden bu sistem nedeniyle her siyasi iktidar, kendine
yakın yüksek bürokratları hemen hemen her iddiaya karşı koruyabilmişlerdir. Bir
bakan soruşturma emri vermedikçe, onun memurunu yargılamanın olanağı yoktur.
Gerçi, son yıllarda rüşvet, irtikap, kaçakçılık gibi suçların
kovuşturulması bu yasadan koparılmıştır ama yine de ceza yasasında tanımlanan
pek çok suç için koruma devam etmektedir.
Siyasi iktidarlar bürokratlarını ne kadar yolsuzluk yapmış veya ne kadar
kuşku altında kalmış olurlarsa olsunlar, böyle koruyabilmek olanağına sahip
olunca, bu memurları yargılayabilmek için ancak ve ancak iktidarın değişmesi,
yeni gelen bakanın bu soruşturma emrini vermesi gerekmektedir. Bu ise, bazen
Ceza Yasamızdaki zaman aşımı sürelerinden de fazla zaman gerektirmektedir.
İşte birçok bürokrat bu 80 yıllık "geçici yasa" sayesinde birçok
suçlamadan kurtulmuştur. Özal'ın en yakınında bulunan bir bürokrat
için Özal’a rağmen herhangi bir ANAP Bayındırlık Bakanının soruşturma emri
verebileceği düşünülebilir mi? Gerçekten, otoyollar konusundaki soruşturma emri
SHP'li Bayındırlık ve İskan Bakanı Onur Kumbaracıbaşı tarafından verilmiştir.
Bu yasa gerekli midir?
Bu konuda karşıt görüşler vardır.
Görüşlerden biri, memurların görev yaparken sık sık çeşitli suçlamalarla
karşılaşmalarının doğal olduğunu, her suçlamada dava açılmasının hizmeti aksatacağını
ve memurun görev duygusunu olumsuz etkileyeceğini ileri sürer. İkinci görüş
ise, yasalar önünde herkesin eşit olduğunu, hiç kimseye ayrıcalıklı bir statü
verilmemesi gerektiğini savunur.
Bu konuda biz de bu ikinci görüşü paylaşmaktayız.
Osmanlı İmparatorluğu döneminde ülke padişahın mülkü, devlet padişahın
devleti, halk ise padişahın tebasıydı.
Oysa çağdaş cumhuriyetimizde devlet bir hukuk devletidir ve yurttaşın
hizmetinde olan bir örgüttür.
Halkın hizmetindeki bir devlet örgütünün maaşlı memurları (ki, onlar da
halka hizmet için vardır) hiçbir suçlama karşısında sıradan bir yurttaştan
farklı bir zırhla korunmamalıdırlar. Memurun yargılanmasına gerek olup olmadığı
yolundaki karar, birtakım idari kurallar tarafından değil, yine bağımsız yargı
tarafından verilmelidir. Cumhuriyet savcıları, "Kovuşturmaya yer
olmadığı" veya "yer olduğu" şeklindeki kararları, herkes gibi
memurlar hakkında da verebilmelidir. Hele soruşturma ya da kovuşturma emri
vermek, siyasi ya da idari kadroların elinde olmamalıdır.
Padişahlık devrinin ürünü, 80 yıllık bu çürümüş yasa yürürlükten
kaldırılmadıkça, bürokratların yaptıkları yolsuzluklar çoğu zaman yanlarına
kalacak, bu durum kamu vicdanını kanatmaya devam edecektir.
Temiz devlet, temiz toplum sloganını kullanan siyasetçilerimiz, işe
buradan başlamalıdırlar. Yoksa söylenenler ve yapılanlar birbirini tutmayacak,
bu ikiyüzlülük sürüp gidecektir.
İşte, otoyol ihalelerinde var olan usulsüzlük ve yolsuzluğun tümü değildir.
Ne yazık ki. örneğin, yapılan imalatın fiziki ölçümlerinin daha ne yolsuzluk
sakladığı bilinmiyor. Otoyollarda bugüne dek 10 milyonlarca metreküp kazı,
bir o kadar dolgu yapılmıştır. Binlerce ton taş, kum, çimento, demir, asfalt,
çelik, alüminyum ve diğer malzemelerin hak edişlerde ne kadar şişirildiğini
hiçbir zaman tam olarak öğrenemeyeceğiz.
Devlet kurumlarının ve yöneticilerin yolsuzluğa bulaşmaları, hem tarih
kadar eski, hem de sadece ülkemize özgü olmayan bir evrensel sorundur. Ne var
ki, her ülkede parlamentoların, yargının ve en önemlisi de halkın böylesi
olaylara karşı tepkisi aynı değildir. Kimi ülkelerde bunlar en ağır tepkiyi
çeker ve derhal cezalandırılırken, kimi ülkelerde ise bu yolsuzlukları
yapanların değil, ortaya koyanların, yazanların başlarına olmadık işler
gelebilir.
Ülkelerin ne kadar dürüst, demokratik yönetimlere sahip oldukları konusunda
çok çeşitli ölçütler ortaya konulabilir. Bizce bu ölçütlerden biri de, ülkede
yolsuzluk ve hırsızlıkların etkin biçimde kovuşturulup kovuşturulmadığı,
üzerine gidilip gidilmediği, bunların toplumdan gizlenip gizlenmediği
olmalıdır. Bu açılardan, Türkiye’nin çok iyi bir sicile sahip olduğunu
söyleyebilmek, şu an ne yazık ki olanaksız.
Ülkemiz için en büyük şanssızlıklardan biri de, özellikle son 10 yıl içinde
ANAP iktidarı döneminde topluma yayılmış ve ne acı ki epeyce de yandaş bulmuş
olan bir düşünce biçimidir. Bunu, şöyle özetleyebiliriz: "Canım adam yedi filan ama, epeyce de iş yaptı bu arada" Bu düşünce, kamu
görevlilerinin iş yaparken bu arada küplerini doldurmalarının doğal olduğu yargısıdır
ve bunun kadar toplumu çürüten, ahlâk değerlerini ayaklar altına alan bir başka
şey düşünülemez. Çünkü bu inanış, toplumsal vurdumduymazlığı, bezginliği,
tepkisizliği, en önemlisi de "Bize de vurgun sırası gelebilir"
beklentisini ifade etmektedir.
Bu düşüncenin toplumda yandaş bulmasını, sadece 1983 sonrası ve sadece 1983
sonrasının icraatı ile açıklamak aslında eksik bir yaklaşım sayılmalıdır. Bu
dönemin öncesinde ve sonrasında vaat ettiklerini yerine getiremeyen, toplumun
beklentilerine, özlemlerine yanıt veremeyen, doyurucu icraat yapamayan,
kısaca beceriksiz, yetersiz ve yeteneksiz yönetimlerin payını da unutmamalıyız.
Bu kadar olumsuzluk arasında biraz göz boyayabilen herkes, toplumun sınırsız
hoşgörüsünü ve övgüsünü kolayca kazanabilmektedir.
Ödediği vergilerin nasıl ve nereye harcandığı konusunda bu kadar bilgisiz,
bu kadar ilgisiz bir halk daha var mı?
Kuşkusuz vardır. Nerede?
Bizden daha azgelişmiş, bizden daha az demokratik, bizden daha kötü
durumdaki ülkelerde elbette. Böyle ülkelerde sıradan insanlar, altlarında 30-40
milyonluk kırık dökük arabalarıyla otoyollardan geçerken, "ne kadar
güzel, kaymak gibi yol" olduğunu zevkle düşünürler de, bunun kaça
patladığıyla, aslında kaça yapılabilecek olduğuyla ve bu arada kimlerin küpünü
doldurduğuyla hiç ilgilenmezler.
Güzel Türkçemizde halkın tepkisizliğini, teslimiyetini, kaderci bekleyişini
belgeleyen pek çok atasözü vardır.
Ne diyelim, belki de işleri düzeltmeye atasözlerimizden başlamak gerekir.
Otoyollar konusunda sürdürülen araştırma, inceleme ve soruşturmalar sonunda
iki eski bakan ile, bir eski genel müdür ve bir iki orta kademe yöneticisi şu
anda yargılanmaktadır. Bu yargılama, Yüce divanda sürmektedir. Verilecek
hükmün, temiz devlet, temiz toplum için bir ibret, bir iyi başlangıç olmasını
dileriz.
Sonuç olarak, kitabımızın başında söylediklerimizi bir kez daha tekrar
edelim:
Otoyollar; hesapsızlığın, plansızlığın, usulsüzlük ve yolsuzluğun
başyapıtı olarak ülkemizin bir ucundan diğerine uzanmaktadır.
Bu yollardan geçerken, katettiğiniz her metrenin, çocuklarınıza,
torunlarınıza iç ve dış borç anapara ve faiz ödemesi olarak döneceğini
unutmayın, lütfen...
Kaynak: Yolunu Yoldan Bulanlar, Seçkin Doğan, Ümit Yayıncılık
,1994, Ankara
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar