Print Friendly and PDF

YORGUNLUK ÜZERİNE DENEME




Ve duasından kalktığı zaman, şakirtlere geldi, onları kederden uyumakta buldu
Luka'ya göre İncil 22,45
Eskiden yalnızca korkulacak yorgunluklar tanır­dım.
Ne zaman, eskiden ?
Çocukken, üniversite çağı denilen zamanda, ilk aşk yıllarında bile, hatta tam da o zamanlar. Bir gece ayini sırasında, kalabalık, göz kamaştıracak denli aydınlatılmış ve tanıdık noel şarkılarıyla çınlayan köy kilisesinde çocuk, beraberindekilerin ortasında çuha ve mum kokularıyla sarmalanmış oturuyordu ve bir acının şiddetiyle yakalandı yorgunluğa.
Nasıl bir acı ?
Tıpkı hastalıklara "iğrenç" ya da "korkunç" denildi­ği gibi, bu yorgunluk da iğrenç ve korkunç bir acıy­dı; çarpıtan bir acı. Hem çevreyi -kilisedekileri, çu­ha ve keçeden dikilip, daracık bir yere tıkıştırılmış bez bebeklere, belirsiz bir uzaklıkta parlayıp sönen tüm şatafatıyla sunağı, işkencecilerin karmakarışık ayinleri ve büyüleriyle dolu bir işkence odağına çe­viriyordu hem de yorgunluk hastasının kendisini çarpıtıyordu; onu fil kafalı, grotesk bir biçime dö­nüştürerek: bir fil gibi ağır, kurugözlü, kabarık deri­li. Yorgunluk yüzünden dünyanın, bu örnekte kış dünyasının, dokusundan, kar havasından, ıssızlı­ğından, sözgelimi o kızak kaydırmaları sırasındaki ıssızlıktan yoksun kalırdı çocuk. Geceleri diğer ço­cuklar birer birer evlerine girip gözden kaybolduk­larında, yıldızların altında bir başına, büyülenmişçesine kızak kaydırırken tüm varlığıyla oradaydı: sessizlikte, esip geçmede, buz tutmuş yolların ma­viliğinde -böylesi hoş soğuklar için, "çekici" denir­di. Ama şimdi orada, kilisede Demirden Bakire ta­rafından sarılır gibi, yorgunluk tarafından sarılmış olan onun soğuğu duyumsayışı tümüyle farklıydı ve O, çocuk, yani ben ayinin ortasında eve gitmek için yalvarırdım. Eve gitmek, her şeyden önce "dışa­rıya" demekti ve bu beraberindekilere, yöre sakinle­riyle birlikte geçirecekleri göreneklerin yitişiyle za­ten giderek seyrelmiş olan cemaat saatlerini zehir ederdi (yine).
Neden suçluyorsun kendini (yine) ?
Çünkü o zamanların yorgunluğu zaten bir suçluluk duygusuyla içiçe geçmişti, suçluluk duygusu tara­fından daha da güçlendirilir, akut bir ağrıya çevri­lirdi hatta. Herkesin içinde beceremedin yine: Üste­lik şakaklarda çelik bir cendere, üstelik kalpten kan çekilir gibi; bundan onlarca yıl sonra bile o yorgun­luklardan ötürü duyduğum ani utanç yinelenir; an­cak gariptir, çevremdekiler sonraları pek çok şeyi başıma kakmışlardır da, o yorgunluğu asla...
Üniversite yıllarının yorgunluklarına benziyor muydu bu?
Hayır. Artık suçluluk duygusu yoktu. Dersliklerde­ki yorgunluk, geçip giden saatlerle birlikte beni, ter­sine, dikkafalı veya isyankâr yapardı hatta. Genelde havasızlık ve yüzlerce öğrencinin biraraya tıkıştırılmışlığından çok dersi verenin, kendi konusu olması gereken konuya karşı kayıtsızlığındandı bu. Üni­versitenin o profesörleri ve doçentleri kadar, konu­larından heyecan duymayan insanları bir daha hiç görmedim; herkes hatta hiç de kendilerini ilgilendir­meyen evrakları karıştıran banka memurları, tepe­deki güneşle aşağıdaki katran dumanı arasındaki ısıda çalışan asfalt işçileri bile daha canlı bir izlenim verirdi. Sesleri, söylediklerinden ötürü asla (iyi öğ­retmenlerin kendi konuları karşısında kapıldıkları türden) bir şaşkınlık, hayranlık, ilgi, kendine-soruş, saygı, öfke, hiddet, kendi –de bilemeyiş titreşimine kapılmayan, samanla doldurulmuş unvan sahiple­ri gibi, tekdüze bir sesle durmaksızın vızıldarlar, vurgularlar, kurulmuşçasına konuşurlardı -tabii bir Homer'in göğüs sesiyle değil, sınavı anıştıran bir sesle-, olsa olsa aralara yavan bir espri ya da an­layanlara yöneltilmiş kötücül bir ima sıkıştırarak. Bu sırada dışarıda, pencerenin önü yeşerir ve mavi­lenir ve ardından kararırdı; ta ki öğrencinin yor­gunluğu isteksizliğe, isteksizlik düşmanca duygu­lara dönüşene dek. Yine çocukluktaki gibi, o "Dışa­rıya! Hepinizden uzağa!" Ama nereye? Eskiden ol­duğu gibi, eve mi? Ama şimdi üniversite yıllarında, orada, o kiralık odada farklı, aile evinden tanınma­yan yeni tür bir yorgunluktan korkulurdu: kentin kıyısında, yalnız bir odada yorgunluk; "yalnız-yorgunluğu".
Ama bunda korkulacak ne var dı ki?
Odada, iskem­le ve masanın yanı başında, yatak durmuyor muy­du?
Kaçış olarak uykunun sözü bile olamazdı: Birincisi bu tür yorgunluk, insanın parmağını oynatmasına, hatta gözlerini kırpıştırmasına bile olanak tanıma­yan bir felç durumuna sokardı. Soluma bile tıkan­mış gibiydi, öyle ki insan kendini ta içine dek don­muş, bir yorgunluk anıtı gibi hissederdi; ve yatağa doğru adımlar bir kez başarılsa bile, kısacık, baygın­lığı andıran, geçiştirilmiş uykunun ardından -uyku duyumu değildi bu- insanı ayıltan ilk dönüşle bir­likte uykusuzluğun içine düşülürdü; çoğunlukla geceler boyunca, çünkü bir odada yalnız başınayken yorgunluk daima öğle üzerinin geç saatlerinde ya da akşamın ilk saatlerinde, bastıran karanlıkla birlikte çıkagelirdi. Başkaları uykusuzluğu yeterin­ce anlattılar: Uykusuzluğun, sonunda dünyanın al­gılanışını bile nasıl belirlediğini, uykusuz insanın varoluşu, en iyi olasılıkla, salt bir mutsuzluk, her davranışı anlamsız, her aşkı gülünç görebileceğini, şafağın çiğ ışıklarına dek nasıl öylece yattığını anlat­tılar. O şafak ki, ona uykusuzluk cehennemindeki kendi yalnızlığının da ötesinde yolunu şaşırmış, yanlış gezegene savrulmuş tüm insanlığın cehenne­mi gibi görünür.». Uykusuz insanların dünyasında ben de bulundum (zaman zaman hâlâ oradayım). İlkbahar arifesinde, henüz karanlıktaki ilk kuşlar çoğunlukla nasıl paskalyaya özgüdürler -ancak şimdi tiz çığlıkları içeriye, hücre yatağına dolarken nasıl da alaycılar, "yi-ne-uy-ku-suz-bir-ge-ce". En uzaktakileri bile rahatça duyulabilen kilise çanları­nın, her çeyrek saatte bir, yine berbat bir günün ha­bercisi gibi çalışı. Kıpırtısızlığın ortasında, birbirle­rinin üzerine saldıran iki erkek kedinin, dünyamı­zın merkezindeki canavarlığın çığırtkanları gibi, tıslayıp cıyaklamaları. Sanki uykusuz insanın tam tepesinde seri üretim yapan bir makina, bir düğme­ye basılarak çalıştırılmış gibi, yine kıpırtısız bir ha­vada ansızın başlayan, bir kadının sözümona şeh­vet dolu inilti ya da çığlıkları, tüm sevgi maskeleri­mizin birdenbire düşürülüşü ve paniğe kapılmış bencilliğin yeniden ortaya çıkışı (artık çiftler birbir­lerini değil, bir kez daha, yalnızca kendilerini sever­ler, çığlık çığlığa) ve bayağılık gibidir. Uykusuzlu­ğun epizodik [bölümlerden oluşmuş, aralıklı, olaylı ] ruh halleri -Tabii müzmin uykusuza bu ruh halleri değişmez gibi görünürler, en azından uykusuzların anlattıklarından anladığım kadarıy­la, kendilerini birer kural gibi kabul ettirirler.
Ama kronik bir uykusuz olmayan sen: uykusuzlu­ğun dünyasını mı anlatmak niyetindesin, yoksa yorgunluğunkini mi?
Uykusuzluğun üzerinden geçen doğal yol üzerin­den yorgunluğunkini. Ya da daha doğrusu, çoğulu: Farklı yorgunlukların farklı dünyalarını anlatmak istiyorum. -Sözgelimi bir kadınla birlikteyken orta­ya çıkan yorgunluk bir zamanlar nasıl da korkutu­cuydu. Hayır, ortaya çıkmazdı bu yorgunluk, olu­şurdu, fiziksel bir süreç gibi: bölünme olarak. Ve as­la yalnızca beni değil, aynı zamanda kadını da etki­lerdi hep, sanki birden dönen hava gibi dışarıdan, atmosferden, uzaydan gelirdi. Orada yatar, ayakta durur ya da otururduk; neredeyse doğal olarak bir arada ve kısacık bir an içinde birbirimizden kopa­rak. Böyle bir an daima bir korku, hatta bazen bir dehşet anıydı, bir düşüş gibi. "Dur! Hayır! Olamaz!" Ancak hiçbir şeyin yararı yoktu; ikisi de önlenemez bir biçimde birbirlerinden uzağa düşmekteydiler; her biri, son derecede kendine özgü yorgunlukları­nın içine; bizim yorgunluğumuz değil, benimki bu­rada, seninki orada. Bu durumda yorgunluk, duy­gusuzluğun ya da yabancılığın bir başka adı olabilir -ancak çevresine etkiyen basınç açısından soruna uygun sözcük buydu. Olayın yeri, örneğin büyük, havalandırmalı bir sinema salonu olsa bile ortalık ısınır ve daralırdı. Koltuk sıraları çarpılırdı. Beyaz perdedeki renkler sararır ve ardından solardı. Bir­birimize yanlışlıkla dokunacak olsak, ellerimiz kar­şı elektrik kutbunca çarpılmış gibi, seğirerek kaçar­lardı birbirlerinden."... günü, öğle üzerinin ilerle­yen saatlerinde, bulutsuz gökyüzünden Apollo Sineması üzerine bir yorgunluk afeti çöktü. Henüz omuz omuza oturmaktayken, yorgunluk basıncı­nın dalgaları tarafından birbirlerinden uzağa fırla­tılan ve Aşka Dair adını taşıyan filmin sonunda, di­ğerine bakmadan ve bir söz söylemeden sonsuza dek ayrı yollara giden genç bir çift bu afetin kurbanı oldu." Evet, böylesi bölen yorgunluklar insanı her zaman bakışsızlık ve dilsizlikle çarpardı; ona "sen­den yoruldum" demeyi asla beceremezdim, basit bir "yorgunum" demeyi bile (ki bu, ortak çığlığımız olarak bizi belki de tekil cehennemlerimizden kur­tarabilirdi): Böyle yorgunluklar konuşma yetimizi, ruhumuzu yakıp kavururlardı. Ardından ayrı yol­lara gitmeyi gerçekten de becerebilseydik bari! Ama hayır, o yorgunluklar, içte bölünmüşleri, bedenleriyle bir arada kalmaya zorlardı. Bu sırada her ikisi de, yorgunluk cini tarafından çarpılmış, bizzat korkulası hale gelirlerdi.
Korkmak mı ?
Kimden ?
Her biri, diğerinden. Dilsiz kalmak zorundaki bu tür yorgunluk şiddete zorlardı. Belki de bu şiddet kendini, ötekini çarpıtan bir bakışta dışa vururdu yalnızca; salt bir kişi olarak değil, aynı zamanda öte­ki cinsiyet olarak da çarpıtan: şu içselleşmiş kadınca yürüyüşle, şu iflah olmaz erkek pozlarıyla iğrenç ve gülünç, kadınlar ya da erkekler takımı. Veya şiddet örtük bir biçimde gerçekleşirdi, üçüncü bir şeye yö­nelerek, bir sineği ilgisiz bir tavırla ezerek, bir çiçeği dalgın bir tavırla yolarak. İnsanın kendi canını yak­tığı da olurdu, kadın parmak uçlarını kemirirken, adam elini bir ateşe sokarken, kendi suratını yum­ruklarken, kadın, tıpkı bir küçük çocuk gibi, ama onun koruyucu yastıklarından da yoksun, kendini dümdüz yere fırlatırken. Bazen böylesi bir yorgun beraberindeki tutsağa, erkek ya da kadın düşmanı­na, bedensel olarak da saldırırdı, onu yolundan te­mizlemek isterdi, dili dolaşarak haykırılan hakaret­lerle kendini ondan kurtarmayı denerdi. Çift-yorgunluğunun bu şiddeti, her şeye karşın o yorgun­luktan çıkmanın tek yoluydu yine de; çünkü genel­likle en azından ayrılmayı becerirlerdi ardından. Ya da yorgunluk yerini, insanın yeniden hava alabildi­ği ve düşünebildiği bir bitkinliğe bırakırdı. Biri bel­ki her şeye rağmen ötekine dönerdi ve henüz olup bitmiş şeyler tarafından iliklerine dek ürpererek, olanı kavramaktan aciz, hayretle birbirlerine bakar­lardı. Buradan, ötekine bir bakış doğabilirdi yeni­den, ancak yepyeni gözlerle: "Neydi başımıza ge­len, sinemada, sokakta, köprüde ?" (Bunu dile geti­recek ses de yeniden bulunurdu, ansızın bir ağızdan ya da genç kadın için genç adam tarafından ya da tersi). Bu bakımdan, iki genç insanın uğratıldıkları böylesi bir yorgunluk, bir dönüşüm anlamını bile taşıyabilirdi: başlangıcın kaygısız tutkunluğundan ciddiyete. Ötekini biraz önce yapmış olduklarından ötürü suçlamak kimsenin aklına gelmezdi; tersine bu, kadın ve erkeğin birlikteliklerindeki bir şartın beraberce farkına varıştı. Eskiden sözgelimi" ilk gü­nahın bir kalıtı" diye adlandırılan, bugünlerdeyse nasıl adlandırıldığını bilmediğim bir şart. Bu yor­gunluktan her ikisi de sıyrılabilirse, bunun bilgisiy­le, tıpkı bir felaketten kurtulmuş biricik iki insan gi­bi, bundan böyle hayat boyu -inşallah !birbirlerine ait olurlar ve böyle bir yorgunluk bir daha asla baş­larına gelmezdi, inşallah. Ve birlikte mutlu ve hoş­nut yaşarlardı, ta ki başka bir şey -o yorgunluğa gö­re çok daha az bilmecemsi, çok daha az korkulası, çok daha az şaşılası bir şey aralarına girene dek: Gündelik şeyler, ıvır zıvır, alışkanlıklar.
Ama bölen yorgunluklar yalnızca kadın ve erkek arasında mı var; aynı biçimde dostlar arasında da yok mu?
Hayır. Yorgunluğu bir dostumun yanında duydu­ğum sürece, bu kesinlikle bir felaket olmazdı. Şeyle­rin gidişatı olarak yaşardım bunu. Sonuçta sınırlı bir süre için beraberdik ve bu sürenin ardından her­kes kendi yoluna gidecekti, yavan bir saatin ardın­dan bile, dostluğun bilinciyle. Dostlar arasındaki yorgunluklar tehlikesizdiler, genç ve üstelik çoğun­lukla uzun süredir bir arada olmayan çiftler arasın­da ise, tersine bir tehlike. Dostluklardakinden farklı olarak aşkta -bu tüm ve tam olma duygusunu başka nasıl adlandırmalı?
Yorgunluğun patlak verişiyle, ansızın her şey sallantıya düşerdi. Büyüden çıkış. Bir darbeyle ötekinin suretinden tüm hatlar kaybo­lurdu; erkek, kadın bir dehşet saniyesi içinde resim vermez olurdu artık; bir saniye öncesinin sureti salt bir serapmış: Kısacık bir an içinde iki insanın arasın­daki her şey bitebilirdi böylece -ve en ürkütücüsü de, böylelikle insanın kendisiyle de işi bitmiş gibi görünmesiydi; insan kendini çok çirkin, hatta daha şimdi bir varoluş tarzını birlikte cisimlendirdiği öteki gibi gereksiz bulurdu ("tek beden, tek ruh"); kendisinin de, lanetlenmiş karşıtı gibi, derhal orta­dan kaldırılmasını ya da bertaraf edilmesini isterdi; insanın çevresini kuşatan şeyler bile dağılıp beyhudeleşirlerdi ("nasıl da yorgun ve harap, geçip gidi­yor banliyö treni" -bir dostumun yazdığı dizenin anısı): O çift-yorgunluklarının yayılıp dal budak salması tehlikesi de vardı, tek bir bireyin ötesinde, evreni, ağaçlardaki halsiz yaprakları, ansızın felç olmuş gibi akan ırmakları, rengi solmuş gökyüzü­nü de kapsayan bir yaşam yorgunluğu biçiminde. Ama böyle bir şey ancak kadınla erkek birbirleriyle yalnız olduklarında gerçekleştiğinden, geçip giden yıllar içinde ben de uzun süren tüm "başbaşa" du­rumlarından kaçındım (ki bu da bir çözüm değildi, ya da korkak bir çözümdü).
Şimdi çok farklı bir sorunun zamanı: Bu korkutucu, kötücül yorgunlukları -konunun bir parçası olduk­ları için yalnızca bir görev bilinciyle ve bundan ötü­rü de -bana öyle geliyor ki ağır aksak, ayağını sürü­yerek, tüm abartılarıyla -zorba yorgunluk öyküsü uydurma değilse bile, en azından abartılmıştı-gö­nülsüzce anlatmıyor musun?
Bu berbat yorgunluklardan şu ana kadar salt gönül­süzce değil, kalpsizce de söz edildi. (Ve bu, laf olsun diye yapılmışken bir meseleyi eleveren bir söz oyu­nu değil yalnızca.) Bu kez anlatımımın kalpsizliğini bir hata olarak görmüyorum. (Ayrıca yorgunluk be­nim konum değil, sorunum -kendime yönelttiğim bir suçlama.) Ve bundan sonrası için de, beni bu de­nemeyi yazmaya iten, kötü olmayan, daha güzel ve en güzel yorgunluklar için de aynı ölçüde kalpsiz kalacağım: Olabildiğince kalpsiz bir biçimde, soru­numa ilişkin sahip olduğum resimlerin peşisıra git­mek, ardından her seferinde kendimi kelimenin tam anlamıyla resme yerleştirmek ve bu resmi, tüm titreşim ve kıvrımlarıyla birlikte, dil yardımıyla ku­şatmak bana yetmeli. Resimde yer almak (otur­mak); bu bana bir duygu olarak bile yetiyor. Eğer denemenin devamı için yorgunluktan bir şey daha isteyebilseydim, bu daha çok bir duyum olurdu: Endülüs sabahlarının bu Mart haftalarına özgü gü­neşinin ve ilkbahar rüzgarlarının duyumunu parmaklarımın arasında tutabilmek isterdim; daha sonra içerde, odada otururken de, bu muhteşem parmak araları duyumu, molozların arasında yeti­şen papatyaların o nefis kokulu esintileriyle de güç­lenip, iyi yorgunlukları çevreleyen, gelecek cümle­lere sinebilsin diye, o cümlelere layık olsun ve her şeyden önce, onları geçmiş cümlelerden daha hafif kılabilsin diye... Ama şimdiden bildiğimi sanıyo­rum: Yorgunluk zordur; yorgunluk sorunu tüm türleriyle zor kalacaktır. (Yaban papatyalarının esintilerine de, şu hep var olan leş kokusu her sefe­rinde, ve her sabah daha fazla karışıyor; ama ben o kokunun tadını her zamanki meraklısına, kendini leşlerle en iyi biçimde besleyen akbabalara bırak­mak istiyorum.) -Öyleyse haydi, yeni bir sabahla birlikte devam; meselenin gerektirdiği gibi, satırla­rın arasında daha çok hava ve ışıkla, ama aynı za­manda, yaşanmış resimlerin dinginliğinin yardı­mıyla toprağa, sarı-beyaz papatyaların arasından görünen moloza hep yakın kalarak. Eskiden yalnızca korkulacak yorgunluklar tanıdığım tümüyle doğru değil. Çocukluğum zamanında, kırklı yılla­rın sonu, ellili yılların başında harmanın makinayla dövülmesi, henüz bir olaydı. Bu iş ekin daha tarla­dayken otomatik olarak değil -makinanın bir yanın­dan içeriye atılan başaklar, diğer yanından düşen öğütülmeye hazır çuvallar-, harman zamanı çiftlik­ten çiftliğe dolaşan, kiralık bir makinanın yardımıy­la evde, samanlığın orada yapılırdı. Harman dövme işlemi için gerçek bir yamaklar zincirine gerek du­yulurdu ki, bu yamaklardan biri demeti, dışarıda duran, ambara oranla çok büyük ve yükü de çok yüksek olan arabadan aşağıya, sıradakine atardı. İkinci yamak, demeti olabildiğince, yanlış tarafın­dan vermemeye dikkat ederek, kavranamayan ba­şak tarafı önde olacak biçimde içeriye, uğultusuyla bütün ambarı titreten makinanın başındaki asıl kişi­ye uzatırdı. Demet burada çevrilir ve başak uçların­dan dikkatlice dişli silindirlerin arasına sürülürdü -her seferinde büyük bir çatırtı kopararak. Sonra boş saman sapları makinanın arkasından kayarak dökülür ve bir yığın oluşturdukları zaman, sıradaki yamak tarafından çok uzun, tahta bir çatalla yukarı­ya, zinciri oluşturan son yamaklara doğru kaldırı­lırdı. Genellikle ambarın çatı aralığında tam mevcu­duyla toplanmış köy çocuklarından oluşan bu son yamakların görevi, yükselen saman kuleleriyle bir­likte giderek artan bir karanlıkta samanı en kuytu köşelere dek sürüklemek ve son kalan boşluklara tı­kıştırıp sıkıştırmaktı. Kapının önünde duran araba, ambardaki durulmayla birlikte hafiflediğini ilan ederek boşalana kadar böyle kesintisiz, hareketle­rin hızla içiçe geçtiği, ancak yanlış bir hamle tarafın­dan anında tıkanıp düğümlenen bir akış içinde sü­rüp giderdi. Harman saatinin sonuna doğru zinci­rin en sonundaki yamak bile, eğer hâlâ biteviye bir hızla önüne sürülüp duran samana karanlıkta el yordamıyla bir yer bulamazsa, genellikle hiçbir ha­reket alanı olmadan saman dağlarının arasına sıkı­şıp kalıyor ve boğulmak üzereyken yerini bırakıp kaçarak akışı bozabiliyordu. Ama harman dövümü bir kez başarıyla tamamlanmış, gürültüsüyle her şeyi bastıran makina -ağızdan kulağa haykırarak bile anlaşmak mümkün değildi durdurulmuşsa: O nasıl bir sessizlikti öyle, yalnızca ambarda değil, tüm ülkede; nasıl bir ışıktı, gözleri kamaştırmadan insanı kucaklayan... Toz bulutları yatışırken titre­yen dizlerle yalpalayarak ve sendeleyerek, ki bu bi­raz da oyundu artık, dışarıda avluda toplanırdık. Bacaklarımız ve kollarımız çizilmiş; saçlarımızın, el ve ayak parmaklarımızın aralarına başak sapları girmiş olurdu. Ancak bu resimde en kalıcı olan, burun deliklerimizdir: Yalnızca biz çocuklarınkiler değil, erkekler ve kadınlarınkiler de tozdan, karar­makla kalmayıp, simsiyah olurlardı. Öylece oturur­duk -benim anılarımda hep dışarıda, öğle üzeri gü­neşin-deve konuşarak ya da susarak bu ortak yor­gunluğun tadını çıkarırdık. Bazıları avludaki banka oturmuş, diğerleri arabanın dingiline, ötekiler biraz daha ötede, çamaşırların serildiği otların üzerinde; tüm komşuların, tüm kuşakların bir anlık birliği içinde toplanmış gibiydik gerçekten de. Bir yorgun­luk bulutu, uçucu bir yorgunluk bizi birleştirirdi o zamanlar (bir sonraki demet yükü gelene dek). Köy­de geçen çocukluğumdan bende, böylesi biz-yorgunluklarına ilişkin daha çok resim vardır.
Geçmiş yüceltilmiyor mu burada?
Eğer yüceltilmeyi başarıyorsa bu geçmiş, o halde benim de buna bir itirazım olmamalı ve ben böyle bir yüceltmeye inanırım. O zamanın kutsal bir za­man olduğunu biliyorum.
Ama senin burada anıştırdığın, toplu el emeğiyle makina başında yalnız çalışma arasındaki karşıtlık salt bir fikir, üstelik haksız bir fikir değil mi?
Anlatıda beni ilgilendiren tam da böylesi bir karşıt­lık değil, tersine saf resim; ancak isteğime karşın, kendini dayatan bir karşıtlık varsa eğer, o halde saf resmi anlatmayı başaramamışım demektir ve bun­dan böyle bir şeyi anlatırken, onu alttan alta başka bir şeye karşı kayırmaktan daha da özenle sakınma­lıyım. -Bir şeyi ötekinin zararına betimlemek, yani manikeizmin bu karakteristik özelliği -katıksız iyi, katıksız kötü-, eskiden görüşlerden en fazla arın­mış, en hoşgörülü konuşma tarzı olan anlatıya bile hâkim oldu bugünlerde: Size burada iyi bahçıvan­ları anlatıyorum, ama bunu yalnızca, başka bir yer­de kötü avcılardan söz edebilmek için yapıyorum. Oysa durum şu: El emekçilerinin yorgunluklarına ilişkin dokunaklı, anlatılabilir resimlerim var, buna karşılık makina kullanıcılarının yorgunluklarına ilişkin (henüz) yok. O zamanlar, harman sonrasında kendimi birdenbire halk gibi bir şeyin içinde otu­rurken görürdüm, sonraları ülkem Avusturya'da hep arzuladığım ve hasretini hep daha çok duydu­ğum gibi bir halkın içinde... Yalnız bir bireyin, bir yeniyetmenin uykusunu getirecek "bütün halkların yorgunlukları" değil sözünü ettiğim, İkinci Cumhuriyet'in somut, küçük halkının ideal yorgunlu­ğundan söz ediyorum: İkinci Cumhuriyet'in tüm toplulukları, zümreleri, birlikleri, heyetleri, cemaa­ti, biz köylülerin harman sonrasında oturduğumuz gibi, alnı pak bir yorgunlukla öylece otur salar keşke; ortak yorgunlukları içinde her biri ötekiyle eş, yor­gunlukları tarafından birleştirilmiş, daha da önem­lisi arındırılmış... Alman işgali altında gizlenerek yaşamak zorunda kalmış bir Fransız dostum, bir Yahudi, kurtuluştan sonra "tüm ülkenin haftalarca ışıdığını" anlatmıştı bir kez, tabii yücelterek, ama o ölçüde de aydınlatarak: Benim Avusturya için kur­duğum bir emek-yorgunluğu düşü de buna benzer­di. Ama: Paçasını ucuz kurtarmış bir suçlu, tıpkı ba­zı ezeli kaçaklar gibi, oturduğu ya da durduğu yer­de sık sık uyuklar, çok derin ve gürültüyle uyuduğu da olur, ama o, birleştiren yorgunluklar şöyle dur­sun, yorgunluğu tanımaz hiç. İçten içe kendisinin bile özlemini çektiği cezaya kavuşmadığı sürece, son hırıltılı nefesini verinceye dek, onu bu dünya­daki hiçbir şey yormayı başaramayacaktır. Ve be­nim bütün ülkem, sözde önder güçlere varıncaya dek, böylesi yorulmazlarla, her-daim-ayıklarla do­lu. Caymamış zorbalar ve yukarda betimlelenlerden çok farklı, yaşlandıkları halde yorulmamış, kitle ka­tili, taşralı oğlanlar ve kızların oluşturduğu yamak­larının kaynayan yığını, bir an için bile olsa bir yor­gunluk geçidi oluşturacak yerde, arsızca sahneye fırlıyor. Bu yığın, torunlarını şimdiden öncü kollar halinde eğiten, kendi gibi sonsuza dek asabi bir kü­çük adamlar neslini ortalığa saçtı bile, öyle ki, bu al­çak çoğunluğun içinde azınlıklara, yorgunluk hal­kının o çok gerekli toplantısı için hiçbir zaman yer olmayacak. Bu devletin tarihinin sonuna dek, bu ül­kede herkes kendi yorgunluğuyla yalnız kalacak: Halkımızı ilgilendirdiği kadarıyla bir zamanlar -ne zaman olduğunu söylemem gerekmez-kısacık bir an için gerçekten de inandığım dünyevi adalet, gö­rünüşe bakılırsa yokmuş meğer. Daha doğrusu, böylesi bir dünyevi adaletin hükümleri Avusturya sınırları içinde yürürlüğe girmedi ve o kısacık umu­dun ardından düşünüyorum ki, hiçbir zaman da girmeyecek. Dünyevi adalet yok. Kabul etmek zo­runda kaldım ki, halkımız, tarihin umarsızca düş­kün, iflah olmayacak, kefaretini hiçbir zaman öde­yemeyecek, yola getirilemeyecek olan ilk halktır.
Şimdi bu apaçık bir fikir değil mi yalnızca?
Fikir değil, bir resim; çünkü düşündüğümü anında gördüm. Burada görüş olan ve bundan ötürü doğru olmayan şey, belki şu "halk" sözcüğü; çünkü bu re­simde göremediğim tam da bir "halktı"; nedametsiz, insanlıktan çıkmış edimlerini kavrayamayacak ve sonsuz döngüye yargılı bir "yorulmazlar yığını” göründü bana. Ancak başka resimler derhal karşı çıkarlar buna ve yeniden adalet isterler. Ama bunlar o denli içime işlemiyor, yalnızca yumuşatıyorlar be­ni. -Atalarım, izlerini sürebildiğim kadarıyla, seri­lerden, rençberlerden (topraksız küçük çiftçiler­den), eğitim görebilmişleriyse yalnızca dülgerler­den oluşuyordu. Benim o yorgunluk halkı olarak hep birarada, sık sık gözümün önüne gelenler de çevredeki o dülgerlerdi. Savaştan sonraki ilk inşa dönemiydi ve çocukların en büyüğü olarak ben, ai­lenin kadınları, annem, büyük annem ya da yen­gem tarafından sefertaslarındaki sıcak öğle yemek­leriyle çevredeki yeni yapılara gönderilirdim. Aile­nin, savaşta ölmemiş tüm erkekleri, bir süre için alt­mış yaşındaki dedem bile orada diğer dülgerlerle birlikte çatı çatkılarında çalışırlardı. Benim resmim­de, yemek vakti kaba inşaatın yanında, kısmen iş­lenmiş kiriş tahtalarının ya da daha işlenecek, ren­delenmiş kütüklerin üzerinde otururlar. Yine o farklı oturuşlar; şapkalarını çıkarmışlardır ve ya­pışmış saçlarının altından alınları, esmer yüzlerinin tersine, sütbeyazı görünür. Hepsi de ufak tefek, adaleli, buna karşılık zarif ve narin bir izlenim bıra­kırlar; şiş göbekli bir dülger hiç hatırlamam. Kendi­ni bu yabancı ülke ve köyde genellikle yalnızca, kent görmüşlere özgü bilgiç gevezelikleriyle göste­rebilen Alman asıllı üvey babam, o "dülger yamağı" da dahil (nur içinde yatsın), usulca ve suskunluk içinde yemeklerini yerler. Yemekten sonra bir süre daha otururlar; hafif bir yorgunlukla birbirlerine dönerek ve şakasız, küfürsüz, seslerini asla yükselt­meden aileleri hakkında konuşurlar; neredeyse yal­nızca bu konuda veya havanın dinginliğine ilişkin hiçbir zaman üçüncü bir konu olmaz giderek öğle­den sonraki iş dağıtımına dönüşen bir sohbettir bu. Aralarında bir ustabaşı olduğu halde hiçbirinin ön­derliği, son sözü söyleme hakkı olmadığı izlenimi kalmış bende; içlerinden hiç kimse ve hiç bir şeyin "hakim" hatta yalnızca "üstün" bile olmaması yor­gunluklarının bir parçasıdır. Bununla birlikte, tüm o ağırlaşmış ve iltihaplı gözkapaklarına karşın -bu yorgunluğun özel bir belirtisi zihinleri açıktır: her biri tepeden tırnağa dikkatli ("Al!" -Bir elma atılır"Tuttum!"); canlı (anlatmaya sık sık hepsi bir ağız­dan, gayri ihtiyari, damdan düşercesine başlanır: "Savaştan önce, annem henüz hayattayken, bir kez St. Veit hastanesinde ziyaretine gitmiştik, sonra da, gece vakti Trixen vadisinden elli kilometre yürüye­rek eve dönmüştük..."). Yorgunluk halkının o kesiti­ne ait resimlerin renk ve biçimleri, iş tulumlarının mavisi, peleseyle kirişlere çarpılan kırmızı çizgiler, kırmızı ve mor renkli, yassı dülger kalemleri, metre­nin sarısı, su terazisinin içindeki hava kabarcığının ovalidir. Şakaklarına yapışmış, terden ıslak saçlar şimdi kurumuştur ve kabarırlar; yeniden giyilmiş şapkalarda hiçbir rozet olmaz, şapkanın bandın­daysa kaz tüyü yerine bir kurşun kalem. O zamanlar transistörlü radyo olsaydı bile o inşaatlara giremez­di; en azından bana öyle gelir. Ve yine de o yerlerin kutsallığından gelen müziğe benzer bir şey çalınır sanki kulağıma -duyarlı yorgunluğun müziği. Evet, bir kez daha anlıyorum ki, kutsal bir zaman manzarasıdır o -Kutsal'ın kesitleri. Tabii ki ben bu yorgun halkın -harman makinasının başındakinden farklı olarak-bir parçası değildim ve ona imrenirdim. Ancak sonraları bir yetişkin olarak bir kez bu halkın parçası olabildiğimde, bu yemek taşıyıcı­sının düşlediğinden çok farklı oldu. Büyükanne­min ölümü, büyükbabamın emekliye ayrılışı, tarı­mın terkiyle birlikte, çiftlikteki çok kuşaklı büyük aile de son buldu -yalnızca bizim çiftlikte de değil üstelik-ve annemle babam kendi evlerini inşa etti­ler. En küçük çocuklara varıncaya dek ailedeki her­kesin bir biçimde katılmak zorunda kaldığı bu evin inşasında ben de işe koşuldum ve böylece yepyeni bir yorgunluğu tanıdım. Özellikle ilk günlerde, te­peleme yapı taşlarıyla dolu bir el arabasını balçığın üzerine yatırılmış kalasların üzerinden, yokuş yu­karıya, kamyonların giremediği inşaata getirmek­ten ibaret bu işi, artık ortak emeğimiz olarak değil, bir eziyet olarak yaşıyordum. Bu bitip tükenmeyen, insanı soluksuz bırakan, sabahtan akşama dek yine­lenen yokuş yukarı itme işinin zahmeti beni öyle güçlü çarpmıştı ki, çevremdeki herhangi bir şeyi görecek halim bile kalmamıştı artık. Yalnızca önü­me dikebiliyordum gözlerimi, boz renkli, keskin ke­narlı tuğla parçalarına, kalasların üzerinden akan gri çimento ırmaklarına ve özellikle de, çıkıntı ve dönemeçlerinden geçebilmek için el arabasını ço­ğunlukla hafifçe kaldırmak ya da yana kaydırmak zorunda olduğum, kalastan kalasa geçiş noktaları­na. Bu noktalarda yük ve beraberinde ben, sık sık devriliyorduk. O haftalarda angaryanın ya da köle emeğinin ne anlam taşıyabileceğine ilişkin bir fikir edindim. "Dayak yemiş gibiyim", denir halk arasın­da: Evet, o günlerin sonunda yara bere içinde kalan yalnızca ellerim değildi, ayak parmaklarım da, ara­larına sızmış çimentodan yanmış, pelte gibi oldu­ğum yere çökerken (otururken değil) yorgunluktan dayak yemiş gibiydim. Yutkunmaktan aciz, hiçbir yemeği yiyemiyor ve konuşmayı beceremiyordum. Ve belki bu yorgunluğun özel bir belirtisi de, ondan kurtuluş yokmuş gibi görünmesiydi. Gerçi insan neredeyse olduğu yerde sızıp kalıyordu ama, ertesi şafakta, işe başlamadan hemen önce, eskisinden de daha yorgun uyanıyordu; sanki bu hayvanca çalış­ma, küçücük bile olsa, yaşam belirtisi sayılabilecek herşeyi -sabah ışığının, şakaklardaki rüzgarın du­yumu-uzaklaştırıyordu insandan, hem de sonsuza dek; sanki böylesi bir yaşarken ölmüşlüğün sonu hiç gelmeyecekti. Eskiden zorlukların karşısında hemen bir bahane bulur, kaçamak yollarını bilir­dim. Oysa şimdi denenmiş yollardan sıvışabilmek için bile -"Ders çalışmam gerek, yatılı sınavına hazırlanmalıyım"; "Size ormanda mantar aramaya gi­diyorum "fazlasıyla mecalsizdim. Ve beni canlandırabilen hiçbir cesaret telkini yoktu: Kendi mese­lem söz konusu olduğu halde -bizim evimiz-bir ya­bancı işçi yorgunluğu asla yakamı bırakmıyordu; yalnızlaştıran yorgunluk. (Ayrıca, herkesi korku­tan böyle işlerden daha bir sürü vardı, su kuyusu kazmak gibi sözgelimi: "Bu iş bir bela, bir lanet!" O ölümcül yorgunluğun giderek insandan uzaklaş­ması ve yerini dülger yorgunluğuna bırakmasıydı hayret verici olan. Yerini dülger yorgunluğuna bı­rakması mı? Hayır, sportif bir enerjiye, bir tür zora­ki neşeyle gelen, rekabet hırsına bırakırdı yerini.)
Yine başka bir yorgunluk deneyimi de, sonraları, üniversite yıllarında para kazanmak için yapılan vardiyalı çalışmanın yorgunluğuydu. Noel ve pas­kalyadan hemen önceki haftalarda, sabahın körün­den -ilk tramvaya yetişebilmek için saat dörtte kal­kar, elimi yüzümü yıkamadan, evdekileri rahatsız etmemek için odadaki boş bir reçel kavanozuna işerdim-öğle üzerinin ilk saatlerine dek, büyük bir satış mağazasının gönderme servisinde, yukarıda, çatı aralığının yapay ışığında çalışılırdı. Eski kar­tonları parçalıyor ve bandın bulunduğu yandaki mekanda paketlenen yeni kutular için taban ve des­tek olmak üzere güçlü bir giyotinle, bu kartonlar­dan büyük diktörtgenler kesiyordum (sürekli ya­pıldığında, düşünceleri çağırarak, ama ritmiyle on­ları çok başıboş bırakmayarak, bana neredeyse iyi bile gelen bir etkinlikti; tıpkı eskiden evde odun kır­mak ya da kesmek gibi). Vardiyadan sonra sokakla­ra çıktığımızda ve herkes kendi yoluna gittiğinde o yeni yorgunluk gelirdi işte. Oracıkta, yorgunluğu­mun içinde yapayalnız, gözlerimi kırpıştırarak, toz­lanmış gözlüklerim, kirlenmiş açık gömlek yakam­la tanıdık sokak görüntüsüne ansızın bambaşka gözlerle bakmaya başlardım. Kendimi, dükkânlara, tren istasyonuna, sinemalara, üniversiteye doğru gidenlerle birlikte yürürken görmezdim artık. Uykusuz ve içe kapanık olmadığım, ayık bir yorgun­lukla yürüdüğüm halde, toplumdan yalıtılmış bu­lurdum kendimi ve bu korkunç bir andı; herkesin tersi yönde, yitikliğe doğru giden tek kişiydim. Ar­dından, yasak bölgelere girer gibi girdiğim öğle üzerinin dersliklerinde o bıkkın sesleri, her zaman­ki kadar bile dinleyemezdim. Misafir öğrenci gibi bir şey bile olmayan benim için söylenmiyordu ora­da söylenenler. Her geçen gün, vardiyalı işçilerin küçük, yorgun topluluğunun içinde olmayı daha çok arzulardım ve şimdi, bu resmi izlerken anlıyo­rum ki, daha o zamanlarda, henüz ondokuz yirmi yaşlarındayken, yazmaya ciddi bir biçimde başla­madan çok önceleri kendimi diğerleri gibi bir öğ­renci olarak hissetmez olmuşum ve bu hoş olma­yan, daha çok, ezik bir duyguydu.
Hafif romantik bir üslupla anlattığın yorgunluk re­simlerini, yalnızca şu senin el emekçilerinden ve yoksul köylülerinden devşirdiğinin, ama ne büyük, ne de küçük burjuvalardan hiç aktarmadığının far­kında mısın?
O resmedilebilir yorgunlukları burjuvalarda hiç görmedim ki.
En azından düşlemeyi olsun beceremez misin?
Hayır. Yorgunluk onlara yakışmaz gibi gelir bana; yorgunluğu bir tür yakışıksız davranış olarak gö­rürler, çıplak ayakla dolaşmak gibi. Üstelik bir yor­gunluk resmi vermeyi beceremez onlar, çünkü et­kinlikleri öyle değil. Olsa olsa sonunda, inşallah he­pimiz gibi, bir ölüm yorgunluğu gösterebilirler. Ay­nı biçimde, bir zenginin ya da, Odipus ve Lear gibi tahtını bırakmış kralları bir yana koyarsak, bir erk sahibinin yorgunluğunu da düşleyemem. Hatta gü­nümüzün tamamen otomatikleştirilmiş işletmele­rinden, paydos saatinde çıkan yorgun işçiler bile göremiyorum. Gördüğüm, yüzlerindeki zafer ifa­desi ve kocaman bebek elleriyle, köşeyi döner dön­mez buldukları ilk oyun makinasının kollarına, kayıtsız-zinde tavırlarıyla asılmayı sürdürecek olan kasıntı insanlar. (Şimdi nasıl karşı çıkacağını biliyo­rum: "Ölçüyü kaçırmaman için, böyle şeyler söyle­meden önce senin gerçekten yorulmuş olman gere­kirdi." Ama: Zaman zaman haksızlık etmem gerek, üstelik buna hevesim de var. Ayrıca resimleri izle­diğim bu arada kendi sorunuma layık olacak biçim­de, bir güzel yoruldum.) Vardiyalı-işçi-yorgunluğu ile karşılaştırılabilecek bir başka yorgunluğu niha­yet "yazmaya başladığımda" -bu benim tek olanağımdı-tanıdım, haftalarca, aylarca. Yazmanın ar­dından kentin sokaklarına çıktığımda kendimi es­kiden olduğu gibi, yine oradaki kalabalığa ait gör­müyordum. Ancak bu kez eşliğindeki duygu çok farklıydı: Sıradan gündelik yaşama katılan biri ol­mamak beni hiç rahatsız etmiyordu; tersine yaratım yorgunluğum içinde, bitkinliğin smırındayken ba­na enikonu tatlı bir duygu veriyordu bu: Toplum değildi bana kapalı olan, ben topluma, herkese ka­palıydım. Sizin eğlentileriniz, şenlikleriniz, kucak­laşmalarınız beni ne ilgilendirir ? Nasılsa benim için ağaçlar, otlar vardı orada, Robert Mitchum'un yü­zündeki anlaşılmaz ifadeyi yalnızca benim için oy­nadığı beyazperde, Bob Dylan'm yalnızca benim için söylediği "Sad-Eyed Lady of the Lowlands"ini ya da Ray Davies'in kendine ve bana ait "I'm Not Like Everybody Else"ini çalan Jukebox.
Ama böyle yorgunluklar kibre dönüşme tehlikesi­ni taşımıyorlar mıydı?
Evet. Gerçekten de kendimi soğuk, insanlara tepe­den bakan bir kibrin içinde yakalıyordum hep, hat­ta daha da kötüsü, hayatta benimki gibi asil bir yor­gunluğu asla veremeyecek olan tüm sıradan mes­leklere tepeden bakan bir acıma duygusu içinde. Yazmanın ardından gelen böyle saatlerde dokunul­maz biriydim ben -benim anladığım anlamda doku­nulmaz, yani unutulmuş bir köşede bile olsam, de­yim yerindeyse, tüm heybetimle kurulurdum; "Do­kunma bana!". Ve gururlu yorgun kendine doku­nulmasına izin verdiğinde bile sanki dokunulamıyordu ona. Bir açılma olarak, hatta dokunulmanın ve dokunabilmenin doyumu olarak yorgunluğu çok sonraları yaşadım ancak. Yalnızca hayattaki bü­yük olaylar gibi, çok seyrek oluyordu bu ve uzun süreden beri olmadı, sanki yalnızca varoluşun belir­li bir evresinde olanaklıymış ve ondan sonra hep olağanüstü durumlarda, bir savaş, doğal afet ya da başka bir buhran sırasında yinelenirmiş gibi. Bu yorgunluğun bana -hangi yüklemi kullanmalı bu durum için? "bahşedildiği?","düştüğü?" birkaç kez, gerçekten de kişisel bir buhran içindeydim ve bu sırada şansımın yardımıyla benzer bir buhran geçiren bir başkasına rastladım. Ve bu başkası hep bir kadındı. Yalnızca buhran yeterli değildi; henüz üstesinden gelinmiş bir güçlük de gerekiyordu. Ka­dınla erkeğin saatler süreyle düşlere has böylesi bir çift oluşturabilmeleri için her ikisinin de önce uzun, zorlu bir yolu geride bırakmış olmaları, her ikisine de yabancı üçüncü bir yerde, her türlü yurttan -ya da yurtsamadan-uzakta karşılaşmaları, dahası, kendi ülkeleri de olabilen bir düşman ülkenin orta­sında bir tehlikenin veya en azından uzun sürmüş bir karışıklığın beraberce üstesinden gelmiş olmak zorunluluğu neredeyse bir kural gibiydi. O yorgun­luğun her ikisini de, erkeği olduğu gibi kadını, kadı­nı olduğu gibi erkeği de, nihayet durulmuş sığınak­larında ani sarsıntılarla birbirlerine teslim etmesi ancak ondan sonra mümkün oluyordu; öylesine doğal öylesine içten. Şimdi düşünüyorum da, ne türden olursa olsun hiçbir birliktelikte, bir aşk birli­ğinde bile eşi benzeri yoktur bunun; "ekmekle şara­bı paylaşmak gibi"; bir dostum böyle adlandırmıştı bu durumu. Veya bir şiir dizesi geliyor aklıma, yor­gunluk içinde böylesi bir birleşmeyi betimleyebil­mek için: "... aşkın sözcükleri gülerdi her biri..." ki, bedenlerin çevresinde sessizlik hüküm sürdü­ğünde bile, "tek beden ve tek ruh" durumunun karşılığıdır bu. Ya da Alfred Hitchcock'un bir filminde, (henüz) biraz uzak ve çok yorgun olan Cary Grant'a sarılan çakırkeyif  Ingrid Bergman'ın söylediklerini biraz değiştirmek isterim: "Haydi gelin artık yor­gun bir adam ve sarhoş bir kadın; iyi bir çift doğar buradan!": "Yorgun bir adam ve yorgun bir kadın; en güzel çift doğar buradan!" Veya "Seninle birlikte" ("Mit dir") burada, İspanyolca'daki "contigo" gibi tek bir sözcükte gösterir kendini. Ya da Almanca söylemek gerekirse, "Seninim" yerine belki "Sana yorgunum"... Böyle ender deneyimlerin ardından Don Juan'ı bir baştan çıkarıcı olarak değil, daima tam vaktinde yorgun bir kadının yakınında bulu­nan yorgun, hep yorgun bir kahraman olarak düşü­nürüm, bu sayede her kadını kucağına düşüren bir kahraman ancak erotik yorgunluğun gizemleri bir kez yaşandıktan sonra hep onun yokluğunda anıla­caklardır. Çünkü iki yorgunun başına gelen bir ömür boyu sürer artık: o iki kişi birbirlerine öyle ka­pılmış olmak kadar kalıcı bir şey daha tanımazlar ve ikisi de bunun yinelenmesi için bir gereksinim duy­maz, hatta bundan kaçınırlar. Yalnız: Bu Don Juan, kendini ve yanındakini öyle olağanüstü biçimde ta­vına getiren o hep yeni yorgunluklarını nasıl başarır? Yalnızca bir ya da iki kez değil, cildin en küçük gözeneklerine dek beden çiftinin bir ömür boyu içi­ne işleyen, bu türden tam binüç eşzamanlılık, her bir heyecanı gerçek, aldatmacadan uzak, içinde hiç­bir yapmacıklık barındırmayan, ani sarsıntılarla mı demeli? Kesin olan bir şey varsa, bizim gibiler yorgunluğun böylesi ender görülen esrimelerini bir kez yaşadıktan sonra, sıradan bedensel cilveleşme­ler adına yitirilmiş sayılırlar.
Ya bunların ardından sana kalan nedir ?
Daha büyük yorgunluklar.
Şimdi anıştırdıklarından daha büyük yorgunluklar var mı senin gözünde?
On yıldan da daha uzun bir süre önce, Alaska'daki Anchorage'dan New York'a giden bir gece uçağına binmiştim. Çok uzun ve zahmetli bir uçuştu; geceyarısından epeyi sonra Cook İnlet gölü kıyısındaki bu kentten havalanış -sular yükselirken dikelerek Cook Inlet'in sularına doğru akan buz kütleleri, çe­kilen sularla birlikte, kararmış renkleriyle gölden çıkarak, hızla yine okyanusa doğru uzaklaşırlardı-, Kanada/Edmonton'a kar fırtınası altında bir ara-iniş, iniş sırası beklerken havada turlayarak ikinci bir ara-iniş, ardından öğleden önce Chicago’nun donuk güneşi altında, pistteki bekleşme, boğucu bir öğle üzeri, New York'un bir hayli dışındaki havali­manına iniş... Nihayet otele geldiğimde uykusuz, havasız ve hareketsiz gecenin ardından -dünyadan kopmuş-hasta gibi, hemen uyumak istedim. Ama sonra aşağıda, Central Park kıyısında, bana şenlik­teymişler gibi görünen insanların gezindiği yazsonu güneşinde uzamış caddeleri gördüm ve o zaman odada bir şeyler kaçıracakmışım duygusuyla beni dışarıya, kendine çekti bu görüntü. Hâlâ sersem gi­bi, hatta sabahlamışlığın ta içimde duyduğum ür­kütücü sarsıntısıyla, güneşin altında bir kahve tera­sına, uğultu ve benzin kokularının yakınına otur­dum. Ama ardından, şimdi nasıl geldiğini hatırla­madığım -yavaş yavaş mı, yoksa yine ani sarsıntı­larla mı ? değişim: Karamsarların uyumaları gece­ler boyu engellendiği zaman bunalımlarının üste­sinden gelebildiklerini okumuştum bir kez; tehlike­li bir biçimde sallanan "benliklerinin asma köprüsü" böylelikle sağlamlaşıyormuş. İçimdeki sıkıntı yeri­ni yorgunluğa bırakırken, ben de kendimi öyle gö­rüyordum. Bu yorgunlukta sağlığa kavuşturan bir şey vardı. "Yorgunluğa karşı mücadele etmek" den­mez mi hani ? Bu ikili mücadele sona ermişti işte. Yorgunluk dostumdu şimdi. Yeniden orada, dün­yadaydım, dünyanın da tam ortasında -Manhattan'da olduğum için değil üstelik. Ama başka şeyler de geldi arkasından, bir sürü şey ve hepsi de birbi­rinden sevimliydi. Akşama dek oturmak ve bak­maktan başka hiçbir şey yapmadım; sanki bu sırada nefes almam bile gerekmiyordu. Göz çıkaracak ka­dar göşterişli nefes alma alıştırmaları ya da Yoga duruşları gerekmiyordu: Orada oturuyor ve yor­gunluğun ışığında gerektiği gibi soluyorsun. Ansı­zın beklenmedik ölçülerde güzelleşen bir sürü ka­dın durmaksızın geçip gidiyorlardı önümden -ara­da bir gözlerimi yaşartan bir güzellik ve hepsi de geçip giderlerken beni algılıyorlardı: Dikkate almı­yordum. (Özellikle güzel kadınların, bazı yaşlı er­kekler ve çocuklar gibi, yorgunluğun bu bakışını önemsemeleri garip.) Ama o kadınlardan biriyle birlikte bunun ötesinde bir şeyler yapma düşüncesi asla geçmiyordu aklımdan; onlardan hiçbir şey beklemiyordum. Onlara yalnızca öyle bakabiliyor olmak yetiyordu bana. Ve bu gerçekten de iyi bir iz­leyicinin bakışıydı, diğerleri arasında böyle en az bir izleyici olmadıkça başarılamayacak bir oyunda. Bu yorgunun bakışı bir etkinlikti, bir şeyler yapıyor, müdahale ediyordu: Oyunun aktörleri bu gözlerin önünde, sözgelimi daha uzun süre oyalanarak, da­ha iyi, daha güzel oluyorlardı. Bu ağır göz kırpma onlara değer veriyor -onları değerlerine kavuşturu­yordu. Öte yandan yorgunluk, bu biçimde bakan kişiyi sürekli huzursuzluk veren kendi Ben'inden de sanki bir mucize sonucu kurtarıyordu: Tüm ger­ginliklerden, alışkanlıklardan, tikler ve kaygı kırı­şıklarından arınmış, nihayet Robert Mitchum'unkiler kadar anlaşılmaz, kurtarılmış gözlerden başka hiçbir şey yoktu artık. Ve ardından: Kendinden so­yunmuş bakış, etkinliğini geçip giden güzel kadın­ların çok ötelerine genişletiyor, yaşayan ve kıpırda­yan her şeyi kendi dünyasının odağına yerleştiri­yordu. Yorgunluk eklemliyordu -parçalarına ayır­mayan, tersine tanınır kılan bir eklemleme. Sıradan karmaşa, o bakışın yardımıyla bir ritm kazanarak biçimin nimetlerine kavuşuyordu -göz alabildiğine biçim-yorgunluğun geniş ufku.
Şiddet sahneleri de, çatışmalar, çığlıklar da geniş ufukta beliren biçimin nimetleri mi ?
Ara-zamanda, barış içindeki yorgunluğu anlatıyo­rum burada. Ve o saatlerde Central Park'ta da huzur vardı. Şaşırtıcı olan, yorgunluğumun, bakışıyla şid­det, kavga yada yalnızca düşmanca bir davranış gi­rişimini daha filizlenirken -yatıştırarak?, yumuşa­tarak? zararsızlaştırıp, oradaki geçici barışa katkı­da bulunuyor gibi görünmesiydi. Yaratım yorgunluğunun bazen aşağılayıcı olabilen acıma duygu­sundan çok farklı bir acıma sayesinde başarıyordu bunu: anlayış olarak dert ortaklığı sayesinde.
Ama o bakışta farklı olan ne vardı ki ?
Neydi onu ta­nımlayan ?
Öteki'nin nesnesini, sezilebilir bir biçimde, kendi­siyle birlikte görüyordum: Şimdi altından geçtiği ağacı, elinde tuttuğu kitabı, bir dükkanın yapay ışı­ğı bile olsa, onu saran ışığı; açık renk elbisesi ve elin­deki karanfille birlikte şu yaşlı pezevengi; bavulu­nun ağırlığıyla birlikte yolcuyu; omuzuna oturttu­ğu görünmeyen çocuğuyla beraber dev adamı; park korusundan girdaplar oluşturarak uçuşan yaprak­larla beraber kendimi; başlarımızın üzerindeki gökyüzüyle birlikte hepimiz.
Ya böyle bir nesne olmadığında ?
O zaman yorgunluğum yaratıyordu onu ve daha şimdi boşlukta yitmiş olan Öteki, bir an içinde ken­di nesnesinin esintisini duyumsuyordu. -Dahası: Birbiriyle ilintisiz binlerce akış, dört bir yandan ge­lerek benim önümde, biçimin de ötesinde, bir sırala­nış düzenine geçiyordu. Her biri -olağanüstü, hafif dokunmuş-bir anlatıda tam kendi yerlerini bulan parçalar olarak içime işliyordu. Üstelik süreçler, sözcüklerin aracılığına başvurmadan, kendilerini anlatıyorlardı. Yorgunluğum sayesinde dünya ad­larından kurtulmuş ve büyümüştü. Bu konuda, Dil Ben'imin dünyayla kurduğu dört ayrı ilişki biçimi­ne dair bir resmim var: Birinci resimde sessizim, sü­reçlerden acıyla koparılmış İkincisinde dışardan gelen sesler karmaşası, konuşma içime işliyor, an­cak ben bu sırada, en fazla bir çığlık atabilir durum­da, hala sessizim üçüncüsünde iradem dışında, cümle cümle anlatmaya başlayarak nihayet hayat geliyor içime; bu çoğunlukla belirli birine, bir çocu­ğa, dostlara yöneltilmiş bir anlatım ve nihayet, bu­güne dek en kalıcı biçimiyle o zamanki berrak ba­kışlı yorgunluğumda yaşadığım dördüncü resim­de, dünya susarak, hiçbir söz kullanmadan kendini anlatıyor; bana da şuradaki ağarmış saçlı izleyici komşuma da, oradan salınarak geçen muhteşem kadına da... Tüm barışçıl olaylar aynı zamanda bi­rer anlatıydılar ve önce bir ozana ya da vakanüvise gerek duyan kavgalar ve savaşların tersine bu anla­tılar, benim yorgun gözlerimde kendiliklerinden birbirlerine eklenerek destanlaşıyorlardı; üstelik, orada anladım ki ideal bir destandı bu: Uçucu dün­yanın resimleri birbirlerine tutunuyor ve biçim ka­zanıyorlardı.
İdeal mi ?
Evet, ideal: Her şey olması gerektiği gibi oluyordu çünkü. Sürekli yeni bir şeyler oluyordu ve hiçbiri fazla ya da eksik değildi Herşey bir destanda ol­ması gerektiği gibiydi; kendini anlatan insanlık tari­hi olarak kendini anlatan dünya, bu nasıl olabilirse öyleydi işte. Ütopik mi? Buradaki bir afişte "La utopia no existe" yazısını okudum. Çevrilirse, yok-yer yoktur, anlamına gelir. Bunu bir kez düşündüğün­de dünya tarihi yön değiştirmeye başlar. Benim o zamanki ütopik yorgunluğum ise kesinlikle bir yer çıkarttı ortaya, en azından o belirli yeri çıkarttı. Ora­da yer duygusunu her zamankinden daha çok his­settim. Oraya yeni gelmiş olduğum halde yorgun­luğum sayesinde yerin kokusunu almış, uzun za­mandır orada yerleşmiş gibiydim. -Ve sonraki yılla­rın benzer yorgunluklarında oraya birçok başka yerler de eklendi. Öyle zamanlarda yabancıların, bir yabancı olan beni kendilerine tanıdık geldiğim için ya da yalnızca öylesine selamlamaları ilginçtir. Edinburgh'da Vaftiz'i, Son Akşam Yemeği'ni ve benzer sahneleri nihayet doğru bir mesafeden gös­teren, Poussin'in "Yedi Kutsama"sını saatlerce izle­dikten sonra, harika yorgunluğumla oturduğum ve kendimden emin tavrımla -bu yorgunluğun bir par­çasıydı-bir istisna hizmet görmekten rahatsızlık duymadığım İtalyan lokantasındaki tüm garsonlar, sonunda beni daha önce bir kez gördüklerinde bir­leşmişlerdi. Üstelik hepsi de başka bir yerde: biri Santorini'de (ki hiç gitmemiştim oraya), diğeri bir yaz önce, bir sırt çantasıyla Garda gölü kıyısında -ne sırt çantası doğruydu ne de göl. Çocukların okul ka­panış şenliğinde geçen uykusuz bir gecenin ardın­dan Zürih'den Biel'e giden trende, Tour de Suisse'den dönen, tıpkı benim gibi sabahlamış bir kadın oturmuştu karşıma. Yarışın düzenlenmesine katı­lan bankası ona bisikletçilerle ilgilenme görevini vermişti orada: çiçekler vererek, zafer kürsüsüne çı­kanların yanaklarına öpücükler kondurarak... Yor­gunluk kadını öyle damdan düşercesine konuştu­ruyordu ki, birbirimiz hakkında ki her şeyi zaten bi­liyorduk sanki. Ardarda iki yarış kazanan bir bisik­letçi, ikinci seferinde öpülürken onu tanımamıştı bi­le; yaptıkları sporla öylesine doluymuş kafaları. Bu­nu neşe içinde, saygı duyarak, düş kırıklığı göster­meden anlatmıştı. Şimdi de uyumayacaktı zaten, çok açtı ve Biel'de kız arkadaşıyla birlikte öğle ye­meği yiyecekti -şimdi bunu düşünürken, dünyayı tanıdık kılan o yorgunluğun başka bir nedeni daha aydınlanıyor kafamda: bir tür açlık duygusu. Tok­luğun yorgunluğu böyle bir şeyi başaramaz. Hammet'in "Sırça Anahtar" ındaki genç kadın Sam Spade'e, kendini Spade'le birlikte gördüğü düşünü an­latırken, "aç ve yorgunduk" diyordu: Onları daha sonra da biraraya getiren şey bu açlık ve yorgunluk­tu. Olduğu yere çöküp kalmış yorguna, hep koca­man açılmış gözleriyle beklenti içinde yönelen ço­cukların ve diğer yorgunların yanısıra, budalaların ve hayvanların da bu türden yorgunluklara karşı özel bir zaafı var gibi gelir bana. Birkaç gün önce bu­rada, Linares'de yanındakinin elinden tutmuş, dal­gın bir tavırla hoplaya zıplaya gezinen bir budala, kağıtlarla boğuşarak geçirdiğim öğle öncesi ve son­rasının ardından banktaki oturuşum karşısında şaş­kınlığa kapıldı, sanki orada kendisi gibi, hatta daha da şaşırtıcı birini görüyordu. Bana bakarken mongoloidin yalnızca gözleri değil, bütün suratı parladı, hatta olduğu yerde durdu ve yoluna devam etmesi için düpedüz çekiştirilmesi gerekti -bir bakış onun gibi birini algıladığı ve ona değer verdiği için yü­zünde katışıksız bir haz ifadesi. Ve bu ilk kez olmu­yordu: Avrupalısı, Arabi, Japon’uyla, yeryüzünün tüm budalaları, kendilerini sergiledikleri oyunu her yerde çocuksu bir coşkuyla sahnelerken yorgunluk budalasının bakış alanına çoktan girmişler­dir. Bir çalışma ve ağaçsız bir Friulan vadisi boyun­ca uzun bir yürüyüşten sonra, "iliklerime kadar yo­rulmuş" bir halde Medea adlı köyün yakınlarındaki bir orman kıyısından geçiyordum. Orada otların üzerinde bir ördek çifti, bir karaca ve bir tavşan yanyana oturmaktaydılar ve ortaya çıkışım sırasın­da da, ilk kaçma hareketlerinin ardından dinginlik­lerini sürdürdüler; ot yolarak, yemlenerek, paytak paytak dolanarak . -Katalonya'daki Poblet manastı­rı yakınında, anayol üzerinde iki köpek çıkmıştı karşıma, biri büyük, diğeri daha küçük -babayla oğul gibi. Bazen peşim sıra bazen de önüme geçerek benimle birlikte yürümeye başlamışlardı. Öyle yor­gundum ki, her zamanki köpek korkum hissettirmemişti kendini. Üstelik, diye geçirmiştim aklım­dan, bu çevrede o kadar çok dolaştım ki, kokuları çoktan üzerime sinmiştir; bu köpeklere tanıdık geli­yor olmalıyım. Köpekler gerçekten de oynamaya başlamışlardı: "baba" çevremde dönerken "oğlu" da onun peşinde, bacaklarımın arasından geçerek. Evet, diye düşünmüştüm, doğru bir insani yorgun­luk resmi bu: Açıyor, geçilir kılıyor, şu hayvanlar da dahil, tüm yaratıkların destanına geçit veriyor. Ama burada bir ekleme yapmanın yeri geldi belki: Linares'in hemen dışındaki, her gün gittiğim moloz ve papatya bozkırında insanlarla hayvanlar arasın­da geçen çok farklı olayların da tanığı oldum. Bun­lara ilişkin, yalnızca kısa değinmeler: Orada, uzaktaki yıkıntıların ya da taş blokların gölgesinde dinlenmek istermiş gibi oturanlar, gerçekteyse pu­suda duranlar, çevrede, moloza sokulmuş ince so­paların ucunda sallanan küçük kafeslerden bir kur­şun atımı uzaktalar; kafeslerin içinde, çırpındıkça kafesleri daha da çok sallayan küçük kuşlara nere­deyse hiç yer yok; büyük kuşlar için canlı yemler bunlar (oysa kartalın gölgesi tuzaklardan çok uzak­ta; önümdeki kağıdı okşayarak uçarken benim ya­kınlarımda; paskalya öncesi yas haftasında İspanya inler ve uğuldarken açık havada çalıştığım, kurşun ocağı yıkıntılarının yanındaki sessiz ve ürpertici okaliptüs korusunun yakınlarında); ya da güneşin batışından sonra, neşesinden kabına sığamamışcasına çingene mahallesinden taşarak, çevrelerinde oynaşan çevik ve asil görünümlü köpekle çayırlığa doluşan çocuklar; biraz sonra bir yarı-yetişkinin sahnelediği gösterinin izleyicileri olarak kendile­rinden geçen çocukların bağırışmaları altında bir tavşanın savana salınması ve arkasından köpeğin fırlaması, zikzaklar çizerek koşan tavşanın kısa sü­rede yakalanması, köpeğin tavşanı ensesinden ısır­ması, önce bir oyun gibi yere bırakması, yeniden ka­çan tavşanın bu kez daha da kısa sürede enselenme­si, köpeğin ağzında hızla yukarı kaldırılıp iki yana silkelenmesi, dişlerinin arasındaki ganimetle birlik­te köpeğin -tavşanın çığlığını peşinden sürükleye­rek tarlanın bir ucundan öbür ucuna koşturmasın­dan oluşan bir gösteri, çocuk sürüsünün yeniden mahalleye girişiyle gösterinin kapanışı; köpek, baş­ta yürüyen kişinin yukarı kaldırdığı eline doğru sıç­ramakta, bu el tarafından kulaklarından kavranmış tavşan sallanmakta, patiler sarkmış, kana bulan­mış, batan güneşe karşı yürüyen kolun en önündeki küçük gövdesi hala biraz seğirmekte ve çocukların kafalarının üzerinden profili görülen yüzü, çaresiz­liği ve terkedilmişliğiyle, tüm hayvanların ya da in­sanların yüzünden daha yüce; -ya da daha dün, yazmakta olduğum okaliptüs korusundan kente dönerken rastladığım yeniyetmeler: zeytinliklerin oradaki duvarın kenarında, ellerindeki zeytin dal­ları ve kamış sopalarla haykırarak ileri geri fırlayan, taşları tekmeleyerek çevreye saçan yeniyetmeler; bir taşın altındayken, şimdi ansızın güneşin altında korunaksız kalan, kıvrılmış, uzun ve kaim bir yılan, önce kafasını hızla oynatmak ve dilini çıkarmak dı­şında hiç hareket etmeyen -kış uykusunun ağırlığı mı hâlâ?-, ama sonra dört yandan inen sopaların vı­zıltısı, parçalanırken sert bir darbe indiren kamış ve hâlâ uluyarak ileri geri sıçrayan kart çocukların (kendimi de onlarla beraber hatırlıyorum) yarattığı patırtıda nihayet dikelen yılan; olabildiğince yükse­lirken aynı zamanda acınılacak bir durumda, saldır­mak üzere değil, hatta tehditkâr bile olmadan, yal­nızca doğuştan gelen yılan davranışıyla ürkütücü boynunu gösterip, öylece dikilmişken, profilden, ezilmiş başı ve ağzından sızan kanla, şimdi atılan taşların altında ansızın olduğu yere yığılarak, tavşa­nı andıran yılan; üzerine alışılmış insan ve hayvan şekilleri işlenmiş bir perde açılırken, sahnenin de­rinliklerinden kısacık bir an için görünen, etkileyici bir şekil gibi, üçüncü bir şekil: -Ama o birleştiren  yorgunlukların bana anlattıkları, içimde, doğal bir geriye dönüş gibi -durmaksızın daha da gerilere gi­derek o destansı soluğu yaratırlarken, hiçbir şey anlatmayan, olsa olsa kanıtlayan bu dehşet sahnele­rini, her şeye rağmen aktarmak için bu inat nereden geliyor?
Ama bunları yalnızca kaydetmek istediğin halde, bunu yaparken isteğine karşın neredeyse anlatma­ya başlaman ve bu anlatının yüklem biçimini, -di'li geçmiş zamanı, kasıtlı olarak, ancak bir hile yardı­mıyla engellemen, bunların yalnızca dehşet sahne­leri olmadığını göstermiyor mu?
Üstelik dehşet be­timlemesinin, ne kadar barışçıl olursa olsun, şu se­nin yorgunluk destanının olaylarına göre daha gör­sel, veya en azından daha etkili olduğunu anlamı­yor musun ?
Ama ben etkili olmak istemiyorum zaten. İstediğim -resimlerle bile olsa-kandırmak değil. Herkese, ala­bildiğine kendine özgü, anlatan yorgunluklarını hatırlatmak istiyorum. Ve bu yorgunluklar dene­menin sonunda görsellik de kazanacak; belki de bi­raz sonra, gerektiği kadar yorulduğum zaman...
Peki, anekdotlarının ve bölük pörçük anlatılarının ötesinde, saf yorgunluğun aslı, özü nedir öyleyse ?
Nasıl bir etki yapar?
Onunla ne yapılabilir ?
Yorgun kişiye bir edim olanağı tanır mı bu yorgunluk?
Yorgunluğun kendisi, olası en yetkin edimdir za­ten. Onunla bir şey yapılması gerekmez, çünkü yor­gunluk, kendinde bir başlangıçtır, bir yapmadır "bir başlangıç yapmak" denir günlük dilde-. Yorgunluğun bir-başlangıç-yapması bir eğitimdir. Yor­gunluk öğretir -uygulanabilir. Ne eğitimi, diye so­ruyorsun şimdi. Eskiden, düşünce tarihinde bir "kendinde" şey tasarımı vardı; artık geçti, çünkü nesnenin kendisini hiçbir zaman kendinde göstere­meyeceği, yalnızca benimle ilişkisi içinde gösterebi­leceği düşünülüyor. Oysa sözünü ettiğim yorgun­luklar, benim için bu eski tasarımı yeniliyor ve anla­mına açıklık kazandırıyorlar. Dahası: Tasarımla be­raber idea'yı da veriyorlar. Dahası: Nesnenin idea'sında neredeyse elle tutulur bir yasaya doku­nabiliyorum: Nesne, kendini şu anda gösterdiği gi­bi olmakla kalmaz, aynı zamanda böyle olması ge­reklidir. Ve dahası: Nesne böylesi kökten yorgun­luklarda, hiçbir zaman yalnızca kendisi için görün­mez, daima öteki nesnelerle birlikte görülür. Sayıla­rı az bile olsa, sonunda herşey bir aradadır işte. "Şim­di köpek de havlıyor -işte herşey tamam!" Ve sonuç olarak: Böyle yorgunluklar paylaşılmak isterler.
Neden böyle filozofça?
Haklısın -belki de hâlâ yeterince yorgun olmadığım içindir-: Saf yorgunluk saati geldiğinde felsefi soru­lar kalmaz. Bu zaman aynı anda uzamdır, bu zaman-uzamı aynı anda tarihtir. Var olan aynı za­manda oluşur da. Öteki aynı zamanda ben'dir. Yor­gun gözlerimin altındaki şu iki çocuk:... ben olur. Ve ablanın küçük kardeşini, dükkanda kolundan çekerek sürüklemesi aynı zamanda bir anlam ifade eder ve bir değeri vardır ve hiçbir şey diğerinden daha değerli değildir -yorgun kişinin nabzına dü­şen yağmur damlası, ırmağın öte yakasında yürü­yenlerin görüntüsü kadar değerlidir ve böylesi hem iyi, hem de güzeldir ve böyle olmalıdır, bun­dan sonra da böyle olmalıdır ve en önemlisi, böylesi doğrudur. Ablanın yani benim, kardeşini yani beni kucağına alması; bu doğrudur. Ve yorgun bakışa, göreceli olan mutlak, parçaysa bütün olarak görü­nür.
Görsellik nerede kaldı?
Bu "Hepsi birlikte" durumu için bir resmim var: Ge­nellikle onyedinci yüzyıl Hollanda resmine özgü o çiçekli ölü doğalar; canlı gibi görünen çiçeklerin üzerinde, şurada bir böcek, burada bir salyangoz, orada bir arı, bir kelebek durur ve hiçbiri diğerleri­nin varlığından haberdar olmasa bile, bir bakışta, benim bakışımda hepsi biraraya gelirler.
Bilgiçlik taslamadan görselleştirmeyi deneyemez misin?
O halde, senin de bu arada yeterince yorulmuş ol­duğunu umalım. Benimle tarla yolunun kenarında­ki taş duvara otur, hatta daha iyisi, yola, üzerinde ot bitmiş ortadaki şeride çömel benimle birlikte. O "Her şey birarada!" nın haritası şu renkli yansımada nasıl da birdenbire kendini ele verir: Toprağa bu denli yakınken doğru mesafedeyiz demektir ve so­lucan uzunluğunda, çok eklemli, kumu oyan böce­ğin yanısıra, bir zeytini çekiştiren karıncaya, bakış­larımız altında önlem alarak tortop olan tesbih bö­ceğine ...
Görsel haber değil, anlatı!
Birkaç gün önce bu tarla yolunun tozunda bir köste­bek leşi, törensi bir yavaşlıkla hareket ediyordu, tıp­kı burada, Endülüs'te paskalya sırasında, sehpalar üzerinde sokaklardan geçirilen acı ve yas heykelleri gibi; leşi ters çevirdiğimde altından, altın pırıltıla­rıyla ilerleyen bir leş böcekleri kafilesi çıktı; ve geçti­ğimiz kış haftalarında, Pireneler'de, tıpkı buna ben­zer bir tarla yolunda, aynı şimdiki gibi çömelmiş, karın yağışını izlemiştim; lapa lapa yağan minik kar tanecikleri, yerdeyken açık renk kum tanecikle­rinden ayırd edilemiyor, ama erirlerken arkalarında birikintiler bırakıyorlardı, yağmur damlalarınkinden çok farklı, onlara göre çok daha geniş yüzey­li, daha düzensiz, ağır ağır toza bulanan koyu leke­ler; ve çocukluğumda, yerden yüksekliğim, şimdi çömelmiş olan bizim toprağa uzaklığımız kadar­ken, büyükbabamla Avusturya'daki, aynı buna benzer bir tarla yolunda şafak vakti yürümüştüm, ayaklarım çıplak, toprağa bu kadar yakın, ama toz­daki dağınık kraterlerden, tıpkı uzaydaki gibi uzak­tım; bu kraterler yaz yağmuru damlalarının bıraktı­ğı oyuklardı, hep yeniden hatırlanan ilk resmim.
Yorgunluğun etkisine ilişkin mesellerinde, nesne­lerin küçültülmüş ölçeklerinin yanısıra, nihayet bir' de insan ölçeği! Ama yorgun olan, neden hep yal­nızca sensin?
En tepelerdeki yorgunluklarım, bana aynı zamanda hep bizim yorgunluklarımız gibi gelirler. Karst'da, Dutovlje'de, gecenin geç saatlerinde yaşlı adamlar olurdu barda ve ben onlarla birlikte savaşta bulun­muştum: Yorgunluk, hakkında hiçbir şey bilmedik­lerimizin bile öyküsünü kurar. -Orada, ıslatılarak geriye taranmış saçları, çökmüş yüzleri, kırık tır­nakları ve temiz gömlekleriyle dikilen şu ikisi tarım işçileridir, labradores; bütün gün ıssızlıkta didin­miş ve şurada dikilen diğer herkesin tersine, bu kent barına uzun bir yolu teperek gelmişlerdir; tıpkı önündeki yemeği yalayıp yutan oradaki adam gibi; O da bir yabancıdır burada; memleketindeki firma­sı tarafından, Linares'deki Landrover fabrikasında montaj işine gönderilmiş, ailesinden de çok uzakta­dır; ya da ayaklarının dibindeki köpekle, hergün zeytinliklerin kıyısında duran yaşlı adam; ayağını bir daim çatalına dayayıp, ölmüş karısının yasını tu­tar orada. -İdeal yorguna "fantezi gelir"; ancak, söz­gelimi İncil'deki ya da Odisea'daki uyurlara gelen, belirgin fantezilerden farklıdır bu fantezi: saydam­dır: Yorgun kişiye, olup biteni gösterir-Ve artık, yorgunluğun son basamağına ilişkin fantezimi an­latmak için hâlâ yeterince yorulmadıysam eğer, o zaman pervasızlaşarak yapacağım bunu. Bu basa­makta yorgun Tanrı oturmaktaydı, yorgun ve güç­süz; ama yorgun halinde -yorgun bir insanın olabi­leceğinden de biraz daha yorgun-bakışıyla her yerde hazır ve nazırdı; nerede olursa olsun, dünyadaki olayların farkına vardığı ve içine girebildiği zaman, bir tür güç sahibi olabilecek bir bakıştı bu.
Basamaklara ilişkin bu kadar söz yeter! Bir kez ol­sun, yorgunluğu öylesine, geldiği gibi karmakarı­şık anlat!
Teşekkür ederim! Böyle bir karmaşa, şimdi bana da, sorunuma da uyar. -İşte: Zafer kazanana değil, yor­guna adanmış bir Pindar odu! Kutsal Ruh'u bekle­yen ayin topluluğunu, istisnasız tüm katılanlarıyla bir yorgunlar topluluğu olarak tasarlarım. Yorgun­luğun verdiği esin, ne yapılması gerektiğinden çok, nelerin bir kenara bırakılabileceğini söyler. Yor­gunluk: Bütün krallar düş görmeden uyurlarken, düş gören tek kralın parmağına dokunan melek. Sağlıklı yorgunluk -yalnızca bu bile bir dinlenme­dir. En yabanıl hayvanların çevresinde toplanabile­cekleri ve sonunda yorgunluğuna katılabilecekleri farklı bir Örfe olan bir yorgun. Yorgunluk dağınık kişiye ritmini verir. Philip Marlowe -bir özel dedek­tif daha-olaylarını çözerken, geçirdiği uykusuz ge­celer çoğaldıkça, daha iyi ve daha keskin zekalı olurdu. Nausikea'nın kalbini yorgun Odiseus ka­zanmıştı. Yorgunluk, seni hiçbir zaman olmadığın kadar gençleştirir. Daha az Ben’in daha çokluğu ola­rak yorgunluk. Yorgunluğun dinginliğinde her şey şaşırtır Şu şaşılacak kadar sakin adamın, o şaşıla­cak kadar sessiz Calle Cervantes’den geçerken kol­tuğunun altında taşıdığı kağıt tomarı ne kadar da şaşırtıcıdır! Yorgunluğun zirvesi: Bir keresinde, bir paskalya gecesi, köyün yaşlı erkekleri diriliş ayinin­de, kilisenin içindeki mezarın başına, mavi iş tu­lumları yerine parlak kumaştan kırmızı bir şalla, yüzüstü uzanmışlardı, enselerinin güneşten yan­mış derileri, ömür boyu sürmüş gerginliklerin so­nucu, toprak gibi çok-köşeli biçimler alarak çatla­mıştı; ölmekte olan büyükanne, sessiz yorgunlu­ğuyla tüm ev ahalisini, hatta kocasının saman alevi gibi parlayan, iflah olmaz öfkesini bile yatıştırmıştı; ve burada, Linares’de, her akşam barlara getirilen bir sürü çocuğun yoruluşunu izledim: Ne açgözlü­lük, ne de ellerindeki, her şeyi kapma hırsı kalıyor­du, sonunda, artık yalnızca oynuyorlardı. Ve tüm bunlardan sonra, yorgunluğun böyle derin resimle­rinde bile ayrılıkların hep sürdüğünü eklemeye ge­rek var mı?
İyi, güzel: Sorunun belirli bir görselliğe sahip oldu­ğu yadsınamaz (her ne kadar bu, gizemcilerin ya­rım yamalak gevelenen tipik görselliğinden öteye gidemese de). Ama bunlara benzer yorgunlukları nasıl yaratmalı şimdi?
Zorla uyanık kalarak mı?
Kı­talararası uçuşlar yaparak mı?
Zorlu yürüyüşlerle mi?
Herkülvari bir çalışmayla mı?
Ütopyan için bir reçeten var mı?
Tüm ahali için, tablet biçiminde uyanıklık dizginleyiciler ya da yorulmazlar ülke­sindeki içme suyu kaynaklarına karıştırılacak bir toz gibi?
Kendim için bile, bildiğim bir reçete yok. Yalnızca şunu biliyorum: Böyle yorgunluklar planlanamazlar, önceden hedeflenemezler. Ama hiçbir zaman nedensizce ortaya çıkmadıklarını, daima bir zah­metin ardından, bir geçiş, bir üstesinden-geliş sıra­sında geldiklerini de biliyorum. -Haydi, artık kalka­lım ve gidelim buradan, dışarıya, sokaklara; insan­ların arasına karışıp bakalım, acaba bu arada küçük bir ortak yorgunluk, oradan el sallayacak mı bize ve bakalım bugün neler anlatacak?
Ama tıpkı doğru sorular sormaya olduğu gibi, ger­çek yorgunluğa da yakışan kalkmak değil oturmak­tır, değil mi? Artık ağarmış saçlarına karşın hep te­laş içindeki oğlu tarafından sürüklenen o yaşlı kam­bur kadının, çay bahçesinde dediği gibi: "Ah, biraz daha oturalım !"
Evet, oturalım. Ama burada, bu ıssızlıkta, okalip­tüslerin uğultusunda tekbaşımıza değil, bulvarla­rın ve caddelerin kenarında, belki bir jukebox’in ya­kınında, izleyerek oturalım.
İspanya’da hiç jukebox yok ama.
Burada, Linares'de bir tane var; çok garip bir ta­ne...
Anlat!
Hayır. Bir başka sefere, jukebox [müzik kutusu, paralı müzik kutusu, otomatik plâkçalar ] üzerine bir dene­mede. Belki..
O halde, sokağa çıkmadan önce son bir yorgunluk resmi daha!
Peki. Bu, aynı zamanda insanlıkla ilgili olarak da son resmim: kozmik bir yorgunluk içinde, en son anda barışmış.

Ek
Savana yerleştirilmiş o küçük kuş kafesleri, kartallar için yem olarak konmamışlar. Böyle dörtlü bir kafes kümesinin ortasın­da oturan bir adam, sorum üzerine kuş ötüşünü açık havada duyabilmek için, kafesleri dışarıya, moloz örtülü tarlaya taşı­dığını anlattı; kafeslerin yanında, yerlere saplanmış zeytin dalları da, kartalları gökyüzünden çekmek için değil, isketele­rin ötmesi içinmiş.
İkinci Ek:
Yoksa isketeler, insanların, değişiklik olsun diye, arada bir pi­ke yaparken görmek istedikleri kartala doğru mu sıçrıyorlar öyle?
Linares, Endülüs, Mart 1989

Kaynak: Peter HANDKE, Yorgunluk Üzerine Deneme, Trc:  Cemal ENER, Nisan Yayınları, Birinci Basım Mayıs 1991, İstanbul

PETER HANDKE (6 Aralık 1942, Griffen, Avusturya) Avusturyalı romancı ve oyun yazarıdır. 12 yaşına kadar din ağırlıklı eğitim veren bir okulda okuyan Handke 1961 yılında Graz Üniversitesi Hukuk Fakültesine girdi ve ögrencilik yıllarında yazmaya başladı. İlk roman denemesi olan Die Hornissen Suhrkamp Yayınevi tarafından yayınladı.
1971 yılında annesi intihar etti. Kendisini çok etkileyen bu olayı Mutsuzluğa Doyum adlı romanına konu edindi. 1967'de Hauptmann ödülü'nü, 1973'te Büchner Ödülü'nü daha sonra da Kafka Ödülü'nü kazandı.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar