Print Friendly and PDF

YUGOSLAVYA DERSLERİ

Bunlarada Bakarsınız





Hzl: Teoman Alili
Gazeteci Teoman Alili, J.B. Tito'nun ölümünden sonra emperyalistlerin oyunlarıyla paramparça edilen Yugoslavya topraklarında yaşananları anlattığı bu kitabında alınması gereken dersleri önümüze koyuyor.
Makedonya'nın AB'ye uygun yeni pasaportu çok güzel, mikroçipli, rengi kırmızı, sayfaları kalın... Üsküp'ten çıktık ve 50 Km. yol yaptıktan sonra karşımıza otoban gişesi gibi bir yer çıktı. Meğer Makedonya-Sırbistan sınırıymış. Pasaportu verdim. Polis bana Slavca hoşgeldiniz deyip yine Slavca güle güle diyerek pasaportuma mühür vurdu. Biraz daha gittik Bosna'ya girdik yine pasaport, yine Slavca hoşgeldiniz, güle güle ve yine mühür. Ardından Hırvatistan, pasaport ve mühürler. Slovenya, pasaport ve mühürler... Eski Yugoslavya Federasyonu'ndan çıkana kadar sekiz mühür vurulmuştu. Slovenya'dan sonra ise artık AB'ye girdiğimiz için hiçbir yerde durmadan Hannover'e ulaştık. Yani AB kendi arasındaki sınırları kaldırmışken Yugoslavya'ya hudutlar koymuştu. Bu kitabı birgün Diyarbakır'dan Sivas'a, Sivas'tan Ankara'ya, Ankara'dan Bolu'ya, Bolu'dan Samsun veya Trabzon'a ya da İstanbul'da Fatih semtine girerken pasaport göstermek zorunda kalmayalım diye yazdım. Umarım "Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına, Türk milletine” hayırlı olur.
Bu kitabı sadece Teoman yazabilirdi... Bilgisi, yaşamışlığı ve içinde büyüttüğü acılarla karıp satırlara işledi...
TRT'de Sınırlar Arasında başlarken onunla tanışmış, ilk seya­hatim olan Makedonya temasları için yardım istemiştim. Tereddüt etmeden kabul etti ve o zaman hayatta olan babası Halil beyin yar­dımlarıyla Üsküp'de çekimler yaptık. Parçalanmış bir ülkenin par­çalarından birinin acıklı hal-i pür melalini anlattık.
Teoman Alili, 'fazla konuştuğu' için ülkesinden sürgün edildi!
Yugoslavya Dersleri'nde 'Siz hiç parçalandınız mı!' diye soru­yor. Bugün adı bile kalmayan bir ülkeden alınması gereken dersle­ri önümüze koyuyor. Bir şablon veriyor bize.. Yugoslavya'nın başı­na gelen emperyalizm için ’vaka-i adiye'!
***
1950-80 arasında Avrupa'nın en büyük ekonomilerinden biri Yugoslavya. Yatırımlar yatırımları takip ediyordu. Gelirleri sürekli artıyordu. Hem SSCB ile hem Bağlantısızlar Hareketi üyesi ülke­lerle ticareti vardı. Derken her şey tersine döndü... Batı'da eğitilmiş uzmanlar ortalığı kapladı.. Sinsice kurumlara el atmışlardı..
Dünyaya açılma programı uygulayacaklardı... Tito ölmüştü, Yu­goslavya, halkları tutkallayan liderini kaybetmişti... Önce fabrikalar kapandı, rüşvet yolsuzluk çılgınca arttı. İşsizler ordusundan lümpen­ler çıktı... Ardından etnik ve dini bölünme oyunu sahnelendi.
Sendikalar bölündü. Yabancı sermaye sendikal hareketi etnik olarak örgütleyecekti... 1990'da yargıya el konuldu.. Anayasa'yı Koruma Mahkemesi kaldırılacak, denetim Adalet Bakanlığı’nın olacaktı.
Her yanı CIA ajanları kapladı. Siyaset ve ekonomiyi yönlendir­dikleri gibi eğitime de el atmışlardı.. Yeni kuşaklar Soros kuşağı olacaklardı...
Medya tamamen ele geçirilecek, Yugoslavya yok olurken insan­lara 'pembe dizi' izletilecekti!
Ordu bu süreçte paramparça edildi. Paramiliter [Bir yarı askeri ya da paramiliter güç, işlev ve örgütlenme olarak askeri ancak düzensiz gönüllülerden oluşan devletçe desteklenen bir tür yapı. ] etnik gruplar oluşturuldu; sonra savaştırıldı... Önce Sırplar Hırvatlarla kapışacak sonra Bosna'ya saldırılacaktı.
Ayrılık 'Din' kullanılarak gerçekleştirildi. Bir referandumla Bos­na ayrılık karan aldı ardından katledildi. İşte bunun adı 'birbirine kırdırma' siyaseti!
Ve zamanı gelince, sahneye Birleşmiş Milletler çıktı. Önce kat­liamı seyrettiler sonra kendi oyunlarım sahnelediler.
Kılcal damar operasyonu Soros'un Çocukları'nca yönlendiril­di. Açık Toplum Vakfı, Otpor adlı örgütler süreci denetledi ve şe­killendirdi...
Akıl hocaları emekli Amerikan generalleriydi... 'Ordu köşesine çekilsin!' diyerek Yugoslavya Halk Ordusu'na karşı çıkanlar, Ame­rikan generallerinin esiri oldular!
Sonra, Yugoslavya'nın yerle bir edilmesinde kullanılan, bir za­manların genç liderleri yavaşça sahneden silindiler, işleri bitmişti. Bazıları bölünüp parçalanmış ülkenin bir parçasının başına atan­dı... Bazılarının cesetlerine kenar mahallelerde rastlandı.. Belki de sürecin sonunda, konuşmaya, neler olduğunu anlatmaya tevessül etmişlerdi...
Yugoslavya Derslerini en iyi Teoman Alili yazabilirdi... O, bu acılan ailesinin tüm fertleriyle yaşamış, olan biteni 'içinden' izle­mişti. Önce paramparça olmuştu Yugoslavya, bağrından 8 ülke çık­mıştı, sonra tarihe karışmıştı.. Ondan ders alanlar ve aldıkları dersi anlatanlar, Teoman gibi cezalandırılmışlardı...
Belgrad'ta bir genç 'hala Yugoslavya demek istiyorum!' dedi ba­na. Bayan Yugoslavya olarak bilinen opera sanatçısı Jadranka, 'Ar­tık kim olduğumu bilmiyorum!' demişti röportajda. Serebrenitza'nın bir işsizi 'Artık vatanım yok, adam bile hissetmiyorum ken­dimi, kastrat edildim sanki!' diye haykırmıştı kameraya...
Teoman, sürgünde, köklerinin olduğu 'yokedilmiş' bir ülkeden, doğduğu ve sürgün edildiği vatanına bir armağan yolluyor. İçi büyük acılar, derin bir hüzün ve çokça ders dolu bir armağan!
Teoman eline sağlık diyorum... Bu da geçecek, biliyorsun!
Banu AVAR
Kasım 2010
Sh:11-13
Siz hiç parçalandınız mı? Candan Erçetin'i dinlerken geldi aslında aklıma bu soru... Hani diyor ya bir şarkısında "Parçalandım ve her bir parçamı ayrı yere bıraktım." Belki duygusal bir şiirden çıkmış güzel bir müzik eseri, ama bugün karşı karşıya kaldığımız durumda referandumda "evet" mi "hayır" mı sorusunun önüne geçen soruyu aklıma getirdi. Esas soru "siz hiç parçalandınız mı?"
"Parçalanma" sadece bir sözcük mü yoksa Batı’nın, önceleri En­gizisyon mahkemeleriyle sisteme karşı çıkan kahramanlara fiziki uygulaması mı?
Ya da kahramanları yok edemeyince ülkeleri ve birlikte yaşayan halkların birbirine kırdırma politikası mı?
Mesela Britanya Krallığı'na karşı çıkan William Wallace nasıl öldürüldü?
Ya da İncillere göre Hz. İsa?
Sonra sömürgecilik döneminde ne ol­du?
İspanyol, İngiliz, Portekiz sömürgeleri ve nihayet şeytanın ül­kesi ABD... Nasıl kuruldular, kurulurken Kızılderilileri nasıl par­çaladılar? Büyük ağaçlarla inşa edilen kocaman ızgaralarda insanları pişirmediler mi? Ya da Kızılderili bebeklerini en uzağa kim ata­cak yarışlarını onlar yapmadı mı?
Üsküp'ten yazıyorum bu yazıyı ve yazarken aklıma hemşerim Mehmet Akif Ersoy geliyor... Evet haklısın hocam, "Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar." Onlar hep parçaladılar, daha iyi yönetmek ve sindirebilmek için. O yüzden hatırla Türkiye, ne demişti AB Komiseri Verhaugen: "Tür­kiye sindiremeyeceğimiz kadar büyük!"
Şimdi size parçalanmanın ne demek olduğunu madde madde anlatayım dostlar; çünkü ben parçalandım. Yugoslavya parça­landığında sülalemle birlikte gariplikler yaşadım ve parça­landım. Annem Makedon babam Türk... Annem Hıristiyan babam Müslüman... İşte bu yüzden Yugoslavya parçalandığında ben de parçalandım.
Ben bir Türküm; Türkiye'de doğdum, Türkiye'de eğitim aldım ve doğal olarak en kıymetli parçamı, beynimi anavatanıma, Türkiye'me adadım. Bu kitabı yazarken bedenime Türkiye yasak, ama beynim ANAVATAN'DA, Anavatanla... Kitabı okumanız kolaylaşsın diye parçalanma sonrası yaşanan süreci birkaç madde halinde dikkatinize sunmak istiyorum.
Irk olursun, artık millet değilsindir. Tartışır durursun Arnavutların kökeni mi daha eski, Slavlarınki mi diye? Elbette asla cevabını bulamazsın.
Köprü koyarlar arana, ama köprüyü koymadan önce duvarlar örülür. Büyük, kaim duvarlar... Görmeyesin diye ayrıldıklarını bir daha.
Eskiden tuttuğun takımı tutamazsın mesela. Çünkü öbür tarafta kalmıştır o takım. Mazallah öbür tarafın takımını tutarsan ırkına ihanetle suçlanırsın.
Yemeklerini bile izlemeye alırlar. Mesela öbür tarafta kalan­lardan birinin lokantasına gidersen, yandı gülüm keten helva. Hurma yesen, domuz derler yediğine.
Taksiye bindiğinde dikiz aynasına bakarsın. İşaret ararsın, şoför hangi taraftan diye...
Tokat yersin mesela durup dururken otobüste. Kin biriktirirsin, nasıl olsa kendi tarafına gideceksindir ve orada karşı taraftakilerin birine sen de tokat atacaksındır.
Gavurdur her iki taraf için diğer taraf.
Bayramları kutlarken karıştırırsın. Hangi bayram kimin diye sorarsın. O yüzden herkes kendi bayramını kutlar. Yani aslında delisindir artık, herkesin kendi bayramı vardır çünkü.
En önemlisi dostlar; parçalanmaya karşı çıkarsan seni ırkçılıkla suçlarlar. Oysa ırkçlığı mikromilliyetçilikle parçalayanlar yaratırlar.
Bu kitapla asli görevimi yerine getirmeye çalıştım. İlkokul, ortaokul ve liseyi Türkiye'de bitirdim. Üniversite için Yugoslavya'ya gittim. Yani Yugoslavya'da toplam yaşam sürem sadece dört yıldı. Üniversite bittikten sonra Yugoslavya toprak­larında yaşananları kendi vatanıma, Türkiye'ye anlatmam gerek­tiğini düşündüm. Annem ve babam Türkiye vatandaşı olmadığı için benim de henüz Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığım yok. Ancak Napolyon gibi düşünüyorum. Sormuşlar ya Napolyon'a "Korsikalısın, neden Fransız generali oldun" diye. Napolyon'un cevabı söyle: "Ben kendimi Fransız hissediyorum." Tabii aslında benim durumum Napolyon kadar kötü değil. Çünkü ben Makedonyalı ama Türk soylu bir babanın oğluyum.
Üniversite bittikten sonra önümde iki yol vardı. Birinci yol, en yüksek düzeyde diplomalı olduğum basketbol antrenörlüğü yap­mak ve ülkemin içine atılmak istendiği çukuru görmezden gelmek­ti. İkinci yol ise çalışma ve oturma iznini beklemeksizin derhal harekete geçmek ve sesimi duyuracağım bir kanal bulup Türkiye'nin Yugoslavya gibi parçalanmak istendiğini anlatmaktı.
Elbette her vatansever gibi ikinci yolu seçtim ve bana gazete­ciliği öğreten Aydınlık dergisinde gönüllü olarak haberler yapmaya başladım. Türkiye doğumlu ve Türk soylu olarak gönüllü biçimde bir yerde çalışmamın ve üstelik bu çalışmayı tamamen Türkiye'nin yararına yapacak olmamın bir izin gerektirmediğini düşündüm. Öyle ya, memleketi savunmak için izin mi alacaktım?
Hemen işbaşı yaptım. Süreç içinde gördüm ki artık sadece ben ve Aydınlık dergisinin başyazarı Doğu Perinçek değil, eski Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'den dönemin Genelkurmay Başkam Orgeneral İlker Başbuğ'a kadar pek çok kişi Türkiye'nin Yugoslavyalaştırılmak istendiğinden söz ediyor. Hatta bazıları Kosova örneğinden yola çıkarak özerklik tartışmalarını gündeme getiriyor. Gerçi Kosova örneği özerklik için değil Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin uluslararası alanda tanıtılması için örnek ola­bilir, ama maalesef bazıları Türkiye lehine değil ABD lehine düşünmeye alışmış. Bu kitapta Kosova meselesinin Türkiye lehine nasıl kullanılabileceğini ve Kosova'nın gerçek statüsünü de bula­caksınız.
Yugoslavya meselesi biraz karmaşık ama sizlere fazla yorum katmadan başlıklar halinde meseleyi anlatmaya çalışacağım. Umarım bu kitap "Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türkiye halkına, Türk milletine" hayırlı olur.
Teoman Alili
Eylül 2010
Sh: 15-18

Yugoslavya federal bir devlet olarak kuruldu. Bazı iddialara göre, ülke kurulurken Tito parçalanma ihtimalini biliyordu. Zaten Mareşal ülkesinin parçalanma ihtimaliyle ilgili bazı konuşmalar yapmıştı.
Ancak Yugoslavya'nın parçalanma süreci Türkiye'de yaşayan bazı insanlara görevler yüklüyor. Bunlar, Yugoslavya'dan ülkemize göç etmiş olan ya da akrabaları Yugoslavya'da yaşayan ve hâlâ onlarla irtibatı olan insanlar. Onlar Yugoslavya'nın parçalanması sürecinde yaşananları Türkiye'de anlatmalı. Tabii Yugoslav göç­menlerinin kafalarındaki bazı putları da yıkmaları gerekiyor. Yugoslav göçmenleri ağırlıklı olarak Boşnak ve Arnavutlardan oluşuyor. Elbette Türk kökenliler de var. Onlar çok haklı olarak Sırp çetelerin yaptıklarını kafalarından silemiyorlar.
Vahşi yöntemlerle insanları öldüren ya da yurtsuz bırakan Sırp ve Hırvat aşın milliyetçi çeteleri, Yugoslavya'nın bölünmesine hizmet ettiler. Acı olan bu hizmetin "vatanseverlik" adına yapılıyor olmasıydı. Hırvatlar ayrılık için vahşet uygularken Sırp milliyetçi­lerin büyük çoğunluğu sözde "birlik" için mücadele ediyorlardı. Amerika Sırpları önce kışkırtıp sonra düşman olarak gösterdi. Hırvatların arkasında ise herkesin çok iyi bildiği gibi Almanlar vardı. Amerikan yönetimi açık biçimde özel bir ekiple Yugoslavya’nın parçalanma sürecine dahil oldu. ABD daha çok Bosna ve Kosova'da aktifti. Almanlar ise Sloven ve Hırvat aşırı milliyetçiliğini kaşıdı. Herkes biliyor, dönemin Almanya Dışişleri Bakanı Hans Ditricht Genscher, Hırvat ve Sırp milliyetçileri Almanya'ya götürdü. 1980'li yılların başında Almanya'da bulunan gruplar, daha sonra çatışan çeteler olarak Yugoslav topraklarına geri döndüler. Hırvat Uztaşi çeteleri ile Sırp Çetnikler Almanya'dan gelip Yugoslavya'yı kan gölüne çevirmeye karar verdiler.
Amerikan yönetimi Yugoslavya’nın parçalanması için "Yeni Dünya Düzeni" adını verdiği projeyi hızla uyguluyordu.
Yugoslavya Komünist Partisi 6. Kongresi bir dönüm noktası oldu ve parti Sırbistan Sosyalist Partisi adını alarak tamamen sosyal demokrat kimliğe büründü. Parti önderliği açıkça sosyal demokrat bir parti olduklarını açıklıyordu. Parti'nin Yugoslavya içsavaşı sırasındaki en büyük müttefiki ise aşın Sırp milliyetçisi Vöjislav Şeşel'in Sırp Radikal Partisi'ydi. Sırbistan Sosyalist Partisi, ayağı ülke topraklarına basan ve aslında doğal müttefiki olan "Özyönetim Hareketi"ni dışladı hatta kendi içindeki özyönetimcileri eritmeye başladı. Sözde milliyetçi parti ile sosyal demokrat Sırbistan Sosyalist Partisi ittifakı, ülkenin parçalanma sürecini hızlandırdı. Milliyetçiler Bosna ve Kosova'da çeteler kanalıyla katliamlar yaparak Yugoslavya’nın bağımsızlık davasını haksız konuma düşürürken, çatışmalara örtülü destek veren Yugoslav Sosyal Demokratlar Birliği'ni zedeleyici hamleler yapıyor ve Tito'nun "Kardeşlik-Birlik" adını verdiği temel politikayı reddediyordu.
Şimdi burada ilahi denebilecek tesadüfü aktaralım. Yugoslavya'da vatansever olduğunu söyleyen kuvvetler dahi "Kardeşlik-Birlik" politikasını reddetmişti. İşçi Partisi'nin Diyarbakır mitinginin adı da "Kardeşlik-Birlik Mitingi" idi. Yani her iki ülkede de sorunların çözümü iki sihirli kelimede gizli: "Kardeşlik, Birlik". Oysa Türkiye'de de kendisini milli olarak tanımlayan bazı güçler, İşçi Partisi'nin Diyarbakır'daki "Kardeşlik- Birlik" mitingini köstekleyen hamleler yapmıştı. İlahi bir rastlantı mı acba?
Takvim yaprakları 1980'leri gösterirken, Türkiye'de ve Yugoslavya'da Amerika ile yakın ilişkisi olan iki isim siyasi gün­deme oturdu. Bunlar Wisconsin Üniversitesi'nin "Yeni Dünya" isimli seminerlerine katılmış olan iki ekonomistti. Biri Yugoslavya Komünist Partisi'nin liberal kanadı olarak bilinen "Genç Seslerin" lideri Ante Markoviç, diğeri ise hepimizin çok iyi tanıdığı Turgut Özal idi. "Büyük bir tesadüf sonucu" bu iki kişi aynı yıllarda ülkelerinde başbakan oldular.
Türkler Özal döneminde serbest piyasa ekonomisiyle, Yugoslavlar da ilk kez Batı'dan alman borçlarla tanıştılar. Markoviç ve Özal, "dünyaya açılma" adı altında ülkelerini hızla Batı'nın her türlü müdahalesine açık hale getirdiler. Türkiye ve Yugoslavya'ya yönelik oyunlar hiç hız kesmedi. 1990'lı yıllarda Sovyetler Birliği ve Sovyet kontrolü altındaki sosyalist devletler dağılırken, Yugoslavya bir içsavaşın eşiğine geldi. O günlerde Yugoslavya'nın kurucu partisi özyönetimi reddediyor ve yerine sosyal demokrat bir yapı benimsiyordu. Aym anda merkezinde Sırpların olduğu Slav milliyetçiliği ve Tito'nun yasakladığı isimlerden biri olan Vöjislav Şeşel güçleniyordu.
Bu kitabı yazarken Yugoslavya'da yaşayan çeşitli isimlerin görüşlerine de yer vermenin uygun olduğunu düşündüm. Yani bu kitap aslında sadece benim gözlemlerimi değil Yugoslavya'da yaşayan insanların yaşadıklarını da içeriyor.
Üsküp'teki Galeri Kahvesi daha çok Türklerin, Türk sosyalist­lerin gittiği bir kahve. Çarşının ortasındaki bir ara sokak içinde yer alan ve adından da anlaşılacağı gibi aynı zamanda bir resim galerisi olan, küçük şirin bir kıraathane. Kahvede öğrencilik yıllarımda evinde kaldığım Aki (Hakkı) Amca ve arkadaşlarını buldum. Eskiden sendikacı olan Aki Amca Türk televizyonlarını seyrettiğini, işçilere yapılan zulümden çok etkilendiğini söyledi. (Aki Amca'yı ziyaretim sırasında Tekel direnişi devam ediyordu.) Özelleştirme dediğimde Aki Amca Türkçe'nin güzelliğini kullandı: "Özelleştirme kelimesinden özeli çıkar geriye leştirme kalır, aslında leşleştirme kalır" dedi.
Yugoslavya'nın parçalanması sürecinde özelleştirmelerin rolü büyük. Aki Amca durumu şöyle özetliyor:
"Tito'nun özyönetim sistemi işçilerin çalıştıkları fabrikaların sahibi olması ilkesine dayanıyordu. Ancak Tito'nun ölümüyle bir­likte, özyönetimcilerin geri dönüş olarak tanımladığı fabrikaların işçi kontrolünden alınıp tamamen devlet kontrolüne verilmesi süre­ci yaşandı. Bu süreçte fabrikalar devlet eline geçti ve Ante Markoviç Yugoslavya’nın en önemli fabrikalarım, Slovenya'daki beyaz eşya devi Gorenje'yi, Makedonya'nın dev demir çelik fab­rikası Jelezara'yı yabancı ortaklıklara açtı. Markoviç açıkça pazar ekonomisine geçildiğini ilan ediyor, fabrikalarda çalışan işçilerin sayısının ihtiyaçtan fazla olduğunu öne sürüyordu. Markoviç yöne­timi, 1985'ten sonra sendikaların bütün direnişine rağmen işçileri işten çıkarmaya ve devlet eline geçen fabrikaları özel sektöre açmaya başladı. Bu süreçte işçilere maaşlarının yansı karşılığında çeşitli kamu kuruluşlarında çalışma hakkı verildi."
Tabii işçiler yapılan teklifleri anında reddetti. Tito döneminde çalıştıkları fabrikaların sahibi olan işçiler, bir anda yük olarak görülmeye başlandı. Grevler sürecine girildi, Yugoslavya'daki işçi hareketi yıllar boyunca sürdü. Tam bu noktada grevlerin neden başarıya ulaşmadığı sorusu gündeme geliyor. Sorunun cevabı asıl çarpıcı noktaya işaret ediyor:
İşçi hareketinin etkisini kırma görevini doğrudan Almanya ve ABD yürüttü. Makedonya’daki bira fabrikası Pivara'yı satın alan Coca Cola, kendine yakın bir sendika kurup, demokratik yapılanma adı altında etnik ayrımcılığı kışkırttı. Sendika içinde Makedon ve Arnavut işçiler bölgelerine göre ayrıldı. Alman yönetimi ise Hırvat ve Sloven işçi önderlerini Almanya'ya davet ederek, Sırp ve Boşnak işçilerden ayrı örgütlenmeleri gerektiği yönünde yıkıcı propaganda yaptı. Hırvatistan ve Slovenya'nın Yugoslavya sanay­isinin merkezi olduğu, ekonominin yükünün esas olarak bu bölgel­erde yaşayan işçilerin sırtına yüklendiği tezi işlendi. Kısa zamanda sendikalar etnik temelli bölündüler ve işçi mücadelesinde kördöğüşü dönemine geçildi.
Bugün Türkiye'de yaşanan süreçte Aydınlık yazarı Yıldırım Koç'un sürekli dikkat çektiği etnik sendikacılık tehdidi gözlerden kaçmamalı.
Sırbistan'da tüm yargı erki tek bir kuruma bağlı, o da Yüksek Mahkeme Konseyi ya da bazı çevirilere göre Yüksek Hakimler Konseyi. Yüksek Mahkeme Konseyi (YMK) 11 üyeden oluşuyor. Bu üyelerden altısı daimi hakimlerden, ikisi meclisin atadığı hukuk eğitimi almış olan kişilerden, kalan üçü ise Yüksek Temyiz Mahkemesi Başkanı'ndan, Adalet Bakanı'ndan ve Meclis Yargı Komite Başkanı'ndan oluşuyor. YMK, yargıda yegâne karar mercii. Tabii bu oluşum Sırbistan'da yeni yönetim kurul­duktan sonra gerçekleşti.
Yeni oluşuma kadar Sırbistan dâhil olmak üzere bütün Yugoslavya'da Anayasayı Koruma Mahkemesi en yüksek yargı kurumuydu. Mahkeme komünist dönemde de devlet başkanını "vatana ihanet" suçundan yargılama yetkisine sahipti. Yargının tam bağımsız olması ilke idi; Anayasayı Koruma Mahkemesi başkan ve üyelerinin Komünist Parti üyesi olmaması şartı vardı. Bir başka deyişle en yüksek yargı organının asla siyasi bağı yoktu.
Mahkemenin en dikkat çeken kararı, Boşnak lider Aliya İzzetbegoviç hakkında aldığı karardı. 1980'lerde Komünist Parti Aliya İzzetbegoviç'i Anayasayı değiştirme suçuyla yargıladı ve idam cezası verdi, ancak Anayasayı Koruma Mahkemesi kararı bozdu. 1990'dan hemen sonra Anayasayı Koruma Mahkemesi kaldırıldı ve denetim Adalet Bakanlığı'nın etkin olduğu kuruma verildi.
YMK, Sırbistan'da yargı mensuplarını rahatsız eden birçok eylemde bulundu. Bunlardan en önemlileri, 5 Haziran 2009'dan itibaren kamuoyundan gizli toplantılar yapmaları ve aldıkları kimi kararların gerekçelerini açıklamamalarıdır. Yarsav Başkanı Emine Ülker Tarhan'ın uyarıları, Türkiye'deki yargının da Sırbistan Yargısı'na benzetilmek istendiğini gösteriyor.
Sırp YMK'sının hakim ve savcıları rahatsız eden pek çok kararı var. 30 Haziran 2009'da alman kararla tüm hakimler seçime tabi tutulacaklar ve seçimi geçenler hakimliğe devam edecekti. 2009 sonuna kadar seçime katılmayanlar ise seçilemeyenlerle aynı muameleyi göreceklerdi. Öte yandan hakimlere neden seçilemedikleri açıklanmıyor, hatta seçilemeyenler listesi bile hazırlanmıyordu. Sırbistan Hakimler Birliği, yargı reformuna karşı ciddi itirazlarda bulundu ve tekrar seçilemeyenleri, neden seçilemedikleri açıklanıp onlara savunma hakkı tanınana kadar bünyesinde tutmaya karar verdi.
Sırbistan'daki yargının bu durumu AB raporuna da yansıdı. Bu rapora göre, son reformlar yargının gücünü kırıyor ve yargıyı poli­tik etkilenimlere açık hale getiriyordu. Seçimin bu kadar çabuk yapılmak istenmesinin (2009 sonuna kadar), uzun vadede yargıyı siyasallaştıracağı, yargının bağımsızlığını, saygınlığını ve işleyişini etkileyeceği ifade ediliyordu.
Aslında bu bir tasfiye operasyonuydu. Amerikancı darbe yargıya yumruğunu indirmişti. Önce yargıçları seçime tabi tuttu. Soma seçim hakkında hiçbir açıklama yapmadan kazananları ve kaybedenleri açıkladı. Kaybedenler iktidara rağmen hukuka bağlı kalan yargıçlardı.
Miloşeviç’in CIA Ajanı İstihbarat Şefi Rudolf Hiero ve CIA'ya Çalışan Genelkurmay Başkanı
Ajanlık faaliyeti yürüten güçler, 1985 yılından itibaren özellik­le Belgrad ve Zagreb'te harekete geçtiler. 1992'de ise isimleri açığa çıkmıştı. Bunlardan biri Rudolf Hiero isimli İspanyol kökenli bir ABD ajanıydı. "Mladost za sutra" ("yarın için gençlik" ya da "yarının gençliği") isimli kuruluş 1987 yılında kurulmuş ve üniversite ya da lise eğitimi gören gençlere burs veren bir merkez halini almıştı.
Kuruluşun en büyük destekçisi "Şili kahramanı Allende'nin yakın arkadaşı" olarak öne çıkarılan Rudolf Hiero'ydu. Hiero, çok yüksek miktarda bağışlarla kuruluşu ayakta tutuyor ve Allende'nin yakınında bir isim olarak bilindiği için, her yere sızmayı başarıyordu. Özellikle sol örgütler Hiero'ya kapılanın sonuna kadar açmıştı. Hatta Politika gazetesi Hiero'yu Yugoslavya'ya destek olan yabancı kahraman diye tanıtarak fahri vatandaşlık ver­ilmesini önermişti.
Politika’nın önerisi Miloşeviç yönetimi tarafından kabul edildi. Hiero bu sayede çok önemli toplantılara katılabilen bir yabancı olarak faaliyetlerini sürdürdü. Ancak zaman içinde Hiero'nun Allende'nin değil, Richard Holbrooke'un yakın çalışma arkadaşı olduğu ortaya çıktı. Halen ABD Dışişleri Bakanlığı'nın üst düzey yöneticilerinden olan Holbrooke, o günlerde bakanlığın Balkan İşleri Bürosu'nda görev yapıyordu. Hiero’nun Holbrooke'la yaptığı görüşmelerin kayıtlan Republika gazetesi tarafından yayınlanınca ABD ajanı açığa çıktı ve ajanlık yaptığım itiraf etti. Ne var ki Hiero'nun ajan olduğu ancak 1998 yılında ortaya çıkabilmişti.
CIA’nın Lahey'de Yargılanan Adamını Kurtarma Operasyonu
Yugoslavya'da CIA o kadar üst düzeye sızdı ki akıl sınırlan zorlanır. Hollanda'nın Lahey kentinde eski Yugoslavya için kuru­lan savaş suçlan mahkemesinde yargılanmakta olan Sırbistan isti­hbarat servisinin eski şefi Jovica Stanişiç'in CIA ajanı olduğu ortaya çıktı. Sırp basını, Amerikan kaynaklarına dayanarak, Stanişiç'in 90'lı yıllarda CIA'nın Belgrad'daki önemli ajanlarından biri olduğunu yazdı. Lahey'deki mahkemeye, eski istihbarat şefinin CIA'ya hizmetini kanıtlayan bir belge sunulduğu ifade edildi. Belgeye göre, Stanişiç, eski Devlet Başkanı Slobodan Miloşeviç'in gizli emirleri, savaş döneminde esir alman askerlerin tutulduğu yerler ve Bosna'daki askeri üsler konularında ABD'ye önemli bilgiler verdi.
CIA yetkililerinin söz konusu belgeyi mahkemeye verirken yargılama sürecini etkilemek istemediklerini, ancak mahkemenin sanığın yaptığı "iyi işler" hakkında da bilgi sahibi olması gerektiğini kaydettikleri belirtildi. Haberlere göre, Stanişiç savaştan sonra da ABD ile işbirliğini sürdürdü.
Ve Momçilo Perişiç
Açığa çıkan üç CIA ajanı içinde en önemli olanı Momçilo Perişiç'ti. Perişiç, Yugoslavya içsavaşı sırasında bir dönem Genelkurmay Başkanlığı, NATO bombardımanı sırasında ise Başbakan Yardımcılığı görevini yürütüyordu.
Perişiç, 2002 yılında bir cafede suçüstü yakalandı. Eski Genelkurmay Başkanı ve Başbakan Yardımcısı CIA ajanlarıyla görüntülendi. Yugoslavya askeri istihbaratı takip altına aldığı Perişiç'i dört CIA ajanına bazı dosyalar verirken görüntüledi. Görüntülerde dosyalan alan CIA ajanı hemen kazağının altına saklıyordu. Perişiç ve ajanlar hemen oracıkta gözaltına alındı. CIA ajanları sınırdışı edilirken Perişiç yargılandı ve halen Belgrad askeri hapishanesinde tutuklu bulunuyor.
Yugoslavya'nın parçalanması iki aşamada gerçekleşti. İlk olarak, 1990 ile 1992 yıllan arasında Yugoslavya Sosyalist Federal Halk Cumhuriyeti'ni oluşturan Slovenya, Hırvatistan, Bosna- Hersek ve Makedonya, sırasıyla Federasyondan ayrıldı. Arkasından Sırbistan ve Karadağ cumhuriyetleri ayrıldı. Bu ayrılmayla Yugoslavya ismi tarihe karışmış oldu.
Ayrılmalar sırasında ordu da bölündü. Yugoslav ordusu içinde Suplar Çentik, Hırvatlar Uztaşi, Boşnaklar Genç Müslümanlar, Makedonlar Komiti, Arnavutlar UÇK gibi birimler oluşturdular. Arnavut ayrılıkçılarının UÇK'sı en gizli kapaklı çalışandı ama diğerleri bağlı subayların isimlerini bile açıkça dile getiriyorlardı.
Ordunun etkisiz hale getirilmesi için ilk hamlelerin yapıldığı dönemde, Federasyon değerlerinin sıradanlaştırıldığı ve ordu komutanlarının ayrılıkçı subaylarla görüşmeler yaptığı biliniyordu. Bütün bunlar sıradan bir durummuş gibi gösterilirken, bir yandan da subaylar hücre evleri oluşturuyordu. Bu evler aslında birer cephanelik olarak kullanılıyordu. Gerçek vatanseverlerden bazıları da bu dış güç hizmetkârlarının oyununa geliyorlardı. Tabii bazı sivil toplum kuruluşları da oyunun bir parçası olarak çalışıyordu. Bu sayede çok sayıda paramiliter grup oluştu ve bu grupların içinde bazı subaylar görev aldı.
1991 yılı Yugoslavya için sonun başlangıcı oldu. Slovenya’nın federasyondan ayrılmasının ardından asıl korkulan şey oldu ve Alınanlardan açık destek alan Hırvatlar bağımsızlık ilan etti. Federal güçler, bağımsızlık ilan eden Hırvatlara karşı topyekûn savaşa girişti. Yugoslav gemileri denizden Hırvatistan’daki hede­fleri bombalarken, Hırvat kuvvetleri federal kışlaları kuşatma altına aldılar, erzak teminini engellediler. Kuşatma altındaki askerler çevredeki bölgeleri rastgele bombardımana tabi tuttular. 1991'de Sırplar, Hırvat nüfusunun sekizde birini oluşturuyordu. Aym anda Sırp paramiliter güçler yani Çetnikler de kitlesel imhaya başladılar. Ocak 1992'de Birleşmiş Milletler'in (BM) gözetiminde bir ateşkes imzalandı. Fakat bundan önce 10 binden fazla insan ölmüş, 14 anlaşma da bozulmuştu.
Barış süreci devam ederken Sırplar Krajina adı altında kendi cumhuriyetlerini kurdular. Fakat bu topraklar 1991'de ellerinden çıktı. Temmuz 1992'den sonra Dubrovnik'in Sırp paramiliterler tarafından üç yıl top ateşine tutulması, banş çabalarını fiyaskoyla sonuçlandırdı. 1 Mayıs 1995’te Hırvatlar Batı Slavenya'nın bir böl­gesine saldırdılar ve oradaki 2 bin kişiyi öldürdüler, 30 binden fazla Sırp'ı sınır dışı ettiler. Sırplar, Zagreb'e, kentin tam merkezinde bir kaç kişinin ölmesine yol açan güdümlü mermiler göndererek karşılık verdi. Savaş Sırpların geri çekilmesi ve diğer ülkelerin de araya girmesiyle barışla sonlandı. Hırvatistan bağımsızlığını ilan etti.
Savaşın en kritik bölümünü Krajina bölgesinde yaşanan olaylar oluşturdu. Krajina'da Sırp ve Hırvatlar aynı ordu içinde bölündüler ve kışlalar arası savaş başladı. Yugoslav Halk Ordusu'na ait kışlalarda iki güç birbirine saldırıyordu. Kışlaların bir bölümü Hırvatların bir bölümü Sırpların eline geçmişti.
Kışla savaşları devam ederken Yugoslavya Milli Basketbol takımı Hırvat Drazen Petroviç ve Sırp Vlade Divaç'ın yıldızlaştığı dünya şampiyonasında son kez SSCB'yi yenip dünya şampiyonu oluyordu. Ancak final maçından sonra Sırp oyuncular bir yerde, Hırvat oyuncular bir başka yerde seviniyorlardı. Ordu bölünmüştü evet, ama dünya şampiyonu basketbol takımı da bölünmüştü. Hırvat oyuncular damalı Dalmaçya bayrakları sallarken Sırplar Yugoslav bayrağı sallıyordu. Neyse ki Drazen Petroviç eline bir Tito resmi alarak bütün takımı orta alanda toplamış ve büyük bir kaosun yaşanmasını engellemişti.
Ancak Yugoslavya birliği artık sona eriyordu; kışla savaşları sırasında sivillerin de dahil olduğu 2324 kişi hayatım kaybetmişti. Ordunun bölünmesinin en net görüntüsü burada yaşandı. Sonuçta Federasyon ordusu BM güçlerinin devreye girmesiyle geri çekildi ve Yugoslavya içinden aynlan ikinci cumhuriyet de resmen ortaya çıktı: Hırvatistan...
Sosyalist bir devlet olan Yugoslavya'nın ordusu da Jugoslavenska Narodna Armija yani Yugoslav Halk Ordusu adını taşıyordu. Buna bağlı olarak Pavkoviç-Perosoviç İkilisi halka dayalı bir savunma planı hazırlamış ve halkı örgütleyen bir sistem üzerinde çalışmaya başlamıştı. Ordu içinde etnik temele dayalı yapılar oluşmuştu. Ordu Sırplar, Hırvatlar, Slovenler, Makedonlar ve Amavutlar arasında bölünmüştü.
Miloşeviç yönetimi Pavkoviç-Perosoviç sisteminden çok Sırp milliyetçisi Vojislav Sesel’le anlaşarak terör karşıtı paramiliter ekipler oluşturmayı tercih etti. Perosoviç bir süre soma öldürüldü. Paramiliter güçler kuvvetlendi. Bu güçler özellikle polis içinde örgütlendiler. Tam bu noktada Arkan ismi parladı. Arkan tam aranan adamdı. Yugoslav toplum polisi ve terörle mücadele birimi içinde önemli bağlantıları vardı; üstelik Kızılyıldız taraftarlarını kontrolü altında tutabiliyordu.
Bosna ve Kosova katliamlarının baş sorumluları Batı tarafından hep korundu. Örnek mi: Radovan Karadziç'in Krajina'daki Sırp köyünde Kadina deresi yakınlarında Ratko Mladiç'le birlikte yaşadığını herkes biliyordu, ama ne hikmetse katliamlarından yıllar sonra ancak yakalanabildi. Ratko Mladiç ise kitap yazılırken hâlâ bulunamamıştı. Bosna'daki cehennemin üç zebanisinden biri olan Arkan ise Yugoslav askeri istihbaratı tarafından gözünden vuru­larak öldürüldü.
Asıl adı Jelko Raznatoviç olan Arkan, gizli polisti. Babası da polisti. Kızılyıldız stadyumunun yanında pastane işletmesi, Arkan'm esas görevinin maskesiydi. Kısa zamanda gizli ilişkileri sayesinde Yugoslavya’nın en vahşi paramiliter grubu olan Tigri'yi (Kaplanlar) kurdu. Grup iki kesimden oluşuyordu: Polis ve fanatik Kızılyıldız taraftarları. Yugoslavya'nın parçalanması sürecinde ilk büyük çatışmalar Sırplar ve Hırvatlar arasında yaşandı.
Arkan ilk büyük eylemini Hirvatistan'daki Dinamo Zagreb- Kızılyıldız maçında yaptı. Maça tribün lideri olarak giden Arkan'ın taraftar grubu arasında silahlı kişiler vardı. Bu kişiler polisle olan sıkı bağlantı sayesinde stada rahatça girmişti.
Maçın bir bölümünde Kızılyıldız taraftarları Dinamo taraftar­larına saldırdı. Polis kendi evinde olan Dinamo taraftarlarını hedef aldı. Bu maç bölünmenin miladı olarak kabul ediliyor. Çünkü Sırp- Hırvat gerilimi ilk kez ete kemiğe bürünüyordu ve Arkan faşisti doğuyordu. Arkan kısa zamanda güçlendi. Hırvatlarla savaştı ama esas katliamlarını Bosna ve Kosova da yaptı. Arkan Sırp polisinin gizli lideri gibi çalışıyordu. O dönemde polise askeri silah alma yetkisi verildi. ABD ve İsrail bolca silah sağladı. Bu silahlar kısa zamanda Sırp toplum polisi ve terörle mücadele polis birimlerinin eline geçti. Arkan ve ekibi açıkça Gladyo bağlantılı operasyonlarla Yugoslavya’nın en güçlü grubu oldu. ABD bir yandan Arkan'ı silahla beslerken zulüm altındaki Boşnak ve Arnavutları da kışkırttı. Ancak Arkan'ın vahşi katliamları bitene kadar ABD ve Batı olayları sadece seyretmekle yetindi. Ta ki Arkan Yugoslav Askeri İstihbaratı tarafından kendi oteli önünde sol gözünden vuru­larak öldürülene dek. Arkan öldü ama paramiliter güçler özellikle silahlanan polis birimlerinde örgütlenerek Yugoslavya'nın parçalanmasında en önemli rolü oynadı.
Yugoslavya isminin ortadan kalkmasının en önemli adımı Bosna'da atıldı. Bunun için Bosna halkı tarihin kaydettiği en büyük zulümlerden birini yaşadı.
Halkın Müslüman olma özelliğini çok iyi değerlendiren Amerikan yönetimi, Bosna'nın ayrılma sürecinde bu bölgeye yöne­lik özel çalışmalar yürüttü. Aliya İzzetbegoviç, Avrupa'nın ortasında kendi verdiği isimle "Batı İslam Cumhuriyeti”ni ilan etti. Bu Sırp milliyetçilerinin ekmeğine yağ sürdü.
Tam bu sırada Bosna'da referandum tartışması başladı. O dönemde Yugoslavya Genelkurmay Başkanı Nebojsa Pavkoviç ile Devlet Başkanı Slobodan Miloşeviç arasında kapalı kapılar ardında büyük bir tartışma yaşandı. Pavkoviç, tarikatçı yapılanmaya müda­hale edilmesini savunurken, Miloşeviç Bosna'nın iç yapışana karışmaya karşıydı. Pavkoviç Devlet Başkam’nın emrine karşı çıkamadı ama, kendi emrindeki subaylara söz geçiremedi.
Bosna’da referandum sonucunda çok yüksek oranda ayrılma kararı çıktı. Bunu fırsat bilen Çentik çeteleri Bosna ve İslam aley­hinde propaganda yapmaya başladılar. Bosna içinde ayrılıkçılara karşı harekete geçme karan verdiler. Bu karan veren üç isim Yugoslav ordusunda görevli Albay Ratko Mladiç, en büyük paramiliter çentik grupu Tigar'ın başı Jelko Radlatoviç (Arkan) ve Bosna'daki Sırp azınlığın lideri konumunda olan Radovan Karadziç'ti.
Referandum sonrasında Bosna'da tam bir Boşnak katliamı yaşandı. Sırp albay ordunun silahlarını paramiliter gruplara dağıttı. Bu gruplar Yugoslavya'nın haklı savaşını dünya gözünde haksız çıkaracak eylemler gerçekleştiriyordu. Savunmasız Boşnaklar Yugoslav ordusundan sağlanan silahlarla, Sırp çeteler tarafından kitlesel biçimde yok ediliyordu. Dönüm noktası olan Srebrenitsa katliamı Batı'nın ekmeğine yağ sürdü; referandum fitildi ve bir kez ateşlendikten sonra yangın söndürülemedi.
Bosna savaşı nasıl başladı? Bunu bugün kimse hatırlamıyor. 1 Mart 1992'de, Boşnak Ramiz Delaliç, Sırplara ait bir kilisede düğüne katılanlara saldırıp damadın babası Nikola Gardoviç'i öldürdü, papaz Radenko Miroviç’i yaraladı. "Kanlı Düğün" ismiyle anılan bu olay savaşı tetikledi. Ertesi gün Saraybosnalı Sırplar kendilerini Boşnak saldırısından koruma bahanesiyle barikatlar kurmaya ve silaha sarılmaya başladılar. 26 Mart 1992'de Hırvatistan ordusu Sava Nehrini geçerek Bosna-Hersek topraklarında yerli Hırvat-Boşnak sözde askeri birlikleriyle birleşti. Aynı gün Sijekovac köyünde 20 Sırp sivil katledildi. Daha sonra Bosanski Brod bölgesindeki Donje Barice, Gomje Barice ve Lijesce köylerinde 51 Sırp sivil katledildi.
Sırplar Bosna'da yaşanan olaylar üzerine harekete geçtiler. Nisan 1992'de Srebrenitsa'nın hemen dışında bulunan Bratunac köyünde, 350 Bosnalı Müslüman, Sırp paramiliter ve özel polis güçleri tarafından ölümcül işkenceye tabi tutularak katledildi.
Çok önemli nokta polis güçlerinin devreye girmiş olmasıydı. Katliamdan hemen önce Yugoslav polisine ağır silah alma ve kul­lanma yetkisi verilmişti. Polisin özel birimleri ise iki teşkilattan oluşuyordu: Terörle Mücadele-İstihbarat ve Toplum Polisi...
Aydınlık dergisi 2001 yılında, Karadziç komutasındaki Çetniklerin Srebrenitsa'ya yaptıkları saldırının arkasında CIA’nın olduğu­nu yazmıştı. ABD ve AB, Yugoslavya'yı parçalamak için tüm ırkçı güçleri birbirlerine karşı tahrik ettikleri gerçeğini gözlerden sakla­maya çalıştılar. Öyle katliamlar olmalıydı ki, bu milliyetler birbir­lerinden tamamen nefret etmeli ve bir arada yaşama düşüncesi yok edilmeliydi. Yugoslavya'yı parçalamak için bu katliamlar gerekliy­di. Birleşmiş Milletler Güvenli Bölgesi olayında bunu açıkça görü­yoruz.
Çetnik (Sırp faşist) ve Uztaşi (Hırvat faşist) saldırılarından kaçan Boşnak siviller Srebrenitsa’ya yerleştirildi ve bu bölge BM askerleri tarafından korumaya alındı, "Güvenli Bölge" ilan edildi. Srebrenitsa'yı kuşatmış olan Çetnikler önce top atışına başladı. BM askerleri, "Güvenli(!) Bölge"yi koruma yerine, Fransız Komuta Merkezi'nden geri çekilme talebinde bulundular. Fransız komutan geri çekilme emri verdi, Hollandalı askerler kenti terk etti. Çetnik çeteleri, Karadziç'in emriyle paramiliter Albay Mladiç'in komutasında kente girdiler. Kullandıkları ağır silahların büyük bölümü BM'ye aitti. Hollanda birliğinin zırhlı araçları da Çetniklerin elindeydi.
11 Temmuz 1995 günü Çetnik çeteleri yaşlan 14 ile 75 arasında değişen 8 bini aşkın Bosnalı erkek ve çocuğu katletti. BM Barış Güçleri, bu katliamı film izler gibi izlediler. Boşnak lider İzzetbegoviç, olayla ilgili şöyle diyordu: "BM bildiği halde, saldın öncesinde Müslümanlann silahlarını toplamış ve bütün ısrarlara rağmen geri vermemiştir. BM güçleri, Potoçari'deki kampta kendilerine sığınan sivilleri korumamış, aksine Çetniklere teslim etmiştir."
Boşnakların ve Sırpların bir arada yaşama olanağını tamamen yok etmek için gerekli olan bu katliam, görüldüğü gibi BM eliyle gerçekleştirilmişti. BM, ABD ve AB'nin bir aleti durumundaydı. ABD ve AB, tam denetim altına almak için Yugoslavya'yı parçala­mayı planlamışlardı. İkinci Dünya Savaşı sırasında Partizanlar tarafından bastırılmış olan ve sosyalist Yugoslavya'da parmaklarım bile oynatamayan faşist çeteler (Çetnikler, Uztaşiler vb), ABD ve AB desteği ile silahlanıp palazlandılar ve onlardan aldıkları tali­matlar doğrultusunda etnik katliamlar yaparak ülkenin parçalan­masını sağladılar.
Karadziç, "Yargılanmayacağıma dair CIA güvence vermişti" di­ye açıkladı. İngiliz Independent gazetesi, "Karadziç CLA tarafından korunuyordu" başlığını atarak, Aydınlık dergisinden 8 yıl sonra ger­çeği yazmak zorunda kaldı. Amerikalı yetkili Holbrooke'un gazete­yi yalanlama çabası boşuna. Bosna Müslüman hükümetinin eski Dışişleri Bakanı Muhammed Şakirbey, Mostar'da yayımlanan Dnevni gazetesine verdiği demeçte, Karadziç ile ABD arasındaki anlaşmadan haberdar olduğunu, bu konuyu 1996 yılında Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Örgütü yetkilisi ABD'li diplomat Frowick'ten duyduğunu söyledi.
Bosna'da yaşanan trajediyi hatırlatmanın hiçbir faydası yok. Ancak Yugoslavya parçalanırken Batı'nın yaptıklarını gözler önüne sermenin başka yolu da yok. Savaş edebiyatı üzerinden insanların manevi duygularını sömürmek ve daha sonra Bosna için toplanan paralan iç etmek ancak alçaklıktır. Batı'nın olayı nasıl kışkırttığını göstermek açısından tarihin tozlu sayfalarında kalmış olan bir bil­giyi aktarmadan edemeyeceğim. Bugün ABD'nin uluslararası terörün baş sorumlusu olarak gösterdiği Usame Bin Ladin, Bosna savaşı sırasında ABD ile birlikte Boşnak ayrılıkçılara destek veriy­ordu. Usame Bin Ladin, 1993 yılında Saraybosna'da Aliya İzzetbegoviç'in başkanlık sarayında Alman gazeteci Renate Flottau ile yaptığı görüşmede, Bosna'ya savaşmak için gönüllüleri nasıl getir­diğini gururla anlatmıştı.
Yugoslavya'nın sosyalist yönetimi döneminde Kosova Yugoslavya Federasyonu'na bağlı bir eyaletti. Tam bir otonomi hakkı yoktu ancak herhangi bir federal cumhuriyete de bağlı değildi. Doğrudan Belgrad’daki merkezi yönetime bağlı yan özerk bir bölgeydi. Tıpkı Voyvodina gibi. Sırbistan, Yugoslavya Federasyonu döneminde Kosova ve Voyvodina'nın kendisine bağlı olduğunu iddia ediyordu. Ancak bu iddiası ve talebi Politbüro tarafından hep reddedildi. Yugoslavya parçalanırken Sırplar ilk saldırıyı Kosova'ya yönelttiler. 1987'de Miloşeviç yönetime geldi. 1988'de Voyvodina'da, 1989'da Karadağ Cumhuriyeti ve Kosova'da yerel hükümetler düştü.
Sırp Meclisi 1989 başlarında Kosova'nın yetkilerini kısıtlayacak bir anayasa düzenlemesi yapmaya karar verdiği zaman, Kosovalı Arnavutlar, Kosova'nın özerkliğinin kaldırılmasına yönelik bu girişimleri protesto etmek amacıyla harekete geçtiler. Bu yeni anayasa değişikliği, Kosova'da polisin, mahkemelerin ve sivil savunmanın yanında sosyal ve ekonomik politikaları, eğitim poli­tikasını, resmi dili belirlemeyi ve idari yetkiyi Sırbistan'a veriyor­du. Üstelik bu düzenleme, Kosova Meclisi'nden geçmesi gerektiği halde, buna gerek duyulmadan yapılmıştı. Kosova'nın sosyalist dönemdeki bütün hakları elinden alınıyordu.
23 Mart 1989'da tankların kuşatması altında yapılan Kosova Bölge Meclisi toplantısında yine de bu değişiklik için gerekli üçte iki çoğunluk sağlanamadı. Fakat 28 Mart'ta Belgrad'da yapılan otu­rumda Kosova'nın özerkliğine son veren ek maddeler onaylandı. Böylece, Miloşeviç, federal meclisi kendi denetimine almak için gerekli çoğunluğu sağlamış oluyordu.
Bu oylamanın yapıldığı gün, Priştina'nın merkezinde yaklaşık 3 bin kişinin katıldığı gösteride göstericiler çevreye zarar verdiler. Sonraki beş gün boyunca Kosova'nın dokuz kentinde daha büyük gösteriler yapıldı. Olaylarda ölenlerin sayısı yaklaşık 100'ü buldu. 1990 Mart ve Nisan aylarında zehirli sarin gazı kullanılarak 7 bin 421 kişi zehirlendi. Bunların üçte ikisi öğrenciydi. Bölgede araştırmalar yapan Dr. Bernard Benediti, zehirli gaz kullanma olayının arkasında Sırp gizli servisinin olduğunu belirtmiştir. Arnavut ve Sırp öğrencilerin farklı sınıflarda ders gördüğü okullar­da binlerce Arnavut çocuğun zehirlenmesi, Arnavutların Sırplara saldırmalarına neden oldu. Bunu bahane eden Sırbistan bölgeye 25 bin polis gönderdi. Ağır silahlarla donatılmış özel polis birlikleri ilk kez Kosova'da devreye giriyordu.
Kosova Meclisi 2 Temmuz 1990'da Kosova'nın bağımsızlığını ilan etti. Böylece "paralel devlet"in ilk tohumları atılmış oluyordu. Buna karşılık Sırp makamları, 5 Temmuz'da hem meclisi hem de hükümeti feshettiler. Arkasından Kosova'da çalışma yaşamını düzenleyen yeni bir yasa (Özel Önlemler Yasası) çıkararak 80 bin Amavut'u işten çıkardılar. Arnavut temsilciler 7 Eylül 1990'da Kaçanik kentinde gizli bir toplantı yaparak, "Kosova Cumhuriyeti"nin anayasasını ve seçilmiş devlet başkanım ilan etme karan aldılar. 28 Eylülde ise Sırbistan Meclisi yeni anayasal değişikliklerle Kosova'nın ve Voyvodina’nın özerkliğine tamamen son verdiler.
Kosova Arnavutları 26-30 Eylül 1991 tarihleri arasında bağımsızlık için bir referandum yaptılar. Seçmenlerin yüzde 87'sinin katıldığı referandumda, oyların yüzde 99'unun bağımsızlık lehinde kullanıldığı görüldü. Yazarlar Birliği Arnavut ulusunun siyasi amaçlarına dair bir bildiri yayımlayarak, büyük bir destek topladı ve bir halk hareketinin çekirdeği haline geldi. Edebiyat tarihi ve estetik uzmanı olan İbrahim Rugova liderliğinde Aralık 1989'da resmen kurulan "Kosova Demokratik Birliği" (LDK), hareketin siyasi yansıması olarak ortaya çıktı.
Kurulan "Paralel Devlet" Almanya'da yaşayan Başbakan Bujar Bukoşi tarafından yurt dışından, Kosova içinden ise Devlet Başkanı İbrahim Rugova tarafından yönetildi. Rugova ile LDK, 1990’dan beri temelde üç boyutlu bir politika izlemekteydi. Bunlar, şiddet içeren bir ayaklanmanın önünü almak, sorunu ulus­lararası platforma taşımak ve seçimlerle sayımları boykot ederek Kosova Cumhuriyeti devlet aygıtını en azından ana hatlarıyla oluşturmak suretiyle, Sırp yönetiminin meşruiyetini sistemli bir biçimde reddetmekti. Kosova bu süreçte, Sırp baskısı ve askeri müdahaleleri sonucunda bağımsızlığına kavuşamadı. 1995 yılında Sırp ordusu Kosova'ya girdi ve birçok sivilin ölümüne sebep oldu. 1999 yılındaki NATO müdahalesiyle Kosova Sırbistan'dan koparıldı. Kosova 10 yıl boyunca ABD mandası altında yaşadı.
ABD, NATO ve AB, Kosova'nın bağımsızlığını tanıma konu­sunda hemfikir. 17 Şubat 2008 tarihinde tek taraflı bağımsızlık ilan edildi. Rusya, Yunanistan, Kıbrıs Cumhuriyeti (Rum Yönetimi), Sırbistan, İspanya ve Azerbaycan, bağımsızlığa karşı çıkıyor.
Kıbrıs Rum Yönetiminin ve Yunanistan'ın bağımsızlığa karşı çıkma nedeni, Kosova'nın, KKTC için bir örnek olması. Azerbay­can, Ermeniler tarafından işgal edilen ve Ermenistan dâhil hiçbir devlet tarafından tanınmayan "Dağlık Karabağ Cumhuriyeti"ne ör­nek teşkil edeceği için Kosova’nın bağımsızlığına karşı çıkıyor. İs­panya ise özerk Bask Ülkesi ve Katalonya'nın benzer şekilde ba­ğımsızlık ilan etmesinden çekindiği için Kosova'nın bağımsızlığını tanımıyor. Rusya'nın mazereti ise daha başka; Batılı devletlerin di­ğer yeni bağımsız ülkeleri (Abhazya, Güney Osetya, Kuzey Kıbrıs vb.) tanımamak için uyguladıkları çifte standarda tepki. Rusya Devlet Başkanı Putin, KKTC'yi 40 yıldır tanınmadıkları halde Kosova'ya hemen bağımsızlık bahşeden Batılı devletleri "ikiyüzlü" olarak nitelendirdi ve "Bundan utanmalısınız" dedi.
Yugoslavya Federasyonundan kansız ayrılan tek cumhuriyet Makedonya oldu. Bunun en önemli nedeni Makedonya'nın başın­daki liderin aslında Yugoslavya'nın parçalanmasına sürekli karşı çıkan bir isim olmasıydı. Kiro Gligorov, Yugoslavya sistemine bağlı ve Tito fikirlerine sadık bir lider olarak öne çıkıyordu. Son ana kadar, yani 1992 yılının sonlarına kadar Makedonya tam ola­rak Yugoslavya'dan ayrıldığını açıklamadı. Ancak ayrılığın artık önüne geçilemez olmuştu ve Makedonya Belgrad'a uzaktı. Her ne kadar Komanova ve Niş arasında bir sınır hattı olsa da ortada kalan bölgeler Belgrad ve Makedonya'nın aynı yapı içinde kal­masını engelliyordu.
Ayrıca Makedonya içinde özellikle aşın milliyetçi Makedon gruplar ayrılık için düğmeye basmışlardı bile. Yunanistan Gevgelija ya da Güney Makedonya diyebileceğimiz bölgede Ege Makedonlarını kışkırtıyor, merkez Makedonlarla çatışmaya yönlendiri­yordu. Yunanistan, Makedonya'nın kendi topraklarında gözü oldu­ğunu iddia ederek bağımsız bir Makedon devletine karşı çıkıyordu. Kiro Gligorov aynlığa mecbur kaldı, Yunan yanlısı olduğu için ayrılık istemediği propagandası yapılıyordu. Yunanlılar ise Sırplarla yakın bağlarını da kullanarak sanki Yugoslavya'nın parçalanmasına karşıymış gibi bir tavır alıyor, ama aslında Makedonya meselesini lehlerine çevirmeye çalışıyorlardı.
Kiro Gligorov, Komiti olarak adlandınlan ve şu anda iktidar partisi olan VMRO gruplarının baskısına direnemedi, ayrılık açık­laması yaptı. Bunun üzerine Yunanistan AB nezdinde devreye gir­di. Makedonya'nın adı Former Yugoslav Republic of Macedonia (Türkçesiyle Eski Yugoslav Makedonya Cumhuriyeti) olarak değiştirildi. Aslında bu isim Kiro Gligorov'un işine geldi, çünkü bu sayede Yugoslavya ile bağlarını tam olarak koparmamıştı ve bu bağlar isim üzerinden anayasaya dahi girmişti.
Ancak milliyetçiler rahat durmadılar ve Gligorov'a bombalı bir saldın düzenlediler. Saldın Makedonya'da bir iç çatışma için yapı­lan büyük bir provakasyondu. Merkez Makedonlar, Yunan Makedonları ve Arnavutlarla çatışmak için bir hamle yapmışlardı. Gligo­rov bombalı saldırıdan sağ kurtuldu ve basiretli bir yönetimle içsavaşın çıkmasını önledi.
Makedonya hâlâ ismi Yunanistan tarafından tartışılan bir ülke konumunda. Makedon vatandaşları AB'ye vizesiz seyahat edebili­yor ve çok yakında tam üye olmayı bekliyor. Ancak Yunanistan Makedonya'nın isminin bu kez de Kuzey Makedonya olarak değiş­tirilmesini istiyor. İktidardaki milliyetçi parti buna karşı çıksa da yakında Makedonya'nın ismini yeniden değiştirmesi bekleniyor.
2001 Çatışmaları
Yugoslavya savaşı içinde son çatışmalar Makedonya'da yaşandı. Arnavutlarla Makedonlar arasında yaşanan çatışmalar büyümeden önlendi. Özellikle Arnavutların yoğun olarak yaşadıkları Haraçina'da gerçekleşen çatışmalar belki de Yugoslavya'nın en kötü içsavaşına neden olabilirdi. Çünkü Makedonya'da Makedon ve Arnavut nüfus neredeyse yarı yarıya. Silah dengesi de ortada. İç çatışmanın savaşa dönmemesi ülke için büyük bir şans oldu. Makedon tarafı Arnavutların taleplerini büyük ölçüde karşıladı ve Ohri Antlaşması imzalandı. Bugün Makedonya "multi ethnical state" yani çok etnikli devlet olarak tanımlanıyor.
Yugoslavya parçalanırken çok sayıda Batı destekli sivil toplum örgütü faaliyet halindeydi. İnsani yardım, insan haklan, taraftar dernekleri ve hatta hayvan haklan dernekleri adı altında kurulan bu kuruluşlar, esasen parçalanma yanlısı faaliyet yürütüyorlardı.
Yugoslavya'ya son ve büyük darbeyi vuran hatta Yugoslavya ismini tarihten silen demek, Voyvodina Sosyal Demokrat Ligi adlı aynlıkçı örgütün üyesi Branimir Nikoliç'in başkanlığını yaptığı Otpor'du. Türkçe "direniş" anlamına gelen Otpor, ilk örgütlenmeye başladığında daha çok konserler düzenleyen, Amerikalı borsa simsarı George Soros'tan gizli mali destek alarak burslar dağıtan ve bünyesinde anarşist, liberal ve küskün sosyal demokratları barındıran bir kuruluştu. Sloganları tahmin edilebileceği gibi "daha çok insan hakları," "daha çok hürriyet" ve "daha çok demokrasi" idi. Sırbistan ve Karadağ'ın oluşturduğu yeni Yugoslavya Federasyonu'nun sisteminin değişmesi gerektiğini savunuyorlardı. Tarihe karışan Yugoslavya'nın tamamen haritadan silinmesi amacında olduklarını açıkça dile getiriyorlardı.
Otpor zamanla güçlendi, çünkü büyük para imkânları vardı. Sporu da çok iyi kullanan Otpor, sosyalist olarak bilinen Partizan takımının taraftarları arasına sızarak, Partizan'ın taraftar grubu Grobari'nin sembollerini bile çaldı. Grobari'nin amblemi siyah zemin üzerine öne atılan beyaz yumruktu. Devrimci olduğunu iddia eden Otpor, siyah üzerine bilekle birlikte yukarı doğru sıkılan beyaz yumruğu amblem olarak kullanıyordu. Otpor kısa sürede spor sahalarında ve taraftar gruplan içinde de güçlendi. Para gücü sayesinde bedava maç biletleri dağıtan örgüt, yurt dışı eğitim içinde önemli olanaklar sağlıyordu. Slobodan Miloşeviç'in başında olduğu yeni Yugoslavya Federasyonu Kosova'ya endekslenmiş ve Kosova'yı bünyesine katmakla uğraşırken, içerde Otpor çok güçlendi. Zamanla Soros'un Açık Toplum Enstitüsü'nün Balkanlar kolu olduğunu açıkladı ve bu sayede Batı desteğini de tamamen arkasına aldı. Ülke içinde ciddi bir örgüt kurmuş olan Otpor'un iki üst düzey yöneticisi Branimir Nikoliç ve Vukaşin Nikoliç, 1999 yılında Belgrad bombalanmadan üç ay önce Kıbrıs Rum Kesimi'ne giderek örgütü oradan yönettiler. Otpor, amacına Belgrad yoğun biçimde bombalandıktan ve halk sindirildikten sonra ulaştı.
Belgrad bombardımanı 72 gün sürdü. Bombardıman sonrasında Amerikan ve NATO güçleri Yugoslav ordusuyla karadan savaşmaya cesaret edemedi. Keskin nişancılar, Yugoslav ordusu­nun halk ordusu şeklinde örgütlenmiş olması ve ülkenin dağlık yapısı, ciddi bir gerilla direnişini beraberinde getirecekti. Tam bu noktada daha sonra ABD Dışişleri Bakanı olan Colin Povvell'ın önerisi benimsendi ve Yugoslavya'ya son darbeyi içerden vurmaya kararı verildi. O günden sonra hızla ekonomisi bozulan Yugoslavya'da Voyvodina ve Karadağ'dan da ayrılık sesleri yük­selmeye başladı.
Belgrad bombardımanından sonra 24 Eylül 2000'de ilk genel seçimler yapıldı. Miloşeviç'in liderliğindeki Sosyalist Parti ile mil­liyetçi Şeşel'in liderliğindeki Sırp Radikal Partisi ittifak kurdu. Karşı taraftada başım Demokrat Parti'nin çektiği Koştunica ve Zoran Cinciç'in liderliğindeki çok partili bir ittifak kuruldu. Devlet Başkanı seçileceği için ilk turda yüzde 50 barajı aranıyordu. Sonuçlar açıklandığında Miloşeviç bloğu yüzde 48.8, Demokrat blok ise yüzde 40.8 oy almıştı. İkinci tura geçilmesi için hazırlıklar yapılırken Cinciç kıyameti kopardı ve Batı'dan aldığı destekle ikin­ci turun yapılmasını engelleme hamlesi yaptı. Otpor devreye girdi ve Belgrad'da meclis önünde gösterilere başladı.
Amerikan gazetesi Washington Post'un yazan Michael Dobbs, Belgrad'ta yapılan darbeyi daha sonra birinci elden aldığı bilgilerle ve Macaristan'ın başkenti Budapeşte'de katıldığı bir toplantıyı aktararak kaleme aldı. Olayların başlangıcı, bir yıldan biraz daha öncesinde, 1999 Ekim'inde kapalı kapılar ardında gerçekleşen bir toplantıya uzanıyordu. Bu noktada sözü Doobs'a bırakalım:
"Amerikalı kamuoyu araştırmacısı Doug Schoen loş bir biçimde aydınlatılmış konferans odasında, 840 Sırp'ın katıldığı anketin sonuçlarını tepegözle yansıtıyor ve Avrupa'daki komünist dönemin son iktidarını devirmeye yönelik stratejiler çiziyordu. Sırbistan'ın geleneksel aksi muhalefetine aktarılan mesaj basit ve güçlüydü. Dört kaybedilen savaştan, iki önemli sokak ayaklanmasından, 78 günlük NATO bombardımanından ve on yıllık uluslararası yaptırımdan sağ çıkan Slobadan Miloşeviç, iyi örgütlenmiş bir seçimin getireceği tehdide karşı tamamen savunmasızdı."
Anket sonuçlarının gösterdiği gibi, bunun anahtarı muhalefetin birliğindeydi. Schoen'in 1999 Ekim'inde kapalı kapılar ardında, Macaristan'ın başkenti Budapeşte'de lüks bir otelde verdiği brifing, bir yıl sonra Miloseviç'i devirecek seçim darbesini işaret ediyordu. Dobbs, ABD hükümetinin Miloseviç'in iktidardan indirilmesini 41 milyon dolara "satın aldığını" yazdı. ABD'nin Sırbistan Büyükelçisi Richard Miles'ın karargâhından yönetilen operasyon­da, özel eğitimli ajanlar, daha iyi bir dünya, "Amerikan tarzı bir yaşam" için mücadele verdiklerini düşünen saf öğrenci gruplarını eşgüdümlüyorlardı. Dobbs'un yazısı, Otpor'un Amerikan Büyükelçiliği'nden beslendiği ve yönetildiği gerçeğinin kanıtı oldu. Dobbs, olayların gelişme sürecini şöyle özetledi:
"Amerika tarafından akçelendirilen danışmanlar Miloseviç karşıtı hareketin her alanında önemli bir role sahipti. Anketlerin yürütülmesi, muhalif göstericilerin eğitimi ve hayati öneme sahip paralel bir oy sayımının yürütülmesi gibi... Sırbistan'da duvarlara, öğrenciler tarafından baştan başa boyanan Miloseviç karşıtı duvar yazıları için 5 bin kutu püskürtme boyanın parasını Amerikan vergi mükellefleri ödedi."
Sırbistan'a "Gotov Je" (O bitti) sloganı yazan yaklaşık 2 milyon 500 bin çıkartma yapıştırıldı. "Gotov Je" darbenin anahtar sloganı haline geldi. Bütün bu çalışmaların giderleri ABD tarafından karşılandı. Amerikan Uluslararası Kalkınma Ajansı (USAID), fon­ların dağıtımını ticari yüklenicilerle ve STK olarak bilinen NED, NDI ve IRI aracılığıyla gerçekleştiriyordu.
Ve Ekim 2000...
Yine Amerikalı gazeteci Doobs'un yazdıklarına dönelim:
"IRI, yaklaşık iki düzine Otpor önderine, Budapeşte *Hilton Otel'inde düzenlenen şiddetsiz direniş seminerine katılım için para ödedi. Bu seminerde, Sırp öğrenciler, grev örgütlemek, simgelerle iletişim kurmak, korkunun üstesinden gelmek, diktatöryal bir reji­mi devirmek konularında eğitim aldılar. Eğitimcilerin başındaki kişi, Otpor göstericilerini eğiten ve 70 bin kopya şiddetsiz direniş kılavuzu dağıtan Amerikan ordusu emeklisi, Savunma Bakanlığı istihbarat ajanı Robert Helvey idi. Helvey, Pentagonun darbelerini ‘şiddetsiz direniş' kisvesi altında gizlemeyi, birlikte çalıştığı ihti­laflı Albert Einstein Enstitüsü'nün kurucusu Gene Sharp'tan öğrenmişti. Bu sırada da CNN, ‘bu şiddetten uzak protestocu' genç­lerin görüntülerini bütün dünyaya yayınlıyordu."
Nihayet Otpor'un günü geldi ve 5 Ekim 2000'de Belgrad'da Otpor'un başını çektiği gösterilere Sırp polisi de destek verince Miloşeviç devrildi ve Lahey'deki uluslararası savaş suçları mahkemesine gönderildi.
Otpor örgütü başarılı olmuştu. ABD daha sonra bu örgütü kul­lanmaya devam etti. Gürcistan'a gönderdi, Ukrayna'ya gönderdi, Kıbrıs Rum Kesimi'nde Annan Planı'na "evet" oyu çıksın diye kul­landı, Özbekistan'a gönderdi. Otpor, Pora oldu, Kmara oldu, şu oldu bu oldu. Bugün Otpor'un esamesi okunmuyor. Sadece internet üzerinden birbirleriyle yazışan bir grup halini aldılar. Örgütün en önemli ismi Branimir Nikoliç ise 2010 yılında Subotiça'daki çocuk oyun alanı Paliç Gölü'nün kenarında ölü bulundu. 1957 doğumlu Nikoliç'in intihar ettiği açıklandı.
Sh: 42-68
Belgrad, savaşın yaralarını sarmaya çalışan her Yugoslav cumhuriyeti gibi yeniden yapılanmaya çalışıyor. Sırbistan diğer cumhuriyetlere göre biraz daha şanslı. Çünkü Rusya Belgrad’a açık destek veriyor. Başkentin birçok inşaatını Rus Tırmalan üstlenmiş. Ancak iki ülke arasında en önemli işbirliği enerji alanında sürüyor.
Ruslar Güney'deki kardeşleri olarak gördükleri Sırbistan'ı Avrupa'nın doğalgaz merkezi haline getirmek istiyor. Bununla ilgili anlaşmalar yapılmış bile. Sırbistan şimdiden Yugoslavya'nın doğalgaz kullanan cumhuriyetleri Bosna-Hersek ve Hırvatistan'ın gaz dağıtım merkezi olmuş. Yeni atak bütün Avrupa'nın gaz merkezi olmak. Sırp yetkililer ülkelerinin AB'ye vizesiz giriş hakkı almasını ve yakında tam üyeliğe kabul edilme ihtimalinin yüksek olmasını buna bağlıyorlar.
Belgrad aslında Beyaz Şehir demek, ama şehre girer girmez burası Gazgrad olmuş diyorsunuz. Çünkü her an karşınıza kocaman bir Gazprom reklamı çıkabiliyor. Kentte Shell ve BP'nin benzin istasyonlarını görmek çok zor. Onlann yerini Rus Lukoil ya da Sırpların Jugpetrol şirketlerinin istasyonları almış. Avrupa'da en ucuz benzin Sırbistan'da.
Eski Yugoslav cumhuriyetleri arasında bir yakınlaşma gözleniy­or. Sırbistan Cumhurbaşkanı Boris Tadiç, Bosna'daki Srebrenitza katliamı törenlerine katıldı ve burada Boşnak halkından özür dile­di. Tadiç'in özür dilemesi Sırp halkı tarafından da kötü karşılan­madı. Boşnak tarafı ise en azından özür dilenmesini olumlu buldu.
Daha önemlisi geçen yıl yaşanmış. Sırbistan ekonomik neden­ler ve Ukrayna ile Rusya arasında yaşanan kriz yüzünden sıkıntıya düşen Bosna'ya bedava doğalgaz vermiş. Sırbistan'ın, Rusların verdiği doğalgazm kendine düşen payından Bosna’ya giden gaz, iki taraf arasında sıcaklık yaratmış.
Sırplar dünyanın geleceğinin nerede olduğunu görmüşler. Geleceğe artık güvenle bakıyorlar. Rusya ile yaptıkları enerji anlaşmalarının yanısıra Çin ile de enerji, ticaret ve inşaat anlaşmaları imzalıyorlar. İşçi Partisi heyeti Sırbistan'dayken Çin'den de bir heyet Belgrad'daydı. Çin heyeti ile Sırplar arasında iki milyar dolarlık anlaşmalar imzalandı. Anlaşmaların en önemlilerinden biri, Çinlilerin birkaç ay içinde teslim etme garantisi verdikleri köprü inşaatı anlaşması. Çin iki nehirin kesiştiği şehir olan Belgrad'ın Sava Nehri üzerine yeni bir köprü inşa edecek. Köprünün adı "Dostluk Köprüsü." Yeni köprü, fiziki anlamının ötesinde manevi bir anlam taşıyor.
Sırbistan'ın geleceği için parlak denilebilir, ancak bugün işsizlik sorunu oldukça ağır. Ülkede bir milyona yakın işsiz var. Sekiz milyon nüfuslu bir ülkede bir milyona yakın işsiz varsa, vahameti varın siz düşünün. Sokaklarda avare avare dolaşan gençler görüy­orsunuz. Gençlerin en büyük hedefi AB kapılarının sonuna kadar açılması ve hemen kapağı Avrupa ülkelerine atmak. Tabii oraya gidip iş bulamadan dönenlerin sayısı da oldukça fazla.
Sırbistan AB'ye vize uygulaması kalkan üç eski Yugoslavya Cumhuriyetinden biri. Özellikle gaz kozunu da tam olarak eline geçirince, kısa sürede AB'ye tam üye olmasına kesin gözüyle bakılıyor.
Yugoslavya'nın eski topraklarında kaldığınız her dakika, hele biraz da eski Yugoslavya'yı biliyorsanız, Türkiye için endişelerinizi daha çok artırıyor. Beyninizde alanın çanları çalıyor. TESEV'in son raporunda "Türk milleti kavramının anayasadan çıkarılması" tek­lifini görünce, karşımıza hemen Makedonya gerçeği çıkıyor. Bugün Makedonya Anayasa'sında millet kavramı yok. Yerine "Çok Etnikli Cumhuriyet" kavramı konulmuş. Makedoncası "Multietniçko Drjava Makedoniya", uluslararası adı "Multiethnical State of Macedonia".
Peki devletin millet tanımı olmadan oluşması ülkede yaşayan etnik grupların yakınlaşmasına mı neden oldu? Hazır olun tüy­leriniz ürperecek.
Makedonya Cumhuriyeti Yugoslavya'dan ayrılan ve kökleri Sırp olmayan son cumhuriyetti. Eski Politbüro üyesi Kiro Gligorov liderliğindeki ülke, Yugoslavya'nın parçalanmasına sonuna kadar direndi. Ancak bir noktadan sonra uluslararası baskılara dayanama­yarak iki milyonluk ülke halini aldı.
Ancak Yunanistan Makedonya Cumhuriyeti ismine ve bayrağına itiraz etti. Yunanlılara göre Makedonya hem Helen ismi­ni, hem de Büyük İskender’in sembolü olan Güneşi bayrak olarak kullanıyor ve bu kendileri için bir tehdit oluşturuyordu.
Makedonlar orta bir yol buldu; güneşin şeklini değiştirdi, ülkenin ismini de "FYR Makedonia" yani Eski Yugoslav Cumhuriyeti Makedonya yaptı. Yunanlılar bunu da kabul etmedi, ama BM Makedonya'yı yeni bayrağı ve yeni ismiyle tanıdı.
Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı (TESEV)
TESEV bilimsel araştırmalara dayalı bulgular ile politika kararları arasında bağ kurulması için araştırmalar yürütmek, özgür düşünce ve bilgi birikiminin en geniş anlamda yayılmasına yönelik konferans, açık oturum, yuvarlak masa toplantıları düzenlemek amacıyla kurulmuş bir düşünce üretim merkezidir.
Tarihçe
Konferans Heyeti otuz yıl süresince ulusal ve uluslararası pek çok önemli konunun özgürce ve nitelikli biçimde tartışılması için bir platform sağlama vizyonunu yerine getirmişti. 1990’ların başına gelindiğinde ise bu oluşumun bağımsız fonların desteklediği bir düşünce üretme merkezine dönüştürülmesi ihtiyacı görüldü.
Ülke gerçeklerinin stratejik araştırmaları zorunlu kıldığını ve bu gereksinimin karşılanamadığını gören Nejat Eczacıbaşı liderliğinde çalışmalar başlatılmıştı. Diğer taraftan TESEV'in doğuşunda 1990'ların başında değişik üniversitelerden akademisyenlerin, sivil toplum kuruluşları üyelerinin ve Dışişleri Bakanlığı'nın önde gelen bürokratlarının bağımsız ve nitelikli araştırmalar gerçekleştirecek fon yaratıcı bir vakıf kurma çabaları da önemli bir rol oynamıştır.
Böylelikle aynı amacı paylaşan bu iki grup aralarına Türkiye'nin önde gelen iş insanlarının da katılmasıyla kurulması planlanan düşünce merkezi için Konferans Heyeti'nin bir referans oluşturmasına karar vererek bir araya geldiler ve TESEV' i kurma çalışmalarına başladılar.
Dr. Nejat Eczacıbaşı'nın ölümünden tam bir yıl sonra, 6 Ekim 1994'te Bülent Eczacıbaşı Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı'nın kuruluşunu kamuoyuna duyurdu.
Türkiye’nin kendi alanlarında önde gelen akademisyenleri, bürokratları, iş insanları, yöneticiler, sanayiciler, gazeteciler, sendika liderleri ve çeşitli meslek sahiplerinden iki yüzü aşkın kişi tarafından kurulan TESEV'in üye sayısı şu anda üç yüze ulaşmıştır.
http://www.tesev.org.tr/

Makedonya nüfusu neredeyse yansı Müslüman, yarısı Hıris­tiyan. Müslümanların yüzde 40'ı aşkın bölümünü Amavutlar oluşturuyor. Yugoslavya içsavaşında hiç çatışma görmeyen Makedonya, 2001 yılında Haraçina bölgesinde Arnavut ve Makedonlar arasında iç çatışmalar yaşadı. Çatışmalar fazla büyümeden bitti ve Makedonlarla Arnavutlar arasında bir anlaşma imzalandı. Anlaşmanın arabulucusu Richard Hoolbrooke'tu.
Ülkenin en güzel şehri olan Ohri'de imzalanan anlaşmayla Amavutlar daha geniş haklar elde ettiler. Zaten kendi dillerinde eğitim ve yayın hakkı olan Amavutlar, sadece bu alanlarda değil resmi yönetim birimlerinde de daha geniş haklara kavuştular. Böylece Makedonya'nın nüfus dengesine uygun bir yapı oluşturul­duğu öne sürüldü. Anlaşmanın en önemli maddesi ise Anayasa'daki tanımın değişmesi oldu. Daha önce "Makedonya, MakedonyalIlarındır" şeklinde olan ifade, "Makedonya çok etnikli bir cumhuriyettir" şeklini aldı. Yani tam TESEV'in istediği ifade ülkenin anayasasına girdi.
Ülkenin yeni yapısı halklar arasında kaynaşma sağlamadı; tam tersi oldu. Artık Makedonlarla Arnavutlar çok mecbur kalmadıkça temas etmiyorlar. En çarpıcı ayrışma Başkent Üsküp'te yaşanıyor. Vardar nehri üzerindeki Taş Köprü'nün bir tarafı Arnavut, diğer tarafı Makedon olarak tanımlanıyor.
Köprünün Arnavut tarafında Arnavutların kahraman olarak gördüğü İskender Bey'in (Büyük İskender değil, Osmanlı devşirme askeriyken savaş sırasında taraf değiştiren Arnavut lider) anıtı, Makedon tarafında ise çok büyük bir Büyük İskender anıtı dikiliyor. Ülkenin en hakim bölgesi olan Vödno Dağı üstüne koca­man bir haç dikilmiş durumda. Haç heryerden görülebiliyor. Özel­likle Müslüman bölgelerinden çok rahat seçiliyor. Üstelik geceleri ışıklandırılıyor.
Müslüman köyleri ile Hıristiyan köyleri birbirine komşu bile olsa alışveriş yapmıyor. Irkçılar iktidar koltuklarında oturuyor. Seçimlerden Makedon Milliyetçi Partisi birinci parti olarak çıktı, Arnavut Milliyetçi Partisi de hızla güçleniyor.
Okullarda artık tamamen ayn müfredatlar uygulanıyor. Bazı devlet dairelerinde ve belediyelerde Makedon ve Arnavut bayrağı birlikte dalgalanıyor. Yani iki bayraklı bir ülke. Hatta üç; bir de AB bayrağı var tabii...
Makedon veya Arnavut olmayanlarsa ülke yönetiminde çok kısıtlı haklara sahip. Azınlıklar tedirginlik yaşıyor. Ülkenin en büyük azınlığı olan ve sayılan yüzbine yaklaşan Türkler şimdilik büyük sıkıntılar yaşamıyorlar, ama yine de Yugoslavya döne­mindeki bazı haklarının ellerinden gittiğini düşünüyorlar. Yugoslavya döneminde üçüncü halk unsuru olarak kabul edilen Türkler, Ohri Anlaşması’nda masaya bile oturtulmadı. Gerekçe olarak Türklerin 2001'deki savaşta tarafsız kalmaları gösterildi.
Makedoya'da artık camilerde bile tartışmalar yaşanıyor. Halk arasında "sakallılar" olarak bilinen gruplar, camilerin kontrolünü ele almaya çalışıyor. Bir cuma namazı sırasında İsa Bey Camii'nde sakallılarla cemaat arasında açık bir kavga yaşandı. Sakallılar daha önce de Yahya Paşa Camii'nde benzer bir kavga çıkarmışlardı.
Hıristiyanlar da aslında kendi aralarında sıkıntılar yaşıyor, ancak o sıkıntılar pek su yüzüne çıkmıyor. Gördüğünüz gibi Makedonya gerçeği bu. TESEV'in istediği tanım Makedonya Anayasası'nda var. Ülke hakkında daha çok şey yazılabilir ama isteyenler Makedonya'ya vizesiz gelip görebilir. Sonuçta uçakla İstanbul'a sadece 40 dakika uzaklıkta.
Yugoslavya'nın parçalanması sırasında son ayrılan Kosova oldu. Kosova 1999 yılındaki Belgrad bombardımanının ardından tam anlamıyla Batı manda yönetimi tarafından idare edildi. Kosova'nın lideri İbrahim Rugova’nın ölmesiyle Taçi ailesi ikti­dara geldi.
Kosova Kurtuluş Ordusu UÇK’nın en önemli liderlerinden ve dönemin ABD Dışişleri Bakanı Madeline Albright'e "büyükan­nem" diyecek kadar yakın olan Taçi'nin bir başka önemli bağlantısı da Richard Hoolbrooke. Holbrooke, ABD Dışişleri Bakanlığı'nda üst düzey göreve gelir gelmez, Kosova 2008'de bağımsızlığını ilan etti.
Bağımsızlık Amerikan bayraklarıyla kutlandı, ama sonrasında yaşanan işsizlik Kosovalı gençlerin Avrupa'da çalışma taleplerini güçlendirdi. Ancak Avrupa öyle bir oyun etti ki Sırbistan vatan­daşlarına vizesiz giriş hakkı verdi; Kosovalılar ise aynı hakkı ala­madı. Bu durumu çok iyi kullanan Sırplar, şimdi Kosova'da Sırbis­tan pasaportu dağıtıyor. Avrupa'ya vizesiz gitmek isteyen Kosovalı gençler de Sırbistan pasaportu alıyorlar.
Kosova'nın en zengin bölgesi Trepca. Burası Avrupa'nın en büyük altın madenlerinin bulunduğu yer. Vaktiyle Trepca bölgesi Sırplar tarafından sömürülmüş. Kosova Sırbistan'a bağlı özerk böl­geyken "Trepca radi, Belgrad se zgaradi" denirmiş. Türkçesi "Trepca çalışıyor, Belgrad kalkınıyor".
Bu durum Kosova'nın bağımsızlık taleplerinde de önemli bir etken olmuştu. BM İkiz Sözleşmeleri kapsamında "bölge kay­naklan, bölgede yaşayan halklarındır" maddesinden hareketle, BM Güvenlik Konseyi Kosovalıların bağımsızlık taleplerine sıcak yaklaşmış, ancak Rusya’nın girişimleriyle bağımsızlık yerine geniş otonomi konusunda anlaşmaya vanlmıştı. Ancak iş orada bitmedi, Kosova sonra "bağımsız" oldu. Tabii akıllara hemen Trepca geldi. Trepca altınları artık Kosovalıların değil. ABD bu bölgeyi 99 yıllığına kullanma hakkına sahip. Yani şimdi Kosova altınları ABD'nin.
Kosova'da Avrupa'nın en büyük Amerikan üssü var. Üssün adı Ferizaj. Üssün bir başka özelliği, yılın uzun bir döneminde yoğun sisli Balkanlarda, yılda sadece bir gün sis gören bir bölgede olması. Büyük kulak kendine en iyi yeri seçmiş.
Kosova'ya gittim ve bağımsızlık sonrası durumu gözlemlemeye çalıştım. Priştine'de her yerde Amerikan bayrakları var. Kosova bayrağı, çift başlı kartal motifli Arnavut bayrağı ve Amerikan bayrakları birlikte dalgalanıyor. En çarpıcı görüntü ise Priştine'nin merkezine konmuş bir Clinton heykeli. Kosovalılar Clinton'un kendilerini kurtardığım düşünüyor ve O'nu çok seviyor.
Kosova’nın nabzım tutmak için bir cafeye gittim ve oradaki gençlerle sohbet ettim. İki genç kız işsizlik yaşandığını söylüyor, ama yine de bağımsızlığın her şeye değer olduğunu belirtiyor. Sokaklarda dolaşan Amerikan bayraklı askeri araçlar pek gözlerine batmıyor. Ben Amerikan karşıtı olduğumu söylediğimde ise cafeden derin bir "uuuu" sesi yükseliyor; Kosova'da Amerikan karşıtı olmak büyük ayıp.
Kosova halkı elbette bazı açılardan haklı. Balkan tarihi boyun­ca hep arada kalmışlar. İtalyanlar tarafından önce Amavutluk'un bir parçası yapılmışlar. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Partizanlar Kosova'ya geniş özerklik vermiş, ama federasyonu oluşturan 6 cumhuriyetin arasına almamış. 600 bin nüfuslu Karadağ bile cumhuriyet olurken, Kosova sadece özerk bölge olarak kalmış. Sosyalist rejim bitince Sırplar Kosova'yı tamamen kendilerine bağlamış. Yıllar süren Sırp saldırılan ve daha sonra UÇK ile Sırplar arasında yaşanan savaşlar, bölge halkının hep acı çekmesine neden olmuş. Şimdi en azından kendilerine ait pas­aportları ve nüfus kağıtları var. Ayrıca tarihte ilk kez Kosovalılann bir devleti oldu.
Bosna Savaşını sona erdiren Dayton Anlaşması, Paris'te 14 Aralık 1995'te imzalandı. 300 bin kişinin ölümüne ve yüz binlerce sivilin yurtlarından göçmesine neden olan dört yıllık savaşı durdu­ran bu anlaşma, dönemin ABD Balkan Özel Temsilcisi Richard Holbrooke'un başkanlığında ABD'nin Ohio eyaletine bağlı Dayton adlı kasabadaki bir hava üssünde haftalar süren müzakerelerden sonra karara bağlandı.
Bosna-Hersek Cumhuriyeti'nin ilk cumhurbaşkanı Aliya İzzetbegoviç'in "adil olmasa da olabileceğin en iyisi" dediği bu anlaşma türünün tek örneğidir. Anlaşmanın bir bölümü Bosna- Hersek Devleti'nin anayasal yapısını ortaya koyarken, Bosna-Hersek adı verilen yeni bir devlet altında son derece karmaşık ve çok katmanlı bürokratik bir yapı öngördü. Anlaşma sonunda Bosna-Hersek Federasyonu ve Sırp Cumhuriyeti adında iki oluşum yaratıldı. Etnik temellere dayalı oluşumların üzerinde ise zayıf bir otoriteye sahip merkezi bir hükümet ve etnisiteleri yansıtan ortak kurumlar oluşturuldu. Birbirleriyle savaşmış üç etnik toplumun yeniden bir arada yaşamasını ve Bosna-Hersek'in tüm kurumlarıyla işlemesini amaçlayan Dayton Barış Anlaşması’nın sivil yönlerinin uygulanmasına ilişkin sorumluluk, Yüksek Temsilciliğe verilmişti.
Yani 300 bin insanın ölümüyle sonuçlanan içsavaşın ortaya çıkardığı gerçek şuydu: Bağımsız yaşamaya karar veren ve bunun için Hitler, Mussolini ve ülke içindeki ırkçı yapılarla savaşan Partizanların kurduğu milli ve büyük federasyonun yerine, zamanında Hitler'e kucak açanların ve 300 bin insanın ölümüne neden olan içsavaşm taraflarının kurduğu küçük ve kontrolün tamamen NATO ve BM'ye verildiği bir federasyoncuk kurulmuştu. Bugün Bosna-Hersek'in bile bölünmesinden bahsediliyor. Sırp Bölgesi'nden ayrılık çığlıkları atılıyor.
Yugoslavya içsavaşmın en yoğun yaşandığı bölgelerden biri Doboj. Bülent Demiral arkadaşımın eşi oralı. O'nun sayesinde oralan görme fırsatım oldu. Savaşın en yoğun yaşandığı yerleri savaş sırasında görmemiştim ama bugün bile Doboj'u görmek inanılmaz acı veriyor. Doboj'dan çıkana kadar döktüğüm gözyaşlarını anlatamam.
Bosna Sırbistan'ı ve Bosna sınırlan içinde yer alan bu bölgede, Yugoslavya Federasyonu döneminde Sırp, Boşnak ve Hırvat köy­lerinin birlikte olduğu bir yer Doboj. Kenti ikiye ayıran eski adıyla Titobrod kanalının çevresinde kurulu. Bugün Titobrod’un bir yanı Slav Brod'u, öbür yanı Bosna Brod'u olmuş. Kanal'ın üstünden geçen köprü Bosna ile Sırbistan'ı ayıran sınır. Orada pasaport gös­teriyorsunuz.
Brod'a girdiğiniz anda sanki canlı bir korku filmi setindesiniz. İnanılmaz bir sessizlik ve başınızı çevirdiğiniz her yerde mezarlar... Elbette en büyük acıyı, en az silahı olan Boşnaklar çekmiş. Bosna köylerinde bütün evler yeni. Sırp köylerinde ise hâlâ eski evler var. Hırvat bölgesindeki eski evler ise terkedilmiş ve hâlâ duvarları siyah. Yani hâlâ bomba izleri duruyor. Heryerde faşist sloganlar görülüyor. Brod'un adı Titobrod'ken birlikte yaşayanlar, Tito isim­den silinince birbirlerine olmadık zulüm yapmışlar. İnsan Brod'u gezerken neden diye sormadan edemiyor. Aslında cevap belli, emperyalizmin kanlı dişleri Brod'un insanlarını çiğnemiş.
Sh:88-97
Milli federatif yapılar bölgelerinde kendilerine yakın etnik gru­pları Slav kökenli tarifiyle "Narodnizm" yani milletleşme etrafında toplarken, gayrı milli federasyon yapıları birbirine yakın etnik gru­plan birbirine kırdırır. "Narod" kelimesi Slav dillerinde hem millet hem halk anlamına gelir. Örneğin SSCB Doğu Avrupa, Orta Asya, Kafkasya ve İç Asya'yı "Sovyet" kimliği etrafında toplamış milli bir federatif yapıydı. Yugoslavya da asıl amacı tüm Balkanları birleştirmek olan, ama en azından Orta Balkanları birleştirip "Yugoslav" milli kimliğinin oluşturulmasıyla kurulmuş bir feder­atif yapıydı. Çekoslovakya için de aynı tanım geçerlidir.
Gayrı milli federasyonlar ise, tamamen etnik kimlikleri kaşıyan ve milletleri ırki özellikleri öne çıkararak yapılandırmaya çalışan emperyalist projelerin ürünüdür. Örneğin aynı dili kul­lanan, aynı kültüre sahip Kore bile 1950'de NATO saldırısıyla iki ayrı devlete bölünmüştür, ama tam bölünmeden önce federatif bir yapı oluşmuştur.
Çekoslovakya referandumla, Yugoslavya dünyanın en kanlı içsavaşıyla parçalanmıştır. Yugoslavya topraklan üzerinde bugün Bosna üç bölgeli, Sırbistan iki bölgeli bir federasyondur. Makedonya'da da adı konmamış ama "Multi Ethnical State" yani "Çok Etnikli Devlet" tanımı altında bir federatif duruş vardır.
Bu karmaşayı şöyle özetleyebiliriz: Dünya halklarının yararına kurulan federasyonlar millet yaratır ve sınırları genişletir. Emperyalizmin yarattığı federasyonlar ise milletleri böler ve sınırlan küçültür. Çünkü ne kadar küçük parça olursa o kadar ırkçı topluluk doğacak ve bu ırkçılık emperyalizmin hizmetine sunula­caktır. Bu yüzden bugün Türkiye'de özerkliği savunanlar ırkçıdır diyoruz! Ve her küçük ırkçı yapı gibi emperyalist kuklası olmak zorundadırlar.
Balkanların iki ucundaki iki önemli ülke, dünyaya bağımsız yaşamanın mümkün olduğunu gösterdiler. Bağımsız yaşamak için kurtuluş savaşları verdiler ve savaşlardan sonra kendi topraklarına has devrimler gerçekleştirdiler. Mustafa Kemal'in Altı Oku ile Türkiye Cumhuriyeti ve Mareşal Tito'nun özyönetimiyle Yugoslavya... Kültürleri ve halkları birbirlerine çok benzeyen iki ülke, hep emperyalistlerin hedefi oldu.
Büyük Atatürk "Emperyalizm bir gün mahv ve nabut olacak" derken, Tito da "Benim ülkemi emperyalistler parçalayabilir, ama Anadolu İhtilali'nin ülkesi emperyalizmi yenecektir" demişti. Yugoslavya parçalandı, Türkiye'yi parçalamak isteyen emperyalist güçler ülkemizin parçalanmış haritalarını yayınlamaya başladılar. Şimdi çok kritik bir dönemdeyiz. Türkiye'nin parçalanmış haritalan yayınlanıyor, ülkemizde federasyon planlan konuşuluyor. Yakın tarih federatif bir ülkenin parçalanışına tanıklık etti. Pek çok siyasetçimiz ve milletimiz, Türkiye'nin Yugoslavya gibi parçalanacağı endişesini yaşıyor.
"Türkiye üniter bir devlet, Yugoslavya ise bir federasyondu. Şimdiye kadar üniter devletin parçalandığını görülmemiştir"
rahatlamasına sığınılabilir. Ancak tarih üniter bir devletin önce federatif hale getirildiğini, sonra parçalandığını kaydetti.
Anayasa tartışmalarında esas tehdit FEDERASYON olma tehdidir. Güzel yurdumuz FEDERASYON olursa, gerisi zaten hikâye olacaktır. Sakın kimse yanılmasın; bugün sorun Türkiye'nin parçalanması değil, Türkiye'nin etnik ve mezhep temelli bir fed­erasyon halini almasıdır. Buna Fener Kilisesi'nin ekümeniklik fan­tezisini ve buna bağlı olarak Vatikan'la sanki devletmiş gibi imzal­adığı "Ravena Sözleşmesi"ni de eklersek, sorun kabak gibi karşımıza çıkar. [bkz. www.vatikan.va]
12 Eylül Referandumu ilk aşamaydı. Sondaki adım, "geniş tabanlı ve kapsamlı" olacağı söylenildiği anayasa çalışmasıyla Türkiye'nin Yugoslavyalaştırılması... Apo, İmralı'dan sürekli "Bizim amacımız ayrı devlet değil; biz özerk bölgeler istiy­oruz" diyor. Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir'de aynı şeyleri söylüyor. Elbette öyle diyecekler; çünkü üniter bir devleti hemen parçalamak mümkün değildir. Önce federasyon yapmak gerekir. Tabii bu federasyon birleştirme amaçlı değil parçalama amaçlı olmalıdır.
1-Turgut Özal tarafından imzalanan Avrupa Özerk Yönetimler Yasası. [ bkz. www.ip.org.tr]  Avrupa Konseyi'nce 15 Aralık 1985 tarihinde imzaya açılan "Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı", 2. Özal Hükümeti döneminde, 21 Kasım 1988 günü Strasburg'da imzalanmış, Yıldırım Akbulut'un Başbakan olduğu 8 Mayıs 1991 tarihinde çıkarılan 3723 sayılı yasa ile onanmıştır.
Türkiye'nin Anayasa ile belirlenen üniter yapısını değiştirmeye yönelik bu anlaşma, "özerk yerel yönetimler" öngörmektedir.
Bu anlaşmanın "Önsöz"ünde, "Özerk yönetimlerin korunması­nın ve güçlendirilmesinin (...) idarede âdemi merkeziyetçiliğe da­yanan" bir yapı oluşturulmasına önemli katkı sağlayacağı belirtil­mektedir.
Zaten, "Özerk Yerel Yönetimlerin Anayasal ve Hukuki Dayana­ğı" başlıklı 2. maddesinde aynen, "Özerk yerel yönetimler ilkesi, ulusal mevzuatla ve uygun olduğu durumlarda Anayasa ile tanına­caktır" deniliyor. Günümüzdeki hükümet Anayasa'daki güvenceleri kaldırarak, Özal'ın bu taahhüdünün gereğini yerine getirme hazırlıkla­rı içinde olduğu anlaşılıyor.
Anlaşmanın 3. maddesinde "Özerk Yerel Yönetim Kavramı" şöyle tanımlanıyor:
"Özerk yerel yönetim kavramı yerel makamların, kanunlarla be­lirlenen sınırlar çerçevesinde, kamu işlerinin önemli bir bölümünü kendi sorumlulukları altında ve yerel nüfusun çıkarları doğrultusun­da düzenleme ve yürütme hakkı ve imkânı anlamı taşır."
"Yerel makamlara verilen (bu) yetkiler, normal olarak tam ve münhasırdır" (Md. 4/4). Anlaşmayı imzalayan devletler, "yerel yö­netimlerin (bu) temel yetki ve sorumluluklarını anayasa ya da ka­nunla belirlemek" zorundadırlar (Md. 4/1).
Anlaşmaya göre; yerel yönetimlerin coğrafi sınırlarını da ilgili devlet dilediği gibi belirleyemez. Bunun için o bölgede yaşayan ye­rel topluluklara danışmak zorundadır (Md.5).
Anlaşmada "özerk yerel yönetimler"in ekonomik altyapısı da unutulmamış: "Yerel makamlara kendi yetkileri dahilinde serbestçe kullanabilecekleri yeterli mali kaynaklar sağlanacak."
Bu yasalar 2000 yılında Ecevit-Bahçeli-Yılmaz hükümeti döne­minde imzalanmıştı. Daha sonra gelen hükümet iktidar olur olmaz, ilk işi yasaları onaylamak oldu. Yasalar Doğu Perinçek'in bütün ça­basına ve TSK’nın çekince koymasına karşın, maalesef Cumhur­başkanı Ahmet Necdet Sezer tarafından imzalandı. Türkiye'nin bölünmesi için uluslararası hukuki zemin hazırlayan BM ikiz Yasalarının temel maddeleri şöyle:
A-Bütün halklar kendi kaderlerini tayin hakkına sahiptir. Bu hak vasıtasıyla halklar kendi siyasal statülerini serbestçe tayin edebilir ve ekonomik, sosyal ve siyasal gelişmelerini serbestçe sürdürebilirler.
B-Bütün halklar ... doğal kaynakları ve zenginlikleri üzerinde kendi yararına serbestçe tasarrufta bulunabilir. Bir halk sahip olduğu maddi kaynaklardan hiçbir koşulda yoksun bırakılamaz.
C-... bu sözleşmeye taraf bütün devletler, kendi kaderini tayin hakkının gerçekleştirilmesi için çaba gösterir ve Birleşmiş Milletler şartının hükümlerine uygun olarak bu hakka saygı gösterir.
Hatırlayalım, Bosna-Hersek'i federasyoncuk yapan Dayton Barış Antlaşması'na da "uluslar kendi kaderini tayin hakkına dayalı olarak BM gözetiminde yeni yapılarını oluşturacaklar ve kendi bölgesel kaynaklarını kullanacaklardır" hükümleri bulunuyor.
Şimdi gelelim bam teline. Geçen yıl Ağustos ayıydı. Apo 15 Ağustos'ta "Açılım planını açıklayacağım" demişti. Ben erken davrandım ve planın hazırlandığı merkeze dalıp planı ele geçirdim. Plan Washington merkezli Amerikan Kurdish International Netvvork (AKIN) isimli kuruluş tarafından PKK'nın ABD’deki adamı Kani Gulam koordinatörlüğünde hazırlanmıştı.
Apo'nun taleplerinin temelinde özerklik ve özerk bölgelerin doğal kaynaklarının kendileri tarafından kullanılması amacı vardı. Yani hem Avrupa Bölgesel Yönetimler Yasası'ndaki, hem BM İkiz Yasalarındaki hükümler... Zaten Apo da yasaların güvence altına alınması için uluslararası güçlerin kontrolünü ve korumasını talep ediyordu.
12 Eylül referandumu hakkında yapılan açıklamalarda, devlet yönetimi örtülü olarak bu taleplere yanıt verdi. "12 Eylül'den güçlü bir destekle çıkarsak, Avrupa Birliği yasaları çerçevesinde daha önemli adımlar atacağız" dedi. AB yasalarının dayatması açık: "Bölge kalkınma ajansları aracılığıyla yerel yönetimlerin güçlendirilmesi ve buna bağlı olarak özerk bölgeler oluşturulması." Bu ifadeler AB'nin son Türkiye İlerleme Raporu'nda yer alıyor. Açarsak Apo da, uluslararası yasalara atıf yaparak, Türkiye'nin federasyon olması yönündeki darbeleri vuruyor.
Yazdıklarımıza komplo teorisi diyebilecek olanlara son dönemdeki açıklamaları hatırlatalım.
: "Türk kimliği ırkçıdır. Anayasa'dan Türk vurgularının çıkartılması gerekmektedir." Yani millet ortadan kalksın yerine emik gruplar öne çıkarılsın... Bir başka deyişle esas ırkçılık hakim olsun.
Murat Karayılan: "Silah bırakmaya hazırız, ama silahlarımızı BM devralsın ve bize güvence versin." Yani BM İkiz Yasaları çerçevesinde özerk yapıların güvenliği sağlansın.
Osman Baydemir: "Türk bayrağının yanında sarı-kırmızı-yeşil bayrağımız dalgalansa ne olur?" Yani... Buna Baydemirce bir yanıt vermeden edemeyeceğim: "has...tir..."
Ahmet Türk: "Demokratik Toplum Kongresi barış için silah bırakılmasını ve silahların BM gözetimine devredilmesini iste­mektedir." Yani, Kandil ne diyorsa o...
15 Ağustos 2010'da Sümela Manastırı 88 yıl aradan sonra ayine açıldı. Cumhuriyet Devriminin yasakladığı ayini, Mustafa Kemal'in "Kin ve melanet yuvası" dediği Fener Kilisesi'nin papazı Bartholomeos yönetti. Oysa Meryem Ana yortusunu, her ne kadar kendi kendine o payeyi verse de Patrik makamındaki papazlar yönetmiyor. Bartholomeos tam bir meydan okuma mantığıyla töreni yönetti. Ayine Rusya, Gürcistan ve Yunanistan’dan ortodokslar davet edildi.
Olay, ilk bakışta insan hakları, din ve vicdan hürriyeti gibi kalıplara sokulabilecek gibi görünen bir gelişme gibi algılanabilir. Ancak perde arkasını iyi incelemek lazım. Önce ayini yöneten kişiye bakalım.
Türkiye Cumhuriyeti yasalarına göre Fatih Kaymakamlığına bağlı 1400 üyesi bulunan Fener Kilisesi'nin papazı olmaktan başka bir sıfatı bulunmayan Bartholomeos, 88 yıl sonra yapılan ayini yönetti. Malum Bartholomeos "İyi niyetle buradayız" deme­sine rağmen, özellikle ABD'den açıkça destek alan ve devlet başkanı törenleriyle karşılanan bir din adamı. Kendisini ekü- menik yani evrensel patrik ilan ediyor ve patrikliğin sınırlarını da İstanbul'un Fatih ilçesinde bulunan Balat ve Galata çevresi olarak çiziyor. Ayrıca iyi niyetli olduğunu iddia eden Bartholomeos, bir papazın idam edildiği kilisesindeki bir kapıya "kin kapısı" adını vererek hâlâ açtırmıyor.
Bartholomeos'un yönettiği ayine kimleri davet ettiğine bakmak gerekiyor. Konuklar Yunanistan, Rusya ve Gürcistan'dan geldiler. Daha doğrusu bu üç ülkeden gelen kişilere davetiye gönderildi.
Nedeni basit. Sümela Manastırı’nın bulunduğu yer Fatih Sultan Mehmet dönemine kadar Pontus'tu. Fatih Pontus Devleti'ni yıktıktan sonra bölgede kalanlar vergi ödemek şartıyla kaldılar, ama göç edenler de oldu. İkinci göç dalgası Cumhuriyetin ilanından ve Sümela ayinlerinin Cumhuriyet Devrimcileri tarafından yasaklanmasından sonra yaşandı. Pontuslar sanıldığının aksine Yunanistan'a değil Gürcistan ve Rusya'ya yoğun olarak git­tiler. Daha sonra bunlardan bazıları Yunanistan'a gönderildi ve Yunan Hükümeti Pontusları özellikle Batı Trakya'da Türklerin yoğun olarak yaşadığı bölgelere nüfusu dengelemek amacıyla yerleştirdi.
İşte yapılan ayin, aslında sadece, kendini evrensel patrik ilan eden Bartholomeos'un yönetmesi açısından değil, Rusya ve Gürcistan'daki Pontusların da kışkırtılması açısından dikkat çekici oldu. Tabii Bartholomeos ayini yöneterek, evrensel liderlik konusunda da önemli bir adım atttı, Slav Ortodoks Kilisesi'ne bağlı Rus ve Gürcü Hıristiyanları da kendine bağlama yönünde adım attı. Ayrıca Türkiye ile Rusya ve Gürcistan arasında yapay bir gerginlik alanı hazırladı.
Ayine katılanlar "Pontus'a geri döndük" tişörtleri giyerek asıl niyetlerini ortaya koydular. Sümela ayininin perde arkasına baktığımızda bir açıklamayı hatırlatmak gerekiyor. Diyarbakır'ın BDP'li Belediye Başkanı Osman Baydemir "Türk bayrağının yanında bizim kırmızı-yeşil-san bayrağımız dalgalansa ne olur" dediği konuşmasında, esas bölücü niyeti de açıklamıştı. "Özerk Kürdistan, özerk Doğu Karadeniz, özerk Batı Karadeniz olacak" demişti. Baydemir'in bu sözleri söylemesinden ve bölücülerin özerklik toplantısını Diyarbakır'da yapmasından bir hafta sonra Sümela ayini gerçekleşti ve "Pontus'a geri döndük" tişörtleri giyildi.
Sümela Manastırındaki ayin çok tartışıldı ancak o noktaya gelinene kadar daha önemli gelişmeler yaşandı. Katoliklerin dini lid­eri Alman Papa Ratzinger, Fener Kilisesi Papazı Bartholomeos'un davetiyle Türkiye'ye gelmişti. Bu ziyaret sırasında öyle bir anlaşma imzalandı ki, Türkiye'nin sınırlan içinde Türkiye Cumhuriyeti devle­tinin hükümranlık hakları çiğnendi. Fener Kilisesi Papazı Bartholomeos sanki Türkiye içindeki ayn bir Ortotodoks din devle­tinin lideriymiş gibi hareket ederek, Vatikan Devleti Başkanı ve Katolik dünyasının ruhani lideri ile, Hıristiyan dünyasının en önem­li belgesi olarak gösterilen "Ravenna Sözleşmesi"ni imzaladı.
Tarih boyunca birbirleriyle savaşan Katolikler ve Ortodokslar, İstanbul'da bir Hıristiyan birliği toplantısı söz konusu olunca, bir anda aralarındaki sorunları bitirmiş ve iki mezheb ortak karar alma noktasına gelmişti. Oysa çok yakın bir zamanda, 1992'de Yugoslavya'da Katolik Hırvatlarla Ortodoks Sırplar savaşmışlardı. Katoliklerle Ortodoksları ortak dini ve siyasi kararlar almaya yön­lendiren İstanbul'da yapılmasına Türkiye'de karşı çıkanlar oldu. Ergenekon tertibi kapsamında uzun süre hapis yatan Noel Baba Barış Konseyi Başkanı Muammer Karabulut, "Ravenna Sözleşmesi"nin imzalanmasının laik devlet yasalarına aykırı olduğunu saptadı ve Fatih Cumhuriyet Başsavcılığına başvurdu. Başvurunun temeli 5187 sayılı yasa idi. Bu yasa uyarınca ülkemizde dini kurumlar tüzel kişilik olarak çalışamaz ve anlaşmalara imza atamaz. Ancak Karabulut'un aldığı yanıt oldukça ibret vericiydi.
"Sayın Muammer Karabulut;
Fener Rum Patrikhanesi Başpiskopos'u Dimitri Orhondoni'nin (Bartholomeos) 5187 sayılı yasaya muhalefet suçunu işlediği iddia olunmuşsa da, yapılan soruşturma sonucunda, şikâyetçi tarafından gerçekleştirdiği iddia olunan tüm toplantı ve görüşmelerin Türkiye Cumhuriyeti devletinin yetkili organlarının bilgisi ve kontrolü altında gerçekleştirildiği, şüphelinin yasadışı şeriat mahkemelerini oluşturduğu ya da Türkiye Cumhuriyeti devletinin hükümranlık hakkını ortadan kaldırırcasına gizli olarak Vatikan devletiyle ’Ravenna Sözleşmesi' adı altında ikili sözleşmenin yapıldığını gös­terir yönde herhangi bir delil ve emarenin elde edilmediği görülmüş olup, şikâyetçinin soyut iddiası dışında şüphelinin üzerine atılı suçları işlediğini gösterir somut, inandırıcı delil ve emare tesbit edilmediğinden, atılı suçtan şüpheli hakkında kamu adına kovuşturma yapmaya yer olmadığına karar verilmiştir."
Savcılığın kararı gerçekten ibret verici. Papa'nın Türkiye ziyaretinin görüntüleri ortada. Ziyaret sırasında kanunlar çiğnenerek, Türkiye Cumhuriyeti devletinin hükümranlık hakkını ortadan kaldırırcasına Vatikan devleti ile Fener Kilisesi Papazı arasında "Ravenna Sözleşmesi"nin imzalandığı herkesin malumu. Cumhuriyet Savcısının cevabi yazısında Fener Rum Kilisesi ile Vatikan arasında "Ravenna Sözleşmesi adı altında ikili sözleşmenin yapıldığını gösterir yönde herhangi bir delil ve emarenin elde edilmediği" ifade edilmesine karşın, www.vatikan.va internet sitesinde anlaşmanın maddeleri duruyor. 46 maddeden oluşan anlaşma, 13 Ekim 2007 tarihinde İngilizce, Fransızca, Almanca dillerinde siteye konulmuş. 2004 yılında başlamış olan anlaşmayla bağlantılı olarak, iki azizin kemikleri İstanbul'a getirilmiş ve Papa İstanbul'a davet edilmiş.
Savcılığın verdiği karar üzerine Karabulut bu kez Dışişleri Bakanlığı'na başvurdu ve oradan da savcılığın kararına benzer ibretlik bir cevap aldı:
"Sayın Karabulut;
Devletimizin laik niteliği uyarınca hiçbir dini kuruma tüzel kişilik verilmesi mümkün değildir. Başvurunuzda da belirttiğiniz gibi, bu çerçevede, Fener Rum Ortodoks Patrikhanesi de tüzel kişiliği haiz olmayıp, başvurunuzda değinilen bir 'uluslararası anlaşma' akdetmiş olduğu yönünde bilgi Bakanlığımızda mevcut değildir."
Dışişleri Bakanlığı Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin laik niteliği nedeniyle dini kurumların tüzel kişilik olarak uluslararası anlaşmalara imza atamayacağını kabul ediyor, ancak bütün dünyanın gözleri önündeki "Ravenna Sözleşmesi"ni görmezden geliyor. Fener'deki Rum Ortodoks Kilisesi’nin papazı kendisini Vatikan Devleti ile bir tutup, dünya Katoliklerinin temsilcisi Papa ile Ortodoksların temsilcisi bir devlet yetkilisi gibi uluslararası ve dini bir anlaşmaya imza atıyor; devleti diplomatik yollarla savunmakla görevi Dışişleri Bakanlığı ise hiçbir şey olmamış gibi davranıyor.
Engin Alan komutan boşa söylemedi o sözü: "Bizi Guantanamo'ya yollasalar vız gelir." Derin anlamı var o sözün. Komutan, düşmanın kim olduğunu görüyor ve açıkça söylüyor: ABD! Malum, ABD Guantanamo'da Irak'taki ve Afganistan'daki direnişçileri tutuyor. Onlar, Bush'un tabiriyle "yeni haçlılara" karşı savaşan Müslüman kahramanlar. Biraz Selahaddin Eyyubi, biraz
Alparslan... Büyük Ortadoğu Projesi'ne karşı direnen yiğitler, Mezopotamyalı Nene Hatunlar, İskender'e medeniyeti öğreten çağımızın Babil Prensesleri...
Çuval
Aslında saflar o Temmuz günü belirlenmişti. Hâlâ bililerinin stratejik ortak deyip istihbarat medeti umduğu büyük şeytan ABD, Türkiye'nin yerini anlamıştı. Türkiye her zaman olduğu gibi kahramanların safındaydı. Kapı Malazgirt, ata Alparslan... O yüz­den ne tezkere geçti, ne de Türk Ordusu'nun Amerikan nüfuz böl­gesi olan Kuzey Irak'a girmesi engellenebildi. Dahası Türk bahriyelileri Rus-Gürcistan Savaşı'nda Atatürk gibi yaptı ve Rusların yanında yer aldı.
Altangiller bayram yapıyor. Lahey'de karar alınmış: "Kosova'nın Sırbistan'dan ayrılması uluslararası hukuka aykırı değilmiş." Biz bir zamanlar yırtınırken susanlar, hatta bizi Sırp yanlısı olmakla suçlayanlar şimdi tehlikenin farkına varmışlar. Sağolsun üstad Oktay Ekşi yol gösterici oldu da Lahey oyununu halka anlattı. Evet Lahey'in aldığı kararla artık dünyada ayrılıkçı haklar gündeme gelecek. Yakında Apogiller, Altangiller Kürt soru­nunu Kosova modeliyle çözmeyi önerirse kimse şaşırmasın. Başladılar; İspanya dediler, Gürcistan dediler, ama Türkiye demeye henüz cesaretleri yok.
Sh: 98-110
Yugoslavya'da yaşananlar ve ülkemizde yaşanmakta olanlar, aslında iç karartıcı bazı benzerlikler içeriyor. Yugoslavya Ordusu'nun yerine yeni askeri birimlerin oluşturulması, polise ağır silah kullanma yetkisi verilmesi, yargının yapısının değiştirilmesi, liberal ve tamamen batı destekli gençlik örgütlerinin kurulması, etnik ve mezhepsel ayrılıkların kışkırtılması, spor müsabakalarında provokasyon denemeleri, Clinton ekibi olarak bilinen ABD'nin ülkeleri parçalamak için görevlendirdiği kişilerin Türkiye'de de faaliyet göstermesi ve akla gelebilecek daha pek çok kara durum ortada. Üstelik Süleyman Demirel, Deniz Baykal, eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ gibi Türk devletinin en üst kat­larında görev yapmış isimler de "Türkiye, Yugoslavya yapılmak isteniyor" şeklinde açıklamalar yapıyor.
Yugoslavya'nın parçalanma süreci ile Türkiye'nin parçalanma süreci arasındaki benzerlikler dikkat çekici, ama iki ülke arasında temel bir fark var. Türkiye üniter bir devlet, Yugoslavya ise federasyon'du. Yugoslavya Federasyonu'na bağlı her cumhuriyet, kuru­luş anayasasına göre dilediğinde ayrılma hakkına sahipti. Belgrad çok uğraşmasına rağmen, hiçbir zaman tek millet yaratma arzusu­nu gerçekleştiremedi. Yugoslavya'da Sırp Sırptı, Hırvat Hırvat, Ar­navut Arnavut. Ayrıca Makedonya hariç her cumhuriyetin kendisi­ne çok yakın ağabey devletleri vardı.
Parçalanma sırasında her cumhuriyet ayrılmayı istedi. Bu da kaçınılmaz ve çok parçalı bir yapı oluşmasına neden oldu. Herkes birbiriyle çatışmak için bahane aradı. Özelikle parayı elinde tutan kesimler yani Hırvat ve Slovenlerle, gücü elinde tutan Sırplar arasında yaşanan gerginlik, ortamın içsavaş ortamına dönmesine neden oldu. Zaten elinde parçalanma için her türlü imkân olan cumhuriyetler harekete geçtiler. Savaş yaşandı ve parçalanmanın faturası ağır oldu.
Türkiye'de aynı şeyler olur mu? Türkiye'nin önündeki öncelikli tehlike, eski Yugoslavya gibi federasyona dönüştürülme tehlike­sidir. Yerel yönetimler yasaları ve BM İkiz Yasaları Türkiye'ye eski Yugoslavya olmayı dayatıyor. Eski Yugoslavya benzeri sosyalist olmayan bir yapı, çok kısa zamanda daha büyük içsavaşa ve ayrışmaya gidecektir.
Bütün bunlara rağmen Türkiye'de halkın çok büyük çoğunluğu ayrılık istemiyor. Yüzde 90'lann üstünde bir kitle ayrılığa kesinlik­le karşı. Dahası Yugoslavya'daki Slovenya'ya ve Hırvatistan'a ben­zetebileceğimiz kıyı bölgeleri, bırakın ayrılmayı tam tersine birliği en üst noktadan savunuyor. Yugoslavya'nın parçalanma sürecinde insanlar Soros bayrakları alarak sokaklara dökülmüş ve parçalan­mayı destekleyen mitingler yapmıştı. Türkiye'de ise Cumhuriyet mitingleri yapıldı. Türkiye'nin içinden devletler çıkaracak bir durum şu an yok gibi. Ancak dış saldırının hukuki alt yapısını oluşturma çabalarına da dikkat etmek gerekiyor.
Sh:115-116
15 Şubat 1978’de İstanbul’da doğdu. İlk ve ortaöğrenimini İstanbul’da tamamladı. Eski Yugoslavya Cumhuriyetlerinden biri olan Makedonya’daki Kiril Metodij Üniversitesi'ne girmeye hak kazandı. Burada eğitimi sürerken Yugoslavya içsavaşını yakından takip etme fırsatı buldu. Çeşitli gençlik derneklerinde görev aldı ve Yugoslavya’nın birliğini savunan çalışmalara katıldı. Üniversite eğitimi bitince Türkiye’ye döndü ve Yugoslavya’da yaşananları anlatmaya çalıştı. Annesi Makedon babası Türk kökenli olan Teoman Alili Ergenekon davası kapsamında sorgulandı ve daha sonra hakkında kovuşturmaya gerek olmadığı gerekçesiyle serbest bırakıldı. Serbest bırakıldıktan sonra Türkiye doğumlu ve Türk soylu olan Teoman Alili sınır dışı edildi. Yugoslavya Dersleri kitabını Türkiye dışında yazdı.
Geniş Bilgi için Kaynak: Teoman Alili, Yugoslavya Dersleri, Kaynak Yayınları, Eylül 2010, İstanbul
Teoman Alili Diğer yazıları için erişim: http://www.guncelmeydan.com/pano/teoman-alili-f413.html

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar