YUGOSLAVYA DERSLERİ
Hzl:
Teoman Alili
Gazeteci
Teoman Alili, J.B. Tito'nun ölümünden sonra emperyalistlerin oyunlarıyla
paramparça edilen Yugoslavya topraklarında yaşananları anlattığı bu kitabında
alınması gereken dersleri önümüze koyuyor.
Makedonya'nın
AB'ye uygun yeni pasaportu çok güzel, mikroçipli, rengi kırmızı, sayfaları
kalın... Üsküp'ten çıktık ve 50 Km. yol yaptıktan sonra karşımıza otoban gişesi
gibi bir yer çıktı. Meğer Makedonya-Sırbistan sınırıymış. Pasaportu verdim.
Polis bana Slavca hoşgeldiniz deyip yine Slavca güle güle diyerek pasaportuma
mühür vurdu. Biraz daha gittik Bosna'ya girdik yine pasaport, yine Slavca
hoşgeldiniz, güle güle ve yine mühür. Ardından Hırvatistan, pasaport ve
mühürler. Slovenya, pasaport ve mühürler... Eski Yugoslavya Federasyonu'ndan
çıkana kadar sekiz mühür vurulmuştu. Slovenya'dan sonra ise artık AB'ye
girdiğimiz için hiçbir yerde durmadan Hannover'e ulaştık. Yani AB kendi
arasındaki sınırları kaldırmışken Yugoslavya'ya hudutlar koymuştu. Bu kitabı
birgün Diyarbakır'dan Sivas'a, Sivas'tan Ankara'ya, Ankara'dan Bolu'ya,
Bolu'dan Samsun veya Trabzon'a ya da İstanbul'da Fatih semtine girerken
pasaport göstermek zorunda kalmayalım diye yazdım. Umarım "Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına, Türk milletine”
hayırlı olur.
Bu kitabı sadece Teoman yazabilirdi... Bilgisi, yaşamışlığı ve içinde büyüttüğü
acılarla karıp satırlara işledi...
TRT'de Sınırlar Arasında başlarken onunla tanışmış, ilk seyahatim olan
Makedonya temasları için yardım istemiştim. Tereddüt etmeden kabul etti ve o
zaman hayatta olan babası Halil beyin yardımlarıyla Üsküp'de çekimler yaptık.
Parçalanmış bir ülkenin parçalarından birinin acıklı hal-i pür melalini
anlattık.
Teoman Alili, 'fazla konuştuğu' için ülkesinden sürgün edildi!
Yugoslavya Dersleri'nde 'Siz hiç
parçalandınız mı!' diye soruyor. Bugün adı bile kalmayan bir ülkeden
alınması gereken dersleri önümüze koyuyor. Bir şablon veriyor bize..
Yugoslavya'nın başına gelen emperyalizm için ’vaka-i adiye'!
***
1950-80 arasında Avrupa'nın en büyük ekonomilerinden biri Yugoslavya.
Yatırımlar yatırımları takip ediyordu. Gelirleri sürekli artıyordu. Hem SSCB
ile hem Bağlantısızlar Hareketi üyesi ülkelerle ticareti vardı. Derken her şey
tersine döndü... Batı'da eğitilmiş uzmanlar ortalığı kapladı.. Sinsice
kurumlara el atmışlardı..
Dünyaya açılma programı uygulayacaklardı... Tito ölmüştü, Yugoslavya,
halkları tutkallayan liderini kaybetmişti... Önce fabrikalar kapandı, rüşvet
yolsuzluk çılgınca arttı. İşsizler ordusundan lümpenler çıktı... Ardından
etnik ve dini bölünme oyunu sahnelendi.
Sendikalar bölündü. Yabancı sermaye sendikal hareketi etnik olarak
örgütleyecekti... 1990'da yargıya el konuldu.. Anayasa'yı Koruma Mahkemesi
kaldırılacak, denetim Adalet Bakanlığı’nın olacaktı.
Her yanı CIA ajanları kapladı. Siyaset ve ekonomiyi yönlendirdikleri gibi
eğitime de el atmışlardı.. Yeni kuşaklar Soros kuşağı olacaklardı...
Medya tamamen ele geçirilecek, Yugoslavya yok olurken insanlara 'pembe
dizi' izletilecekti!
Ordu bu süreçte paramparça edildi. Paramiliter [Bir yarı askeri ya da paramiliter
güç, işlev ve örgütlenme olarak askeri ancak düzensiz gönüllülerden oluşan
devletçe desteklenen bir tür yapı. ] etnik gruplar oluşturuldu; sonra
savaştırıldı... Önce Sırplar Hırvatlarla kapışacak sonra Bosna'ya
saldırılacaktı.
Ayrılık 'Din' kullanılarak gerçekleştirildi. Bir referandumla Bosna
ayrılık karan aldı ardından katledildi. İşte bunun adı 'birbirine kırdırma'
siyaseti!
Ve zamanı gelince, sahneye Birleşmiş Milletler çıktı. Önce katliamı
seyrettiler sonra kendi oyunlarım sahnelediler.
Kılcal damar operasyonu Soros'un Çocukları'nca yönlendirildi. Açık Toplum
Vakfı, Otpor adlı örgütler süreci denetledi ve şekillendirdi...
Akıl hocaları emekli Amerikan generalleriydi... 'Ordu köşesine çekilsin!'
diyerek Yugoslavya Halk Ordusu'na karşı çıkanlar, Amerikan generallerinin
esiri oldular!
Sonra, Yugoslavya'nın yerle bir edilmesinde kullanılan, bir zamanların
genç liderleri yavaşça sahneden silindiler, işleri bitmişti. Bazıları bölünüp
parçalanmış ülkenin bir parçasının başına atandı... Bazılarının cesetlerine
kenar mahallelerde rastlandı.. Belki de sürecin sonunda, konuşmaya, neler
olduğunu anlatmaya tevessül etmişlerdi...
Yugoslavya Derslerini en iyi Teoman Alili yazabilirdi... O, bu acılan
ailesinin tüm fertleriyle yaşamış, olan biteni 'içinden' izlemişti. Önce
paramparça olmuştu Yugoslavya, bağrından 8 ülke çıkmıştı, sonra tarihe
karışmıştı.. Ondan ders alanlar ve aldıkları dersi anlatanlar, Teoman gibi
cezalandırılmışlardı...
Belgrad'ta bir genç 'hala Yugoslavya demek istiyorum!' dedi bana. Bayan
Yugoslavya olarak bilinen opera sanatçısı Jadranka, 'Artık kim olduğumu
bilmiyorum!' demişti röportajda. Serebrenitza'nın bir işsizi 'Artık vatanım yok, adam bile hissetmiyorum
kendimi, kastrat edildim sanki!' diye haykırmıştı kameraya...
Teoman, sürgünde, köklerinin olduğu 'yokedilmiş' bir ülkeden, doğduğu ve
sürgün edildiği vatanına bir armağan yolluyor. İçi büyük acılar, derin bir
hüzün ve çokça ders dolu bir armağan!
Teoman eline sağlık diyorum... Bu da geçecek, biliyorsun!
Banu AVAR
Kasım 2010
Kasım 2010
Sh:11-13
Siz hiç parçalandınız mı? Candan Erçetin'i dinlerken geldi aslında aklıma
bu soru... Hani diyor ya bir şarkısında "Parçalandım
ve her bir parçamı ayrı yere bıraktım." Belki duygusal bir şiirden
çıkmış güzel bir müzik eseri, ama bugün karşı karşıya kaldığımız durumda
referandumda "evet" mi "hayır" mı sorusunun önüne geçen
soruyu aklıma getirdi. Esas soru "siz hiç parçalandınız mı?"
"Parçalanma" sadece bir sözcük mü yoksa Batı’nın, önceleri Engizisyon
mahkemeleriyle sisteme karşı çıkan kahramanlara fiziki uygulaması mı?
Ya da kahramanları yok edemeyince ülkeleri ve birlikte yaşayan halkların
birbirine kırdırma politikası mı?
Mesela Britanya Krallığı'na karşı çıkan William Wallace nasıl öldürüldü?
Ya da İncillere göre Hz. İsa?
Sonra sömürgecilik döneminde ne oldu?
İspanyol, İngiliz, Portekiz sömürgeleri ve nihayet şeytanın ülkesi ABD...
Nasıl kuruldular, kurulurken Kızılderilileri nasıl parçaladılar? Büyük
ağaçlarla inşa edilen kocaman ızgaralarda insanları pişirmediler mi? Ya da
Kızılderili bebeklerini en uzağa kim atacak yarışlarını onlar yapmadı mı?
Üsküp'ten yazıyorum bu yazıyı ve yazarken aklıma hemşerim Mehmet Akif Ersoy
geliyor... Evet haklısın hocam, "Medeniyet
dediğin tek dişi kalmış canavar." Onlar hep parçaladılar, daha iyi
yönetmek ve sindirebilmek için. O yüzden hatırla Türkiye, ne demişti AB
Komiseri Verhaugen: "Türkiye sindiremeyeceğimiz kadar büyük!"
Şimdi size parçalanmanın ne demek olduğunu madde madde anlatayım dostlar;
çünkü ben parçalandım. Yugoslavya parçalandığında sülalemle birlikte
gariplikler yaşadım ve parçalandım. Annem
Makedon babam Türk... Annem Hıristiyan babam Müslüman... İşte bu yüzden
Yugoslavya parçalandığında ben de parçalandım.
Ben bir Türküm; Türkiye'de doğdum, Türkiye'de eğitim aldım ve doğal olarak
en kıymetli parçamı, beynimi anavatanıma, Türkiye'me adadım. Bu kitabı yazarken
bedenime Türkiye yasak, ama beynim ANAVATAN'DA, Anavatanla... Kitabı okumanız
kolaylaşsın diye parçalanma sonrası yaşanan süreci birkaç madde halinde
dikkatinize sunmak istiyorum.
Irk olursun, artık
millet değilsindir. Tartışır durursun Arnavutların kökeni mi daha eski,
Slavlarınki mi diye? Elbette asla cevabını bulamazsın.
Köprü koyarlar arana,
ama köprüyü koymadan önce duvarlar örülür. Büyük, kaim duvarlar... Görmeyesin
diye ayrıldıklarını bir daha.
Eskiden tuttuğun
takımı tutamazsın mesela. Çünkü öbür tarafta kalmıştır o takım. Mazallah öbür
tarafın takımını tutarsan ırkına ihanetle suçlanırsın.
Yemeklerini bile
izlemeye alırlar. Mesela öbür tarafta kalanlardan birinin lokantasına
gidersen, yandı gülüm keten helva. Hurma yesen, domuz derler yediğine.
Taksiye bindiğinde
dikiz aynasına bakarsın. İşaret ararsın, şoför hangi taraftan diye...
Tokat yersin mesela
durup dururken otobüste. Kin biriktirirsin, nasıl olsa kendi tarafına
gideceksindir ve orada karşı taraftakilerin birine sen de tokat atacaksındır.
Gavurdur her iki taraf
için diğer taraf.
Bayramları kutlarken
karıştırırsın. Hangi bayram kimin diye sorarsın. O yüzden herkes kendi
bayramını kutlar. Yani aslında delisindir artık, herkesin kendi bayramı vardır
çünkü.
En önemlisi dostlar;
parçalanmaya karşı çıkarsan seni ırkçılıkla suçlarlar. Oysa ırkçlığı
mikromilliyetçilikle parçalayanlar yaratırlar.
Bu kitapla asli görevimi yerine getirmeye çalıştım. İlkokul, ortaokul ve
liseyi Türkiye'de bitirdim. Üniversite için Yugoslavya'ya gittim. Yani
Yugoslavya'da toplam yaşam sürem sadece dört yıldı. Üniversite bittikten sonra
Yugoslavya topraklarında yaşananları kendi vatanıma, Türkiye'ye anlatmam gerektiğini
düşündüm. Annem ve babam Türkiye vatandaşı olmadığı için benim de henüz Türkiye
Cumhuriyeti vatandaşlığım yok. Ancak Napolyon gibi düşünüyorum. Sormuşlar ya
Napolyon'a "Korsikalısın, neden
Fransız generali oldun" diye. Napolyon'un cevabı söyle: "Ben kendimi Fransız
hissediyorum." Tabii aslında benim durumum Napolyon kadar kötü değil.
Çünkü ben Makedonyalı ama Türk soylu bir babanın oğluyum.
Üniversite bittikten sonra önümde iki yol vardı. Birinci yol, en yüksek
düzeyde diplomalı olduğum basketbol antrenörlüğü yapmak ve ülkemin içine
atılmak istendiği çukuru görmezden gelmekti. İkinci yol ise çalışma ve oturma
iznini beklemeksizin derhal harekete geçmek ve sesimi duyuracağım bir kanal
bulup Türkiye'nin Yugoslavya gibi parçalanmak istendiğini anlatmaktı.
Elbette her vatansever gibi ikinci yolu seçtim ve bana gazeteciliği
öğreten Aydınlık dergisinde gönüllü olarak haberler yapmaya başladım.
Türkiye doğumlu ve Türk soylu olarak gönüllü biçimde bir yerde çalışmamın ve
üstelik bu çalışmayı tamamen Türkiye'nin yararına yapacak olmamın bir izin
gerektirmediğini düşündüm. Öyle ya, memleketi savunmak için izin mi alacaktım?
Hemen işbaşı yaptım. Süreç içinde gördüm ki artık sadece ben ve Aydınlık
dergisinin başyazarı Doğu Perinçek değil, eski Cumhurbaşkanı Süleyman
Demirel'den dönemin Genelkurmay Başkam Orgeneral İlker Başbuğ'a kadar pek çok
kişi Türkiye'nin Yugoslavyalaştırılmak istendiğinden söz ediyor. Hatta bazıları
Kosova örneğinden yola çıkarak özerklik tartışmalarını gündeme getiriyor. Gerçi
Kosova örneği özerklik için değil Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin
uluslararası alanda tanıtılması için örnek olabilir, ama maalesef bazıları
Türkiye lehine değil ABD lehine düşünmeye alışmış. Bu kitapta Kosova
meselesinin Türkiye lehine nasıl kullanılabileceğini ve Kosova'nın gerçek
statüsünü de bulacaksınız.
Yugoslavya meselesi biraz karmaşık ama sizlere fazla yorum katmadan
başlıklar halinde meseleyi anlatmaya çalışacağım. Umarım bu kitap "Türkiye
Cumhuriyeti'ni kuran Türkiye halkına, Türk milletine" hayırlı olur.
Teoman Alili
Eylül 2010
Eylül 2010
Sh: 15-18
Yugoslavya federal bir devlet olarak kuruldu. Bazı iddialara göre, ülke
kurulurken Tito parçalanma ihtimalini biliyordu. Zaten Mareşal ülkesinin
parçalanma ihtimaliyle ilgili bazı konuşmalar yapmıştı.
Ancak Yugoslavya'nın parçalanma süreci Türkiye'de yaşayan bazı insanlara
görevler yüklüyor. Bunlar, Yugoslavya'dan ülkemize göç etmiş olan ya da
akrabaları Yugoslavya'da yaşayan ve hâlâ onlarla irtibatı olan insanlar. Onlar
Yugoslavya'nın parçalanması sürecinde yaşananları Türkiye'de anlatmalı. Tabii
Yugoslav göçmenlerinin kafalarındaki bazı putları da yıkmaları gerekiyor.
Yugoslav göçmenleri ağırlıklı olarak Boşnak ve Arnavutlardan oluşuyor. Elbette
Türk kökenliler de var. Onlar çok haklı olarak Sırp çetelerin yaptıklarını
kafalarından silemiyorlar.
Vahşi yöntemlerle insanları öldüren ya da
yurtsuz bırakan Sırp ve Hırvat aşın milliyetçi çeteleri, Yugoslavya'nın
bölünmesine hizmet ettiler. Acı olan bu hizmetin "vatanseverlik"
adına yapılıyor olmasıydı. Hırvatlar ayrılık için vahşet uygularken Sırp
milliyetçilerin büyük çoğunluğu sözde "birlik" için mücadele
ediyorlardı. Amerika Sırpları önce kışkırtıp sonra düşman olarak gösterdi. Hırvatların arkasında ise herkesin çok iyi
bildiği gibi Almanlar vardı. Amerikan yönetimi açık biçimde özel bir
ekiple Yugoslavya’nın parçalanma sürecine dahil oldu. ABD daha çok Bosna ve
Kosova'da aktifti. Almanlar ise Sloven ve Hırvat aşırı milliyetçiliğini kaşıdı.
Herkes biliyor, dönemin Almanya Dışişleri Bakanı Hans Ditricht Genscher, Hırvat
ve Sırp milliyetçileri Almanya'ya götürdü. 1980'li yılların başında Almanya'da
bulunan gruplar, daha sonra çatışan çeteler olarak Yugoslav topraklarına geri
döndüler. Hırvat Uztaşi çeteleri ile Sırp Çetnikler Almanya'dan gelip
Yugoslavya'yı kan gölüne çevirmeye karar verdiler.
Amerikan yönetimi Yugoslavya’nın parçalanması için "Yeni Dünya
Düzeni" adını verdiği projeyi hızla uyguluyordu.
Yugoslavya Komünist Partisi 6. Kongresi bir dönüm noktası oldu ve parti
Sırbistan Sosyalist Partisi adını alarak tamamen sosyal demokrat kimliğe
büründü. Parti önderliği açıkça sosyal demokrat bir parti olduklarını
açıklıyordu. Parti'nin Yugoslavya içsavaşı sırasındaki en büyük müttefiki ise
aşın Sırp milliyetçisi Vöjislav Şeşel'in Sırp Radikal Partisi'ydi. Sırbistan
Sosyalist Partisi, ayağı ülke topraklarına basan ve aslında doğal müttefiki
olan "Özyönetim Hareketi"ni dışladı hatta kendi içindeki
özyönetimcileri eritmeye başladı. Sözde milliyetçi parti ile sosyal demokrat
Sırbistan Sosyalist Partisi ittifakı, ülkenin parçalanma sürecini hızlandırdı.
Milliyetçiler Bosna ve Kosova'da çeteler kanalıyla katliamlar yaparak
Yugoslavya’nın bağımsızlık davasını haksız konuma düşürürken, çatışmalara
örtülü destek veren Yugoslav Sosyal Demokratlar Birliği'ni zedeleyici hamleler
yapıyor ve Tito'nun "Kardeşlik-Birlik"
adını verdiği temel politikayı reddediyordu.
Şimdi burada ilahi denebilecek tesadüfü aktaralım. Yugoslavya'da vatansever
olduğunu söyleyen kuvvetler dahi "Kardeşlik-Birlik" politikasını
reddetmişti. İşçi Partisi'nin Diyarbakır mitinginin adı da
"Kardeşlik-Birlik Mitingi" idi. Yani her iki ülkede de sorunların
çözümü iki sihirli kelimede gizli: "Kardeşlik, Birlik". Oysa
Türkiye'de de kendisini milli olarak tanımlayan bazı güçler, İşçi Partisi'nin
Diyarbakır'daki "Kardeşlik- Birlik" mitingini köstekleyen hamleler
yapmıştı. İlahi bir rastlantı mı acba?
Takvim yaprakları 1980'leri gösterirken, Türkiye'de ve Yugoslavya'da
Amerika ile yakın ilişkisi olan iki isim siyasi gündeme oturdu. Bunlar
Wisconsin Üniversitesi'nin "Yeni Dünya" isimli seminerlerine katılmış
olan iki ekonomistti. Biri Yugoslavya Komünist Partisi'nin liberal kanadı
olarak bilinen "Genç Seslerin" lideri Ante Markoviç, diğeri ise
hepimizin çok iyi tanıdığı Turgut Özal idi. "Büyük bir tesadüf
sonucu" bu iki kişi aynı yıllarda ülkelerinde başbakan oldular.
Türkler Özal döneminde serbest piyasa ekonomisiyle, Yugoslavlar da ilk kez
Batı'dan alman borçlarla tanıştılar. Markoviç ve Özal, "dünyaya açılma" adı altında ülkelerini hızla Batı'nın
her türlü müdahalesine açık hale getirdiler. Türkiye ve Yugoslavya'ya yönelik
oyunlar hiç hız kesmedi. 1990'lı yıllarda Sovyetler Birliği ve Sovyet kontrolü
altındaki sosyalist devletler dağılırken, Yugoslavya bir içsavaşın eşiğine
geldi. O günlerde Yugoslavya'nın kurucu partisi özyönetimi reddediyor ve yerine
sosyal demokrat bir yapı benimsiyordu. Aym anda merkezinde Sırpların olduğu
Slav milliyetçiliği ve Tito'nun yasakladığı isimlerden biri olan Vöjislav Şeşel
güçleniyordu.
Bu kitabı yazarken Yugoslavya'da yaşayan çeşitli isimlerin görüşlerine de
yer vermenin uygun olduğunu düşündüm. Yani bu kitap aslında sadece benim
gözlemlerimi değil Yugoslavya'da yaşayan insanların yaşadıklarını da içeriyor.
Üsküp'teki Galeri Kahvesi daha çok Türklerin, Türk sosyalistlerin gittiği
bir kahve. Çarşının ortasındaki bir ara sokak içinde yer alan ve adından da
anlaşılacağı gibi aynı zamanda bir resim galerisi olan, küçük şirin bir
kıraathane. Kahvede öğrencilik yıllarımda evinde kaldığım Aki (Hakkı) Amca ve
arkadaşlarını buldum. Eskiden sendikacı olan Aki Amca Türk televizyonlarını
seyrettiğini, işçilere yapılan zulümden çok etkilendiğini söyledi. (Aki Amca'yı
ziyaretim sırasında Tekel direnişi devam ediyordu.) Özelleştirme dediğimde Aki
Amca Türkçe'nin güzelliğini kullandı: "Özelleştirme
kelimesinden özeli çıkar geriye leştirme kalır, aslında leşleştirme
kalır" dedi.
Yugoslavya'nın parçalanması sürecinde özelleştirmelerin rolü büyük. Aki
Amca durumu şöyle özetliyor:
"Tito'nun özyönetim sistemi işçilerin çalıştıkları fabrikaların sahibi
olması ilkesine dayanıyordu. Ancak Tito'nun ölümüyle birlikte,
özyönetimcilerin geri dönüş olarak tanımladığı fabrikaların işçi kontrolünden
alınıp tamamen devlet kontrolüne verilmesi süreci yaşandı. Bu süreçte
fabrikalar devlet eline geçti ve Ante Markoviç Yugoslavya’nın en önemli
fabrikalarım, Slovenya'daki beyaz eşya devi Gorenje'yi, Makedonya'nın dev demir
çelik fabrikası Jelezara'yı yabancı ortaklıklara açtı. Markoviç açıkça pazar
ekonomisine geçildiğini ilan ediyor, fabrikalarda çalışan işçilerin sayısının
ihtiyaçtan fazla olduğunu öne sürüyordu. Markoviç yönetimi, 1985'ten sonra
sendikaların bütün direnişine rağmen işçileri işten çıkarmaya ve devlet eline
geçen fabrikaları özel sektöre açmaya başladı. Bu süreçte işçilere maaşlarının
yansı karşılığında çeşitli kamu kuruluşlarında çalışma hakkı verildi."
Tabii işçiler yapılan teklifleri anında reddetti. Tito döneminde
çalıştıkları fabrikaların sahibi olan işçiler, bir anda yük olarak görülmeye
başlandı. Grevler sürecine girildi, Yugoslavya'daki işçi hareketi yıllar
boyunca sürdü. Tam bu noktada grevlerin neden başarıya ulaşmadığı sorusu
gündeme geliyor. Sorunun cevabı asıl çarpıcı noktaya işaret ediyor:
İşçi hareketinin etkisini kırma görevini doğrudan Almanya ve ABD yürüttü. Makedonya’daki bira fabrikası Pivara'yı
satın alan Coca Cola, kendine yakın bir sendika kurup, demokratik yapılanma adı
altında etnik ayrımcılığı kışkırttı. Sendika içinde Makedon ve Arnavut
işçiler bölgelerine göre ayrıldı. Alman yönetimi ise Hırvat ve Sloven işçi
önderlerini Almanya'ya davet ederek, Sırp ve Boşnak işçilerden ayrı
örgütlenmeleri gerektiği yönünde yıkıcı propaganda yaptı. Hırvatistan ve
Slovenya'nın Yugoslavya sanayisinin merkezi olduğu, ekonominin yükünün esas
olarak bu bölgelerde yaşayan işçilerin sırtına yüklendiği tezi işlendi. Kısa
zamanda sendikalar etnik temelli bölündüler ve işçi mücadelesinde kördöğüşü
dönemine geçildi.
Bugün Türkiye'de yaşanan süreçte Aydınlık yazarı Yıldırım Koç'un
sürekli dikkat çektiği etnik sendikacılık tehdidi gözlerden kaçmamalı.
Sırbistan'da tüm yargı erki tek bir kuruma bağlı, o da Yüksek Mahkeme
Konseyi ya da bazı çevirilere göre Yüksek Hakimler Konseyi. Yüksek Mahkeme
Konseyi (YMK) 11 üyeden oluşuyor. Bu üyelerden altısı daimi hakimlerden, ikisi
meclisin atadığı hukuk eğitimi almış olan kişilerden, kalan üçü ise Yüksek
Temyiz Mahkemesi Başkanı'ndan, Adalet Bakanı'ndan ve Meclis Yargı Komite
Başkanı'ndan oluşuyor. YMK, yargıda yegâne karar mercii. Tabii bu oluşum
Sırbistan'da yeni yönetim kurulduktan sonra gerçekleşti.
Yeni oluşuma kadar Sırbistan dâhil olmak üzere bütün Yugoslavya'da
Anayasayı Koruma Mahkemesi en yüksek yargı kurumuydu. Mahkeme komünist dönemde
de devlet başkanını "vatana
ihanet" suçundan yargılama yetkisine sahipti. Yargının tam bağımsız
olması ilke idi; Anayasayı Koruma Mahkemesi başkan ve üyelerinin Komünist Parti
üyesi olmaması şartı vardı. Bir başka deyişle en yüksek yargı organının asla
siyasi bağı yoktu.
Mahkemenin
en dikkat çeken kararı, Boşnak lider Aliya İzzetbegoviç hakkında aldığı
karardı. 1980'lerde Komünist Parti Aliya İzzetbegoviç'i Anayasayı değiştirme suçuyla
yargıladı ve idam cezası verdi, ancak Anayasayı Koruma Mahkemesi kararı bozdu.
1990'dan hemen sonra Anayasayı Koruma Mahkemesi kaldırıldı ve denetim Adalet
Bakanlığı'nın etkin olduğu kuruma verildi.
YMK, Sırbistan'da yargı mensuplarını rahatsız eden birçok eylemde bulundu.
Bunlardan en önemlileri, 5 Haziran 2009'dan itibaren kamuoyundan gizli
toplantılar yapmaları ve aldıkları kimi kararların gerekçelerini
açıklamamalarıdır. Yarsav Başkanı Emine Ülker Tarhan'ın uyarıları, Türkiye'deki
yargının da Sırbistan Yargısı'na benzetilmek istendiğini gösteriyor.
Sırp YMK'sının hakim ve savcıları rahatsız eden pek çok kararı var. 30
Haziran 2009'da alman kararla tüm hakimler seçime tabi tutulacaklar ve seçimi
geçenler hakimliğe devam edecekti. 2009 sonuna kadar seçime katılmayanlar ise
seçilemeyenlerle aynı muameleyi göreceklerdi. Öte yandan hakimlere neden
seçilemedikleri açıklanmıyor, hatta seçilemeyenler listesi bile
hazırlanmıyordu. Sırbistan Hakimler Birliği, yargı reformuna karşı ciddi
itirazlarda bulundu ve tekrar seçilemeyenleri, neden seçilemedikleri açıklanıp
onlara savunma hakkı tanınana kadar bünyesinde tutmaya karar verdi.
Sırbistan'daki yargının bu durumu AB raporuna da yansıdı. Bu rapora göre,
son reformlar yargının gücünü kırıyor ve yargıyı politik etkilenimlere açık
hale getiriyordu. Seçimin bu kadar çabuk yapılmak istenmesinin (2009 sonuna
kadar), uzun vadede yargıyı siyasallaştıracağı, yargının bağımsızlığını,
saygınlığını ve işleyişini etkileyeceği ifade ediliyordu.
Aslında bu bir tasfiye operasyonuydu. Amerikancı darbe yargıya yumruğunu
indirmişti. Önce yargıçları seçime tabi tuttu. Soma seçim hakkında hiçbir
açıklama yapmadan kazananları ve kaybedenleri açıkladı. Kaybedenler iktidara
rağmen hukuka bağlı kalan yargıçlardı.
Miloşeviç’in CIA Ajanı İstihbarat Şefi Rudolf Hiero ve CIA'ya Çalışan
Genelkurmay Başkanı
Ajanlık faaliyeti yürüten güçler, 1985 yılından itibaren özellikle Belgrad
ve Zagreb'te harekete geçtiler. 1992'de ise isimleri açığa çıkmıştı. Bunlardan
biri Rudolf Hiero isimli İspanyol kökenli bir ABD ajanıydı. "Mladost za
sutra" ("yarın için gençlik" ya da "yarının gençliği")
isimli kuruluş 1987 yılında kurulmuş ve üniversite ya da lise eğitimi gören
gençlere burs veren bir merkez halini almıştı.
Kuruluşun en büyük destekçisi "Şili kahramanı Allende'nin yakın
arkadaşı" olarak öne çıkarılan Rudolf Hiero'ydu. Hiero, çok yüksek
miktarda bağışlarla kuruluşu ayakta tutuyor ve Allende'nin yakınında bir isim
olarak bilindiği için, her yere sızmayı başarıyordu. Özellikle sol örgütler
Hiero'ya kapılanın sonuna kadar açmıştı. Hatta Politika gazetesi
Hiero'yu Yugoslavya'ya destek olan yabancı kahraman diye tanıtarak fahri
vatandaşlık verilmesini önermişti.
Politika’nın önerisi Miloşeviç yönetimi tarafından kabul edildi. Hiero bu sayede
çok önemli toplantılara katılabilen bir yabancı olarak faaliyetlerini sürdürdü.
Ancak zaman içinde Hiero'nun Allende'nin değil, Richard Holbrooke'un yakın
çalışma arkadaşı olduğu ortaya çıktı. Halen ABD Dışişleri Bakanlığı'nın üst
düzey yöneticilerinden olan Holbrooke, o günlerde bakanlığın Balkan İşleri
Bürosu'nda görev yapıyordu. Hiero’nun Holbrooke'la yaptığı görüşmelerin
kayıtlan Republika gazetesi tarafından yayınlanınca ABD ajanı açığa
çıktı ve ajanlık yaptığım itiraf etti. Ne var ki Hiero'nun ajan olduğu ancak
1998 yılında ortaya çıkabilmişti.
CIA’nın Lahey'de Yargılanan Adamını Kurtarma Operasyonu
Yugoslavya'da CIA o kadar üst düzeye sızdı ki akıl sınırlan zorlanır.
Hollanda'nın Lahey kentinde eski Yugoslavya için kurulan savaş suçlan
mahkemesinde yargılanmakta olan Sırbistan istihbarat servisinin eski şefi
Jovica Stanişiç'in CIA ajanı olduğu ortaya çıktı. Sırp basını, Amerikan
kaynaklarına dayanarak, Stanişiç'in 90'lı yıllarda CIA'nın Belgrad'daki önemli
ajanlarından biri olduğunu yazdı. Lahey'deki mahkemeye, eski istihbarat şefinin
CIA'ya hizmetini kanıtlayan bir belge sunulduğu ifade edildi. Belgeye göre,
Stanişiç, eski Devlet Başkanı Slobodan Miloşeviç'in gizli emirleri, savaş
döneminde esir alman askerlerin tutulduğu yerler ve Bosna'daki askeri üsler
konularında ABD'ye önemli bilgiler verdi.
CIA yetkililerinin söz konusu belgeyi mahkemeye verirken yargılama sürecini
etkilemek istemediklerini, ancak mahkemenin sanığın yaptığı "iyi
işler" hakkında da bilgi sahibi olması gerektiğini kaydettikleri
belirtildi. Haberlere göre, Stanişiç savaştan sonra da ABD ile işbirliğini
sürdürdü.
Ve Momçilo Perişiç
Açığa çıkan üç CIA ajanı içinde en önemli olanı Momçilo Perişiç'ti.
Perişiç, Yugoslavya içsavaşı sırasında bir dönem Genelkurmay Başkanlığı, NATO
bombardımanı sırasında ise Başbakan Yardımcılığı görevini yürütüyordu.
Perişiç, 2002 yılında bir cafede suçüstü yakalandı. Eski Genelkurmay
Başkanı ve Başbakan Yardımcısı CIA ajanlarıyla görüntülendi. Yugoslavya askeri
istihbaratı takip altına aldığı Perişiç'i dört CIA ajanına bazı dosyalar
verirken görüntüledi. Görüntülerde dosyalan alan CIA ajanı hemen kazağının
altına saklıyordu. Perişiç ve ajanlar hemen oracıkta gözaltına alındı. CIA
ajanları sınırdışı edilirken Perişiç yargılandı ve halen Belgrad askeri
hapishanesinde tutuklu bulunuyor.
Yugoslavya'nın parçalanması iki aşamada gerçekleşti. İlk olarak, 1990 ile
1992 yıllan arasında Yugoslavya Sosyalist Federal Halk Cumhuriyeti'ni oluşturan
Slovenya, Hırvatistan, Bosna- Hersek ve Makedonya, sırasıyla Federasyondan
ayrıldı. Arkasından Sırbistan ve Karadağ cumhuriyetleri ayrıldı. Bu ayrılmayla
Yugoslavya ismi tarihe karışmış oldu.
Ayrılmalar sırasında ordu da bölündü. Yugoslav ordusu içinde Suplar Çentik,
Hırvatlar Uztaşi, Boşnaklar Genç Müslümanlar, Makedonlar Komiti, Arnavutlar UÇK
gibi birimler oluşturdular. Arnavut ayrılıkçılarının UÇK'sı en gizli kapaklı
çalışandı ama diğerleri bağlı subayların isimlerini bile açıkça dile
getiriyorlardı.
Ordunun etkisiz hale getirilmesi için ilk hamlelerin yapıldığı dönemde,
Federasyon değerlerinin sıradanlaştırıldığı ve ordu komutanlarının ayrılıkçı
subaylarla görüşmeler yaptığı biliniyordu. Bütün bunlar sıradan bir durummuş
gibi gösterilirken, bir yandan da subaylar hücre evleri oluşturuyordu. Bu evler
aslında birer cephanelik olarak kullanılıyordu. Gerçek vatanseverlerden
bazıları da bu dış güç hizmetkârlarının oyununa geliyorlardı. Tabii bazı sivil
toplum kuruluşları da oyunun bir parçası olarak çalışıyordu. Bu sayede çok
sayıda paramiliter grup oluştu ve bu grupların içinde bazı subaylar görev aldı.
1991 yılı Yugoslavya için sonun başlangıcı oldu. Slovenya’nın federasyondan
ayrılmasının ardından asıl korkulan şey oldu ve Alınanlardan açık destek alan
Hırvatlar bağımsızlık ilan etti. Federal güçler, bağımsızlık ilan eden
Hırvatlara karşı topyekûn savaşa girişti. Yugoslav gemileri denizden
Hırvatistan’daki hedefleri bombalarken, Hırvat kuvvetleri federal kışlaları
kuşatma altına aldılar, erzak teminini engellediler. Kuşatma altındaki askerler
çevredeki bölgeleri rastgele bombardımana tabi tuttular. 1991'de Sırplar,
Hırvat nüfusunun sekizde birini oluşturuyordu. Aym anda Sırp paramiliter güçler
yani Çetnikler de kitlesel imhaya başladılar. Ocak 1992'de Birleşmiş
Milletler'in (BM) gözetiminde bir ateşkes imzalandı. Fakat bundan önce 10
binden fazla insan ölmüş, 14 anlaşma da bozulmuştu.
Barış süreci devam ederken Sırplar Krajina adı altında kendi
cumhuriyetlerini kurdular. Fakat bu topraklar 1991'de ellerinden çıktı. Temmuz
1992'den sonra Dubrovnik'in Sırp paramiliterler tarafından üç yıl top ateşine
tutulması, banş çabalarını fiyaskoyla sonuçlandırdı. 1 Mayıs 1995’te Hırvatlar
Batı Slavenya'nın bir bölgesine saldırdılar ve oradaki 2 bin kişiyi
öldürdüler, 30 binden fazla Sırp'ı sınır dışı ettiler. Sırplar, Zagreb'e,
kentin tam merkezinde bir kaç kişinin ölmesine yol açan güdümlü mermiler
göndererek karşılık verdi. Savaş Sırpların geri çekilmesi ve diğer ülkelerin de
araya girmesiyle barışla sonlandı. Hırvatistan bağımsızlığını ilan etti.
Savaşın en kritik bölümünü Krajina bölgesinde yaşanan olaylar oluşturdu.
Krajina'da Sırp ve Hırvatlar aynı ordu içinde bölündüler ve kışlalar arası
savaş başladı. Yugoslav Halk Ordusu'na ait kışlalarda iki güç birbirine
saldırıyordu. Kışlaların bir bölümü Hırvatların bir bölümü Sırpların eline
geçmişti.
Kışla savaşları devam ederken Yugoslavya Milli Basketbol takımı Hırvat
Drazen Petroviç ve Sırp Vlade Divaç'ın yıldızlaştığı dünya şampiyonasında son
kez SSCB'yi yenip dünya şampiyonu oluyordu. Ancak final maçından sonra Sırp
oyuncular bir yerde, Hırvat oyuncular bir başka yerde seviniyorlardı. Ordu
bölünmüştü evet, ama dünya şampiyonu basketbol takımı da bölünmüştü. Hırvat
oyuncular damalı Dalmaçya bayrakları sallarken Sırplar Yugoslav bayrağı
sallıyordu. Neyse ki Drazen Petroviç eline bir Tito resmi alarak bütün takımı
orta alanda toplamış ve büyük bir kaosun yaşanmasını engellemişti.
Ancak Yugoslavya birliği artık sona eriyordu; kışla savaşları sırasında
sivillerin de dahil olduğu 2324 kişi hayatım kaybetmişti. Ordunun bölünmesinin
en net görüntüsü burada yaşandı. Sonuçta Federasyon ordusu BM güçlerinin
devreye girmesiyle geri çekildi ve Yugoslavya içinden aynlan ikinci cumhuriyet
de resmen ortaya çıktı: Hırvatistan...
Sosyalist bir devlet olan Yugoslavya'nın ordusu da Jugoslavenska Narodna
Armija yani Yugoslav Halk Ordusu adını taşıyordu. Buna bağlı olarak
Pavkoviç-Perosoviç İkilisi halka dayalı bir savunma planı hazırlamış ve halkı
örgütleyen bir sistem üzerinde çalışmaya başlamıştı. Ordu içinde etnik temele
dayalı yapılar oluşmuştu. Ordu Sırplar, Hırvatlar, Slovenler, Makedonlar ve
Amavutlar arasında bölünmüştü.
Miloşeviç yönetimi Pavkoviç-Perosoviç sisteminden çok Sırp milliyetçisi
Vojislav Sesel’le anlaşarak terör karşıtı paramiliter ekipler oluşturmayı
tercih etti. Perosoviç bir süre soma öldürüldü. Paramiliter güçler kuvvetlendi.
Bu güçler özellikle polis içinde örgütlendiler. Tam bu noktada Arkan ismi
parladı. Arkan tam aranan adamdı. Yugoslav toplum polisi ve terörle mücadele
birimi içinde önemli bağlantıları vardı; üstelik Kızılyıldız taraftarlarını
kontrolü altında tutabiliyordu.
Bosna ve Kosova katliamlarının baş sorumluları Batı tarafından hep korundu.
Örnek mi: Radovan Karadziç'in Krajina'daki Sırp köyünde Kadina deresi
yakınlarında Ratko Mladiç'le birlikte yaşadığını herkes biliyordu, ama ne
hikmetse katliamlarından yıllar sonra ancak yakalanabildi. Ratko Mladiç ise
kitap yazılırken hâlâ bulunamamıştı. Bosna'daki cehennemin üç zebanisinden biri
olan Arkan ise Yugoslav askeri istihbaratı tarafından gözünden vurularak
öldürüldü.
Asıl adı Jelko Raznatoviç olan Arkan, gizli polisti. Babası da polisti.
Kızılyıldız stadyumunun yanında pastane işletmesi, Arkan'm esas görevinin
maskesiydi. Kısa zamanda gizli ilişkileri sayesinde Yugoslavya’nın en vahşi
paramiliter grubu olan Tigri'yi (Kaplanlar) kurdu. Grup iki kesimden
oluşuyordu: Polis ve fanatik Kızılyıldız taraftarları. Yugoslavya'nın
parçalanması sürecinde ilk büyük çatışmalar Sırplar ve Hırvatlar arasında
yaşandı.
Arkan ilk büyük eylemini Hirvatistan'daki Dinamo Zagreb- Kızılyıldız
maçında yaptı. Maça tribün lideri olarak giden Arkan'ın taraftar grubu arasında
silahlı kişiler vardı. Bu kişiler polisle olan sıkı bağlantı sayesinde stada
rahatça girmişti.
Maçın bir bölümünde Kızılyıldız taraftarları Dinamo taraftarlarına
saldırdı. Polis kendi evinde olan Dinamo taraftarlarını hedef aldı. Bu maç
bölünmenin miladı olarak kabul ediliyor. Çünkü Sırp- Hırvat gerilimi ilk kez
ete kemiğe bürünüyordu ve Arkan faşisti doğuyordu. Arkan kısa zamanda güçlendi.
Hırvatlarla savaştı ama esas katliamlarını Bosna ve Kosova da yaptı. Arkan Sırp
polisinin gizli lideri gibi çalışıyordu. O dönemde polise askeri silah alma yetkisi
verildi. ABD ve İsrail bolca silah sağladı. Bu silahlar kısa zamanda Sırp
toplum polisi ve terörle mücadele polis birimlerinin eline geçti. Arkan ve
ekibi açıkça Gladyo bağlantılı operasyonlarla Yugoslavya’nın en güçlü grubu
oldu. ABD bir yandan Arkan'ı silahla beslerken zulüm altındaki Boşnak ve
Arnavutları da kışkırttı. Ancak Arkan'ın vahşi katliamları bitene kadar ABD ve
Batı olayları sadece seyretmekle yetindi. Ta ki Arkan Yugoslav Askeri
İstihbaratı tarafından kendi oteli önünde sol gözünden vurularak öldürülene
dek. Arkan öldü ama paramiliter güçler özellikle silahlanan polis birimlerinde
örgütlenerek Yugoslavya'nın parçalanmasında en önemli rolü oynadı.
Yugoslavya isminin ortadan kalkmasının en önemli adımı Bosna'da atıldı. Bunun
için Bosna halkı tarihin kaydettiği en büyük zulümlerden birini yaşadı.
Halkın Müslüman olma özelliğini çok iyi değerlendiren Amerikan yönetimi,
Bosna'nın ayrılma sürecinde bu bölgeye yönelik özel çalışmalar yürüttü. Aliya
İzzetbegoviç, Avrupa'nın ortasında kendi verdiği isimle "Batı İslam
Cumhuriyeti”ni ilan etti. Bu Sırp milliyetçilerinin ekmeğine yağ sürdü.
Tam bu sırada Bosna'da referandum tartışması başladı. O dönemde Yugoslavya
Genelkurmay Başkanı Nebojsa Pavkoviç ile Devlet Başkanı Slobodan Miloşeviç
arasında kapalı kapılar ardında büyük bir tartışma yaşandı. Pavkoviç, tarikatçı
yapılanmaya müdahale edilmesini savunurken, Miloşeviç Bosna'nın iç yapışana
karışmaya karşıydı. Pavkoviç Devlet Başkam’nın emrine karşı çıkamadı ama, kendi
emrindeki subaylara söz geçiremedi.
Bosna’da referandum sonucunda çok yüksek oranda ayrılma kararı çıktı. Bunu
fırsat bilen Çentik çeteleri Bosna ve İslam aleyhinde propaganda yapmaya
başladılar. Bosna içinde ayrılıkçılara karşı harekete geçme karan verdiler. Bu
karan veren üç isim Yugoslav ordusunda görevli Albay Ratko Mladiç, en büyük
paramiliter çentik grupu Tigar'ın başı Jelko Radlatoviç (Arkan) ve Bosna'daki
Sırp azınlığın lideri konumunda olan Radovan Karadziç'ti.
Referandum sonrasında Bosna'da tam bir Boşnak katliamı yaşandı. Sırp albay
ordunun silahlarını paramiliter gruplara dağıttı. Bu gruplar Yugoslavya'nın
haklı savaşını dünya gözünde haksız çıkaracak eylemler gerçekleştiriyordu.
Savunmasız Boşnaklar Yugoslav ordusundan sağlanan silahlarla, Sırp çeteler tarafından
kitlesel biçimde yok ediliyordu. Dönüm noktası olan Srebrenitsa katliamı
Batı'nın ekmeğine yağ sürdü; referandum fitildi ve bir kez ateşlendikten sonra
yangın söndürülemedi.
Bosna savaşı nasıl başladı? Bunu bugün kimse hatırlamıyor. 1 Mart 1992'de,
Boşnak Ramiz Delaliç, Sırplara ait bir kilisede düğüne katılanlara saldırıp
damadın babası Nikola Gardoviç'i öldürdü, papaz Radenko Miroviç’i yaraladı.
"Kanlı Düğün" ismiyle anılan bu olay savaşı tetikledi. Ertesi gün
Saraybosnalı Sırplar kendilerini Boşnak saldırısından koruma bahanesiyle
barikatlar kurmaya ve silaha sarılmaya başladılar. 26 Mart 1992'de Hırvatistan
ordusu Sava Nehrini geçerek Bosna-Hersek topraklarında yerli Hırvat-Boşnak
sözde askeri birlikleriyle birleşti. Aynı gün Sijekovac köyünde 20 Sırp sivil
katledildi. Daha sonra Bosanski Brod bölgesindeki Donje Barice, Gomje Barice ve
Lijesce köylerinde 51 Sırp sivil katledildi.
Sırplar Bosna'da yaşanan olaylar üzerine harekete geçtiler. Nisan 1992'de
Srebrenitsa'nın hemen dışında bulunan Bratunac köyünde, 350 Bosnalı Müslüman,
Sırp paramiliter ve özel polis güçleri tarafından ölümcül işkenceye tabi
tutularak katledildi.
Çok önemli nokta polis güçlerinin devreye girmiş olmasıydı. Katliamdan
hemen önce Yugoslav polisine ağır silah alma ve kullanma yetkisi verilmişti.
Polisin özel birimleri ise iki teşkilattan oluşuyordu: Terörle
Mücadele-İstihbarat ve Toplum Polisi...
Aydınlık dergisi 2001 yılında, Karadziç komutasındaki Çetniklerin Srebrenitsa'ya
yaptıkları saldırının arkasında CIA’nın olduğunu yazmıştı. ABD ve AB, Yugoslavya'yı parçalamak için tüm ırkçı güçleri birbirlerine
karşı tahrik ettikleri gerçeğini gözlerden saklamaya çalıştılar. Öyle
katliamlar olmalıydı ki, bu milliyetler birbirlerinden tamamen nefret etmeli
ve bir arada yaşama düşüncesi yok edilmeliydi. Yugoslavya'yı parçalamak için bu
katliamlar gerekliydi. Birleşmiş Milletler Güvenli Bölgesi olayında bunu
açıkça görüyoruz.
Çetnik (Sırp faşist) ve Uztaşi (Hırvat faşist) saldırılarından kaçan Boşnak
siviller Srebrenitsa’ya yerleştirildi ve bu bölge BM askerleri tarafından
korumaya alındı, "Güvenli Bölge" ilan edildi. Srebrenitsa'yı kuşatmış
olan Çetnikler önce top atışına başladı. BM askerleri, "Güvenli(!)
Bölge"yi koruma yerine, Fransız Komuta Merkezi'nden geri çekilme talebinde
bulundular. Fransız komutan geri çekilme emri verdi, Hollandalı askerler kenti
terk etti. Çetnik çeteleri, Karadziç'in emriyle paramiliter Albay Mladiç'in
komutasında kente girdiler. Kullandıkları ağır silahların büyük bölümü BM'ye
aitti. Hollanda birliğinin zırhlı araçları da Çetniklerin elindeydi.
11 Temmuz 1995 günü Çetnik çeteleri yaşlan 14 ile 75 arasında değişen 8
bini aşkın Bosnalı erkek ve çocuğu katletti. BM Barış Güçleri, bu katliamı film
izler gibi izlediler. Boşnak lider İzzetbegoviç, olayla ilgili şöyle diyordu:
"BM bildiği halde, saldın öncesinde Müslümanlann silahlarını toplamış ve
bütün ısrarlara rağmen geri vermemiştir. BM güçleri, Potoçari'deki kampta
kendilerine sığınan sivilleri korumamış, aksine Çetniklere teslim
etmiştir."
Boşnakların ve Sırpların bir arada yaşama olanağını tamamen yok etmek için
gerekli olan bu katliam, görüldüğü gibi BM eliyle gerçekleştirilmişti. BM, ABD
ve AB'nin bir aleti durumundaydı. ABD ve AB, tam denetim altına almak için
Yugoslavya'yı parçalamayı planlamışlardı. İkinci Dünya Savaşı sırasında
Partizanlar tarafından bastırılmış olan ve sosyalist Yugoslavya'da parmaklarım
bile oynatamayan faşist çeteler (Çetnikler, Uztaşiler vb), ABD ve AB desteği
ile silahlanıp palazlandılar ve onlardan aldıkları talimatlar doğrultusunda
etnik katliamlar yaparak ülkenin parçalanmasını sağladılar.
Karadziç, "Yargılanmayacağıma dair CIA güvence vermişti" diye
açıkladı. İngiliz Independent gazetesi, "Karadziç CLA tarafından
korunuyordu" başlığını atarak, Aydınlık dergisinden 8 yıl sonra gerçeği
yazmak zorunda kaldı. Amerikalı yetkili Holbrooke'un gazeteyi yalanlama çabası
boşuna. Bosna Müslüman hükümetinin eski Dışişleri Bakanı Muhammed Şakirbey,
Mostar'da yayımlanan Dnevni gazetesine verdiği demeçte, Karadziç ile ABD
arasındaki anlaşmadan haberdar olduğunu, bu konuyu 1996 yılında Avrupa Güvenlik
ve İşbirliği Örgütü yetkilisi ABD'li diplomat Frowick'ten duyduğunu söyledi.
Bosna'da yaşanan trajediyi
hatırlatmanın hiçbir faydası yok. Ancak Yugoslavya parçalanırken Batı'nın
yaptıklarını gözler önüne sermenin başka yolu da yok. Savaş edebiyatı üzerinden insanların manevi duygularını sömürmek ve daha
sonra Bosna için toplanan paralan iç etmek ancak alçaklıktır. Batı'nın olayı
nasıl kışkırttığını göstermek açısından tarihin tozlu sayfalarında kalmış olan
bir bilgiyi aktarmadan edemeyeceğim. Bugün ABD'nin uluslararası terörün baş
sorumlusu olarak gösterdiği Usame Bin Ladin, Bosna savaşı sırasında ABD ile
birlikte Boşnak ayrılıkçılara destek veriyordu. Usame Bin Ladin, 1993 yılında
Saraybosna'da Aliya İzzetbegoviç'in başkanlık sarayında Alman gazeteci Renate
Flottau ile yaptığı görüşmede, Bosna'ya savaşmak için gönüllüleri nasıl getirdiğini
gururla anlatmıştı.
Yugoslavya'nın sosyalist yönetimi döneminde Kosova Yugoslavya
Federasyonu'na bağlı bir eyaletti. Tam bir otonomi hakkı yoktu ancak herhangi
bir federal cumhuriyete de bağlı değildi. Doğrudan Belgrad’daki merkezi
yönetime bağlı yan özerk bir bölgeydi. Tıpkı Voyvodina gibi. Sırbistan,
Yugoslavya Federasyonu döneminde Kosova ve Voyvodina'nın kendisine bağlı
olduğunu iddia ediyordu. Ancak bu iddiası ve talebi Politbüro tarafından hep
reddedildi. Yugoslavya parçalanırken Sırplar ilk saldırıyı Kosova'ya
yönelttiler. 1987'de Miloşeviç yönetime geldi. 1988'de Voyvodina'da, 1989'da
Karadağ Cumhuriyeti ve Kosova'da yerel hükümetler düştü.
Sırp Meclisi 1989 başlarında Kosova'nın yetkilerini kısıtlayacak bir
anayasa düzenlemesi yapmaya karar verdiği zaman, Kosovalı Arnavutlar,
Kosova'nın özerkliğinin kaldırılmasına yönelik bu girişimleri protesto etmek
amacıyla harekete geçtiler. Bu yeni anayasa değişikliği, Kosova'da polisin,
mahkemelerin ve sivil savunmanın yanında sosyal ve ekonomik politikaları,
eğitim politikasını, resmi dili belirlemeyi ve idari yetkiyi Sırbistan'a
veriyordu. Üstelik bu düzenleme, Kosova Meclisi'nden geçmesi gerektiği halde,
buna gerek duyulmadan yapılmıştı. Kosova'nın sosyalist dönemdeki bütün hakları
elinden alınıyordu.
23 Mart 1989'da tankların kuşatması altında yapılan Kosova Bölge Meclisi
toplantısında yine de bu değişiklik için gerekli üçte iki çoğunluk sağlanamadı.
Fakat 28 Mart'ta Belgrad'da yapılan oturumda Kosova'nın özerkliğine son veren
ek maddeler onaylandı. Böylece, Miloşeviç, federal meclisi kendi denetimine
almak için gerekli çoğunluğu sağlamış oluyordu.
Bu oylamanın yapıldığı gün, Priştina'nın merkezinde yaklaşık 3 bin kişinin
katıldığı gösteride göstericiler çevreye zarar verdiler. Sonraki beş gün
boyunca Kosova'nın dokuz kentinde daha büyük gösteriler yapıldı. Olaylarda
ölenlerin sayısı yaklaşık 100'ü buldu. 1990
Mart ve Nisan aylarında zehirli sarin gazı kullanılarak 7 bin 421 kişi
zehirlendi. Bunların üçte ikisi öğrenciydi. Bölgede araştırmalar yapan Dr.
Bernard Benediti, zehirli gaz kullanma olayının arkasında Sırp gizli servisinin
olduğunu belirtmiştir. Arnavut ve Sırp öğrencilerin farklı sınıflarda ders
gördüğü okullarda binlerce Arnavut çocuğun zehirlenmesi, Arnavutların Sırplara
saldırmalarına neden oldu. Bunu bahane eden Sırbistan bölgeye 25 bin polis
gönderdi. Ağır silahlarla donatılmış özel polis birlikleri ilk kez Kosova'da
devreye giriyordu.
Kosova Meclisi 2 Temmuz 1990'da Kosova'nın bağımsızlığını ilan etti.
Böylece "paralel devlet"in ilk tohumları atılmış oluyordu. Buna
karşılık Sırp makamları, 5 Temmuz'da hem meclisi hem de hükümeti feshettiler.
Arkasından Kosova'da çalışma yaşamını düzenleyen yeni bir yasa (Özel Önlemler
Yasası) çıkararak 80 bin Amavut'u işten çıkardılar. Arnavut temsilciler 7 Eylül
1990'da Kaçanik kentinde gizli bir toplantı yaparak, "Kosova
Cumhuriyeti"nin anayasasını ve seçilmiş devlet başkanım ilan etme karan
aldılar. 28 Eylülde ise Sırbistan Meclisi yeni anayasal değişikliklerle
Kosova'nın ve Voyvodina’nın özerkliğine tamamen son verdiler.
Kosova Arnavutları 26-30 Eylül 1991 tarihleri arasında bağımsızlık için bir
referandum yaptılar. Seçmenlerin yüzde 87'sinin katıldığı referandumda, oyların
yüzde 99'unun bağımsızlık lehinde kullanıldığı görüldü. Yazarlar Birliği Arnavut
ulusunun siyasi amaçlarına dair bir bildiri yayımlayarak, büyük bir destek
topladı ve bir halk hareketinin çekirdeği haline geldi. Edebiyat tarihi ve
estetik uzmanı olan İbrahim Rugova liderliğinde Aralık 1989'da resmen kurulan
"Kosova Demokratik Birliği" (LDK), hareketin siyasi yansıması olarak
ortaya çıktı.
Kurulan "Paralel Devlet" Almanya'da yaşayan Başbakan Bujar Bukoşi
tarafından yurt dışından, Kosova içinden ise Devlet Başkanı İbrahim Rugova
tarafından yönetildi. Rugova ile LDK, 1990’dan beri temelde üç boyutlu bir
politika izlemekteydi. Bunlar, şiddet içeren bir ayaklanmanın önünü almak,
sorunu uluslararası platforma taşımak ve seçimlerle sayımları boykot ederek
Kosova Cumhuriyeti devlet aygıtını en azından ana hatlarıyla oluşturmak
suretiyle, Sırp yönetiminin meşruiyetini sistemli bir biçimde reddetmekti.
Kosova bu süreçte, Sırp baskısı ve askeri müdahaleleri sonucunda bağımsızlığına
kavuşamadı. 1995 yılında Sırp ordusu Kosova'ya girdi ve birçok sivilin ölümüne
sebep oldu. 1999 yılındaki NATO
müdahalesiyle Kosova Sırbistan'dan koparıldı. Kosova 10 yıl boyunca ABD mandası
altında yaşadı.
ABD, NATO ve AB, Kosova'nın bağımsızlığını tanıma konusunda hemfikir. 17
Şubat 2008 tarihinde tek taraflı bağımsızlık ilan edildi. Rusya, Yunanistan,
Kıbrıs Cumhuriyeti (Rum Yönetimi), Sırbistan, İspanya ve Azerbaycan,
bağımsızlığa karşı çıkıyor.
Kıbrıs Rum Yönetiminin ve Yunanistan'ın bağımsızlığa karşı çıkma nedeni,
Kosova'nın, KKTC için bir örnek olması. Azerbaycan, Ermeniler tarafından işgal
edilen ve Ermenistan dâhil hiçbir devlet tarafından tanınmayan "Dağlık
Karabağ Cumhuriyeti"ne örnek teşkil edeceği için Kosova’nın
bağımsızlığına karşı çıkıyor. İspanya ise özerk Bask Ülkesi ve Katalonya'nın
benzer şekilde bağımsızlık ilan etmesinden çekindiği için Kosova'nın
bağımsızlığını tanımıyor. Rusya'nın mazereti ise daha başka; Batılı devletlerin
diğer yeni bağımsız ülkeleri (Abhazya, Güney Osetya, Kuzey Kıbrıs vb.)
tanımamak için uyguladıkları çifte standarda tepki. Rusya Devlet Başkanı Putin,
KKTC'yi 40 yıldır
tanınmadıkları halde Kosova'ya hemen bağımsızlık bahşeden Batılı devletleri
"ikiyüzlü" olarak nitelendirdi ve "Bundan utanmalısınız"
dedi.
Yugoslavya Federasyonundan kansız ayrılan tek cumhuriyet Makedonya oldu.
Bunun en önemli nedeni Makedonya'nın başındaki liderin aslında Yugoslavya'nın
parçalanmasına sürekli karşı çıkan bir isim olmasıydı. Kiro Gligorov,
Yugoslavya sistemine bağlı ve Tito fikirlerine sadık bir lider olarak öne
çıkıyordu. Son ana kadar, yani 1992 yılının sonlarına kadar Makedonya tam olarak
Yugoslavya'dan ayrıldığını açıklamadı. Ancak ayrılığın artık önüne geçilemez
olmuştu ve Makedonya Belgrad'a uzaktı. Her ne kadar Komanova ve Niş arasında
bir sınır hattı olsa da ortada kalan bölgeler Belgrad ve Makedonya'nın aynı
yapı içinde kalmasını engelliyordu.
Ayrıca Makedonya içinde özellikle aşın milliyetçi Makedon gruplar ayrılık
için düğmeye basmışlardı bile. Yunanistan Gevgelija ya da Güney Makedonya
diyebileceğimiz bölgede Ege Makedonlarını kışkırtıyor, merkez Makedonlarla
çatışmaya yönlendiriyordu. Yunanistan, Makedonya'nın kendi topraklarında gözü
olduğunu iddia ederek bağımsız bir Makedon devletine karşı çıkıyordu. Kiro
Gligorov aynlığa mecbur kaldı, Yunan yanlısı olduğu için ayrılık istemediği
propagandası yapılıyordu. Yunanlılar ise Sırplarla yakın bağlarını da
kullanarak sanki Yugoslavya'nın parçalanmasına karşıymış gibi bir tavır alıyor,
ama aslında Makedonya meselesini lehlerine çevirmeye çalışıyorlardı.
Kiro Gligorov, Komiti olarak adlandınlan ve şu anda iktidar partisi olan
VMRO gruplarının baskısına direnemedi, ayrılık açıklaması yaptı. Bunun üzerine
Yunanistan AB nezdinde devreye girdi. Makedonya'nın adı Former Yugoslav
Republic of Macedonia (Türkçesiyle Eski Yugoslav Makedonya Cumhuriyeti) olarak
değiştirildi. Aslında bu isim Kiro Gligorov'un işine geldi, çünkü bu sayede
Yugoslavya ile bağlarını tam olarak koparmamıştı ve bu bağlar isim üzerinden
anayasaya dahi girmişti.
Ancak milliyetçiler rahat durmadılar ve Gligorov'a bombalı bir saldın
düzenlediler. Saldın Makedonya'da bir iç çatışma için yapılan büyük bir
provakasyondu. Merkez Makedonlar, Yunan Makedonları ve Arnavutlarla çatışmak
için bir hamle yapmışlardı. Gligorov bombalı saldırıdan sağ kurtuldu ve
basiretli bir yönetimle içsavaşın çıkmasını önledi.
Makedonya hâlâ ismi Yunanistan tarafından tartışılan bir ülke konumunda.
Makedon vatandaşları AB'ye vizesiz seyahat edebiliyor ve çok yakında tam üye
olmayı bekliyor. Ancak Yunanistan Makedonya'nın isminin bu kez de Kuzey Makedonya
olarak değiştirilmesini istiyor. İktidardaki milliyetçi parti buna karşı çıksa
da yakında Makedonya'nın ismini yeniden değiştirmesi bekleniyor.
2001 Çatışmaları
Yugoslavya savaşı içinde son çatışmalar Makedonya'da yaşandı. Arnavutlarla
Makedonlar arasında yaşanan çatışmalar büyümeden önlendi. Özellikle
Arnavutların yoğun olarak yaşadıkları Haraçina'da gerçekleşen çatışmalar belki
de Yugoslavya'nın en kötü içsavaşına neden olabilirdi. Çünkü Makedonya'da
Makedon ve Arnavut nüfus neredeyse yarı yarıya. Silah dengesi de ortada. İç
çatışmanın savaşa dönmemesi ülke için büyük bir şans oldu. Makedon tarafı
Arnavutların taleplerini büyük ölçüde karşıladı ve Ohri Antlaşması imzalandı.
Bugün Makedonya "multi ethnical state" yani çok etnikli devlet olarak
tanımlanıyor.
Yugoslavya parçalanırken çok sayıda Batı destekli sivil toplum örgütü
faaliyet halindeydi. İnsani yardım, insan haklan, taraftar dernekleri ve hatta
hayvan haklan dernekleri adı altında kurulan bu kuruluşlar, esasen parçalanma
yanlısı faaliyet yürütüyorlardı.
Yugoslavya'ya son ve büyük darbeyi vuran hatta Yugoslavya ismini tarihten
silen demek, Voyvodina Sosyal Demokrat Ligi adlı aynlıkçı örgütün üyesi
Branimir Nikoliç'in başkanlığını yaptığı Otpor'du. Türkçe "direniş"
anlamına gelen Otpor, ilk örgütlenmeye başladığında daha çok konserler
düzenleyen, Amerikalı borsa simsarı George Soros'tan gizli mali destek alarak
burslar dağıtan ve bünyesinde anarşist, liberal ve küskün sosyal demokratları
barındıran bir kuruluştu. Sloganları tahmin edilebileceği gibi
"daha çok insan hakları," "daha çok hürriyet" ve "daha
çok demokrasi" idi. Sırbistan ve Karadağ'ın oluşturduğu yeni Yugoslavya
Federasyonu'nun sisteminin değişmesi gerektiğini savunuyorlardı. Tarihe karışan
Yugoslavya'nın tamamen haritadan silinmesi amacında olduklarını açıkça dile
getiriyorlardı.
Otpor zamanla güçlendi, çünkü büyük para imkânları vardı. Sporu da çok iyi
kullanan Otpor, sosyalist olarak bilinen Partizan takımının taraftarları
arasına sızarak, Partizan'ın taraftar grubu Grobari'nin sembollerini bile
çaldı. Grobari'nin amblemi siyah zemin üzerine öne atılan beyaz yumruktu.
Devrimci olduğunu iddia eden Otpor, siyah üzerine bilekle birlikte yukarı doğru
sıkılan beyaz yumruğu amblem olarak kullanıyordu. Otpor kısa sürede spor
sahalarında ve taraftar gruplan içinde de güçlendi. Para gücü sayesinde bedava
maç biletleri dağıtan örgüt, yurt dışı eğitim içinde önemli olanaklar
sağlıyordu. Slobodan Miloşeviç'in başında olduğu yeni Yugoslavya Federasyonu
Kosova'ya endekslenmiş ve Kosova'yı bünyesine katmakla uğraşırken, içerde Otpor
çok güçlendi. Zamanla Soros'un Açık Toplum Enstitüsü'nün Balkanlar kolu
olduğunu açıkladı ve bu sayede Batı desteğini de tamamen arkasına aldı. Ülke
içinde ciddi bir örgüt kurmuş olan Otpor'un iki üst düzey yöneticisi Branimir
Nikoliç ve Vukaşin Nikoliç, 1999 yılında Belgrad bombalanmadan üç ay önce
Kıbrıs Rum Kesimi'ne giderek örgütü oradan yönettiler. Otpor, amacına Belgrad
yoğun biçimde bombalandıktan ve halk sindirildikten sonra ulaştı.
Belgrad bombardımanı 72 gün sürdü. Bombardıman sonrasında Amerikan ve NATO
güçleri Yugoslav ordusuyla karadan savaşmaya cesaret edemedi. Keskin
nişancılar, Yugoslav ordusunun halk ordusu şeklinde örgütlenmiş olması ve
ülkenin dağlık yapısı, ciddi bir gerilla direnişini beraberinde getirecekti.
Tam bu noktada daha sonra ABD Dışişleri Bakanı olan Colin Povvell'ın önerisi
benimsendi ve Yugoslavya'ya son darbeyi içerden vurmaya kararı verildi. O
günden sonra hızla ekonomisi bozulan Yugoslavya'da Voyvodina ve Karadağ'dan da
ayrılık sesleri yükselmeye başladı.
Belgrad bombardımanından sonra 24 Eylül 2000'de ilk genel seçimler yapıldı.
Miloşeviç'in liderliğindeki Sosyalist Parti ile milliyetçi Şeşel'in
liderliğindeki Sırp Radikal Partisi ittifak kurdu. Karşı taraftada başım
Demokrat Parti'nin çektiği Koştunica ve Zoran Cinciç'in liderliğindeki çok
partili bir ittifak kuruldu. Devlet Başkanı seçileceği için ilk turda yüzde 50
barajı aranıyordu. Sonuçlar açıklandığında Miloşeviç bloğu yüzde 48.8, Demokrat
blok ise yüzde 40.8 oy almıştı. İkinci tura geçilmesi için hazırlıklar
yapılırken Cinciç kıyameti kopardı ve Batı'dan aldığı destekle ikinci turun
yapılmasını engelleme hamlesi yaptı. Otpor devreye girdi ve Belgrad'da meclis
önünde gösterilere başladı.
Amerikan gazetesi Washington Post'un yazan Michael Dobbs,
Belgrad'ta yapılan darbeyi daha sonra birinci elden aldığı bilgilerle ve
Macaristan'ın başkenti Budapeşte'de katıldığı bir toplantıyı aktararak kaleme
aldı. Olayların başlangıcı, bir yıldan biraz daha öncesinde, 1999 Ekim'inde
kapalı kapılar ardında gerçekleşen bir toplantıya uzanıyordu. Bu noktada sözü
Doobs'a bırakalım:
"Amerikalı kamuoyu araştırmacısı Doug Schoen loş bir biçimde
aydınlatılmış konferans odasında, 840 Sırp'ın katıldığı anketin sonuçlarını
tepegözle yansıtıyor ve Avrupa'daki komünist dönemin son iktidarını devirmeye
yönelik stratejiler çiziyordu. Sırbistan'ın geleneksel aksi muhalefetine
aktarılan mesaj basit ve güçlüydü. Dört kaybedilen savaştan, iki önemli sokak
ayaklanmasından, 78 günlük NATO bombardımanından ve on yıllık uluslararası
yaptırımdan sağ çıkan Slobadan Miloşeviç, iyi örgütlenmiş bir seçimin
getireceği tehdide karşı tamamen savunmasızdı."
Anket sonuçlarının gösterdiği gibi, bunun anahtarı muhalefetin
birliğindeydi. Schoen'in 1999 Ekim'inde kapalı kapılar ardında, Macaristan'ın
başkenti Budapeşte'de lüks bir otelde verdiği brifing, bir yıl sonra
Miloseviç'i devirecek seçim darbesini işaret ediyordu. Dobbs, ABD hükümetinin
Miloseviç'in iktidardan indirilmesini 41 milyon dolara "satın
aldığını" yazdı. ABD'nin Sırbistan Büyükelçisi Richard Miles'ın
karargâhından yönetilen operasyonda, özel eğitimli ajanlar, daha iyi bir
dünya, "Amerikan tarzı bir yaşam" için mücadele verdiklerini düşünen
saf öğrenci gruplarını eşgüdümlüyorlardı. Dobbs'un yazısı, Otpor'un Amerikan
Büyükelçiliği'nden beslendiği ve yönetildiği gerçeğinin kanıtı oldu. Dobbs,
olayların gelişme sürecini şöyle özetledi:
"Amerika tarafından akçelendirilen danışmanlar Miloseviç karşıtı
hareketin her alanında önemli bir role sahipti. Anketlerin yürütülmesi, muhalif
göstericilerin eğitimi ve hayati öneme sahip paralel bir oy sayımının
yürütülmesi gibi... Sırbistan'da duvarlara, öğrenciler tarafından baştan başa
boyanan Miloseviç karşıtı duvar yazıları için 5 bin kutu püskürtme boyanın
parasını Amerikan vergi mükellefleri ödedi."
Sırbistan'a "Gotov Je" (O bitti) sloganı yazan yaklaşık 2 milyon
500 bin çıkartma yapıştırıldı. "Gotov Je" darbenin anahtar sloganı
haline geldi. Bütün bu çalışmaların giderleri ABD tarafından karşılandı.
Amerikan Uluslararası Kalkınma Ajansı (USAID), fonların dağıtımını ticari
yüklenicilerle ve STK olarak bilinen NED, NDI ve IRI aracılığıyla
gerçekleştiriyordu.
Ve Ekim 2000...
Yine Amerikalı gazeteci Doobs'un yazdıklarına dönelim:
"IRI, yaklaşık iki düzine Otpor önderine, Budapeşte *Hilton Otel'inde
düzenlenen şiddetsiz direniş seminerine katılım için para ödedi. Bu seminerde,
Sırp öğrenciler, grev örgütlemek, simgelerle iletişim kurmak, korkunun
üstesinden gelmek, diktatöryal bir rejimi devirmek konularında eğitim aldılar.
Eğitimcilerin başındaki kişi, Otpor göstericilerini eğiten ve 70 bin kopya
şiddetsiz direniş kılavuzu dağıtan Amerikan ordusu emeklisi, Savunma Bakanlığı
istihbarat ajanı Robert Helvey idi. Helvey, Pentagonun darbelerini ‘şiddetsiz
direniş' kisvesi altında gizlemeyi, birlikte çalıştığı ihtilaflı Albert
Einstein Enstitüsü'nün kurucusu Gene Sharp'tan öğrenmişti. Bu sırada da CNN,
‘bu şiddetten uzak protestocu' gençlerin görüntülerini bütün dünyaya
yayınlıyordu."
Nihayet Otpor'un günü geldi ve 5 Ekim 2000'de Belgrad'da Otpor'un başını
çektiği gösterilere Sırp polisi de destek verince Miloşeviç devrildi ve
Lahey'deki uluslararası savaş suçları mahkemesine gönderildi.
Otpor örgütü başarılı olmuştu. ABD daha
sonra bu örgütü kullanmaya devam etti. Gürcistan'a gönderdi, Ukrayna'ya
gönderdi, Kıbrıs Rum Kesimi'nde Annan Planı'na "evet" oyu çıksın diye
kullandı, Özbekistan'a gönderdi. Otpor, Pora oldu, Kmara oldu, şu oldu bu
oldu. Bugün Otpor'un esamesi okunmuyor. Sadece internet üzerinden birbirleriyle
yazışan bir grup halini aldılar. Örgütün en önemli ismi Branimir Nikoliç ise
2010 yılında Subotiça'daki çocuk oyun alanı Paliç Gölü'nün kenarında ölü
bulundu. 1957 doğumlu Nikoliç'in intihar ettiği açıklandı.
Sh: 42-68
Belgrad, savaşın yaralarını sarmaya çalışan her Yugoslav cumhuriyeti gibi
yeniden yapılanmaya çalışıyor. Sırbistan diğer cumhuriyetlere göre biraz daha
şanslı. Çünkü Rusya Belgrad’a açık destek veriyor. Başkentin birçok inşaatını
Rus Tırmalan üstlenmiş. Ancak iki ülke arasında en önemli işbirliği enerji
alanında sürüyor.
Ruslar Güney'deki kardeşleri olarak gördükleri Sırbistan'ı Avrupa'nın
doğalgaz merkezi haline getirmek istiyor. Bununla ilgili anlaşmalar yapılmış
bile. Sırbistan şimdiden Yugoslavya'nın doğalgaz kullanan cumhuriyetleri
Bosna-Hersek ve Hırvatistan'ın gaz dağıtım merkezi olmuş. Yeni atak bütün
Avrupa'nın gaz merkezi olmak. Sırp yetkililer ülkelerinin AB'ye vizesiz giriş
hakkı almasını ve yakında tam üyeliğe kabul edilme ihtimalinin yüksek olmasını
buna bağlıyorlar.
Belgrad aslında Beyaz Şehir demek, ama şehre girer girmez burası Gazgrad
olmuş diyorsunuz. Çünkü her an karşınıza kocaman bir Gazprom reklamı çıkabiliyor.
Kentte Shell ve BP'nin benzin istasyonlarını görmek çok zor. Onlann yerini Rus
Lukoil ya da Sırpların Jugpetrol şirketlerinin istasyonları almış. Avrupa'da en
ucuz benzin Sırbistan'da.
Eski Yugoslav cumhuriyetleri arasında bir yakınlaşma gözleniyor. Sırbistan
Cumhurbaşkanı Boris Tadiç, Bosna'daki Srebrenitza katliamı törenlerine katıldı
ve burada Boşnak halkından özür diledi. Tadiç'in özür dilemesi Sırp halkı
tarafından da kötü karşılanmadı. Boşnak tarafı ise en azından özür dilenmesini
olumlu buldu.
Daha önemlisi geçen yıl yaşanmış. Sırbistan ekonomik nedenler ve Ukrayna
ile Rusya arasında yaşanan kriz yüzünden sıkıntıya düşen Bosna'ya bedava
doğalgaz vermiş. Sırbistan'ın, Rusların verdiği doğalgazm kendine düşen
payından Bosna’ya giden gaz, iki taraf arasında sıcaklık yaratmış.
Sırplar dünyanın geleceğinin nerede olduğunu görmüşler. Geleceğe artık
güvenle bakıyorlar. Rusya ile yaptıkları enerji anlaşmalarının yanısıra Çin ile
de enerji, ticaret ve inşaat anlaşmaları imzalıyorlar. İşçi Partisi heyeti
Sırbistan'dayken Çin'den de bir heyet Belgrad'daydı. Çin heyeti ile Sırplar
arasında iki milyar dolarlık anlaşmalar imzalandı. Anlaşmaların en
önemlilerinden biri, Çinlilerin birkaç ay içinde teslim etme garantisi
verdikleri köprü inşaatı anlaşması. Çin iki nehirin kesiştiği şehir olan
Belgrad'ın Sava Nehri üzerine yeni bir köprü inşa edecek. Köprünün adı
"Dostluk Köprüsü." Yeni köprü, fiziki anlamının ötesinde manevi bir
anlam taşıyor.
Sırbistan'ın geleceği için parlak denilebilir, ancak bugün işsizlik sorunu
oldukça ağır. Ülkede bir milyona yakın işsiz var. Sekiz milyon nüfuslu bir
ülkede bir milyona yakın işsiz varsa, vahameti varın siz düşünün. Sokaklarda
avare avare dolaşan gençler görüyorsunuz. Gençlerin en büyük hedefi AB
kapılarının sonuna kadar açılması ve hemen kapağı Avrupa ülkelerine atmak.
Tabii oraya gidip iş bulamadan dönenlerin sayısı da oldukça fazla.
Sırbistan AB'ye vize uygulaması kalkan üç eski Yugoslavya Cumhuriyetinden
biri. Özellikle gaz kozunu da tam olarak eline geçirince, kısa sürede AB'ye tam
üye olmasına kesin gözüyle bakılıyor.
Yugoslavya'nın eski topraklarında kaldığınız her dakika, hele biraz da eski
Yugoslavya'yı biliyorsanız, Türkiye için endişelerinizi daha çok artırıyor.
Beyninizde alanın çanları çalıyor. TESEV'in son raporunda "Türk milleti kavramının anayasadan çıkarılması" teklifini
görünce, karşımıza hemen Makedonya gerçeği çıkıyor. Bugün Makedonya Anayasa'sında
millet kavramı yok. Yerine "Çok Etnikli Cumhuriyet" kavramı konulmuş.
Makedoncası "Multietniçko Drjava Makedoniya", uluslararası adı
"Multiethnical State of Macedonia".
Peki
devletin millet tanımı olmadan oluşması ülkede yaşayan etnik grupların yakınlaşmasına
mı neden oldu? Hazır olun tüyleriniz ürperecek.
Makedonya Cumhuriyeti Yugoslavya'dan ayrılan ve kökleri Sırp olmayan son
cumhuriyetti. Eski Politbüro üyesi Kiro Gligorov liderliğindeki ülke,
Yugoslavya'nın parçalanmasına sonuna kadar direndi. Ancak bir noktadan sonra
uluslararası baskılara dayanamayarak iki milyonluk ülke halini aldı.
Ancak Yunanistan Makedonya Cumhuriyeti ismine ve bayrağına itiraz etti.
Yunanlılara göre Makedonya hem Helen ismini, hem de Büyük İskender’in sembolü
olan Güneşi bayrak olarak kullanıyor ve bu kendileri için bir tehdit
oluşturuyordu.
Makedonlar orta bir yol buldu; güneşin şeklini değiştirdi, ülkenin ismini
de "FYR Makedonia" yani Eski Yugoslav Cumhuriyeti Makedonya yaptı.
Yunanlılar bunu da kabul etmedi, ama BM Makedonya'yı yeni bayrağı ve yeni
ismiyle tanıdı.
Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı (TESEV)
TESEV bilimsel araştırmalara dayalı bulgular ile politika kararları
arasında bağ kurulması için araştırmalar yürütmek, özgür düşünce ve bilgi
birikiminin en geniş anlamda yayılmasına yönelik konferans, açık oturum,
yuvarlak masa toplantıları düzenlemek amacıyla kurulmuş bir düşünce üretim
merkezidir.
Tarihçe
Konferans Heyeti otuz yıl süresince ulusal ve uluslararası pek çok önemli
konunun özgürce ve nitelikli biçimde tartışılması için bir platform sağlama
vizyonunu yerine getirmişti. 1990’ların başına gelindiğinde ise bu oluşumun
bağımsız fonların desteklediği bir düşünce üretme merkezine dönüştürülmesi
ihtiyacı görüldü.
Ülke gerçeklerinin stratejik araştırmaları zorunlu kıldığını ve bu
gereksinimin karşılanamadığını gören Nejat Eczacıbaşı liderliğinde çalışmalar
başlatılmıştı. Diğer taraftan TESEV'in doğuşunda 1990'ların başında değişik
üniversitelerden akademisyenlerin, sivil toplum kuruluşları üyelerinin ve Dışişleri
Bakanlığı'nın önde gelen bürokratlarının bağımsız ve nitelikli araştırmalar
gerçekleştirecek fon yaratıcı bir vakıf kurma çabaları da önemli bir rol
oynamıştır.
Böylelikle aynı amacı paylaşan bu iki grup aralarına Türkiye'nin önde gelen
iş insanlarının da katılmasıyla kurulması planlanan düşünce merkezi için
Konferans Heyeti'nin bir referans oluşturmasına karar vererek bir araya
geldiler ve TESEV' i kurma çalışmalarına başladılar.
Dr. Nejat Eczacıbaşı'nın ölümünden tam bir yıl sonra, 6 Ekim 1994'te Bülent Eczacıbaşı Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler
Vakfı'nın kuruluşunu kamuoyuna duyurdu.
Türkiye’nin kendi alanlarında önde gelen akademisyenleri, bürokratları, iş
insanları, yöneticiler, sanayiciler, gazeteciler, sendika liderleri ve çeşitli
meslek sahiplerinden iki yüzü aşkın kişi tarafından kurulan TESEV'in üye sayısı
şu anda üç yüze ulaşmıştır.
http://www.tesev.org.tr/
Makedonya nüfusu neredeyse yansı Müslüman, yarısı Hıristiyan.
Müslümanların yüzde 40'ı aşkın bölümünü Amavutlar oluşturuyor. Yugoslavya
içsavaşında hiç çatışma görmeyen Makedonya, 2001 yılında Haraçina bölgesinde
Arnavut ve Makedonlar arasında iç çatışmalar yaşadı. Çatışmalar fazla büyümeden
bitti ve Makedonlarla Arnavutlar arasında bir anlaşma imzalandı. Anlaşmanın
arabulucusu Richard Hoolbrooke'tu.
Ülkenin en güzel şehri olan Ohri'de imzalanan anlaşmayla Amavutlar daha
geniş haklar elde ettiler. Zaten kendi dillerinde eğitim ve yayın hakkı olan
Amavutlar, sadece bu alanlarda değil resmi yönetim birimlerinde de daha geniş
haklara kavuştular. Böylece Makedonya'nın nüfus dengesine uygun bir yapı
oluşturulduğu öne sürüldü. Anlaşmanın en önemli maddesi ise Anayasa'daki
tanımın değişmesi oldu. Daha önce "Makedonya,
MakedonyalIlarındır" şeklinde olan ifade, "Makedonya çok etnikli bir cumhuriyettir" şeklini aldı. Yani tam TESEV'in istediği ifade ülkenin anayasasına girdi.
Ülkenin yeni yapısı halklar arasında kaynaşma sağlamadı; tam tersi oldu.
Artık Makedonlarla Arnavutlar çok mecbur kalmadıkça temas etmiyorlar. En
çarpıcı ayrışma Başkent Üsküp'te yaşanıyor. Vardar nehri üzerindeki Taş
Köprü'nün bir tarafı Arnavut, diğer tarafı Makedon olarak tanımlanıyor.
Köprünün Arnavut tarafında Arnavutların kahraman olarak gördüğü İskender
Bey'in (Büyük İskender değil, Osmanlı devşirme askeriyken savaş sırasında taraf
değiştiren Arnavut lider) anıtı, Makedon tarafında ise çok büyük bir Büyük
İskender anıtı dikiliyor. Ülkenin
en hakim bölgesi olan Vödno Dağı üstüne kocaman bir haç dikilmiş durumda. Haç
heryerden görülebiliyor. Özellikle Müslüman bölgelerinden çok rahat seçiliyor. Üstelik geceleri
ışıklandırılıyor.
Müslüman köyleri ile Hıristiyan köyleri birbirine komşu bile olsa alışveriş
yapmıyor. Irkçılar iktidar koltuklarında oturuyor. Seçimlerden Makedon Milliyetçi
Partisi birinci parti olarak çıktı, Arnavut Milliyetçi Partisi de hızla
güçleniyor.
Okullarda artık tamamen ayn müfredatlar uygulanıyor. Bazı devlet
dairelerinde ve belediyelerde Makedon ve Arnavut bayrağı birlikte dalgalanıyor.
Yani iki bayraklı bir ülke. Hatta üç; bir de AB bayrağı var tabii...
Makedon veya Arnavut olmayanlarsa ülke yönetiminde çok kısıtlı haklara
sahip. Azınlıklar tedirginlik yaşıyor. Ülkenin en büyük azınlığı olan ve
sayılan yüzbine yaklaşan Türkler şimdilik büyük sıkıntılar yaşamıyorlar, ama
yine de Yugoslavya dönemindeki bazı haklarının ellerinden gittiğini
düşünüyorlar. Yugoslavya döneminde üçüncü halk unsuru olarak kabul edilen
Türkler, Ohri Anlaşması’nda masaya bile oturtulmadı. Gerekçe olarak Türklerin
2001'deki savaşta tarafsız kalmaları gösterildi.
Makedoya'da artık camilerde bile
tartışmalar yaşanıyor. Halk arasında "sakallılar" olarak bilinen
gruplar, camilerin kontrolünü ele almaya çalışıyor. Bir cuma namazı sırasında
İsa Bey Camii'nde sakallılarla cemaat arasında açık bir kavga yaşandı. Sakallılar daha önce de Yahya Paşa Camii'nde benzer bir kavga
çıkarmışlardı.
Hıristiyanlar da aslında kendi aralarında sıkıntılar yaşıyor, ancak o
sıkıntılar pek su yüzüne çıkmıyor. Gördüğünüz gibi Makedonya gerçeği bu.
TESEV'in istediği tanım Makedonya Anayasası'nda var. Ülke hakkında daha çok şey
yazılabilir ama isteyenler Makedonya'ya vizesiz gelip görebilir. Sonuçta uçakla
İstanbul'a sadece 40 dakika uzaklıkta.
Yugoslavya'nın parçalanması sırasında son ayrılan Kosova oldu. Kosova 1999
yılındaki Belgrad bombardımanının ardından tam anlamıyla Batı manda yönetimi
tarafından idare edildi. Kosova'nın lideri İbrahim Rugova’nın ölmesiyle Taçi
ailesi iktidara geldi.
Kosova Kurtuluş Ordusu UÇK’nın en önemli liderlerinden ve dönemin ABD
Dışişleri Bakanı Madeline Albright'e "büyükannem" diyecek kadar
yakın olan Taçi'nin bir başka önemli bağlantısı da Richard Hoolbrooke.
Holbrooke, ABD Dışişleri Bakanlığı'nda üst düzey göreve gelir gelmez, Kosova
2008'de bağımsızlığını ilan etti.
Bağımsızlık Amerikan bayraklarıyla kutlandı, ama sonrasında yaşanan
işsizlik Kosovalı gençlerin Avrupa'da çalışma taleplerini güçlendirdi. Ancak
Avrupa öyle bir oyun etti ki Sırbistan vatandaşlarına vizesiz giriş hakkı
verdi; Kosovalılar ise aynı hakkı alamadı. Bu durumu çok iyi kullanan Sırplar,
şimdi Kosova'da Sırbistan pasaportu dağıtıyor. Avrupa'ya vizesiz gitmek
isteyen Kosovalı gençler de Sırbistan pasaportu alıyorlar.
Kosova'nın en zengin bölgesi Trepca. Burası Avrupa'nın en büyük altın
madenlerinin bulunduğu yer. Vaktiyle Trepca bölgesi Sırplar tarafından
sömürülmüş. Kosova Sırbistan'a bağlı özerk bölgeyken "Trepca radi, Belgrad se zgaradi" denirmiş. Türkçesi "Trepca çalışıyor, Belgrad
kalkınıyor".
Bu durum Kosova'nın bağımsızlık taleplerinde de önemli bir etken olmuştu.
BM İkiz Sözleşmeleri kapsamında "bölge kaynaklan, bölgede yaşayan
halklarındır" maddesinden hareketle, BM Güvenlik Konseyi Kosovalıların
bağımsızlık taleplerine sıcak yaklaşmış, ancak Rusya’nın girişimleriyle
bağımsızlık yerine geniş otonomi konusunda anlaşmaya vanlmıştı. Ancak iş orada
bitmedi, Kosova sonra "bağımsız" oldu. Tabii akıllara hemen Trepca geldi. Trepca altınları artık Kosovalıların
değil. ABD bu bölgeyi 99 yıllığına kullanma hakkına sahip. Yani şimdi Kosova
altınları ABD'nin.
Kosova'da Avrupa'nın en büyük Amerikan üssü var. Üssün adı Ferizaj. Üssün
bir başka özelliği, yılın uzun bir döneminde yoğun sisli Balkanlarda, yılda
sadece bir gün sis gören bir bölgede olması. Büyük kulak kendine en iyi yeri
seçmiş.
Kosova'ya gittim ve bağımsızlık sonrası durumu gözlemlemeye çalıştım.
Priştine'de her yerde Amerikan bayrakları var. Kosova bayrağı, çift başlı
kartal motifli Arnavut bayrağı ve Amerikan bayrakları birlikte dalgalanıyor. En çarpıcı görüntü ise Priştine'nin
merkezine konmuş bir Clinton heykeli. Kosovalılar Clinton'un kendilerini
kurtardığım düşünüyor ve O'nu çok seviyor.
Kosova’nın nabzım tutmak için bir cafeye gittim ve oradaki gençlerle sohbet
ettim. İki genç kız işsizlik yaşandığını söylüyor, ama yine de bağımsızlığın
her şeye değer olduğunu belirtiyor. Sokaklarda dolaşan Amerikan bayraklı askeri
araçlar pek gözlerine batmıyor. Ben Amerikan karşıtı olduğumu söylediğimde ise
cafeden derin bir "uuuu" sesi yükseliyor; Kosova'da Amerikan karşıtı olmak büyük ayıp.
Kosova halkı elbette bazı açılardan haklı. Balkan tarihi boyunca hep arada
kalmışlar. İtalyanlar tarafından önce Amavutluk'un bir parçası yapılmışlar.
İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Partizanlar Kosova'ya geniş özerklik vermiş, ama
federasyonu oluşturan 6 cumhuriyetin arasına almamış. 600 bin nüfuslu Karadağ
bile cumhuriyet olurken, Kosova sadece özerk bölge olarak kalmış. Sosyalist
rejim bitince Sırplar Kosova'yı tamamen kendilerine bağlamış. Yıllar süren Sırp
saldırılan ve daha sonra UÇK ile Sırplar arasında yaşanan savaşlar, bölge
halkının hep acı çekmesine neden olmuş. Şimdi en azından kendilerine ait pasaportları
ve nüfus kağıtları var. Ayrıca tarihte ilk kez Kosovalılann bir devleti oldu.
Bosna Savaşını sona erdiren Dayton Anlaşması, Paris'te 14 Aralık 1995'te
imzalandı. 300 bin kişinin ölümüne ve yüz binlerce sivilin yurtlarından
göçmesine neden olan dört yıllık savaşı durduran bu anlaşma, dönemin ABD
Balkan Özel Temsilcisi Richard Holbrooke'un başkanlığında ABD'nin Ohio
eyaletine bağlı Dayton adlı kasabadaki bir hava üssünde haftalar süren
müzakerelerden sonra karara bağlandı.
Bosna-Hersek Cumhuriyeti'nin ilk cumhurbaşkanı Aliya İzzetbegoviç'in "adil olmasa da olabileceğin en
iyisi" dediği bu anlaşma türünün tek örneğidir. Anlaşmanın bir bölümü Bosna-
Hersek Devleti'nin anayasal yapısını ortaya koyarken, Bosna-Hersek adı verilen
yeni bir devlet altında son derece karmaşık ve çok katmanlı bürokratik bir yapı
öngördü. Anlaşma sonunda Bosna-Hersek Federasyonu ve Sırp Cumhuriyeti adında
iki oluşum yaratıldı. Etnik temellere dayalı oluşumların üzerinde ise zayıf bir
otoriteye sahip merkezi bir hükümet ve etnisiteleri yansıtan ortak kurumlar
oluşturuldu. Birbirleriyle savaşmış üç etnik toplumun yeniden bir arada
yaşamasını ve Bosna-Hersek'in tüm kurumlarıyla işlemesini amaçlayan Dayton
Barış Anlaşması’nın sivil yönlerinin uygulanmasına ilişkin sorumluluk, Yüksek
Temsilciliğe verilmişti.
Yani 300 bin insanın ölümüyle sonuçlanan içsavaşın ortaya çıkardığı gerçek
şuydu: Bağımsız yaşamaya karar veren ve bunun için Hitler, Mussolini ve ülke
içindeki ırkçı yapılarla savaşan Partizanların kurduğu milli ve büyük
federasyonun yerine, zamanında Hitler'e kucak açanların ve 300 bin insanın
ölümüne neden olan içsavaşm taraflarının kurduğu küçük ve kontrolün tamamen
NATO ve BM'ye verildiği bir federasyoncuk kurulmuştu. Bugün Bosna-Hersek'in
bile bölünmesinden bahsediliyor. Sırp Bölgesi'nden ayrılık çığlıkları atılıyor.
Yugoslavya içsavaşmın en yoğun yaşandığı bölgelerden biri Doboj. Bülent
Demiral arkadaşımın eşi oralı. O'nun sayesinde oralan görme fırsatım oldu.
Savaşın en yoğun yaşandığı yerleri savaş sırasında görmemiştim ama bugün bile
Doboj'u görmek inanılmaz acı veriyor. Doboj'dan çıkana kadar döktüğüm
gözyaşlarını anlatamam.
Bosna Sırbistan'ı ve Bosna sınırlan içinde yer alan bu bölgede, Yugoslavya
Federasyonu döneminde Sırp, Boşnak ve Hırvat köylerinin birlikte olduğu bir
yer Doboj. Kenti ikiye ayıran eski adıyla Titobrod kanalının çevresinde kurulu.
Bugün Titobrod’un bir yanı Slav Brod'u, öbür yanı Bosna Brod'u olmuş.
Kanal'ın üstünden geçen köprü Bosna ile Sırbistan'ı ayıran sınır. Orada
pasaport gösteriyorsunuz.
Brod'a girdiğiniz anda sanki canlı bir korku filmi setindesiniz. İnanılmaz
bir sessizlik ve başınızı çevirdiğiniz her yerde mezarlar... Elbette en büyük
acıyı, en az silahı olan Boşnaklar çekmiş. Bosna köylerinde bütün evler yeni.
Sırp köylerinde ise hâlâ eski evler var. Hırvat bölgesindeki eski evler ise
terkedilmiş ve hâlâ duvarları siyah. Yani hâlâ bomba izleri duruyor. Heryerde
faşist sloganlar görülüyor. Brod'un adı Titobrod'ken birlikte yaşayanlar, Tito
isimden silinince birbirlerine olmadık zulüm yapmışlar. İnsan Brod'u gezerken
neden diye sormadan edemiyor. Aslında cevap belli, emperyalizmin kanlı dişleri
Brod'un insanlarını çiğnemiş.
Sh:88-97
Milli federatif yapılar bölgelerinde kendilerine yakın etnik grupları Slav
kökenli tarifiyle "Narodnizm" yani milletleşme etrafında toplarken,
gayrı milli federasyon yapıları birbirine yakın etnik gruplan birbirine
kırdırır. "Narod" kelimesi Slav dillerinde hem millet hem halk
anlamına gelir. Örneğin SSCB Doğu Avrupa, Orta Asya, Kafkasya ve İç Asya'yı
"Sovyet" kimliği etrafında toplamış milli bir federatif yapıydı. Yugoslavya da asıl amacı tüm Balkanları
birleştirmek olan, ama en azından Orta Balkanları birleştirip
"Yugoslav" milli kimliğinin oluşturulmasıyla kurulmuş bir federatif
yapıydı. Çekoslovakya için de aynı tanım geçerlidir.
Gayrı milli federasyonlar ise, tamamen etnik kimlikleri kaşıyan ve
milletleri ırki özellikleri öne çıkararak yapılandırmaya çalışan emperyalist
projelerin ürünüdür. Örneğin aynı dili kullanan, aynı kültüre sahip Kore bile
1950'de NATO saldırısıyla iki ayrı devlete bölünmüştür, ama tam bölünmeden önce
federatif bir yapı oluşmuştur.
Çekoslovakya referandumla, Yugoslavya dünyanın en kanlı içsavaşıyla
parçalanmıştır. Yugoslavya topraklan üzerinde bugün Bosna üç bölgeli, Sırbistan
iki bölgeli bir federasyondur. Makedonya'da da adı konmamış ama "Multi
Ethnical State" yani "Çok Etnikli Devlet" tanımı altında bir
federatif duruş vardır.
Bu karmaşayı şöyle özetleyebiliriz: Dünya
halklarının yararına kurulan federasyonlar millet yaratır ve sınırları
genişletir. Emperyalizmin yarattığı federasyonlar ise milletleri böler ve
sınırlan küçültür. Çünkü ne kadar küçük parça olursa o kadar ırkçı
topluluk doğacak ve bu ırkçılık emperyalizmin hizmetine sunulacaktır. Bu yüzden bugün Türkiye'de özerkliği savunanlar ırkçıdır diyoruz! Ve her
küçük ırkçı yapı gibi emperyalist kuklası olmak zorundadırlar.
Balkanların iki ucundaki iki önemli ülke, dünyaya bağımsız yaşamanın mümkün
olduğunu gösterdiler. Bağımsız yaşamak için kurtuluş savaşları verdiler ve
savaşlardan sonra kendi topraklarına has devrimler gerçekleştirdiler. Mustafa
Kemal'in Altı Oku ile Türkiye Cumhuriyeti ve Mareşal Tito'nun özyönetimiyle
Yugoslavya... Kültürleri ve halkları
birbirlerine çok benzeyen iki ülke, hep emperyalistlerin hedefi oldu.
Büyük Atatürk "Emperyalizm bir
gün mahv ve nabut olacak" derken, Tito da "Benim ülkemi emperyalistler
parçalayabilir, ama Anadolu İhtilali'nin ülkesi emperyalizmi yenecektir" demişti. Yugoslavya parçalandı, Türkiye'yi parçalamak isteyen emperyalist güçler
ülkemizin parçalanmış haritalarını yayınlamaya başladılar. Şimdi çok kritik bir
dönemdeyiz. Türkiye'nin parçalanmış haritalan yayınlanıyor, ülkemizde
federasyon planlan konuşuluyor. Yakın tarih federatif bir ülkenin parçalanışına
tanıklık etti. Pek çok siyasetçimiz ve milletimiz, Türkiye'nin Yugoslavya gibi
parçalanacağı endişesini yaşıyor.
"Türkiye üniter bir devlet, Yugoslavya ise bir federasyondu. Şimdiye
kadar üniter devletin parçalandığını görülmemiştir"
rahatlamasına sığınılabilir. Ancak tarih üniter bir devletin önce federatif
hale getirildiğini, sonra parçalandığını kaydetti.
Anayasa tartışmalarında esas tehdit FEDERASYON olma tehdidir. Güzel
yurdumuz FEDERASYON olursa, gerisi zaten hikâye olacaktır. Sakın kimse
yanılmasın; bugün sorun Türkiye'nin parçalanması değil, Türkiye'nin etnik ve
mezhep temelli bir federasyon halini almasıdır. Buna Fener Kilisesi'nin
ekümeniklik fantezisini ve buna bağlı olarak Vatikan'la sanki devletmiş gibi
imzaladığı "Ravena Sözleşmesi"ni de
eklersek, sorun kabak gibi karşımıza çıkar. [bkz. www.vatikan.va]
12 Eylül Referandumu ilk aşamaydı. Sondaki adım, "geniş tabanlı ve
kapsamlı" olacağı söylenildiği anayasa çalışmasıyla Türkiye'nin
Yugoslavyalaştırılması... Apo, İmralı'dan sürekli "Bizim amacımız ayrı devlet değil; biz özerk bölgeler istiyoruz"
diyor. Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir'de aynı şeyleri söylüyor.
Elbette öyle diyecekler; çünkü üniter bir devleti hemen parçalamak mümkün
değildir. Önce federasyon yapmak gerekir. Tabii bu federasyon birleştirme
amaçlı değil parçalama amaçlı olmalıdır.
1-Turgut Özal tarafından imzalanan Avrupa Özerk Yönetimler Yasası. [ bkz. www.ip.org.tr] Avrupa Konseyi'nce 15 Aralık 1985 tarihinde
imzaya açılan "Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı", 2. Özal
Hükümeti döneminde, 21 Kasım 1988 günü Strasburg'da imzalanmış, Yıldırım Akbulut'un
Başbakan olduğu 8 Mayıs 1991 tarihinde çıkarılan 3723 sayılı yasa ile
onanmıştır.
Türkiye'nin Anayasa ile belirlenen üniter yapısını değiştirmeye yönelik bu
anlaşma, "özerk yerel
yönetimler" öngörmektedir.
Bu anlaşmanın "Önsöz"ünde,
"Özerk yönetimlerin korunmasının ve güçlendirilmesinin (...) idarede
âdemi merkeziyetçiliğe dayanan" bir yapı oluşturulmasına önemli katkı
sağlayacağı belirtilmektedir.
Zaten, "Özerk Yerel Yönetimlerin Anayasal ve Hukuki Dayanağı"
başlıklı 2. maddesinde aynen, "Özerk yerel yönetimler ilkesi, ulusal
mevzuatla ve uygun olduğu durumlarda Anayasa ile tanınacaktır" deniliyor.
Günümüzdeki hükümet Anayasa'daki güvenceleri kaldırarak, Özal'ın bu taahhüdünün
gereğini yerine getirme hazırlıkları içinde olduğu anlaşılıyor.
Anlaşmanın 3. maddesinde "Özerk Yerel Yönetim Kavramı" şöyle
tanımlanıyor:
"Özerk
yerel yönetim kavramı yerel makamların, kanunlarla belirlenen sınırlar
çerçevesinde, kamu işlerinin önemli bir bölümünü kendi sorumlulukları altında
ve yerel nüfusun çıkarları doğrultusunda düzenleme ve yürütme hakkı ve imkânı
anlamı taşır."
"Yerel
makamlara verilen (bu) yetkiler, normal olarak tam ve münhasırdır" (Md. 4/4). Anlaşmayı imzalayan devletler, "yerel yönetimlerin (bu)
temel yetki ve sorumluluklarını anayasa ya da kanunla belirlemek"
zorundadırlar (Md. 4/1).
Anlaşmaya göre; yerel yönetimlerin coğrafi sınırlarını da ilgili devlet
dilediği gibi belirleyemez. Bunun için o bölgede yaşayan yerel topluluklara
danışmak zorundadır (Md.5).
Anlaşmada "özerk yerel yönetimler"in ekonomik altyapısı da
unutulmamış: "Yerel makamlara kendi
yetkileri dahilinde serbestçe kullanabilecekleri yeterli mali kaynaklar
sağlanacak."
Bu yasalar 2000 yılında Ecevit-Bahçeli-Yılmaz hükümeti döneminde
imzalanmıştı. Daha sonra gelen hükümet iktidar olur olmaz, ilk işi yasaları
onaylamak oldu. Yasalar Doğu Perinçek'in bütün çabasına ve TSK’nın çekince
koymasına karşın, maalesef Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer tarafından imzalandı. Türkiye'nin
bölünmesi için uluslararası hukuki zemin hazırlayan BM ikiz Yasalarının temel
maddeleri şöyle:
A-Bütün halklar kendi kaderlerini tayin
hakkına sahiptir. Bu hak vasıtasıyla halklar kendi siyasal statülerini
serbestçe tayin edebilir ve ekonomik, sosyal ve siyasal gelişmelerini serbestçe
sürdürebilirler.
B-Bütün halklar ... doğal kaynakları ve
zenginlikleri üzerinde kendi yararına serbestçe tasarrufta bulunabilir. Bir
halk sahip olduğu maddi kaynaklardan hiçbir koşulda yoksun bırakılamaz.
C-... bu sözleşmeye taraf bütün devletler,
kendi kaderini tayin hakkının gerçekleştirilmesi için çaba gösterir ve
Birleşmiş Milletler şartının hükümlerine uygun olarak bu hakka saygı gösterir.
Hatırlayalım, Bosna-Hersek'i federasyoncuk yapan Dayton Barış Antlaşması'na
da "uluslar kendi kaderini tayin hakkına dayalı olarak BM gözetiminde yeni
yapılarını oluşturacaklar ve kendi bölgesel kaynaklarını kullanacaklardır"
hükümleri bulunuyor.
Şimdi gelelim bam teline. Geçen yıl Ağustos ayıydı. Apo 15 Ağustos'ta "Açılım planını açıklayacağım"
demişti. Ben erken davrandım ve planın hazırlandığı merkeze dalıp planı ele
geçirdim. Plan Washington merkezli Amerikan Kurdish International Netvvork
(AKIN) isimli kuruluş tarafından PKK'nın ABD’deki adamı Kani Gulam koordinatörlüğünde hazırlanmıştı.
Apo'nun taleplerinin temelinde özerklik ve özerk bölgelerin doğal
kaynaklarının kendileri tarafından kullanılması amacı vardı. Yani hem Avrupa
Bölgesel Yönetimler Yasası'ndaki, hem BM İkiz Yasalarındaki hükümler... Zaten
Apo da yasaların güvence altına alınması için uluslararası güçlerin kontrolünü
ve korumasını talep ediyordu.
12 Eylül referandumu hakkında yapılan açıklamalarda, devlet yönetimi örtülü
olarak bu taleplere yanıt verdi. "12 Eylül'den güçlü bir destekle
çıkarsak, Avrupa Birliği yasaları çerçevesinde daha önemli adımlar
atacağız" dedi. AB yasalarının dayatması açık: "Bölge kalkınma
ajansları aracılığıyla yerel yönetimlerin güçlendirilmesi ve buna bağlı olarak
özerk bölgeler oluşturulması." Bu ifadeler AB'nin son Türkiye İlerleme Raporu'nda
yer alıyor. Açarsak Apo da, uluslararası yasalara atıf yaparak, Türkiye'nin
federasyon olması yönündeki darbeleri vuruyor.
Yazdıklarımıza komplo teorisi diyebilecek olanlara son dönemdeki
açıklamaları hatırlatalım.
: "Türk kimliği ırkçıdır. Anayasa'dan
Türk vurgularının çıkartılması gerekmektedir." Yani millet ortadan kalksın yerine emik gruplar öne çıkarılsın... Bir
başka deyişle esas ırkçılık hakim olsun.
Murat Karayılan: "Silah
bırakmaya hazırız, ama silahlarımızı BM devralsın ve bize güvence versin."
Yani BM İkiz Yasaları çerçevesinde özerk yapıların güvenliği sağlansın.
Osman Baydemir: "Türk
bayrağının yanında sarı-kırmızı-yeşil bayrağımız dalgalansa ne olur?"
Yani... Buna Baydemirce bir yanıt vermeden edemeyeceğim: "has...tir..."
Ahmet Türk: "Demokratik Toplum
Kongresi barış için silah bırakılmasını ve silahların BM gözetimine
devredilmesini istemektedir." Yani, Kandil ne diyorsa o...
15 Ağustos 2010'da Sümela Manastırı 88 yıl aradan sonra ayine açıldı.
Cumhuriyet Devriminin yasakladığı ayini, Mustafa Kemal'in "Kin ve melanet yuvası" dediği Fener Kilisesi'nin papazı
Bartholomeos yönetti. Oysa Meryem Ana yortusunu, her ne kadar kendi kendine o
payeyi verse de Patrik makamındaki papazlar yönetmiyor. Bartholomeos tam bir
meydan okuma mantığıyla töreni yönetti. Ayine Rusya, Gürcistan ve
Yunanistan’dan ortodokslar davet edildi.
Olay, ilk bakışta insan hakları, din ve vicdan hürriyeti gibi kalıplara
sokulabilecek gibi görünen bir gelişme gibi algılanabilir. Ancak perde arkasını
iyi incelemek lazım. Önce ayini yöneten kişiye bakalım.
Türkiye Cumhuriyeti yasalarına göre Fatih Kaymakamlığına bağlı 1400 üyesi
bulunan Fener Kilisesi'nin papazı olmaktan başka bir sıfatı bulunmayan
Bartholomeos, 88 yıl sonra yapılan ayini yönetti. Malum Bartholomeos "İyi
niyetle buradayız" demesine rağmen, özellikle ABD'den açıkça destek alan
ve devlet başkanı törenleriyle karşılanan bir din adamı. Kendisini ekü- menik
yani evrensel patrik ilan ediyor ve patrikliğin sınırlarını da İstanbul'un
Fatih ilçesinde bulunan Balat ve Galata çevresi olarak çiziyor. Ayrıca iyi
niyetli olduğunu iddia eden Bartholomeos, bir papazın idam edildiği
kilisesindeki bir kapıya "kin
kapısı" adını vererek hâlâ açtırmıyor.
Bartholomeos'un yönettiği ayine kimleri davet ettiğine bakmak gerekiyor.
Konuklar Yunanistan, Rusya ve Gürcistan'dan geldiler. Daha doğrusu bu üç
ülkeden gelen kişilere davetiye gönderildi.
Nedeni basit. Sümela
Manastırı’nın bulunduğu yer Fatih Sultan
Mehmet dönemine kadar Pontus'tu. Fatih Pontus Devleti'ni yıktıktan sonra
bölgede kalanlar vergi ödemek şartıyla kaldılar, ama göç edenler de oldu.
İkinci göç dalgası Cumhuriyetin ilanından ve Sümela ayinlerinin Cumhuriyet
Devrimcileri tarafından yasaklanmasından sonra yaşandı. Pontuslar sanıldığının
aksine Yunanistan'a değil Gürcistan ve Rusya'ya yoğun olarak gittiler. Daha
sonra bunlardan bazıları Yunanistan'a gönderildi ve Yunan Hükümeti Pontusları
özellikle Batı Trakya'da Türklerin yoğun olarak yaşadığı bölgelere nüfusu
dengelemek amacıyla yerleştirdi.
İşte yapılan ayin, aslında sadece, kendini evrensel patrik ilan eden
Bartholomeos'un yönetmesi açısından değil, Rusya ve Gürcistan'daki Pontusların
da kışkırtılması açısından dikkat çekici oldu. Tabii Bartholomeos ayini
yöneterek, evrensel liderlik konusunda da önemli bir adım atttı, Slav Ortodoks
Kilisesi'ne bağlı Rus ve Gürcü Hıristiyanları da kendine bağlama yönünde adım
attı. Ayrıca Türkiye ile Rusya ve Gürcistan arasında yapay bir gerginlik alanı
hazırladı.
Ayine katılanlar "Pontus'a geri döndük" tişörtleri giyerek asıl
niyetlerini ortaya koydular. Sümela ayininin perde arkasına baktığımızda bir
açıklamayı hatırlatmak gerekiyor. Diyarbakır'ın BDP'li Belediye Başkanı Osman
Baydemir "Türk bayrağının yanında bizim kırmızı-yeşil-san bayrağımız
dalgalansa ne olur" dediği konuşmasında, esas bölücü niyeti de
açıklamıştı. "Özerk Kürdistan, özerk Doğu Karadeniz, özerk Batı Karadeniz
olacak" demişti. Baydemir'in bu sözleri söylemesinden ve bölücülerin özerklik
toplantısını Diyarbakır'da yapmasından bir hafta sonra Sümela ayini gerçekleşti
ve "Pontus'a geri döndük" tişörtleri giyildi.
Sümela Manastırındaki ayin çok tartışıldı ancak o noktaya gelinene kadar
daha önemli gelişmeler yaşandı. Katoliklerin dini lideri Alman Papa Ratzinger,
Fener Kilisesi Papazı Bartholomeos'un davetiyle Türkiye'ye gelmişti. Bu ziyaret
sırasında öyle bir anlaşma imzalandı ki, Türkiye'nin sınırlan içinde Türkiye
Cumhuriyeti devletinin hükümranlık hakları çiğnendi. Fener Kilisesi Papazı
Bartholomeos sanki Türkiye içindeki ayn bir Ortotodoks din devletinin
lideriymiş gibi hareket ederek, Vatikan Devleti Başkanı ve Katolik dünyasının
ruhani lideri ile, Hıristiyan dünyasının en önemli belgesi olarak gösterilen "Ravenna Sözleşmesi"ni
imzaladı.
Tarih boyunca birbirleriyle savaşan Katolikler ve Ortodokslar, İstanbul'da
bir Hıristiyan birliği toplantısı söz konusu olunca, bir anda aralarındaki
sorunları bitirmiş ve iki mezheb ortak karar alma noktasına gelmişti. Oysa çok
yakın bir zamanda, 1992'de Yugoslavya'da Katolik Hırvatlarla Ortodoks Sırplar
savaşmışlardı. Katoliklerle Ortodoksları ortak dini ve siyasi kararlar almaya
yönlendiren İstanbul'da yapılmasına Türkiye'de karşı çıkanlar oldu.
Ergenekon tertibi kapsamında uzun süre hapis yatan Noel Baba Barış Konseyi
Başkanı Muammer Karabulut, "Ravenna Sözleşmesi"nin imzalanmasının
laik devlet yasalarına aykırı olduğunu saptadı ve Fatih Cumhuriyet
Başsavcılığına başvurdu. Başvurunun temeli 5187 sayılı yasa idi. Bu
yasa uyarınca ülkemizde dini kurumlar tüzel kişilik olarak çalışamaz ve
anlaşmalara imza atamaz. Ancak Karabulut'un aldığı yanıt oldukça ibret
vericiydi.
"Sayın Muammer Karabulut;
Fener Rum Patrikhanesi Başpiskopos'u Dimitri Orhondoni'nin (Bartholomeos)
5187 sayılı yasaya muhalefet suçunu işlediği iddia olunmuşsa da, yapılan
soruşturma sonucunda, şikâyetçi tarafından gerçekleştirdiği iddia olunan tüm
toplantı ve görüşmelerin Türkiye Cumhuriyeti devletinin yetkili organlarının
bilgisi ve kontrolü altında gerçekleştirildiği, şüphelinin yasadışı şeriat
mahkemelerini oluşturduğu ya da Türkiye Cumhuriyeti devletinin hükümranlık
hakkını ortadan kaldırırcasına gizli olarak Vatikan devletiyle ’Ravenna Sözleşmesi' adı altında ikili
sözleşmenin yapıldığını gösterir yönde herhangi bir delil ve emarenin elde
edilmediği görülmüş olup, şikâyetçinin soyut iddiası dışında şüphelinin üzerine
atılı suçları işlediğini gösterir somut, inandırıcı delil ve emare tesbit
edilmediğinden, atılı suçtan şüpheli hakkında kamu adına kovuşturma yapmaya yer
olmadığına karar verilmiştir."
Savcılığın kararı gerçekten ibret verici. Papa'nın Türkiye ziyaretinin görüntüleri
ortada. Ziyaret sırasında kanunlar çiğnenerek, Türkiye Cumhuriyeti devletinin
hükümranlık hakkını ortadan kaldırırcasına Vatikan devleti ile Fener Kilisesi
Papazı arasında "Ravenna
Sözleşmesi"nin imzalandığı herkesin malumu. Cumhuriyet Savcısının
cevabi yazısında Fener Rum Kilisesi ile Vatikan arasında "Ravenna
Sözleşmesi adı altında ikili sözleşmenin yapıldığını gösterir yönde herhangi
bir delil ve emarenin elde edilmediği" ifade edilmesine karşın, www.vatikan.va internet sitesinde anlaşmanın maddeleri duruyor. 46 maddeden oluşan
anlaşma, 13 Ekim 2007 tarihinde İngilizce, Fransızca, Almanca dillerinde siteye
konulmuş. 2004 yılında başlamış olan anlaşmayla bağlantılı olarak, iki azizin
kemikleri İstanbul'a getirilmiş ve Papa İstanbul'a davet edilmiş.
Savcılığın verdiği karar üzerine Karabulut bu kez Dışişleri Bakanlığı'na
başvurdu ve oradan da savcılığın kararına benzer ibretlik bir cevap aldı:
"Sayın Karabulut;
Devletimizin laik niteliği uyarınca hiçbir
dini kuruma tüzel kişilik verilmesi mümkün değildir. Başvurunuzda da
belirttiğiniz gibi, bu çerçevede, Fener Rum Ortodoks Patrikhanesi de tüzel
kişiliği haiz olmayıp, başvurunuzda değinilen bir 'uluslararası anlaşma'
akdetmiş olduğu yönünde bilgi Bakanlığımızda mevcut değildir."
Dışişleri Bakanlığı Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin laik niteliği nedeniyle
dini kurumların tüzel kişilik olarak uluslararası anlaşmalara imza
atamayacağını kabul ediyor, ancak bütün dünyanın gözleri önündeki "Ravenna
Sözleşmesi"ni görmezden geliyor. Fener'deki Rum Ortodoks Kilisesi’nin
papazı kendisini Vatikan Devleti ile bir tutup, dünya Katoliklerinin temsilcisi
Papa ile Ortodoksların temsilcisi bir devlet yetkilisi gibi uluslararası ve
dini bir anlaşmaya imza atıyor; devleti diplomatik yollarla savunmakla görevi
Dışişleri Bakanlığı ise hiçbir şey olmamış gibi davranıyor.
Engin Alan komutan boşa söylemedi o sözü: "Bizi Guantanamo'ya yollasalar vız gelir." Derin anlamı
var o sözün. Komutan, düşmanın kim olduğunu görüyor ve açıkça söylüyor: ABD!
Malum, ABD Guantanamo'da Irak'taki ve Afganistan'daki direnişçileri tutuyor.
Onlar, Bush'un tabiriyle "yeni
haçlılara" karşı savaşan Müslüman kahramanlar. Biraz Selahaddin
Eyyubi, biraz
Alparslan... Büyük Ortadoğu Projesi'ne karşı direnen yiğitler,
Mezopotamyalı Nene Hatunlar, İskender'e medeniyeti öğreten çağımızın Babil
Prensesleri...
Çuval
Aslında saflar o Temmuz günü belirlenmişti. Hâlâ bililerinin stratejik
ortak deyip istihbarat medeti umduğu büyük şeytan ABD, Türkiye'nin yerini
anlamıştı. Türkiye her zaman olduğu gibi kahramanların safındaydı. Kapı
Malazgirt, ata Alparslan... O yüzden ne tezkere geçti, ne de Türk Ordusu'nun
Amerikan nüfuz bölgesi olan Kuzey Irak'a girmesi engellenebildi. Dahası Türk
bahriyelileri Rus-Gürcistan Savaşı'nda Atatürk gibi yaptı ve Rusların yanında
yer aldı.
Altangiller bayram yapıyor. Lahey'de karar alınmış: "Kosova'nın Sırbistan'dan ayrılması uluslararası hukuka aykırı
değilmiş." Biz bir zamanlar yırtınırken susanlar, hatta bizi Sırp
yanlısı olmakla suçlayanlar şimdi tehlikenin farkına varmışlar. Sağolsun üstad
Oktay Ekşi yol gösterici oldu da Lahey oyununu halka anlattı. Evet Lahey'in
aldığı kararla artık dünyada ayrılıkçı haklar gündeme gelecek. Yakında
Apogiller, Altangiller Kürt sorununu Kosova modeliyle çözmeyi önerirse kimse
şaşırmasın. Başladılar; İspanya dediler, Gürcistan dediler, ama Türkiye demeye
henüz cesaretleri yok.
Sh: 98-110
Yugoslavya'da yaşananlar ve
ülkemizde yaşanmakta olanlar, aslında iç karartıcı bazı benzerlikler içeriyor. Yugoslavya Ordusu'nun yerine yeni askeri birimlerin oluşturulması, polise
ağır silah kullanma yetkisi verilmesi, yargının yapısının değiştirilmesi,
liberal ve tamamen batı destekli gençlik örgütlerinin kurulması, etnik ve
mezhepsel ayrılıkların kışkırtılması, spor müsabakalarında provokasyon
denemeleri, Clinton ekibi olarak bilinen ABD'nin ülkeleri parçalamak için
görevlendirdiği kişilerin Türkiye'de de faaliyet göstermesi ve akla gelebilecek
daha pek çok kara durum ortada. Üstelik Süleyman Demirel, Deniz Baykal, eski
Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ gibi Türk devletinin en üst katlarında görev
yapmış isimler de "Türkiye, Yugoslavya yapılmak isteniyor" şeklinde
açıklamalar yapıyor.
Yugoslavya'nın parçalanma süreci ile Türkiye'nin parçalanma süreci
arasındaki benzerlikler dikkat çekici, ama iki ülke arasında temel bir fark
var. Türkiye üniter bir devlet, Yugoslavya ise federasyon'du. Yugoslavya
Federasyonu'na bağlı her cumhuriyet, kuruluş anayasasına göre dilediğinde
ayrılma hakkına sahipti. Belgrad çok uğraşmasına rağmen, hiçbir zaman tek
millet yaratma arzusunu gerçekleştiremedi. Yugoslavya'da Sırp Sırptı, Hırvat
Hırvat, Arnavut Arnavut. Ayrıca Makedonya hariç her cumhuriyetin kendisine
çok yakın ağabey devletleri vardı.
Parçalanma sırasında her cumhuriyet ayrılmayı istedi. Bu da kaçınılmaz ve
çok parçalı bir yapı oluşmasına neden oldu. Herkes birbiriyle çatışmak için
bahane aradı. Özelikle parayı elinde tutan kesimler yani Hırvat ve Slovenlerle,
gücü elinde tutan Sırplar arasında yaşanan gerginlik, ortamın içsavaş ortamına
dönmesine neden oldu. Zaten elinde parçalanma için her türlü imkân olan
cumhuriyetler harekete geçtiler. Savaş yaşandı ve parçalanmanın faturası ağır
oldu.
Türkiye'de aynı şeyler olur mu? Türkiye'nin önündeki öncelikli tehlike,
eski Yugoslavya gibi federasyona dönüştürülme tehlikesidir. Yerel yönetimler
yasaları ve BM İkiz Yasaları Türkiye'ye eski Yugoslavya olmayı dayatıyor. Eski
Yugoslavya benzeri sosyalist olmayan bir yapı, çok kısa zamanda daha büyük
içsavaşa ve ayrışmaya gidecektir.
Bütün bunlara rağmen Türkiye'de
halkın çok büyük çoğunluğu ayrılık istemiyor. Yüzde 90'lann üstünde bir kitle
ayrılığa kesinlikle karşı. Dahası Yugoslavya'daki Slovenya'ya ve Hırvatistan'a
benzetebileceğimiz kıyı bölgeleri, bırakın ayrılmayı tam tersine birliği en
üst noktadan savunuyor. Yugoslavya'nın parçalanma sürecinde insanlar Soros
bayrakları alarak sokaklara dökülmüş ve parçalanmayı destekleyen mitingler
yapmıştı. Türkiye'de ise Cumhuriyet mitingleri yapıldı. Türkiye'nin içinden
devletler çıkaracak bir durum şu an yok gibi. Ancak dış saldırının hukuki alt
yapısını oluşturma çabalarına da dikkat etmek gerekiyor.
Sh:115-116
15 Şubat 1978’de İstanbul’da doğdu. İlk ve ortaöğrenimini İstanbul’da
tamamladı. Eski Yugoslavya Cumhuriyetlerinden biri olan Makedonya’daki Kiril
Metodij Üniversitesi'ne girmeye hak kazandı. Burada eğitimi sürerken Yugoslavya
içsavaşını yakından takip etme fırsatı buldu. Çeşitli gençlik derneklerinde
görev aldı ve Yugoslavya’nın birliğini savunan çalışmalara katıldı. Üniversite
eğitimi bitince Türkiye’ye döndü ve Yugoslavya’da yaşananları anlatmaya
çalıştı. Annesi Makedon babası Türk kökenli olan Teoman Alili Ergenekon davası
kapsamında sorgulandı ve daha sonra hakkında kovuşturmaya gerek olmadığı
gerekçesiyle serbest bırakıldı. Serbest bırakıldıktan sonra Türkiye doğumlu ve
Türk soylu olan Teoman Alili sınır dışı edildi. Yugoslavya Dersleri kitabını
Türkiye dışında yazdı.
Geniş Bilgi için Kaynak: Teoman Alili, Yugoslavya Dersleri, Kaynak
Yayınları, Eylül 2010, İstanbul
Teoman Alili
Diğer yazıları için erişim:
http://www.guncelmeydan.com/pano/teoman-alili-f413.html
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar