YUSUFCUK
– Aşk’ın Hakikatlerini Beyan Eden Nesirler / Sâmiha AYVERDİ
Devletlim! evvelâ karşıma şu kâinat kitabını açtın ve :
— Oku! dedin.
Ben, acemi fakat çalışkan bir talebe gibi, onu kelime kelime hecelemeğe
başladım. Dostlarım buna şahiddir. Bir kır çiçeğinde, bir çiğ tanesinde, bir
incecik su şırıltısında, zevkte, tebessümde hep senin parmak izlerini görerek
hızlı hızlı okuyor ve yanındakilere söylüyordum.
Fakat bunlara, bu güzelliklere doymadan sahifeler karşımda dönüyor, bütün
telâşıma rağmen, zahmette, meşakkatte, gözyaşında iztırabda gene senin dehâna
ve hünerine şahid oluyordum. İşte böylece de gece demiyor, gündüz demiyor,
önüme ne gelirse okuyor, okuyordum.
Nihayet yorgunluğuma acımış miydin, neydi? karşıma gelip bana dedin ki:
— Kâinat kitabını okumak
uzun sürer; kendi kitabım oku!.
Bu, o büyük kitabın hülâsası idi; onda da güzelliklerden çirkinliklerden,
zevklerden ye acılardan izler, eserler, görünüşler vardı. Belki hakikaten bu,
ötekinden küçüktü; ancak kâinat kitabına sığmayan büyüklükler buna sığmıştı.
Şaşırmıştım Ben bunu, bu karmakarışık, sökülmez, ezberlenmez çetin kitabı
nasıl okurum, diye düşünürken, gene karşıma geldin ve bana:
— Kendi kitabını okumak uzun sürer, beni oku! dedin.
— Seni mi, devletlim? Acaba
bu cihanda seni okumuş kim vardır ki ben bu bahtiyarların arasında sayılayım?
Benden bir olmazı istemekle, beyhude didinip tebah [Mahvolmuş. Yıkılmış. Fesada
giriftar olmuş. Bozuk. ] olduğumu mu istiyorsun? diye haykırdım..
O zaman tekrar yanıma geldin. Hayır, hayır., yanıma gelmek te ne demek?
Gözüm oldun, dilim öldün, tenimdeki canım oldun ve bunları, benim yerime kendin
okudun.
***
Koruluğun başbaşa, düşünceli ve dilsiz ağaçlan arasında her zaman bir kız
dolaşır. Yeni sürmüş bir dal gibi incecik vücudunu vakit vakit buraya atan,
bilinmez hangi yürek dağıdır. Rüzgârlı havalarda kendi gönlü gibi karmakarışık
olan ağaçlar, durgun geceler bir meşveret fısıltısı ile, sanki onunla içten içe
konuşurlar.
Kız, koruluğun kuşlarından da hoşlanır. Daldan dala akan bu tatlı dilli
hayvancıkları tutup kafese koymak hevesine kapıcığı çok olur. Lâkin kızcağız
henüz bilmez ki, başıboş ağaçlıkların malı olan bu başıboş duşlar tutulup
yakalansa, artık onlardan ne ses, ne de neşe beklenebilir.
Kızcağız gene bilmez ki, bu ele avuca gelmez kuşlar gibi, kelimelerin,
sözlerin zincirine bağlanmış hisler de, onları böylece tutup yakaladığımız
zaman bize küser, gücenir ve bütün kudretlerini kaybederler. İşte bu yüzden o,
vakit vakit yakalamak istediği kuşlar gibi, ele dile gelmeyen hislerini de
tutup bir kâğıdın üstüne sıralayarak, gece penceresinin altına gelen
sevgilisine uzatır. Lâkin kız, gönlü boşluğunda uçuşup öterken o kadar ateşli o
kadar canlı olan duygularını bir kâğıda bağladığı zaman asla beğenmez. Onlar,
içini yakan ateşin yananda buz gibi soğuk, cansız ve ifadesizdir.
Kız, yazdıklarını okuyup beğenmedikçe dertlenir, üzülür amma gene de
bunları bazı geceler, penceresine uzanan ele vermekten kurtulamaz. Ancak o tek
teselliyi, böyle bezgin, gözü yaşIı olduğu geceler, penceresini açarak korunun
en vahşî, en mahzun ve melâlli kuşunun ötüşünü dinlemekte bulur:
— Yusufcuk, Yusufcuk!
Bu derin, bu garip ve iç ezici ses, sanki gönlünün dağa taşa çarpıp geri
dönen feryadıdır. Yahut kendi gönlü bir dala sıçramış ta oradan haykırmaktadır.
Kuş, uzak, tasalı ve yorgun sesini ayını yürek ezici gariplikle
tekrarlarken, artık genç kız bunun tamamen kendi gönlünün gizlice uzaklara
kaçıp feryad edişi olduğuna inanır. Düşüncesinin böyle dumanlanıp bir hayal
ikliminde dolaşması da boşuna değildir. O, hakikaten bu kuşun sesini, kendi
yüreğinin kabına sığmayan feryadı zanneder; çünkü sevdiği delikanlının adı
Yusuf’tur.
***
“Niçin niçin” yazıyorum?
Tepsisinin içine nisan yağmuru toplayan bir çocuk gibi, bu akıp giden selin
altına neden ben de testimi koyuyorum?
Bahusus bu zavallı kaba bir tekme vurup kırmak istediğim halde, elimi
ayağımı tutan da kim?
Söyle, bari ona su boşaltanın kim olduğunu söyle!
Bilirim, her zaman ben sorucuyum, sen de susucusun. Hakkın var. Bu bitip
yetmez sorguların karşılığı söz olamaz ki.. Zaten hangi kelâm, hangi sırrın
düğümünü çözmüştür ?
Neden acaba bunu bilirim de gene de sorar, sorarım?
Gecenin sisleri çimenlerin kulağına çiğ tanelerinden küpelerini takarken,
nasıl onlar bu bezentilere karşı koyamıyorlarsa, ben de her gecenin seherinde
yüreğimin her bir telini bir sorgu damlacığının aşağı çektiğini görürüm. Nasıl
bu dizi dizi mücevherleri, bahçenin çiçeklerini devşirir gibi toplamak kabil
değilse, benim de sorgularım tanelerini, bir cevabın beceriksiz eli derleyip
hal edemez.
İnan bana, şebnem, kendisini bir anda kurutacak güneşi beklediği gibi, ben
de içimin esrar taneciklerini silip yok edecek o zuhurun teşnesiyim. [ Susamış.
* Mc: İstekli, çok arzulayan, heveskâr.]
***
Bugün hep benden kaçtın; seni görmek için arkandan koştukça, bilmem
nerelere, hangi dağların bayırların ardına saklandın ki hiç bir tarafta
bulamadım.
Akşam, dizi dizi bulutlarını ufukta topladığı, güneş, görünmez fırçasile
ağaçların tepelerine dile gelmez renklerinden sürdüğü zaman, ben de bir kayanın
üstüne oturdum Koşmaktan, didinip çırpınmaktan takati kesilmiş vücudumu
dinlendirmeğe O kadar muhtaçtım ki.. Artık seni bulmaktan da ümidim
kalmamıştı...
O zaman, boşa çıkmış mücadeleler, işe yaramaz didinmelerden sonra evine
dönen yorgun, bir adam gibi, ben de içime, kendime döndüm.
Döndüm. Hayretle ve dehşetle gördüm ki sen oradasın. Dağ bayır arayıp bulamadığım
sen, oradasın. Biraz muğber biraz tutuk ve sitemli, yüzüme bakıyor ve diyorsun
ki :
— Bütün dünyadan gizlenmiş
olabilirim; fakat senden de mi saklanacaktım en yakınını koyup beni ıraklarda
aradın?
***
Yoldaşım inan bana ki sana içimi göstermek istemiyorum.
Eğer boş bulunup bazı bazı bu işi yapıyorsam, gene inan ki, tek
penceresinde ışık olan bir ev gibi, esrar karanlıklarının ortasındaki bu tek
ışık damlası, gönlüm çatısının ancak bir köşeciğini aydınlatır.
Eğer gene boş bulunup sana bir selâm, bir söz armağanı gönderiyorsam, bu
selâmın, bu haberin, suya aksini bırakmış bir ağacın hikâyesinden
hiç farkı yoktur. Nasıl o akiste ağacın her çizgisi mevcud, fakat ruhu gaibse,
benim de sana gösterdiğim lafz ve haberde, içimin ancak bir gölgesinden, bir
resminden başka şey yoktur. .
Ama ağacı, gölgesini suya saldığı için nasıl ayıplamıyorsan, beni de, sana
ister istemez, içimden haberler verdiğim için hoş gör; kınama!
***
Maziyi eteğinden tutup çekmek istiyorum. Gelse, bütün sırları, bütün
cazibesi, bütün ihtişamı ve tarihinin sergüzeştler dolu dili ile geri
gelse..
Fakat o, kapı eşiğinde oturduğu için «iftiraya uğrayacaksın» diye
korkutulan bir çocuk gibi, yanma kendisini ürküten bir ayak sesinin
yaklaştığını duyunca, hayatın, geçmiş zamana açılan kapısından fırlayıp
kalkıyor ve kaçmak istiyor. Lâkin onu eteğinden tutup kendime doğru
sürüklediğim zaman da, isteksiz bir itaatla geri geri geliyor ve geçmiş günler,
ay ışığında ince çizgileri silinmiş eşyalar gibi, hayalî bir vuzuhla [açıklık,
açık ve anlaşılır şekilde olmak, netlik, aydınlık] önümde açılıyor.
Amma geri geri gelen bu mazi, ne yazık ki, süt çocuğu olduğum zamanlardan
bugüne kadar olan bir geçmişin levhası. Hâlbuki hayat şeridinin başsız devamı,
bu kısacık ömür parçasından ne kadar uzak, ne kadar ileri. Asıl sırrına
varılacak olajı mazi, taş nebat ve hayvan devirlerinin çileli sükûnu.
Bilmem, acaba eteğinden tutup geri sürüklediğim yakın mazi gibi, daha uzak,
daha silik, daha âtıl şuurlu geçmişlerin eteğinden tutacak bir başka eli, bir
başka hafıza, bir başka idrâk ve hüner mi lâzımdır?
***
Küçük bir el, geçmiş bir hayat sahnesinin perdesini açıyor: Karlı, soğuk
bir kış gecesi. Büyük, loş bir odanın içinde kumral bir çocuk dolaşıyor.
Tavanın bir noktasından dökülen ağır, saltanatlı bir cibinlik içindeki
karyolası, karanlığa gizlenmiş bir sevgili gibi onu bekliyor. Fakat çocuğun
yeşil gözleri bu akşam ona karşı pek kayıtsız.
Uzun beyaz geceliğinin içinde bir kat daha soluk ve zaif görünen çocuk, bu
akşam, üstünde her gece soğuk ellerini ısıttığı sobaya da yaklaşmıyor. Yalnız
genzinin pekiyi tanıdığı bir odun ve küf kokusundan, sobanın henüz yakılmış
olduğunu düşünüp geçiyor ve odada yalnız olmasından istifade ederek mum
iskemlesinin yanında duruyor.
Burada, odayı masalların efsanevî kalıbına döken bir mum yanıyor. Çocuk,
her zaman olduğu gibi düşünceli. Bu tefekkür sıkleti, onun küçük başım çok defa
bir yana çeker ve bu bükülmüş başta bir düşünce hummasını göremeyenler, bir
hüznün izini ararlar.
Fakat çocuk bu gece, her vakit boynunu büktüren o başından büyük
düşüncelerine dalmış değil. Sadece, odada yalnız olmasından istifade ederek
elini şamdana uzatıyor ve en sevdiği oyunu oynamaya başlıyor :
— Mum dibi, mum ortası, mum
tepesi, pırrr!
Diye saydıktan sonra, parmağını süratle alevden geçiriyor ve elinin
yanmaması sırrının, şu saydığı tekerlemede olduğunu işitmiş olduğundan, aynı
sözleri sıralarken, aynı hareketlerde de devam
ediyor. .
Çocuk, zevkine daldığı bu oyunu oynarken, ne sadık bir köle gibi
kımıldamadan bekleyen yatağını, ne yavaş yavaş üstü ısınan sobayı düşünüyor.
O, sade bunları değil, bir aşk alevinin yalımını ok hızı ile atlayıp geçen
insanın, kendisi gibi ona iftira edip yakıcılığını inkâr ettiğini de bilmiyor
ve düşünemiyor.
Kim bilir belki de hayat, ona ilerde sade bunu düşündürmeği kararlamış
olduğu için, çocukluğun şu hayal ve efsane çağında onu rahat bırakmayı istemiş
ve ateşle bir oyuncak gibi oynamasına göz yummuş olacak. Fakat çocuk
henüz bunu da bilmiyor ve düşünemiyor.
***
Herkes bu meydana bir zafer için gelir; ben ise sade sana yenilmek için
geldim.
Bu dünyada herkesin bir iddiası vardır; benim ise senin fermanından başka
bir icazetim yok. Amma bunu kimsece anlatamıyorum; kimsede bunu bilmeye istek
yok.
Düşüncenin eteği, gözle görülür kıymetlere bağlı kaldıkça, insan oğlu,
aşkın kudret ve tasarrufu fezalarında olup bitenleri nasıl tecessüs edebilir?
Desem ki: Ben ortada bir sebepten başka şey değilim. Buna kimi, nasıl
inandırabilirim?
Yediğimiz bir lokma ekmeği, içtiğiniz bir yudum suyu kana çeviren uzviyet
gibi, gönlüme, gizlice yol bulan bir aşk lokmasının da, bu gönülde feryadlara,
gözyaşlarına, ıztıraplara, zevklere istihale ettiğini anlatabilir miyim?
Evet dostlarım, ziyam yok, beni anlamayın, iftira edin, vehminiz kalıbına
dökün, çekiştirin, zanlarımız teknesinde yoğurun; hepsi de helâl olsun. Hatta
izin verin, bu mezat olan, yağmalanan varlığın her parçası bir elde kalırken,
ona sizinle beraber ben de pey süreyim! Amma şuna inanın, şunu bilin ki, herkesin
bir zafer için geldiği bu meydana, ben sade ona yenilmek için gönderildim.
***
Adını sordular. Söyledim.
— Tanımıyoruz, kimmiş o?
dediler.
Az kaldı perdeyi çekip seni onlara gösterecektim; fakat ihtiyatkâr olmayı
gene senden öğrendiğim için vazgeçtim ve düşündüm ki gösterseydim de
göremeyeceklerdi; zira perdelerin kalktığı ezel gününde onlar seni görmüşlerden
olsalardı, şimdi burada (tanımıyoruz) demezler ve demir asa demir çarık, bu,
kâinatın tek görülecek görülmemişini arar ve bulurlardı.
Bilmem bana izin verir misin onlara şu masalı anlatayım:
Evvel zaman içinde bir hırsız varmış. Amma bu adam pek zenginmiş. Onun için
deki tama-ı, mala servete mücevhere değilmiş. Gizlice sokulduğu dünya
kapılarından, ihtiraslar, ibtalâlar, hevesler, arzular, hülâsa bin türlü şehvet
çalarmış. İstediği verildikçe de “daha yok mu daha yok mu?” diyen
çılgın bir doymazlığın elinde perişan, durmadan zevk ve ibtilâ toplar, amma
gene de «daha yok mu?» diyen o divane sesi susturamazmış.
Nihayet günlerden bir gün, senin kapından da içeri dalmış. Gece olup el
etek çekilince, ayaklarının ucuna basa basa bir sürü kapı açıp kapamaya
başlamış. Ne garip ki bu çatının altında çalınacak ne ihtiras ne ibtilâ ne
heves ne arzu varmış. Ömründe eli boş dönmemiş olan bu zorlu hırsız, nihayet
son kapıda sana rastlamış. Seni hiç görmemişmiş; amma tanıyormuş. İsmini hiç
duymamışmış; amma biliyormuş. Koncanın gülle tanışması için elçiye ne hacet?
Bir an, seni bilmek, tanımak ve çalıp kendine mal etmek için ona yetip
artmış. Bilmem, bütün ömrünce dünyadan topladığı şehvetleri, dağarcığını
tersine çevirip gene dünyaya iade ederken, nasıl olmuş ta bu hırsız, seni
tanıyanların en kıdemlisi en eskisi oluvermiş
***
Güzel kız! Alnındaki perçem, yağmur bulutları gibi karanlık. Yoksa sisli
gecelerin nemi, bu kara zülüflerden mi damla yor?
Güneş batmadan az evvel, uyuklar gibi dallarını yapraklarını koyuvermiş
ağaçların arasından bir kuş kafilesi geçti. Bu durgun ve mecalsiz dalları,
onların incecik rüzgârı ürpertti. Sen de pencerende ürktün, ürperdin; besbelli
dalgındın, düşünceli idin. Acaba şu tabiatın sırlı sükûnu, senin esrar dolu
gönlünden koparılmış bir parça mıdır, diye düşündüm. Lâkin sormadım.
Sakın sen de söyleme, halini, derdini anlatmaya kalkma; inanmam. Çünkü
yalanını tuttum.
Yüzüme neden küserek bakıyorsun?
Yalanını tuttum, demekle sanki ben de mi yalan söylemiş oldum?
Hayır, benimki doğru., belki acı; fakat dosdoğru : Sen bir
yalancısın!
Tatlı ot safra çıkarmaz; doğruyu bilmek için bu acılığa katlanman lazım.
Sen bir yalancısın işte : Dün pencerenin altından geçiyordum. Sen de sevgilinle
karşı karşıya idin. O sana soruyordu ; .
— Beni seviyor musun?
Sen, elindeki dikişe batıp çıkan iğneyi buğulu gözlerinle takıp ederken,
ona şu büyük yalanı söyledin :
— Hayır!
***
Lâmbayı yakma, yahut yakmakta acele etme., komşuların ışıklarını seyretmek
hoşuma gidiyor. Onlar, gecenin havayı tozlaya tozlaya karartısından
sıkıldıkları için, yıldızlar görünür görünmez aydınlıklarını yakmışlar.
Hakları da var ya, âlem, bin türlü işin sahibi. Kadına, akşam yemeğini
hazırlamak, çocuğunu emdirmek, kocasına kapıyı açmak için aydınlık lâzım.
— Nerede, gönlü bucağında
ışıklan utandıracak bir pervasızlıkla, düşmekten, sürçmekten korkmadan, gezen insan,
nerede? diyorum,
Diyorum. Lâkin tehdit ve sitem dolu bir ses :
— Sus, diyor, sus haksızlık
etme... o meşaleye ihtiyaç olmayan gönül kâşanesinde ne ayağa ilişecek bir
eşik, ne yuvarlanıp düşülecek bir merdiven, ne kapı, ne pencere ne de hazırlanacak
yemek, ne emzirilecek çocuk ve yolu beklenen bir koca vardır. Elbette ki bu
evin sahibi, bir hardal tanesi kadar takıntısı olmayan o kâşanede şavksız,
belki de elsiz ayaksız gezer.
***
Söğüt ağacı ziyade iştihasından [açlıktan gelen istek, meyil, haz, fazla
istek; arzu.], derenin suyunu gece demez gündüz demez çeker çeker. Fakat bir
yandan da bu fazla, sular, dallarından yapraklarından damlalar halinde geri
döner.
Bir dostum vardır, gönlü ile söğüt ağacı arasında benzeyiş olduğunu
söylerler. Buna benim de inanasım geliyor. Bir gün boş bulunup dedi ki :
Mademki bilinmez bir semtin bilinmezliklerine doğru uzanmış olan köklerimin o
aşk suyunu içmesini, divane gibi içmesini önleyemiyorum, bari gelişi güzel
damlamasına mâni olabilsem..
Amma insanoğlu, hangi muradını iradesi teknesinde yoğurup şekilliyebilmiş,
hangi zannını tahkik elinin isabetli teşhisine teslim etmiştir?
Hangi şüphesinin kabuğunu, şaşmazlığın keskin kılıç ile kesip atabilmiş,
hangi müşkül, hangi dilek için, soluk soluğa tırmandığı yolun sonuna
varabilmiştir?
O, duvağını kaldırmamakta inat eden bir gelin gibi, yüzünü açmayan bir
müşkülünü de gene bana söyledi. Zavallı bilmiyordu ki ben insanların en âcizi,
en biçaresiyim. Onun kadar üzüntü duyduğum ve düşündüğüm bu dileği, hey kıymeti
mutlak bir nisyana çeviren içimin mezarına gömmedim; belki siz bir karşılık
verirsiniz diye buracıkta tekrarlıyorum işte:
“— Sahibimi secdede görmekten utanıyorum., ya başını yere koymasın, ya da
bize, basacak bir başka toprak göstersin”
***
Akşama kadar yağmur yağdı. Ceylan gözlü taze kız da akşama kadar türkü
söyledi, keyifli keyifli odasına çeki düzen verdi Beklediği vardı. Ah bu
kızlar, baştan ayağa hep o bekledikleri içindirler.
Amma o akşam türkü söyleyen kızın beklediği gelmedi; küçücük yüreği ne
yorgun ne çarpıntılı idi. Yağmur da artık dinmişti. Amma (cömert ve merhametli
bulutlar, onu ağlar görünce yeniden gözyaşlarını boşalttılar. Böylece toprak,
onun sıcak yaşlar ile bulutların serin suyunu bir zaman beraberce
içti.
Sonra yeniden hava düzeldi. Gökyüzü, bir şenliğe hazırlanır gibi, daha gece
basmadan bütün yıldızlarını püskürdü. Bulutlar da, bozguna uğramış ordular
gibi, bilinmez nerelere kaçıp gitmişlerdi.
Bu aİnı açık parlak gece, nihayet sabahın ilk ışıklarına selâmını verirken,
kız da gelmeyen sevgilisine yazdığı mektubu «senin için sabaha kadar ağladım,
feryad ettim» diye bitiriyordu.
Amma kâğıdını büküp pencereden baktığı zaman, otların üstüne asılmış çiğ
tanelerini görerek şaşırıp utandı ve kendi kendine : «Demek ki buradan, her
yeşilliğin gerdanına bir göz yaşı takacak kadar bağrı yanık bir âşık geçmiş..»
dedi ve mektubu avucunun içinde buruşturarak ıslak çimenlerin üstüne fırlattı.
***
Dün yorgun bir tebessüm kadar tatlı ve rehavetli olan dalgacıkları bugün
kim şaha kaldırdı ?
Kışın kederli, çıplak, kupkuru ağaçlarını baharda kim giydirip süsledi?
Hevenk hevenk [ Bir ipe geçirilmiş veya birbirine bağlanmış yaş yemiş
veya sebze bağı: ] bulutların rutubetini taneleyip yağmur, yapan, sonra bu
billûr tanecikleri dondurup buram buram savuran, dövüştürüp itiştiren de
kimdir?
Askere giden oğlunu köyün dışına kadar uğurlayıp ağlaya ağlaya dönen ana,
izin tezkeresi koynunda sılaya dönerken sevinen oğul acaba kederi, sevinci
kimden öğrenip te bu dünyaya geldiler?
Her gecenin seherinde gözlerimizden uykuyu silip bizi yeni bir günün cezr
ve meddine salan da kimdir?
Kim bu uzun günde, niyet çeker gibi, basma geleceği bilmeden didinip
savaşan insanın önüne beklemediği, ummadığı hâdiseleri çıkarıp sıralayan?
Dünya karanlığında ilmin kör düğümlerini çözmekten parmakları nasır tutan
âlim, kimin emrile kıyamete kadar bu çileyi dolduracak?
Hislerimizin kurnasına damlayan çeşitli arzuları, iyilikleri kötülükleri
kimden, ne suretle bulduk?
Şöhretinin, servetinin kamçısı ile dünya sahralarında koşturulan adam,
kimden bu silleyi yediğini, kimin dizginlerini tuttuğunu neden merak edip
ardına bakmaz?
Kader tezgâhı durmadan, önümüze dokuduğu hünerleri yığıyor. Söyleyin,
bunları kim açacak, kim biçecek, kim bunlardan bize o sırlı kaftanı dikip
giydirecek?
***
Taze çocuk, sen izi irabı ne bilirsin?
Gerçi gözünü dünyaya açmaklığının dik işareti bir feryad oldu. Kıvranarak,
bükülerek, kızarak ağladın ağladın.
Bu ilk gözyaşlarını, gide gide daha birçokları kovaladı: Düştün, ağladın;
azarlandın, ağladın; istedin, ağladın; istemedin ağladın. Şimdi de sık sık
gözlerinde yaş görülüyor. Komşun hasta olsa ağlıyorsun; kedin çiçeklerini kırsa
ağlıyorsun. Dümdüz, el sürülmemiş yüreğin vakit vakit kabarıp, taze, lekesiz
abıma buruşuklar, çizgiler gönderiyor. Ama gene de ıstırabın ne demek olduğunu
bilmiyorsun.
Sana sorsalar, bildiğini iddia edeceğin muhakkak. Ama ben efe iddia
ediyorum ki, sen henüz ıstırabı öğrenmedin; çünkü aşkı bilmiyorsun.
Hem beni dinlersen bilme; bilmek isteme de. Şayet karşına, onu sana
öğretecek biri çıkarsa, kaç, kaçabildiğin kadar kaç!
Ama, dehşet içinde feryad feryad uzaklaşırken, o gene de seni yeninden
yakandan tutmuş yakalamışsa, çırpınmak, kurtulmak hevesi boşunadır artık. O
zaman Hiç olmazsa mağlûbiyetini açığa vurma. Huysuz, hoyrat, tutaraklı, inatçı
ol! Bilmez misin sarhoşların çoğu, işret bütün zerrelerine sirayet etmişken,
gene de (ben sarhoş değilim!) diye söylenirler.
Sen de «evet» yerine «hayır» de. Istırap, hançer gibi göğsüne dalıp
çıkarken bile acım belli etme. Beni dinlersen, elinde fırsat varken
düşündüklerinin aksini söylemekte alabildiğine inad et. Zira gün olur, değil
serkeşliğe, hiç ama hiç bir kâra iktidarın kalmaz ve ayıklık iddiasında olan
sarhoşum çamurların içine yığılıp kalışı gibi, halin, zavallı iddialarına
kahkahalarla güler.
***
Yoldaşım, onun bana verdiği tahta geçip otururken kendi kendime derim ki :
— Sen de buldunsa bedava
buldun. Kazma vurmadan kuyu kazdın; dağlar devirmeden mücevher damarı
yakaladın: dereleri denizleri geçmek için ya köprü kurmak, ya sallara gemilere
binmek, ya da yüzmek lâzımken., bir el geldi, saçından yakaladığı gibi bir
sahilden ötekine fırlatıp attı. Sen hep kendinde, akla hayret verecek
olmazlıklar görmeğe alışıksın.
Gene o gizli el, düşmanlarını dost etti, acılıklara tad verdi, horluklardan
ikbal dokudu. O sana neler vermedi, neler öğretmedi! işte şu pervasızca geçip
oturduğun yerde gene onun bir bahşişidir. Fakat oraya gidip otururken bir
tahtın sahibi gibi değil, bir kapı bekçisi mezellet ile boynun bükük olsun!
Bu sözlerde fazlalık yok, belki eksiklik vardır yoldaşım. Ancak kendi
kendimi arayıp bulamadığım zamanda bir ses kulağıma yaklaşıp der ki :
— Efendi, efendi., daha ne
zamana kadar söylenmek davasında bulunacaksın? Tazallümden de geç; korku ve
ümidi de unut!
Bu dünyada ona olan ibtilâdan başka ne varsa şirktir!
***
Biz insanlar çok defa, koşa koşa gittiğimiz bir yolda, elimizden,
kolumuzdan, boyunlunuzdan, haberimiz olmadan düşen kıymetli bir mücevheri
aramak için geri dönen şaşkın yolcuya benzeriz.
Evet kaybımızı aramak endişesi, sür’at ve sarhoşlukla geçtiğimiz dünya
yolunda, bazı bazı hatırımıza gelen bir düşüncedir. Hâdiselerin, vesilelerin,
hayat icaplarının vakit vakit kurcaladığı bu endişe, nihayet fikir kalemizin
kapısını zorlamaya başladı mı, düşünmeğe, sanki aklımız her müşkülün anahtarı
imiş gibi, uzun uzun düşünmeğe dalarız. Lâkin çok defa genişliğin,
hudutsuzluğun sırları içinde istediği mânayı teşhir etmeğe uğraşan bir fikir,
kendisini, tesadüfen girdiği odada pencereden pencereye çarpan bir kuş gibi,
boşuna oradan oraya vurup durur.
Düşünce, belki bir hadde kadar, gizli olan mânayı kendi sınırına davet
edebilir. Fakat hangi akıl, düşünce, hattâ his ve idrâk kayıtlarını yıkıp
deviren bir zevkin istilâsına uğramadan, kâh yanan kâh sönen bu fikir
kandiliyle, şu dünya karanlığında kaybını aramış ta bulmuştur?
Ben bulamadım. Bulan varsa söylesin, gidip alnından öpeyim!
***
Yeni boy atmış bir kız gibi körpe ve narin fidan, rüzgârla sallandı.
Bahçıvan onun ilk meyvesini almak için çoktan beri sabırsızlanıyordu İncecik
dallarının birinde, bu dalı aşağı çeken iri şeftaliye her gün bir boy bakmak
onu çok keyiflendiriyordu.
Ilık ve güneşli günlerden sonra baharın yaza meydan okumak ister gibi
tabiatla güreşen sert rüzgârlarından biri esmeye
başlamıştı.
Bahçıvan istiyordu ki, bahçesinin ağaçlarını altüst eden bu rüzgâr, o
fidana zarar vermeden geçip gitsin. Lâkin bizim arzularımızın, tabiatı
fiillerinden şaşırtmayacağını bir zavallı bahçıvan bilebilir miydi?
İşte rüzgâr da onun bu isteğine aldırış etmeyerek, gittikçe sertleşti ve
bir öğle vakti, şeftaliyi dalile beraber kopararak yere attı. Bu fiilinden
dolayı müteessif de değildi. Niçin, üzülsün, neden kahırlansın ki, yaratıcı
kuvvet için icad, güç bir iş olsaydı, vücude getirdiği varlıkları ifna etmek
yolunu tutmazdı.
Amma bunu da bilmeyen bahçıvan, rüzgâra çok kızdı ve dal ile beraber yerde
yatan şeftaliye, ölen çocuğu kadar acıyarak uzun uzun baktı.
Fakat zaman denen deva, onun bu derdine görünmez merhemini sürmekte
hasislik etmemişti. Böylece de bahçıvan, yaralı ağacın yanından uzaklaşırken,
artık işe yaramayacak olan bu ham meyveyi ayağı ile otların içine fırlatıp
attı.
Şeftali de çok müteessirdi. Muhabbetle, nazla, ihtimamla bunca zaman,
bakıldıktan sonra bu hakaret çok gücüne gitmişti Bereket versin toprak, bu
zavallı ölünün imdadma yetişti ve: Üzülme, seni gelecek bahar başkasının
bahçesinde daha güzel bir şeftali yaparım. Hem bu cahil bahçıvan gibi rüzgâra
kafa da tutmam «benim burada küçük bir dostum var onu atla da geç!» diye
yalvarırım, dedi.
Bu vadin halâveti [tatlılık. şirin olmak] ile artık çürümekten korkusu
kalmayan taze ölü, vücudunu, bahtiyar bir teslimiyetle büsbütün toprağa
bıraktı.
***
Küçük kız! Mektebe başladığın gün hocan ilk iş sana harfleri öğretmişti. Az
sonra bu öğrendiğin harfleri birbirine çatma temrinleri (alıştırma) yaptın ve
böylece kelimeler meydana çıktı. Sonra hamlan sıraladın ibare oldu. Böylece de
okumayı söktün.
Artık büyüdün; mektep bitti. Şimdi yeni bir dershaneden içeri
giriyorsam. Ben de sana ilk iş, bu kitapsız kalemsiz kazanılan ilmin baş
harflerini öğreteyim : Gülümseme ve utanma.
İşte yavrum, bunlar aşk kitabının ilk harfleridir. Amma harflerin kelime,
kelimelerin ibare, ibarelerin sahifeler olması için, daha bir çoklarını bilmen
gerektir. Sana burada onları teker teker öğretmeğe kalkarsam dava uzun düşer.
Yalnız, ıstırap denen bir harf vardır ki bunu hepsinden evvel öğrenmeye çalış;
zira onu ihtiva etmeden mâna kazanmış hiç bir kelime, hiç bir cümle yoktur.
Eğer ıztıraba yer vermemiş bir ibareye rastlarsan, korkma : «Bunun aşk
kitabında yeri yok » diye haykır.
***
Ben, ezel gününün divane yolcusunun parmağına dünyaya gelirken bir yüzük
takmış, sonra da :
— Bunu hırsızlar çalacaktır; sen gene onu ara bul! demiştin. .
İlk sözün pek çabuk çıktı. Gözümü bu âleme açar açmaz, onun parmağımdan
çalınmış olduğunu gördüm. Çaldıran da ben, arayıp bulacak olan da
bendim.
Emrini yerine getirmek için yollara düştüm.
Yollar, uzun, zahmetli, korkunç, tehlikeli yollar, ben perişan yaralı
muztarip yolcunun meşakkatine, yıllarca şahit oldu. Lâkin bu birbirine çatışmış, karışık, uzun, ardı arası gelmez yolların ve
merhametsiz, korkunç bir dünya karanlığının ortasında onun bulunamayacağımı sen
de benim kadar biliyordun ki, günün birinde onu kendin bulup parmağıma gene
kendin taktın.
***
Kedi, başını kaldırıp bahçe duvarına baktı. Tırmanmak için yüksekçe idi. Bu
yüksek duvara atlamaktansa, kapının altından süzülerek gelenek daha kolay
göründü ki, kurbağalaşarak yassıldı ve daracık aralıktan içeri kavdı. Kamı ve
göğsü çamurlanmıştı.
—Pis hayvan! dedim.
Amma bu hükmümde telâş ettiğim muhakkaktı. .
— Bizim gibi! demeliydim.
Bizim gibi, ihtiyar ettiğimiz yolda, yükseklere tırmanmadan, zahmetlere
katlanmadan, oraya, süfliyet [aşağılık, âdilik. ] çamurlarına bata çıka,
ezilerek, sürünerek geçmek istediğimiz gibi.
Biz çok defa kendimizin, iyilik ve kötülük denen iki rakip tarafından
çağrılıp paylaşılamayan bir dildade okluğumuzu hissederiz. Her biri, sihrini
füsununu önümüze dökerek bizi kendi kollarına davet eder.
Amma insan oğlunun bir dalâlet ve nankörlük ânı vardır kâ, bu zamanında
iyilikler, nimetler, hoşluklar ve doğruluklar, ona cefa ve kahır gibi çirkin
görünür ve böylece de, kötülüklerin zehirli kadehini bir hamlede dudaklarına
boşaltmakta tereddüt etmez.
***
Dünya şekilsiz bir yığınken, ne toprak ne su ne ateş birbirinden seçilmeden
ve mükevvenat henüz tasavvur ve ibdâ [yoktan var etme] teknesinde yoğurulmadan,
sen vardın. Ve ben hep başım kapının eşiğinde, senin hayranın olarak aşk
rüyalarımı görürdüm. Gelip geçerken yüzüme değen eteklerinin temasıyla
gözlerimi açtığım zaman, bugünkü sesinin aynı olan o eşsiz sesinle :
— Henüz vakit tamam olmadı,
uyu sevgilim uyu! derdin.
Ve ben ne zaman uyuduğumu, ne zaman uyandığımı bilmeden, göğü buluttan,
denizi damladan seçmeden, iyilik kötülük, güzellik, çirkinlik acı ve tatlı,
davet olundukları kalıplara mal olmadan, işte bu mest ve habersiz vücut, bir
devrin kucağından bir başka devrin kucağına teslim edile edile bugüne yetti.
İsteyecekleri daha talep kisvesi giymeden, belki de bunlardan henüz kendi
haberi olmadan, sen onları bildin ve peşin peşin
gönderdin.
Fakat şimdi de onu aynı terane, aynı okşayışlarla hep kapının eşiğinde
uyutuyorsun. Acaba (zaman hep o zaman) diyenler bu ezel şivesini, ezel
pazarlığını bildikleri için mi hükümlerinde ısrar edip dururlar?
***
Şu genç adam yazı yazarken kalemlerini çok bastırır ve çok kırar. Sıçrayıp
kim bilir odanın hangi köşesine fırlayan uç, artık bir saniye evvel ona hizmet
etmiş, fakat kaybolmuş eski bir dost gibi uzaktır. Onu bir daha bulamayacağını
ve bulsa da kullanılamayacağını bildiği halde, boş yere gözler ile araştırır.
Bir taraftan da büyükbabasının bergüzarı, abanoz saplı kalemtıraşıyla, kırılan
kalemini yeniden yontmaya başlarken kendi kendine hafifçe küser ve söylenir :
— Gidenin yerine benzerini
getirmek gayreti, işte insanların tesellisi, der. .
Amma o, bazen daha cesur, daha pervasız davranarak, kısan oğlunun bu körü
körüne sarıldığı, başını göğsünde dinlendirdiği, ya da hizmetine çağırdığı
«Teselli» adlı cariyeyi, ezel künyesinde rastladığı ismi ile çağırır: Gaflet:
***
Gün batarken, genç kadın penceresinde ona hem bakıyor "hem de
ağlıyordu. Bu yaşlı ve hisli gözler güneşi mahzun etmişti. Biraz daha sarardı
ve başı ufka doğru biraz daha yatarak :
— Dur güzel kadın,
telâşlanma, dedi. Yalnız biraz bekle, fecir zamanı beni gene karşında
bulacaksın. Yarınki gün sırf senin için geleceğim ve ilk ışıklarımla yalnız
sana buseler göndereceğim. Beni burada, buracıkta bekle!
Güneş, son sözünü bitirmeden, bilinmez nerelere kayıp gitti. Fakat dünyanın
öteki yüzünde seyrini yaparken, hep arkasında ağlar bıraktığı güzel kadını
düşündü. O kadar mahzun ve üzgündü ki, hep bulutların arasına saklandı durdu ve
kendisine bakanlara :
— Güneş bugün ne kadar
soluk, hiç te feri yok! dedirtecek bir zaaf gösterdi.
Nihayet vakit gelip, mülâkat heyecanı göğsünde hızlı hızlı vurmaya
başlayınca, bulutlan savdı, .canlanıp kızardı ve ufka doğru atıldı
:
— Ne ateşin bir gurub, ne harikulade bir akşam!
Diye birbirlerini iterek kendisini gösterenlerin iltifatlarını dinlemeden,
dünyanın öbür tarafına geçti ve dağların üstünden başını kaldırarak doğruca
genç kadını aradı.
--
Fakat kendisini gözyaşları ile uğurlayan kadın, artık penceresinin önünde
değildi. Güneş, telâş ve heyecanla perdelerin arasından süzülerek odasına
girince, onu yatağında, başı bir erkeğin göğsünde uyur buldu.
Zavallı güneş bilmiyordu ki, bir akşam evvel gözyaşları yanaklarından
süzülen bu kadın, kendisi için değil, «gün batmadan sana geleceğim» deyip te
geç kalan sevgilisi için ağlamıştı.
Güneş, bu manzaraya daha fazla dayanamadı; küskün ve kıskanç bir ısrarla
genç kadının yüzünde durdu ve yakıcı sitemiyle onu uyandırdı.
***
Şehvet çilesi, müridlerinin sena ve alkışları arasında yola çıktı;
muzaffer, mağrur, dünyayı dolaşmaya başladı.
Nasıl mağrur olmasın, nasıl iftihar etmesin ki, konukladığı hiç bir
menzilde kendisini tanımayan, çilesine tutulmayan tek insana rastlamıyordu ve
rastlamadan da ülkeler, memleketler, şehirler dolaştı.
Günlerden bir gün, yolu aşk köyüne de düştü. Amma ne tuhaftı ki ömründe
zillet tanımamış, bir nefes olsun hakaret görmemiş ve çok kere çilesi, şeref,
namus, haysiyet ve iman bahasına satın alınmış olan bu yolcu o küçük köyceğizin
sınırlarına gelince bir adım ileri atamadı, bir masal bir efsane mahlûku gibi,
olduğu yerde donup kaldı. Çabaladı, savaştı, zincirini koparmak isteyen bir
mahkûm gayreti ile didindi; lâkin nafile..
O zaman, her yere sokulmuş, her uzandığını avlamış her eline geçeni
harcamış, kullanmış, bir top gibi kâh atmış, kâh tutmuş, kâh tekmeleyip yerden
yere fırlatmış olan bu âfet, olduğu yerde tepinerek, vahşî ve çılgın bir
hiddetle bağırdı :
— Büyücü müsünüz,
sihirbaz mısınız? beni kim tutuyor, kim eteğime yapışıp içeri sokmuyor ?
Fakat baş eğmeye değil baş eğdirmeye, dinlemeye değil dinletmeye alışmış
olan şehvet çilesi, hiç tanımadığı, hiç işitmediği bir sese karşı sesini
kesmeye mecbur olarak sustu:
— Büyücü değiliz; amma
büyümüze tutulmayan, aramıza karışamaz. Çilemiz büyüktür; amma çilesini terk
etmeyen kapımızdan sığamaz. Kimseyi ne çağırır ne de kovarız; ama davetlimiz
olmayan sınırlarımızı geçemez, nazımızı çekemeyen içimizde tutunamaz.
Böylece şehvet çilesi, çilelerin en yamanı olan aşk kapısından mezelletle
döndü ve uzaklaştı.
***
Devletlim, bugün sensizliğe tahammülüm yok; beni kendimden geçir sarhoş et!
dedim.
Ağaçlar, yerdeki otlar, taş ve toprak o anda birer kadeh olup bana senin
aşkını sundular. Hem istemek hem de red etmek olur mu?
İçtim. Evet seni kâinat zerrelerinden her zerreden içtim; fakat kanmadım.
İçtikçe de haykırdım: Sevgilim, sensizliğe takatim yok! beni, sarhoş et
kendimden geçir!
O zaman bir ayak sesi duydum. Belki de bu divaneye kendi eliyle kendi
kadehini getiriyordu. Ölesiye bir telâşla:
— Sen misin ? diye bağırdım.
Ama bu perişan sesime hiç tanımadığım sitemli bir ses cevap verdi:
— Zavallı küçük dostum, ne
de gafilmişsin, siz birbirinize ayaklarınızla mı gidip gelirsiniz?
Hâlâ baştan ayaktan geçme dinse bu yanış, bu ibtilâ, bu ezel sergüzeşti
nedir?
Muhakkak insanoğlunun bir dalalet âni oluyor ki ne duysa dudak büküyor, ne
işitse omuz kaldırıyor,.
Belki de bunun içindir ki, kendimi ayni perişan ısrarla aynı tesbihi, çeker
buldum:
— Devletlim, sensizliğe
takatim kalmadı, beri sarhoş et kendimden geçir!
***
Sabahtan beri soluk almadan yağan yağmur, gecenin ilk saatlerinde yorulup
durmuş, kalın ve ağır bir sis halinde her tarafa yayılmıştı. Bu ıslak ve kaim
peçenin altında tabiat, şimdi de sine sine ıslanıyor, sokağın en yakın
fenerleri bile, kırmızımsı bir buğu gibi, müphem, uzak ve manasından boşalmış
görünüyordu.
Yakalarını kaldırmış,, ellerini ceplerine sokmuş, içinden su sızan bu soğuk
havayı koklaya koklaya geçen kimselerle beraber yürürken, yanımdan bir yük
arabası geçti. Gecenin ve sisin söz birliği ederek, şehrin hatlarını silmiş
olan koyu karanlığı içinde, arabanın yükünü göremedim. Fakat belli ki pazara
sebze götürüyordu; zira nemli bir tülbend gibi yüzüme yapışan havaya, kış
sebzelerinin çiğ kokusu karışmıştı.
Sisin içinde yuvarlanan araba, bir efsane mahlûku gibi, gittikçe mahiyet
değiştirerek uzaklaşıyordu. Bu kaba masal ejderini gözlerimle takib ederken,
atların, kaldırım taşına çarpan nalından bir kıvılcım sıçradı. Bu kıvılcım, bir
fikir karanlığının içine de sıçramış olacak ki, orada şu suali parlattı: Taş,
ateşten ne kadar başka ne kadar ayrı ve uzak, bu kıvılcım, o soğuk ve katı
cismin neresinde?
Amma şu mütevazi sorgu kıvılcımı, kısacık ömrünü yaşayıp bitirmeden, üstüne
atılan bir başka şerare onu zorla söndürdü: Biz insanların lâtif bir nesc
[dokuma, örme.] ile örtülü vücutlarımız zarfında ne görülmedik kin, fesad,
intikam ve hile kıvılcımları gizli. Taşa ateşini püskürten at nah gibi, onları
da taşra vurmak için bir muhalif darbe yeterken, bu sual ne abes!
***
Çocukluğumuzda yaşadığımız bir hatıra, çok defa senelerin zeminine ¡gömülü
yattığı kadar haberimiz olmadan işlenir, gelişir ve hakiki ifadesini bulur. Biz
ise onu kaybettiğimizi, unuttuğumuzu zannederiz ki bu hatıra, artık saklı
olduğu yerde kalamayacak bir inkişaf gösterdiği gün, birden bire cariyelikten
sultanlığa yükselip fakir baba bucağını dolaşmaya gelen bir güzel gibi,
kapımızı çalar.
Çalar. Fakat artık belki de bizi eskisi kadar duyucu, çiğ çıplak bir
hassasiyet halinde bulamaz. Yorulmuş, yıpranmış, aşınmış olan duygu şebekemiz,
dışardan içeriye his ve şiir kabul ettirmeyen bir durgunluk kaftanına
bürünmüştür. Kim bilir belki de meyus, ölgün ve yorgun oluşumuz, artık önümüzde
yeni yeni hatıralar gömecek ve besleyecek senelerin
kalmamasındandır.
İşte uyuklayan mazi, senelerin harareti içinde canlanıp yeniden karşımıza
gelince, kendimizi hakikaten bu geçmiş demlerin içinde buluruz ve belki de onu,
çocukluğumuzda duyamadığımız ergin bir hassasiyetle yeniden görür, yeniden
tadar, yeniden yaşarız. Esasen hal, geçmişin düğümünü çözen nazlı bir elde
başka nedir?
***
Ruhum bir kalbin esiri olmadan evvel elimi bir el tuttu ve bana güneşleri,
seyyareleri, semâvatın acaibini gezdirip seyrettirdi. Nihayet bir âleme
getirerek:
— İşte misafir olacağın yer,
burası dünyadır dedi.
Şaşkın şaşkın etrafıma bakınırken de devam etti:
— Burada herkes kendi
istidadına göre bir tohum eker ve mahsul devşirir. Para, kadın, evlâd, mevki
rütbe, şan ve şeref, insanların en çok ekip biçtikleri tohumlardır. Sen de
keyfine göre bu dünyaya bir çekirdek ekip mahsul topla!
Böylece, kimsenin kimseyi görmeden çalışıp didindiği bu patırtının arasına
ben de katıldım; ben de onlar gibi ekip biçmeğe başladım. Ama bütün tarlalar
benim olsa, tohumların, sapanların tek sahibi sade ben olsam, gene de geldiğim
âlemlerin zevkine takılı kalan gönlüm, bir türlü kendi ektiği tohumun
çeşnisiyle nafakalanmaya razı olmayacaktı. Ezel gününün saltanatım görmüş göz,
safasını tatmış dudak, burada, kendi düzdüğü saneme nasıl
tapabilirdi? ,
İsyan ettim. Belimden tohum torbamı, elimden sapanımı attım ve hemen gidip
kendi varlığım tohumunu bu tarlanın bir köşesine gömdüm.
Arkamdan bağırıyorlardı :
— Vah zavallı kendini ziyan etti..
Halbuki zamanın sadık dudağı onları yalanladı. Şimdi dallarından aşk
meyveleri topladıkları şu fidan, bir zamanlar vecd ve tevazu ile yere gömdüğüm
o tohumun kendisidir.
***
Hava çok sıcak ve sâkindi; yalnız ufukta kanatlarım açmış muazzam bir kuş
gibi kımıldamadan duran yayvan bir bulut parçası vardı. Güneş batacağına yakın
ince bir rüzgâr çıktı. Bulut bu esintiyi herkesten evvel duymuş olacak ki,
hemen şekli değişti, kopup dağıldı. Onun yavaş yavaş rengi de bozuluyordu.
Batmak üzere olan gün, yüzücü adalar gibi dolaşan bu, kim bilir hangi gölden
hangi denizden uğurlanmış buhar yığınına, kendi renklerinden kaftanlar
giydiriyordu.
Az sonra, bir güzel kadının elbisesini nakışlayan işlemeler gibi, gök
yüzünün eteklerinde yıldızlar belirmeğe başladı.
Bu sessiz ihtişama hayran hayran bakan bir çocuk, gündüz kaçan yıldızların
gece karanlığı çöker çökmez böyle gizlice yerli yerine gelivermelerine hep
şaşardı. Amma zavallı bilmezdi ki biz insanlara, mevcut oldukları halde
görülmeyen varlıklar, sade yıldızlar değildir. O belki büyüdükten sonra da bunu
öğrenemeyecek, can cana, omuz omuza ömür sürdüğü, fazla olarak gördüğünü iddia
ettiği nice varlıklardan haberi olmayacaktı.
***
Sarhoştum. . ,
— Ne içtin? dediler.
— Su!
dedim. .
Bu cevabımı keyif halime vererek gülüştüler. Amma gene de, insanların zaif
anlarından istifade etmesini bilen alaylı bir tecessüsle
: ..
— Su insanı sarhoş eder mi?
dediler.
— Etmez!
dedim. „
Bu sefer de kendileriyle eğlendiğimi sanarak öfkelendiler.
Ben ise şaşıyordum. Nerede bir an evvelki istihzalı gülüş, nerede bu
hiddet? diye.
Amma şaşmamalıydım; zira insanlar hep böyle idiler. Bir nefeste dost, bir
nefeste düşman olmaları için, gururlarına küçük bir iğne değdirmek yeter de
artardı bile.
— Öyle ise bizimle alay mı
ediyorsun? dediler.
Gücüm olsa belki., çünkü daha hâlâ her zerremle aşk iksirini yudum yudum
içip te sarhoş olduğumu bilmiyorsunuz. Daha hâlâ her zerremin dudağından taşan
bu içkiyi yadınıza getirmeyip, beni .çanaklardan, kadehlerden içilen bir kaç
acı yudumun mesti sanıyorsunuz., diyecek oldum; amma buyruğuna itaatsizlik
edemeyeceğim bir el gelip ağzımı örttü.
***
Kız, keçisini kaybetmiş kapı kapı dolaşıp arıyordu. Bulamadıkça da bir
başka kapıya gidiyor, böylece oradan oraya koşuyordu.
Keçisinin derdinde sokak sokak dolaşan kıza her kapısını açan, aksi, asık
yüzle:
— Yok, burada öyle şey yok!
diyordu.
Babasının korkusundan keçiyi araya araya gezen kızın yolu, nihayet bir
delikanlının kulübesine düştü. Gerçi o da kıza, keçisinin kendisinde olmadığını
söyledi. Amma bunu söyler söylemez de, pınarın mermer taşları kadar beyaz olan
dişlerini, gülüşlerin en tatlısıyla gösterdi ve şu beşareti ilâve etti :
— Ben senin keçini bulurum!
.
Ve yiğit delikanlı, doğruca köyün böceğinin evine gidip, hayvanı bu namlı
hırsızın izbesinde bulup getirdi.
Kızn ağlamaktan şişen gözleri şimdi gülüyordu. Keçinin ipinden tutup
götürürken, küçük yüreğine çarpan ilk sevda dalgasını da beraber götürdüğünü
varı bilir yarı bilmez bir sarhoşluk içinde idi.
***
Kâh yağmur kâh güneşle hırpalanmış bir günden sonra akşam oldu. Deniz
durulmuştu. Âdeta, yanı başında uzanan sahilin ayakları dibine yatmış bir
sevdalıya benziyordu. Yalnız arada, niçin ve nasıl heyecanlandığı belli olmayan
bir küçük dalgacık ileri doğru atılıyor ve bir an yosunlu taşların aralıklarına
dolarak tekrar boşaltıyordu. Bazen da bulutların çürük renklerinden, mor
gölgelerinden paylarını almış suların üstünde bir kuş kafesi kayıyor,
kanatlarının ince ve muvakkat rüzgârı, bu gergin ve parlak örtüyü biran için
buruşturuyordu.
Sahilde yapyalnız oturan bir adam, cebinden örselenmiş bir mektup çıkardı.
Amma o bu kâğıtta, sabahtan beri yalnız şu cümlelerin üstünde durmuştu. Gene de
onları okudu : «Bana dudak büküp diyorlar ki, sen bir demir parçasısın. Onlara,
evet doğru, diyorum; bir demir parçasıyım; fakat ateşe girip yumuşamış, ateş
kesilmiş bir demir parçası. İnanmazsanız uzatın elinizi ve beni tutun!» Kâğıt,
mahzun bakışlı adamın elinde tekrar buruşurken, o, bu ateş olmuş varlığa el
değmeyeceğini herkesten iyi bilenlerdendi. Amma bu ateşin, onu şu uzak
köşesinde bile yaktığını bilen yoktu.
***
Konuşuyorduk. İçimizden biri sordu:
— Tarihin kaydettiği en mustebid
[Başlı başına, müstakil olan. Emri altındakilere söz ve hürriyet hakkı
tanımayan, istibdat yapan. Despot. ] hükümdar kimdir ?
Her ağızdan bir isim çıkmaya başladı. Saydılar, söylediler.
Fakat sorgu sahibi bunların hiç biriyle tatmin olmuyordu. Bir ara göz göze
geldik. Bana
: — Niçin
sesin çıkmıyor? sen de bir şey söylesene! dedi.
Zaten ben de söylemeğe hazırlanıyordum. Yavaşça :
— Aşk! dedim.
Dedim. Fakat ortaya bir nokta koymak, davayı açmak sayılmaz ki, işte ben de
bu tek kelime ile bir hakikati, meçhul halinde ortaya atmıştım. Mademki
ağzımdan kaçmıştı, söyleyecektim. Tepemden geçen sual oklarının vızıltısını
susturarak kısaca ilâve ettim :
— Sizinkiler ne kadar zalim ne
kadar koyu müstebid, kan dökücü can yakıcı da olsalar, nihayet bir ömür yaşayıp
çekildiler. Fakat aşk, idrakin çevresine sığmayan bir başlangıçsızlıktan
sonsuzluğa kadar, tahtında tek rakibi olmadan saltanat sürüp, buyruk
yürütmekte, bunu, bu aşikâr zaferi koyup uzaklara gitmek ne reva?
***
Küçük, amma pek küçük bir çocuk, sığ bir dere kenarında oynuyordu. Ona bu
sessiz tabiat parçasının verdiği zevk ve saadet, ancak derede durmadan gezinen
ve yorulan balıklar yüzünden bulanıyordu. Çocuk, ikide bir oyunu bölerek bu
sürü sürü koşuşan, sanki bir kovalayanları varmış gibi, döne döne kıvrıla
kıvrıla su içinde kayıp giden balıklara bakıyor ve küçük, yumuşak yüreciği, hep
onlara acıyordu. Nasıl acımasın ki, dünyanın en yaramaz çocuğu olan kendisinin
bile, bir uyku vakti, bir sofra başı zamanı bir masal dinleme saati vardı.
Bunlara ise bir nefeslik olsun dinlenme vakti verilmemişti. Bilinmez,
zavallıları şu ebedî kovalamacaya kim sürüyordu?
Nihayet bir gün, dereye doğru sevinçle koştu. Çare bulmuştu; onları
dinlendirecekti. Elini suya sokarak, bu şaşırtmaca giden sürüden bir balık
yakaladı ve küçücük parmağı ile kumda bir çukur açarak balığı bu yuvaya koydu.
Çocuk artık memnundu. Hiç olmazsa o koca sürüden bir tanesini olsun
yorgunluktan kurtarmıştı işte. O, daha kim bilir ne kadar zaman, oyunlarını feda
bahasına, hep bu avare sürülerden bir çok balıklara aynı rahatı sağladı durdu.
Vaktaki gelip giden seneler çocuğu büyüttü ve hilkatın her yaratılmışa
lâyıkını verdiğini öğretti, işte o zaman bu lütufkârlığının ilk teessüfcüsü
[Kederlenmek. * Beğenmemek ve râzı olmadığını ifade etmek. ] gene kendisi oldu.
***
Göl durgundu. O kadar durgun ki sahildeki armut ağacının bir eşi, sanki
suların üstünde de bitmişti. Sabahtan beri kumlarla oynayan çocuk, biraz da
sularla ahbaplık etmek için kıyıya indiği zaman, karşıdan imrenip imrenip te
boyu yetişmediği için yemişini koparamadığı ağacı gölde görerek sevindi. Ve
hemen gitti, bir dalda yan yana duran iki armuttan birini koparmak üzere elini
suya batırdı.
Amma bu da neydi?
Çocuk ağlayacak kadar şaşırmıştı. Zira elini göle sokar sokmaz cilâlı sular
buruşmuş, karışmış ve armut ağacı yok oluvermişti. Halbuki kıyıdaki o
yetişemediği ağaç durup duruyordu.
Çocuk, yakalanması kolay gibi görünen her hayalin de, bunun gibi daha el
sürülürken silinip yok olduğunu, ancak boyu armut ağacının meyvelerini
toplayacak kadar uzadıktan sonra öğrenebildi.
***
Macun değneğini yalayan çocuk, kuyruğu ile oynayan kedi, kümesine nezaret
eden horoz işlerinin ciddiyetine ve ehemmiyetine inanmış bir zevk içindedirler.
Biz insanların da her yaşta, her çağda heyecanla hazla, telâş ve zevkle,
sırasında gözyaşı dökerek arkasından koştuğumuz davaların bir macun
değneğinden, bir kedi kuyruğunun cilvesinden ve bir horozun gururundan bilmem
ne farkı vardır?
Yoldaşım! kulağıma bir ses geliyor, bilmem sen de duyuyor musun? «Ben
kıyametim, ben sıratım, ben sizi aslınıza ulaştırmak için uzatılmış bir
kemendim!» diyor. Haydi seninle bu sesin sahibini arayalım..
Çocukken beraberce körebeler, saklambaçlar, koşmacalar oynadık. Yorulduksa
da dinlenmeyi bildik. Şimdi büyüdük. Bu sefer de başka oyunların peşindeyiz.
Sorarsan, bunların da çocuk oyunundan farkları yok. Gene yoruluyor, gene
dinlenip dinlenip tekrar başlıyoruz. Eğer kuyruğu ile oynayan kedi, kümesini
bekleyen horozdan ileri bir idrâk menziline varmışsak, şimdi de seni bir başka
oyuna, bir gönül oyununa çağırıyorum. Gel yoldaşım gel, bu sesin sahibini
arayalım. O bize baş olsun da, hayatın şu son fırsat meydanında yeni ve son bir
oyuna daha başlayalım.
***
Delikanlı çit kapısını iterek içeri girdi. Eskiden burası babasının meyve
bahçesi idi ve çocuk her gün buraya gelir, oynar, yemiş toplar, ırgatlarla
şakalaşır, gülüp eğlenirdi. Daha pek küçükken de onu annesi elinden tutup
getirerek aynı çit kapısından içeri salıverirdi.
Amma bu rahat ve keyifli senelerin birinde babası öldü; az sonra bahçe
satıldı ve çocuk ta anası ile beraber uzak bir yere çekildi. Böylece de seneler
geçip küçük oğlan bir delikanlı oldu.
Günlerden bir gün genç çocuğun yolu eski toprağına düştü; hem de kendi
bahçelerinin önünden geçiyordu. Hiç bir şey değişmemişti, Belki çit te hep o
çitti. Yalnız, kapı yerinden kopmuş, düşecek gibi sallanıyordu. Kim bilir bu,
ne zamandan beri böyle idi ki, sürtünmekten toprağı yarım çember gibi oymuştu.
Nasıl bir hisle bilinmez, delikanlı kendini, bir zamanlar içinde çamurdan
fırınlar, evler yaptığı ve al yanaklı elmalar, kirazlar şeftaliler topladığı
bahçeye girmiş buldu.
Fakat zavallı genç adam artık her ne kadar çocuk değil idiyse de, toydu ve
başkasının bahçesine girmenin bir töhmet olduğunu düşünemeyecek kadar da
masumdu.
Çoktan beri meyveleri çalan hırsızı gözlemekte olan bağcı, bir yabancının
içeri girdiğini görünce, koşarak geldi ve delikanlıyı yakaladı. Amma iş, bir
zamanlar elini kolunu sallıya sallıya girip çıktığı bu kapıdan kovulmakla da
kalmıyordu. Adam onu yakasından sürüklerken:
— Hırsız, soyguncu,
ahlâksız! diye bağırıyordu.
Delikanlı kendini nasıl temize çıkaracağını düşünürken, çocukluğunda birer
küçük fidan olan ve kendisini pek âlâ da tanıyan bu ağaçların, suçsuzluğuna
şahadet etmelerini bekler gibi etrafına bakıyordu. Burada onu her şey
tanıyordu. Şu yüzlerce defa itip geçtiği çit kapısı, şu üstünde uzanıp yattığı
çayır, şu yemişlerine uzandığı ağaçlar, her şey, her şey...
Şüphesiz ki onlar da şimdi kendisi gibi üzülüyor ve eski efendilerinin
istimdadına, içlerinden cevap veriyorlardı. Fakat bu dünyada gizli kalmış
sesleri kaç kişinin duyduğu, kaç kişinin anladığı, hattâ kabul ettiği vardı ki,
zavallı cahil bir bağcı bundan agâh olabilsin?
Delikanlı çaresiz bir telâşla derdini anlatmaya uğraşırken, gürültüyü duyan
ırgatlar da etrafına toplandılar. İçlerinden bir ihtiyar ileri doğru gelerek
delikanlıya selâm verdi. Eski efendisinin iri yeşil gözlü oğlunu tanımıştı.
Genç çocuk bahçeden ayrılırken, özür dileyen bağcının sesinden ziyade,
şefaatin kıymetini düşünüyordu.
***
Kadın yola çıktığı zaman güneş doğmamıştı. Belki doğmuşta henüz dağların
arkasından kurtulup, sabahın o çalık aydınlığını parlatmamıştı. Tarlaların
arasından yürürken, geceden kalkan bir serinlik, rüzgârla karışarak yüzüne
çarpıyor ve ölen gece, bu mütevazi elçisine son veda şarkısını söyletiyordu.
Gide gide kadının yolu dar bir vadiye düştü. Yeşillikler arasından
başlarını çıkarmış yüzlerce gelincik vardı. Bunların birçoğu da yeni yeni
açılıyordu. Eğilip tâ yanında olan bir tanesine baktı. Yastığının karışıkları
yüzüne çizgi bırakılmış bir çocuk yanağı gibi, henüz buruşukları kaybolmamıştı.
Bu incecik hatların silinip o taze yüzün gerilmesi için, muhakkak ki güneş
lâzımdı.
Zaten gelincik te bunu bekliyordu. Amma zavallı ne bilsin beklediği güneş,
henüz yatağından kalkmış bir çocuğunkine benzeyen taze ve taravetli [Tazelik.
Körpelik ] yüzünü hem olgunlaştıracak, hem de onu yavaş yavaş soldurup yok
edecekti.
Eğer bunu bilse, eğer hayatın kanatlarında gelen ölümü sezmiş olsa, onu
helecan ve sabırsızlıkla nasıl bekleyebilirdi.
***
Çeşmeden kovalarını dolduran kız, her gün kapımın önünden geçer. Fakat onun
sıra bekleyerek, bazen de nöbet kavgalarını dinleyerek uzun intizarlar bahasına
doldurduğu kovalarından bir tanesi deliktir. Kim bilir belki de, tam doldurma
sırası kendisinde iken, zorbanın biri bu kovaları hızla çekip attığı için, boşu
boşuna delinmiştir.
Şüphesiz ki bu delik kovadan eve gidinceye kadar bir küçük maşrapa su olsun
akıp eksilir. Bir taraftan onun bu ziyan olan suyuna acıyıp üzülürken,
kovasının yamanmasını da gönlüm hiç istemez. Zira kızın geçtiğini göremediğim
günler, suyunu taşımış olduğunu, bu delik kovanın sokağa birbiri ardınca
bıraktığı damlalardan anlama.
Acaba, kızın incecik kıllarına asılan bu ağır yükü koşup elinden almak ve
kendim taşımak hevesine kapılacak kadar üzüldüğüm için mi kovasını hafifleten
bu kaybolmuş sulara fazla acımam.
Hayır, hayır tevile sapmak mertlik değildir. Nihayet ben de hodbin bir
insanım. Bunu, kızı düşünerek değil, sırf kendi zevkim namına böyle istediğimi
inkâr etmemeliyim. Evet, yerde şaşkın, kararsız bir yol bırakarak uzayan
damlaları görmek, artık benim için bir zevk haline girmiştir. İtiraf etsem de
etmesem de bu, budur. Ve ben, kovanın yamanmasından, işte bu zevki kaybetmek
için korkarım.
***
Ben çoban olamam, çünkü sıcak yaz günleri, koyunları kan tutup
hastalandıkları zaman, bıçağımla kulaklarını ikiye bölüp hacamat edemem.
Ben arabacı olamam; çünkü atım inad edip yürümeyince karnına tekme vurup,
kamçımla da derisini ateş gibi yakamam.
Ben mahalle bekçisi olamam; çünkü kapı kurcalayan hırsızı görünce onu
yakasından tutup ite dürte cezalandırmaya götüremem.
Ben şu eliyle leblebisini havaya atıp ağzı ile yakalayan mahalle çocuğu
bile olamam; çünkü behresizliğim, [Nasibsiz, paysız, hissesiz ] en basit
hünerlerde bile yüzümü ağartacak müsaadeyi esirgemiştir.
Ben cehennem olamam; çünkü bağrıma düşen dertlileri görünce ateşim söner,
onları yakamam.
Ben cennet te olamam; çünkü keyif ve mükâfat için kapıma sokulanları
ağırlayacak güzelliklerden uzak ve boşumdur.
Ben ne olurum öyle ise Rabbim?
Yalnız, yalnız senin ayağının tozu!
***
Kaplıcanın kükürt kokulu buğusu içinde bazen her zamandan fazla bir gidiş
geliş ve neş’e. olur. Kurnaların içine ağır ağır, düşüne düşüne damlayan
suların sesini kimse duymaz; nalınların tıkırdıları, kıvrak gülüşmeler arasında
kaybolup gi, der. Kadın sesleri, buharla boncuk boncuk ıslanmış kubbeye ve
duvarlara çarpıp geri gelirken bir kat daha çoğalır ve uzar.
Kaplıcada bu şenlik, çoğu kırkhamamı içindir; genç bir lohusa, yeni doğmuş
çocuğu ile yıkanmaya gelmiştir. Etrafındakiler de işte bu eğlentiye defler,
darbukalar, zilli maşalarla revnak verirler.
İnsanoğlu zavallı bir mahlûk vesselam! Bu dünya pazarına neyi aradığını ne
için salıverildiğini bilmeden gönderilen bir gurbet düşkünü için bu şenlik
yakışır mı? Acaba biz kendimiz, buraya gelmeklikten, maksud olan neticeyi hasıl
etmiş miyiz ki, aynı gurbet diyarına ayak basan bir başka yolcuyu el çırparak,
sevinerek karşılarız?
Sonra, evet sonra da, bir son yıkanış mukadder olan aynı yolcuyu
uğurlarken, sanki bu diyara gelen bir daha gitmezmiş gibi, arkasından saçımızı
başımızı yolarız!..
*** .
Senin karşına dua etmek için oturup ellerimi açtım. Ne garip ki, yüzünü
görünce bütün isteklerim, sam vurmuş bir ağacın yaprakları gibi, kavrulup
döküldü.
Bilmem niçin evvelden bu mukadder neticeyi bana haber vermedin. «Ben dua
mahalli değil, aşk ocağıyım!» demedin?
Bunu da biliyorum. Eğer böyle söyleseydin inanmayacaktım. Çünkü biz
insanlar, işittiklerimize ya dudak bükeriz, ya inanmış görünür, yahud da
inandığımızı sanırız. Ama bu inan, kaybolmak için güneşi bekleyen bir çiğ
tanesi gibi, silinmek, yok olmak için bahane gözler. Acaba kulakla göz
arasındaki kapıyı açmadan, kimin imanı sahih olabilmiş, kim duyduğunu,
görmüşçesine tasdik edebilmiştir? Ama insanoğluna bu kapıyı açmak kadar müşkül
ne vardır? Dünya, bu kapıya varılacak yola kazılmış tuzaklarla doludur. Onlara
kimler düşmemiş, bu çukurlar kimlerin başını
yememiştir?
Diyorlar ki onları sezmek ve sakınmak için lâzım olan asâ, yokluk pazarında
satılıyormuş. Ne olur bir kimse çıksa da, o pazarın yolunu bize eliyle olsun
işaret etse, gösterse..
***
Bahçemizin ağaçları arasında bir de servi vardı. Başım gökyüzüne çarpmaktan
korkar gibi tepesi hafifçe eğilmiş, neş’esiz, esmer yüzlü bir ağaç.
Çocukluk hatıralarım arasında yeri olan bu servi, o zaman bana havaya
kalkmış bir dev parmağı gibi tehditkâr görünürdü. Onu hem sever hem de çekinir
ve korkardım.
Gün ortasının çocuklar için bir sıkıntısı vardır ki, bu öğle ve ikindi
arasını onlar hiç sevmezler. O saatte ne oyunlarının tadı vardır, ne
hülyalarının, ne de tatlı ve korkulu bir heyecan ve hayranlıkla, imkânsızlıkları
akıl ve endişenin engellerini, hududu dışına atmış peri masallarını
dinleyebilirler. Hele uzun ve sıcak yaz günleri, onları diriltip kendilerine
getirecek olan serinlik, akşamın gizli kanadına binip gelmeden, bir türlü canla
namazlar.
İşte ben de bu öğle saatlerinin sıkıntısını hisseden bir çocukken ekseri
günler, servi ağacının bir türlü kalkmayan başını gören sandık odasına çekilir,
annemin elbiselerim giyer ve sanki aynanın karşısına geçince, bu elbise içinde,
o dünyanın en güzel kadınını görecekmişim gibi gelirdi. Halbuki annemin, insana
çarpıntı ve telâş veren güzelliğini bir kat daha ihtişamlandıran bu elbiseler,
bende gülünç bir mübalâğa ile kollan ellerimi örttükten sonra, fazlalığı boş ve
mânâsız bir sallanışla sarkıp kalır, bel ve omuzları, tutunacak bir hat
bulamayarak alabildiğine düşer ve etekler, muhakkak bir kaç kan» yerde yatardı.
İşte, çok sevdiğim anamı görmek, kendimi ona benzetmek için bu ölçüsü
ölçümle alay eden elbiseleri giyerek aynanın karşısına geçince, kızar, üzülür
ve bir an evvel kurtulmak istediğim çocukluk çağını yenmek için ayaklarımı
kaldırır, bazen iskemleye çıkar, fakat gene de mağlûp olurdum. Az evvel itina
ile iliklediğim kopçaları düğmeleri hiddetle çözerken, servi ağacı da rüzgârla
iki yana sallanarak tehditkâr bir hışırtı ile bana bakardı.
Bilmem acaba biz insanlar, daima ölçüsü ölçümüzü tutmayan fikirleri de.
giymekte ısrar ettiğimiz için midir ki gülünç ve zavallı olmaktan
kurtulamamaktayız? Kim bilir bir çocuğa öğle vakti rahavetinin verdiği taklid
arzusu, insanların ömürleri boyunca yakalarını bırakmayan bir hastalık mı ki bu
zorlu pençenin elinden kurtulup, karar etmeyen fikir kaftanlarının birini
giyip, birini çıkarmaktan kurtulamıyorlar?
***
Tatlı ve mütebessim bir bahar rüzgârı her yere girip çıkıyordu. Dalgaları
yalayan o, kuşları söyleten o, ağaçları okşayıp geçen o, hattâ şu genç kadının,
ömründe uzanıp el süremediği yüzü öpüp kaçan da gene o idi.
Bilinmez neden, bu bahar o kadına, her ¡mevsim tekrarlanan taçlı,
saltanatlı baharlardan daha mağrur, daha başı yukardaymış gibi geliyordu. Ama
bilmeyen bilmese de kadın biliyordu ki, bu taravet ve ahenk, kısa bir zamandan
sonra, rüzgârların, yağmurların, kızışıveren güneş selinin yağmasına uğrayıp
kaybolacaktı.
Tabiat, henüz güzelliği servetinin iflâsından uzak olmadığı bir sabah, genç
kadın gül kesmek için bahçeye indi ve sanlardan, kırmızılardan, pembelerden
toplayıp kolunun, üstüne yatırdı. İlerde bir şarap rengi vardı ki, nasıl bir
sır, nasıl bir kuvvetle bir bilinmez, kendi kendini vakitsiz açmaya zorluyor
gibi yarı uyanık, fakat ateşindi.
Kadın, bu güzelliğin davetine uyarak onun da yanma gitti. Bir eliyle sapını
tutup, öteki eliyle de makası incecik boynuna uzatacağı zaman, yapraklarının tâ
içinde, geceden kalma bir su damlası gördü. Tıpkı çocuk yanağında parlayan
gözyaşına benziyordu.
Oh ne âlâ. sevgilim bunu hepsinden fazla beğenecek çünkü gözü yaşlı! dedi
ve acele edip hemen kesti. Fakat gül, gideceği yeri öğrenince zevkinden güldü,
yapraklarındaki yaş yuvarlanıp düştü ve o da öteki güller gibi mes’ut, başını
genç kadimim koluna bıraktı.
***
Gurbet, gurbet, dedikleri nedir bilir misiniz?
Bunu siz bilmiyorsanız da ben biliyorum dostlarım. Çünkü ben tam yirmi sene
gurbette gezdim. Daha dünyaya ilk gözümü açıp, anam beni göğsüne bastığı gün,
ilk gurbet acısı ile ağlamıştım. Ama niçin ağladığımın o zaman kendim de
farkında mıydım sanki?
Ezel gününde bir aşkın tadı ile uyanan ruhum, bu dünya gecesinde yeni
bir uyku devresine girdi. Uyudum. Yirmi sene bu uyku içinde gurbet rüyası
görerek sayıkladım, söylendim, ağladım. Kim bilir belki de beni ilk uykumdan
uyandıran beyaz kanat, tekrar gelip yüzüme nazlı nazlı dokunmasaydı, bu da
yanılmaz gurbet acısı ile kıyamete kadar uyuyup kalacaktım.
Yeniden gözümü açar açmaz karşımda bir hayal belirdi. Ona sordum :
— Sen kimsin?
— Aşk! dedi ve kulağıma
eğilerek:
— Bu dünyada en büyük marifet küçülmektir. Küçül! küçülmekten korkma., bil
ki insanlar, küçüldükleri nisbette büyürler...
Canım sıkılmıştı. Ne ise ki şaşırmadım:
— İyi ama, beni uykumdan
uyandırırken ilk söz, büyümeyi istemek şirkinden sakınmamı söylemen olmamış
mıydı? diye bağırdım.
Gülümsedi. Meğer bu, onun beni ilk sınaması imiş.
***
Hafıza bir nevi adese [Mercimek. * Mercek. Uzağı yakın veya yakını uzakta
görmeğe yarayan dürbün veya mikroskop camı. ] gibidir ki bununla, farkında
olmaksızın, türlü şekiller, manzaralar, levhalar tesbit etmişizdir ve durmadan
da ederiz. Fakat bütün bunların ortaya çıkabilmesi için, bir zaman ölçüsünün
inkişafı elinden geçmesi gerektir. Amma onların içinde ihmal ve dalgınlık
yüzünden silinip kaybolmuşları da az değildir.
Bir buçuk yaşından beri hayatım sahne sahne hatırlayan bir adam, işte o
hatıralar kümesini kırıştırırken, bunlardan bir tanesini, karanlık
derinliklerinden çıkararak tekrar yaşamaya başladı.
Şimdi o, bir derede ağır ağır giden bir kayık içindedir. Sahil, sert sivri
kayaların koyu renk gölgeleri altında, sırrını saklayan kapalı bir çehre gibi,
durgun ve düşünceli, hattâ biraz da kasvetlidir. Suya atlamak isterken arkasından
yakalanan bir hayvanın açılmış pençesini hatırlatan bu kocaman siyah ve uzaktan
yumuşakmış gibi duran kayaların üzerinden tâ sulara kadar sarmaşıklar iniyor.
Biraz ilerde manzara büsbütün başkalaşmaktadır. Genişleyip aydınlanan
dümdüz bir sahilden sonra, uzaklığın sislendirdiği ve sanki köklerinden koparıp
bu sis ummanı içinde yüzmeye bıraktığı dağlar görünüyor.
Bazen de kıyılar, bu göz yoran uzaklıktan, çıplaklıktan kurtularak, su
nebatı mı, kara nebatı mı belli olmayan yeşilliklerle yumuşuyor, tatlılaşıyor
ve az evvelki korkunç kayaların elinden kaçıp buralara sığınmış dağınık yosunlu
taşlar göze çarpıyor ve hemen hemen her birinin üstünde, iptilâlarının esiri
olan tiryakiler gibi, gözlerini suya dikmiş martılar oturuyor.
Manzara bazen de bambaşka bir füsun kazanıyor. Yeni biten bir kıştan sonra
dereye kollarını sarkıtan söğüt ağaçlan başlıyor. Henüz sürmeye hazırlanan
dallarında, yapraklar o kadar ince, o kadar belirsiz görünüyor ki uzaktan,
ağaçların yeşil bir buğu çıkardığı hissini veriyor.
İnsanoğlu, hafızasında vakit vakit dirilen bir mazisi olduğu için
müteselli, memnun, hazlı, hattâ biraz da mağrurdur ve o, bu geçmiş ateşi zaman
zaman eşip parlatırken, ruhunun mazisini de hatırlamak onu da İlâhî bir
hafızadan arayıp bulmak, tazelemek ve tekrar yaşamak, bilmem hakkı değil midir?
***
Sana soruyorum yoldaşım, beni bu dünyaya kim davet etti?
Anamla babam mı?
Haşa. Onlar, ezel tasarrufunun zavallı bir âletinden başka nedir?
Sahibim bir mucize göstermek istedi; gitti bir dağ başından bir avuç toprak
alıp yoğurdu ve ona kendi nefesini üfleyerek dünyaya
fırlattı.
Bu çamur, dünyada bir ananın babanın çocuğu oldu. Adına benim adımı
verdiler.
Yalan söylemiyorum; ben onun nefesinin bir rüzgârıyım ve beni bu dünyaya,
uğurunda bin bir âlemi terkettiğim bu ses, bu nefes sahibi çağırdı.
Ben de ne ham ne toy bir adamım. Onun uğrunda binbir âlemi bağışlamak ta
nedir?
Bu ses beni yerimden, yurdumdan, saltanat ve dârâtımdan [Debdebe, tantana,
şan, gösteriş, çalım. ] koparmışsa çok bir şey mi?
Bu davete karşı ben kim oluyorum?
O dile tarife gelmeyen ferman sahibi, beni kolumdan tutup dünyaya
sürüklerken, elini elimden koparmaya kıyamayarak, kendi de beraber geldi. Daha
ne isterim, söyleyin ben ne isterim daha?
***
Konca, güneşi görünce kundağı çözülmüş bir çocuk gibi gerinerek yeşil
örtüsünü yırttı ve açıldı. O bugünü ne uzun zamanlardan beri bekliyordu. Kim ne
derse desin, bir daha o sıkışık kundağa girmeyecekti. Oh, dünya ne de güzeldi!
Artık o, tazeliginin, taravetinin, kokusunun bütün ihtişamlını ortaya
dökmekle, zindandan kurtulmasının şenliğini yapıyor, dünyaya genç bir âşık gibi
gizli sevda nameleri gönderiyordu.
Zavallı toy koncacık, bu mest, bu hayran ve coşkun nümayiş gününün akşamı,
artık kendisinin bir gül olduğunun bile farkına varmadan, geceye girmiş bulunuyordu.
Ertesi sabah güneş onu, gene tarabda [Sevinçlik. Şenlik. Şâdlık ] ve şevkte
gördü ve konca, kâm almaya doymadığı dünyanın huyunu öğrenmeden, böylece bir
gün daha gelip geçti. Kim bilir belki bin kere sabah olup bin kere akşam da
olsa, o gene bunu öğrenemeyecekti. Ancak, kedi gibi doğurduğunu yiyen dünyanın,
âşıklarından alacağını alıp, bulacağını bulduktan sonra, onları yerden yere
vurduğunu, hançerleyip kahrettiğini, doğduğunun üçüncü sabahı, bahçenin
otlarını ve bozulmuş çiçeklerini koparan el, kendisini de çöplerin içine attığı
zaman anladı.
***
Genç ve güzel bir kız, evinin penceresinden, erimiş kurşun rengindeki akşam
sislerine bakarak söylendi :
— Güzelim, gencim, ama neye
yarar, bir dilenci kadar fakirim
Kızın dünyadan istediği pek çok şey vardı. O, küçük bir çocuk olduğu
zamanlarda bile varlık, zinet ve debdebe hülyalarının gerdunesine [Araba,
otomobil ] binerek uzak diyarlara süzülüp giderdi. Zaman geçtikçe bu hasret, bu
için için yalvarış o kadar dayanılmaz bir hal aldı ki, nihayet günün birinde
dünya, kendisinden sadaka isteyen bu saltanat dilencisinin avucuna
beklediğinden de fazla bahşiş koydu. Böylece de kız, kavuşuverdiği bir ihtişam
tufanı ortasında, yürüyüp giden yılların akışını duymadan zamanlar gelip geçti.
***
Sanki o bir isteyici idi de dünya değil miydi? Bu duyulmadan kayıp giden
senelerden sonra, şimdi de dünya bir dilenci, hem de istediğini almadan
çekilmeyen zorba, insafsız bir dilenci kesilerek karşısına dikilmiş, bir
vakitler cömertlik, ikram, alâka ve muhabbet gösterdiği bu aşinasından, evvelâ
gençliğini, sonra da güzelliğini alıp götürmüştü.
Belki bu bir ödeşme sayılırdı. Fakat isteyen, durmadan isteyen bu
merhametsiz dilenci doymuyor, boyuna bekliyor, hiç bir sefer eli boş dönmeden
hep alıyor, alıyordu.
Artık bir acûze olan ihtiyar kadın, günlerden bir gün gene, erimiş kurşun
rengindeki akşam sislerini seyrediyordu. Arzularına doymamış, ihtirasının
yalımı sönmemiş, dünyanın bitmez tükenmez zevklerinden yorgun düşmüş bu mağlûp
baş, gene hülya göklerinin bir yıldızından ötekine atlıyordu. Fakat merhametsiz
dünya, bu sefer onu tam yere vurmayı kararlamış olacaktı ki, en son isteğini
almak için karşısına, bir başka âlemin davetçisini gönderdi.
Ertesi gün ihtiyar kadının odasına girenler, onu gene köşesinde buldular.
Lâkin bu sefer, dünyanın delik keşkülüne canını koymuştu. Artık o yatışmaz
ihtiraslarından eser kalmamış zavallı bir ölü idi. .
***
Kadın, limon kabuğunun içine kül doldurmuş, bakır mangalını uğuyordu. Bir
türkünün mırıltıları arasında, onu iyice parlatmak için, kâh yan yatırarak, kâh
baş aşağı ederek, kuvvetli kolları bir an evvel işini bitirmeğe uğraşıyordu
Fakat becerikli elleri mangalımı parlattıkça keyfi gelen kadın, onu bir
zamanlar anasının, daha evvel de ninesinin, karardıkça böyle uğup
uğuşturduklarını, hele uzun seneler bağrında ateşler yakıp küller biriktirmiş
bu eski âşinânın ıztıraplarını hiç düşünmüyordu.
Nihayet genç kadının titiz eli, onu istediği hale sokunca, götürüp mutbak
kapısının önüne koydu ve içine, getirdiği bir kürek, kömürü istif ederek
arasına da bir çıra tutuşturup yerleştirdi. Artık kadın, akşam hazırlığı yapmak
için yelpazesi elinde, ateşini yakıyordu.
Hâlbuki o, bu işi yaparken de gene düşünmüyor ve bilmiyordu ki, yıllar,
uzun yıllar bir ateşe mevzi olmak, fakat yanmamak ne yaman ne korkunç bir
nasibdi. İşte onun dededen kalma mangalı da, bir aşk potasına girip erimeden,
şekil ve hüviyet değiştiremeden, çıkan bir zavallı gibi, seneler senesi içinde
ateşler yakmış, küller hasıl etmiş, fakat kendisi, her gün parlatılmak gereken
soğuk ve katı bir maden kalmak mahkûmiyetinin âzabından kurtulamamıştı.
***
Rabbim, sanırlar mı ki ben secde ederken taşa toprağa baş koyarım? Hayır.
eğilen başım, o kaskatı yerde senin aşkının yumuşak dalgalarıma
karışır.
Rabbim, zannederler mi ki derdim biter, yüreğim durulur ve bu viraneden
feryad, el etek çeker?
Hayır, sen oraya, bir aynaya bakar gibi baktıkça, dert üstüne dert
katarsın. Dert bitmez, feryat dinmez, gönül
durulmaz.
Rabbim, sanırlar mı ki bir şeye dua edip bitirmek, gene dua edip yetirmek
endişesindeyim ?
Hayır. Dudaklarım senin ismini andıktan beri söz söylemekten bile utanır
olduğumu senden başka kime anlatabilirim?
Rabbim, zannederler mi ki günah, kapımı çalmaz, suç, elimin ayağımın yolunu
bilmez. Gölge, güneşin hatası değildir. Eğer şu kesif [şeffaf olmayan. ] vücut,
yere gölgesini salıyorsa, haşa bu senin değil, sade onun kabahatidir.
--
Rabbim, sanırlar mı ki bir aşinaya, bir dosta gülümseyen dudaklarım, bir
zevkin, bir meclisin dağdağasına iştirak eden hislerim, orada bunlarla alış
veriştedir?
Hayır. Alışımın verişimin kiminle olduğunu bilirsin. Senden başkasına
bildiremeyeceğim için de susarım işte. Ama adımı konuşmaza çıkarmışlar mı, ne
olacak?
İsteyen istediğini söylesin Zaten ismi senin isminle anılan kim vardır ki,
bu dünya, onu efsane bulutlarının bilinmediklerine karıştırmış olmasın...
***
Bir kaç hafta evvel küçük birer dil gibi dalların üstünde soluyup çırpman
yaprakların şimdi çoğu yerde. Üstlerinde yürürken kuru bir ses, şikâyete benzer
bir hışırtı çıkarıyorlar. Sabahleyin de ne kadar koyu bir sis vardı. Sanki
tabiatı boğan bu ıslak gölge, yatağını şaşırmış bir selmiş gibi, dağ eteklerine
kadar bütün ovayı, kırları basmış, yalnız çok yüksek ağaçları ve dağ tepelerini
meydanda bırakmıştı.
Bu, gün günden solan, taravetini, zenginliğini kaybeden tabiata, onu düşüne
düşüne örseleyen elin, ölüm mevsimini sin dire sindire getirmesini bir teselli
olarak kabul etmekten gayrı, çare nedir?
Nasıl ki dünya, taze başım yastığına koyarak uykuya dalmış bir genç kızı,
sabah kalktığı zaman bir acûze olarak görmemişse, sıcak, muhteşem bir yaz
gününü de karlı bir kış gecesinin takip ettiğine şahit olmamıştır.
Esasen kahir ve musibetlerin tahammül edilmez ağırlığını silen, biraz da
alışmak tesellisi, bu şifa değil midir?
***
Kendini sana göstermek şerefinden mahrum kalmış çiçek, ayaklarını öpen
yolun tozlarına imrenir.
Gökyüzünün lâcivert atlası üstünde telâşla soluyan uzak, mağrur yıldız,
elbiseni süsleyen bir düğmeciğe imrenir.
Azametli başından ışık tufanı döken güneş, yatağının yanında titreyerek
yanan kandilin yüzünü öpen fersiz şavkına imrenir.
Kasaların, hâzinelerin kırmızı yüzlü altınları, cebinin bir köşeciğinde
duran kara mangıra imrenir.
Pınarların berrak, bol, başı boş suları, senin dudağından geçen bir
yudumcuğa imrenir.
Ey benim iki cihana baş çevirmiş Devletlim! dünyanın itibar, ünvan, şan ve
şeref avazeleri, senin gizli köşenle yer değiştirmek için çakıl taşları gibi
yerlere dökülmek ister; yerlere dökülenlere imrenir.
***
Bu yollardan, kimler geçmemiş?
Birbirlerini sevenler, sevdiklerini zannedenler, sevip te usananlar,
dünyayı kendi aşklarından ibaret sananlar... .
Geçmişler, geçiyorlar Ve geçecekler. Zaman, zanların ve kuruntuların
yalanını ortaya döktüğü halde, geçeceklere geçmişlerin kıssalarından bir
agâhlık hissesi ayırtmayan sırlı, büyülü hükmünü yapmış, yapıyor ve yapacak.
İnsanoğlunun kulağını bükmek, nasihat vermek boştur; kıssadan hisse
çıkarmak ta boştur. Bu cihanda nasihat, nisan yağmuru gibi bol bol yağar, sel
gibi akar. Ama nerede o sadef ki ağzını açsın da yuttuğu bu damlayı inciye
tebdil etsin.
Her hâdise, içinde hissesi olan bir kıssadır. Ama nerede o göz ki bu
dolaşık ve sırlı yazıyı söküp heceleyebilsin.
Hesaba çekilmek için kıyameti, Ceza ve mükâfat görmek için ahreti bekleyen
insana acınır. Acaba bir nefesimiz var mıdır ki bize, iyiden kötüden bir
neticeye mal olmasın. Hayat ve hâdiseler, kur’a ile çektiğimiz imtihan
suallerinden başka bir şey midir?
Zevklerimizin ıztıraplarımızın, meyil ve daiyelerimizin, [İnsanı bir şeye
candan bağlamağa sürükleyen iç duygusu. * Mücib ve sebep. * Bâis olan husus,
vakit ve zamanın bir hâleti. * Arzu, hırs. * Dava. * Bahane. ] bütün bir ömür
boyunca yanlışsız olarak cevaplandırmak zorunda bulunduğumuz birer sorgu
olduğunu ah bilsek, bir bilsek...
***
Duygularımıza esrarlı tütsüsünden yakıp maziyi geri getiren bir yaz
akşamı... .
Dağlarda gezip yorulan kız, pusuya yatmış kaplana benzi yen bir kayanın
üstüne oturmuş, etrafını dinliyor. Dinliyor; ama boşuna. Zira tabiat, işaretle
anlaşan kimselerin sükûtu içinde sessiz. Ağaçlar bile, bir aşk masalı dinler
^gibi, soluk almaktan, kıpırdamaktan geçmiş.
Kız titiz ve hasta bir sükûnla hep bekliyor ve dinliyor. Bayıra doğru
sarkan kayalar, yosundan derileri altında uyuklayan ejderler gibi, toprağa
kendilerini bırakmış. O, bunların birinden ötekine geçerken, akşamın rutubetini
iyice içtikleri halde hâlâ sıcak oluşlarına hayret ediyor ve hiç olmazsa, şu
susan ve dinleyen âlem içinde, bunların olsun kımıldamalarını bekliyor.
Kızın dalgın elleri kayaların sırtından yosun gömleklerini yırtıp yolarak
yere fırlatıyor. Fakat toprağa düşen bu yumuşak parçalar da onun istediği sesi
vermiyor. Kızda tabiat da bu akşam duyulmamış bir şey duymak için kulak
kesilmişler gibi. Onlar zaten her zaman ne kadar birbirlerine benzerler, ne
kadar birbirilerinin başı ve sonudurlar. Fakat bu akşam, ikisi de bekledikleri
halde duymak istedikleri şeyi işitemiyorlar. Zira her ikisi de kendilerini
değil, harici dinliyorlar. Her ikisi de beklediklerinin kendilerinde değil,
uzakta olduğunu sanıyorlar. Ne yapsınlar, hilkat bu ezelî hilesinden
geçmedikçe, aldanmış olmaktan kim kurtulabilir?
***
Komşu kızına çiçek toplamak için bahçesinde dolaşan delikanlı, yavaştan
başlayan yağmura, saygısız bir arkadaşa kızar gibi öfkelendi, söylenmeğe
başladı. Düşünmüyordu ki, uzun yaz sıcaklarının elinde her gün biraz daha
ezilen, kavrulan bahçe, bu iltifatı ne sabırsız ne coşkun bir özleyişle
beklemekte idi.
Delikanlı, gittikçe telâşlanan sağnağın altında çiçek toplamakta sebat
etti. Lâkin alçaktan esen bir rüzgâr, çiçekleri, köşe kapmaca oynayan çocuklar
gibi, oradan oraya kaçırıyor, elini uzattığı bir san gülün yerine bir kırmızıyı
getiriyor, tutmak istediği bir kırmızıya, beyazla yer değiştiriyordu.
Delikanlı, sarıyı beyazın, beyazı sarının yerindeymiş zannettiren bu
mızıkçı çiçeklerin arasından, elinde bir demetle bahçe çitinin yanına geldiği
zaman, yağmur, gökyüzünden sarkıtılan sudan urganlar halinde boşanıyor ve o da,
bunlardan birine tutunacak olsa kopmayacak ve istediği kadar yükseklere
tırmanabilecekmiş hissine kapılıyordu.
Delikanlı, demetini vermek için her zamanki yere geldiği vakit, kızı,
kendisini bekler buldu. O da ıslanmıştı. Kim bilir ne zamandan beri, belki de
yağmuru, bahçenin çiçekleri kadar hoş karşılatan bir gönül ürpertisi ile
buracıkta bekliyordu.
Genç çocuk ona demeti uzatırken eli, kızın serin ve ıslak eline değmişti.
Onların küçük maceralarının büyük vuslatı her zaman bu idi ve bu kaldı.
---
O gün akşama doğru yağmur dindi ve güneşin ateş başı, tekrar tabiatı ısıtıp
kuruttu. Zaman oldu; yazlar kışa döndü, kışlar baharların koynunda ılındı,
gülüp söyleyen günler, hastalıklı güzlerin pençesinde solup sarardı. Hülâsa
aylar ayları, yıllar yılları kovaladı. Böylece de delikanlının ilk aşk
tezahürleri, masum bakışmalar, feragatli sözleşmeler, çiçek ve name kapılarına
paslı birer kilit takarak, onu, sayısını bilemediği maceralara itip yuvarladı.
Böylece, erginlik çağı, ona taarruz ve ihtiras senelerini yaşatırken, eli,
birçok sıcak, kokulu, fettan kadın elleri sıktı. Ama gene de, bir zamanlar çit
arkasından değdiği serin, titrek ve masum eli unutamadı. :
Agâhlık [Haberdar. Uyanık. Kalbi uyanık. Malumatlı. Basiretli. Vâkıf.
Bilen. ] tokmağı gaflet kapısını vurur; hâlbuki biz, varlığımız çatısına
sokulmak isteyen bu sesi, şehvetler davulunun gürültüsünden işitemeyiz. Bu ses,
bu yaman kös, en baskın patırtısıyla kulaklarımızı doldurmuş, bizi, kendinden
başkasının hitabını duymaktan sağır bırakmıştır.
Biz sağırız Devletlim, sağırız. Dalga dalga, devamlı hamlelerle üstümüze
çarpan agâhlık naraları var ki, ahengine dayanılmaz destanlar okur; ama biz
şehvetimiz davulunun çılgın gürültüsü içinde boğulup kalmışız., duymuyoruz
Devletlim, duymuyoruz.
Yalnız, kulaklarından dünya pamuğunu çıkarmış üç beş bahtlı var ki, bunları
tahtının etrafına toplamış, şehvetleri davuluna emelleri, arzuları iptilâları
tokmağını vuran biçareleri göstererek :
— Sizi de kendi halinize
bıraksaydım belki bunlardan beter olurdunuz, diye tatlı tatlı gülümsüyorsun.
***
Yoldaşım, sen bir cenk imişsin. Etraf böyle söylüyor. Ben de inanıyorum.
Acaba kırık testide, örümcekli evde, uyuz kedide, gözyaşında ve ıztırapta,
hilkat bestesinin perakende bir nağmesini, duyulmaz bir mırıltısını işitip
söylediğin için mi adına çenk diyorlar?
Senin, anî bir sağnak gibi taşıp döküldüğün, yahut sabah sislerinin
çimenlere habersizce konuklayışı gibi, sessiz ve görünmez bir dile konuştuğun
da olurmuş.
Sustuğun zamanlarda bile, hoppa bir serçenin şakrak telâ şile kanat
çırptığım iddia edenler de var.
Belki gene bunun içindir ki kâh delidolu, kâh gözyaşları yanaklarında
kurumuş bir çocuk gibi, için için hıçkırman hoşa gidiyor.
. .
Lâkin beni dinlersen, bütün hünerlerini, meziyetlerini ve istidadlarını bir
tarafa koy ve bu nazenin çenge, yalnız sevgilini dile getirmek hünerini öğret!
***
Hayalimin dünyasında bir çocuk dolaşıyor. Bir an, bebeğinin takma saçlarım
düzelten eli, başka bir an, tarlaların, ekinlerin arasında gelincik topluyor.
Başka çocuklar gibi, demetine karıştırdığı sarıgözlü papatyaları yolmuyor;
çünkü incitmek için en küçük yaştan beri korktuğu bir illettir.
Hayalimin gizli ve karışık yollarından geçerek, onunla beraber bazen bir
deniz kıyısına, bazen bir dere boyuna gidiyor ve kâh kumlarla kâh midye
kabuklarıyla oynayışını seyrediyorum.
Ama ne tuhaf, bu çocuk oynarken seni düşünmüyor Devletlim. Bir pervane gibi
oradan oraya konan küçük idraki, hep seni atlıyor. Sen de onunla meşgul
görünmüyorsun. Bu acaba, ektiği tohumun toprak altındaki oluş faaliyetini
tabiata terk etmiş bir çiftçi kayıtsızlığı mı?
Buğdayı eken, onun yer altında bir inkişaf seyri geçirmekte olduğunu bilir;
fakat bir an evvel sürmesi için toprağı eşip kurcalamak acemiliğini göstermez.
Belki sen de bunun için onunla hiç meşgul görünmüyorsun.
Böylece günler ayları, sürüp götürüyor. Nihayet o, çocukluk kapısını
örterek gençlik kapısını çalıyor. Fakat henüz bu kapının eşiğini atlamadan,
gülümseyen yüzün yolunu kesiyor ve umulmadık bir tehalükle :[ İstekle atılma.
Tehlikeye aldırış etmeden, birbirini çiğneyecek gibi koşuşma.]
— Güzelim, seni bekliyordum!
diyor.
genç çocuk kızarıyor, ama gene de iştiyak ve cesaretle elim tutup kendısini
içeri alanı cevapsız bırakmıyor :
— Ben de seni!
***
Yıldızlar, gökyüzüne avuç avuç dökülmeye başladığı bir aksam vakti, genç
kız sevgilisini beklemekten ümitsiz kalarak başını pencereden içeri aldı.
Dışardaki çalık, sadefî aydınlıktan, birdenbire odanın cansız karanlığına
geçmek, gözlerini de gönlünü de yormuştu. Hem, teklifsiz bir misafir
habersizliği ile odaya yerleşivermiş olan bu karanlık, onu titizlendirmişti de.
Halbuki dirsekleri pencerenin içine dayalı, dışarı bakarken, tabiatın ergin ve
düşünceli sükûtu ile, bir dert ortağı gibi avunuyor, gizliden gizliye
tesellileniyordu.
Böyle akşam olup, bir kere evin kendinden hizmet bekli yen kasvetli loşluğu
içine atıldı mı, ne penceresine sürtünen ağacın arkadaşlığı ne göz kırpan
yıldızların uzak dostluğu, ne akşam safalarının, ne şebboyların havai
âşinalığı, onun sofra kurup kaldıran, ekmek ufaklarını süpürmek için iğilip
doğrulan ince vücuduna uzak tesellilerinden tattırabilirlerdi.
Her akşam babasının anahtarı sokak kapısının kilidi içinde dönünce, onun da
evin içinde pervane gibi dönmesi lâzımdı.
Huysuz çatık bir baba, çok iş gösteren saf ve tembel bir ana; ama, hamuru
kabartan bir tutam maya gibi, bu tatsız yorgunlukların bir hasiyet kazanması
için de, akşamları sevgilisinin bahçe çitinin önünden geçmesi, ona ne zaman,
yetmemişti?
***
Yoldaşım, sen ormanda su arayan vurulmuş bir geyik gibisin. Boşuna inkâr
etme yaralısın işte.
Dudaklarını iniltiden, şikâyetten niçin bağladın?
Iztırap hoşuna mı gidiyor yoksa? Bari bana söyle, o görülmez yarayı bana
olsun göster.. Merak etme, derdine merhem arayacak kadar ham ve duygusuz
değilim. Söyle, yalnız bana söyle, benimle halleş, bana yan yakıl!
--
Vahşî inatçı! Söylemeyeceksin değil mi?
Öyle ise durma koş., dere mi olur, pınar mı olur, dudaklarını daya da kana
kana iç.. Ama inan bana ki, senin ateşin, suyun söndüreceği yanıklıklardan
değildir.
Zavallı yoldaşım yaralısın; hem de onulmaz bir yaran var. Belki merhametsiz
avcı bile, bu marifeti için ilk defa yüreğinde bir sızı duymuştur.
Bilinmez, eğer günün birinde ben de bu ormanda vurulacak olursam, senin
gibi yardan ağyardan kaçmayacağım. İbret olsun diye göğsümü bağrımı açıp :
— İşte beni bu avcı vurdu,
kendinizi ondan sakının! diyeceğim.
Muhakkak ki sözümü dinleyenler, öğüdümü tutanlar olacak Amma belki de, ona
yenilmek zaferini kazanmak için, bu ormana gelmiş olanlar da bulunacak ve beni
kınayacak, belki de taşa tutacaklar.
Zavallı, zavallı yoldaşım, eğer başında, önünü ardını görecek kadar bir
akıl kırıntısı kalmış olsaydı, iniltini ıztırabını boğup, inanılmaz tevillere
sapacağına, döner, arkanda kan damlalarından bıraktığın izin, yaranın
susturulmaz şahidi olduğunu olsun anlardın.
***
Dağlar, iç içe yuvarlanan dalgalar gibi, sonu gelmez sanılan bir devamla
uzayıp gidiyor. Sırtlarını mor gölgelere dayamış tepelerin ortasında yürüyorum.
Büyük fırtınaların denizde açtığı çukurlara benzeyen karşılıklı iki yamacın
eteğinde birer kulübe var. Dağların, fırtınalarla oyulmuş birer muazzam dalga olduklarına
o kadar inanmış gibiyim ki, az sonra o kulübeleri de bu dalgalarla beraber yer
değiştirecek, sularla oradan oraya sürüklenecek birer gemi farz ediyorum.
Bu hissimin, bir rüya şuurunun yarım sıhhatine mâlik olduğunu da bilmiyor
değilim. Ancak aldanmaya o kadar meylim var ki, dağları deniz, kulübeleri gemi
farz ettiren o yalancı his, mantık ve düşünce kapısının önünde bekçi gibi
duruyor ve beni «doğrunun» yanına bırakmıyor.
Zaten biz insanları her adımda göğsümüzden iten, hakikate hayali
değiştirten de, hep muhakeme kapısının önüne gerilmiş bulanık duygular, zorba
hisler, ikiyüzlü fikirler değil midir?
***
Zaman olur ki gönül, şarkıların nakaratı gibi, ne bir yalvarış ne bir
şikâyet ve ne de sonu gelmez acılardan söz açmadan, bir sükûn ve istiğrak içinde
akmaya başlar.
Bu öyle bir demdir ki, ne dudağımızı kımıldatıp «hayat ne güzelmiş»
dedirtecek elle tutulur tahassüsleri,[ Hususi ve mahsus olmak. Bir kimseye
mahsus kılınmak.] ne de ölümü istetecek kahredici acıları vardır. Fakat
zamandan mekândan dışarı ve gene zaman ve mekâna tasarruf ettirir bir kudretle
devam eden bu nakarat, ne yazık ki yerini, pek çabuk, ömür şarkısının
sözlerine, bu sözlerin çeşitli medlüllerine [Delâlet olunan. Gösterilen. *
Mânâ. Meâl. Mefhum. Delil getirilen şey. Bir kelime veya bir işâretten
anlaşılan] bırakır.
O keyfiyetsiz vecd nakaratından, o ezel sayıklamasından, dünya şarkısının
patırdısı içine red edilişin ne kadar hazin olduğunu sen pekiyi bilirsin.
Acaba “içine ne bir melek ve hattâ ne de bir nebî girmez” hükmünü giymiş
demin, bu vecd, her türlü ikiliğe yeri olmayan bu vuslat nakaratı olduğunu da
biliyor musun yoldaşım ?
***
Akşam vakti yağmur dindi ve bulutlar, eski ve kirli bir kumaş gibi yırtılıp
dağıldı. Amma gene de gökyüzü, bu kopmuş çürümüş kumaşın altında, masalların
tebdil gezen hükümdarları kadar ihtiyatla gizleniyor, üstündeki didik didik
kaftanından tamamıyla soyunmuyordu.
Az sonra dağların eteklerine yığılan mavi sisler, dereye rengini bağışlayan
akşam güneşi, kumlukta son oyununu oynayan balıkçı çocuğu, gecenin bir kara taş
gibi üstlerine inecek ağırlığı alıtında ezilip kaybolacaklar.
Evet gece, çiğden göz yaşlarını döke döke ağlamaya başladı bile. Az evvelki
fırtınanın hiddeti ile taze yaprakları yolunan ağaçlardan, çayırın ezilip bir
yana yatmış otlarından, çiçeklerini den yorgunluk akıyor, Tabiatta bir cenk
sonunun dermansızlığı var. Artık her taraf uykuya hazırlanmakta. Amma bu uykuda
sabaha daha diri, daha kuvvetli, daha hayatdar [hayatlı] olarak kavuşmak
arzusunun belirsiz tesellisi de gizli.
Tevekkeli, bizi onlara onları bize göstermeyecek olan geceye, sabahın âşıkı
dememişler.
***
Söyleyin bana., bir fikri bilinmez hangi yollardan geçirip dilimizin ucuna
getiren ve oradan söz dalgaları halinde dünyaya salan kimdir?
Söyleyin bana, göz bebeklerimizin kaptığı bir güzelliği, gene görülüp
keşfedilmez yollardan geçirip hislerimize, aklımıza dağıtan, ulaştıran kimdir?
Dudaklarımıza, parmak uçlarımıza dilimize, kulağımıza birbirine benzemeyen
hassasiyeti kim, nasıl taksim etti, söyleyin?
Söyleyin bana., medholunduğumuz zaman gülümsemeyi, çekiştirildiğimiz zaman
acı duymayı kimden öğrendik?
Neden ruh denen tılsımlı varlığın bir maktaı [kesilen yer, kat'edilen yer,
kesinti yeri] yok? Niçin onu yarıp içindeki akıl almaz sırları araştıramıyor,
ortaya dökemiyoruz?
İman onun neresinde gizli?
İnkâr onun hangi köşesinde yer tutmuş?
Zevk, sürür, hüzün ve gam ona kimden gelmiş, nerede saklanıyor?
Keder baş kaldırınca, ferah nerelere siniyor?
Şevk ve tebessüm uyanınca, elem hangi köşeye saklanıyor ?
Söyleyin bana, acaba insanoğlu, eline bir külünk geçirdiği zaman, niçin
onunla dağları yarmaya gidiyor da, kendi varlığı yolunu tıkayan meçhulü söküp
atmağı hatırından bile geçirmiyor, söyleyin niçin?
***
Karlar eriyip biteli haftalar geçti. Tabiat, kararını vermek üzere olan
kimselerin tutkun sükûtu içinde hayli zamandır düşünceli. Artık soğuklar eli
kamçılı, sert zorba çalımını kaybetti. Yağışlı, fırtınalı, atak ve çılgın kıs,
mağlûb ve üzgün, kaçmaya hazırlanıyor. Hattâ kaçmış ta denebilir. Zira baharın
nazik eli. bir taraftan çatık yüzlü soğukları uzaklara iterken, bir taraftan
çimenlerin çiçeklerin arasına sokulup onları bir şenliğe hazırlıyor.
Giydiriyor, kokular, renklerle süslüyor.
Artık çıplak görünüşleriyle kasvetli kasvetli sallanan ağaçlar, bütün bir
kış, içlerine kapanmış olmaklığın öcünü almak için, acele etmekte. Üç beş
günlük güneş muhakkak ki onlara yüreklerinin bütün sırrını, taze yapraklarının,
ince kokulu çiçeklerinin dili ile söyletecek.
Değil yalnız ağaçlar, toprağın baskısı altında aylardan beri uyuklayan
tohumlar, çeşit çeşit otlar ve çimenler de bu şenlik davetçisinin sesini
işitmiş olacak ki, gizli köşelerinden yavaş yavaş baş kaldırmaya başlamışlar
bile.
Ey gözleri görünüşe takılanlar! Tabiatı, kendisine bir. gizli ferman
okuyucunun emrinde kâh güler, kâh ağlar, kâh söyler, kâh susar görüp hoş
tutuyorsunuz da, şu küçük âşıkı, bir buyruğun esiri görmekle neden şaşıyor
kızıyor, eğlenip taşlıyorsunuz?
***
Zaman zaman hislerimin kapısını çalan, aldırış etmezsem zorlayan bir el
vardır. Ona :
— Kimsin, ne istiyorsun?
derim.
Cevap yerine içeri bir el uzanır. Düşünürüm. Para istemi yen, mala rızka
tamâ etmeyen bu avuca ne koyacağımı uzun uzun düşünürüm ve düşüncelerim bir
karara bağlanamayınca da, sualimi hiddetle tekrar ederim.
O, belki dalgınlığıma, belki unutkanlığıma belki de gafilliğime küsen,
fakat gene de tesir ve halavetini eksiltmeyen se sile :
— Yokluk! der.
Ben ise, varlık elini açarak yokluk isteyen bu elin dileğini yerine
getirmek hamlesiyle coşarken, kendimi kaybetmiş bulurum. Bilmem bu kaybolmuş
vücud, o kayıp dünyasında ne kadar kalır? Bir lâhza mı, bir yıl mı, bir ömür
mü?
Zaman ölçülerinin endazesine vurulamayan o ân, yerini tekrar idrâkin kuru
ve tatsız şivesine bırakınca, ne yazık ki hislerimiz kapısını çalan elin,
istediğini alamadan çekilip gitmiş olduğunu görürüm.
Bilmem, her zaman boş dönen bu eli memnun etmek için çare nedir?
Varlık ânında verilen, yokluk olmaz ki vereyim.. Yokluk anında varlık
bulunmaz ki, « gel al! » diyeyim.
***
Koyunun memesinde kaç delik vardır bilmem. Bildiğim şu ki, kaç tane olursa
olsun, sağmadıkça boşalmaz, akmaz.
Yeter yoldaşım, yeter., çek elini şu zavallı yürekten. Onu, aç kuzusu gibi
toslayıp toslayıp süzmekten vazgeç artık.
İstediğin nedir ?
Doymak mı?
Sende bu ezel açlığı varken iki dünya, nafaka olup dudaklarından geçse,
gene de kanmaz sın..
Yalan mı söylüyorum?
Bu açlık değil midir ki, gözüne yaş, dudaklarına feryat, gönlüne yanıklık
hızını öğretti?
Sen doymazsın yoldaşını doymazsın. Acı bu zavallıya, onu sağma, söyletme
artık.. Bırak, bırak da kendi derdi kendine kalsın...
--
Neden gülüyorsun?
Cevap yerine alaylı bir tebessüm, öyle mi?
Gülme, boşuna gülme yoldaşım, inan buna ki, ne o söylemekle boşalır, ne de
sen dinlemekle doyarsın. Artık onu kendi haline terk et. Tâ ki sana bile
derdini söylemeden, seni bile kendine biliş etmeden, bilinmez bir cihanın
göklerinde başı boş dolaşsın dursun..
***
Genç kız, oturduğu yerde başını yastığa dayamış, kımıldamadan
duruyordu. Gözleri de kapalı idi. Görenler uyuduğuna hükmedebilirlerdi. Amma
sevgilisi, bu yorgun menekşe. gözlerin uykudan ne kadar uzak olduğunu pek âlâ
biliyordu. Bildiği için de yavaşça yanına sokuldu ve yuvarlanmaktan yorulup
sakinlemiş dalgalar gibi, yastığının yarısını kapatan saçlarını okşadı, sonra
da, suç işler kadar tereddütlü ve korkak :
— Vakit geldi, gidiyorum
ben! dedi.
---
O gün delikanlı evden çıkarken, sevgilisini her zamankinden daha mahzun,
daha içli bıraktığının farkında idi.. Kendisi de ondan daha az üzgün değildi.
Sokağa çıkıp, düşünceli ve kararsız bir kaç adımdan sonra, içine çöken
dayanılmaz bir ayrılık acısı, onu geri çevirdi.
Artık neşeli idi. Çünkü geri dönüyordu. İçeri girdiği zaman kız hep
bıraktığı yerde, bir gül ibrişim ağacının çiçekleri gibi tel te] parlayan
saçları, hep aynı yastığın üstünde idi. Yalnız az evvel kuru olan kirpiklerinin
ucunda, soluk sabah yıldızları gibi. küçük damlalar parlıyordu.
Delikanlımın neşeli patırdısı, onu şaşkın bir teheyyücle [heyecanlanma,
coşma. ] yerinden kaldırmıştı. Fakat genç adam, boynuna dolanan sıcak çemberi
çözmüş, ona
soruyordu:
— Kayıp kayıp neyin
kayıp?
Kız hep şaşkın, hep heyecanlı, hep tereddütlü idi. Zeki ve kavrayışlı
başında kısa bir düşünce üzüntüsü dolaşarak saymaya
başladı:
— Yüksüğüm!
— Değil!
— Mendilim!
— Değil!
— Tarağım, iğnem!
— Değil, değil işte!
Şimdi, sorma sırası kıza gelmiş gibi, gözlerinin son nemini eliyle
kurularken :
Nedir
öyle ise sen söyle! dedi.
Delikanlı muzafferdi :
— Ben! diye bağırdı. Az
evvel beni kaybetmemiş miydin, işte sana onu getirdim.
***
Şair, bir gecesini de bizim çatımızın altında geçirdi. Kırk kapılı peri
saraylarının sırları gibi, belki onun da kırk hâzinesi olan muhteşem,
saltanatlı coşkun bir his âlemi var. İşte şair mısraları buhurdanına bu kilitli
kapıların içindeki sırlardan birer tutam atarak yakarken, derin derin içimize çektiğimiz
büyülü tütsü, kıvrılıp bükülüşünün hayranı olduğumuz efsanevi raks, onun bize
bu muhteşem saraydan uğurlanmış birer armağandır.
Şaîr, efsanevî sarayın efsanevî kapılarını sanatı eli ile bir bir ararken,
tarihe, maziye, soylu hatıralara, aziz fikirlere, asîl çilelere, şefkatin,
ıztırabın, hüznün, kaygı ve tasanın en gizli işlenmez köşelerine seferler
yapıyor ve nal seslerinin musikisi saz şairlerine hamaset [kahramanlık ]
destanları yazdıran kahramanlar gibi, zaman oluyor ki dalga dalga taşıp sanat bulutlarının
erişilmezliklerine yükseliyor.
Ama gene zaman olup, sanat bulutlarının erişilmezlikleri ne karışan şair,
bir an geliyor, bütün şiddet bütün dehşetiyle çamurlara, süfliyet ve zilletin
derinliklerine iniyor. Ne yazık, ne yazık ki o da bizim gibi zaaflarının,
arzularının, ihtiraslarının kulu olan bir
zavallı.. .
Bir eli kadehini dudağına götürürken, öteki eli, dizini yumrukluyor ve bir
an hislerimizi secdeye vardıran mısraların döküldüğü dudaklarından, en
beklenmedik gayz [Hiddet, kin, öfke, gadab. Dargınlık. Hınç] fırtınaları esmeye
başlıyor. Bir rakibin, bir çekemezin üstüne savrulan korkunç, amansız bir
kasırga kesiliyor.
Gene mutlak tecerrüdünün safasında, her kayıttan azade ve müstağni
sandığımız şair, zaman geliyor ki, bize hayranlık ve haz ürpertileri veren
şiirlerine kafiye denemekten yorulan başını, fanilerin en zavallı hissi olan,
alkış ve sitayiş patırtılarıyla dinlendirmekte zevk buluyor..
O, beğenilmezse küsmeyi, takdir görürse sevinmeyi de çok iyi biliyor.
Ne yapsın, ne yapsın., ömrü boyunca kırk kapılı sarayın bir kapısından
ötekine geçmekle vaktini tüketmiş; amma hiç birinde. hiç bir defa, sarayın
sahibine rastlamamıştır. Bazı bazı sesini duyar, adını işitir gibi olmuş, amma
hiç bir gün,. hiç bir defa, onunla yüz yüze, diz dize gelmemiştir.
Şair, tılsımlı sarayın kırk kapısının birinden ötekine geçerken, gönül
istiyor ki ona, yüz karalarımızı yıkayacak olanın gizlendiği kırk birinci kapı
da açılıversin.
Her noktasını tanıdığı bu sarayın, her tarafında gezinmesine izinli olduğu
bu kâşanenin bir gizli, bir görünmez köşeciği olduğunu bir bilse, ah bir
bilse...
Ona bu gizli kapıyı hem göstermek hem de göstermemek istiyorum. Bir kere
görecek olsa, artık öteki kapıları açmaz olacak; ihtirasları, gılzet [Kabalık,
sertlik. * Kalınlık, galizlik. ] ve ayıpları ile beraber, belki kafiye ve vezin
endişeleri de, kendi tozlarının bulutu içinde görünmez olan süvariler gibi,
kaybolup gidecek ve hiç bir teşebbüs, hiç bir zor, onu bu son girdiği kapının
kulu olmaktan ayıramayacaktır.
***
Bütün gece yağmur yağdı ve yorgun bir su sesi bütün gece boyunca uzayıp
gitti. .
Güneşle beraber bulutlar parçalanmış, yağmur da inmişti. Yalnız
yapraklarda, olukların ve saçakların kenarlarında bir çok ağladıktan
sonra gülen, fakat hâlâ kirpiklerinde gözyaşı parlayan bir çocuk gibi, iri iri
damlalar sallanıyordu Bunlar bazen birbirleriyle birleşerek ağırlaşıp düşüyor,
bazen de rüzgârın eli ile yerlerinden koparılarak baş
aşağı atılıyorlardı. Üstlerine güneş vuran bu damlacıklar kâh
safran, kâh menekşe rengini alıyor, kâh yeşil bir yüzük taşı gibi parlıyor,
akibet düşüp kayboluyorlardı.
Damlalar, güneşin renklerine kendi vücutlarını ayna düzüp keyiflenirken,
nasıl âkıbetlerinden gafil iseler, biz İnsanlar da hayat yaprağının ucunda adem
uçurumuna doğru sarktığımızdan habersiz, rahat ve müsterih zevk süren birer
damlacıktan başka neyiz bilmem ki:?
***
Bana, söyle, deme yoldaşım. Bugün: susmak istiyorum.. Sözlerimi gönlümün
kınına sakladım; söyle, diye üstüme varma.. Şayet sana uyar da onları çekip
çıkarırsam, el sürenin parmakları doğranır.
Bana : «Bizi mecruh etmekten çekindiğin, bu duyguları, korkmadan içine
nasıl saklıyorsun,» da deme. Onlar belki bir kılıçtan daha kan dökücüdür; amma
kendi kınını kesmemek: ananesine sadık kalacak, kadar da merddir.
Bana, söyle, deme yoldaşım. Sen söyle, sen haber ver ki, ben neyim?
Hangi göklerin hangi köşesinden bu dünyaya damladım?
Onun için mi şaşkın bir yolcu gibi, vatanımın yolunu: soruyor, arıyor,
gözlüyorum?
İnsanları kafile kafile çağırıp, kafile kafile uğurlayan bu dünyada,
çoğumuz kırdığı ceviz boş çıkan bir çocuk gibi, tad ve hoşluk yerine hayal
sukutlarının, hüsran, ve azapların acılarıyla cevaplanırız. Ağaç, sararan
yapraklarını kaybederken ağlar mı bilmem. Bu dünyada, kahkaha gibi, gözyaşı da
o kadar bol ve nafile akar ki, sırasında biz, bir yapraktan daha değersiz
kıymetler için bile elem duyar fer yad ederiz: Ama ne gariptir,
öğrenemediğimiz, bilemediğimiz, öğrenmek ve bilmek içini yanıp yakılamadığımız
o büyük sır, o büyük muamma için gözyaşı dökmek hatırımızdan bile geçme?..
Bana «söyle» deme yoldaşım. Zîra bugün susmamı isteyen o sırlar âleminden
gelen bir habercidir..
***
Rabbim senin takat getirilemeyen ateşinle kavrulup yanarken söyleniyor,
haykırıyor inliyor, feryad ediyorum. Beni, divane diye, biçare diye de olsa,
dinleyenler var. Bazen bu aşina yüzler o mertebe alınarak dinliyorlar ki,
kupkuru olan gözlerimin yaşının, onların gözlerinden geldiğini görüyorum.
Rabbim, senin ateşinle kavrulup ta yanmamak, yanıp ta haykırmamak,
inlememek olur mu?
Amma bu ateş, içine düşeni kendine benzettiği, vücut, varlık tezahürleri
bir avuç kül olduğu, sözü feryadı, şikâyet ve şekvayı bilinmez bir rüzgâr,
bilinmez nerelere sürüp götürdüğü zaman, söyleyememek ıztırabı ile ben ne
yapayım?
Söyle, bana o kıyamet lahzasının lisanım olsun öğret!
Yoksa bir avuç külü bile varlıktan sayarak, bilinmez nerelere savurup
götüren o kıyamet ânının lisanı sükût mudur?
Yoksa bu gizli dili biliyor, konuşuyorum da — birçok hakikatlar gibi —
bilmediğimi, tanımadığımı mı sanıyorum?
Söyle, bunu olsun söyle, beni avut, teselli et Rabbim?
***
Yıkık bahçe duvarının dibine doluşmaya başlayan gölgeler, gene bir akşamın
ilk kara haberini bahçeye getirdi. Bir rençper, bu az sonra çoğalacak, büyüyüp
yayılacak gölgeye bastığının farkında olmayarak duvarın yıkık taşları üstünde
dinlendikten sonra geçip gitti.
Az sonra, çıngıraklarının sesi, gelmekte olan gecenin melâlli bir davetçisi
imiş gibi, havaya hüzün dahmeleri [Donanma geceleri atılan hava fişeği. ]
serpen küçük bir sürü de, aynı gölgeleri çiğneyerek yoluna devam etti.
Ve sabahtan beri kırlara, usaresine kanılmaz bir çiçekmiş gibi, bir arı
hırsı ile konup kalkan çocuk ta, şarkı söyleyerek evine dönerken, gene duvar
dibinin esmer renginin üstüne basıp geçti..
Yorgun rençperin, koyun sürüsünün, emdiği çiçeklere kanmamış bir arı
vızıltısı ile evine dönen çocuğun farkına varmadıkları gölgeyi, âkıbet oradan
geçen bir yolcu dalgın dalgın, derin derin seyretti ve bir tefekkür zincirine
tutunarak düşünceden düşünceye atladıktan sonradır ki o da ötekiler gibi geçip
gitti.
Amma davar dibindeki gölge, yavaş yavaş koyulaşıp yayılırken, kendini fark
edene de, etmeyenlere olduğu kadar kayıtsız ve hissizdi. Zira tabiat, seyrinin
şaşmaz tezgâhını dokurken, hatır, iltimas, kemlik, iyilik, horluk ve sitayişe
aynı derecede bigâne kalmaya tâ ezelden and içmişti.
***
Bir mevlût gecesiydi. Soluk yüzlü bir adam, elindeki küçük meşale ile
camiin kandillerini birer birer yakıyordu. Yorgun, zaif fakat manalı eli,
oradan oraya değdikçe mescidin karanlığı, yeni bir sır öğrenmiş çehrelerin
ferahlığı ile yavaş yavaş açılıyor, aydınlanıyor, böylece, meşalenin vuslatına
mukavemet edemeyen kandiller, tükenip bitecekleri âna kadar yanmak üzere bir
bir uyanıyorlardı.
Kandiller teker teker sırlarını ortaya dökerken, onları bir sütuna
dayanarak seyreden genç bir adam, irkilerek yerinden kalktı.
Korkmuştu. Onlar, nasıl bir tek elin işareti ile yanma emrine can
koyuyorlarsa, kendisi de gönlü kandilini ateşleyecek, sırrım ortaya döktürecek
bir gizli elden korkuyordu.
Ona hak vermemek kabil mi hiç?
Bu gizli elin ateşine değip te sırrını dökmeyeni, canını harcamayan bu
cihan hiç görmüş müydü?
Kandilin küçük sırrı, nihayet bir damla ışıktı. Amma onunki, işte genç adam
da söylenmez sırrının meydana vurulmasından korkarak mescidin en karanlık,
kendi gönlünden başka bir damla şavkı bulunmayan bir köşesine çekilip saklandı.
***
Ne eteğimden çek, ne elimi iste ne de beni lâfa tut. Şu kendimi bildim
bileli geçmekte olduğum muhataralı [Korkulu, tehlikeli ] köprüde, bana
müvazenemi [ölçülülük, dengeli olma; tartma, ölçme, düşünme, karşılaştırma. ]
bozduracak işaretler istemiyorum yoldaşım.
İstemiyorum yoldaşım., bugün seni de istemiyorum. Bilmem ne oluyor bana?
Çimenleri uslu uslu nemlendiren gece sisleri gibi, kimdir bu gönlümü
gizlice yıkayan ?
Ne oldu bana, söyle ne oldu?
Neden âlemin zevk dediğine, ben kahır diyorum?
Neden onların dev adımları bana hazin bir emekleme geliyor?
Herkesi kolay kolay avutan her şey, neden benim için bir gölgeden farksız?
Neden, neden bunca varlıklarla dölü olan dünya, benim gözlerime boş, bomboş?
Söyle bana, ölçülerimi, kıyaslarımı kim kapıp yağmaya verdi?
kıymet ve kudret endazemi kim kırıp bölük bölük etti?
Bana dost olduklarım iddia edenlerin sesi :
— Sana acıyoruz. Gönlünü aşk
taşında o kadar hızlı bileme; ne bulursa kesip atıyor ve sana hiç bir şey
bırakmıyor! diyor.
Ne dostluğunu, ne de düşmanlığını iddia etmeyen bir başka ses ise, sanki
onun söyleyecek bir dudağı, gönlümün de dinleyecek bir kulağı varmış gibi, tâ
içime sokularak:
— Ey vücut atı! Halkın
pendine kulak verme. Koş, o mertebeye koş ve durmadan sürçmeden git ki, nal
izlerini takip edenler, kendilerini kanlı bir aşk meydanında bulsunlar! diyor.
***
Bu akşam sular çok yüksek. Rıhtımın son basamağı, denizin içinde kaybolmuş.
Sahilde kayık bekleyen bir yolcu, hu yan suya dalmış merdivene doğru
yaklaşırken, müşterisini karaya çıkarmak için siya eden bir kayık ta gene
basamaklara doğru geliyor.
Fakat denizdekini karaya, karadakini denize ulaştırmaya vasıta, olan taş
merdiven, bu çifte mazhariyetinden habersiz, zavallı bir gafil. Aylar, ayları,
yıllar yılları kovalasa da, o gene ayni dilsiz dalgınlık içinde, suların
sükûnuna ve hiddetine körü körüne itaattan başka bir şey yapmayacak.
Sırtına basanların kimi denize açılır, kimi karaya çıkarken, o, ne suya
açılmanın keyfini, ne toprakta cümbüş etmenin zevkimi bilmeden, bir mahkûm aczi
içinde gün günden yosunlanacak, aşınıp eskiyecek
***
Yolcu için, gecenin: karanlığı, şimşeğin: Bir lahzalık aydınlığından sonra
daha tahammül edilmez, olur. Bir ki şu kapkaranlık dünya gecesinde, vakit vakit
bilinmez nerelerden; çakıp yol gösterici aydınlığı tanıyanlardanız..
İnan bize, aydınlığın, visaline,, velev bir lahzacık: erdikten, sonra,
karanlığın hüsranı, işte bu dayanılır, çile değil;
Biz bu yola çıkarken yemin etmiştik, güneşin saltanat sürdüğü sonsuz bir
sabaha erinciye kadar demir asa,demir çarık yürüyeceğiz diye.. İşte şu adam da
o yemini edenlerin biri sağına soluna bakmadan, derin derin susarak
yürüyor.
Ama beni dinlersen,, onun, sükûnuna, temkinine sessiz sadasız tavırlarına
inanma. İçinin kuytuluklarında uyur gibi, dinlenir ve dinleyip öğrenir gibi yol
alan bu adam, gecenin koynun dan sıyrılacak gergin yüzlü sabaha doğru,
anlatılmaz ve anlaşılmaz bir vecd ve karar coşkunluğu, ile yürüyor..
Ona inanma; yalnız acıyarak, nazar et. İstersen, gündüze gebe olan gecenin
içinden bir an. evvel sıyırmak için elindeki, asayı ona uzat ve yol göster..
Dünya karanlığı, içinde bocalayan biz zavallılar, senin görünmez refakatini
ne biliriz?: Bilmediğimizi öğrenmek, görmediğimizi tanımak için de senden başka
kimden yardım, isteyelim bilmem ki..
***
Bilinmez nasıl bir incizab,[ cezb edilme, kapılma, çekilme] nasıl bir
sürüklenişle ağaca tırmanan sarmaşık gibi, zaman olur ki bir hissimizin, bütün
bir varlık ağacına dolandığını, orayı istilâ ve fethettiğini görürüz.
Alçaktan yürüyen kuvvetsiz, cılız, sarmaşık, emin, telâşsız hissedilmez
adımlarla, pusuya yatmış bir muharib gibi, göğsü üstünde sürünerek bir kere
kollarını sardı mı, artık o ağaca teslim olmaktan başka, ne çare vardır?
Bizim de yavaştan gelen ve kurnaz bir emniyetle pençelerini üstümüze atıp
tutunarak gelişen, nihayet bizi bizİikten çıkaran duygularımız, bir ağaca kendi
hüviyetini giydiren sarmaşıktan daha mı farklı ve daha mı başkadır?
***
Arı, çiçeğin vuslatına ermiş, belirsiz bir zevk ihtizazı içinde sessiz ve
mest.
At, başı, öne uzanmış olan tek ayağının hizasında, sabahtan beri çayırın
otlarının yoncalarının en tazelerini arayıp buluyor.
Manda, derenin en sığ, en çamurlu yerini seçmiş, kayıtsız, durgun
bakışları, tahtını benimsemiş gafil bir hükümdar gururu ile etrafını süzüyor.
Koyun sürüsü, ilkyaz sıcaklarından ürkmüş gibi, daha öğle vakti gelmeden,
bir dişbudak ağacının gölgesinde toplanmış.
Sinekler, üç beş gün evvel ölen mandra köpeğinin leşi üstüde durmadan
uçuyor ve en kolay faydalanacakları cifeleşmiş yerleri seçip konuyorlar.
Tabiata tebessümler, iltifatlar, armağanlar, dağıta dağıta gelip ömür süren
yâz, nihayet bir zaman sonra, bütün bunları geri vere vere son nefesini de tüketip
gitmiştir.
Arının hangi kovanda uyukladığını kimse bilmez. Belki de "bir el, göz
göz peteğini balı ile beraber çekip almış ve ona, bütün kış nafakalanması için
bırakılan bir yudum şekerli suyun " karşısında ıztırap çekmek nasibi
kalmıştır.
Yağmurlu, sert soğuk bir havada arabaya koşulu yorgun bir beygir, kuyruğunu
bacaklarının arasına kısmış, ıslak sağrılarından dumanlar çıkarak, saatlerden
beri müşteri beklemektedir. Bu da, yoncalı çayırın o bir kaç ay evvelki
keyifli, tasasız âşinâsıdır. .
At arabalarının geçemediği çamurlu köy yolundan kasabaya odun indiren
mandalar, boyun tüylerini kazımış, nasırlandırmış boyunduruklarının altında,
bir zamanlar, içinde gamsız ve âvare saatler geçirdikleri ılık çamuru bilmem
düşünebiliyorlar
Bütün günü dağ eteklerinde ve bozulan çayırlarda geçiren sürü ise, artık
gölgelenmek için ağaç altı aramıyor. Çobanın da onları kan tutmasından korktuğu
yok.
Ve hâlâ çamurlu tarlanın bir köşesinde duran kopek leşi, artık ne
böceklerin, ne de sineklerin tamamı çekmeyen bir kemik yığını halinde.
Kim bilir belki de bu çatık ve hüzünlü tabiat, kışın uzun eteğinin
karanlığı altında, bir yaz tesellisi ile gene de şad, gene ümid ve sükûnla
dolu!
***
Şimşek, bütün gün bulutların kalbine bir hançer gibi batıp çıktıktan sonra
yağmur başladı. Alçaktan esen sinsi ve kışkırtıcı bir rüzgâr, ağaçlardan
yaprakları koparıyor, fırıl fırıl döndürüyor, sonra bir köşeye, yahud
çukurlara, duvar kenarlarına topluyordu. Zillet ve hakaretin tiryakisi olmuş
serseri çocuklar gibi, oradan oraya kovalanıp, sürülen bulutlar da, rüzgârın
kamçısı altında durmadan koşuyor, kaçıyorlardı.
Tabiatın hırsım, hiddetini kendi gönlündeki cenk ve mücadele
hengâmelerinden daha ehven bulan bir adam, rüzgârın ve yağmurun bu el ele
gayretini, penceresinden uzun uzun seyretti. O, aziz ve soylu yadigârlar, dede
ve baba hatıraları pulluk pulluk mezad edilen bir terekeyi seyreder gibi,
çiçekleri, yaprakları çamurların ağzına atan, tutulmaz, görülmez rüzgârın
buyruğu karşısında o kadar dalgındı ki, akşam karanlığının çökmüş olduğunu bile
uzun zaman anlayamadı.
Ama, sürgün, yurdsuz bulutlan, koparcasına sallanan ağaçlan gözlerinden
tamamen silen gece, tabiatla kendi arasına o yırtılmaz, sıyrılmaz siyah
perdesini çekince, dalgın dalgın dolaşırken, sessizce gelen muzib ve meçhul bir
arkadaş eliyle gözleri kapatılan çocuklar gibi, şaşırıp kalmıştı.
Nihayet penceresinin önünden kalkarken, gecenin ve yağmurun müşterek
zulmetlerinden ziyade, vakit vakit içine çöken karanlıktan, bu saati zamanı
belli olmayan geceden daha korkulu, daha endişeli idi.
***
Evimizin karşısındaki ihtiyar komşuyu gözüm ne kadar arıyor. Hâlbuki
eşyaları arabaya yüklenerek taşınalı tam bir sene
oldu.
Kışın güneşli havalarda kapısının eşiğinde oturup ısınan, cigarasını
yasemin ağızlığına takarak ağır ağır içen bu adamı, hemen her gün seyrederdik,
Şimdi onu, muhayyilemde tekrar kapısının eşiğinde oturtuyor, kim bilir hangi
bulanık, kopuk ve uzak düşüncelerle dalan fersiz, yorgun gözlerini görür gibi
oluyorum. Güneş çekilirken gene eskisi gibi kalkıyor, bir eline bastonunu, bir
eline de, üstüne oturduğu kilim parçasını alarak içeri sesleniyor. Şayet
kapının açılması gecikirse hiddetlenerek, bastonu ile tahtalara, sarsak, fakat
öfkeli darbeler vuruyor.
Şüphe yok ki ihtiyarcık, gıyabındaki bu muhabbetli takib den habersiz. Onu
ayıplamıyorum. Nasıl ayıplayabilirim ki biz de, üstümüzden eksik olmayan,
önümüzden ardımızdan gelen, hattâ bize bizden yakın olan koruyucu ve okşayıcı
nazarların gafili ve cahili değil miyiz?
***
Dalını pencereme uzatmış bir erik ağacı vardır ki, beni her zaman hazımlı
ve masum sükûtu ile dinler. O beni her zaman, her anında, her deminde,
ıztırabları saymasını, coşkunlukların asın şivesini af etmesini bilen bir
haldaşlık bir kavrayışla dinler.
Kışın çıplak, dertli ve hastadır; gene dinler.
Baharda taşkın, sevdalı, neşeli ve başı dumanlıdır gene dinler.
Yazın, meyvelerine uzanan elleri boş çevirmeyen dalları, tarlada
çocuklarını doğurur doğurmaz işlerine saldıran kadınlar gibi, bir yandan mahsul
verir, bir yandan da başını pencereme uzatarak gene beni dinler.
Güzde perişan, şaşkın, ordusunun yarısını kaybetmiş bir cengâver gibi harab
ve mağlûbdur, gene dinlemekte kusur etmez. Pencereme dalını uzatan
erik ağacı, penceresi pencereme bakan komşudan daha temiz yüreklidir. Onun gibi
beni ne dedikodu taşma tutar, ne akla gelmez iftiralar savurur ne kınar ne de
göz koyar.
Düşünürüm. Karşısındakine hor, yanlış, öç alıcı fikirler süngüsü ile hücum
etmemek için, pencereme uzanan erik ağacı gibi nebatî bir şuura mı sahip
olmalıdır?
Acaba beşer idrakini, insaf ve tarafsızlık elmastraşı ile yontmak mümkün
değil midir?
Ve acaba bize, insanı bir himmetle bu heykeli bina etmek iken daha büyük
bir savaş ve kazanç olabilir mi?
***
Bir yaz günü. Havadaki sıcaklık, sanki güneşten kopup düşmüş kıvılcımlarmış
gibi, insanın üstüne yağıyor. Bir yolcu, toprak yoldan yürüyor. Ayağını yan
yarıya içine alan yumuşak tozlar, kıvılcımını yeryüzüne savuran rüzgârla
beraber o kadar birden havalanıyor ki, yolcu bunlara baktıkça, havaya bir yol
daha döşenmiş, bir yol daha açılmış gibi geliyor.
Her ne kadar bu yolun üstünden yürünmez, basılıp geçilmezse de, ayağının
sesi duyulmayan bir gönül, adımlarının izi olmayan bir yürek için de, muhakkak
ki böyle geçilen, fakat ezilip basılmayan bir yol lâzım. Öyle bir yol ki belki
gözün seçemeyeceği elin değemeyeceği, zaman ve mekân ölçülerinin
isimlendirmekte âciz kaldığı bir âlemin, bir kâinatın yolu...
Yolcu, şuurunda teklifsizce gezinmeye başladığı, fikir kapısının zembereğini
kaldırıp içine girdiği zamanlardan beri, bu yola adımı atmaktan, bu yolun
yolcuları arasına karışmaktan daha sıcak, daha yakın bir dileğin etrafını
dolanmamıştır.
Onun için dostları şunu bilsinler ki, vakit vakit bu arzunun tahammül
edilmez davetine kendini kaptırıp gözden kaybolduğu zamanlar, onu ne batıda ne
doğuda, ne denizde ne karada, ancak bu görünmez yolun görmezliklerinde
aramaktan başka çare yoktur.
***
Arı kovanı hazırlamak, peteği tamamlamak çiçekten çiçeğe koşmak, hattâ
kovanda ölen, bir arkadaşı mumlayıp tefessühüne mani olmak insiyaklarını fiile
geçirirken, balı almak için bu küçük sanatkârın büyük eserini yıkmaya gelen,
adam, harekete geçmek anını hırsla bekler.
Çocuk, cevizin yeşil kabuğunu ısırdığı için ağzı burularak öfkelenirken, ceviz,
bu cahil öfkeye, sanki zahmetli ve derin, zevkleri koyup, satıh üstü hazlara
düşkünlük gösterenlerin bir teessüfcüsü imiş gibi, hazin hazin dudak büker.
Kuyumcu müşterisine bakırı altın diye sürmek isterken mehenk taşı [Ölçü.
Miyar. * Altın ve gümüş ayarını anlamaya mahsus taş. Üzerinde altın tecrübe
edilen siyah taş.] , kasadaki altın, külçesine yavaşça seslenir: Mahzun
olma ikinizin de adınızı koyacak olan benim. O. zaman gelir ki bir tasın, bir bakracın hamuruna, katılabilir. Gizli
köşende beklemekten korkma ki, gün olup bağrına, sikke vuracak el nasılsa,
bulunur, diye ona beşaret verir.
Yaş yaşamış, tecrübe görmüş adam, kötü bir zaaf için dostluğu bir kara
mangıra değişebilirken, genç komşusu,, ahtın ve sözün haysiyetini korumak
yolunda canını bile harcamaktan, çekinmez ve kocamış bir zavallının, çizdiği bu
riya levhasını, tiksinerek seyreder
Çocuğu dünyaya gelen baba, etinin: kanının bu şahane esefiyle övünürken,
Kudret, bu anasır mucizesindeki kendi sırlı nefesini görmeyen adama için için
üzülür..
Akıllı geçinen zavallı,, gururuna: vurulan bir fiskecikle hiddet ve gılzet
buhranları geçirirken, safdil bellenmiş arkadaşı, bir eşik taşı gibi ezilip
çiğnenmekten şikayetsiz, ruhundan tahammül ve sükûn çiçekleri devşirir.
Âlim, başını zan ve şüphe çıkmazlarının müşküllerine vurup didinirken,
âşık, bilgi ve iyan [Aşikâr. Belli.] zevkinin dudağından binbir
müşkülün, bin bir sırın macerasını dinler.
Böylece de beşerin çeşitli meyillerinin çeşitli istikametlere akıp gidişi,
dünyanın hareketlerini, niyetlerini, nisyanım ve bir sel halinde akan gafletini
meydana getirir. Zaten dünya davuluna ses veren tokmak, gölgesi cihanı tutan bu
gaflet ağacından başka neden yontulur?
***
Susarız; zira çok defa düşüncemizin âfet kesilmiş dehşetine denk olan
ifade, söz değil sükûttur. İşte bu içli bu şuurlu sükût hengâmesinde bir zaman
gelir ki mazi, içtiği afyonlu şerbetin tesirinden kurtulan bir sarhoş gibi,
yavaş yavaş uyanarak, bize sırlarını, maceralarını, yılların ardına gizlenmiş
aziz hatıralarım, sükûtun dilsiz dili ile anlatmaya başlar. Hüzün sandığımız
zevklerimiz, zevk namına giriştiğimiz hazin cüretlerimiz, kırılışların içimize
hız veren uyandırıcı kudreti, masum yorgunluklarımız, buhranla biten
teşebbüslerimiz, çile örtüsüne sarılmış hazlarımız, feragatlerin, evvelce ham
bir meyve gibi kekremsi gelen, fakat senelerin şefkatinde ısınıp olgunlaşan
tadları, içimize hazlarını, bölük bölük olmuş hikâyelerini nakş edip geçmiş
günlerimiz, nereden sızdığı belli olmayan bir ışık, nereden gönderildiği belli
olmayan bir elçinin eliyle uyandırılarak gönlümüzün mahşerinden gelip geçmeye
başlar.
O zaman zan ederiz ki mazinin ihtiyar hançeresi, bize kısılmış sesinden
yalnız bir ömrün ufalanmış, tozlaşmış, vüzuhunu, mahiyetini değiştirmiş sesini
dinletip çekilecektir. Halbuki afyonlu şerbetinin tesirinden kurtulan o sarhoş,
gün olur ki, zamanın ve mazinin ötesindeki bir zaman ve geçmişten konuşmaya
başlar. Ve ne tuhaftır, ay ışığının sulara çizdiği kararsız resimler gibi, bir
türlü tutup yakalayamadığımız, bir türlü teshir ve zapt edemediğimiz sırları,
bilinmez geçmişleri, sürüp unuttuğumuz maceraları, nisbetle gizli, nisbetle
aşikâr olan muammaları, bir çıkrığın boşalıp sağılıveren iplikleri gibi, çözüp
önümüze yığmış bulunur.
Esasen bu dünyada bilen ve duyanların da yaptıkları, bir inkişaf anında
önlerine yığılmış olan bu karmakarışık, çetin ve dolaşık yığma bir düzen, bir
nizam vermeğe çalışmaktan başka nedir?
***
Atın başına püskül, koşumlarına pirinçten süsler koyup boynuna katır
boncuğundan gerdanlık takmak, ona ne gurur verir ine de yorgunluklarını alır.
Belki biz insanlar, yükümüzü çektirdiğimiz mahlûklardan iltifat ve alâkamızı
esirgemediğimize kendimizi inandırmak gayreti, bu his dalâletinin hilesiyle
kendi kendimizi aldatmak oyununu oynarız.
Sığırtmaç, ineğin kepeğine tuz katıp hayvanın akşam yemini yuğururken de
garezsiz sayılamaz. Zira ne bu nafakayı tadı ile hazırlamak, ne de hayvancığı
sabahtan akşama kadar otlaklarda dolaştırmak, ona olan muhabbetinden değildir.
Belki kendisinde, tuzlu kepeği, çayırların otunu süte tahvil etmek kudreti
olmadığından, bu işi yapabilen ineği ikram ve alâkasına gark eder durur.
Biz, evimizin kaplama tahtalarına yuva kuran güvercine, ürkütmeden yem
verişimizde bile iyilik fikrinin katışıksız ve iftihara değer bir örneğini
göstermiş olamayız. Çünkü onun yumuşak tüylü göğsünün, yeşilken mor, morken
mavi oluveren hud’alı [hile, oyun; aldatma, düzen] renklerinin zarafeti, birer
boncuk sanılan fırlak gözleri, nihayet bu boncukların üstüne bir sis gibi çabuk
çabuk inip toplanan gümüşü göz kapaklar ile, bize bir şiir zevki remzettiği
için onu sevdiğimizi ve himaye ettiğimizi bilmez ve bir iyilikte bulunduğumuzu
sanarak gururlanırız.
Ah biz insanlar neyiz, göründüğümüzden ne kadar başka ne kadar uzak
mahluklarız.
***
Bu kan kokusu, bu vurup kırış, bu öç, bu zulüm nedir, deme. Âlem halkı
önüne geleni körü körüne tahrip etmek yolunda, seni görmediği için bu kadar
cesurdur.
Bu gözbağcılık, bu hile, bu kahbelik bu fesad, bu yalan niçin, deme. Âlem
halkı her aldatmak istediğinin sen, aldananın da kendisi olduğuna akıl
erdiremediği için hileye, bir mabud gibi sadakatle kulluktadır.
Dünyanın üstünde buram buram tüten, bu nahvet [Kibir, gurur. Kibirlenme,
büyüklenme, böbürlenme] buharı, gözleri ve gönülleri örten bu gurur perdesi
nedir, deme. Âlem halkı kendine şah damarından yakın olandan habersiz bulunduğu
için, ona karşı küstahlık ve hayasızlıkta bu derece pervasızdır.
Bu lezzet taşan ihtiraslar, bu deniz dalgalan gibi birbirini, kovalayan
şehvetler, bu sonunda «ne boş şey..» dediğimiz iptilâlar için gücenme. Âlem
halkı sana müptelâ olmadığı, seninle dolup taşmadığı, senin yoluna akıp
gitmediği için gölgeyi asla değişmekte bu mertebe lâübalidir.
Bu şiir kafesinde mahpus kalmış şair, bu hüneri dünyasına sıkışmış
sanatkâr, bu bilgisi toprağına gömülmüş âlim de nedir, deme. Onlar, senin gibi
arkasından koşulacak bir sevgiliden mahrum oldukları için bu zindanların, bu
bağların esiri olmakta elbette çaresizdirler, gücenme!.
***
. Gece ilerlemişti. Genç kadının gözleri örtülüyordu:
— Artık uyuyalım, dedi.
Sevgilisi güldü :
— Uykuyu
ne yapacaksın? Kurdun kuşun içtiği o afyonlu şerbetten bu gece de içmeyiver.
Şimdi sana bir hikâye söyleyeceğim onu
dinle..
Kadın memnundu mırıldandı:
— Ne de çok masal bilirsin...
— Senden öğreniyorum., sen
benim sırlarımın mahzeni değil misin? Ezel gününde, söyleyeceklerimi senin
vücudun toprağına gömmemiş miydim?
Şimdi çıkarıp çıkarıp etrafa saçmama neden şaşıyorsun ?
Kadın sustu ve dinlemeye başladı. Sanki bu masalı dinlemek için tabiat ta
kulak kesilmiş ölesiye bir intizarın helecanına tutulmuştu. Ağaçlar, çocuğunun
beşiği üstüne eğilmiş bir ana hareketsizliği ile bahçenin çiçekleri üstüne
kollarını uzatmış, ahenkleri, tabiatın kalb sesleri sanılan böcekler, seslerini
en pes en yavaş perdesine ayarlamışlar, gök yüzü bile, cilâlı karanlığında
büyüyen yıldızdan gözlerini, sarhoş bir intizar içinde yarı yarıya örtmüştü.
Bilinmez, zaman böylece ¡kaç saatini, kaç dakikasını geride bırakarak koşup
gitti ve başı penceresinin içinde yatan kadının gözleri, tabiata vecd ve huşu
fermanı okuyan bu hikâye yüzünden ne kadar gözyaşı döktü.
***
Sabah, ilk ışıklarıyla ufukların dudağında bir tebessüm gibi uyanırken,
kadın, yorgun gözlerini kaldırarak etrafına baktı. Amma bu gözler biraz hayret
biraz da utançla tekrar yumuldu, tekrar sıcak ve iri yaşlarını düşürmeğe
başladı. Nasıl şaşmasın, nasıl utanmasın ki, kendisi sabaha kadar ağlayıp
feryad ederken, bahçenin otları ve yaprakları da, gözlerine birer damla yaş
takmıştı. Demek ki onların yeşil gözleri de bu masalın harap edici helecanı ile
coşup ağlamayı bilmişti. Kadın yoldan geçenlerin :
— Ne sisli, ne ıslak bir
sabah.
Deyişlerini hüzünlü ve ergin bir inkârla için için red ederken, kendi
kendine:
— Bu hikâyeyi onlar gibi siz
de dinlemiş olsaydınız, belki kıyamete kadar ağlardınız. Amma söylemem, çünkü
gözünüze dünyâyı haram ettiğim için benden davacı olursunuz, söylemem
söylemem... diyordu.
***
Bize dünyayı çile ve cefa meydanıdır diye tanıttılar; hakikaten orada bu
ikiz zorbayı hep el ele savaşta gördük. Amma orada sana rastlayınca, çilenin de
cefanın da, ev soymaya girip te iş göremeden yakalanan bir hırsız gibi,
ellerinin kollarının bağlanmış olduğunu da gene biz gördük.
Bize dünyayı, uzun, karmakarışık yollara ayrılmış bir diyar diye
tanıttılar; hakikaten bu diyardan, hesaba gelmez yolların ve endişelerin,
hesaba gelmez semtlere doğru yayılmış olduğunu gördük. Amma sana sapan yolu bulanın
ayağına bütün yolların gelip toplandığını da gene biz gördük.
Bize dünyayı, hırsların, iptilâların esirleriyle dolu bir kıyamet yeri diye
tanıttılar; hakikaten burada zincirlerinin sesi cihanı tutan kafileler gördük;
amma senin kölen olmakla öğünen hür ve azatlı kulların hüccetlerini de gören ve
okuyan gene biz olduk.
Bize dünyayı, içinde rüyadan başka bir şey görülmeyen bir gece diye
tanıttılar; doğrusu da bu olduğuna ömürler boyunca, şahit olduk, inandık. Amma
rüyaları içine senden başka hiç bir kıymet sığmayan bahtiyarları da gene bu
uzun gecede biz gördük..
Bize dünyayı, her kulun kendi hacetini satın almak, kendi talebini arayıp
bulmak istediği bir pazar yeri diye tanıttılar; yalan olmadığım her adım
başında görüp öğrendik. Amma bu pazarın çeşitli malları metaları arasında
yalnız senin aşkına sahip olmak için canlarım bağışlayanları da gene şu
kulaklarımızla biz duyduk, şu gözlerimizle biz gördük.
***
Vakur ve haşmetli bir yaz gecesi. Öyle haşmetli, öyle ağır başlı bir gece
ki, insan onunla bir türlü teklifsiz olamıyor. Ay ışığının suların üstüne
çizdiği efsanevî yazı, gizli bir elin gizlice denizin yüzüne işlediği sanılan
bu zor, karışık hendese şekilleri, gene gizli pek gizli bir el tarafından bir
anda bozuluyor ve bozulmasıyla de yerine bir başkasının, bir yenisinin gelmesi
bir oluyor. .
Bilinmez, suların üstünde bu sessiz, nefessiz efsane şenliği ne kadar
sürüyor?
Kızıldan başlayan tunç renkli parıltılar, gide gide sararıp ağarıyor;
nihayet sesi işitilmez bir davetçinin peşinde, gökyüzünün tam ortasına gelen
mehtapla beraber, kırılan, cilveleşen sular, kamaştırıcı bir oynaklıkla
bembeyaz oluyor.
Tabiatta, ağzını açmamaya yemin etmiş bir güzelin ağır başlılığı var. Lâkin
onu bilenler, ezelî hilesinin ezeli sillesinden yemi| olanlar için, gene içten
içe coşkun, gene coşturucu.
Zaten güzellerin de ağır başlılıklarına, usluluklarına kim inanır?
Onların hırçınlıklara, şuhluklara, isyan ve sitemlere tövbe etmiş sanılan
uslu duruşlarına güvenilir mi hiç?
Şayet bir safdil çıkar da, onların sükûnların mutlak sanır ve teslim
olursa, hiç bir kuvvet bu zavallı esiri o silâhsız kahramanın elinden
kurtaramaz. Bilmeli ki arslan da pusuda yatarken usludur, sessizdir. Fakat bu
sükûn, en yaman hamlesinin hazırlığından başka bir şey midir?
Onlar tesellidir; amma fitne ve fesat olduklarını kim inkâr edebilir?
Onlar devadır; amma dert ve iptilâ olmadıklarını kim iddia edebilir Onlar
sükûnun, huzurun bir iç asayişinin tâ kendisidir; amma kahrın, âzabın,
işkencenin doğup filizlendiği bir ocak olduklarında kimin tereddüdü vardır?
Onlar, onlar., her zaman her vakit, her şey onlar...
***
Akılları, bir saat gibi muayyen işaretler üstünde işlemek için düzülmüş
olanlar, belki yanılmadan, aksamadan dosdoğru yürürler; fakat seyirlerinde, bu
sabit noktalardan öteye geçip seni
göremezler.
Akılları, yalnız sarayının bahçesi içinde dolaşmasına izin verilmiş bir
şehzade gibi, sınırlı, ölçülü bir çevrede seyredenler belki saltanatlı bir ömür
sürerler; fakat senin hudutsuzluğa kurulmuş inzivanı keşfedemezler.
Akılları, bir kal’anın mazgalından dışarıyı gözlemek çilesine bağlanmış
fikir gözcüleri, surlarının yanına kadar sokulan düşünceleri avlarlar; amma
sahraların ahularıyla yarış eden seni tanıyamazlar.
Akılları, sanat ve hüner erbabının eserleri karşısında huşua ni bilenler,
çok çok alkışlanır çok öğülürler; amma yetmiş iki milletin, kurdun kuşun
lisanını bilen senin ilmine cahil gelir, cahil giderler.
Akılları, sanat ve hüner erbabının eserleri karşısında huşua varanlar,
senin bir horozun ibiğinde, bir ebegümecinin çiçeğinde, bir şeftalinin buğulu
yanağında gösterdiğin mütevazi fakat aşikâr hünere kayıtsız, hattâ kör kalmak
dalgınlığından silkinemezler.
Akılları, şeytana çömezlik edenler, sağı solu, hile fesad, riya ve
hıyanetleriyle dişleyip dağlarken, seni de bu aldanmışlar arasında sayarlar;
fakat kendilerine : “Bu fırsat ta bendendir, bu meydanı da size ben
açtım!» diyen müsaadeli tebessümünü göremezler.”
Akılları, ihtiraslarının direğine bağlı olanlar, dünyanın çeşitli
hırslarını ve hazlarını yudum yudum içerler; amma bize, insiyaklarımızın mahdut
hazlarını aşırtan tek kuvvetin, sen, senin bir işaretin olduğunu bilemezler.
***
«Değiştin, biliyoruz seni kim değiştirdi? Yüreğine kim bu füsünu
[Şaşırtıcı, hayret verici ve kendine cezbedici bir güzellik. * Büyü. ] okudu,
ne oldu sana?» diyorlar.
Doğru söze küsmek olur mu?
Bu istihzaya kaçan hayret, bu dudak ısırış, tuhafına gitmesin yoldaşım,
gücenme, üzülme, yalnız beni: dinlersen onlara de ki:
Acaba bu gök kubbenin altında değişmeyen, bir Halde, bir kararda kalan ne
vardır?
Sonra da, her değişicinin bir değiştiricisi olduğunu hangi akıl sahibi
inkâr edebilir?
Gül, koncalıktan kemal çağma ayak basarken, bu inkişafta güneşin gizli
davetini görmemek olur mu?
Baharda taze ve cilâlı çehrelerde fısıldaşan yaprakların, güzde yorgun,
tasalı halini, bir kahır mevsiminin gizli fermanında okumamak olur
mu?
Dün sâkin ve baygınmış gibi yatan denizi kabartıp gazaba getiren kuvvetin,
görünmez tutulmaz bir esintinin buyruğu olduğuna şüphe, yakışır
mı?
Zamanla gevşeyip topraklaşan kayanın esrarını, yaz sıcaklarının gerici
şiddetinden ve kış soğuklarının aşındırıcı sillesinden sormaktan başka çare var
mıdır?
Dün kav olan bir ağaç çürüğü bile, bugün bir himmet sayesinde ateş olmamış
mıdır?
Gene dün torbada saklı olan tohumu başaklandırmak, çoğaltmak fikri değil
midir ki bir insan eli yolu ile toprağa ekmiş ve ondan tarlalar, ambarlar
doldurmuştur?
Tabiat ve eşya, tesirden tesire boyun eğerken, dün çamurun mahfazası içinde
tabiat kanunlarının esiri olarak yaşayan insanı, bu rahm içindeki cenin
şuursuzluğundan kurtaran, oma insiyak zindanının kapısından uğurlayan
tanımadığı âlemlere kılavuzlayan, bilmediği lezzetleri tattıran, görmediği
azametleri gösteren kuvvet nasıl inkâr olunur ?
Evet yoldaşım onlara gene de ki
— Doğrusunuz; değiştim. Eğer
akıldan zerrece nasibiniz: varsa, yalvarın, ağlayıp niyaz edin ki bir istihale
[bir şeyin terkib ve asıl şeklinin başka değişmesi, başkalaşmak; imkânsızlık]
muhakkak olan bu dünyada, beni değiştirmiş olan el, sizi de değiştirsin, neden
de yardımını esirgemesin.
***
Türkmen kadını çadırının kapısında çocuğunu emzirirken hemen hiç bir şey
düşünmüyor. Hiç bir şey düşünmediği için de, iyi işleyen sağlam, temiz,
kuvvetli bünyesi ona, çocuğunun pembe dudaklarından taşan bereketli bir süt
vermiş. Kadın hilkatin üreme ve devam kanunundan, bir nebat kadar habersiz.
Ancak o kanunun kurup idare ettiği bir tezgâh gibi aksamadan, şaşırmadan
işleyip duruyor.
Çadırının kapısında esmer bir köle gibi nöbet bekleyen gece, biliyor ki
kovsa da, itse de bir yolunu bulup vaktinde içeriye sokulacaktır. Bunun için de
kadın, gecenin zorba adımları harekete geçmeden, çocuğu toprağa bırakıp akşam
işlerine başlıyor.
O, şu gitmek üzere olan güneşin bilinmez nerelerde uykusunu aldıktan sonra
dağları tutuştura tutuştura geri geleceğini de bilir; bildiği için de, konuğunu
gözleyen bir ev sahibi gibi erkenden döşeğinden fırlar, hiç bir kere de dalgın
ve uyku da yakalanmaz.
Ama kadının bildikleri sade bunlar değildir. Tabiat, onun insiyakları
tezgâhını kurup hazırlarken, şiir ve zevkten de hayli nasip katıştırmıştır.
Tenceresi ateşte kaynar, çocuğu beşikte uyur, çadırının içi bir kız yüzü gibi
tertemiz parlarken, işten katılmış sanılan elleri, kâh bulut kadar yumuşak ve
şeffaf bezler, bürümcükler veren bir tezgâhın başında, kâh akıl almaz bir sürat
ve maharetle düğümlerim vurduğu, çözgülerini atkılarını sıkıştırdığı bir
kilimin önünde, kâh ise kasnağı göğsüne dayalı, gündelik ihtiyaçlarında
kullanacağı örtülerin, yastıkların renklerini düzenlerini kolayca kararladığı
dalgın bir faaliyet
içindedir.
Ama zevkinin, emeğinin birer abidesi olan bütün bu hünerler, onun asude
başını, bir ezgi bir yorgunluk ve tefekkür burgusu ile oymaz. Çocuk
kundaklamak, ekmek yuğurmak, tarhana bulgur kaynatmak ne ise, bunların da
meydana gelmesi, âdeta bir insiyak sürükleyişiyle olup biter. Nasıl ki tabiat,
yaprakları tencerede kaynayan ebegümeciye çiçek ta nasib etmişse, nasıl ki
gayesi meyve olan ağaca bir bahar ihtişamı da zam etmişse ve nasıl ki bir
devedikeninin bile başına eflatun, yumuşacık bir hotoz oturtmuşsa, böylece
amele ve hizmet edici unsurlara bir şiir ve zevk çeşnisi ilâve etmeği ihmal
etmeyen tabiat, aynı kanunlarla atbaşı giden kadının tab’ını da aynı vergiden,
aynı bahşişten, aynı imtiyaz ve ikramdan mahrum bırakmamıştır.
***
İnandım. Dünya, şu safdil komşumun dilediği gibi düzelmeyecek. Bir
köşesinde rahmet salâh ve şefkat gölge salarken, bir başka köşesinde zulüm,
fesad ve hiyanet ateşinin yalımı göklere yükselecek.
İnandım. Safdil komşumun tatlı tatlı yediği dünya lokmasını yuğuran el, ona
bu lezzeti, bu çeşniyi vermek için hamuruna hep kandan ve ıztıraptan maya
koyacak. .
İnandım. İş vaktinde kaptanla dümenci kadar birbirinden ayrı ve uzak olan
doğru ile eğri, görünmez bir vazife ahengi içinde, her zaman aynı gayenin
hizmetkârı olarak kalacaklar.
İnandım. Baharı güz yapmak kimsenin elinde olmayan, bu dünyada,
yaprakların, çiçeklerin kupkuru dalları zorlayışlarını zevkle, hayranlıkla
seyrederken, yağmur ve kış mevsiminin insafsız sillesine, öldürücü ve dondurucu
kahrına da katlanmak lâzım gelecek.
İnandım. Düzelmesi dileği safdillik sayılan, her güzelliğin yanında bir
çirkinlik, her sevgilin yanında bir nefret, her tebessümün arkasında bir
gözyaşı ve her iptilânın sonunda bir iğrenme olan bu dünyadan, senin tek
kanunlu tek yüzlü, tek özlü dünyana kaçmaktan başka çare yok olmaz, olmayacak.
***
Seni görmemiş olsaydım, her güzelliğin bir çirkinliği, her tamamın bir
eksiği, her iyinin bir fenalığı, her doğrunun bir iğriliği olduğunu
bilmeyecektim.
Seni görmek, güzellikler, bütünlükler, iyilikler ve doğruluklar arasına
serpilip gizli kalmış olan kusurları, ayıpları, hataları, hayrete şayan bir
belirti ile meydana koyar. Sanki altına ayarını haber veren bir mehenk taşı
gibi, miktarını ve miyarını bilmek için senin önüne gelmek yeter.
Ama biz, lokma içindeki çöpü, kül altındaki kıvılcımı, yeşilliklerin
koynuna gizlenmiş kör kuyuyu görmek, bilmek ve anlamak için, tek çarenin seni
görmek ve duymak olduğundan bigâne ve habersisiz. Bilmem, açığa demir atmış bir
gemi gibi, seni gözlemek, seninle bilişmek mümkün olan sahilden uzak, şuursuz
bir çalkantı ve ıztırap içinde, daha ne kadar zaman bocalayıp kalacağız?
***
Zamanın arabası, devirlerin âdemlerin içinden durup dinlenmeden geçip
gider. Ne kırılacak tekerleği ne yorgunluktan çatlayacak atı, ne kırbaç ve
dizgin tutan sürücüsü, ne de önüne duracak bir yol kesicisi
vardır.
Saplanacak çamur, aşılmaz hendek, yokuş, iniş, çit, kapı, yol, yolsuzluk
bilmeyen zaman gerdunesine [Araba, otomobil ]kimler binip inmez, kimler onunla
nerelere gitmez?
Zahid onu, gelecekte bulacağı nimetlerin ümidi tarafına birer.
Âlim, bilgi ırmağının başını bulmak için onunla tozu dumana katarak
koşar.
Cahil ve nasibsiz, onunla inkâr dağının kör kuyusundan su aramaya
gider.
Hayal sahibi, onun efsanevî sürati içinde, gününün tadını duymaz; ancak
geçmişten sakladığı hâtıraların hüznüne doğru
koşar.
Kötümser, eline ve diline dökülen fikir cevherlerini kırıp ezer, sonra
mücevher niyetine çakıl taşları toplamak için onu korkunç uçurumların
tehlikelerine sürer, korkularına götürür.
Günahkâr, tövbe kapısının önünden geçerken, oraya koşanlara istihfafla
[hafife alma, küçük ve aşağı görme, küçümseme] güler ve onu, suçların zehirli
lezzetine doğru keyifle iter.
Böylece her yaradılmış, zaman arabasını kendi davası yolunda koşturup,
dururken, sen ey benim Allah’ım, gözü yaşlı boynu bükük şu küçük âşıkını da o
gerduneye bindirdin. Ama ezel denen bir âlemde, ihtiyar ve iradesini sana
bağışlamış olan o, hiç yol bilmiyordu. Bunun için de yılların, devirlerin
ortasında uçup geçen gerdunesini doğruca senin kapına sürdü. İşte bu yüzdendir
ki kim onu arasa sende, başını senin eşiğinde buluyor.
***
Yağmur vağıyor. Hava sıcak ve sakin. Sabahtan başlayan, yağış,, vermek
zevkine kanmayan kimselerin düşüncesiz cömertliği ile durup dinlenmeden sürüp
gidiyor. Penceresinden bakan kadın, gecenin gelmiş olduğuna inanmak ister gibi,
yıldızları araştırıyor. Ama besbelli onlar görünmeyecekler. Zira bulutlar,
belinde vakit vakit parlayan şimşekten hançeriyle yağız ve heybetli bir
cengâver gibi nöbet bekliyor.
Gözlerini gökyüzünden indiren kadın, geceyi bu defa da bahçesinde arıyor.
Rutubetli fakat sıcak bir yaz rüzgârı, karanlıkta saklanmış bir kızın nefesi
gibi, helecanlı [titreme, kalp çarpıntısı, heyecan] soluklarla zaman zaman esip
çekilmekte. Penceresine kadar yükselmiş bir yasemin dalı, bu içli nefesten
payını aldıkça, bir mızrab gibi tahtaları tarıvor ve nebatî musikisi ile en
güzel bestesini okuyor.
Gecenin dilsiz tesellisine gömülmek isteyen kadın, bütün gün yazdığı
tezkerenin karşılığını alamadığı için ne kadar ağlamış, üzülmüştür. Ama
bilebilir miydi ki bu eline gelmeyen cevabı, bir ağaç dalının fısıltısı,
yağmurun vecdli tesbihi, çiçeklerin meltemle el ele vermiş kokuları, hülâsa
taşın toprağın sımsıkı bağlı dudakları, gönlüne tekrarlayacak, söyleyecektir.
Hem belki de bunlar, karşılık beklediği elden daha cesur daha ihtiyatsız
sözlerle, hislerimizin isteyip te aklımızın izin vermediği bir pervasızlıkla
söyleyeceklerdir.
Zaten baharı, güzü, yazı ile her mevsim bir türlü dile gelen tabiat,
etekleri yerde sürünen yeşil kaftanları, renk renk: boyanmış çayırları,
dağları, tepeleri kırık mısralar gibi, savrulan kelebekleri, kuşları,
böcekleri, hattâ yağışları esişleri, huşunet ve silleleri, hulâsa kafile kafile
cilve ve nazlarıyla, hep bu geciken, yahut hiç gelmeyen tezkerelerden parçalar
okumakta olan birer elçiden başka bir şey midir?
***
Zaman bulutlarının hevenkleri, [Bir ipe geçirilmiş veya birbirine bağlanmış
yaş yemiş veya sebze bağı] bazen ne acaip görünüşler ne yakalanmaz tecelliler,
dile tarife gelmez iniş çıkışlarla üstümüze doğru sarkar; temayüllerimizi
besler, yetiştirir, mahsule kavuşturur. Böylece de insanlar bu hevenklerin,
istidatları tarlasını sulayan damlaları ile, gizli temayüllerini, meçhûl
zevklerini körleşmiş kabiliyetlerini, mevsim gelince, kupkuru dalları zorlayıp
süren taze yapraklar gibi, doğmuş, beslenmiş ve yetişmiş
bulurlar.
Kaderin yonttuğu, şeklini kendi keyfine bağladığı tesadüfler, nereden
geldiği belli olmamış, yahut olmuş ta isim konmamış ıztıraplar, mürüvvetli
vaitler, yürek sızlatan tereddütler, çarpıntılı bekleyişler, ümitsiz
helecanlar, bir asrın ateşini bir soluğun vecdine sığdıran gizli demler,
doğarken kaybolan, kayboldu sanırken pişman olmuş gibi geri dönen arzular,
huylandığımız, endişe ve kaygı duyduğumuz alâkalar, sözün yerini kapmış
feryatlar, rüya olmasını istediğimiz hayat serencamları,[ Başa gelen, baştan
geçen ibretli hadise. * Bir işin sonu. * Vak'a.] hakikat olması için
yalvardığımız rüyalar..
İşte zaman hevenklerinden içimize savrulan damlalar, bütün bu sürüncemede
kalan düşüncelerimize bir netice verir, bir türlü durulup birbirinden
ayırdedilemeyen hislerimizi ve isim konmamış duygularımızı bir karara, bir
şekle bağlar. Bakarız ki bir dudakta en yakıcı beste, bir parmakta en ateşli
musiki bir kalemde en coşkun şiir ve belagat olurken, şahlanmış bir kahraman,
zekâ indifalarına hayran kaldığımız bir dahî, hikmet ve vecd dalgaları ile
köpüren bir âşık, zaman hevenginden nasibi damlasını almış hangi bahtiyarın
biridir.
***
Gece fırtına, sancısı tutmuş bir hasta gibi, etrafını tırmalayıp
didikleyerek inledi haykırdı ve gözlerinden yorgunluk akan kimseler kadar
dermansız mecalsiz olan ağaçları bir türlü, uyumaya bırakmadı.
Ama günün ilk çalık beyazlığı, dünyaya bir çocuk tebessümü gibi
gülümserken, yağmur da, fırtına da dinmişti.
Yağmur da fırtına da dinmişti; ama beyaz gülün kıvrımları arasında hâlâ
kocaman bir damla sıkışıp kalmıştı. Gül, bu temiz iri su damlasını, dudağındaki
şekeri eritip bitirmekten korkan bir çocuk gibi, içmeye kıyamıyor, güneş
yükseldikçe başını eğiyor, onu saklayıp gizliyordu.
Nihayet yeniden geceye yeten gül, eteklerinin katları arasında sevgilisine
name kaçıran bir kız gibi memnun, gülümserken, artık damlayı güneşin gizli
davetine kaptırmak tehlikesinden kurtulduğuna seviniyordu.
Seviniyordu, ama zavallı, kısacık tecrübesiz ömrünün içinde, musibetlerin,
çilelerin, zevallerin, ferah anlarına musallat olmak emrini aldıklarını ne
bilebilirdi?
Bilemedi; hem hiç bilemedi. Ertesi günün fecriyle beraber çimenlerin üstüne
dökülüp son nefesini verirken, artık can kaygısından başka hiç bir şey
düşünemiyordu. Ve damla, bir elden bir ele kalan miraslar gibi, açgözlü bir
çimenin dudağına düşüp lokma olurken, gülün bu hicrana yanacak bir tek yaprağı
bile kalmamıştı.
***
Hak veriyorum. Kaldırım taşını yatağının yumuşak yastığı, sokak başındaki
mezbeleyi kaba döşek zan edip sızan sarhoşa hak veriyorum. Zavallı, seni
tanımadığı için sonu zillet olan zevklere atılmaz da ne
yapar?
Hak veriyorum. O biçare adama acıyor ve hak veriyorum ki, o. seni
tanımadığı için, bir gün gözünü oyacak olan ikbal ve devlet kuşunu avlamak
üzere şerefini ve namusunu feda etmez de ne yapar?
Hak veriyorum. Aradığı bilgi suyunu ilmin karanlık kurusunda sanıp oraya
baş aşağı düşen âlim kişiye hak veriyorum. Ummanlarını gizlediğin kimse, onu
gayyalarda aramaz da ya ne
yapar?. .
Hak veriyorum. Kahbece aldatılacağım, yerden yere vurulacağımı düşünmeden
zamanın dudağından buse isteyen adama hak veriyorum. Senin yakınlığın lezzetini
tatmamış olan bahtsız, ayyare bir kadın gibi, bugün ona verdiğini yarın
başkasından esirgemeyen zamana gönül bağlamaz da ne yapar?
Hak veriyorum. Fazilet ve insanlık göklerinin hudutsuzluğunu koyup, yarın
tepe aşağı düşebileceği şöhret dağına tırmanmak için ölesiye didinen, tehlikeli
yarışları, iğrenç boğuşları göze alanlara hak geriyorum. Senin o fazilet ve
insanlık göklerindeki seyranlarının hayranı olmamış olan, âlemin kendisine
hayran olmasını istemez de ne yapar ?
Hak veriyorum. Hem suç işleyip hem mağfiret istemeyi düşünmeyenlere hak
veriyorum. En büyük suçun; seni görmemek ve duymamak olduğunu bilmeyen kimse,
başka günahlarının. bağışlanmasına omuz silkmez de ne yapar?
Hak veriyorum. Büyüklüğün, ihtiyar ve irade kanatları ortasında uçmakta
olduğunu zan edenlere, hak veriyorum. En büyük insanın, her işten önce, o irade
ve ihtiyar kanatlarını koparıp atmasını bilmiş ve kanatsız uçmuş olan olduğunu
inkâr etmez de ne yapar?
Hak veriyorum. Veznin ve kafiyenin esiri kalmış şaire hak veriyorum.
Sanattan öte olan menzile varmamış, bu varılmadık! menzilde sana rastlamamış
olan Zavallı şaircik, dört başı mâmur sanatına rağmen, eksik, kusurlu, sakat ve
ayıplı olmaz da ne yapar?
Hak veriyorum. Kendi içindeki şeytanı koyup, hariçtekilere saldıran gafile
hak veriyorum. Ne yapsın, gözünü dünyaya açtığından beri, anadan, babadan,
hocadan, arkadaştan öğrendi ki, dost var, düşman var, diye. Kulağına eğilip :
«Onlar cahil bilmiyorlar; bu dünyada benden başka kimse yok!»
demediğin için düşmanlığı, fesadı, hiyanet ve zulmü hariçte sanmaz
da ne yapar, söyle ne yapar?
***
Sakin, çok sessiz bir yaz akşamında, uyuklar gibi dallarını yapraklarını
koyuvermiş ağaçların arasından bir kuş kafilesi geçti. O anda bu ağaçlar bu
yapraklar, rüyada ürken bir kız gibi silkindi, ürperdi, fakat pek az sonra gene
o ağır uykusuna dalıp gitti..
— Bizim gibi!
dedim.
Ağaç, kuş kanatlarının rüzgârından nasıl hareket arzusu bularak bir
canlanma, bir uyanma hamlesi gösteriyorsa, biz de geçici heyecanlarımızın
kanadıyla bir an çırpınıp zevklenirken, müteakip bir an, susup, tekrar ezelî
uykumuza dalmıyor muyuz?
Hislerimizi tartaklıyan bilinmez bir rüzgârın elinde, bir daldan, bir
yapraktan farkı olmayan biz insanlar, gafletin ağır uykusu içinde, mânâsız
sayıklamalar, hezeyanlar, buhranlar,, galiz arzular, insiyak fışkırmalarının
kaba takazalar [Başa kakmak. * Sıkıştırmak. * Hakkını isterken borçluyu
zorlamak.] ile, mensup olduğumuz ağaçtan kopacağımız günü beklemiyor muyuz?
Belki de gene nebatî bir şuurun kıt ve bütünlenmemiş idrâkidir ki, bu
ilerisini göremediğiniz zavallı ömür içinde, bize aptalca bir tasasızlık, körü
körüne bir yaşama, endişe ve istifham girmemiş bir teselli, bir şadî
bahşetmektedir.
***
Kadın, elindeki berrak suya bakarak gülümsedi. Kendisini evvelâ çocukluğa,
sonra bu avare, başı boş senelerin ardından, gençlik çağma çekip götüren yıllar
içinde, kim bilir kaç kere susamış ve kaç kere de bardağını dudaklarına
götürmüştü. Her çeşniden çabuk bıkan çabuk usanan bu dudaklar, acaba niçin şu
renksiz, kokusuz içkiden hiç bıkmamıştı?
Acaba itibardan düşmemek, her zamanın, her devrin, her ânın dudağında
hasretle aranmak için, bir çeşnisizliğe, şekilsiz, renksiz, kokusuz bir salaya
mı [Yufka ] yetmek lâzımdı?
Bardaktaki su, onun bu müşkülüne «evet» derken, kadın da renkten, taddan,
kokudan sıyrılıp safî olmanın halavetini için için tasdik
ediyordu, .
Ama o, bir taraftan bu davayı böyle hükümlendirirken, bir taraftan da
elindeki bardağa sitemkâr bir tebessümle bakıyor ve gene gülümsüyor, gene
düşünüyordu.
Evet düşünüyordu ki, bu derece safaya yetmiş, bu derece billurlaşmış bir
varlığı zaptetmek, muhafaza etmek, faydalanmak için de, onu bir zarfın hapsine
bağlamak, aşikâr bir zaruretti.
Testisini, kovasını evinde bırakan kız, su taşımak için çeşme başına ne
diye gelir? O çeşme ki, durmadan usanmadan akar; ama elinde kabı olmayan kimse,
onun bir bedmest [Kendinden geçmiş derecede sarhoş. ] cömertliğiyle bol,
tükenmez vericiliğine ne diye yanaşır?
Acaba ele avuca sığmayan bu sâfiyi kesif bir cismin hapsine mukayyed
etmekten başka çare yok mudur?
Ve acaba her damlasından bir ekşir akan mâna suyu da, onun için mi kendini
bize bir vücuttan içmek sünnetini kurmuştur?
***
Söyle, Devletlim, söyle, istersen bir divane gibi sayıklıya bir sarhoş gibi
sağa sola çarparak, bir hasta gibi inleyerek, bir âbid bir âşık gibi gözyaşı
dökerek sana tapmaktan da vaz geçeyim. Öyle zamanlarım olur ki, bağa bukağıya
gelmeyen, korku ve ihtiraz bilmeyen, yalnız taşan, çılgın, avare bir başı
boşlukla esen bu gönül fırtınasıyla seni incittiğimi sanırım. Belki incitirim
de.
Ne bileyim, yaş dökecek gözü, inleyecek dudağı, çırpınacak kolu kanadı
olmayan yürek, kendi iptilâ, hasret ve yanıklığını bir dilin bir gözün
gammazlamasını hoş görecek kadar hodbin.[ kendini beğenen, enâniyetli, bencil,
kibirli.]
Ama ben ondan titiz ve kıskancım Devletlim, şayet elimin, gözümün, dilimin
taşkınlıkları, nümayişleri, tehevvür ve hasret evazeleri seni sıkıyorsa, söyle
bunların hepsinden vaz geçeyim!
***
Yağmur yağdı ve toprak misk gibi koktu, diyorum; fakat toprağın bu içe
ferahtık veren kokusunu sana koklatamıyorum, ancak hikâye ediyorum yoldaşım..
Eriyen kar suları, saçağın bozuk köşesinden yere akıyor ve köpürerek
toprakta tepiniyor; onlar kayboluyor, aynı hareketleri başka sular tekrar
ediyor, diyorum; fakat gene sana suların o perakende şiirini gösteremiyorum
yoldaşım.
Gün battı ve çekildiği yere bir kucak ateş bıraktı, diyorum; fakat sana ,o
muhteşem o efsanevî gurubu gösteremiyorum yoldaşım..
Viran ve örümcekli evinin bir odasında ihtiyar ve hasta, bir kadın
inliyordu, diyorum; gene sana o muztarip sesi işittiremiyorum yoldaşım..
Çünkü bütün bunları dinlemektesin: ve dinlemekte kaldıkça da, görmenin
mucizesini bilemezsin. Hakkın var. Onun için bazı bazı dünyadan silkinip, sana,
huzuruna varılmış azametlerin hikâyesi anlatıldığı zaman onları da görmüş
olmuyorsun
yoldaşım
Ne olur, bir an olsun şu dünya görücü gözü bağla da seninle o azameti
seyrana çıkalım yoldaşım?.
***
— Niçin güldün? dediler.
— Gülmedim ki gülümsedim.,
aşkın başlangıcını düşündüm.
de.,
dedim.
Evet, dudaklarımda cansız, takatsiz bir tebessüm belirmişti. Bu, ilk aşkın,
ateş kan ve ıztırapla yoğurulmamış o başlangıcın, bir kenarda kalmış
hatırasıydı..
Bu çocukluk, bu safvet,[ saflık, temizlik, paklık, hâlislik] ikram ve naz
devresinde o, her müptelâsına yaptığı gibi, bana da güler yüz göstermiş ve gül
dürmüştü. Ama onun mahşerine düşdükten sonra gülmek mi?
Hattâ o kıyamet gününde ağlamak bile hâtıra gelmez; gözyaşı bile bir günah,
bir töhmet, bir şirktir.
***
Baharın duyulmaz adımlarını, pencereme sürünen kayısı ağacının her gün
biraz daha gerilen, irileşen ve çatlamak için hazırlanan tomurcuklarında görüyorum
ve böylece kış, sanki pek uzak bir mazide oyununu oynayıp, yerini bir başka
mevsime veren uzun zamanlar geçmiş gibi geliyor.
'Benimle beraber, baharın geldiğine başka inananlar da olmalı ki, kâh evin
saçağında, kâh yağmur borusunun üstünde güneşlenen kumrular, üst üste yedişer
kere «Üsküdara gidelim!» diye öttüler.
Artık güneş te, kış aylarının bir levha, bir sanat ederiymiş gibi,
hararetten mahrum evsafını terk ederek, ısıtıcı huyunu yeniden
kazandı. .
Rüzgârla bir raks denemesine girişmiş gibi dalgalanan buğday tarlasının
tembel çizgileri de, derin ve tahammül edilmez bir aşk meyli ile hayli zamandır
sarhoş.
Nihayet kumruların sustuğu, güneşin çekildiği, rüzgârın kaldığı akşam
saatinde öyle içli, öyle manalı, öyle ergin bir sessizlik başlıyor ki, belki
hiç bir ifadenin aşikâr dili, hiç bir coşkunluğun seçkin tezahürü olmayan bu
sükûtta, değil yalnız bir mevsiminin remzi, belki bir kâinat sırrı var.
Sükût ta bir ses değil mi? Yokluğun, mürakabe ve tefekkürün gizli ve
muzaffer sesi.
*** .
Bana, tarif edilmeyeni tarif et, dedin. Bu nasıl mümkün olur Devletlim?
Bilirim, hep olmazları oldurur, muhalin başını imkân tarağı ile tararsın.
Ama gene de insaf et Devletlim, bende o taşlan su gibi akıcı, bulutları kaskatı
dondurucu, ateşleri bahar rüzgârına çevirici kudret nerede, söyle nerede?
Senin bir çocuk tebessümü kadar belirsiz buyruğunun, ademin koynundan
dünyalar yarattığını, gene bu çeşit bir arzunun, yaratılmışları kökünden
koparıp ademin sırları hâzinesine iade ettiğini bilmezlerden miyim sanki?.
Ben de bu akşam etrafıma pek dağıldım. Senin vermekte, almakta, çözmekte,
toplamakta tek olan kudretini, olmazları olduran, çürümüşleri ihya eden
buyruğunu anlatabilmek için bu derece ıraklara gitmeye, uzak hakikatlerin
yüzlerini açmaya ne hacet?
Benim bir taştan daha sert, daha cansız daha hareketsiz olan yüreğime,
anlatılmaz, dile tarife gelmez bir yanıklık vermiş olman, en yakın, en sahih
mucizen değil mi?
Acaba, tarif edilmeyeni tarif et, derken, yedi cehennemi yakıp kül edecek
bu gönül ateşini mi dile getirmemi istedin?
Ah Devletlim, sana evvelce de söylemiştim. Güneşler doğar batar, yıllar
yılları, devirler devirleri kovalar; dünya seyrinde, kâinat devrinde, sadık
köleler gibi, şaşmadan durup dinlenceden eskiyip yenilenir ve bu bir yandan
ölüp bir yandan dirgen cihan, yiğitlerin kuvvetleri, cihangirlerin pazuları,
zekâ ve idrâk hamlelerinin harikaları ile mamur olup ahenklenirken, insanoğlu
yapan her zorluğu yenen her müşkülü başaran insan, bir âşık gölünün o kendini
ve kâinatı yağmaya veren yanıklığını dile getiremez.
İzin ver Devletlim, izin ver de bu akşam, lafza gelmez bir kıyametin
karşısında her vakit ki gibi derin derin susayım!
***
Dün gece, denize düşmüş bir sepet gibi, içimden geçen dalgaların kucağında
çalkandım. Yetişilmez uzaklıklara, erişilmez nihayetsizliklere gittim. Bu öyle
anlardandı ki gittiğimiz yerden bir daha döneceğimiz hatıra gelmez; daldığımız
âlemden bir daha, baş çıkaracağımız aklımızdan geçmez..
Orada, halkın dilinde türlü ismi olan türlü eşya, aynı tesbihin taneleri
gibi, aynı vird ile çekilir.
Orada, efendi kuldan, kul efendiden seçilmez. «Rabbiml» diyecek âciz bir
dudak, «sevgilim!» diye haykırır da günah yasılmaz.
Ama ne hazin ne müşkül ne yaman bir çile ki, zaman denen söz dinlemez el,
bizi hem her şeyden soyup bu zevk kefenine sarar, hem de onu istediği an
üstümüzden çekip, tekrar kat kat ağır, ve kasvetli dünya libaslarını giydirir.
Bilmem bir yüreğe, boşalmak, her kayıttan, her bağdan azade olmak zevkim
tattıran bu el, onu tekrar teşahhus [şahıslanma; belirlenme; bir şekil ve
kimlik kazanma. ] âleminin tatsız şivesine iade edecek kadar nasıl insafsız
olabiliyor?
***
Şu güzel kadına ben anne diyorum;, sen de teyze diyorsun Bu arslan yapılı
adam benim babam, onun, amcasıdır. Bana dayı, kardeş, dost, arkadaş olanlar,
kim bilir ötekilerin nesidir?
Ama başımızı önünde eğdiğimiz bir kudret: var ki, yalnız ona sen de ben de ötekiler
de, Allah’ım, diyoruz.
Âlemin değişici hükümleri her yaratılmışa bir başka damga vururken, sen, ey
ezel künyemizi bilen Tanrım, halkın dilinde bin bir renge boyanan bir kulun var
ki ona, sevgilim, diyorsun.
*** .
Yoldaşım, dostların senin için «O bir ıztırap çiçeğidir» diyorlar ve
haberin olsun ki acılarına acıyor, ıztiraplarına, kahırlanıyor, senin için
gözyaşı döküyorlar.
Beni ise aralarında, bu duygularına kayıtsız ve tasasız dolaşır görmekten
kızdıkları muhakkak. Hattâ hiddetleri, idraklerini o derece kamçılıyor ki, sana
muhabbetsizliğimi iddia edecek kadar ileri varıyorlar.
Onları ayıpladığımı sanma yoldaşım, zavallılar seni, değil, yalnız
kendilerinden, anandan babandan bile çok sevdiğimi ne bilirler?
Evet, seni ünsiyet ve karabet ölçülerinin sınırlarını atlamış, keyfiyetsiz,
usulsüz, başıboş bir ezel coşkunluğu ile sevdiğim. halde, itiraf etmeliyim ki,
sana acımıyorum yoldaşım.
Doğru söylüyorlar; sen bir ıztırap çiçeğisin. Fakat bilmiyorlar ki kokun
da, caziben, sihrin de bu yürek dağından
gelmektedir.
Onlar gene bilmiyorlar ki, binbir çiçeğin arasında sana uzanan, sana
iltifat eden, seni koparan el, bu yanıklık, bu yatışmaz, yürek dağı için seçip
göğsüne takmıştır. Ben, bir güzelin başında veya göğsünde solan çiçeğe acıyacak
kadar ham ve budala mıyım? .
Ko, ne derlerse desinler, sana acımıyorum yoldaşım..
***
Seni çağırıyorum. Dilimin yabancı olduğu, dudağımın tanımadığı isimlerle
sesleniyor, haykırıyorum. Bilmeyenler de, bu telâşımın bu çırpınmamın, sana
sesimi duyuramamaktan olduğunu sanıyorlar.
Yok, hiç te öyle değil. Fikir, daha söz kisvesi giymeden onları yerlerinden
kopardığını, gizliliklerin meçhullerin, tuzaksız silâhsız tek avcısı olduğunu
bilmezlerden değilim.
Henüz kalblere düşmemiş endişeleri, gönülleri sarmamış arzuları, zihinleri
tutmamış fikirleri, yüreklerde yer etmemiş gamları, sen o kalb, o gönül o zihin
o yürek sahiplerinden evvel bilmişsindir. Aklın, idrakin, fehmin, ferasetin,
meram ve şivemin keşkülünde senin kararlamış, senin koymuş olduğun daiyelerden
[İnsanı bir şeye candan bağlamağa sürükleyen iç duygusu. ] başka bir şey
yoktur.
Biz daha kendimizi tanımadan, ezel künyemiz senin elinle yazılıp gene seni
elinle boyunlarımıza takılmıştır.
Ey benim görür gözüm, tutar elim! böyle üst üste haykırmaklığım, sesimi
sana duyurmak endişesinden değildir. Buna cümle âlem inansın.
Seni durmadan dinlenmeden çağırıyorum; çünkü hiç bir hitabı cevapsız
bırakmak adetin değildir. İşte o cevapların zincirlenerek beni kuşatması,
sesime sesinin çift olması için, seni durmadan dinlenmeden çağırıyorum. Ne olur
bu divaneliğimi, boşalan kadehine içki dilenen fakir bir sarhoşun zilleti gibi
hoş gör!
***
Zaman oluyor ki sevincin yapamadığını ıztıraba
yaptırıyorsun.
Zaman oluyor ki kederin öremediği kaftanı kahkahaya dokutuyorsun.
Ey sırlar dünyasının anahtarı!
Gene zaman oluyor ki insan elinin açamadığı kapıyı, bilinmez hangi semtten
esen bir aşk nefesine açtırıyorsun.
Kimi bir yudum suyun hasretiyle kıvranırken, kimine dereyi aşmak için köprü
aratıyorsun. Kimi bir lokmanın peşinde didinip savaşırken, kimine tokluğun
zahmetini hafifletecek deva düşündürüyorsun.
Ağaçlar, gölgelerini bir nefes gibi içlerine çektikleri kızgın öğle
zamanlarında, koyunlara serin, rüzgârlı ağaç dipleri aratıyor, yılanları ise
dolaşık saçlı çalıların arasından bir ok gibi dışarı
fırlatıyorsun.
--
Bir anaya iki evlât veriyorsun. Biri, mayası unutulmuş hamur gibi, kabının
içine çöküp kalıyor. Biri, masalların yenip yenipte tükenmeyen tılsımlı salkımı
gibi, cihan dudağının şarabı oluyor.
Ah, bugün sana söyleyeceklerim pek çok. Ama keşki hepsini unutsaydım,
hepsini kaybetseydim de, bir gülün yapraklarındaki koku gibi, elin tutamayacağı
gözün göremeyeceği sırları, hatırlayıp ortaya dökseydim.
***
Söyle Devletlim söyle, gizliyi de söyle aşikârı da söyle., bilineni de
söyle, bilinmeyeni de söyle.. Bunların, halkın kulağına gideceğinden endişem
yok. Zira ne desen, neyi söylesen, ancak duyacak olan duyar; işitmesi lâzım
olan işitir.
Eğer âlem halkı her söyleneni duymuş, her gösterileni görmüş, her
anlatılanı anlamış olsaydı, gönül körlüğü gönül sağırlığı, agâhsızık,
bigânelik, zevksizlik yer yüzünden kalkmış olurdu .
Söyle Devletlim, ne istersen, neyi dilersen onu söyle.
İstersen, seni de bizim gibi katı ve hodgâm [bencil, kendi isteğinden
başkasını düşünmeyen, kendini beğenmiş] edenlere, yüreğinden melekleri
utandırarak bir şefkat ve rikkat taştığını söyle, inanmazlarsa, göster meydana
koy!
İstersen, senin de bizim gibi küçük, âciz ve zavallı olduğuna hükmedenlere,
akılları durduran, yürekleri dağlayan, cihanı yağmaya veren bir dehşet, bir
azamet olduğunu söyle. Gene inanmazlarsa mucize yüzünü aç göster!
İstersen, bu dünya meydanında çaresizlikten bezginlikten, ümitsizlikten
başlarını döğenlere, ümidin, tesellinin, şifanın ta kendisi olduğunu anlat.
Anlamazlarsa, hayat sahibi ettiğin ölmüşleri, ölüm zevkine susattığın hayat
sahiplerini önlerine sür, şahid tut,
göster!
İstersen, saklı köşende sessiz sadasız gizleneceğine, herkesin bir cephe
aradığı bu dünyada, seni de bir yüzden görmek isteyenlere, cephesizlik oyunu
oynayarak izini kaybettiğini söyle, itiraf et!
İstersen «bu dünyada en kolay şey unutmaktır, siz de ezel gününde yalnız
beni görmüş, benimle alış veriş etmişken gene de her şeyden evvel beni
unuttunuz» de. .
İstersen, sıhhatli hislerin:, dolgun, işe ısrar düşüncelerini delice başı
boş bırakıp, gurur ve nahvet [Kibir, gurur. Kibirlenme, büyüklenme, böbürlenme.
] kurtlarına kaptıran insanların ortasında sükûnla, sabırla dolaştığını ve bir
çoban şefkatiyle onları zaman zaman ikaz ettiğini saklama.
İstersen, azgın iptilâlarını, yatışmaz arzularının, bitmez tükenmez
hırslarının kulu olan kimselerin esaret zincirlerini çözen elin, senin elin
olduğunu söyle. .
İstersen, şehvetlerinin cebri altında bunalmış, izanlarını, idrâk ve
muvazenelerini kaybetmiş olan güruhun iç yüzlerini, his ve fikir sefaletlerini
açığa vur, kendilerinden kendilerini iğrendir!
İstersen, «gün gelecek ki ne yer kalacak ne de gök» diyenlere «zaten ne yer
var ne gök ne de siz, var olan yalnız benim» de! .
İstersen seni kolayca teshir etmek, bilmek tanımak mümkün olduğunu
sananlara : «Şayet elleriniz gökyüzüne uzanıp ayı ve yıldızları indirmeğe de
muktedir olsa, gene benim varlığıma yetişmekten acizdir» de!
İstersen seni türlü bühtanların taşma tutanlara, yeni yetişen bir kız gibi
edebli, yeni doğmuş bir çocuk kadar masum olduğunu isbat et!
İster boş bulun da, müşkül ve can yakıcı taraflarım da söyle. Muhteşem ve
şaşaalı bir kıskançlığa sahip olduğunu itiraf et!
İstersen her suçu her günahı bağışladığını söyle, yalnız ikiliğin gölgesine
bile yer vermeyen bir müstebid [istibdat yapan. Despot ] olduğunu gizleme!
İstersen dünyaya çağırıp aşk çengine gönüllü yazdığın kimseleri elinle
öldürdüğünü, sonra da bu ölmüşleri kendi nefesinle diriltip aşk meydanının
kahramanları ettiğini açığa vur, söyle, gizleme!
***
Ben ne uykusuz geceler isterim, ne gözyaşı, ne feryad.. bunlar hep varlık
hastalığının sayıklama nöbetleridir, dedin. O da çaresiz sustu. Ama unutma ki
yalağın taşması, çeşmenin kabahatidir.
Sorulursa, onun ne bir iddiası, ne şikâyeti ne de anlatacak bir hikâyesi
vardır. Ama gene de köpüre köpüre akıp gitmek günahım işliyorsa, hesap görmek
için, beraberce suyun başına gidelim.
Bir tebessüm vardır ki sade sana gösterilir; bir ünsiyet ânı vardır ki
yalnız seninle çift olunur; bir sır vardır ki sade sana söylenir. İşte o da
senden başka mahremi olmayan bu gizlilikleri, gene seninle paylaşıyorsa, bu
suç, hangi hâkimin yüreğini yumuşatmaz bilmem
ki? ,
Bir çiçeğin bile açması için bünyesinde ne uzun ne hesaplı hazırlıklar ve
ne içten içe kaynayan bir faaliyet devresi lâzımdır. Mademki diktiğin bir
tohumun sürüp gelişmesi, çiçeklenip, kokusunu çeşnisini dökmesi hoşuna
gitmeyecekti; ne demeğe, yeni sürmüş bir filizken ezip çiğnemedin?
İnan ona, inan ki artık susmak istiyor. Şimdiye kadar her ne ki söyledi, hepsi de söylenebilir sözlerdi. Vaktaki
sıra söylenemeyecek olanlara geldi, ey benim Rabbim, ne diye bu zavallının
içine hem o yanıp yakılmak ateşini verdin, sonra da dudağına kilid vurdun?
***
Karanfil kokusu, beni her zaman bir kuyu başına götürür. Kuytu ve loş bir
bahçenin ortasındaki tahta çıkrıklı kuyudan su çeken esmer ve geçkince bir
kadını, eskiden olduğu gibi seyre dalarım.
Onun, geçmiş yıllarda seyrettiğim gibi, bol, uzun ve daima biçimsiz olan
elbisesinin içinde hatları belli olmayan vücudu ile çıkrığa asılışı, uçları
omuzuna atılmış baş örtüsünün terleyen boynuna yapışışı ve nihayet çektiği suyu
kuyu başındaki anaçlaşmış, köpürmüş karanfillerine tepeden boşaltışı, belki o
zaman olduğundan daha vüzuhla [açıklık, açık ve anlaşılır şekilde olmak,
netlik, aydınlık] karşıma gelir.
Suyu, herkes çiçeğinin köklerine verirken, esmer kadının meşakkatle kuyudan
çektiği kovasını, israf olmasına, ziyan olmasına kulak asmaz bir cömertlikle
hep böyle tepeden döküşü, onlara karşı her zahmeti, her fedakârlığı yerinde
bulduğunun bir şahidi gibi idi.
Hakikaten de, başka kadınlara iltifat etmekten, .kendisine muhabbet payı
ayıramayan bir kocası ve sabrını, nezaketini çekemeyen komşuları arasında
kırgın, anlaşılmamış ve muztarip yaşayan bu kadın, gönlünün bütün alış verişini
bahçesinin dilsiz çiçeklerde eder, onlara, yüreğinin sahipsiz muhabbetini
düşünmeden verirdi.
Ben henüz küçük bir çocukken ve çocukluğun o kendine hâs safvetini bir
gömlek gibi üstümden çıkarıp atmadan bu mütevazı bahçeye sokulmakta, anlatılmaz
bir cazibe bulur, belki de ona, çiçeklerinden öte bir sevgi merhalesi olmak,
birikmiş muhabbet akçesini harcatacak bir metâ gibi karşısına çıkıp, küçücük
gönlümle onu boşaltmak, dinlendirmek isterdim. “Ve bunda muvaffak olduğumu,
gene o zamandan ziyade — senelerin inkişaf ettirici huyundan haber alarak —
şimdi daha iyi his ediyorum. Zira o, dişinden tırnağından arttırdığı
altınlarını çömleğe basan bir adam ihtiyatkârlığı ile, hiç bir tarafa
harcayamadığı, karşılığında hiç bir sevgi satın alamadığı muhabbetine bir küçük
çocuğu istekli buldukça sevinir, gönlü çömleğinin kapağını pervasızca açar ve
bu saklı gizli muhabbeti düşünmeden harcardı.
O zaman karanfiller sulanmaz, kınaların lâtinlerin kökleri kabartılmaz,
güllerin fesleyenlerin kurulan ayıklanmaz ve küçük bir çocukla, gençliği veda
şarkısı okuyan bir kadın, bu bedii [Bedi' ve güzel olan. Ebedî ve güzel olan.
İlahî ve güzel eserlere müteallik bulunan. ] ölçülerden uzak, teklifsiz loş
bahçede, bilinmez nasıl, saatler süren bir gevezeliğe dalarlardı.
Şimdi bu geçmiş günleri, onun, diktiği yerde duran ve asla kendiliğinden
yer değiştirmeyen çiçekleri gibi, karşımda bulurken, hâtıraları arayan,
kollayan hafızamızın da onları daima çeşnileri ve tatları ile bıraktığımız
yerde bulduğunu ve zaman zaman kolladığımız, aradığımız bu hâtıraların bize
kendiliklerinden gelmek sokulmak, hislerimizin kapısını çalmak tenezzülünü
göstermediklerini, ancak bizim onların ziyaretine gittiğimizi düşünüyorum.
Belki de hatıra, tasarruftan kurtulmuş bir ölü olduğu için, artık üstünde
kimsenin gözü, müdahalesi, tesiri kalmamış bir mahremiyet ve ebediyete
dayanmış, yaslanmış ve gizlenmiş olduğu için ona bu kadar yakın, dost ve
âşinâyız.
Bilmem, olgunluk ve ebediyet damgasını yemek için, ihtiyar ve tasarruf
nöbetini savmış olmak, hakikaten bir zaruret midir?
Kaynak: Sâmiha AYVERDİ, Yusufcuk-Nesirler, Gayret Kitabevi, 1946, İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar