ZEN VE SÛFÎ’DE ÇAY İÇMENİN SIRRI
Zen, kökeni Hindistan'daki Dhyana (ध्यान) okuluna kadar uzanan bir Mahāyāna Budist okulunun Japonca'daki ismidir. Hindistan'dan Çin'e geçen okul
burada Ch'an (禪) olarak ismini
duyurmuştur. Tang Hanedanlığı döneminde Çin'de belli başlı Budist
okullar arasına giren Ch'an, Çin'den Kore, Vietnam ve Japonya'ya yayılmıştır. 20. yüzyılda Batı'da tanımaya başlanan bu okul, İngilizce
ve diğer Batı dillerine Zen ya da Zen Budizm ismiyle girmiştir.
Tasavvuf, İslam inanışına göre,
ruhu kötü huylardan temizleyip (safa), hakiki bilgiye (yakın) ulaşma yoludur.
Sufizm olarak da adlandırılır.
Kavramları netleştirmek için mistisizm ile tasavvuf arasında herhangi bir
ilişki olmadığını hatırlatmak gerekir. Mistisizm Hristiyanlığa mahsustur. Mistisizmin
hedefi sevgidir. Tasavvufun hedefi ise akıl ile kavranamayan Allah'ın varlığını
kavramak yani müşahade ve yakındır. Mistik kişi dünyada edilgendir ve kendisine
verilenle yetinir. Tasavvufçu ise bir amaca yönelik olarak bir şeyh
önderliğinde sürekli ilerleme amacını taşır. O nedenle mistisizmde şeyhler
yoktur.
Sufizm veya Sufilik (Arapça: صوفية), İslamiyet'te Allah'a ulaşmanın ezoterik yollarından biri ve felsefi bir akım. Birçok farklı tarikatı vardır. Mezhep olup olmadığı
konusunda fikir birliğine ulaşılmamıştır. Bu yolun takipçilerine Sufi
denir.
Sufizm’in tanımı çeşitli mutasavvıflarca farklı şekillerde yapılmıştır. Bu
tanımlardan birine göre, Sufizm, insanın akıl yoluyla erişemediği ilahî
hakikatleri ve gayb alemine ait hakikatleri sezgiyle arama yoludur. Hedef,
insan-ı kamil olmaktır. Bir başka deyişle, Sufizm, İslam inanışına göre,
kişiliği kötü huylardan temizleyip, ruhu pak edip, olgun olma (kemale erme)
yoludur.
Pek azımız, örneğin, bir tekkeye kapanarak, hayatlarımızı
manevi bir yola adama lüksüne ya da aynı anlamda, eğilimine sahibiz. Ama eğer
kendimizi vererek, yaptıklarımızın kutsanabileceği duygusuyla bahçemizi
kazabilir, çimleri biçebilir, manava gidebilir ya da çocuklarımıza
bakabilirsek, manastıra kapanıp derviş olmaya gerek yoktur.
Hayatın gündelik etkinliklerinde farkında olma ya da zihnin
açık olması pratiği Zen’de merkezi bir yer tutar. Bir derviş ağaç budar, yemek
pişirir, temizlik yapar vs., ama bunları yalnızca kendisinin ve arkadaşlarının
hayatlarını sürdürmeleri için değil, bir tinsel disiplin olarak da yapar. Zen
ustası Thich Nhat Han bulaşık yıkama sürecini şöyle anlatır:
Bulaşıkları yıkarken kişi yalnızca
bulaşıkları yıkamalıdır; bu demektir ki, kişi bulaşık yıkarken bulaşık
yıkamakta olduğu gerçeğinin tamamen farkında olmalıdır. İlk bakışta, bu biraz
aptalca gelebilir: Böyle basit bir iş için o kadar sıkıntıya ne gerek var? Ama
mesele tam da budur. Burada ayakta duruyor ve şu kapları yıkıyor oluşum mucizevi
bir gerçekliktir. Nefesimi dinleyerek, mevcudiyetimin bilincinde ve
düşüncelerimin ve eylemlerimin ayrımında olarak, ben kendim oluyorum... Eğer
bulaşık yıkarken sadece bizi bekleyen bir fincan çayı düşünür ve sanki bulaşıklar
bir belaymış gibi aceleyle başımızdan savmaya çalışırsak... bulaşık
yıkadığımız süre içinde yaşıyor olmayız... Eğer bulaşıkları yıkayamıyorsak,
çayımızı da içebilme şansımız olmayacaktır. Çayımızı içerken başka şeyler
düşüneceğiz ve elimizde tuttuğumuz fincanın çok az ayrımında olacağız. Böylece
sürekli gelecek tarafından yutulacak, ve gerçekte hayatımızın bir dakikasını
bile yaşayamayacağız.[1]
İnsanlar sıklıkla yoğun ritüel disiplin, egzotik yerlere
geziler ya da ağır pişmanlık gösterileri yoluyla huzura kavuşmaya ya da aydınlanmaya
çalışır. Tuhaftır belki, ama aydınlanma tam da zaten bulunduğumuz yerdedir;
aydınlanma zaten içinde olduğumuz duruma açık olmak ve onu olumlamaktır. Her
gün yapmak zorunda olduğum ıvır zıvır şeyler huzurumun önünde bir engelmiş gibi
görünür; aslında, her gün yaptığım şeyler huzur bulmamın mümkün olduğu tek
yerdir. Ve eğer kendimi zaten olduğum, zaten sahip olduğum ve zaten yaptığım
şeye açacak olursam, hayatımı bir sanat olarak yaşayacaksam, o zaman
bulaşıkları yıkamak gibi her gün yaptığım somut şeylerden başlamam yerinde
olacaktır. Eğer huzur bulmayı amaçlarıma ulaşmaya ertelersem, oraya ulaştığımda
da huzur bulamayacağım. Thich Nhat Han’ın "eğer aklım içeceğim çayda olduğu için kendimi
vererek bulaşıkları yıkamaktan acizsem, kendimi vererek çayımı da içemeyeceğim”
derken kastettiği budur. Demek ki, yaşama sanatı, hayatımızdaki en sıradan,
mütevazı (ve dolayısıyla en hakiki) anların sanatıdır.
Dewey’in estetiği üzerine yürüttüğü mükemmel tartışmada
Thomas Alexander bu estetiği Zen'le bağlantılandırır. Alexander'a göre,
Dewey’in estetiği için merkezi olan "süreç olarak şimdide yaşama"
nosyonudur.[2]
Alexander şöyle sürdürür:
İnsan dünyayla yaşamakta olduğu anda
bağlantı kurar. Böylesine bütünlüklü olarak yaşanan anla birleşmek tam da Zen
Budistlerin "aydınlanma" dedikleri şeydir. Bu basitçe "orada-olmak"tır; içinde özne ve nesnenin kaybolduğu, içinde kişinin o
olduğu için artık Buda'yı göremediği tam farkındalık anıdır.
Demek ki, Zen'de, zihin açıklığı ve sürece kendini verme ilahi
olanla bir kaynaşmayla bağlantılıdır: Kişinin süreç içindeki dünyayla ve o
dünyada kişinin üzerinde çalıştığı şeylerle kaynaşması dinsel bağlanmanın
içeriğini oluşturur. Sanatın temeli olan materyallerle kaynaşma (başka insanlarla,
bir kültürle ve kültür içinde ve tanrılarla) daha geniş kaynaşmaları mümkün
kılar ve fırsat yaratır.
Tantrizm ya da Vajrayana, Budizmin (ve bu anlamda Hinduizmin)
süreç içinde hayatı olumlayan başka bir biçimidir ve bizi hali-hazırda yapmakta
olduğumuz şeyin ayrımında olmaya çağırır. Budist rahibe Pema Chödrön
Vajrayana'yı "amacı
yol olarak alma pratiği” olarak tanımlar.[3] Bu, örneğin, nirvana'ya. bu dünyada erişmek ya da mevcut
cehaletimizi eksiksiz aydınlanma olarak almak demektir. Cehaletimiz o zaman
halihazırda aydınlanmış olduğumuzu fark edememekten ibaret olacaktır. Pema
Chödrön’ün öğretmeni Chögyam Trungpa şunları yazar:
Tantra'da, yol almakta olduğumuz
için gurur duymak zorunludur; ileri mi, yoksa geri mi yol alındığı gerçekten
önemli değildir. Fiilen bir yolculuk gerçekleşiyor; mesele budur... Bir
yolculuktan söz ediyorsak, gayet açıktır ki mücadele etmekten ya da ihtirastan
bahsetmiyoruz. Öte yandan, belki mücadele etmekten ve ihtirastan söz ediyoruz:
Burada oluşa, şimdiki şu ana yönelme anlamında ihtiras ve disiplin ve gayret
anlamında mücadele zorunludur.[4]
Bir hayat tarzı olarak sanat, bir bakıma, gerçek gayret ve
disiplini, amaçlara ulaşmak için gerçek arzuyu talep eder. Ama, her şeyden
önce, yolculuğun kendisine dalmayı talep eder: Yol kendi başına amaçtır. Yolda
oluşumuz hem hakkımızdaki en bariz gerçek hem de gerçekliğin ayırdına
varmamızın anahtarıdır.
Sanat ve zanaat kişinin yaşamında mevcut olmasının ya da zihnini
açmasının hem merkezi metaforu hem de merkezi bir örneğidir; bu haliyle de
benim tinsellik dediğim şey için merkezidir ve sanatsal etkinliklerin dünyanın
bütün tinsel geleneklerinin kalbinde yatıyor olması pek sürpriz sayılamaz.
Hayatı ve zanaatıyla ilgili Carla Needleman’m dediği gibi, Olduğum yerde olmam
gerekiyor. Olmadığımda, orada bir yerde kaybolduğumda, hayatıma, bütün
düşüncelerime ve düşlerimde (bunlar ister güzel isterse sıkıntı verici düşler
olsunlar) yer alan duygulara yabancılaşırım. Basitçe söyleyecek olursam, eğer
hayatımın bir anlamı olacaksa, kendi derimin içinde canlı olmam gerekir.
Zanaatım derimin içinde canlı olmaya çalışmanın bir yoludur.[5]
Bu en temel hakikatlerin sıradan halkasıdır. "Olduğum
yerde olmam gerekir”: Kişinin olduğu yerde olması ihtiyacı, tatmin
edilmekten başka bir şey yapılamayan bir ihtiyaçtır; ben her zaman zaten
olduğum yerdeyim; bu demek değildir ki, sanki zaten olduğum yerde olmak için
bir yer edinmem
gerekir. Ancak mesele tam da budur. Sanat hakikati deneyimlemenin, zaten olunan
şey olmanın bir yoludur. Değiştirilmesi gereken, sanat yoluyla üzerinde
çalışılması gereken gerçeklik değil, bizim kendi yanılsamalarımızdır.
Şimdi savunmakta olduğum sanat kuramının ve yaşama sanatının
vazgeçilmez bir örneği olarak gördüğüm şey üzerinde durmak istiyorum: Japon çay seremonisi. Çay seremonisi,
adından anlaşılacağı gibi, bir çay törenidir; çayın hazırlanması ve içilmesinin
törensi bir yoludur. Düşünün, çay içme günlük hayatın bir parçasıdır; aslında
bu çoğu Japon un çoğu günler yaptığı bir şeydir. Böylesi bir etkinliği bir
sanat düzeyine çıkarmanın özel bir anlamı vardır. İnsanlar çay seremonisini
öğrenmek ve uygulamak için büyük zaman harcar. Ve bu, bence, sanat hakkında
söylediklerimi olumlar: Bu yaptığınız ne olursa olur sa olsun onu yapmanın bir yoludur, bu bir tao'dur,
çayın tao1su. Gerçekten de,
çay seremonisine Japonca'da çayın yolu anlamında chado denir. Çay seremonisi bir günlük etkinlik üzerinde muazzam
bir yoğunlaşma sağlayarak ve onu salt kendisi için yaparak hayatı sanat
düzeyine yükseltir. Çay seremonisi içselleşme yoluyla aşkmlığa erişmeyi ister;
o bir yaşama sanatıdır. Ve onun Zen'le ilişkili olması şaşırtıcı değildir.
On altıncı yüzyılda yaşamış bir çay ustası olan Nambo Sokei
şöyle yazar: "Sadece ateşi yakın,
suyu kaynatın ve çayı için. Çay seremonisi bundan başka bir şey değildir."[6] Ve özünde, çay seremonisi gerçekten de her gün yapılan çay
etkinliğinden başka bir şey değildir. Ne var ki, seremonideki sanatı vurgulamak, katılan kişiyi yoğun bir
biçimde bu sıradan etkinlikte odaklanmaya teşvik etmek için, klasik çay
seremonisi inanılmaz ayrıntılı tören kurallarıyla örülmüştür. Bu kurallar çay
odasındaki davranışları ve düzenlemeleri, çayı hazırlama ve sunmada kullanılan
şeyleri, yapılacak hareketlerin sırasını ve niteliğini ve seremoni sırasındaki
konuşmaların içeriğini belirler. Ne var ki, tuhaftır, çay seremonisinin aynı
zamanda son derece kendiliğinden ve hatta kuralsız olduğu düşünülür (bu, çay
seremonisinin Zen, Taoizm ve Konfüçyüsçülükteki kaynaklarıyla ilişkilidir).
Burada biraz durup düşünelim. Törensi bir hava içinde
önceden belirlenmiş eylemlerin önceden belirlenmiş biçimde yapıldığı ve
bunların aynı zamanda kendiliğinden yapıldığı söyleniyor. Hemen görülecektir ki
bu bütün bir hayatı özümleyebilen bir iştir. Ve aslında birçok hayat çay
yolunda geçirilir. Ritüeller öylesine titizlikle ve öylesine kendini vererek
yapılmak durumundadır ki, yapılan her şey tamamen içselleştirilmiştir; kişi
kendisine tam şimdi en çok ne yapmak istediğini sorduğunda, yanıt önceden
belirlenmiş o özel tören eylemi, diyelim, çay fincanını yüz seksen derece
döndürmek olmalıdır. Kişi eylemi özgürce, kolaylıkla ve doğallıkla, ama aynı
zamanda tam olarak belirlenmiş bir biçimde yapar.
Jorge Luis Borges, Arthur Danto'nun çalışmasıyla estetik literatürüne
giren bir hikâyesinde, yirminci yüzyıl başlarında Don
Quixote un bir parçasını yazan Pierre Menard adlı bir yazarı anlatır.
Bu Don Quixote'un yeni bir versiyonu
olmadığı gibi, bir Cervantes uyarlaması da değildir. Bu, sözcüğü sözcüğüne
Cervantes'in Quixote'udur. Ne var ki,
Cervantes'in eseriyle biçimsel özdeşliğine rağmen, Burges Menard'ın Quixote'u orijinal eserden inanılmaz ölçüde
farklıdır. Örneğin, Borges "Menard'ın arkaik üslubu ... belli bir
duygusallıktan kurtulamıyor. Ama zamanının gündelik İspanyolcasını kolaylıkla
kullanan öncüsünde bu görülmez” diye yazar.[7] Ne olursa olsun, kitabının
birkaç bölümünü tamamlaması Menard'ın ömrünün tamamını almıştır. Bunun nedeni
çok ilginç bir teknik kullanmış olmasıdır. Menard bunu kendi ifadesiyle şöyle
anlatır: "Benim
kendi başıma oynadığım oyunumun birbirine zıt iki kuralı vardır. Birincisi
[Cervantes üzerine] biçimsel ve psikolojik nitelikte çeşitlemeler yapmama imkân
verir; İkincisi beni onları orijinal metne yedirmek ve bu hiçlemeyi çürütülemez
bir biçimde aklileştirmekle yükümlü kılar.” (s. 51) Menard, başka
bir ifadeyle, Cervantes’in her bir sözcüğünün niçin zaten olduğu yerde olmak
zorunda olduğunu tespit etmek zorundaydı. Bu kabaca çay seremonisinin de
estetik yapısıdır; görünüşte mekanik bir süreç olan şeyin temelinde muazzam bir
kendini olumlama ve inkâr eylemi yatmaktadır. Kişi kendini kuşkuya yer
bırakmayan bir mantıkla törene feda eder.
Ama çay seremonisindeki durum Menard'ın Quixote'undaki durumdan bile karmaşıktır. Zira
kişi hiçbir değişikliğin bir yenilik olarak görülmesi imkânının olmadığını
gördükten sonra, artık uygun eylemler kendiliğinden ortaya çıkmak zorundadır.
Öyle ki, sanki Menard hiçbir zorlama olmadan kendisini Cervantes'in sözcüklerinin
tıpatıp aynısını yazma isteği içinde
bulmuştur. Çay seremonisine bütünüyle özümleyici nitelik kazandıran da budur;
bu çok basit bir seremonidir -estetik bakımdan minimalisttirama aynı zamanda
katılanın erişebileceği her derinliğe erişebildiği bir seremonidir. Elbette,
katılığın ve kendiliğindenliğin böylesine aynı anda var oluşu imkânsız
olabilir, ama en azından izlenmeye değer bir yoldur bu. Ve çay seremonisinin bu
özelliği çay ustasının bütün deneyimine yansır; çay ustası günlük sıradan bir
etkinliği yürüttüğü için, sıradan etkinlikleri güzel, törensi ve kendiliğinden
bir biçimde yapmayı öğrenir.
Çay odası bir anlamda gündelik hayattan yalıtılmıştır. Sakin
ve sessizdir, iş kaygılarından arınmıştır ve boyutları (tipik olarak üç
metrekare) belirlenmiş ve diğer odalardan ayrılmıştır. Ama bu bölmeyi gündelik
hayatın minyatürü olarak açıklamak daha doğrudur. Günlük hayat önceden ritüel
olarak belirlenmiş bir biçimde çay odasına taşınır. Çay seremonisi gündelik
dünyanın mükemmelleştirilmesi değildir.
Aslında, Kakuzo Okakura'nın The Book of Tea
[Çay Kitabı] adlı kitabında belirttiği gibi, çay seremonisi "öz olarak 'mükemmel olmayan' a bir tapınmadır, çünkü o özenli
bir biçimde hayat olarak bildiğimiz bu imkânsız şey içinde mümkün olan bir şeyi
başarma gayretidir."[8] Çay
odasının titizlikle temizlenmesi öngörülmüştür (bu muhtemelen Shinto arınma
ritlerinden gelmiş bir unsurdur). Tekrarlayacak olursak, gündelik temizlenme
eylemini zihin açıklığıyla yerine getirmek için bir fırsat sağlıyor olsa da,
bunu çay odasının gündelik hayattan ayrılmasının bir yolu olarak
düşünebilirsiniz. Ama çay ustası Rikyu'nun Okakura'nın ağzından anlatılan
hikâyesini düşünelim:
Rikyu, bahçenin yolunu süpürmekte ve
bahçeyi sulamakta olan oğlu Sho-an'ı seyrediyordu. Sho-an işini bitirdiğinde,
Rikyu "Yeterince temiz olmadı" dedi ve ondan yeniden yapmasını
istedi. Yorucu geçen bir saatin ardından çocuk Rikyu'ya "Baba, yapacak
başka bir şey kalmadı. Merdivenler üçüncü kere yıkandı, taşlar ve ağaçlara su
serpildi, yosunlar ve likenler canlı bir yeşillikle parlıyor, yerde ne bir çöp
ne bir yaprak bıraktım" diye seslendi. "Acemi çaylak" dedi, yumuşak
bir sesle çay ustası, "bahçe yolunu süpürmenin yolu bu değil."
Bunları söyledikten sonra, Rikyu bahçeye girdi ve bir ağacı salladı. Altın renkli,
kızıla çalan yapraklar bahçeye saçıldı, sonbahar deseni yüzünü gösterdi.
Rikyu'nun istediği tek başına temizlik değildi, güzel ve doğal olanı da
istiyordu o. (s. 36-37)
Benzer bir biçimde, odada ve girişlerinde bütün simetri
izlerinden kaçınılır; örneğin, mükemmel bir uyum gösteren tabaklar nadiren
kullanılır. Aslında, malzemeler sıklıkla bir wabi
yani yoksulluk, estetiği yaratacak şekilde seçilir. Yasuhiko Murai bu
estetiği şöyle anlatır:
Rikyu'nun başarısı insanlarla şeyler
arasındaki ilişkinin tefekkürle ayrımına varıştan doğan wabi estetiğinin zirvesini oluşturur.
Chanoyu [çay seremonisi] zorunlu olarak maddi şeylerle ilgili olsa da,... wabi ideali yoksama ya da yokluk
fikrinden kaynaklanmıştır. Sekizinci yüzyılda, Japon şiiri üzerine çıkan ilk
antoloji olan Man'yo-shu da., wabi basitçe yoksulluk ya da çaresizlik anlamına geliyordu.[9]
Murai, başka örneklerle birlikte, Saigyo (1118-90) ve
Shinkei'nin (1406-74) şiirlerinde nosyonun pozitif bir estetiğe evrilmesini anlatır
ve Rikyu'un gözde şairlerinden biri olduğu söylenen Fujiwara Ietaka’nın
(1150-1237) bir şiirini aktarır:
Göster onlara, kim Orada dağ köylerinde
Çiçekleri bekler
yalnızca:
Kardelenler uç verir Ve böylece bahar gelir.
Wabînin güzelliği istisna olanın değil, gündelik olanın
güzelliğidir. Bu, tipik olanın, onlara zihin açıklığıyla yaklaşana dek
dikkatimizi çekmeyen şeylerin güzelliğidir. Ve çay seremonisi özellikle, içinde
bu zihin açıklığının uç verdiği, gündelik olanın gündelikliği içinde takdir
edilmek üzere yalıtıldığı bir bağlamdır.
Sıklıkla, kaba ve çatlak çaydanlıklar ve fincanlar
kullanılır ve bu parçaların birçoğu çömlekçinin sanatının mükemmel örnekleri
olarak değil, insan yaşamındaki mükemmellikten uzaklığın mükemmel imgeleri
olarak haklı bir ün kazanmıştır. Ueda, Rikyu’nun bir hikâyesini aktarır:
Bir gün Rikyu ve gençliğinde
Rikyu'nun yanında çay eğitimi aldığı başka bir büyük onaltıncı yüzyıl çay
ustası Joo, başka bir çift tarafından bir çay seremonisine davet edilir. Davet
sahibinin evine giderken yolda satılık güzel bir vazo görürler. Joo vazoyu çok
sevmiştir, ama yanında arkadaşı olduğundan ağzını açmaz ve ertesi sabah vazoyu almaya
gider. Ne yazık ki vazo satılmıştır. Sonra kendisine yeni aldığı bir vazoyu
göstermek istediğini söyleyen Rikyu'dan bir çay daveti gelir. Joo davete
gider, artık Rikyu'nun vazo konusunda kendisini geride bıraktığını bilmektedir.
Gerçekten de, vazo oradadır, üzerine incelikle iki kamelya işlenmiştir, ama o
da ne, vazonun kulplarından biri kırılmıştır. Diğer konuklar merak içinde
otururken, Joo Rikyu'ya döner ve şöyle der: "Garip, o vazonun bir kulağını
koparmışsın. Dün o vazoyu gördüğüm anda çarpıldım ve onu çay seremonimde kullanırım,
ama ancak bir kulpunu kopardıktan sonra diye düşündüm. Böylece, bu sabah buraya
gelmeden önce kafamda bir plan kurdum. Çay seremonisi bitiminde konuyu seninle
tartıştıktan sonra vazonun bir kulpunu kesmenin pek ilginç bir şey olmayacağını
düşünerek, ara verdiğimizde ya da bunun gibi bir zamanda kulpu kendim kırmayı
planlamıştım." Bunları söyledikten sonra Joo cebinden bir çekiç çıkardı.
(91, 2)
Çay takımları mükemmel olmaktan uzaktır, çünkü çay
seremonisi hayatın mükemmel olmayışından sanat yoluyla kaçmanın bir yolu değil,
hayatı bütün kusurlarıyla olumlama çabasıdır. "Mükemmel
olmayana tapınma" yoluyla insan çay odasının dışında
sanatçı olarak yaşamayı öğrenir. Rikyu tarafından tasarlanmış ve kullanılmış
olan çay takımlarının bazı parçaları bugün hâlâ durmaktadır. Örneğin,
"Büyük Siyah" ya da "Beyaz Balıkçıl" adlı meşhur çay
kâselerine bakılacak olursa, tasarım açısından son derece basit ve kullanım
açısından son derece kaba oldukları görülür. Bu parçalar doğal, işlenmemiş
maddelerin karakterine sahiptir; yapıldıkları materyallere ne kadar yakın
duruyorlarsa, dünyaya da öylesine yakındırlar. Ve bu parçalar gerçekliğin en
basit yanlarında en büyük güzelliği bulmak için fırsat yarattıkları anlamında
dünyanın olumlanmasıdırlar.[10]
Çay odası içinde tokonoma
adı verilen bir bölmede, genellikle bir çiçek düzenlemesi bulunur (yanında
üzerinde hat ya da temsili resim çizilmiş bir parşömen asılı durur). Bu çiçek
düzenlemesi de hayatın idealleştirilmesi yerine kusurlarıyla olumlanmasıdır.
Belli başlı çiçek düzenleme okullarından biri (bu da, çay seremonisi gibi,
hayat boyu bağlanılabilecek bir sanat biçimidir) doğalcı okuldur. Bu görüşe
göre, örneğin, mevsimi geçmiş çiçek kullanılmamalıdır. Kışın, sadece çıplak
dallar sergilenebilir (wabi'nin başka
bir ifadesi). Ve çiçekler ve dallar doğada gerçekte büyüdükleri biçimde
düzenlenmek zorundadır. Örneğin, dallar vazonun toprak yüzeyi temsil eden üst
yuvarlağından aşağı sarkmamalıdır. Çiğin serinletici etkisini verecek şekilde
vazo ve tomurcuklara su serpilebilir. Ve doğa başka biçimlerde de çay
seremonisine taşınır: Çay odasına genellikle doğalcı düzenlenmiş bir bahçeden
geçilerek bir "bahçe yolu"
ndan girilir. Ve çayın sıcaklığı ve sunulan miktar, sıcak bir günde susamış
konukların susuzluğunu gidermek ya da soğuk bir günde içlerini ısıtmak için,
havanın durumuna göre ayarlanır.
Çay seremonisinde hemen göze çarpan bir özellik seremoninin
birçok sanat dalıyla bütünlük oluşturmasıdır. Çay odasına titizlikle
düzenlenmiş bir bahçeden girilir. Çay odasının kendisi sıklıkla sade biri
mimari şaheseridir ve bu odaları yapan ustalar genellikle saygın kişilerdir.
Çay odası çepeçevre genellikle oyma işlemelerle süslenmiş ya da sırlı
seramiklerle kaplıdır. Çaydanlığın içine tıngırtı müziği yapması için demir
parçaları atılır. Bunları sıklıkla çiçek düzenlemeleri, resimler ve el
yazmaları bütünler. Ritüel olarak belirlenmiş hareketler bir dans özelliği
gösterir ve ritüel olarak belirlenmiş konuşmalar (örneğin, çay takımlarının
orijinleri üzerine sorular) bir drama özelliği gösterir. Bu bütünleşme estetik
deneyimi pekiştirir: Tamamıyla özümleyici olmayı amaçlayan bütünlüklü bir çevre
yaratmaktır bu. Koşullar mesafe koyma ya da ilgisizliğin değil, iç içe geçmenin
estetik bir durumunu yaratacak şekilde düşünülmüştür. (Arnold Berleant bunun en
hakiki sanat deneyiminin bir özelliği olduğunu çarpıcı bir biçimde savunmuştur.)[11] Bir
çay odasında yapılan her şey kendisi için ve gündelik hayata estetik bir
nitelik kazandırmak için yapılır.
Sık sık çay seremonisini dinsel bir tören olarak mı,
toplumsal bir olay olarak mı, yoksa bir sanat eseri olarak mı düşüneceğimiz
sorulur. Bu seremoni gerçekten de Zen manastırlarında yapılan seremonilerden
türemiştir ve söylediğim gibi, Taoist, Shinto ve Konfüçyüsçu unsurlar da
barındırır. (İçinden geldiği gelenek için gösterilen saygı Konfüçyüsçu bir
özelliktir ve atalara tapınmaya benzer.) Ve çay seremonisi hiç kuşkusuz
toplumsal bir olaydır. Başka şeyler bir yana, hiyerarşik bir toplumda çay
seremonisi sosyal engelleri yıkar. Bütün konuklar tipik olarak alçak bir
kapıdan içeri girer ve böylelikle hepsi girerken başını eğer. Kimseden politikadan
bahsetmesi beklenmez. Onun yerine, insanlar özgürce ve kendiliğinden (ritüel
olarak belirlenmiş tarzda!) kap kacaktan, havadan sudan konuşur. Konuklar eşit
muamele görür ve bir konuk tipik olarak onur konuğu muamelesi görse bile bu
konuk her zaman en yüksek sosyal tabakadan biri olmaz ve yüksek sosyal tabakadan
gelenler de saygıda kusur etmemelidir. Ve çay seremonisi, gördüğümüz gibi, ne
kadar minimalist olursa olsun, çok yönlü bir sanatsal şölendir. Peki, ama çay
seremonisi bunlardan hangisidir?
Ne mutlu ki, bizim sanat kuramımız bu soruya hiçbir yanıt
vermememize imkân tanıyor. Halbuki, geleneksel birçok Batılı kuram bizi buna
zorlayabilirdi. Çay seremonisinin toplumsal ve dinsel amaçları, toplumsal ve
dinsel içeriği vardır. Ama bu onun açıkça bir sanat eseri olmasıyla bağdaşmaz
değildir. Çay seremonisinin yapılma amaçlan ne olursa olsun, o salt kendisi
için de yapılır; o içkin olarak özümleyici olması için inceden inceye
tasarlanır; bütün unsurları bu etkiye göre düşünülmüştür. Dolayısıyla, bana
göre, bu bir sanat paradigmasıdır. Ve tam da bir yaşama sanatı, bir yeme, içme,
konuşma, doğayı ve başka insanları sevme sanatı olduğundan, bu kitaptaki temel
fikri özetler: Hayatla sanat arasında seçim yapmak zorunlu değildir; sanatımızı
yaşayabiliriz; hayat ve sanat yakından bağlantılıdır ve çoğu anlarda özdeştir.
Kabaca, bu zamana kadar okuduğum en derinlikli metin olan Okakura dan bir pasaj aktararak bu bölümü
bitirmek istiyorum:
Taoist der ki, Olmayışın büyük oluşu, Tin ve Madde ölümcül
bir kavgaya tutuşur. Sonunda Sarı İmparator, Göklerin Oğlu, karanlığın ve
yeryüzünün şeytanı Shuhyung'u yener. Ölüm
acısı içinde kıvranan Titan başını güneş kemerine vurur ve yeşim taşından mavi
kubbeyi paramparça eder. Yıldızları yuvalarını kaybeder, ay gecenin vahşi
boşlukları arasında amaçsızca dolanır. Çaresizlik için Yeşil İmparator
elinin erdiği, gözünün yettiği her yerde Gökleri tamir edecek birini arar.
Arayışı nafile olmamıştır. Doğu denizinden bir prenses, boynuz taçlı, ejderha
kuyruklu, ateş saçan silahıyla muhteşem ilahe Niuka çıkar gelir. Sihirli
kazanında beş renkli gökkuşağını kaynaştırır ve Çin'in gökyüzünü yeniden yapar.
Ama yine söylenir ki, Niuka mavi gökyüzünde iki küçük çatlağı doldurmayı
unutmuştur. Böylelikle, sevgide ikilik başlar; iki ruh uzayda yuvarlanır,
evreni tamamlamak üzere birleşene kadar asla huzura ermez. Herkes kendi umut ve
huzur gökyüzünü yeni baştan kurmak zorundadır.
Modem insanlığın
gökyüzü gerçekten de servet ve gücün canavarca mücadeleleriyle parçalanmıştır.
Dünya bencilliğin ve kabalığın karanlığında yolunu bulmaya çabalıyor. Bilgi
kötü bir vicdana satılmış, iyilik fayda adına yapılıyor. Doğu ve Batı, bir öfke
denizinde kafalarını tokuşturan iki ejderha gibi, hayat cevherini yeniden elde
etmek için nafile uğraşıyor. Büyük felaketi tamir etmesi için yeniden bir
Niuka'ya ihtiyacımız var; o büyük yeniden doğuş gününü bekliyoruz. Bu arada,
bir yudum çay içelim. (8, 9)
Evet, içelim. Sanat
beraberinde sosyal ve kozmolojik dönüşüm potansiyelini getirir. Ama bu,
dönüşüm için çaba harcamayı kabul etmeyen bir dönüşümdür; bu burada ve
şimdi, dönüşümün bir aracı olarak değil ya da genelde bir araç olarak değil, ama
aynı zamanda salt kendi için, şu an yapmakta olduğum şey üzerinde
yoğunlaşarak yaratılacak bir dönüşümdür. Kierkegaard bir keresinde en zoru işin
"zaten olunan şey olmak için uğraşmak" olduğunu söylemiş ve sormuştu: "Kim
düşünülebilir en büyük tevekkülü gerektiren böyle bir işin altına girerek acı
çekmeyi? Gayet tabii. Ama tek başına bu nedenle bu çok zor bir görevdir,
aslında bütün görevlerin en zorudur çünkü her insanın içinde daha fazla ve
farklı bir şey olma yönünde doğal bir eğilim ve tutku yatıyor."[12] Sanat zaten olduğumuz şeye
odaklanmanın ve böylelikle kendimizi dönüştürmenin bir yoludur. Sanat zaten
sahip olduğumuz şeyi takdir etmenin, zaten orada olan şeyde özümlenmenin bir
yoludur. sh:44-57
Kaynak:
Crispin SARTWELL, Yaşama Sanatı Dünya Tinsel Geleneklerinde Gündelik Hayatın Estetiği, Kitabın özgün adı The Art ofLiving Aesthetics ofthe Ordinary in World Spiritual Traditions, İngilizceden çeviren Abdullah Yılmaz, Ayrıntı, Birinci basım 2000, İstanbul
Crispin SARTWELL, Yaşama Sanatı Dünya Tinsel Geleneklerinde Gündelik Hayatın Estetiği, Kitabın özgün adı The Art ofLiving Aesthetics ofthe Ordinary in World Spiritual Traditions, İngilizceden çeviren Abdullah Yılmaz, Ayrıntı, Birinci basım 2000, İstanbul
**
Yurdumuzda yetişmiş ehli tasavvufunda, Zen/Budist ehli gibi, çayı
sohbetinin baş ritüeli olarak
bulundurmasının temelinde, nefis terbiyesinin kemâlat izlerinde aynı ruhu
taşımasındandır. Farklı da olsa
usullerin izdüşümleri, terbiye yolların
aynı okyanusta nihayet bulacağını göstermektedir. Yollar nefisler kadardır.
Ancak Allah Teâlâ’nın hangisini kabul edeceğini bilmek şuurunda, insanlar
ayrıma düşmüşlerdir. Bunu bilen bildiği kısım ile mücâzat bulur.
İşte bu meyanda, Sivaslı İhramcızâde İsmail Hakkı Toprak Efendide çayın sırrından
kendi gibi ihvanlarını feyzdâr eylemiştir. Daha önceden hazırladığımız eserden
çaya ait manaları aktarıp Hz. Mevlâna Celâleddin Rûmî kaddesellâhü sırrahu’l
azîzin buyurduğu gibi “derviş insan dokuzyüz katı”nının sırlarından birine yol
bulmuş olacağız..
***
“Pirimizin elinden bir bardak çay içtik, biz ondan alacağımızı aldık.
Almasını bilen, vermesini de bilir.”
İhramcızâde İsmail Hakkı
kaddesellâhü sırrahu’l azîz Efendi
kaddesellâhü sırrahu’l azîz Efendi
Tekke, Örtülüpınar Mahallesi’nde Taşlı Sokakla Hasanlı Sokağı’nı kavuşturan
bir parselin orta yerinde iki katlı, kocaman bir evdi. Bahçesinde elma ağaçları
vardı. Üç-beş gün saltanat süren leylâk
ağacı vardı ve leylâk, “İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi Hazretleri”nin odasının
penceresine bakardı. Ben çocuktum; tekke, bahçesinden çatı arasına, odunluğundan
“Efendi Hazretleri”nin yatak odasına kadar benim oyum sahamdı ve evimiz
tekkenin tam karşısındaydı.
İkinci katla “büyük oda” vardı. Büyüktü, bazı geceler ihvanlar orada
toplanır, tek kelime etmeden, çıt çıkarmadan Efendilerinin etrafında oturur
zikir ederlerdi. Nakşî
idiler, sükuti dervişler idiler. Büyük odanın duvarında bir eski zaman
ressamının elinden çıkma “Mekke-i Mükerreme ve Medine-i
Münevvere” resmi asılıydı. Kapının hemen sağında büyük camekânlı bir kitaplık vardı.
Kitaplıkta o zaman bilmediğim, anlamadığım, okuyamadığım eski yazılı meşin
ciltli kitaplar vardı, “Efendi”nin kitaplığı idi. O okurdu. Sadece ehl-i gönül
değil, ehl-i kâlem idi. Bu hükme 15 Rebiülevvel 1347 tarihinde şeyhine hitaben kâleme
aldığı şu satırlar şahittir:
“İşte bu tesirin icrâ-yı ahkâmından olmalıdır ki, sizi hiç unutamam;
aks-i timsâlinizi gözlerimden ve sûr-i hayâlinizi gönlümden çıkaramam. Her
nerede bir çesm-i siyahın füsunkâr bakısını görsem yüreğim çarpar ve dîde-i
kalbim size bakar. Bu zevk ile geçirdiğim günleri feleğe değişmem (...) Ey
nâme! Git, mazhar-ı füyûzat-ı âlem olan bir paye, yed-i kemâl-i tazim ve
muhabbetle hâl-i pürmelâlimi Hazret-i Baha’ya huzûren arz et. De ki; Sizin
nazarınızdan şâh-ı râha yol gider..”
Şeyh ile ihvan arasındaki gönül alâkaları, çocukluk muhayyilemin
kavrayışından çok uzaklardaydı, ama bu alâkanın hâsılını çocuk da olsanız elle
tutabilir, gözle görebilirdiniz: Muhabbetti! Tekkenin kireç sıvalı duvarlarında,
bahçe içindeki ince beton yolun en başında, meyvesini ancak eylüllerde teslim
eden taş armutta, ihvanların çehresinde ve “Efendi Hazretleri”nin her
haletinde titreşen, ince bir buğu gibi tebahhur ederek atmosfere yayılan,
tekkeyi (uzaktan ya da yakından) istintak eden “siyasî memurları” son derece
Efendi ve hürmetkâr davranmağa mecbur eden muhabbetti. Muhabbetin sıklet
merkezi, iri gözlerinin maviliğinde gri bulutlar gezindiren “Efendi Hazretleri”
ydi. Onun bilgisi tahtında duran kimya, sıradan insanları; berberleri, kundura
tamircilerini, çiftçileri, ümmî ev hanımlarını, memurları gözbebeklerinde
“muhabbeti” büyüten olgun insanlar haline getiriyordu. Yıkıldı, tükendi
diyeceğiniz insanları bu güzelleştiriyor, ayakta tutuyor ve her şeyle
barıştırıyordu. Onun çevresinde kavga yoktu. Çocuktum, ama anlıyordum.
Bir gönül neş’esiyle “Efendi” yi şiirin mücerret gökyüzünde gezindiren de,
o “muhabbet” dedikleri şey olmalıydı.
“Gönül dilberdedir elhamdülillah
Leb-i kevserdedir elhamdülillah
Ne ferzend ü zen ister ne tertîb
Ne sîm-ü zerdedir elhamdülillah.”
Belki çayı çok sevdiğinden olsa gerek, bütün nakşî dervişânı çaya âşıktı.
Sıcak yaz günlerinde ara sıra Efendi Hazretleri ihvanı toplar. Yukarı Tekke
dibindeki mesire yerine “sahra’ya gidilir, bir at arabasına kilimler, seccadeler,
halı, yastık ve minderler yüklenirdi. Böyle günlerde pirinçten mamul devâsâ
bir Rus semâveri mutlaka yükün başını çekerdi. Efendi Hazretleri, çayı açık ve
şark taraflarında “kıtlama” tâbir edilen tarzda içerdi. Kelle şekeri denilen topak kesme şeker bir
çay tabağına kırılır, doyuncaya kadar üzerine limon sıkılır ve çaya şeker atmadan,
bir ondan bir bundan çayın lezzetine varılırdı. Ben, aynı çay muhabbetini hanım
meclislerinde de gördüm. Cennetmekân halamın yanık sesiyle orta yerde etrafa nefis
çay râyhâsı salan semavere karşı okuduğu “ilâhî” hâlâ kulaklarımdadır:
“Semâverin rengi aldan
Getir sağdan, götür soldan
Getir sağdan, götür soldan
Derviş çıkmaz böyle yoldan
Yan semâver, dön semâver
Yan semâver, dön semâver
Limon, şeker, çay semâver
Semaveri alıştırın
Semaveri alıştırın
Maşa ile tutuşturun
Küsenleri kavuşturun
Küsenleri kavuşturun
Yan semâver, dön semâver
Semâverim iniliyor
Semâverim iniliyor
Anlamıyor mu ne diyor?
Daim Hakk’ı zikrediyor
Daim Hakk’ı zikrediyor
Yan semâver, dön semâver
Limon, şeker, çay semâver”
Limon, şeker, çay semâver”
Sonraları öğrendim ki, ihvanlar çay içip “demlenirler” ve çaya “küçük
derviş” derlermiş. Bugün zihnimde bir bardak limonlu çay ve üzerinde buğusu tüten, bağrı ateşle
yanan her semâver, o güzel insanların meşreplerinden tedai olunmuş sevimli bir
rumuzdur.
60’lı yılların Sivas’ını inşâ eden beşerî çizgilerden belki de en mühimi,
İhramcızâde Şeyh İsmail Efendi’nin etrafında dönüp duran bir mânevî iklimdi.
“Efendi”nin Hakk’a yürüdüğü gün o âlem de göçüverdi. O gün ilk defa “ihvân”ın
çehresinde ye’s gördüm; onlara dünya ve ukbâ’yı yorumlayıp anlatan mihveri
kaybetmişlerdi. İmamesi kaybolmuş, ipi kırılmış bir tesbih gibi
dağılıverdiler. İnhitat, az zaman geçmeden tekkenin duvarlarında bile derin
izler bıraktı: Bahçe târ-ü mâr oldu, sıvalar çatlayıp döküldü, ihvanların
müeddep ayak sesleri hafifledi ve birkaç yıl sonra tekke işbilir müteahhit
esnafının dar hayalhanelerinde dört katlı bir apartman blokuna dönüşüverdi.
Şeyh Hakk’a yürüdü,
tekke yıkıldı, ihvan dağıldı.
Ve ben hâlâ çocuktum.
(ALKAN, Ahmet Turan, Altıncı Şehir, 1992, İstanbul)
Allah Teâlâ’nın rızası ve terbiye için gereklidir.
Efendi Hazretleri buyurur ki;
“Gardaşlarım! İki ihvanımız bir araya geldiklerinde üçüncüsü pirândır” [13]
“Sohbette edebinize muhabbetinize sahip olun.[14]
Her sohbette vuslat vardır. Hiç
vuslatsız sohbet olmaz. Hiçbir şöhret
afatsız olmaz. Öyleyse şöhretten
kaçının”
Sohbette ne zuhur ederse, ona kanaat
edilmesi tavsiye olunur. Sohbet,
tecrübeli kimse ile yapıldıkta ihvana yardımcı olur.
Efendi Hazretleri sohbetine “Gardaşlarım”
diyerek başlardı. Önemli bir kelâmı üç defa tekrar ederdi,
Sohbetlerden sonra (son senelerinde) “Anlayana sivrisinek saz, anlamayana
davul zurna az.” Atasözünü hatırlatırlardı.
Efendi Hazretleri
sohbette oturur iken çaylar gelir. Bir
süre rabıta eder. Sonra başını kaldırır.
“Gardaşlarım! Bu dünya bir âlem. Allah Teâlâ’dan geldik. Allah Teâlâ’ya
gideceğiz.” Sonra biraz murakabe eder, sonra “Gardaşlarım, çay içerken, kulağımız bir
ses ister” der, güzel okuyuşlu bir ihvan ilahi okuturdu.
Erenlerin sohbeti ele giresi değil
İkrâr ile gelenler mahrum kalası değil
İkrâr gerek bir ere göz açıb dîdâr göre
Sarraf gerek gevhere nâdân bilesi değil
Bir pınarın başına bir destiyi koysalar
Kırk yıl anda durursa kendi dolası değil
Ümmî Sinan yol ayan oluptur belli beyân
Dervişlik yolu hemân tac ü hırkası değil
Hz. Pir Ümmî Sinân-ı Halveti kuddise
sırruhu’l-azîz
Sohbette çay içmek sohbetin ana özelliklerindendir.
Çayı sâki adı verilen kişi hazırlar ve çayları dağıtmada yardımcı kişiler
bulunur. Çaylar kıtlama usulü ile
içilir. Bu usulün tercihi ortanın kaşık sesleri huzuru bozmaması içindir. Çay
içilirken sesiz fokurdatmadan, bardak
tabağına korkan sessiz bir şekilde konulmasına dikkat edilir. Eğer Efendi Hazretleri veya her hangi bir
büyük varken o içmeden çaya başlanılmaz.
İhvanlar sair zamanlarda sigara içmek men edildiği gibi, sohbet mekânında ihvan olmayanın içmesi hoş
karşılanmaz.
Sohbet halkasında ayrılmak sessizce olur,
giderken, “ben gidiyorum”
gibi kelamlar söylenmez. Ayrıca saate bakmak gibi bıkkınlık ifade eden
hareketlerden kaçınılır.[16] Sohbette edebe çok önem
verilir. Cezbeli hali olanlar uyarılır veya büyükler o halden geçmesi için
gerekli manevi terbiyenin usulleri ile ihvandaki bu hali terk ettirir. Çünkü
bağırmak ve nara atmak yol başında görülen zayıf hallerdendir.
İhramcızâde M. Kâzım Toprak
Efendi anlatmıştır.
“Sene 1945 yılından evvel idi. Bir Cuma günü, cuma namazından sonra eve
gittik. Evdekiler de hamama gitmişlerdi. Efendim Hazretleri,
“Gardaşım! Semaveri yak ta, bir çay içelim” buyurmaları üzerine, bir kova (20 litre ) su alan semaveri doldurup yaktım.
Çayı demledim. Kömürün mor alevi geçtikten sonra semaveri büyük odada Efendimin
minderine yakın bir yere koydum. Efendim dolaptan bir kitap işaret etti,
kitabı da getirip rahlesine koydum. Sonradan anladım ki, bu kitap Hafız Divanı
imiş. Efendim kitaptan okuyup anlatırken bende boşalan bardağımızı
dolduruyordum. Semaverden çaydanlığa su almak için musluğunu çevirdiğimde bir
iki damla su aktıktan sonra kesildi. Musluğun önüne kireç geldiğini zannettim.
Semaverin üst kapağını açtığımda su kalmadığını gördüm. Bu hali gören Efendim
cebinden saati çıkarıp bakarak,
“Gardaşım! Kerahet vakti gelmiş. Biz ikindi namazını da kılamadık” dedikten sonra buyurdular ki,
“Gardaşım! Namazın kazası olur, lakin sohbetin kazası olmaz.”
**
İhramcızâde İsmail Hakkı
kaddesellâhü sırrahu’l azîz Efendi buyurdu ki:
“Pirimizin
elinden bir bardak çay içtik, biz ondan alacağımızı aldık. Almasını bilen,
vermesini de bilir.”
**
Kaynak: İsmail Hakkı ALTUNTAŞ, Gavs-ül Âzam İhramcızâde İsmail Hakkı Toprak Sivasî
Nakşi Haki Tarikati İlm-i Ledün Sırları - İstanbul : Gözde Matbaa, 2007.
[2] Thomas
Alexander, John Dewey's Theory of Art, Experience, and Nature: The Horizons
of Feeling (Albany: State
University of New York Press, 1987), 195.
[6] Aktaran Makato
Ueda, Literary
and Art Theories in Japan
(Cleveland: The Press of Western Reserve University, 1967), 95.
[7] Jorge Luis
Borges, "Pierre Menard, Author of the Quixoteçev. Anthony Bon- ner, Ficciones, der. Anthony Kerrigan (New York: Grove Press,
1962),53.
[9] Yasuhiko Murai,
"A Brief History of Tea in Japan," Chanoyu: The Urasenke
Traditiorı of Tea, der. Soshitsu
Sen, çev. Alfred Birnbaurn (Tokyo: John We- atherhill Inc., 1988), 22.
[10] Bu kaselerin
illüstrasyonları için bkz., Hayashiya Seizo, Chanoyu: Ja- panese Tea
Ceremony(Tokyo: Japan Society,
1979), 162,163.
[12] Soren
Kierkegaard, Concluding Unscientific PostScript, çev. David F. Swen- son ve Walter Lowrie (Princeton:
Princeton University Press, 1974), 116.
[13]—Nuri Atasoy isimli ihvandan
dinledim.
“1962 yılları idi. Genç ihvanım.
Taşköprü’de Gizlice Köyü Caminde imamlık yapıyorum. İhvanlığı yaşarken heyecan
ve coşkum son derece fazla olduğundan sohbetlerden kendimi alamıyordum. Her
fırsatta bir ihvan kardeşimizi buldum mu, semaveri kurup sohbet yapmak
istiyordum. Yine bir gün yatsı namazını kıldım. Evime giderken yolda nalbant
arkadaşımı gördüm. Çok yorgun olduğu halinden belli oluyordu. Fakat ‘gel
sohbet edelim’ ısrarımı kıramadı ve onu eve götürdüm. Sohbet uzadıkça
uzadı. Feyzimin muhabbetimizin coşkunluğu her yanımızı sarmıştı. Her zaman
sohbet mekânında Efendi Hazretleri için bir makam hazırlardım. Yine bu sohbette
köşe minderi hazırlamıştım. Bu minderin önüne nasıl kendimize çay bardağı
hazırlıyorsak Efendi Hazretleri içinde bir bardak çay hazırlayıp bıraktım. Bir
yandan çay içiyoruz, ilâhiler söylüyoruz. Birden gözüm Efendi Hazretleri için
hazırladığım bardağa takıldı. Çayın yarısı içilmişti. Birden her şey suspus
oldu. Kendimde konuşacak, ilâhî söyleyecek takat kalmadı. Sonra Efendi
Hazretlerinin
“İki ihvan bir araya
geldiklerinde üçüncüsü biz oluruz” kelâmı şerifleri kalbime âyan olup, yolumuzun bir
hakikatini müşahede eylediğimi anladım.”
[14]—Edep, ancak kendisine yol
gösterecek, kusurlarını, düşük yönlerini, ayak sürçmelerini kendisine anlatacak
bir mürşidin önderliğiyle öğrenilir. Çünkü nefsini mücahede de öldüren,
vakitlerini zühd içinde yok eden kimse, nefsinin yanında olur. O haline kibr
eder, ondaki kusurunu bilemez. Mutlaka makamları yürüyüp geçmiş, halleri
yaşamış mürşidlerinden kendisine kutluluklar hâsıl olmuş, onlardaki şefkat
nurlarına ermiş birinin kendisine yol göstermesi lâzımdır. Bu zat, müride
yolunu gösterir; ona vakitlerinin düzgün ve bozuk olanlarını açıklar; hayrını,
şerrini bildirir; böylece mürid, eğer nasibi varsa rüşd yoluna ulaşır. Eğer bu salik,
yaşadığı makamlarda ve hallerde yanılırsa ilmiyle amel eden, dünyadan yüz
çeviren öğüt verici bir bilgine müracaat eder, ona halini söyler, onun öğüdünü
ve işaretini kabul eder, bu suretle doğru yolunu kaybetmez. Eğer müridin
iradesi doğru olursa Allah Teâlâ ona, ileri gitmiş bir salik, ya da öğüt veren
bir bilgin nasib eder. Zira tamamen Allah Teâlâ’ya yönelen kimsenin, Allah
Teâlâ bütün muradını kendi üzerine alır ve hiçbir zaman onu ihmal etmez. Eğer
öğüt veren bir âlim ve yolu yürümüş bir velî bulamazsa tamamen Rabbine müracaat
eder. Ona yüz tutar ki, Allah bu kulundan sağlam irade ve karar gördüğü
takdirde onun terbiye ve öğretimini bizzat kendisi yapsın. (Ebu Abdurrahman
Sülemî, Risâleler, trc. Süleyman ATEŞ, Ankara, 1981, s. 75)
[15]—Şen Mehmet isimli ihvan Efendimizden
evine gittiğim bizzat gözlerimle görüp ve şaşırıp sorunca, kalan içilmiş çay
tortularını ayrı bir kapta toplayıp toprağa defin ettiğini söylemiştir. (Yazan)
Aslında temiz olan veya bu yolda
kullanılan bütün eşya hürmete layık olduğu gibi, eşyanın hakikî mânevîsi
pisiliğin zilletini çekmeye müsait değildir.
“Şeyh Ebü’l-Abbas bir gün yanında
arkadaşları olduğu halde giderken, icâbında çocuğuna abdest bozdurmak için bir
şişe satın almış. Fakat yolda su ve şerbet içmek isteyenler olunca yanlarında
başka kap olmadığı için onu kullanmak mecburiyetinde kalmış. O zaman şişe, hal
veya kal lisânı ile sizin gibi
“Allah Teâlâ’nın sevgililerine hizmet
ettikten sonra ben idrar kabı olamam,” demiş ve çatlamış.
Ebü’l-Abbas, hâdiseyi Hazret-i Muhyiddin
kuddise sırruhu’l azize anlatmış. Hazret de buyurmuş ki;
“O, öyle demek
istememiş. Demek istemiş ki; İçine Cenâb-ı Hakk’ın marifeti dolan bir kalbe
artık ondan gayri bir şey giremez ve o kalp Allah Teâlâ’nın yasakladığı şeyleri
taşıyamaz. Kırılmasıyla de, Cenâb-ı Hakk’ın heybeti huzurunda insanın böyle
acizden kırılması lâzım geldiğini göstermek istemiş,” buyurmuş.” (Ken’an Rifâî, Sohbetler.
s. 340)
[16]—Efendi Hazretleri bir sohbetinde bir
zaman sonra, ilim sahibi bir ihvanın cebinden saatini çıkarıp baktığını
görence,
“Sohbette saate bakmak edep
haricidir, kuşlar kaçtı” diyerek sohbeti orada kesip, kalkmıştır.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar