ZERDÜŞT BÖYLE SÖYLÜYORDU
FRİEDRİCH
NİETZSCHE
“İnsanüstünü” (Übermensch) nün Felsefesi
Türkçeye çeviren ve tahlil
kısmını Yazan
Prof.
Agr. Dr. MAHMUT SADİ
İstanbul
1934
Kader Matbaası
Yeniden
Hazırlayan
İsmail Hakkı ALTUNTAŞ
ZERDÜŞT” UN BİR TAHLİLİ
Zerdüşt, “Münzevi”lerden
en büyüğünün sesidir. Cemiyetin mevcut nizamını beğenemeyenler, ona yeni bir
ülkü vermek isteyenlere tarihin her devrinde tesadüf edilir. Fakat Nietzsche bu
mütefekkirlerden tamamen ayrı bir vasıf taşır.
Onun isyanı bir “hayattan
kaçma” değil, bir hayata girme, bir bedbinlik değil, koyu nikbinlik
(iyimserlik) gösterir. Öteki “Muztarıp” (acı duyan)lar yalnız yıkar,
Nietzsche yıktığının yerine yeni bir şey kurar.
Nietzsche
“münzevi”lerin en samimisidir. O,
göründüğü gibi yaşamış, duyduğu gibi görünmüştür. Devrinde gelseydi onu bir
kahraman olarak görecektik. Fakat 19 uncu asırda gelen Nietzsche ıstırap ve
ihtiraslarını Üniversite kürsüsünde tatmine uğraştı. Lâkin bu tam bir tatmin
olamazdı.
İşte “imkân”
ile “Emel” in bu muvazenesizliği Zerdüşt'ü doğurdu. Üniversite kürsüsünde söyleyemediği
her şeyi Zerdüşt'ün dili ile söyletti. Böylece Zerdüşt Nietzsche’in iç
şahsiyeti oldu.
Zerdüşt; İranlı bir mütefekkirin
ismidir. Fakat İran Zerdüşt'ü bu günkü İsevi ahlâkiyata esası olan diğergâm ve
liberal fikirleri telkin ediyordu. Nietzsche Zerdüşt’ü bunun aksini yapar.
Bütün diğergâm ve liberal temayülleri yıkar ve küçük insaniyetçilik telakki
ettiği bu fikirler yerine “kahraman insaniyetçilik” i ikame etmek diler.
“Zerdüşt”ta ilk rast geldiğimiz yeni
mefhum “insanüstünü” dir.
Nietzsche'nin
“insanüstünü” dinsizleşen hayatın yeni ülküsüdür.
Dinsiz mütefekkirler arasında da
en samimisi Nietzsche dir. Birçokları dimağca dinsiz fakat ruhça dindar
kaldılar. Dinsiz mütefekkirlerin en büyüklerinden biri plan Schopenhauer'de
bile bu ikiliği buluyoruz. Bu filozofun en yüksek insan tipi olarak ileriye
sürdüğü “aziz” mefhumu İsa aleyhisselâmın “aziz” lerine ne kadar
benzer. Onlar gibi cefakâr, onlar gibi ıstıraba teşnedir. Hâlbuki Nietzsche “bütün
tanrılar ölmüştür” dedikten sonra ruhunu Hristiyanlığın bütün izlerinden
sıyırmaya muvaffak olmuş ve ölen ilah yerine yepyeni bir ülkü bir mefhum
yaratmıştır. Bu, “insanüstünü” dir..
“İnsanüstünü” bir mabut, bir aziz, bir melek
değildir Bilâkis tamamen toprağa bağlı, bütün tatminini toprakta bulabilen bir
insandır.
Bu insanın kafası dahi, bedeni
yiğit, seciyesi kahraman ve iradesi çeliktendir.
Nietzsche, cemiyet içinde “insanüstünü”
ve birde kitle tanıyor. Kitlenin gayesi ve en yüksek tekâmülü “insanüstünü”
nü yetiştirmektir. Kitle kendi kendine bir yön ve bir gaye vermekten acizdir.
Böylece cemiyeti hareketsizlikten, gayesizlikten koruyacak biricik unsur “insanüstünü”
dir. Nietzsche 'nin bu fikri “İçtimaî darvinizm” e dayanır.
Cemiyet ve medeniyet şartları
orta tipi ve kitleyi refaha ulaştırmaya uğraşırken hakikî hayat mücadelesinin
ihmali yüzünden üstün tipler gittikçe azalıyor.
Eski Yunan ve Romanın inkırazı bu
suretle olmuştur.
Bu milletlerde kültür yaratan “Üstün
tip” mahv olmuştur. Yoksa kitle yaşamaktadır. Yunan ve Roma’da görülen bu
hadise bu günkü garp milletlerinde de kendisini göstermektedir. Yirminci asrın
konforlu medeniyeti sosyalist prensipler üzerinde işlerken iradeyi zaafa uğratmakta
ve kültürü yaratan sınıfta veludiyeti (doğumları) azaltmaktadır.
Avrupa milletlerinin hemen
hepsinde tespit edilen veludiyet nispetleri şunlardır.
ORTALAMA
ÇOCUK SAYISI
Irgat ve uşaklarda 5,2
Amelede 4,1
Kalfalarda 2,9
Memurlarda 2,5
Büyük memurlarda 2
Serbest meslek erbabı 1,9
Üniversite profesörleri 1,5
En yüksek kabiliyetli insanlar 0,5
Hemen her batında büyük kâşifler
veren meşhur bir ailede şimdiki halde ortalama çocuk miktarı 2,8 olduğu halde
1 batın evvel 3,7
2 batın 4,8
3 batın 5,9
4 batın 5,9 dır.
Bu veludiyet farkının bir
milletin bünyesinde ve terkibinde nasıl bir tesir yaptığını göstermek için
yüksek kabiliyette insanları A, orta fertleri B harfile gösterelim. Bu iki
sınıf arasında veludiyet farkı
olursa
başlangıçta müsavi olan A, B nispeti
30 sene sonra
,
60 sene sonra
,
150 sene sonra
olur.
Görülüyor ki medeniyet şartları
kitledeki velutluğu (doğumu) çoğaltmaktadır.
Kitlenin ıstırapları ile uğraşan
Hristiyan ahlâkiyatı Nietzsche ye göre bir “köle ahlâkiyatıdır”.
Nietzsche buna karşı bir “efendi
ahlâkiyat”ikame etmek ister. “insanüstünü” nü daha yakından anlayabilmemiz
için Nietzsche nin “son insan” mefhumunu bilmemiz lâzımdır. “Son
insan” “insanüstünü” nün tamamen aksidir. Hakir ve acınacak bir mahlûktur.
Bu tipi Nietzsche şu cümlelerle gösterir.
Sevgi
nedir?
Yaratılış
nedir?
Hasret
nedir?
Yıldız
nedir?
Son insan
bunları sorar ve gözlerini kırpar.
Zaman
zaman bir az zehir, bu tatlı hülyalar verir ve sonunda biraz daha fazlaca
zehir, buda hoş bir ölüm getirir.
Çobansız
bir sürü, her kesi ayni şeyi ister, herkes aynıdır, başka bir şey dileyen
arzusu ile tımarhaneye gider.
Burada gösterilen “son insan”
bir hayal mahsulü değildir.
Yirminci asrın kibar sosyetesinde
bugün yaşamaktadır.
Hatta bu sosyete de yaşayan
biricik insan tipi odur.
Böyle bir kitle içinden üstün bir
insan çıkamaz. Onun için Nietzsche bu kitleyi feda etmek ister.
Gerçek bu insan tipinde biyolojik
tereddiler (soysuzlaşmak) aşikârdır. Bir yandan bütün teferruatına kadar tatbik
edilen bir iş bölümü ve ihtisasçılık ruh ve bedeni tek taraflı bir faaliyete
icbar ediyor.
Öte yandan konfor şartlarının
tekemmülü birçok tabiî garizeleri (asıl huyları) körletiyor. Sosyalist
prensipler de ferdî iradeyi kullanmaktan ve işlemekten alıkoyar. Bu şartlar
altında Avrupa medeniyetinin kendi yükü altında ezileceğini vuzuhla görenler
çoğalmaktadır.
“Spengler” garbın sukutu, “Wallas”
beşerî istifa, “Sallmayer” veraset eserlerinde bu neticeye varıyorlar.
Nietzsche, kendi kendine
tereddiye meyleden bu kitleleri içinden kımıldatacak unsur olarak “İnsânüstünü”
nü alıyor.
“İnsanüstünü” ile kitlenin vaziyeti, ordu ile
başkumandanın vaziyeti gibidir. Birisi yalnız emretmeğe, öteki yalnız itaate
memurdur.
Liberalizmi yıkan bu “İnsanüstünü”
mefhumu en büyük siyasî ve içtimaî tesirini zamanımızda göstermektedir.
Hitlerin
otorite fikri, Mussolini faşist mefhumu ve dünyayı saran şahsiyet ihtiyacı hep
liberalizmden ayrılıp az çok “İnsanüstünü” ne varmak isteyen bir temayülün
ifadesidir.
“İNSANÜSTÜNÜ” NASIL YETİŞECEKTİR?
Nietzsche
bunun kitle içinde değil dışında ve inzivada yetişebileceğine kanidir. Fakat şüphesiz
bu biraz romantik bir tasavvurdur.
Bugünün kitlesine kumanda edecek
bir şahsiyetin artık kitle dışında ve kendi inzivası içinde yetişebilmesine
imkân yoktur.
Bu belki beşeriyetin en iptidaî
devirlerinde; kabildi.
Bugünkü insanın muğlak (karışık)
yaşayış ve psikolojisi ilmin hayatının her safhasına girişi artık hudayinabit
(ekilmeden biten ot veya ağaç. Hiç bir talim ve terbiye görmemiş adam) bir
“İnsanüstünü” yetişmesine imkân veremez.
Nietzsche'nin idealine
götürebildi öteki yol bilâkis kitlenin içinde geçer. Her fertte uyuyan bedenî
ve ruhî kudretleri işletmek, rekabet şartlarını teinin etmek, üstün bir tipi
yetiştirmeğe daha fazla elverişlidir. Onun için bu noktada Nietzsche'den
ayrılmak ve onun tavsiye ettiği umumî cehil yerine umumi talim ve terbiyeyi
koymak gerektir.
Nietzsche'nin “İnsanüstünü”
demokrat bir rejimin reisi değildir,
O, halkın içinde yaşayan,
herkesin dert ile hemdert olan bir şahsiyet olarak düşünülmemiştir. Bilâkis
fertlerin küçük dertler ile hemdert olmak onun irade ve icra kudretini
yıpratır.
Bu endişe daha Goethe'de bile
mevcuttur.
Nitekim Herder’in “Fikirler” i
intişar edince Napoli'den bir dostuna yazdığı mektupta aynen şöyle söylüyor.
“Bu çeşit
insaniyet galebe çalarsa korkarım ki dünya bir hastane haline gelecek ve herkes
birbirinin sadık hasta bakıcısı olacak”.
Gerçek daima acımakla vaktini
geçirenin irade kudreti söner.
Ve çok defa açmana da bir iyilik
edilmiş olmaz.
Nietzsche'nin telâkkisine göre
Hristiyanlıkla demokrasi ayni kökten menşeini alır. Nietzsche demokrasiyi büyük
ve kudretliye, küçük ve âcizin duyduğu bir kin olarak telâkki eder.
Bu kin yukarıda ve üstte gördüğü
her şeyi yıkmak ister. Ve ancak kendisi gibi olanlara tahammül eder.
Nietzsche'ye
göre demokrasi aşağı tabakayı yükseltmez, bilâkis bunu yapayım derken üst
tabakayı alçaltır. Bu
nevi insaniyetçiliğe Nietzsche köle insaniyetçiliği diyor.
Ve bunu yıkarak yerine “insanüstünü”
ne götüren kahraman insaniyetçiliği koymak istiyor.
*
* *
Zerdüşt’teki
orijinal fikirlerden birisi de ruh ve beden münasebetidir. Nietzsche bedenden ayrı bir
ruh kabul etmez. Hatta bütün ferdyeti bedenden ibaret telâkki eder.
“Ben
tamamen bedenim başka hiç bir şeyim yok, ruh ise bedende mevcut bir şeyin
adıdır”
Nietzsche'ye kadar ruhî
tezahürlerin bedenle alâkası vuzuhla tespit edilmemiştir. Nietzsche hekim ve
tabiiyatçı olmadığı halde dâhiyane bir sezişle insan fizyolojisinin hududunu genişletmiş
ve “ruh beden birliği” ni tebarüz ettirmiştir.
Bilhassa Powlow'un meşrut
(şartlı) refleksler sahasındaki araştırmalarından sonra ruhla beden arasında ne
kadar sıkı ve muğlak bir irtibat olduğu meydana çıktı.
Bugünün nazarı ve amelî tıbbında
ruh ve beden birliği en esaslı prensiplerden birisi haline geçti.
Bedenin faaliyetinde ki büyük
şuuru Nietzsche en güzel bir şekilde ifade ediyor.
“Bedeninde
en parlak fikrinden ziyade şuur vardır.”
“Beden
“Ben” e der ki şuran ağrısın ve orası ağırır. Ve ağrısının durmasını düşünür.”
Gerçek uzviyet kendi işlentisinde
ne kadar aşikâr bir şuurluluk gösteriyor. Gıdası tükenen uzviyet iştiha
işaretini kullanır, sükûne muhtaç olunca o kendisi ile mağrur olduğumuz koca
beyni felce uğratmaktan çekinmez, hastalanan uzvu cebrî bir sükûnet vaziyetine
getirir.
Demek ki uzviyet körü körüne bir
otomatik ile işleyen bir makine değildir. Hâlbuki mihanikiyetçi [1]
(ahenkli) bir mektep uzviyeti hâlâ böyle bir makine gibi telâkki eder. Öte
yandan Driech, Bier gibi yeni vitalistler [2]
uzviyetteki bu şuuru modern tababetin (tıp) hareket noktalarından birisi olarak
ele almış bulunuyorlar.
Nietzsche vecizelerinin kıymeti
gündelik hayatımızda kendisini gösterir.
Kültür insanında tabiî garizeler
(huylar) gittikçe sönmektedir.
Sönen bu garizeleri uyandırmak
için miktarı gittikçe artan sun'î vasıtalar kullanmak icap ediyor.
Bir banker, bir profesör, bir
memur, bir köylünün doyduğu yemek iştihasını duyabilmek için neler feda etmeğe
hazırdır. Fakat bunu hiç bir zaman duyamaz. Bunun yerine az çok zararlı bir
takım müştehiler (iştahı sevenler) kullanmağa mecburdur.
Tenasülî garizeyi körleştiren
medeniyet şartları bunun yerine ne kadar sun'î vasıtalar ikamesine çalışıyor.
Denemez ki bu iptidaî garizelerin
azalması bir terakki eseridir.
İnsan
bilâkis garizelerinin kudreti nispetinde kâmil bir insandır.
Bu garizeler körleşince ruhta
söner.
İnsan
için cinsiyet hayatının haricinde ruhî hayat yoktur.
Asketler (derviş, sofiler),
fakirler, harem ağaları içinden bir daha çıkması mümkün değildir.
Bu böyle olunca medeniyetin tabiî
garizeleri öldüren şartlarıyla mücadele mecburiyeti hâsıl oluyor. Modern spor
bu kıymetli vasıtalardan birisidir.
Gerçek spor faaliyeti esnasında
beden tabiîliğine ve iptidaîliğine döner.
Ve en faydalı spor tabiî oyuna en
çok yaklaşan spordur.
Bu kıymetli vasıtanın yayılması
ile beraber yaşayışımızın her safhasında yalnız rahatlığı gözeten konfor fazlalığından
kaçınmak, bedenin sesini daha yakından dinlemek gerektir.
Sesini
dinlenemeyen beden ruhtan intikamını alır.
Nietzsche bedene bu tabiî
yaşayışı bahşederken dimağa da en yüksek bir irade veriyor. O orada “İnsanüstünü”
nü doğurma iradesidir.
*
* *
Zerdüşt’te Nietzsche'nin hücumuna
uğrayan şeylerden birisi de klasik cürüm ve ceza fikridir.
Cezayı mücrimden alınan bir
intikam telâkki eden eski fikre Lombrose tarafından ilk darbe indirilmişti.
Yeni tezin en veciz ifadesini Zerdüşt’te buluyoruz.
“Düşman
deyin fakat fena demeyin, hasta deyin fakat rezil demeyin, deli deyin fakat mücrim
demeyin.”
“Bu adam
nedir?
Ruhunun
içinden dünyaya saldıran hastalıklardan yapılı bir yığın, bunumu avlamak istiyorsunuz.
Bu adam
nedir?
Birbirinin yanında nadiren uslu oturan vahşi
yılanlardan yapılı bir düğüm. Bunlar kendiliklerin gezmeğe giderler ve dünyada
av ararlar.”
Bu yeni tez bilhassa birçok cinayet
vasıflarının irsi mahiyette oluşu ileri memleketlerde cürmiyetle (suçla)
mücadele açılmasına imkân vermiştir.
Bilhassa Almanya'da irsî mücrim
(suçlu) tiplerinin akimleştirilmesi (kısırlaştırılması) kemmiyet (sayıca artış)
kazanmıştır.
***
Zerdüşt’te çok münakaşa uyandıran
fasıllardan birisi de “Kadına dair” olandır.
Nietzsche, “Kadın muammasının
biricik halli gebeliktir diyor”
Bu ağır hüküm nermin (yumuşak)
fikirlere, tatlı hayallere bir şamar gibi çarpmaktadır.
Kadın
bütün tatminini gebelikte bulan bir cinsi makine midir? Şüphesiz bunu bu
şümulile (tümüyle) kabul edemeyiz. Vakıa bir kadın dahî tanınmıyor ve bundan
sonra yetişeceği de pek umulamıyor.
Fakat
buna mukabil iradenin dehaları olan kahraman tipinde kadınlar biliyoruz. Sonra erkekte mevcut bedenî
ve ruhî kabiliyetlerin irsiyet yoluyla yarısını veren kadındır. Onun için
Nietzsche'nin kadın hakkında ki hükmünü olduğu gibi kabule imkân yoktur.
Fakat hiç
şüphe yok ki o hükümde büyük bir hakikat hissesi vardır.
Cinsiyetin icapları kadının bütün
ömrünü alır.
Nemilow der ki:
“Kadının
bütün ömrü fasılasız bir hastalıktır”. Daha
çocukluk devrinde biyolojik cinsiyet farkı kendisini gösterir.
Buluğla başlayan olgunluk devri
kadının cinsî hayatında bambaşka bir mahiyet gösterir.
Her “aybaşı”
bedenî ve ruhî bir buhrandır. Her
doğum kadını ölümle karşılaştıran bir imtihandır. Ve doğum gittikçe
güçleşmektedir. Çünkü çocuğun kafası gittikçe büyüyor. Hâlbuki havsala
kemikleri eski şeklini muhafaza ediyor.
Kadın bu
cinsî icaptan (birleşmeden) kaçmayım dese tabiatın intikamı hazır. Doğurmayan
kadınlarda rahim kanseri doğuranlardan fazladır “Sellheim”.
İş
bununla da bitmez. Doğurmayan kadının ruhunda şifa bulmaz bir tatminsizlik bir
depresyon hayat şevkini keser.
Cinsî
hayatın bitişi de kadında bir faciadır. Çünkü ânî vukua gelir. Tenasül guddelerinin
(yumurtalık ve bezeler) bu ânî duruşu kadının beden ve ruhunda bir buhran ifade
eder.
Velhasıl
her çağda kadın cinsiyetin esiridir.
İşte
Nietzsche bu esir kadına büyük bir ülkü gösteriyor. “İnsanüstünü” nü doğurmak.
Zerdüşt’te
çocuk ve izdivaç bahsi bu ülkünün tasviridir. Bu bahiste sırf cinsî
ihtiyaçlarla yapılan izdivaçlar terzil (rezillik kabul) ediliyor. Ve yüksek ve hür insanlarda
izdivacın ancak bir tek gaye ile güzellik ve meşruiyet kazanabileceği
gösteriliyor.
“Bu gaye
insanüstünü” nü
meydana getirmektir.
İZDİVACIN BU SURETLE TELÂKKİSİ
(DÜŞÜNCESİ) NE KADAR ULVÎDİR!
“ZERDÜŞT
BÖYLE SÖYLÜYORDU” kitabı
beşeri inzivanın feryadıdır. Cihan edebiyatının bütün büyük eserleri gibi
Zerdüşt’de yalnız kendisine mahsus bir üslup gösterir.
O, mutlak inzivanın sesidir.
Zerdüşt’e karşı bir eser göstermek istenirse ancak “ilahi komedi” ortaya
çıkarılabilir. İlâhi komedi Hristiyanlığı, cemiyeti ve sevgiyi, merhameti nasıl
bir kudretle teganni ediyorsa Zerdüşt ayni şiddet ve kudretle bu mefhumlara
isyan eder.
Bu isyankâr ses insaniyet
aleyhtarı değildir. Bilâkis bu sesin insaniliği karşısında diğer bütün insanî
nağmeler pek cansız kalmaktadır.
Yalnız şu farkla ki: Nietzsche’nin
insaniliği bir kahraman insaniliktir.
Eserin yazılışını Nietzsche şöyle
anlatır:
“O kışı
Rapalloda [3]
geçirdim. Sıhhatim pekiyi değildi, soğuk ve yağmurlu bir kıştı. Sahilde bir
küçük kulübede oturuyordum. Dalgaların sesi uykuya dalmaya imkân vermiyordu.
Buna
rağmen, belki de bu yüzden Zerdüşt doğdu.
Her mühim
şeyin doğuşu gibi..
Öğleden
evvelleri denize nazır bir tepeye çıkardım, ikindileri sahilin kıvrımlarını
gezerdim. Bu iki yol üstünde Zerdüşt doğdu, doğmadı beni bastırdı”.
Zerdüşt’ün doğuşu tam bir irticai
gösterir.
Her bir cilt için sarf ettiği
zaman onar günden ibarettir.
Bu bir yazış değil bir infilâktı.
Bu yazışı Nietzsche şöyle
anlatıyor:
“Aramıyordum,
işitiyordum vereni sormadan alıyordum, benim seçmeme hiç imkân kalmadan bütün
fikirler yıldırım gibi beynimde doğuyordu. Hepsi iradenin haricinde fakat hür
ruhun, bağsızlığın, kudretin ve ilahiliğin bir kasırgası halinde meydana
geliyordu”.
Bu infilaklardan sonra daima
müellifi derin bir melankoli [4]
yakalardı. Zerdüşt’ün üslup ve manaca büsbütün aykırılığı dolayısı ile
intişarında en aziz dostları bile kendisini anlayamadılar.
Nietzsche o zaman kendisinin
tamamen yalnız olduğunu anladı. Ve kimsenin, yazıları hakkında bir mütalaa
yürütmediğini görünce kendi eserini kendisi tenkit etti.
Rohde ye
yazdığı mektup 1884 —
“Zerdüşt’le
Alman dilini bir mükemmeliyete çıkarmış olduğumu zannediyorum. Goethe, Luther
sonra böyle üçüncü bir adım lâzımdı,
Arkadaş
bak: dilimizde şimdiye kadar kudret, elastikiyet ve ahenk bu şekilde yan yana
gelmişimdir?
— Benim
kitabımdan bir sahife okuduktan sonra Goetheyi oku, göreceksin ki Goethe’nin
ressam üslubuna has olan dalgalı yazış bendede vardır.
Şu farkla
ki: ben Goethe’den daha sert ve daha erkek bir üsluba malikim. Benim üslubum
bir danstır, her çeşit tenazırın (bakışın) bir oyunu ve bu tenazurların bir atlanmasıdır.
Vokallerin (seslerin-kelimeler-harfler) seçilmesinde bile bu görülür”.
Nietzsche’nin üslubu için bundan
iyi bir tavsif yapılamaz. Fakat o zaman Nietzsche nin en aziz dostu Rohde
bile bunu bir övünme sanmıştı.
Zerdüşt, tedrisi (öğretisi)
mahiyetine rağmen çok defa “polemik” e atlar Buna rağmen alegorik
(mecazi) hikâyeler yanında daha ziyade tedrisi veya daha ziyade lirik olan
parçalar ayrılabilir.
Ve nihayet fazilet kürsülerine,
yeni ilahlara dair gibi bazı parçalar satirik mahiyettedirler.
Başlıca tedrisi hitabeler olarak
öte dünyalılar, bedeni hakir görenler, okuma ve yazma, harp ve muharip millet,
dost, çocuk ve izdivaç, hediye fazileti parçaları alınabilir.
Tamamen lirik mahiyette parçalar
Zerdüşt’ün ikinci ve üçüncü cildindeki gece şarkısı, mezar şarkısı, gün doğuşu,
büyük hasret, dans şarkısı gibi parçalar zikrolunabilir.
Sözü bitirirken bu kitabı niçin
ve nasıl tercüme ettiğimi anlatmak isterim. Zerdüşt her dile çevrilmiş sayılı
klasik eserlerden birisidir. Onsuz hiç bir kütüphane tam sayılamaz. Fakat benim
Zerdüşt’ü Türkçeye çevirmem yalnız millî kütüphaneye bir klasik eser ilâve
etmek arzusundan ileri gelmemiştir. Bence bizde Nietzsche’nin anlaşılmasına
şimdi her vakitten ziyade ihtiyaç vardır. Tahsilini bitirmiş veya tahsil
çağında bazı münevverlerimizde koyu bir maddiyatçılık kendini göstermektedir.
Hayati bir menfaat şansı ve menfaatlerin adilane taksimi çemberinden görmek
isteyen ve bu görüşte bütün tatminini bulabilen bir kitlenin karşısına
Nietzsche’yi çıkarıyorum. Ona anarşist diyenler var. Fakat o ne cebri bir
yıkıcılık yapmış, nede kimseye böyle öğüt vermiştir. O bilâkis dinden sıyrılan
bir cemiyete yepyeni bir ülkü, bir iman gösteren bir idealistti. Tasvir
ettiği “insanüstünü” tipi ne kadar özlenebilecek, uğruna feda olunabilecek bir
şahsiyettir!
Allah’ını bırakan bir cemiyete
bundan ulvî, bundan kudretli bir erek (hedef) verilemezdi. Anarşist zannedilen
Nietzsche Zerdüşt’te işte böyle yeni bir erek kuruyor
Yalnız “insanüstü”nü mefhumunu
kavramak ve ona iman edebilmek için kabli (önceki) hükümlerimizden sıyrılmak ve
bugünkü komfor (rahat-konfor) şartları içinde bütün tatminimizi bulmak
derekesinden bir az yükselmek gerektir. Bu acınacak rahat düşkünlüğünden ve hodbinliğinden
sıyrılan:
(benim
faziletim nedir ki halâ beni çıldırtamadı);
(benim
adaletim nedir ki halâ alev ve kömür olduğunu göremiyorum) diyebilmelidir, “insanüstü”ne
giden köprü işte bunu söyleyenlerin omuzundan geçer.
Yirminci asrın komforu, sosyalist
zihniyetin menfaattarı da adalet tevziine uğraşan emekleri manevî insanı tatmin
edecek kudrete malik değildir. Nietzsche bu küçük ve rahat düşkünü insanilikten
bizi yükseltiyor, üstün bir hedef gösteriyor. O hedef, gözleri kamaştıracak
kadar parlaktır.
Hıristiyanlığın
dejenere olmuş köle ahlâkiyatı burada yıkılıyor. Ona fazla bağlı olanlar matem
tutabilirler. Fakat hür kafalı insanlar için yeni bir ahlâk telâkkisi meydana
çıkıyor. Bu ahlâk “efendi ahlâkı”dır. Küçük çapta merhamet,
adalet, digergâmı bırakılıyor. Bunların yerine kudret saçan ve kudrete dayanan
bir kahraman insanilik yaratılıyor. Yirminci asır insanının bu çeşit insaniyete
ihtiyacı vardır. Medeniyetin yalnız refah levazımını tekemmül ettirmeğe çalışan
tek taraflı ilerleyişi insanlığın atisi (geleceği) için en büyük tehlikedir.
Bu medeniyet bir hars (kültür) ile aşılanmak ve beslenmek gerektir. O hars,
ancak ülkülerde tecelli eder. [5]
İşte bu ülküye Nietzsche de mevcuttur.
Ben
Zerdüşt’ü, işte böyle bir idealist eser bulduğum için dilimize çevirdim. Tercümeyi, dilediğim derecede
başarmadığımı bilirim. Zerdüşt, üslubundaki hususiyet dolayısıyla ancak
yazıldığı dil tamamen anlaşılabilen eserlerdendir. Bizzat Nietzsche’nin
söylediği gibi bu üslup bir danstır. Bu danstaki ahenk oyunlarını yabancı bir
dilde tamamı ile göstermek kabil değildir. Nietzsche bu ahenk, oyunlarını
Zerdüşt’te o kadar ileriye götürür ki, gizli bir nazmı korumak için vuzuhtan
(açıklamadan) bile fedakârlık yapar. Böylece bazı noktaları harfiyen anlamak
imkânsız bir hale geliyor. Böyle bir kaç yerde manaya en yakın bir tefsire
başvurmak icabetti.
Tercümede, eserin aslında ki
gizli nesir ahengini korumağa çalıştım. Tercüme için dört gün yettiği halde üsluba
bu ahengi vermek emeği bunun on misli zaman aldı. Bunu az çok başarabilmek için
yer yer tam bir “kelime be kelime” tercümeden fedakârlık yaparak daha
ziyade öz manaya sarılmak icap etti. Eserin kelimelerinden ziyade ruhunu ve
ahengini korumağı tercih ettim. Bunda biraz muvaffak olduysam eserin müellifine
karşı bir tazim ve şükran borcunu ödemiş olacağım.
Eserin yüksek seviyesinin müsaade
ettiği nispette Öz Türkçe yazmağa ve Osmanlıcadan ayrılmağa çalıştığımı
okuyanlar göreceklerdir.
Zaman ve imkân buldukça
Zerdüşt'ün öteki ciltlerini de çıkarmağa uğraşacağım. Fakat bu kısımlar daha
evvel başka bir kalemden çıkmış bulunursa ayni derecede sevineceğim.
Müsveddelerin tanziminde ve
tashih işlerinde bana çok yardım etmiş olan Asistanımız Edibe Ziya
hanımefendiyle bazı kıymetli işaretlerini esirgemeyen Ahmet Hamdi ve Suut Kemalettin
beyefendilere teşekkür borcumdur.
NİETZSCHE'NİN HAYATI
Friedriche
Wilhelm Nietzsche 15
Teşrinievvel (Ekim) 1844 de Leipzig civarında Röckben köyünde bir rahibin oğlu
olarak dünyaya geldi.
Annesi Fransiska keza bir rahip
ailesine mensuptur.
Nietzsche babasını 1849 da
kaybetti. Bunun üzerine annesi çocuklarını alarak Naumburg şehrine yerleşti.
Buradan Nietzsche liseye devama başladı.
1864’de Bonn Üniversitesine
girdi. Burada sanat tarihi hocası Springer'den ve İsiyanbatçı (sistematik
teoloji) Ritschlden iki sömestr ders gördü.
1865’de hocası Ritschl ile
beraber Leipzig'e geçti. Leipzing'te Schopenhaver'in eserlerini Schumann'ın mütigini
yakından tetkik imkânını buldu.
1867’den 1868’e kadar bir senelik
askerliğini topçu kıt'asında yaptı.
1868’de Leipzing'e dönünce
Richard Wagner'le tanıştı.
1869’da daha doktorasını vermeden
Bazel üniversitesine klasik filoloji profesörü olarak çağırıldı ve bir sene
sonra ordinaryüslük unvanını kazandı.
Bu seneler zarfında Richard
Wagner'le ve refikası Kozima ile olan tanışma ve görüşmeleri hayatının en büyük
hadiseleri idi.
Fakat
eserlerinde ki fevkalâdelik kendisine birçok aleyhtarlar meydana getirirdi.
Bir yandan da baş ve mide
ağrılarıyla başlayan sıkıntılı bir hastalık kendini ezmeğe başladı.
Wagner'Ie olan iyi münasebetleri
de Wagner'in kendisini tahkir eden bir yazısından sonra inkıtaa uğradı.
1872’ de ilk eseri olan “Facianın
doğuşu”, 1873’de “Zamana uygun olmayan görüşler” adlı kitapları
çıktı.
Hastalığın mütemadiyen ilerlemesi
yüzünden 1878’de istifasını verdi. Ve kendisine 3000 frank tekaüt (emekli)
maaşı bağlandı.
Bu sıralarda: “insanı, pek
fazla insanı” ve “Muhtelif düşünceler ve vecizeler” adlı kitapları
çıktı.
Hastalığının devamına rağmen 1880
de “Yolcu ve gölgesi” kitabını çıkardı.
Venedik ve Cenevre'de geçen
müteakip seneler zarfında “facir” ve “Şen ilim” kitapları çıktı.
Richard Wagner'in vefatı günü 13
Şubat 1883 Zerdüşt'ün birinci cildi intişar etti. Aynı Senenin güzünde
Almanya'ya dönerek Leipzig üniversitesinde serbest dersler vermek istedi. Fakat
buna müsaade edilmedi. Bundan fevkalâde müteessir olan Nietzsche İtalya’ya
döndü.
Zerdüşt'ün dört cildini kısa
fasılalarla neşrettikten sonra 1886 da “Kudret iradesi” isimli felsefî
eserini neşretti.
Bu eseri “iyi ve kötünün
berisi”, “Ahlâkın geneolojisî”, “Wagner vak'ası”, “ilâhların fecri” kitapları
takip etti
Bu aralık hastalığı mütemadiyen
ilerledi. 1889 da cinnet arâzı ile kendisin Turin'de sokakta buldular.
“Dionizoz” haça gerilmiş imzalar ile birçok
cinnet mektupları ele geçti.
Cinnet nöbetlerinin fazlalaşması
üzerine valdesi Nietzsche’yi Yena Üniversitesi akliye kliniğine (psikiyatri) yatırmağa
mecbur oldu.
Hât (sınır) nöbetler geçtikten
sonra Nietzshe, hemşiresine (kızkardeş) teslim edildi. Ve onunla beraber hayatının
son senelerini geçirdi.
25 Ağustos 1900 de öldü. Ve
doğduğu Röcken köyüne defnolundu. Hastalığının paralis olduğu anlaşılıyordu.[6]
Fakat kitaplarında dimağı bir zaafın eserleri hiç mahsusî değildir. Hattâ
terekesi arasında bulunan en son eserleri anti “Krist”, “ecce Homo”
kudretçe diğer eserlerden hiçte geri değildir.
ZERDÜŞT’ÜN
ÖNSÖZÜ
1
Zerdüşt 30 yaşına girince
memleketini ve yurdunun denizini bırakıp dağa çekildi. Orada yalnızlığı
yorulmadan tadarak on yıl geçirdi.
Fakat nihayet kalbinde başka bir
istek duydu, bir gün fecirle beraber kalktı, güneşin karşısına geçerek dedi ki:
“Ey Büyük âlem! Eğer
aydınlattıkların olmasa ne kadar bedbaht olurdun.
On yıldır benim mağarama
geliyorsun. Eğer burada beni, kartalımı ve yılanımı bulmasan ışıklarından ve yollarından
bıkardın. Fakat biz her sabah seni bekledik, fazla ışığını aldık ve bunun için
seni kutluladık.
Bak; fazla baI toplamış arı gibi
bende ilme kanıksadım; bana uzanacak ellere muhtacım.
İnsanlar arasında, akiller
deliliklerine, fakirler zenginliklerine bin defa daha sevininceye kadar armağanlarımı
dağıtmak istiyorum.
Bunun için, nasıl sen, taşkın
yıldız, akşamları ışık saçmak üzere denizlerin ardına iniyorsan ben de öylece
aşağılara inmeliyim!
Aralarına inmek istediğim
insanların tabiri ile ben de senin gibi batmalıyım.
Ey, en büyük saadeti bile hasetsiz görebilen
tok göz!
Bana uğur getir.
Taşmak isteyen bardağa uğur
getir: içinden, altın gibi su aksın ve her yere senin tatlılığının şaşaasını
taşısın.
"Bak,
bu bardak yine boşalmak; Zerdüşt yine insan olmak istiyor.”
Zerdüşt’ün batışı böyle başladı.
2
Zerdüşt yalnızca dağdan indi ve
kimseye rastlamadı. Fakat ormana girdiği zaman birdenbire önünde bir ihtiyar
peyda oldu. Bu ihtiyar ormanda odun aramak için rahat kulübesini terk etmişti.
Zerdüşt’e dedi ki:
— Bu seyyah bana yat(ılı)
değildi; Senelerce öncede buradan geçmişti. Adı Zerdüşt idi. Fakat onu değişmiş
buluyorum.
Zerdüşt o zaman sen külünü dağa
taşıyordun, bugünse ateşini ovaya indirmek: istiyorsun. Kundakçılık cezasından
ürkmüyor musun?
Evet, Zerdüşt’ü tanıyorum,
gözleri saftır, ağzında hiç bir nefret gizlenmiyor, onun için böyle rahat yürünmüyor
mu?
Zerdüşt değişmiş, çocuk Zerdüşt
uyanmış, şimdi uyuyanlar arasında ne yapacak?
Yalnızlıkta, deniz içinde yaşar
gibiydin ve deniz seni taşıyordu. Yazık sana karaya mı çıkmak istiyorsun?
Yazık sana!
Bedenini yine kendin mi
sürüklemek istiyorsun?
Zerdüşt cevap verdi: İnsanları
seviyorum.
İhtiyar dedi ki: Ben neden ormana
ve inzivaya çekilmiştim. İnsanları pek fazla sevdiğimden değil mi idi?
Şimdi Allah’ı seviyorum,
insanları sevmiyorum.
İnsan pek eksik bir şeydir.
İnsanı sevme beni mahvedebilirdi.
Zerdüşt cevap verdi:
Sevgiden ne konuşuyorum,
insanlara bir armağan götürüyorum.
İhtiyar dedi ki: Onlarla beraber
taşı. Onlara bir şey verme, daima onlardan al.
Onların hoşuna giden şey senin
hoşuna giden şeydir.
Eğer her halde bir şey vermek
istiyorsan bir sadakadan başka bir şey verme.
Bunun için de onları dilenmeğe
mecbur et.
Zerdüşt “hayır, ben sadaka
verecek kadar fakir değilim” dedi.
İhtiyar, Zerdüşt’e güldü ve dedi
ki:
O halde öğütlerini kabul
ettirmeye bak.
İnsanlar yatlara karşı
güvensizdir. Ve hediye etmek için geldiğimize inanmazlar. Ayak seslerimiz
onlara sokaklardan pek münzevi bir akis yapar. Ve gece yataklarında, bir adamın
yürüdüğünü duyar gibi “Hırsız nereye gidiyor” diye bağırırlar.
İnsanlara gitme. Ormanda kal.
Hayvanların arasına gitmek daha hayırlıdır.
Neden benim gibi, ayılar arasında
bir ayı, kuşlar içinde bir kuş olmak istemiyorsun?
Zerdüşt “ormanda ne iş
yapıyorsun?” diye sordu. İhtiyar dedi ki: Şarkılar besteliyor ve söylüyorum.
Şarkı yapınca gülüyorum, ağlıyorum, inliyorum. Böylece Allah’ı övüyorum.
Şarkı söyleyerek, ağlayarak,
inleyerek benim Tanrım olan Tanrıyı övüyorum.
Bize hediyen ne? Şimdide ondan
bahset.
Bu sözleri işiten Zerdüşt
ihtiyarı selâmladı. Ve dedi ki:
Size verecek neyim olabilir? Beni
çabuk bırakınız ki sizden bir şey almayayım.
Böylece Zerdüşt ile ihtiyar iki
genç gibi gülüşerek ayrıldılar.
Fakat Zerdüşt yalnız kalınca
kendi kalbine seslendi:
“Bu nasıl kabildir ki ormanda bu
ihtiyar ilâhların ölmüş olduğunu daha işitmemiş olsun.”
3
Zerdüşt ormanın kenarında ki
şehre inince halkı pazar yerinde toplanmış gördü. Çünkü: Bir ip cambazı
gösterileceği ilan edilmişti. Zerdüşt halka hitap etti. Size “insanüstünü”nü
öğretmek istiyorum: İnsan, atlanması lazım bir şeydir.
İnsanı
atlamak için ne yaptınız?
Her varlık şimdiye kadar
kendisinden üstün bir şey yarattı.
Sizler büyük meddin cezri olmak
ve insanı atlayacak yerde hayvanlığa mı dönmek istiyorsunuz?
İnsan
için maymun nedir?
Bir gülüş veya acı bir utanış.
“insanüstünü” için insan, işte böyle
olmalıdır: Bir gülüş ve acı bir utanış.
Sizler, sülükten insanlığa kadar
yol aldınız. Sizde daha pek çok şey sülüktür.
Bir zamanlar maymundunuz. İnsan
bugünde her maymundan fazla maymundur.
İçinizde en âkilimiz nebatla
(bitki) heyulâ (eşyanın aslı ve gerçek olan kısmı arasında) azman ve melezdir.
Size “heyulâ” veya “nebat”
olmanız için mi öğüt vereyim?
Bakın size “insanüstünü”nü
öğretiyorum:
“İnsanüstünü” hayatın gayesidir. İradeniz
demelidir ki: “insanüstünü” hayatın gayesi olsun.
Kardeşlerim size yemin ederim:
Arza (yeryüzüne) sadık kalmanız hayırlıdır. Size öte dünya umutları bahsedenlere
inanmayın. Bunlar bilerek veya bilmeyerek zehir saçanlardır.[7]
Hayatı hakir görenler, Ölüm
döşeğinde veya zehirlenmiş olanlardır. Yer bunlardan bıkmıştır. Bunlar göçmelidir.
Vakti ile Allah korkusu en büyük
korku idi. Fakat Tanrı öldü ve onunla beraber korkaklarda öldü. Bugün en
korkunç şey, dehşet saçmak ve tanrıyı hayatın gayesinden üstün tutmaktır.
Vakti ile ruh bedene hakaretle
bakardı. Ve bu hakaret o zaman en büyük hakaretti. Ruh bedenin cılız, çirkin,
aç kalmasını isterdi. Ve bir an evvel ondan sıvışmak dilerdi.
Bu ruhun kendisi cılız, çirkin ve
açtı. O ruhun zevki, gaddarlıktı.
Fakat kardeşlerim siz söyleyin
bedeniniz ruhunuzdan neler anlatıyor?
Ruhunuz fakir, kirli ve acınacak
bir rahat düşkünü değil mi?
Gerçek insan kirli bir seldir. Ve
kirlenmeden kirli bir seli içine alabilmek için deniz olmak gerektir.
Bakın size “insanüstünü”
nü öğretiyorum. O, bu denizdir. Sizin hakaretiniz onun içinde batabilir.
Görüp geçirebileceğiniz şeylerin
en büyüğü nedir? Büyük istihkarın (hakaret) saatidir. Bu saat, saadetinizin,
idrakinizin, faziletlerinizin size iğrenç geleceği saattir. Bu saatte diyeceksiniz
ki:
Benim saadetim nedir?
Fakirlik, kirlilik, acınacak bir
rahat düşkünlüğü..
Halbuki benim saadetim bizzat
varlığımı yaratmalıydı.
Diyeceksiniz ki: Benim aklım
nedir?
Akıl, arslanın gıdaya saldırması
gibi bilgiye saldırmalıydı. Benim aklım, fakirlik, kirlilik ve acınacak bir
rahat düşkünlüğüdür.
O saat diyeceksiniz ki: Benim
faziletim nedir ki; Hala beni çıldırtmadı. İyilik ve kötülüklerden ne kadar
bıkkınım!
Bunların hepsi fakirlik,
kirlilik, acınacak bir rahat düşkünlüğüdür.
O saat diyeceksiniz ki: Benim
adaletim nedir ki hâlâ alev ve kömür olduğumu görmüyorum.
Hâlbuki âdil olan, alev ve kömür
gibi olur. O saat diyeceksiniz ki: Benim vicdanım nedir?
Vicdan, insanı sevenlerin
asıldığı bir çarmıh değildir?
Hâlbuki benim vicdanım hâlâ
çarmıha gerilmemiştir.
Böyle söylüyor musun? Böyle
bağırıyor musun? Ah hep böyle bağırdığınızı işitmiş olabilseydim!
Göklere haykıran şey günahınız
değil, günahlarınıza bile hâkim olan tamahkârlığınızdır.
Dili ile sizi yalayacak yıldırım
nerde? Sizi aşılaması lâzım gelen delilik nerde?
Bakın size “İnsanüstünü”
nü öğretiyorum. O, bu yıldırım, o, bu cinnettir.
Zerdüşt bu sözleri söyledikten
sonra halktan birisi bağırdı. “İp cambazının sözlerini dinlediğimiz yeter.
Şimdi de yüzünü görmek istiyoruz.”
Ve bütün halk Zerdüşt’e
gülüyordu. Bu sözlerin kendisine söylendiğini bilen cambaz oyuna başladı.
4
Zerdüşt halka hayretle baktı. Ve
dedi ki: İnsan, hayvanla '“İnsanüstünü” arasına gerilmiş bir iptir. Uçurum
üstünde bir ip. Bu uçurumun üstünden atlayış, geriye bakış ve ürkerek duruş
tehlikelidir.
İnsanda büyük olan şey, onun bir
erek (hedef) değil bir köprü oluşudur.
İnsanda sevilebilecek şey, onun bir geçiş ve iniş oluşudur.
Yaşamayı bilmeyenleri, hele
batanları severim. Çünkü onlar atlayanlardır.
Büyük istihkarcıları (hakaret
edenleri) severim. Çünkü onlar büyük hürmetkârlardır ve karşı kıyıya geçme
hasretinin oklarıdır.
Batmak ve
kurban olmak için yıldızlar arkasında yer aramayanları severim.
Kendini
toprağa kurban edenleri severim. Tâ kî
toprak “İnsanüstünü” nün ola!
Bir zamanlar “insanüstünü”
nün geleceğini idrak edenleri ve toprağı dileyenleri seviyorum.
Böyle insanlar batmalarını
isteyenlerdir.
“İnsanüstünü” ne ev, toprak, hayvan, nebat
hazırlamak için çalışanlar ve yaratanları severim. Çünkü bunlar batmalarını
isterler.
Fazileti seveni seviyorum, Çünkü
fazilet ölüm; dileğidir ve hasretin okudur.
Kendisi için hiç bir damla ruh
alıkoymayarak tamamen faziletinin ruhu olmak isteyenleri seviyorum. Böylesi,
ruh halinde köprüyü geçer.
Askısını ve felaketini faziletten
hazırlayanları severim. Çünkü böylesi fazileti için yaşamakta devam etmek ister.
Ve bundan fazla yaşamak istemez.
Çok faziletlere malik olmak
istemeyenleri severim. Tek fazilet iki faziletten daha faziletlidir. Çünkü
felâketin askı düğümleri çoğalmış olur.
Ruhunu israf edeni, teşekkür
istemeyeni ve geri vermeyeni severim. Çünkü bunlar daima hediye eder ve hiç bir
şey saklamak istemezler.
Tali lehine döndüğü zaman
küsülüp, kendi kendine (Ben sahte bir oyuncu muyum) diye soranları severim.
Çünkü bunlar göçmek isteyenlerdir.
İşe altın
sözlerle başlayanı ve verdiği sözden fazlasını yapanları severim. Çünkü böylesi göçmesini isteyendir,
Geleceğin hakkını veren, maziyi
kurtaranı severim. Çünkü böylesi halde göçmek isteyendir.
Sevdiği için, tanrısını zor
altına almak isteyenleri severim. Çünkü böylesi Allah’ın gazabından göçer..
Ruhu, yaralandığı zaman da derin
kalan ve bir küçük sergüzeştten mahvolabilen insanı severim. Çünkü böylesi
köprüyü seve seve geçer.
İçinde her şeyi kaplayan ve
kendini unutan taşkın ruhları severim. Çünkü her şey böylesini batırır.
Ruhu ve fikri serbest olanları
severim, böylesinin kafası, yalnız kalbinin kabıdır. Fakat kalbi onu batmaya sürükler.
“İnsanınüstü”de gerili
karabuluttan teker teker damlayan ağır damlalara benzeyenleri severim. Çünkü bunlar
yıldırımın geleceğini bildirirler. Ve habercilik yüzünden mahvolurlar.
Bakın işte ben bir yıldırım habercisi
ve bulutun ağır bir damlasıyım.
Bu bulutun adı “İnsanüstünü”
dür!.
5
Zerdüşt bu sözleri söyleyince
halka tekrar baktı ve sustu. Ve kendi kendine dedi ki:
Orada duruyorlar, gülüyorlar ve
beni anlamıyorlar. Ben bu kulakların ağzı değilim.
Bunların evvelâ kulaklarını mı
parçalamak ki: Gözleri ile işitmeyi öğrensinler.
Hatipler, rahipler gibi bağırıp
çağırmalı mı? Yoksa yalnız tepinenlere mi inanıyorlar?
Bunların mağrur oldukları bir
şeyleri var.
Bu mağrur oldukları şeye
verdikleri ad ne idi?
Ha, tahsil diyorlar ve bunun,
kendilerini keçi çobanlarından ayırt ettiklerine inanıyorlar. Onun için kendilerinden
tahkir lâfını işitmek istemiyorlar. O halde onların gururuna hitap edeyim.
O halde onlara en hakir bir
şeyden bahsedeyim. Bu son insandır.
Zerdüşt yine halka döndü ve dedi
ki: İnsanın bir hedef edinmesi vakti geldi. İnsanın, en yüksek umudunun
tohumunu ekeceği vakit geldi.
Daha yer bunun için geniştir.
Fakat bu yer bir zaman daralacak ve içinden yüksek bir ağaç yetiştiremeyecek.
Yazık: İnsanın hasret okunu
“insanüstünden” aşıramayacağı ve yay ipinin gerilmeği unutacağı bir zaman geliyor.
Size söylüyorum: İşlek bir yıldız
doğurabilmek için insanın içinde bir hercü merç olmalıdır. Size söylüyorum:
Sizin içinizde henüz hercü merç vardır. Yazık. İnsanın artık bir yıldız doğurmayacağı
zaman geliyor. Yazık kendi kendini hakir göremeyen en hakir insanın zamanı
geliyor.
Bakın size en son insanı
gösteriyorum.
Sevgi nedir?
Yaratılış nedir?
Hasret nedir?
Yıldız nedir?
Son insan bunları sorar ve
gözlerini kırpar.
O zaman arz ufalmıştır ve üstünde
her şeyi ufaltan son insan sıçramaktadır.
Toprak
biti gibi
doğurucu olan bu neslin imhası imkânsızdır. Son insan en uzun yaşar.
Son insanlar “Biz saadeti
bulduk” derler ve göz kırparlar.
Yaşamayı sertleştiren iklimleri terk
ettik. Çünkü hararete ihtiyaç var, komşu sevilir ve ona sürtünülür: Çünkü
hararete ihtiyaç var.
Hastalık ve güvensizlik onlar
için günahkârlıktır. Birbirlerini sayarlar.
Ayağı taşlara veya insanlara
takılan, artık delidir.
Zaman zaman biraz zehir: Bu,
tatlı hülyalar verir. Ve sonunda biraz daha fazlaca zehir; Bu da hoş bir ölüm getirir.
Çalışma daha devam ediyor, çünkü
bir eğlencedir, fakat eğlencenin fena tesir etmemesine bakılır.
Ne zengin olan var, ne fakir..
Çünkü her ikisi zor. Emretmek isteyen kim, itaat etmek isteyen kim? Her ikisi
müşkül.
Çobansız bir sürü! Herkes aynı
şeyi ister, herkes aynıdır: Başka bir şey dileyen, arzusu ile tımarhaneye
gider.
En akıllıları “önce bütün
dünya deli idi” derler ve göz kırparlar.
Akıllıdırlar ve her şeyi bilirler:
Alay etmeden kendilerini alamazlar. Bazen kavga ederler, fakat çabuk barışırlar;
yoksa mideleri bozulur.
Gece ve gündüz birer küçük
keyifleri vardır: Fakat sağlığı sayarlar.
Son insanlar “Saadeti bulduk”
derler ve göz kırparlar.
Zerdüşt’ün ilk hitabesi veya
önsözü burada bitti.
Çünkü burada halkın çığlığı
sözlerini kesti. “Bu son insanları bize ver Zerdüşt, bizi bu son insanlardan
yap. Bizde sana “insanüstünü” nü hediye edelim” diye bağrışan halk çılgın
bir neş'e içinde idi.
Fakat Zerdüşt acı duydu. Ve kendi
kendine dedi ki:
Beni anlamıyorlar, ben, o
kulakların ağzı değilim.
Her halde dağda çok yaşamış
ağaçların ve derelerin sesini çok dinlemiş olacağım.
Şimdi de onlara keçi çobanından
bahsedeceğim.
Ruhum hareketsiz, dağların sabah
hali bir aydın. Fakat onlar zannediyorlar ki: Ben soğuğum ve en korkunç şakalar
yapan bir alaycıyım. Şimdi bana bakıyorlar ve gülüyorlar ve gülerek benden
nefret ediyorlar. Onların gülmeleri buz gibi soğuktur.
6
Fakat bu esnada ağızları susturan
ve gözleri geren bir hâdise oldu. Bu aralık ip cambazı oyuna başlamıştı. Cambaz
küçük bir kapıdan çıkarak iki kule arasına serilmiş olan ipin üstüne atladı.
İp, halkın ve pazar yerinin üstüne asılmıştı. Cambaz yolunun yarısına geldiği
zaman küçük kapı bir defa daha açıldı. Buradan iri yarı, boyalı bir vücut hızla
fırlayarak birinci cambazın ardından yürümeğe başladı.
“İleri —
Topal bacak, ileri miskin hayvan, sahtekâr, soluk çehre git.”
Tabanlarım
sana dokunmasın. Burada iki kule arasında ne yapıyorsun?
Bu kuleye
seni hapsetmek lâzımdı.. Kendinden daha iyisinin yolunu kapıyorsun”.
Diye bağırarak gittikçe ona
yaklaştı.
Aralarında bir adım aralık
kaldığı zaman ağızları susturan, gözleri geren bir iş oldu. İkinci cambaz
şeytan gibi bir bağırtı koyuvererek birinci cambazın üstünden atladı geçti.
Düşmanının galebesini gören ilk cambaz muvazenesini kaybetti. Ve elindeki
sırıklar düştü, uçuruma yuvarlandı. Pazar yeri ve halk dalgalanmış bir deniz
gibiydi. Herkes birbirinden kaçıyor, birbirinin üstünden atlıyor, hele cambazın
vücudunun yere çarpacağı noktadan sıvışıyorlardı. Fakat Zerdüşt yerinde durdu
ve cambazın vücudu ölmemiş fakat paralanmış bir halde yanına düştü. Bir müddet
sonra yaralının aklı başına geldi. Ve yanında Zerdüşt’ü diz çökmüş halde buldu.
Ona dedi ki:
Ne yapıyorsun? Şeytanın bir
bacağını kıracağını çoktandır biliyorum.
Şimdi de beni cehenneme
sürüklüyor. Ona, karşı koymak mı istiyorsun?
Zerdüşt dedi ki: Dostum namusumla
temin ederim ki senin andığın şeylerin hiç biri yoktur. Ne şeytan, nede cehennem.
Ruhun, bedeninden daha tez
ölecektir. Artık hiç bir şeyden korkma.
Cambaz güvensiz bir bakışla
baktı. Ve dedi ki:
Söylediğin doğru ise ölmekle bir
şey kaybetmiş olmam. Ben dayak ve kötekle dans öğretilmiş bir hayvandan başka bir şey değilim.
Zerdüşt “Hayır, sen mesleğini
tehlikeden yarattın. Bunda hakir görecek bir şey yok.. Mesleğinin yüzünden
ölüme gidiyorsun. Buna mükâfat olarak seni ellerimle gömeceğim”.
Dedi.
Zerdüşt bunu söylediği zaman
artık cambaz cevap veremedi. Yalnız elini —teşekkürlerini iletmek istediği
Zerdüşt ellerini arar gibi — kımıldattı.
7
Bu aralık akşam oldu. Pazar yeri
karardı, halk dağıldı.
Çünkü tecessüs ve dehşetin bile
bir yorulması vardır.
Fakat Zerdüşt ölünün yanında
toprağın üstüne oturdu ve düşünceye dalarak zamanı unuttu. Gece olmuş,
münzevilerin üstünde soğuk bir rüzgâr esmeğe başlamıştı. Zerdüşt ayağa kalkarak
kendi kendine dedi ki:
“Gerçek
Zerdüşt Bugün güzel bir avcılık yaptı. Bir insan yakalayamadı amma bir cenaze elde
etti.
İnsan
hayatı, korkunç bir şeydir. Ve yine de manasızdır. Bir cambaz onun için bir
musibet olabilir.
İnsanlara
varlıklarının manasını, “İnsanüstünü”nü, kara insan bulutunun yıldırımını öğretmek
istiyorum.
Fakat
şimdilik onlardan uzağım, fikrim, onların kafasına giremiyor.
İnsanlar
beni şimdi ölü ile deli arasında bir mahlûk biliyorlar.
Gece
karanlık. Zerdüşt’ün yolları karanlık, soğuk ve katı yoldaş gel, seni,
ellerimle gömeceğim yere taşıyayım!”.
8
Zerdüşt kendi kendine böyle
söylendikten sonra ölüyü sırtına yüklendi ve yola koyuldu. Daha yüz adım gitmeden
yanına bir adam sokularak kulağına bir şeyler fısıldadı.
Bu, kulede ki ikinci cambazdı.
Diyordu ki: “Zerdüşt bu
şehirden kaç. Burada çokları sana kızıyorlar.
İyi ve
vicdanlılar, sana, düşman ve hakaretçi; dindarlar, kitle için tehlikedir diye
kızıyorlar. Sana gülmeleri seni kurtardı.
Gerçek,
sen bir meddah gibi söz söylüyordun. Ölü köpeğe yoldaş olmak seni kurtardı,
kendini bu kadar alçaltmak sayesinde bugün için kurtuldun. Ya bu şehirden git
veyahut yarın senin de üstünden atlarım.
Bir
canlı, bir ölünün üstünden”.
Bunu söyleyen birdenbire
kayboldu.
Zerdüşt’te caddelerden yoluna
devam etti.
Şehrin kapısında mezarcılarla
karşılaştı. Bunlar Zerdüşt’ün yüzüne ışık tuttular, onu tanıdılar ve onunla
alay ederek dediler ki: “Zerdüşt ölü köpeği taşıyor, Zerdüşt’ün mezarcı
oluşu ne tuhaf!
Çünkü
bizim ellerimiz bu uğursuzu gömemeyecek kadar temizdir. Zerdüşt şeytanın ağzından
lokmasını almak istiyor. Pek âlâ, afiyetler olsun.
Yalnız
Zerdüşt dikkat et ki: şeytan daha becerikli bir hırsız olmasın.
O,
ikinizi birden aşırır ve yer.”
Mezarcılar birbirlerine güldüler
ve yerlerine oturdular.
Zerdüşt buna karşı bir şey
söylemedi. Yoluna devam etti.
İki saat orman ve bataklıkların
kenarında yürüdükten sonra kurtların açlık haykırışını ve kendi açlığını duydu.
Ve içinde ışık yanan münzevi bir evin önünde durarak dedi ki:
Açlık beni ormanlarda,
bataklıklarda ve gece karanlığında bir hırsız gibi bastırıyor. Açlığın ne garip
kaprisleri var.
Çok defa yemekten sonra gelir. Bugün bütün gün
gelmedi. Nerede kaldı.”
Bunun üzerine Zerdüşt evin
kapısını çaldı. İçerden elinde ışık tutan bir ihtiyar göründü.
“Fena uykularımın arasına
gelen kimdir” diye sordu.
Zerdüşt cevap verdi. “Bir ölü
ve bir diri. Bana yiyecek ve içecek bir şey ver. Gündüz yemeyi unuttum. Âkiller
derler ki: Açları besleyen, kendi ruhunu beslemiş olur.”
İhtiyar gitti. Zerdüşt’e ekmek ve
şarap getirdi. Ve dedi ki: Burası açlar için uğursuz bir köşedir. Onun için burada
oturuyorum. Hayvanlar ve insanlar bana gelirler. Fakat arkadaşına da yedir ve
içir, o, senden yorgun görünüyor.
Zerdüşt, yoldaşım ölüdür. Onu
yemeğe ikna etmek kabil değildir dedi.
İhtiyar hiddetle cevap verdi:
“Bundan bana ne. Benim kapımı çalan verdiğim şeyi kabul etmelidir. Yiyin ve
keyfinize bakın.”
Bundan sonra Zerdüşt yolları ve
yıldızları takip ederek iki saat daha gitti. Gece yürüyüşüne alışkındı. Ve
bütün uyuyanların yüzüne bakmayı severdi. Fakat fecir olmağa başladığı zaman
Zerdüşt kendini sık bir ormanda buldu. Hiç bir tarafta yol görünmüyordu.
Burada ölüyü bir ağaç kovuğuna
yerleştirdi. Çünkü onu canavarlardan saklamak istiyordu. Kendi de toprak ve
yosunların üzerine uzandı. Ve yorgun bir vücut fakat sakin bir ruhla derhal
uykuya vardı.
9
Zerdüşt derin bir uykuya daldı.
Yalnız fecir (şafak) değil, kuşluk vakti de geçmişti. Fakat nihayet gözlerini
açtı. Ormana, sükûnete ve kendi kendine taaccüple baktı. Sonra birdenbire kara
gören bir denizci gibi doğrularak sevincinden haykırdı.
Yeni bir hakikat bulmuştu. Kendi
kendine dedi ki:
Gözüm aydınlandı: Bana yoldaş
lâzım. Fakat canlı. Kendisini istediğim yere taşıyabildiğim ölü yoldaş değil,
bilâkis kendi iradeleri ile benim gittiğim yola gitmek isteyen canlı yoldaş.
Gözüm açıldı. Zerdüşt halka
değil, yoldaşlarına hitap etsin.
Zerdüşt bir sürünün çobanı veya
köpeği olmasın..
Sürüden birçoklarını ayırmak işte
bunun için geldim. Halk ve sürü bana kızsın.
Zerdüşt çobana haydut diyecektir.
Onlara çoban diyorum, fakat onlar
kendilerine iyiler ve âdiller diyorlar.
Onlara çoban diyorum, onlar
kendilerine hak dinin zahitleri diyorlar.
İyilere ve âdillere bak; en çok
kimden nefret ediyorlar?
Onların kıymet levhasını
kırandan, parçalayandan, mücrimden: Fakat yaratıcı olanlar bunlardır.
Dinlerin müminlerine bakın. En
çok kimden nefret ediyorlar?
Kıymet levhalarını kıran,
parçalayandan, mücrimlerden: Fakat yaratıcı olanlar bunlardır.
Yaratıcı olan, yoldaş arar: Ölü aramaz. Sürü
ve mümin aramaz.
Yaratıcı, yeni levhalar üstünde
yeni kıymetler yaratacak yaratıcılar arar.
Yaratıcı, yoldaş ve hasat ortağı
arar. Çünkü onda her şey hasada olgundur. Fakat yüz ortak eksiği vardır. Bu
sebepten başakları kurur ve körlenir. Yaratıcı, damgasını ortaya atacak yoldaş
arar. Bunlara “İyi” ve “Fena” yı tahkir
eden yıkıcılar denecek. Fakat onlar hasatlarında ve bayramlarındadırlar.
Zerdüşt yaratıcı, hasatçı
yoldaşlar arıyor. Onun, sürülerle, çobanlarla, ölülerle ne iş var?
Allaha ısmarladık ilk yoldaşım..
Seni ağaç kovuğuna iyice yerleştirdim ve canavarlardan iyice gizledim. Fakat
vakit geçti, senden ayrılıyorum.
İki fecir arasında bana yeni bir
hakikat doğdu. Ben, çoban ve mezarcı olmayacağım.
Halkla konuşmayacağım, bir ölüye
de son defa hitap etmiş oluyorum.
Yaratıcılara, hasatçılara, bayram
edenlere katılacağım, onlara “kuzah gavsini” (Şeytan burcunu) ve “İnsanüstünü”nün bütün derecelerini
göstereceğim.
Şarkımı bu yadlara söyleyeceğim
ve işitilmemiş şeyleri dinleyebileceklerin yüreğini saadetimle dolduracağım.
Ereğime, doğru yola gidiyorum.
Geç kalanların, yavaşların üstünden atlayıp geçeceğim. Benim yürüyüşüm, onların
batışı olsun.
10
Zerdüşt bu sözleri söylerken öğle
olmuştu. Sorgulu bir bakışla göklere baktı. Tepesinde bir kuşun keskin sesini
işitti.
Bir kartal havada geniş daireler
çizerek uçuyor, boynunda, ona dost gibi sarılmış bir yılan taşıyordu.
Zerdüşt: “Bunlar benim
hayvanlarım” diye sevindi.
“Gök
kubbenin altında en mağrur hayvanla en zeki hayvan birleşerek haber aramaya çıkmışlar.”
Zerdüşt yaşıyor mu diye sormak
istiyorlar. Gerçek ben hâlâ yaşıyor muyum?
İnsanlar arasında olmak,
hayvanlar arasında olmaktan çok tehlikeli.
Zerdüşt tehlikeli yollardan
gidiyor. Hayvanlarım bana kılavuzluk etsinler..
Zerdüşt bunları söylerken ormanda
ki ihtiyarın sözlerini hatırladı ve içini çekerek kendi kendine dedi ki: Ben
daha akıllanmalıyım, yılanım gibi tamamen akıl kesilmeliyim.
Fakat imkânsız bir şey diliyorum.
O halde gururumdan, Daima zekâmla bir yürümesini dileyeyim. Ve zekâm bir gün
beni terk ederse, -Çünkü o, kaçmayı sever- gururum deliliğimle uçmalı.
Zerdüşt’ün sukutu böyle başladı.
ZERDÜŞT’ÜN
HİTABELERİ
Size ruhun üç değişmesini
anlatıyorum.
Ruh nasıl “Deve” leşir,
develikten aslanlığa, sonrada aslanlıktan çocukluğa nasıl atlar?
İçinde saygı yaşayan güçlü,
dayanıklı bir ruhun çok acıları vardır.
Onun gücü; müşkülü ve en müşkülü
diler..
Mütehammil ruh (Dayanıklı ruh) “Müşkül
nedir” diye sorar. Ve iyi yüklenmek İsteyen bir deve gibi diz çöker..
Mütehammil bir ruh “üzerime
alınca beni gücüme mağrur edecek en ağır şey nedir, kahramanlar” diye sorar.
Bu, şu değil midir? Kibrini ezmek
için kendini alçaltmak.
İlmiyle alay için deliliğini
belirtmek!.
Yoksa şu mudur? Zaferini tes'it
eden (kutlayan) bir şeyimizden ayrılmak?
Bir zalimi denemek için yüksek
dağlara çıkmak!
Yoksa şu mudur? İdrakin kabuk ve
çayırından beslenmek ve hakikat aşkı ile ruhta açlık acısı çekmek!
Yoksa şu mudur?
Hasta olmak ve şifacıyı geri
çevirmek.
Ve istediğini hiç bir zaman
işitmeyen sağırlarla dostluk yapmak!
Yoksa şu mudur?
İçinde hakikat var diye,—kirli
bir suya girmek ve soğuk kurbağalarla sıcak yengeçleri kendinden atmamak!
Yoksa şu mudur?
Bize hakaret edenleri sevmek,
bizi korkutmak isteyen heyulaya elimizi uzatmak.
Mütehammil ruh, bu en ağır
şeyleri üzerine alır, çöle revan olan deve gibi kendi çölüne yönelir.
Fakat en hücra (çok sıcak
günlerde öğle vakti) çölde ikinci değişme olur. Ve burada ruh aslanlaşır!
Hürriyete kavuşmak ve kendi
çölünde halife olmak ister.
Burada en son Efendisini arar:
Ona, en son Tanrısına düşman olmak ister; zafer için büyük ejderlerle pençeleşmek
diler.
Ruhun artık Efendi ve Tanrı
tanımadığı büyük ejder hangisidir?
Bu büyük ejderin adı “Sen
yapmalısın” dır.
Halbuki aslanın ruhu “Ben
isterim” der..
“Sen
yapmalısın” , onun
yolunun üzerinde altın kıvılcımlı, pullu bir hayvandır. Ve her bir pulun
üstünde altından bir parıltı ışıldar: “Sen yapmalısın!”
Bu pulların üstünde binlerce
yıllık kıymetler ışıldar. Ve ejderlerin en irisi der ki: “Bütün bu şeylerin
kıymeti bende parlar. Her kıymet yaratılmıştır. Ve her yaratılan kıymet “Ben”
im.
Onun için
artık “Ben isterim” olmamalıdır”.
Kardeşlerim: Ruhun aslanlaşmasına
ne ihtiyaç var? İtaatli ve dayanıklı olan hayvan yetmez mi?
“Yeni
kıymetler yaratmak”: Buna
aslanın da gücü yetmez. Fakat “Yeni yaratmalar için hürriyet temin etmek”, işte
aslanın gücü buna yeter.
“Hürriyet
yaratmak” ve
vazifeden önce kudsî bir “Hayır!” diyebilmek, işte bunun için, kardeşlerim,
aslana ihtiyaç var!
“Yeni
kıymetler için hak elde etmek”
dayanıklı ve itaatliler için elde etmelerin en korkuncu budur. Gerçek bu, ona
bir gasp ve ancak yırtıcı bir hayvanın işi
gibi görülür..
Bir zaman en kudsî şey olarak “Sen
yapmalısın” ı severdi..
Şimdi bu en kudsî şeyde de
sevgisinden önce, hürriyet gasp etmek için cinnet ve istek bulmalıdır; Bu gasp
için aslana ihtiyaç vardır.
Kardeşlerim söyleyin: Aslanın
yapamayıp ta çocuğun yapacağı şey nedir?
Yırtıcı aslan nasıl
çocuklaşacaktır?
Çocukluk bir masumiyet, bir
unutma, bir yeniden başlama, bir oyun, kendi kendine dönen bir teker, bir kımıldanış
ve bir kudsî “Evet” demektir.
“Evet” yaratmanın oyunu için
kardeşlerim kudsî bir “Evet”e ihtiyaç vardır. Böylece ruh, iradesini diler. Ve
dünyayı kaybeden, dünyasını tekrar bulur.
Size ruhun üç değişmesini
anlattım: Ruh nasıl develeşir, deve nasıl aslanlaşır ve nihayet aslan nasıl
çocuklaşır?
Zerdüşt bunları söylediği zaman
bulunduğu şehrin adı “Renkli İnek” idi.
Zerdüşt’e uyku ve fazilete ait
güzel şeyler söyleyen bir üstadı övdüler. Onu çok sayarlar ve mükâfat olarak
bütün gençlik, kürsüsünün önünde toplanırmış. Zerdüşt bu zata gitti ve gençlerle
beraber kürsüsünün önüne oturdu.
Üstat diyordu ki:
Uykuya
saygı, uykudan hayâ gerek: Her şeyin başı budur!
Uykusuzların
ve gece uyanık duranların yolundan çekilin!
Hırsız
bile uykudan hicap (utanç) duyar: Daima geceleyin usulca “çalar”. Fakat gece
bekçisi hayâsızdır. Hayâsızca düdüğünü öttürür.
Uyumak az bir hüner değildir:
Bunun için bütün gün uyanık beklemek lâzımdır.
Gündüz on defa kendi kendini
yenmelisin: Bu iyi bir yorgunluk verir.
Ve ruha afyon gibi tesir eder.
On defa kendi kendinle tekrar
barışmalısın; yenmek bir acılıktır. Ve barışmayan fena uyur.
Gündüz on hakikat bulmalısın:
Yoksa gece de hakikat ararsın ve ruhun aç kalır.
Gündüz on defa gülmeli ve
keyiflenmelisin: Yoksa sıkıntılar kaynağı mide gece rahatını kaçırır. Bunu pek
azları bilir: iyi uyumak için bütün bu faziletlere malik olmak gerektir.
Yalancı şahitliğimi yapacağım?
Zina mı edeceğim?
En yakındaki kızın namusunu mu
bozacağım? Bunların hepsi iyi uykuyu bozar.
Bütün faziletlere malik olsanız
bile bir noktayı iyi anlamanız gerektir:
Faziletleri de tam vaktinde
uykuya yollamak!
Talihsiz adam: Senin yüzünden iyi
kadıncağızlar birbirleri ile çekişmesinler ha.
Tanrı ve
komşu ile barışık: İyi uyku için bu lâzımdır.
Sonra komşunun şeytanıyla da
geçim gerektir. Yoksa geceleyin sana sokulur.
Üstünüzdekilere haksızda olsalar,
saygı ve itaat: iyi uyku için bu da lâzımdır.
Nüfuz ve iktidar, eğri bacaklar
üzerinde yürürse ben ne yapayım,
Sürüsünü en yeşil vadiye süren
çoban, benim için en iyi çobandır.
İyi uyku için bu lâzımdır..
Ne fazla
nüfuz, ne fazla zenginlik isterim: Bu, mideyi bozar. Fakat iyi bir ad ve küçük bir
servet olmayınca da uyunmaz.
Bir küçük toplantı, fena bir
konuktan iyidir. Fakat vaktinde gelip, vaktinde gitmek şartı ile iyi uyku için
bu lâzımdır.
Ruhça fakir olanlar da hoşuma
gider. Bunların uykuya faydası olur. Hele onlara hep hak verilirse ne kadar sevinirler!
Faziletlinin günü böyle geçer.
Gece gelince uykuyu çağırmaktan çekinirim.
Faziletlerin Efendisi olan uyku
çağrılmak istemez.
Bilâkis gündüzün ne yaptığımı, ne
düşündüğümü hatırlarım.
Geviş getiren sabırlı bir inek
gibi hep şunu sorarım.
Senin on zaferin hangisi idi? On
barışman, on hakikatin, on gülüşün hangileridir?
Bunlarla uğraşırken uyku,
faziletlerin Efendisi, kırk düşüncenin arasından beni birdenbire bastırır.
Gözlerin kapısını çalar: Ve orası ağırlaşır. Ağzıma dokunur ve orası açık
kalır.
Gerçek bu hırsızların en
sevimlisi yumuşak ökçeler üstünde gelir. Düşüncelerimi çalar. Ve o zaman şu
kürsü gibi durgunlaşırım. Fakat durmak uzun sürmez ve uzanma sırası gelir.
Zerdüşt üstadın sözlerini
dinleyince kendi kendine güldü: Ve yeni bir şey keşfetmiş gibi gözleri açılarak
mırıldandı:
“Bu kırk düşünceli üstat delidir:
Fakat sanırım ki uykuyu iyi anlıyor. Bu üstadın yakininde bulunanlara ne mutlu!
Böyle bir uyku, kalın duvarlar arasından bile sirayet eder.
Kürsüsünde bile bir büyü var.
Gençlerin, bu fazilet telkincisinin önünde durmaları boşuna değildir.
Onun öğüdü şudur:
İyi uyumak için uyanık durmak:
Gerçek hayatın bir gayesi olmasa ve ben gayesizlik seçmek istesem, en seçilmeye
lâyık gayesizlik bu olurdu.
Bir zamanlar fazilet üstatları
ararken, onlardan neler istediklerini şimdi iyi kavrıyorum:
İyi uyku ve afyon tesiri yapan
fazilettir.
Bu kürsü üstatlarının övdükleri
uyku, rüyasız bir uykudur:
Onlar hayatta bundan üstün bir hedef
bulamadılar.
Bugün de böyle fazilet telkin
eden üstatlar var ve onlar bu adam kadarda açık değiller:
Fakat bunların tavı geçmiştir.
Daha çok ayakta duramayacaklar ve batacaklardır.
Uyuklayanlara ne mutlu; çünkü yakında kendilerinden geçeceklerdir.
Zerdüşt böyle söylüyordu.
Bir zaman Zerdüşt de her fani
gibi hayatın “öte yanı” hülyasını taşıdı. Adın bana bir mustarip tanrının eseri
gibi görünürdü. O zaman dünya bana bir rüya ve bir tanrı şiiri, bir ilahi gayri
memnunun gözleri önünde renkli bir duman gibi görünürdü.
İyi ve kötü, zevk ve elem, sen ve
ben: yaratıcı önünde kar bir duman gibi görünürdü.
"Halik gözlerini kendinden
ayırmak istiyordu. O zaman dünyayı yarattı. Bu, ıstırap çekenlere kendini kaybetmek
ve gözlerini ıstıraptan ayırmak için çılgın bir zevk kaynağıdır.
Dünya bana vaktiyle çılgın bir
zevk ve bir “kendini kaybetme” gibi göründü. Ebedi eksik, ebedi bir tenakusun
ve eksikliğin timsali, eksik halikı için çılgın bir zevk; dünya bana bir zaman böyle göründü.
Ben de her fani gibi insanın
ötesi hülyasını kurdum. Hakikatte insanın ötesi nedir?
Ah kardeşlerim, benim
yarattığım bu tanrı, bütün tanrılar gibi insan eseri ve insan hülyasıdır.[8]
O, insandı ve hem de zayıf bir
insan parçası, “ben”: bu hayalet gerçek öte dünyadan değil, kendi alev ve
külümden geliyordu. Ne oldu kardeşlerim, ben acı çeken, kendimi yendim, kendi
külümü dağa taşıdım ve kendime daha aydın, daha parlak bir şule yarattım. Ve
bak, hayal o zamandan uzaklaşıverdi.
Böyle hayallere inanmak bana ve
nekahettekilere ıstırap olurdu, bana acı ve hakaret olurdu. Fanilere şöyle
hitap ediyorum.
Bütün “öte dünya” ları acı bir
şey bir kudretsizlikti.
O ancak en mustaribin
tadabileceği kısa bir saadet hülyasını doğurdu.
Bir adımda, ölüm adımı, son ereği
isteyen hiç bir şey dileyemeyen miskin ve aciz bir yorgunluk bütün tanrıları ve
öte dünyaları bu doğurdu.
Kardeşlerim bana inanın: bedende
aciz getiren bedendi. Bu beden, çıldıran bir ruhun parmaklar ile son duvarlara
sürtünüyordu.
Kardeşlerim bana inanın: arzda
perişan olan, çaresiz kalan bedendi. O
beden, varlığın kendine hitabını dinliyordu.
Böylece kafası ile ve yalnız
kafası ile değil, bütün varlığı ile son mâniaları aşarak öte dünyayı istedi.
Fakat o ahiret, insandan
saklıdır, bir semavi hiç, insansız ve insanlıksız âlem! ve varlık insana, insan
olarak hitap ediyor.
Gerçek varlığın ispatı ve
anlaşılması zordu.
Kardeşler söyleyin: en mucizeli
şeyler, en alâ ispat edilmiş değil midir?
Evet, bu “ben” ve “ben” in
tenakusları ve girdibatları (azman ve melezleri), en açık surette kendi
varlığını anlatıyor. Bu, yaratan, dinleyen, bekleyen ve her şeyin ölçüsü ve
kıymeti olan “ben”!
Bu açık varlık “ben” bedenden
hitap eder. Ve şiir yaptığı, parçalanmış kanatlarla hülya kurduğu zaman da yine
bedeni ister.
“Ben” daima daha iyi hitap
etmesini öğrenir ve öğrendikçe beden ve toprak için daha fazla söz ve iltifat bulur.
Benim “ben”im bana yeni bir gurur
öğretti. Bunu insanlara öğretiyorum: Artık kafayı en simâvi (yüze görünen)
şeylerin tümüne gömmeyin, serbest taşıyın. Hayata hedef verecek bir “arz
kafası” taşıyın.
İnsanlara
yeni bir irade öğretiyorum:
Hastalar ve ölüm döşeğindekilerin
körü körüne gittiği yoldan ayrılın. Bedeni ve toprağı hakir görenler, hastalar
ve ölüm döşeğinde olanlardır. Bunlar “semaviyi”, kurtarıcı kandamlasını
buldular:
Fakat bu tatlı ve kara zehri bile
topraktan ve bedenden aldılar.
Onlar acılarından kaçmak
istiyorlardı; fakat yıldızlar çok uzaktı.
O zaman içlerini çektiler. “İnsanı
başka bir varlığa ve saadete ulaştıracak “ilahi” yollar olsa!” dediler,
böylece kanlı içkilerini; öte dünyalarını buldular.
Bu nankörler, bu topraktan ve
bedenden sıyrılmak sevdasına düştüler, fakat bu sıyrılmanın da hareket etmek ve
saadetini kime medyundular? Bedenlerine ve bu toprağa.
Zerdüşt hastalara karşı
mülayimdir. Onların tesellilerine ve nankörlüklerine kızmaz, onlara şifa nasip
olsun ki: kendilerini yensinler ve kendilerine daha yüksek bir beden
yaratsınlar. Gece yarısı, tanrının mezarına sokulmak hülyasını güden hastalara
da kızmaz. Fakat hasta beden ve gözyaşları bana kalıyor.
Şair ve
dindarlar arasında çok hastalar vardır.
Bunlar idrak edenlerden nefret ederler ve
açıklığı, faziletlerin en körpesini, sevmezler.[9]
Hepsi geriye, karanlık zamanlara
doğru bakarlar: O zaman hayal ve iman başka şeylerdi. Anlayışın taşkınlığı,
Tanrı benzerliği ve şüpheler günahtı.
Bu Tanrı benzerlerini pekiyi
tanırım: Onlar kendilerine inanılmasını isterler. Ve “Şüphe günahtır”
derlerdi. Kendilerinin asıl neye inandıklarını pek iyi tanırım.
Gerçek bunlar bu öte dünyaya ve
kurtarıcı kandamlasından değil, kendi bedenlerine inanırlardı. Ve kendi
bedenleri onlar için her şeydi.
Fakat hasta bir şey: Derilerinden
sıyrılmak dilerlerdi. Onun için ölüm telkincilerini dinler ve kendileri de öte
“dünya” telkin ederlerdi.
Kardeşlerim, daha iyisi beni,
sağlam bedenin sesini dinleyin.
Bu daha açık, daha temiz bir
sestir. Tam ve sağlam yapılı beden daha açık ve daha temiz söyler arzî gayeden
bahseder. Zerdüşt böyle söylüyordu.
Bedeni hakir görenlere hitap
etmek istiyorum.
Bildiklerinizi değiştirecek
değilsiniz, yalnız bedeninizden ayrılın, yani susun.
“Ben,
beden ve ruhum” çocuk
böyle söyler.. Niçin çocuklar gibi söylememeli?
Fakat bilgiç kâhil (saçına ak
düşmüş adam) der ki:
Ben “Tamamen bedenim, başka
bir şeyim yok”
Ruh ise bedende mevcut bir şeyin
adıdır.
Beden; büyük bir şuur, tek manalı
birçokluk, bir kavga ve barışına, bir sürü ve bir çobandır.
Kardeşim senin ruh dediğin şey,
küçük bir şuur, bedenin bir âletidir.
Büyük şuurun küçük bir âleti ve
oyuncağı.
“Ben” diyorsun ve bu söze
mağrursun. Fakat bunun daha büyüğü ki buna inanmak istemez misin, senin bedenin
ve onun büyük şuurudur.
Bu, “Ben”
demez fakat" “Ben” i yapar.
Duygunun duyduğu, fikrin
kavradığı şeyin hiç bir zaman kendiliğinden bir ereği yoktur. Fakat fikir ve
ruh, biz her şeyin hedefiyiz diye seni kandırmak isterler.
Onlar bu kadar kibirlidirler.
Fikir ve ruh, âlet ve oyuncaktır.
Bunların arkasında büyük kül (bütün) vardır.
Bu kül, duygunun gözleri ve ruhun
kulakları ile araştırır.
Bu kül, daima araştırır ve arar:
Mukayese eder, zorlar, fetheder, tahrip eder, hükmeder ve “Ben” in hükümdarıdır.
Kardeşim, fikirlerinin ve
duygularının arkasında kudretli bir âlem, meçhul bir üstat vardır. Onun adı
küldür. Yeri Bedenindir.
O senin bedenindir. Bedeninde en
parlak fikrinden ziyade şuur vardır.
Kim bilir bedenin, senin en yüce
fikrîni ne için kullanır.
Senin külün “Ben” in ve onun
mağrur adımları üstünde güler.
Kendi kendine der ki:
Fikrin bu atlayışları, bu
uçuşları nedir? Benim hedefim için bir dolambaçlı yol. Ben; “Ben” in güzergâhı ve ona mefhumlarını
fısıldayanım.
Beden “Ben” e der ki: “Şuran
ağrısın” ve orası ağırır. Ve ağrısının durmasını düşünür. O, yalnız bunu
düşünür.
Beden “Ben” e derki: “Şurada haz
duy”, orası hazlanır ve sık sık nazlanmayı düşünür. Ve yalnız bunu düşünecektir.
Bedeni hakir görenlere bir söz
söyleyeyim: O hâkir görme onların saygısıdır.
Saygı ve hakareti, kıymeti ve
iradeyi yaratan nedir?
Yaratıcı beden, kendine hürmet ve
hakaret yarattı, zevk ve elem yarattı
Yaratıcı beden, iradesinin kulu
olarak kendine ruhu yarattı.
Ey bedeni
hakir gürenler: Kendi hakaret ve deliliğinizle bedeninize hizmet ediyorsunuz. Size söylüyorum, bedeniniz
bizzat ölmek istiyor ve hayata sırtını çeviriyor. Kendisinin en çok
istediğinden başka bir şeye gücü yetmez. “Kendisinden ötesi için yaratmak”,
en çok bunu ister, bütün hasreti budur. Fakat bu işte geç kalmıştır. Bunun için
ey bedeni hakir görenler, bedeniniz göçmek istiyor. Ondan hayatı, bedeni tahkir
ediyorsunuz!
Çünkü kendinizden ötesi için
artık bir şey yaratamazsınız.
Ondan hayata ve toprağa
öfkeleniyorsunuz.
Hakaretinizin manasız bakışında
şuursuz bir haset gizlidir.
Bedeni
hakir görenler! Sizin yolunuzdan yürümeyeceğim. Sizler benim için “insanüstünü”
birer köprü değilsiniz.
Zerdüşt böyle söylüyordu.
Eğer bu senin faziletin ise,
bunda kimse ile beraber olamazsın.
Tabiî sen bu faziletin adını
söylemek ve onu okşamak istersin.
Kulağını çekmek ve onunla
eğlenmek dilersin.
Ve bak, şimdi onun adını halkla
beraber söylüyorsun. Ve sen faziletinle halk ve sürüye karıştın. Eğer şöyle
deseydin daha iyi idi: “Ruhuma acılık ve tatlılık veren, kursağının açlığını
belirten şeyin adı yoktur. Ve söylenemez.
Senin
faziletin, adların üstünde bir mahremiyete malik olmalıdır.
Ondan
bahsetmeğe mecbur isen yalnız mırıldanmaktan utanma.
Mırıldanarak
söyle: Benim iyiliğim budur, bunu seviyorum, hoşuma gidiyor ve bu “İyi” yi tek
başıma istiyorum.
Bu “İyi”
yi bir tanrı kanunu, insan kaidesi, bir ihtiras olarak istemiyorum:
Dünya ve
cennetlerin üstünde bir rehbere ihtiyacım yoktur.
Benim
sevdiğim, arzı bir fazilettir: Onda herkesin aklından, kurnazlığından bir şey
yoktur.
Fakat bu
kuş, yuvasını bende yaptı. Onun için onu seviyor ve besliyorum. Şimdi de yanımda
altın yumurtalarının üstünde yatıyor.”
Faziletini böylece mırıldanarak
öv!
Bir zamanlar acıların vardı.
Onlara kötü diyordun. Fakat şimdi yalnız faziletlerin var: Bunlar senin acılarından
doğmuşlardır.
Hedefini bu acıların içinde
aramıştın. Böylece acıların;
faziletlerin ve sevinçlerin oldular.
Acaba öfkelilerin, şöhretlilerin,
dindarların, intikamcıların soyundan mısın? .
Fakat
sonunda bütün acıların, faziletlerin ve bütün şeytanların, meleklerin oldu.
Bir zamanlar mahzeninde vahşi
köpekler vardı: Fakat sonunda bu köpekler kuşlara ve sevimli mugannilere
çevrildiler.
Zehirlerinden balsamını
(merhemini) kaynattın. İneğinden sıkıntı sağıyordun.
Şimdi memesinin tatlı sütünü
içiyorsun.
Artık senden kötülük doğamaz.
Meğerki: Faziletlerinin kavgasından doğma kötülük ola...
Kardeşim eğer mesut isen yalnız
bir faziletin vardır. Fazla değildir.
Ve böylece köprünün üstünden
kolaylıkla geçersin.
Çok
faziletli olmak bir imtiyazdır, fakat güç bir kaderdir.
Birçokları kendilerini
faziletlerin kavga yeri olmaktan yorgun duyarak çöle düştüler ve kendilerini öldürdüler.
Kardeşim harp ve cidal (sözle
mücadele) fena mıdır? , Fakat bu fenalık lâzımdır.
Faziletlerinin arasında haset,
iftira ve itimatsızlık gerektir.
Bak, faziletlerinin her biri
nasıl en yükseğe yöneliyorlar. Her biri ruhuna hâkim olmak, senin bütün hiddet,
nefret ve sevgi kudretini elde etmek istiyorlar.
Her fazilet, diğer fazileti
kıskanır ve kıskançlık müthiş bir şeydir.
Faziletlerde kıskançlık yüzünden
mahvolabilirler.
Dört yanı kıskançlıkla sarılan,
sonunda kendine çevrilir ve akrep gibi kendini sokar.
Ah kardeşim; bir faziletin, kendisini inkâr ettiğini ve
hançerlediğini daha hiç görmedin mi?
İnsan,
geçilmesi lâzım gelen bir şeydir. Onun
için bu faziletlerini seveceksin.
Çünkü onların yüzünden
mahvolacaksın. Zerdüşt böyle söylüyordu.
Hâkimler ve kurban verenler!
Hayvanı, kafasın eğmeden öldürmek
istemiyor musunuz?
Bakın: Soluk mücrimin kafası
eğildi. Büyük tahkir gözlerinden okunuyor:
“Benim
“Ben” im geçilmesi lâzım gelen bir şeydir.
Benim
“Ben” im bana insanlığın büyük hakaretidir.
Bu gözler bunları söylüyordu.
Kendi kendine hükmünü vermek:
Onun en yüce ânı idi. Bu yüksek adamı alçaklığına döndürmeyin.
Kendi kendinin acısını çeken için
hiç bir kurtuluş yoktur. Meğerki tez ölüm gele.
Hâkimler!
Sizin öldürmeniz bir intikam
değil, bir acıma olmalıdır.
Öldürürken kendiniz hayata değer
olmağa çalışınız.
Yalnız öldürdüğünüzle barışmanız
yetmez. Kederiniz “insanüstünü” ne sevgi olsun. Ancak bu sayede yaşamağa hak
kazanırsınız.
Düşman
deyin fakat fena demeyin, hasta deyin. Fakat rezil demeyin, deli deyin fakat mücrim
demeyin.[10]
Sen ey kızıl hâkim!
Fikrinde yaşayan şeyleri açık
söylemen lâzım gelseydi herkes bu “Ahlâksız zehirli Sülük kahrolsun” derdi.
Fakat düşünce, iş, işin görünüşü
başka şeylerdir.
Bunların arasında temelin
tekerleği dönmez.
Bu solgun mücrimi, bir manzara
solgunlaştırıyor.
Cürmü işlerken aldırmadı, fakat
işledikten sonra manzaraya dayanamadı. Kendini hep bir fiilin faili gördü. Buna
delilik derim. İstisna onun bünyesine girmişti.
İp tavuğu bağlar gibi yaptığı
cürme de zavallı aklını bağladı.
Buna fiilden sonra gelmiş bir
delilik derim.
Hâkimler dinleyin!
Başka bir delilik daha vardır. Bu
delilik fiilden önce olur.
Ah! Bu ruhun derinliklerine
giremiyorsunuz.
Kızıl hâkim derki: Bu mücrim niye
adam öldürdü?
Gasp etmek istiyordu da ondan.
Fakat ben size derim ki: Onun
ruhu gasp değil kan istiyordu.
O, hançerde ki saadete susamıştı.
Fakat zavallı aklı bu deliliği
kavrayamadı. Ve onu kandırdı.
Ona aklı dedi ki: Kanı ne
yapacaksın?
Hiç olmazsa kan dökerken bir şeyi
gasp etmeli, bir intikam almalısın.
O da, zavallı aklına uydu.
Onun sözleri, üstüne kurşun gibi
yüklendi. Ve böylece öldürürken gasp etti.
Deliliğine utanmak istemedi.
Şimdi yine günahının kurşunu onun
üstünde yüklü.
Zavallı aklı o kadar tutuk, o
kadar fani, o kadar ağır!
Kafasını sallayabilseydi yükü
devrilirdi. Fakat bu kafayı kim sallar.
Bu adam nedir?
Ruhunun içinden dünyaya saldıran
hastalıklardan yapılı bir yığın.
Bunumu avlamak istiyorsunuz?
Bu adam nedir?
Birbirinin yanında nadiren uslu
oturan vahşi yılanlardan yapılı bir düğüm.
Bunlar kendiliklerinden gezmeğe
giderler ve dünyada av ararlar.
Şu zavallı bedene bakın: Onun
çektiği acıyı ve dileklerini ruh kendine mal etti. Ruh onu, hançerin saadetine
duyulan bir katil zevk ve ihtiras diye tefsir etti.
Şimdi hasta olanı “Fena”
bastırır. Kendine acı veren şeylerle acı vermek ister. Fakat başka samanlar ve
başka İyi ve fenalarda vardı.
Bir zaman kendini dileme ve şüphe
kötü sayılırdı. O zaman hasta, bir büyücü olurdu. Bir büyücü ıstırabını çeker
ve böylece acı vermek isterdi. Fakat bu, sizin kulağınıza gitmiyor:
Bana diyorsunuz ki: Bu,
iyiliklerinize zarar verir. Fakat iyiliklerinizden bana ne?
İyiliklerinizin
çoğundan fenalıklarınızdan fazla iğreniyorum.
İsterdim
ki şu solgun mücrim gibi sizin de bir vehminiz olsa da sizi mahvetse.
Gerçek dilerdim ki: Vehminizin
adı hakikat veyahut sadakat yahut adalet ola.
Fakat
sizin faziletiniz; uzun yaşamak ve
acınacak bir rahata kavuşmak içindir.
Ben bir
sel kenarındaki parmaklığım. Tutabilen beni tutsun.
Fakat ben sizin “Topal
değneğiniz” olamam.
Zerdüşt böyle söylüyordu.
Bütün yazılar içinde yalnız kanla
yazılanı severim.[11]
Kan ile yaz:
Göreceksin ki: Kan ruhtur.
Yabancı kanı anlamak kolay
değildir.
Okuyan
avarelerden nefret ederim.
Okuyucuyu tanıyan, onun için
artık bir şey yazmaz, daha bir asır okunsun sonra bizzat ruh kokacak.
Herkesin okuma öğrenebilmesi,
gittikçe yalnız; yazıyı değil, düşünüşü de bozuyor.
Ruh bir
zaman Tanrı idi, sonra insanlaştı, şimdi de avamlaşıyor.
Vecizeleri
kanla yazan: Okunmak değil ezberlenmek diler.
Dağda en kestirme yol, tepeden
tepeyedir. Fakat onun için uzun ayaklar ister.
Vecizeler bu tepeler gibi, bunu
okuyacaklarda uzun ve iri yapılı olmalıdır.
Hava hafif ve temiz, tehlike
yakın ve ruh neşeli bir fenalıkla dolu,
Bunlar birbirlerine yaraşır.
Etrafımda devler görmek
istiyorum. Çünkü: cesurum.
Heyulalar ürküten cesaret
kendisine devler yaratır. Cesaret gülmek ister.
Artık
sizin gibi duymuyorum. Altımda gördüğüm ve beni güldüren bu kara ve ağır bulut
sizin fırtına, bulutunuzdur.
Yükseliş istediğiniz zaman
yukarıya bakarsınız.. Fakat ben yüksek olduğum için aşağılara bakarım.
Sizden yükselen ve aynı zamanda gülen var mı? En yüksek dağların üstüne çıkmış
olan, bütün dramlara ve dram ciddiyetine güler.
Gamsız, alaycı, zorlu akıl bizi
böyle görmek istiyor.
O, bir kadındır ve daima bir
muharip sever. Bana diyorsunuz: “Hayatı taşımak güçtür”: Fakat
öğleden evvelki gururunuz ve akşamki teslimiyetiniz neye yarar?
Hayatı taşımak güçtür: Fakat o
kadar nazlanmayın! Biz hepimiz pek âlâ mütehammil eşekleriz..
Üstünde bir çiğ damlası bulunduğu
için titreyen, bir gül goncasına benzer yerimiz var mı?
Gerçektir ki: Hayatı seviyoruz.
Fakat yaşamağa: değil, sevmeğe alıştığımız için.
Sevgide daima biraz delilik
vardır. Fakat delilikte de daima biraz akıl vardır. Hayatla barışık olan ben
de, kelebekler ve sabun köpükleri ve insanlar arasında bunların benzerlerinin,
saadeti en çok anlamış olduğunu sanıyorum.
Bu hoppa, ince, delişmiş, oynak
ruhcukları titreşirken görmek Zerdüşt’te gözyaşları ve şiirler doğurur.
Ben yalnız danstan anlar bir
Tanrıya inanabilirdim. Ve şeytanımı gördüğüm zaman onu, ağır başlı, köklü derin
ve resmî bulurum.
O, ağırlığının ruhu idi. Her şey
onun içinden düşer.
Öfke ile değil, gülümseme ile öldürülür.
Haydi, bakalım, ağırlığın ruhunu öldürelim.
Ben yürümeyi öğrendim: O vakitten
beri kendimi yürütüyorum.
Uçmayı öğrendim: O vakitten beri
yerimden kımıldamak için itilmeğe ihtiyacım kalmadı.
Şimdi hafifim, şimdi uçuyorum. Ve
şimdi altımda kendimi görüyorum.
Şimdi içimde bir Tanrı dans
ediyor.
Zerdüşt böyle söylüyordu.
Zerdüşt’ün gözleri bir
delikanlının kendisinden kaçtığını görmüştü.
Bir akşam “Renkli İnek”
denilen şehrin etrafını çeviren dağlarda yalnız gezinirken, bu delikanlıyı bir
ağaca dayanmış ve yorgun bakışlarla vadiyi seyrederken gördü.
Zerdüşt delikanlının dayandığı
ağaca tutunarak dedi ki:
Bu ağacı ellerimle sallamak dilesem
buna gücüm yetmez. Fakat bizim göremediğimiz rüzgâr onu tazip eder. Ve dilediği
tarafa eğer.
Bizi, görmediğimiz eller en
huşunetle (kabalık, sertlik, inatçılıkla) eğerler ve tazip (azap ve üzme)
ederler.
O zaman delikanlı şaşkınlıkla
doğruldu ve dedi ki: Zerdüşt un sesini işitiyorum.
Zaten onu düşünüyordum.
Zerdüşt cevap verdi.
“O halde
ne korkuyorsun? Fakat insan ağaç gibidir.
Yüksekliğe
ve aydınlığa doğru ne kadar çıkmak isterse, kökleri aşağıya, karanlığa, derinliklere,
fenâya doğru o kadar fazla sokulur.”
Delikanlı: “Evet fenaya doğru,
nasıl benim ruhumu keşfe kadir oldun” diye bağırdı.
Zerdüşt gülümsedi ve dedi ki:
Bazı ruhlar hiç bir zaman keşfedilemezler.
Meğerki onları ilk defa ibda
(yoktan var etme etmiş) olalım.
Delikanlı, “Evet fenaya doğru”
diye bir kere daha bağırdı.
Zerdüşt sen doğruyu söylüyorsun.
Yükseklikleri dileyeliden beri kendime güvenmez oldum. Ve kimse bana güvenmez
oldu. Bu nasıl oluyor?
Ben kendimi çok çabuk
değiştirdim. Benim de bugünüm, dünümü nakzediyor. (bozuyor)
Çıkarken çok defa bir kaç basamak
atlarım. Fakat basamaklar bunu bana bağışlamıyorlar.
Yukarı çıktığım zaman kendimi
daima yalnız bulurum. Benimle kimse konuşmuyor.
İnzivanın donu beni titretiyor.
Yukarılarda ne yapacağım?
Tahkirim
ve hasretim beraberce büyüyorlar. Yukarı çıktıkça çıkanı daha fazla tahkir ediyorum.
Çıkıp ta ne yapacak?
Çıkışımdan ve takılışımdan ne
kadar utanıyorum. Sızlayışımla nasıl alay ediyorum? Kaçanlardan nasıl nefret
ediyorum? Yukarılarda ne kadar yorgunum? ”
Delikanlı burada sustu..
Zerdüşt dayandıkları ağaca
baktıktan sanca dedi ki: Bu ağaç, dağda tek başınadır. O, insan ve hayvanı
atlayarak yükseldi. Ve eğer dili olsaydı onu anlayacak kimse
bulunmazdı; o, bu kadar büyümüştür.
O, şimdi bekliyor. Neyi bekliyor?
Bulutların bulunduğu yere yakın, her halde ilk yıldırımı bekliyor.
Zerdüşt Bunları söyleyince
delikanlı sert bir ifade ile dedi ki: “Evet Zerdüşt sen gerçek söylüyorsun.
Yükselmek istediğim zaman inmeyi dilemiş oluyorum.
Ve sen benim yıldırımımsın.
Bak, seni göreliden beri artık
ben neyim? Sana olan hasedim beni tahrip etti”.
Delikanlı bunu söylerken acı acı
ağlıyordu. Fakat Zerdüşt onu kollan ile sararak kendisi ile beraber yola çıkardı.
Bir müddet beraberce yürüdükten
sonra Zerdüşt konuşmağa başladı.
Kalbim parçalanıyor, bütün tehlikelerini
sözlerinden ziyade gözlerin söylüyor.
Sen henüz hür değilsin, hürriyet
arıyorsun. Bu arayış senin gecelerini çaldı ve seni uyanık tuttu.
Hür yükseklikleri istiyorsun.
Ruhun yıldızlara susamıştır.
Fakat kötü garizelerinde
(huylarında) hürriyete susamışlardır.
Vahşi köpeklerin hürriyet
istiyorlar, ruhun bütün mahpesleri (hapsedilen, hapsedilmiş olan) açmağa uğraştığı
zaman onlar mahzenlerinde neşelerinden havlıyorlar..
Sen henüz hürriyet bulmak isteyen
bir esirsin.
Ah! Böyle esirlerin ruhu zekileştiği
kadar hilekârlaşır ve bozulur.
Kurtulan ruhta daha temizlenmeğe
mecburdur. Ondan daha çok hapis ve zindan kalmıştır. Gözleri daha temizlenmelidir.
Evet, senin tehlikeni tanırım.
Fakat sevgi ve umudumla sana derim ki: Sevgi ve umudunu bir yere atma!
Daha kendini asil hissediyorsun,
sana kötü nazarla bakan diğer insanlarda seni asil görüyorlar. Bil ki:
Herkesin
yolunu bir “asil” keser. İyilerinde yolunu Bir “asil” keser. Onlar bu “Asil” e iyi deseler bile bundan maksatları
onu yollarından atmaktır.
Asil olan, yenilik ve yeni bir
fazilet yaratmak ister, iyi olan, eskiyi ve eskinin saklanmasını diler..
Fakat “Asil” in tehlikesi onun
bir “İyi” ye çevrilmesinde değil, bir çapkına, bir alaycıya ve bir yıkıcıya dönüşündedir.
Ah! En yüksek umutlarını kaybeden
“Asil” ler tanırım. Onlar sonradan bütün ulu umutlarını inkâr ettiler.
Şimdi onlar kısa keyiflerin
çapkınlığını yaşıyorlar. “Günlük” ten ileri geçen dileklerini bir tarafa atmış
bulunuyorlar.
Onlar,
“Ruh şehvettir” dediler ve böylece ruhlarının kanatlarını kırdılar. Şimdi o ruh
sürünüyor ve tırnaklarken kirleniyor.
Vakti ile kahraman olmağı
düşünürlerdi; Şimdi keyiflerinin
esiridirler.
“Kahraman” onlar için bir yeis,
bir işkencedir.
Fakat sevgi ve umudumla sana
derim ki: ruhunda ki “Kahraman” ı bir tarafa atma.
En yüksek umudunu temiz tut!
Zerdüşt böyle söylüyordu.
Ölüm vaizleri vardır.
Toprak; hayattan ayrılmalarını tavsiye
etmemiz lâzım gelen bu çeşit insanlarla doludur.
Toprak, lüzumsuzlarla doludur.
Hayat fazlalar yüzünden bozulmuştur.
Bu gibilerini “Ebedi hayat” adağı
ile bu dünyadan ayartmak gerek.
Ölüm vaizlerine sarı veya kara
derler. Fakat onları size başka renklerle göstermek istiyorum.
Şunlar, içlerinde yırtıcı hayvan
taşıyan korkunçlardır. Bunların keyif ve “Kendilerini parçalamaktan”
başka seçecek bir şeyleri yoktur. Bunların keyifleri de bir “Kendini
parçalama” dır.
Bu korkunçlar bir insan bile
olamadılar: Varsın ölümü vaiz etsinler ve kendileri olsunlar.
Şunlar ruhu veremlilerdir. Daha
doğmadan ölmeğe başlarlar. Yorgunluk ve feragat öğütlerini özlerler.
Onlar memnuniyetle ölmek
istiyorlar. Bizim de onların isteklerini tasvip etmemiz gerek!
Bu ölüleri uyandırmaktan ve bu
canlı tabutları açmaktan çekinelim.
Bunlara; bir hasta, bir ihtiyar veya bir cenaze
rastladı mı hemen derler ki:
“Hayat
fanidir”.
Fakat fani olan, onlar ve
varlığın yalnız bir yüzünü gören gözleridir.
Koyu bir bedbinliğe sarılmış ve
ölüm getirecek küçük tesadüflere mütahassir (hasret çeken, özleyen); böyle beklerler. Ve dişlerini birbirine
çarparlar.
Yahut şekerlemelere uzanırlar ve
böylece çocuklukları ile alay ederler:
Saman
çöplerine asılırlar ve hâlâ saman çöpüne asılıyız diye alay ederler.
Onların aklı der ki: “Yaşamakta
devam eden delidir. Fakat biz çok deliyiz. Ve hayatta en büyük delilik budur.”
Bir kısmı der ki: “Hayat
yalnız ıstıraptır.” Ve bu yalan değilse: O halde bu ıstırabı bitirmeğe
çalışın! Istıraptan başka bir şey getirmeyen hayatı bitirmeğe çalışın.
O halde sizin fazilet dersiniz şu
olmalıdır:
“Kendini
bizzat öldürmelisin, kendini bizzat o âlemden çıkarmalısın.”
Ölüm vaizlerinin bir kısmı der
ki:
Şehvet
günahtır. Bırakın bundan ayrılalım. Ve çocuk yapmayalım!.
Bir kısmı der ki: Doğurmak
güçtür. Niçin hâlâ doğuruyoruz?
“Doğanların hepsi bedbaht
oluyorlar” Bunlar da ölüm vaizleridir.
Üçüncü bir kısım der ki:
“Merhamet gerektir.
Nem varsa alınız, ben neysem
alınız, tâki hayat bana çok bağlanmasın”!
Bunlar cidden merhametli
olsalardı, en yakınlarını hayattan ürkütürlerdi.
“Fena olmak”: Onların bütün
iyiliği bu olabilirdi.
Fakat
onlar hayattan ayrılmak istiyorlar: O halde başkalarını hediye ve zincirlerle
hayata daha sağlam bağlamaktan ne menfaatleri var?
Ey hayatın hep iş ve güçten
ibaret olduğunu söyleyenler: Yaşamaktan daha bıkmadınız mı? Ölüm vaizini dinleyecek
olgunluğa gelmediniz mi?
Yorucu işi, hızı, yeniyi,
yabancıyı sevenler: Sizler bu vaaza dayanamazsınız. Çalışmanız kendinizi unutma
dileğidir.
Eğer hayata daha fazla
inansaydınız kendinizi “Ân” kaptırmazdınız:
Fakat beklemeğe, hatta tembelliğe
yetecek dolgunluğunuz yok.
Ölümü vaiz edenlerin sesi her
tarafta çınlıyor:
Arz bu öğüde lâyık olanlarla
doludur.
Ya “Ebedî hayat”; bence hava hoş yeter ki bir ân evvel
çekilsinler.
Zerdüşt böyle söylüyordu.
Ne düşmanlarımızın, nede en
gönülden dostlarımızın bizi esirgemesini isteriz,
O halde bırakınızda size hakikati
söyleyeyim. Harpte ki kardeşlerim! Sizi gönülden severim. Ben de sizin gibi
büyüdüm ve sizin gibiyim ve sizin en iyi düşmanınızım. Size hakikati
söyleyeyim.
Kalbinizde ki kin ve hasedi
bilirim. Kin ve hasedi tanımayacak kadar büyük değilsiniz. Bari onlardan utanmayacak
kadar büyük olun.
Aklın kudsîleri değilseniz bile,
muharipsiniz. Muharipler bu kudsîlerin yoldaşları ve öncüleridir.
Çok asker
görüyorum: Çok muharip görmek isterdim. Giydikleri elbiseye üniforma diyorlar,
bari elbise içindekiler tek biçimli olmasa!
Gözlerinizi daima bir düşmana,
kendi düşmanınıza dikilmiş görmek isterim.
Bazılarınızda ilk bakışta bir kin
görünüyor. Fikirleriniz için düşman arayıp, onun için harp edin.
Eğer fikriniz mağlup olursa
açıklığınız muzaffer olsun.
Sulhu, yeni harplerin vasıtası
olarak seviniz. Kısa sulhu uzun sulhtan fazla seviniz.
Size iş değil harp tavsiye
ederim, sulh değil zafer tavsiye ederim.
İşiniz harp, sulhunuz zafer
olsun.
Ancak okla yay elde olursa insan
oturup susabilir. Yoksa yapılacak şey gevezelik ve itişip kakışmadır.
Sulhunuz bir zafer olsun.
Diyorsunuz ki “Harbi bile takdis
edişin ne âlâ!”, Ben size derim ki: Her şeyi kudsîleştiren iyi harptir.
Harp ve cesaret yakın sevgisinden
mühim neticeler verdiler. Şimdiye kadar kazazedeleri, merhametiniz değil,
cesaretiniz kurtardı.
“İyi
nedir” diye
soruyorsunuz. Cesur
olmak iyidir.
“iyi şey, güzel, okşayıcı olan
şeydir”. Bırakın bunu küçük kızlar söylesin.
Size yüreksiz derler: Fakat sizin
yüreğiniz durudur. Ve sizin samimî hicabınızı severim. Siz meddinizden utanıyorsunuz,
başkaları cezrinden utanıyor;
Siz çirkin misiniz?
Pek âlâ kardeşlerim, o halde
“Ulvî” yi, çirkinliklerin örtüsünü bürününüz. Ve eğer ruhunuz büyükleşirse taşkınlaşır,
sizin ulviyetinizde fenalık vardır.
Sizi tanırım.
Fenalıkta,
“Taşkın” la “Çürük” buluşurlar. Fakat birbirini anlamazlar. Ben sizi tanırım.
Tahkir edilecek değil, kin
bağlanacak düşmanlarınız olmalı, düşmanlarınızla mağrur olmalısınız. O zaman
düşmanlarınızın muvaffakiyeti de sizin muvaffakiyetiniz olur.
Başkasına dayanma bu, köle
kibarlığıdır. Sizin kibarlığınız itaat olmalıdır. Kumandanız bile bir itaat
olmalıdır
İyi bir muharibe “Sen
yapacaksın”, ”Ben isterim” den daha hoş gelir. Ve sevdiğiniz her şeyi kendinize
kumanda ettirin.
Hayata olan sevginiz, en yüksek
umudunuza olan sevginiz olmalıdır.
En yüksek umudunuz, en yüksek
hayat fikri olmalıdır.
Fakat en yüksek fikrinize beni
kumanda ettirin. Bu kumanda şudur: İnsan, geçilmesi lâzım gelen bir şeydir.
Böylece itaat ve harp içinde ömür
sürün. Uzun ömürden ne çıkar? Hangi muharip esirgenmek diler.
Harpte ki kardeşlerim: Ben sizi
esirgemem, sizi gönlümden severim.
Zerdüşt Böyle söylüyordu.
Başka yerlerde daha milletler ve
sürüler vardır. Fakat bizde değil. Kardeşlerim bizde yalnız devletler vardır.
Devlet?
Bu nedir?
Pek alâ, şimdi kulağınızı açınız:
çünkü size milletlerin ölümünden bahsedeceğim.
Soğuk şeylerin en soğuğunun adı
devlettir. Bu soğukluk yalan da söyler ve ağzından şu yalan çıkar, “ben devletim,
ben halkım”.
Bu, yalandır.
Milletleri yaratıcılar yarattılar
ve üstüne bir iman ve aşk gerdiler:
Böylece hayata hizmet ettiler.
Çoklarının devlet dediği şey bir
yıkıcıdır. O, halkın üstüne bir kılıç ve yüz ihtirası asmıştır.
Henüz millet mevcut olan yerlerde
devlet anlaşılmaz ve ahlâk ve hukuka bir tecavüz ve kötü bir bakış diye
devletten nefret edilir.
Size şu işareti veriyorum; her millet kendi dili ile iyi ve fenadan
bahseder. Bunu komşu anlamaz.
Her millet dilini adet ve hukukta
yaratmıştır. Fakat devlet iyi ve fena bütün dillerle yalan söyler.
Size söylediği her şey yalandır
ve malik olduğu her şey hırsızlıktır.
Onun her şeyi sahtedir. Bu kuduz,
hırsızlık dişlerle ısırır. Bağırsakları bile sahtedir.
İyi ve fena hakkında dil
kargaşalığı: devlete âlem olarak size bu işareti veriyorum.
Gerçek, bu işaret ölüm arzusuna
delalet eder, ölüm vaizlerini çağırır. Lüzumundan pek fazla insan doğuyor, işte
bu lüzumsuzlar için devlet bulunmuştur.
Bakın: devlet bu lüzumsuzları
nasıl kendine ayartıyor, bunları nasıl boğazlayıp çiğniyor, geviş getiriyor.
“Arzda
benden büyük bir şey yoktur. Ben Allah’ın nizam veren parmağıyım”. O vahşi böyle bağırır ve diz
çökenler yalnız uzun kulaklı ve kısa bakışlılar değildir.
Ah büyük ruhlular!
Bu kara yalanların sesi size de
gelir.
O, kendini israf eden zengin
yürekleri bulur. Evet, o, sizi de yakalar.
Ey eski tanrının galipleri!
Harpte yoruldunuz ve
yorgunluğunuz şimdi yeni ilahın işine yarıyor. Yeni ilahi, etrafına kahramanlar
ve namuskârlar dizmek istiyor. İyi vicdanların ışığında güneşlenmesini sever bu
soğuk vahşi! Yeni ilâh, kendisine yalvarırsanız size her şeyi vermek ister:
Böylece faziletlerinizin ışığını,
mağrur gözlerinizin bakışını satın alır.
Ey fazlalar: O, sizinle oynamak
ister.
Bunun için de bir cehennemi hüner
bulmuştur:
İlahi ziynetlere bürünmüş bir
ölüm aleti!
Kendini bizzat hayat diye öven bu
şey, çoklarının ölümü oldu.
Gerçek ölüm vaizlerine güzel bir
yardım! Bütün iyi ve fena zehir içenlerin bulunduğu yere devlet diyordum.
Bütün iyi ve fenaların kendini
kaybettikleri yer devlettir.
Devlet, her kesin tedrici
intiharının hayat dendiği yerdir.
Şu fazlalara bakın: kâşiflerin
eserlerini ve akillerin hazinelerini çalarlar ve bu hırsızlığa tahsil derler ve
bunların hepsi onlar için bir illet ve bir hastalıktır.
Şu fazlalara bakın: daima
hastadırlar, safralarını kusarlar ve adına gazete derler. Birbirlerini yutarlar,
fakat hazım bile edemezler.
Şu fazlalara bakın: Servetler
kazanırlar ve bununla züğürtleşirler. İktidar isterken başta iktidarın kusmuğu
olan para dilenirler! bu acizler!.
Bu çevik maymunların tırmanmasına
bakın: birbirlerinin üstünden tırmanıyorlar. Birbirlerini yiyerek bataklığa ve
çukura yuvarlanıyorlar hepsi post kapmak ister;
hepsi, saadeti post üstünde vehmeder çok defa postun üstünde bataklık
vardır ve çok defa post bataklığın üstünde durur.
Bu ateşli, tırmanıcı maymunların
hepsi bence delidir.
Bu ilahın, soğuk vahşinin fena
bir kokusu var. Bu İlâh hizmetçilerinin hepsinin fena bir kokusu var.
Kardeşler! Boğazlarınızın ve ihtiraslarınızın
dumanında boğulmak mı istiyorsunuz? Pencereleri kırıp dışarı çıksanız daha iyi
olacak.
Fena kokunun yolundan çekilin. Bu
zaitlerin ilâh hizmetçiliğinden ayrılın.
Kötü kokunun yolundan çekilin!
Bu insan kurbanlarının dumanından
ayrılın. Büyük ruhlar için dünya şimdi de serbesttir. Etrafında sakin denizlerin
havası esen birçok yerler henüz münzeviler için boştur.
Büyük ruhlar için henüz serbest
bir hayat vardır.Gerçek, az şey'e malik olana az hükmedebilir.. Yaşasın bu
küçük fakirlik.
Devlet nerede bitiyorsa zait
(fazla) olmayan insan orada başlar.
Zait olmayanın şarkısı, eşsiz ve
benzersiz türküsü orada başlar.
Kardeşlerim bana bakın: devletin
bittiği yerde “insanüstünü” nün köprüsü ve kuzah kavsini (şeytan
burcunu) görmüyor musunuz?
Zerdüşt böyle söylüyordu.
Dostum inzivana kaç!
Seni, büyük, adamların
gürültüsünden bayılmış ve küçüklerin iğnesi ile iğnelenmiş buluyorum.
Orman ve kaya seninle birlikte
vakurâne susmayı bilirler.
Yine, sevdiğin geniş dallı ağaca
benze; Bak onun denizin üstünde ne sakin
ve dinleyici bir duruşu var.
İnzivanın
bittiği yerde panayır başlar ve panayırın başladığı yerde büyük artistlerin
gürültüsü ve zehirli sineklerin vızıltısı başlar.
Dünyada, ileri sürülmeyen hiç bir
şeyin kıymeti yoktur. Bu “İleriye sürenlere halk, büyük adamlar” der.
Halk,
“Büyük” ten az anlar. Bu, “Büyük” yaratıcı olandır. Fakat halk hep büyük şeylerin artistlerini,
ileriye sürenlerini anlar.
Arz, yeni kıymetler yaratanın
etrafında döner; görünmeden döner.
Fakat halk ve şöhret, artistlerin
etrafında döner. Dünyanın gidişi böyledir.
Artistin ruhu vardır. Fakat
ruhunun vicdanı azdır.
O, daima en kuvvetle inandıracağı
şeye inanır. Yarın başka bir inanıcı, o bir gün başka bir inanıcı vardır.
Halk gibi değişik hisleri ve
değişik havası vardır.
Onun ispatı, yıkmak: iknası, delirtmektir. Ve
onun için kan, esasların en iyisidir.
En hassas kulaklara girebilen bir
hakikate yalan ve hiç der.
Gerçek o, yalnız dünyada büyük
gürültü yapan ilâhlara inanır.
Panayır yeri, bayram eden
meddahlarla doludur. Ve halk büyük adamlarını över.
Bunlar zamanın hâkimleridir.
Fakat zaman onları sıkıştırır,
böylece onlar da seni sıkıştırır. Senden de bir “Evet” veya “Hayır” isterler.
Yazık, iskemleni evetle hayır
arasına koymak istiyorsun.
Ey hakikatler âşıkı!
Bu bağsız sıkıştırıcıları
kıskanma; hakikat hiç bir zaman bu
bağsızların; koluna girmemiştir.
Bu anî hareket edenlerin elinden
kendini emniyete al: Evet veya hayırla seni pazar yerinde bastırabilirler.
Bütün derin kaynaklar için
kavrayış yavaştır. Derinliklerine düşen şeyi anlamak için uzan zaman
beklemeleri lâzımdır.
Bütün
büyüklükler panayır ve şöhretinden dışarı çıkarlar.
Yeni kıymetlerin kâşifleri her
zaman pazardan uzak yaşadılar.
Dostum,
inzivana kaç; seni zehirli sineklerin
soktuğunu görüyorum. Keskin, sert bir havanın estiği yere kaç.
İnzivana
kaç..
Küçüklerin,
“Acınacakların” pek yakınında yaşıyorsun. Onların görünmez intikamlarından kaç.
Onlar Bana karşı intikamdan başka bir şey değildirler.
Onlara karşı artık kolunu
kaldırma. Onlar sayısızdır.
Ve sinek kovalayıcı olmak senin
nasibin değildir. Bu küçükler ve acınacaklar sayısızdırlar, nice muazzam binaları,
su damlaları ve vahşi otlar yıktılar.
Sen taş
değilsin, fakat damlaların çokluğundan oyulmuşsun.
Damlalar çoğaldıkça büsbütün
parçalanacaksın. Zehirli sinekler arasında seni yorgun görüyorum, yüz yerinde
kanlı çizgiler buluyorum. Ve hâlâ senin gururun gazaba gelmiyor.
Onlar
bütün safiyetleri ile senden kan istiyorlar, onların kansız ruhları senden kan
diliyor. Onun için bütün bir masumiyetle seni sokuyorlar.
Fakat ey derin insan!
Küçük yaralar da sana ıstırap
veriyor. Ve daha bir yaran kapanmadan ayni zehirli sinek elini sokuyor.
Bu kanından beslenenleri
öldürmeye gururun mani, fakat sakın ki bu zehirli haksızlıkları taşımak sana
bir felâket olmasın.
Onlar, etrafında
methederek te vızlıyorlar. Arsızlık onların methidir. Onlar cildine ve kanına
yakın olmak isterler.
Bir tanrı
veya şeytanmışsın gibi seni okşarlar. Senin önünde, tanrı veya şeytanın önünde
imiş gibi vızlarlar.
Onlar
birer dalkavuk meddahtan başka hiç bir şey değildirler.
Sana çok defa lütufkâr da
görünürler, fakat bu daima korkakların kurnazlığıdır. Evet korkaklar kurnazdır.
Dar ruhlarında çok defa seni
düşünürler. Onlar için sen daima şüphelisin, Çok düşünülen her şey şüpheli
olur.
Bütün faziletlerine mukabil seni
tecziye ederler ve yalnız senin hatalı adımlarını gönülden affederler.
Mülayim
ve adil olduğun için dersin ki: bu
küçük mahlûklar masumdurlar. Fakat onların küçük ruhu derki: bütün büyük
varlıklar abestir. Onlara mülayim olduğun halde kendilerini senden hakaret
görmüş sayarlar. Ve senin iyiliğine karşı sana gizli ıstıraplar verirler.
Senin kıymetsiz gururun onların
zevkine muhaliftir ve mütevazı olduğun bir dakikada seni kirli olmağa ayartırlar.
Bir insanda idrak ettiğimiz şeyi
alevlendirebiliriz de. O halde küçüklerden sakın. Senin önünde kendilerini küçük
bulurlar ve aşağılıkları, görünmez bir intikamın kıvılcımı ile ışıldar.
Onların yanma gittiğin zaman
kuvvetlerinin, sönmüş bir yangının dumanı gibi kaybolduğunu ve sükûtileştiklerini
fark etmedin mi?
Evet,
dostum, en yakınların için vicdan ağrısın; çünkü onlar sana layık değildir. En
yakınların daima zehirli sinek olacaktır.
Sende
büyük olan şey onları büsbütün zehirlendirir ve büsbütün sinekleştirirler.
Dostum, İnzivaya!
Sert, keskin bir havanın estiği
yere kaç.
Sinek kovalayıcılık senin nasibin
değildi.
Zerdüşt böyle söylüyordu.
Ormanı
severim, şehirlerde hayat kötüdür. Orada çok şehvetliler var.
Şehvetli
bir kadının rüyasına girmektense, bir katilin eline geçmek daha iyi değil mi?
Şu erkeklere bakın: gözlerinden
okunuyor ki hayatta bir kadınla yatmaktan daha iyi bir şey bilmiyorlar.
Ruhlarının temeli bataklıktır.
Bataklığın ruhu da olursa yazık ona.
Bari
hayvan olarak mükemmel olsaydınız! Fakat hayvan olmak için masum olmak gerek. Hislerinizi öldürmeniz için mi
öğüt vereyim? Histerinizin[12]
masumiyeti için öğüt veririm. Size iffetimi tavsiye edeyim?
İffet bazıları için bir fazilet,
fakat çokları için hemen bir suçtur.
Şunlar kendilerini tutarlar.
Fakat yaptıkları her şeyden bir köpek şehvaniyeti hasetle sırıtır faziletlerin
en zirvesine ve soğuk ruhlarına kadar bu sükûnsuzluk ve vahşet onları kovalar.
Köpek
şehvaniyeti; kendisinden biraz et
esirgendiği zaman nasıl ustaca bir parça fikir dilenmesini bilir!
Dramları ve kalbi kıran her şeyi
seviyorsunuz. Fakat köpeklere karşı güvensizim.
Gözleriniz pek gaddar, ıstırap çekenlere
azgınca bakıyor.
Şehvetiniz kıyafetini değiştirip
“Merhamet” adını almadı mı?
Size şu misâli de veririm.
Birçokları
şeytanları kovmak isterken kendileri mezbeleye düştüler.
İffetli
olmak kime zor gelirse ona iffet tavsiye edilmez.
Tâki
iffet cehenneme, ruhun şehvetli bataklığına, yol olmasın.
Kirli şeyi erden mi konuşuyorum?
İşin en fenası bu değildir.
İdrak eden, hakikatin suyuna
kirli olduğu zaman değil, sathî olduğu zaman girmek istemez. .
Hakikaten tam afif olanlar
vardır. Onların kalpleri mülayimdir.
Sizden daha sevimli ve daha fazla
gülerler.
Onlar iffete de gülerler ve iffet
nedir diye sorarlar.
İffet delilik değil midir? Fakat
bu delilik bize geldi, biz ona gitmedik. Bu konuğa yurt ve yürek sunduk: Şimdi
bizde oturuyor.
İstediği kadar bizde kalsın.
Zerdüşt böyle söylüyordu.
“Etrafımda daima bir fazla var”.
“Daima bir kere bir — bu gittikçe iki olur”. Muhacir böyle düşünür.
Ben ve “Beni” daima hararetle
konuşurlar: Bir dost olmasaydı nasıl tahammül ederdik?
Muhacir (hicret eden) için dost
daima üçüncüdür: Üçüncü, bir mantardır ki: İki kişinin konuşmasının derine
düşmesine mani olur.[13]
Her muhacir için pek çok
aşağılıklar vardır. Onun için bir dosta ve onun yüksekliklerine mütahassirdir.
Başkalarına imanımız, kendimize
iman edeceğimiz şeylerde kendini ifşa eder. Bir dosta olan hasretimiz bizim
kendimizi ifşa eder.
Ve çok defa sevgi ile yalnız
hasreti atlatmak ister. Ve çok defada bir düşman peyda ederiz. Taarruz edebileceğimizi
saklamak için taarruz ederiz. “Hiç değilse düşmanım olsa”.
Dostluk dilemeğe cesaret edemeyen
hakikî tazim böyle hitap eder.
Bir dost elde etmek için harp
edebilmelidir. Ve harp edebilmek için düşman olabilmelidir.
Dostunda ki düşmanı saymalısın.
Üstünden atlayıp geçmeden ona yaklaşabilir misin?
Dostunda
en iyi düşmanını bulmalısın.
Ona mukavemet ettiğin zaman
kalben ona, en yakın olmalısın.
Dostunun önünde giyili olmak
istemez misin?
Olduğun gibi görünmek dostuna
saygın olmalıdır. Fakat o, seni bunun için şeytan görmek ister.
Kendini aldatmayan isyan eder:
Çıplaklıktan korkmaya pek
hakkınız var. Evet. Eğer Tanrı olsaydınız elbisenizden utanabilirdiniz.
Dostun için ne kadar güzel
giyinsen azdır: Çünkü sen ona “insanüstünü” nün oku ve hasreti olmalısın.
Dostunu uyurken gördün mü? Tâki
onun nasıl göründüğünü bilesin.
Başka zamanlarda dostunun çehresi
nedir? O çehre, nakıs ve pürüzlü bir ayna içinde senin kendi çehrendir.
Dostunu uyurken gördün mü?
Dostunun bu manzarasından dehşet almadın mı?
Ah dostum, insan geçilmesi lâzım
gelen bir şeydir. Dost, içini keşfetmekte ve susmakta bir üstat olmalıdır.
Her şeyi görmek istememelisin.
Rüyan sana dostunun uyanıkken ne yaptığını ifşa etmelidir.
Dostunun
insaf edip etmeyeceğini bilmek için senin insafın bir “İçini bilme” olmalıdır.
Belki o sende yılmamış gözü ve
ebediyetin bakışım seziyor.
Dostuna olan merhametini, sert
bir kabuk altında sakla, ona bir diş geçir, o, o zaman incelik ve tatlılık kazanır.
Dostunun iyi havası, inzivası,
ekmeği ve ilâcı mısın? Bazıları kendi zincirlerini kıramaz. Fakat yine dostunun
kurtarıcısıdır.
Köle misin?
O halde dost olamazsın.
Müstebit (diktatör, zulüm ve
baskı yapan) misin? Öyle ise dostun
olamaz.
Uzun
zaman kadının içinde bir köle ve müstebit saklı kaldı.
Onun için
kadın, dostluğa kabiliyetli değildir. O yalnız aşkı tanır.
Kadının
sevgisinde sevmediği her şeye karşı bir haksızlık ve körlük vardır.
Kadının
şuurlu sevgisinde de ışıkla beraber gece, yıldırım ve baskın vardır.
Kadın
henüz dostluğa kabiliyetli değildir. Kadın daha hâlâ Kedi ve Kuş gibidir. Veya
olsa olsa İnek gibidir.
Kadın
henüz dostluğa elverişli değildir. Fakat erkekler, söyleyin sizden dostluğa
elverişli kim var?
Erkekler, züğürtlüğünüze ve
ruhunuzun darlığına bakın!
Dostunuza
ne kadar verirseniz ben de dostuma o kadar veririm.
Ve bununla fakirleşmek istemem.
Arkadaşlık var: Fakat dostluk ta olsun.
Zerdüşt böyle söylüyordu.
Zerdüşt birçok memleketler ve
budunlar (millet) gördü. Birçok budunların iyi ve kötü taraflarını buldu,
Zerdüşt arzın üstünde “İyi” ve
“Fena” dan daha büyük bir kudret bulamadı. Takdirkâr olmayan bir budun
yaşayamaz. [14]
Fakat yaşamak isteyen budun komşunun takdir ettiği gibi takdir etmez.
Bir
milletçe iyi olan birçok şeyler başka bir milletçe bir rezalettir.
Burada fena ismini alan birçok
şeyler, şurada parlak bir itibara mazhar olur.
Bir komşu
diğer komşuyu hiç bir zaman anlamaz. Onun ruhu daima komşunun vehminde ve
fenalığındadır.
Her
milletin üstünde bir iyilikler levhası asılıdır. Bak bu, onun yendiği şeylerin
levhasıdır.[15]
Bak o,
onun kudret iradesinin sesidir.
Onca müşkül olan şey övülür.
Cürüm ve ağır olan şey “İyi” adını alır.
Ve en büyük zaruretten kurtarılan
nadir ve en ağır şeyde takdis edilir.
Onun yaptığı şeyler: Hükmetmesi,
muzaffer olması, yükselmesi, komşunun haset ve nefretini doğurur.
Bu, onca başta gelen yüksek bir
ölçü ve her şeyin manasıdır.
Gerçek, kardeşim, bir budunun
ihtiyacını, toprağını, göğünü ve komşusunu tanı, böylece onun zafer kanallarını
ve ümit merdivenini tırmanışını keşfetmiş olursun.
“Daima birinci olmak ve başkasını
geçmek istersin, kimse senin kıskanç ruhunu sevmesin. Meğerki sana dost ola”.
Bu, bir Yunanlı’nın ruhunu
titretti. Ve böylece büyüklük yoluna saptı.
“Hakikati söylemek ve ok ve yayı
iyi kullanmak”.
Benim ismimin geldiği millet için
iyi ve güç olan iş budur.
O isim bana hem sevgili, hem
ağırdır. “Ana ve babaya tazim etmek ve ruhun en derinliklerine kadar onları
dilemek”.
Başka bir
millet bu zafer levhasını üstüne astı. Ve bununla kuvvetli ve ebedi oldu.
“Sadık
olmak ve sadakat namına fena ve tehlikeli şeyler için bile namus ve kanı feda etmek”.
Başka bir
millet bu telkinle kendini zorladı ve kendini zorlayarak gebe kaldı ve büyük
umutlarla doldu.
Gerçek insanlar bütün iyilik ve
fenalıklarını verdiler, gerçek onu almadılar, bulmadılar. Ve semadan bir ses
olarak ta inmedi.
İnsan eşyaya, kendisini korumak
için kıymet verdi. O, eşya için bir gaye yarattı, insanî bir gaye: Onun için
kendisine “İnsan diyor”. Yani: Takdir eden demektir.
Takdir,
yaratmaktır.
Yaratanlar dinleyin!
Takdir, bütün takdir edilen
şeylerin hazinesi ve tılsımıdır.
Takdir sayesinde kıymet peyda
olur. Ve takdirsiz varlığın cevizi boş olurdu.
Yaratanlar dinleyin!
Kıymetlerin değişmesi bu, yaratanların
değişmesidir. Yaratıcı olmak isteyen daima mahveder.
Evvelce
milletler yaratıcı idi, sonradan yaratıcılık münferit şahıslara kaldı.
Gerçek, bu münferit insanların
kendisi en körpe mahlûktur.
Milletler evvelce iyiliklerin bir
levhasını üzerine asarlardı.
Hükmetmek isteyen sevgi ile itaat
etmek isteyen sevgi birleşerek bu levhaları yaratırlardı.
Kitlede
keyif “Ben” deki keyiften eskidir. Ve iyi
vicdan kitle adını aldığı müddetçe yalnız kötü vicdan “Ben” der.
Gerçek kurnaz “Ben”, sevimsiz
“Ben”, kendi menfaatini çoklarının menfaatinde bulur:
Bu, kitlelerin doğuşu değil
onların batışıdır.
Yaratıcılar daima sevenlerdi.
Bunlar iyi ve fenayı yarattılar.
Sevginin ve öfkenin ateşi bütün
fazilet adlarında yanıyor.
Zerdüşt çok memleketler ve
milletler gördü. Arz üstünde sevenlerin eserlerinden daha büyük bir kudret bulamadı.
Bu eserlerin adı “İyi” ve “Fena” dır.
Gerçek bu övme ve yerme gücü kötü
bir şeydir.
Kardeşlerim söyleyin bunu kim
yenebilir..
Söyleyin
bin enseli bu hayvana kim gem vurabilir? "
Şimdiye
kadar bin hedefi vardı, çünkü bin millet vardı. Ve eksik olan şey bin ensenin gemidir,
eksik olan şey bir hedeftir. Henüz insanlığın hedefi yoktur.
Fakat kardeşlerim bana söyleyin: Hedefi
ülküsü olmayan insanlık bizzat var olabilir mi?
Zerdüşt böyle söylüyordu.
Yakınlarınız için çabalar ve
güzel sözler bulursunuz. Fakat ben size derim ki: yakınınıza olan” sevginiz
bizzat kendinize olan fena bir sevginizdir.. Bizzat kendinizden kaçıp yakınınıza
sığınmak ister ve bundan bir fazilet çıkarırsınız. Fakat ben feragatinizin
mahiyetini bilirim.
“Sen”
“ben” den daha eskidir. “Sen” takdis edilmiş fakat “ben” edilmemiştir. Onun için insan en yakınına
sokulur.
Size yakın sevgisini tavsiye
edeyim mi? daha iyisi size yakınınızdan kaçmayı ve “en uzağın” sevgisini
tavsiye ederim. Eşya ve hayalete sövmesi insanı sövmeden daha yüksektir “en
uzak” ve “müstakbel”' sevgisi, yakın sevgisinden daha ulvidir.
Kardeşim, önünden kaçan bu
hayalet senden güzeldir. Ona niçin etini ve kemiğini vermiyorsun? Fakat sen
korkuyor ve en yakınma kaçıyorsun. Kendinize tahammül edemiyor ve kendinizi
kâfi derecede sevmiyorsunuz. Şimdi en yakınınıza hürmeten iğfal etmek ve onun
hatası ile kendinizi altınlamak istiyorsunuz.
İsterdim ki: çeşit çeşit
yakınlarınıza ve onun komşularına hiç tahammül etmeyesiniz. Böylece kendi
dostunuzu ve onun kudretli kalbini bizzat kendinizden yaratmalıydınız. Kendi
iyiliğinizden bahsetmek istediğiniz zaman şahit çağırıyorsunuz ve o şahidi
kendiniz hakkında iyi düşünmesi için iğfal edince, kendiniz hakkında iyi hüküm
veriyorsunuz.
Yalancı, yalnız malûmat hilâfına
söyleyen değildir. Bilâkis, asıl yalancı cehline rağmen söyleyendir.
Münasebetlerinizde kendinizden
böyle bahsediyor ve kendinizle komşunuzu aldatıyorsanız.
Deli şöyle der:
“insanlarla
temas seciyeyi bozar, hele insanın seciyesi olmazsa” birisi en yakınına, kendisini
aradığı için, diğeri kendisini kaybetmek istediği için gider. Kendinize
olan fena sevginiz sizin inzivanızdan bir mahpes (mahkum) yapar.
Yakınınıza
olan sevginizi ödeyenler, uzak olanlardır. Hatta beş kişi yan yana olsanız yine
ölenin bir altıncı olmasını dilersiniz.
Sizin bayramınızı da sevmiyorum:
orada çok oyuncu buldum, hatta seyirciler bile oyuncu gibi davranıyorlar. Size
yakınınızı değil bilâkis dostu öğretiyorum.
Dost size arzın bayramı ve
“insanüstünü” nün bir “evvelden sezişi” olsun. Size dostu ve onun taşkın
kalbini öğretiyorum. Fakat taşkın kalplerin sevgisi istenirse bir sünger olmayı
öğrenmelidir.
Size, içinde dünyayı taşıyan ve
iyiliğin kışrı olan dostu öğretiyorum. Daima hediye edecek hazır âlemi bulunan
yaratıcı dostu.
Onun için dünya parçalandığı
zaman tesadüflerden hedeflerin, fenalıklardan iyiliklerin oluşu gibi onu yine
kuvvetinizle birleştiriniz,
Gelecek ve en uzak, senin için
“bugün” ün sebebi olmalıdır: Dostunda “insanüstünü” nü kendi müsebbibin olarak
sevmelisin.
Kardeşlerim size yakın sevgisini
değil, “en uzak” a sevgi tavsiye ederim.
Zerdüşt böyle söylüyordu.
Kardeşim inzivaya mı gitmek
istiyorsun? Bizzat kendine giden yolumu aramak istiyorsun? Biraz dur ve beni
dinle:
Arayan
kendini kolaylıkla kaybeder. Her
inziva bir kabahattir. Kitle böyle der..
Ve sen uzun zaman bu kitleye
mensuptun. Kitlenin sesi sende çınlamak ister. Ve eğer sen “artık vicdanım sizinle
müşterek değildir” diyecek olsan bu bir şikâyet ve ıstırap olur
Bak bu ıstırabı bizzat bir vicdan
doğurdu: Bu vicdanın en son kıvılcımı senin ıstırabının üstünde parlıyor.
Fakat sen kederinin yoluna gitmek
istiyorsun. Kendine olan yol hangisidir.
Bunun için bana hakkını ve
kuvvetini göster.
Yeni bir kuvvet ve hak mısın?
Bir ilk hareket misin?
Kendiliğinden dönen bir tekerlek
misin? Yıldızları da kendi etrafında dönmeye icbar edebilir misin?
Ah
yüksekliğe doğru pek çok heves var.
Kibirlilerin çok ihtilâcı (koşuşması) var. Bana göster ki mücrimlerden ve
kibirlilerden değilsin.
Ah birçok
büyük fikirler var ki: Bir körüğün yaptığından başka bir iş yapmazlar. Körüklerler
ve daha fazla boşaltırlar.
Kendine
serbest mi diyorsun, bir boyunduruktan kaçtığını değil, senin hâkim fikirlerini
dinlemek isterim.
Boyunduruktan kurtulmaya mezun
olanlardan mısın?
Bazıları hizmetçiliklerini
atarken son kıymetlerini atmış oldular.
Neden halâs buldun?
Bu Zerdüşt’ü alâkadar eder. Fakat
gözün bana açıkça cevap vermeli?
Hürriyet neye?
İyiliğini ve fenalığını bizzat
kendin verip, iradeni bir kanun gibi üstüne hâkim etmeye kadir misin?
Hâkim ve kendi kanununun
intikamcısı ile yalnız kalmak korkunçtur. Böylece varlığın buzlu soluğuna ve
çöl boşluğuna bir yıldız boşaltılmış olur.
Sen, tek,
bugün de “çok” un ıztırabını çekiyorsun;
Bugün de cesaretin ve umutların
var.
Fakat bir vakit inziva seni
yoracak, bir vakit gururun eğilecek, cesaretin kırılacak ve “ben yalnızım”
diye bağıracaksın.
Bir vakit “yüksek” ini
özlemeyecek ve “alçak” ına pek yaklaşacaksın: Ve senin ulvî varlığın bir hayalet
gibi seni korkutacak. Bir vakit “her şey yanlıştır” diye bağıracaksın.
Münzeviyi öldürmek isteyen hisler
var, bunlar öldüremezlerse bizzat kendileri ölmeye mecburdurlar. Fakat katil
olmaya kadir misin?
Kardeşim istihzar (huzura çıkma)
kelimesini tanıyor musun? Ve seni tahkir edenlere karşı âdil olmanın ıstırabını
biliyor musun?
Sen,
birçoklarını hakkındaki fikirlerini değiştirmek için zorluyorsun. Onlar senden bunun hesabına
sorarlar. Onlara yaklaştın ve yine onları geçtin Bunu sana hiç bir
zaman affetmeyecekler.
Onların
üstüne çıkıyorsun: fakat sen çıktıkça, hasedin gözü seni o nispette küçük
görür. Fakat en
çok kin beslenen uçandır. Demelisin ki “bana karşı nasıl âdil olacaksın! Sizin
adaletsizliğinizi bana uygun hisse olarak seçerim”.
Münzeviye
haksızlık ve kirlilik isnat ederler. Fakat kardeşim yıldız olursan bu sebepten
onlara daha az ışık göndermemelisin.
İYİ VE
ÂDİLLERDEN SAKIN. ONLAR KENDİ FAZİLETİNİ KEŞFEDENİ ÇARMIHA GERERLER, MÜNZEVİDEN
NEFRET EDERLER.
Kudsî ilhamdan da kendini sakın.
İlham olmayan her şey, önce gayri mukaddestir. O, ateşle de oynamasını sever.
Saman yığını
Âşıkının nöbetlerinden sakın!
Münzevi,
kendisine rastgelene elini pek çabuk uzatır.
Bazı
insanlara elini değil pençeni uzatmalısın. İsterim ki pençende tırnakların da
olsun.
Fakat
rast gelebileceğin en kötü düşman, daima kendin olacaksın. Mağara ve ormanlarda kendini
takip eden bizzat kendinsin.
Münzevi!
sen kendine doğru gidiyorsun ve
yolun senden ve senin, yedi şeytanından geçer.
Kendinin cini, perisi, falcısı,
delisi, şüphecisi, uğursuzu ve fenası olacaksın.
Kendini kendi alevinde yakmak
istemelisin. Kül olmadan nasıl yenileşmek istersin?
Münzevi!
Sen
yaratıcının yolundan gidiyorsun. Yedi şeytanından kendine bir Tanrı yaratmak
istiyorsun.
Münzevi!
Sen sevenlerin yolundan
gidiyorsun.
Yalnız sevenlerin yaptığı gibi
bizzat kendini tahkir ediyorsun. Seven yaratmak ister. Çünkü tahkir eder!
Sevdiğini hakir göremeyen, sevgiden ne anlar?
Aşkın ve yaratıcılığınla inzivana
çekil kardeşim. Hakşinaslık sonradan arkandan topallayarak gelir. Kardeşim,
benim gözyaşlarımla inzivana çekil. Ben kendinden ilerisi için yaratma isteyeni
ve böylece mahvolanı severim.
Zerdüşt böyle söylüyordu.
“Zerdüşt
karanlıkta nereden geliyorsun? Mantonun altında dikkatle sakladığın şey nedir?
Sana
hediye edilmiş bir hazine, yeni doğmuş bir çocuk mudur?
Yoksa ey
fenalar dostu; şimdi sende hırsızların yolundan mı gidiyorsun?”.
Küçük kardeşim o, bana hediye
edilmiş bir hazinedir: Taşıdığım şey bir küçük hakikattir. Fakat o, bir çocuk
gibi yaramazdır. Ve eğer ağzını tutmazsan haykıracak.
Bugün gün batarken, yalnız
yolumda yürüyordum. Bir ihtiyar kadıncağıza rastladım.
Bana dedi ki:
“Zerdüşt kadınlara hitabende çok
şeyler söylüyor. Fakat kadına dair bize bir şey söylemedi.
Cevap verdim: Kadına dair
yalnız erkeklerle konuşmalıdır.
Kadın dedi ki: Bana da kadından
bahset, söylediğini hemen unutacak kadar ihtiyarım. Kadının bu arzusunu kabul
ettim. Ve dedim ki:
KADINDA
HER ŞEY BİR MUAMMADIR. Ve
kadında her şeyin bir tek halli vardır:
Ona gebelik derler.
Kadın
için erkek bir vasıtadır. Gaye
daima çocuktur. Fakat erkek için kadın nedir?
Halis
erkek iki şey ister: Tehlike ve oyun.
Onun için o, kadının en tehlikeli
bir oyuncak olmasını ister.
Erkeği muharipliğe, kadın
muharibin istirahatini temine terbiye etmelidir. Bundan başka her şey deliliktir.
Muharip fazla tatlı meyveleri
sevmez, onun içinde kadını diler; en
tatlı bir kadın bile acıdır.
Kadın
çocukları erkekten daha iyi anlar. Fakat erkek, kadından daha çocuktur.
Halis erkekte bir çocuk saklıdır.
Bu, oynamak ister. Haydi, bakalım kadınlar erkekteki çocuğu keşfedin!
Kadın, henüz mevcut olmayan bir
âlemin faziletleri ile ışıldayan elmas gibi zarif ve temiz bir oyuncak olmalıdır.
Aşkınızda
bir yıldızın ışığı parlamalı; umudunuz
şu olmalıdır. “İnsanüstünü” nü doğurabilsem:
Sevginizde cesaret bulunmalıdır.
Sevginizle size korku telkin edenin üstüne yürüyünüz. Şerefiniz aşkınızda
olmalıdır. Yoksa kadın şereften az anlar. Fakat sizin şerefiniz şu
olmalıdır. Daima sevildiğinizden fazla sevmek, hiç bir zaman ikinci olmamak.
ERKEK,
SEVEN KADINDAN KORKSUN. Çünkü
o zaman her fedakârlığı yapabilir ve başka her şey ona kıymetsiz görülür.
ERKEK KİN
BESLEYEN KADINDAN DA KORKSUN. Çünkü
erkek, ruhunun derinliklerinde yalnız fenadır. Fakat kadın orada berbattır.
KADIN EN
ÇOK KİME KİN BESLER?
Demir, mıknatısa demiş ki: en
çok sana kin besliyorum. Çünkü sen çekersin, fakat kendine çekecek kadar
kuvvetli değilsin.
Erkeğin
saadeti, “ben isterim” dedir. Kadının saadeti “o bitiyor” dadır. “Bak, arz şimdi mükemmelleşti”
bütün sevgisi ile itaat eden kadın böyle düşünür.
Kadın itaat etmeli ve sathına bir
derinlik bulmalıdır.
Kadının
gönlü sathidir (görünüşe göre, derinliğine dalmadan, üstünkörü olarak), sathi
bir suyun üstünde fırtına gibi müteharrik (hareketli) bir kabuktur. Fakat
erkeğin gönlü derindir. Onun ırmağı yer altı boşluklarında hışıldar; kadın onun kudretini sezer, fakat kavrayamaz.
İhtiyar kadın şöyle cevap verdi.
Zerdüşt pek akilâne şeyler söyledi. Hele kâfi derecede genç olanlar için.
Ne tuhaf, Zerdüşt kadınları az
tanır. Fakat onlara dair söylediği şeyler yine haklı. Bu, şunun için midir ki: Kadın
da hiç bir şey imkânsız değildir?
Şimdi teşekkür olarak bir küçük
hakikat al: Onu söyleyecek kadar yaşım var.
Onu sar ve ağzını tıka, yoksa bu
küçük hakikat pek fazla bağırır.
“Kadın
gücü hakikati bana ver” dedim.
Onu verdi:
“Kadınlara
mı gidiyorsun kırbacı unutma”.
Zerdüşt böyle söylüyordu.
Zerdüşt Bir gün bir incir ağacı
altında uykuya dalmış, sıcak olduğu için yüzünü kolları ile kapamıştı. Bu
esnada bir yılan geldi. Boynundan öyle soktu ki Zerdüşt ağrıdan bağırdı.
Zerdüşt kolunu çehresinden
ayırarak yılana baktı. Yılan Zerdüşt’ün gözlerinden tanıdı. Biçimsizce
kıvrılarak kaçmak istedi.
Zerdüşt dedi ki: “olmaz, daha
teşekkürümü almadın. Beni tam vaktin da uyandırdın. Daha uzun yolum var”. Yılan
mükedderane (üzülerek) dedi ki:
“yolun kısa ve benim zehrim
öldürücüdür.” Zerdüşt gülümsedi ve dedi ki:
“Bir ejderi bir yılan zehri ne
zaman öldürebilmiştir?
“Fakat
yılan zehrini geri al. Çünkü sen onu bana hediye edecek kadar zengin değilsin”, o zaman yılan yeniden Zerdüşt’ün
boynuna sarıldı ve yarasını yaladı.
Zerdüşt bunu bir vakitler
yanındakilere anlattığı zaman “hikâyenin ahlâki tarafı ne” diye
sordular. Zerdüşt cevap verdi
İyiler ve
adiller bana ahlâk yıkıcısı derler. Benim
hikâyem gayrı ahlakidir. Fakat bir düşmanınız olursa onun fenalığına iyilik ile
mukabele etmeyin. Çünkü bu, utandırır.
Bilakis ispat ediniz ki: o, size
bir iyilik yapmıştır.
Utandırmaktansa öfkeleniniz. Eğer
size sövülürse; söveni taziz etmeniz
hoşa gitmez. Daha iyisi birazda siz ona sövün.
Eğer size büyük bir haksızlık
yapılırsa; ona karşı hem beş küçük haksızlık yapınız. Hep haksızlıklara maruz kalanı
görmek kötü bir şeydir.
Bunu zaten biliyor muydunuz?
İştirak edilen bir haksızlık bir yarı haktır. Ve haksızlığı, onu taşıyabilen omuzuna
alsın.
BİR KÜÇÜK
İNTİKAM, HİÇ İNTİKAM ALMAMAKTAN DAHA İNSANÎDİR.
Ve eğer ceza mütecaviz için bir
hak ve şeref değilse cezalarınızı da istemem.
Haksızlığa uğramak haklı olmaktan
daha kibardır. Yalnız bunun için zengin olmak gerektir.
Soğuk adaletinizi sevmem.
Hâkimlerinizin gözünden daima bir cellât ve onun soğuk demiri bakar.
Söyleyin; adaletin gören gözlerle bir sevgi oluşu
nerede bulunur.
Bana yalnız bütün cezaları değil,
bütün suçları da üzerine alan bir sevgi bulunuz.
Bana, hâkimden başka herkesi
beraat ettiren bir adalet bulunuz.
Bunu da dinlemek ister misiniz? Tam
âdil olmak isteyen için yalan da bir insan dostluğudur.
Fakat nasıl tam âdil olayım? Herkese
kendisininkini nasıl veririm? Bana şu kadarda kâfi: Herkese kendiminkini
veririm.
Kardeşlerim!
Nihayet bütün yabancılara
haksızlık etmekten sakının. Bir muhacir nasıl unutur, nasıl mukabele eder?
Bir muhacir, derin bir kaynak gibidir. İçine
bir taş atmak kolaydır. Fakat söyleyin taş dibe kadar çöktükten sonra onu kim
çıkarmak ister?
Yabancıyı
tahkir etmekten çekinin. Eğer yaptınızsa artık onu öldürün.
Zerdüşt böyle söylüyordu.
Kardeşim, yalnız senin için bir
sorgum var: Bu sorguyu bir kurşun gibi gönlüne atıyorum. Onun ne kadar derin
gittiğini bilirim.
Gençsin,
çocuk ve aile istiyorsun. Fakat sana sorarım bir çocuk istemeğe mezun bir insan
mısın? Faziletlerine,
hislerine hâkim, kendini zorlayabilen bir galip misin sana sorarım?
Yoksa dileğini söyleten şey
içinde ki hayvan veya zinamı, yalnızlık mı, kendinle geçinememek mi?
İsterim ki: Senin zaferin,
kurtuluşun bir çocuğu özlesin. Zafer ve kurtuluşuna canlı âbideler dikesin.
Kendinden ilerisi için inşa
edesin. Fakat önce kendi beden ve ruhun mükemmel yapılmış olmalı.
Yalnız tenasül etmeyecek,
kendinden üstüne atlayacaksın. Bunun için sana izdivacın bahçesi yardım edecek.
Bir yüksek beden, bir ilk
hareket, kendiliğinden dönen bir teker bir yaratıcı yaratmalısın.
İzdivaç: İki kişinin bütün
yarattıklarından üstün bir kişi yaratma iradeleridir.
İzdivaç, bu iradenin sahibi oldukları
için iki kişinin birbirini tazim etmesidir.
İzdivacının
hakikî manası bu olsun. Fakat birçoklarının izdivaç dedikleri şey:
Ah
lüzumsuzlara ne ad vereyim?
Ah bu iki
kişinin ruh züğürtlüğü!
Ah bu iki
kişinin ruh kirliliği!
Ah bu iki
kişinin acınacak rahat düşkünlüğü!
Bunların hepsine izdivaç
diyorlar. Ve nikâhlarının göklerde kıyıldığını söylüyorlar.!!!
Bu lüzumsuzların köklerini de
istemem. Onları, semavî yuvada kucaklaşan hayvanları istemem.
Birbirine bağlamadığı insanların
bu nikâhını kutlulamak için topallayarak inen Tanrıda bana ırak olsun.
Böyle izdivaçlara gülmeyin:
Ebeveynin haline ağlatmayacak çocuk var mı?
Erkeğin biri bana kıymetli ve hayatın
gayesi için olgun göründü: Fakat karısını görünce bütün dünyayı tımarhane
sandım.
Evet, isterdim ki: Bir yiğitle
bir kaz çiftleştikleri zaman dünya ihtilâçla çırpınsın.
Birisi, kahraman gibi hakikatler
aradı, sonunda bir küçük süslü yalan yakaladı. Adına “Ailem” dedi.
Birisi pek nazlı ve
müşkülpesentti, (güç beğenen, titiz) fakat birdenbire her zaman için cemiyetini
bozdu ve adına “İzdivacım” dedi.
Birisi,
meleklerin faziletlerini cami bir hizmetçi arıyordu. Fakat birdenbire bir
kadının hizmetçisi oluverdi. Şimdi melek olacak kadar bir eksiği kaldı.
Bütün müşterileri ihtimamlı
buluyorum. Hepsinin hilekâr gözleri var.
Fakat en hilekârı bile karısını
çuvalda satın alıyor.
Birçok
kısa delilikler siz buna aşk diyorsunuz. Ve izdivacınız bu kısa deliliklerin çoğuna uzun
budalalık halinde bir nihayet veriyor.
KADINA
OLAN SEVGİNİZ VE KADININ ERKEĞE OLAN SEVGİSİ: BU SEVGİ, ACI ÇEKEN GİZLİ
İLÂHLARA BİR ACIMA OLMALIYDI. FAKAT ÇOK DEFA İKİ HAYVAN BULUŞUYOR.
Fakat sizin en iyi sevginiz bile
bir heyecanlı muvazene ve acılı bir alevden ibarettir. O, sizin yükseliş
yollarınızı aydınlatacak bir meşale olmalıydı. Bir defada kendinizden ilerisi
için sevin. Böyle sevmeyi öğrenin. Bunun için sevginizin acı içkisini
içmelisiniz.
En iyi sevginin kadehinde de
acılık vardır “İnsanüstünü” ne hasret getirir ve yaratıcıya susatır.
Yaratıcıya susuzluk,
“İnsanüstünü” ne hasret ve ok: Söyle kardeşim, izdivaç iraden böyle mi? Bu
irade ve bu izdivacı takdis ederim.
Zerdüşt böyle söylüyordu.
Çokları pek geç, bazıları pek erken
ölürler.
“Vaktinde
öl” vecizesi
daha meçhul.
“Vaktinde
öl” Zerdüşt
böyle öğretiyor.
Tabiî
vaktinde yaşamayan nasıl vaktinde ölebilir.. Keşke hiç doğmasaydı.
Lüzumsuzlara bu öğüdü veririm.
Fakat lüzumsuzlar bile ölümlerini
mühimserler. En boş ceviz bile kırılmak ister..
Herkes ölüsünü mühimsiyor: Ölüm
henüz bir bayram sayılmıyor.
İnsanlar daha, en güzel
bayramlarını nasıl tes'it (kutlayacak) edeceklerini öğrenmediler.
Size, yaşayanlar bir diken ve bir
medh olan ölümü göstereceğim.
Yapıcı,
muzaffer olarak ummanlar ve övenlerle çevrilmiş olduğu halde ölümünü ölürler.
Böyle
ölmeyi öğrenmeli, böyle bir ölünün dirilere yeminler yollamadığı hiç bir bayram
kutlulanmamalıydı.
Bu ölüm en iyi ölümdür. Fakat
ikincisi, mücadelede ölmek ve bir büyük ruhu israf etmektir. Fakat muharip ve
muzaffer için sizlerin bir hırsız gibi sokulan fakat bir efendi gibi görünen
vadeli ölümünüz menfurdur.
Size kendi ölümümü, intiharımı
istediğim için bana gelen ölümü överim.
Bu ölümü ne zaman isteyeceğim?
Bir hedef ve bir varisi olan ölümü, bu hedef ve varisi için vaktinde ister.
Ve hedef ve varise saygı olarak
hayatın mabedine kuru çelenkler asmaz.
Gerçek, ip çevirenlere benzemek
istemiyorum. Onlar iplerini uzatırken daima gerilerler.
Bazıları hakikatleri ve zaferleri
için fazla ihtiyardırlar, dişsiz bir ağız, artık her hakikati söylemek hakkına
malik değildir.
Şöhret isteyen her kimse vakti
zamanı ile şereften ayrılmalı ve “Vaktinde gitmek” güç hünerini tatbik
etmelidir.
En fazla lezzet verdiği zaman
kendisini yedirmeyi bırakmalı: Uzun zaman sevilmek isteyenler bunu bilirler..
Kısmetleri sonbaharın son
günlerine kadar beklemek dileyen ekşi elmalar vardır:
Bunlar ayni zamanda
olgunlaşırlar, saranlar, buruşurlar.
Bazılarında kalp, bazılarında
ruh, önce ihtiyarlar.
Bazıları gençliklerinde ihtiyardırlar.
Fakat geç gençleşenin gençliği uzun sürer.
Bazılarına hayat aksilik eder,
kalplerini bir zehirli sülük dağlar. Bunlar iyi bir ölüm bulmağa baksınlar.
Bazıları hiç tatlılaşmaz, daha
yazın çürür. Bunları dallarında tutan şey korkaklıktır.
Pek çokları pek fazla yaşarlar.
Ve dallarında uzun zaman asılı kalırlar.
Bir fırtına gelse de bu çürük ve
kuru yenikleri ağaçtan silkse.
Erken
ölüm vaizleri çıksa! Bunlar
benim için hayat ağaçlarının en münasip fırtınalarıdır.
Fakat yalnız tedrici ölümü ve dünyanın
zorluklarına dayanmayı tavsiye edenleri dinliyorum.
Ah! Arzî acılara dayanmayı
tavsiye ediyorsunuz.
Ey ağzı bozuklar!
Size çok tahammül eden işte bu
arzî ıstıraplardır.
Gerçek, tedrici ölüm vaizlerinin
tazim ettiği Yahudi pek tez öldü:
Onun erken ölmesi o zamandan beri
çoklarının felâketini mucip oldu.
O, yalnız Yahudi’nin bedbinliği
ve göz yaşlarını iyi ve âdillerin nefretini tanıdı.
Yahudi İsa: Onu Ölüm hasreti
bastırdı. Keşke çölde ve iyi âdillerden uzakta kalsaydı!
O zaman belki yaşamayı, arzı sevmeyi
ve gülmeyi öğrenirdi!
Bana inanın kardeşler: O, pek
erken öldü. Eğer benim yaşıma kadar yaşasaydı kendi dinini kendisi geri alacak
kadar asildi.
Fakat henüz olgunlaşmamıştı.
Delikanlının sevgisi, insan ve arz nefreti olgun değildir. Onun gönlü ve ruhunun
kanatları daha bağlı ve ağırdır.
Fakat erkekte delikanlıdan fazla
çocukluk ve ondan az bedbinlik vardır. Ölümü ve yaşamayı daha iyi anlar.
Ölümde ve ölüme hür bulunan ve
“Evet” e vakit kalmadığı zaman kudsî bir “Hayır” diyebilen: Böylesi ölümü ve
hayatı anlayandır;
Ölümünüz
insan ve dünyaya bir isyan olmasın dostlar?
Ruhlarınızın tatlılığından bunu
dilerim.
Ölümünüzde ruh ve faziletleriniz,
arzın etrafında akşam kızıllığı gibi parlasın.
Yoksa fena bir ölümle ölüyorsunuz
demektir. Bizzat ben böyle ölmek isterim. Tâki: Dostlar benim yüzümden arzı
daha fazla sevsinler.
Tekrar toprak olmak istiyorum.
Tâki: Beni doğuranı sükûnetle kucaklıyayım.
Gerçek Zerdüşt’ün bir hedefi
vardı. Topunu fırlattı.
Dostlar! Şimdi siz ülkümün varisi
olun. Altıntopu size atıyorum.
Topu fırlattığınızı görmeği her
şeyden fazla severim. Bunun için arzdan bir müddet için çekiliyorum. Bunu bana
bağışlayın.
Zerdüşt böyle söylüyordu.
Zerdüşt gönlünün sevdiği “Renkli
inek” adlı şehirden ayrılırken havarileri ve kendilerine havari adı veren
birçokları arkasından geldiler ve ona refakat ettiler. Bir köşe başına vardıkları
zaman Zerdüşt onlara artık yalnız gitmek istediğini söyledi. Çünkü yalnız
yürümeyi severdi.
Fakat havarileri bir veda
hediyesi olarak kendisine, altın sapında bir yılanın güneş etrafında
sarıldığını gösteren bir asa sundular.
Zerdüşt bu asaya sevindi. Ve ona
dayanarak havarilerine hitap etti:
Bana
söyleyin altın, en yüksek kıymetine nasıl ulaştı?
Çünkü nadir, faydasız ve
parlaktır. Ve tatlı bir ışıldayışı vardır. Daima hediye edilir.
Altın, yalnız en yüksek
faziletinin timsali olduğu için en yüce kıymete ulaştı.
Hediye edenin bakışı altın gibi
parlar.
Altın parıltısı, Ayla güneşi
barıştırır.
En yüksek
fazilet; nadir, faydasız parlak ve mülayim sualidir:
En yüksek fazilet, hediye
faziletidir.
Gerçek, sizi anlıyorum
havarilerim sizde benim gibi hediye faziletine bakıyorsunuz. Kedi ve kurtlarla
müşterek neniz var?
Siz kendinizi kurban ve hediye
etmeğe susamışsınız.
Onun için bütün zenginlikleri
ruhunuzda, yığmaya susamışsınız.
Ruhunuz hazineler ve tılsımlar
aramağa doymuyor. Çünkü hediye etmeğe doymayan bir faziletiniz var.
Her şeyi kendinize ve içinizde
toplamak istiyorsunuz. Tâki: Onlar sizden sevginizin hediyeleri halinde çıksınlar.
Gerçek, böyle hediye eden sevgi
bütün kıymet gasıbı olmalıdır.
Fakat bu çeşit hodbinliği [16]
takdis ederim.
Başka bir hodbinlikte vardır. Pek
aciz, aç. Daima çalmak isteyen hodbinlik. Hasta hodbinlik!
O, her parlayan şeye hırsız
bakışıyla bakar. Yiyeceği fazla olanı bir acın iştihası ile ölçer. Ve daima
hediye edenlerin masasına sokulur.
Bu ihtiras, hastalık ve görünmez
bir tereddidir. Bu hodbinliğin hırsız ihtiras veremli bir vücuttan hitap eder.
Söyleyin kardeşlerim, bizim için
fena ve en fenası nedir?
Tereddi (gerilemek, soysuzlaşmak,
aşağı düşmek) değil mi?
Hediye eden ruhun eksik olduğu
yerde daima, tereddiyi buluruz.
Bizim yolumuz bu çeşittir. “Üstün
çeşit” e gider.
Fakat “Her şey benim için” diyen
mütereddi hissi, bizde nefret uyandırır.
Fikrimiz yükseğe uçar. Böylece:
Vücudumuzun bir muvazenesi yükseliş muvazenesi olur.
Böyle yükseltici muvazeneler
faziletlerin adlarıdır.
Beden, tarih içinde böyle bir
“Olucu” ve bir “Cidalci” (savaşçı) halinde seyrini yapar.
Ve ruh bu bedenin nesidir?
Harplerin ve zaferlerin münadisi,
yoldaş ve in'ikâsıdır.
İyi ve fenanın bütün isimleri bir
muvazenedir:[17]
Bunlar söylemezler, yalnız işaret ederler. Bunları bilmek isteyen delidir.
Ruhunuzun muvazenelerle hitap
ettiği saatlere dikkat edin kardeşlerim.
Faziletlerinizin kaynağı budur.
Orada vücudunuz yükselmiş ve
dirilmiştir.
Seven, takdir eden ve yaratan
iyilikçi bedeniniz bu saadetlerleler ruhunuzu heyecana getirir.
Nerede kalbiniz, çevresindekiler
için tehlike ve nimet olan bir tehî (boş-avare) gibi geniş ve dolu akarsa faziletinizin
kaynağı orada bulunur.
Nerede övme ve yermenin üstüne
çıkar. Ve iradeniz bir sevenin iradesi olarak her şeye kumanda etmek ister,
faziletinizin kaynağı orada bulunur.
Nerede “Hoş” şey yumuşak yatağı
hakir görür, “Yumuşak” tan en çok uzaklaşırsanız, faziletinizin kaynağı orada
bulunur.
Nerede tek bir iradenin sahibi
olan size bütün ihtiyaçlardan bu dönüş. Bir zaruret gibi görünürse faziletinizin
kaynağı orasıdır.
Gerçek o, bir yeni “iyi” ve
“Fena” dır.
Gerçek yeni, derin bir hışıltı ve
yeni bir kaynağın sesi.
Bu yeni fazilet bir kudrettir,
hâkim bir düşüncedir. Bunun etrafında, zeki bir kafa, altın bir güneş ve
etrafında idrakin yılanı demektir.
2
Zerdüşt burada bir müddet sustu.
Ve sevgi ile havarilerine baktı. Sonra yine söylenmeğe başladı. Bu defa sesi
değişmişti.
Kardeşlerim: Faziletlerinizin
kudreti ile arza (yeryüzüne) sadık kalın. Hediye ve idrakiniz hayatın gayesine
hizmet etsin.
Sizden bunu dilerim.
Onu “Arzî” olandan kaçırıp
kanatlarıyla ebedi duvarlara çarptırmayın.
Ah! Çok faziletler yollarını
böyle sapıtmalardır.
Benim gibi; sizde yoluna sapıtmış fazileti dünyaya geri
çevirin.
Onu beden ve hayata döndürün.
Tâki: O, dünyaya bir gaye vere.
İnsanî bir gaye.
Şimdiye kadar ruh, fazilet gibi,
yüz çeşit yanlış yola saptı, yanlış işe karıştı ah bedenimizde hâlâ bu delice hareketlerin
izleri bulunuyor.
Bunlar orada beden ve irade
oldular.
Fazilet gibi ruhta şimdiye kadar
yüzlerce defa kendini denedi ve sapıttı.
Hatta insan bir deneme idi.
Ah çok cehil ve hata bizde
bedenleşti.
Yalnız bin yılların aklı değil onun
cinneti de bizde patlıyor. Varis olmak tehlikelidir.
Daha adım adım tesadüf devi ile
çarpışıyoruz. Ve şimdiye kadar bütün insanlık üstünde gayesizliğin manasızlığı
hüküm sürdü.
Kardeşlerim: Ruhunuz ve
faziletiniz dünyanın gayesine hizmet etsin. Ve her şeye yeniden sizin tarafınızdan
kıymet biçilsin.
Onun için mücadeleci, onun için
yaratıcı olacaksınız.
Vücut bilerek temizlenir. Ve
bilgi ile deneyerek kendisini yükseltir.
İdrak eden bütün garizeler
(huylar) kudsîleşir; yükseleni ruhu şad olur.
Hekim: Kendini iyi et. Böylece
hastalarını da iyi etmiş olursun.
Onun en iyi yardımı, kendi
kendini iyi edenin bakması olsun.
Daha gidilmeyen binlerce yol,
hayatın bin çeşit sağlık ve saadeti vardır.
İnsan ve insanın dünyası henüz
bitmemiş ve keşif olunmamıştır.
Münzeviler!
Bekleyin ve dinleyin. Gelecekten
gizli kanat darbelerim rüzgârlar esiyor. Ve hassas kulaklara iyi haberler iletiyor.
Bugünün münzevileri, ayrılanları;
bir zaman siz millet olacaksınız.
Bizzat kendini seçen sizlerden
bir seçme millet ve o, milletten “insanüstünü” yetişecek.
Gerçek dünya daha bir şifa yeri
olacak, daha şimdiden etrafında şifa getiren yeni bir koku ve yeni bir umut
var!.
3
Zerdüşt bu sözleri söyledikten
sonra son sözünü söylememiş bir adam gibi sustu. Uzun zaman elinde ki asayı şüpheli
bir tavırla salladı.
Nihayet hitaba başladı.
Sesi değişmişti.
Havarilerim, şimdi yalnız
gidiyorum, sizde buradan ayrılın. Ve yalnız kalın. Ben böyle istiyorum.
Gerçek size, öğüt veririm: Benden
ayrılın. Ve Zerdüşt’e karşı koyun. Daha doğrusu o size hicap olsun. Belki o
sizi aldatıyordu.
İdrak
adamı yalnız düşmanlarını sevmeğe değil, dostlarından da nefret etmeğe kadir olmalıdır.
DAİMA
TALEBE KALMAKLA HOCAYA İYİ BİR MUKABELE YAPILMIŞ OLMAZ. Ve ne için benim çelengimden
koparmak istemiyorsunuz.
Bana hürmetiniz var. Fakat
hürmetiniz bir gün devrilirse ne olacak.
Sakının ki sizi bir resim sütunu
tepelemesin.
Zerdüşt’e inandığınızı
söylüyorsunuz. Fakat Zerdüşt da ne var?
Bana inananlarsınız. Fakat bütün
inananlarda ne var?
Daha kendinizi aramadığınız bir zamanda
beni buldunuz. Bütün inananlar böyle yapar. Onun için BÜTÜN İNANMALARIN
FAZLA KIYMETİ YOKTUR.
ŞİMDİ
SİZE DERİM Kİ: BENİ KAYBEDİN KENDİNİZİ BULUN.
Ve beni hep inkâr ettiğiniz zaman size
dönmek dilerim.
Gerçek kardeşlerim!
O zaman kaybettiklerimi başka bir
gözle arayacak, sizi başka bir sevgi ile seveceğim.
Ve bir zaman bana dost olmuş
bulunacak ve hep bir ümidin çocukları olacaksınız:
O zaman büyük günü sizinle
birlikte kutlulamak için üçüncü defa olarak aranıza geleceğim.
O büyük gün insanın hayvanla “İnsanüstünü”
arasında ki yolun ortasında durduğu ve gurup yolunu en büyük umut olarak
kutluladığı gündür:
Günkü o yol yeni bir sabaha
götüren yoldur,
O zaman batan bir geçen olduğu
için kendisini bizzat kutlulayacak.
Ve idrakinin güneşi tam tepesinde
bulunacaktır,
“Bütün
ilâhlar ölmüştür. Şimdi; istiyoruz ki:
“İnsanüstünü” yaşasın.” [18]
O büyük gün geldiği vakit son
dileğimiz bu olacak.
Zerdüşt böyle söylüyordu.
[1] Mihanikiyyet: (Mihanik. den)
Makine sanayiini ihate eden fen ve ilimler. Makine gibi cansız şeyler. * Cansız
ve duygusuz fakat ahenkli hareket ve hareket kabiliyeti
[2] Vitalizm. İlke olarak hem ruhtan
hem de organizmadan ayrı bir hayatı kabul eden fizyolojik öğreti.
[3] Rapallo: İtalya, ülkenin Kuzeybatı
kesiminde yalan bir tatil yeridir.
[4] Melankoli: halk arasında yalnızlığı
tercih ve hüzün hali olarak bilinse de aslında psikolojik bir durumdur. Nedensiz
yere depresyon hissi ve bir şeyler yapmaya duyulan isteksizlik olarak ortaya
çıkar. Eskiden şizofren gibi daha ciddi ve fiziksel rahatsızlıklara dayandırılan
melankoli, beraberinde belli bir kültür ve kült getirmiştir. Günümüzde ise aşk
ya da kimlik karmaşası gibi duygusal nedenlere bağlanmaktadır.
[5] Kültürsüz siyasetçiler, küfür, yalan,
pespaye konuşmalar vb. yapanlara duyurulur.
[6] Paralizi kaybı kas kasları daha fonksiyon
için bir veya. Felç duyusal zarar yanı sıra motor varsa etkilenen bölgede his
(duyu kaybı) kaybı ile birlikte olabilir.
[7] Buradaki sözleri din bezirgânları için
düşünmeliyiz. Peygamberler ahiret için umuttan bahsetmediler. Onlar yapılanın
karşılığı vardır, dediler. Umut dağıtanlar ise insanları küçük amelleri
karşılığında sevap tüccarlığını öngördüler. Sevap bulmak düşüncesi ile yapılan
ameller ise en aşağısı ve âdi olandır.
[8] Gerçekte bütün insanların aynı ilâha
tapamadıkları doğrudur. Çünkü Allah Teâlâ’yı hakikatiyle bulmak ne kadar
zordur. Fil hikâyesi buna işaret eder.
[9] Dinin zamana göre uygulanışında hataya
düşerler.
[10] Ah, bu insanlar ne kadar zalim değil mi?
[11] Hallac Mansur gibi.
[12] Histeri, beyinde organik bir bozukluk
gösterilemeyen bir psikonevroz (ekseriya kadınlarda rastlanır).
[13] Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin
hicretinde üçüncü Allah Teâlâ idi.
Sırlar konuşulunca üçüncü yine Allah Teâlâ’dır.
[14] Hainlikle millet olunmaz. Yediği ekmeğe
ihanet eden kavimler helak olmaz sadece pişman olup hasret ile ömürlerini devam
ettirirler. Bu devam edişleri aşağılık olmaktan uzak tutmadığı gibi
“insanüstünü” bulmaları da mümkün değildir.
[15] Kültür ne kadar önemli bir mevzudur.
[16] Hodbin: Başkasına hak tanımayıp, kendi
lezzet ve menfaatini tâkib eden. Bencil. Enaniyetli. Kibirli
[17] Muvazene: Ölçmek. Denk olup olmadığını
bilmek için tartmak, ölçmek. * Düşünmek. * İki şeyin vezince birbirine denk
olması. Uygunluk
[18] Nefsimin peşinden koştuğu bütün ilahlar
ölünce O açığa çıkacaktır.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar