Print Friendly and PDF

[FÜTÛHÂT-I MEKKİYYE'NİN] DOKSAN YEDİNCİ KISMI

Bunlarada Bakarsınız


Rahman ve Rahim Olan Allah Teâlâ’nın Adıyla

DOKSAN DOKUZUNCU BÖLÜM

Uyku Makamı

Uyku bir işi toplar ki, onu toplayamaz Uykudan başkası; hakkında düşün ve ibret al

Hayalin bir hükmü ve otoritesi vardır Mana ve suret şeklinde iki varlık üzerinde de

Uykunun dışında algılanmaz

Ya da suret mertebesinde ortaya çıkmaz

Mertebesi Sad’a -Sin değilözgüdür O gayb’teki suretleri ihata eder

Keyfiyetsizi uyku gelir ve sınırlar Keyfiyet ve nicelikle, ifade etmek üzere

Allah Teâlâ sana yardım etsin, bilmelisin Ki: Uyku, kulu duyu âlemini görmekten berzah âlemini görmeye götüren bir haldir. Berzah (ve ha­yal) âlemlerin en kâmilidir ve ondan daha kâmili yoktur. Berzah, âle­min kaynağının aslıdır. Gerçek varlık ona ait iken o bütün işlerde de hükümrandır. Anlamlara beden giydirir, kendi başına var olmayanı kendi başına var olana döndürür, suretsizi suret sahibi yapar, imkânsızı mümküne dönüştürür, işlerde dilediği şekilde tasarruf eder.

Berzah (hayal) bu serbesdiğe sahip iken -ki o Allah Teâlâ’nın yaratıkların­dan biridirYaratan’ın nasıl olduğunu zannedersin? O, hayali yaratan ve ona bu gücü verendir. Hal böyle iken Allah Teâlâ hakkında nasıl olur da ‘sınırlılık’ hükmü vermeye niyetlenir ve ‘Allah Teâlâ imkânsıza güç yetiremez’ dersin. Hâlbuki Allah Teâlâ’nın yaratıklarından biri olan hayalin imkânsıza güç yetirebildiğim kendinden biliyorsun. Hayalin beden giydirip ayaktaki şahıslar şeklinde sana gösterdiği anlamlardan kuşku duymazsın. Allah Teâlâ,

a '

bir takım arazlardan ve suretlerden ibaret olan Ademoğullarının amelle­rini de böyle getirir. Bunlar, adaleti yerine getirmek üzere, terazilere konulur. Ölüm dış varlığı'olacak şekilde getirilir. Hâlbuki ölüm bir araz değil, nispet, iki şey arasında belli bir şekildeki ayrımdan ibarettir; bu iki şey, cisim ve ruhtur. ‘Ölüm parlak -yani beyazbir koç şeldinde geti­rilir.’ Kastedilenin onun son derece belirgin olmasıdır. Bu nedenle onu ‘parlak’ diye niteledi ki kastedilen beyazlıktır. Böylelikle bütün insanlar onu ölüm olarak tanır. Bu ise, güç yetirilen bir imkânsızdır.

Aldın Allah Teâlâ hakkındaki hükmü ve bozuk te’vili nerede kalmıştır? Cennet nimederi ve meyveleri de böyledir. Niteldm Allah Teâlâ bu nimetier hakkında ‘Kesilmez ve engellenmez317 demiştir. Böylelikle senenin mev­simleri hakkında bilgisi olmayan cahiller bu ayeti şöyle te’vile kalkar: Meyve zamanın sona ermesiyle tükenir. Sonra diğer sene tekrar ortaya çıkar. Cennet meyvesi ise, sürekli yaratılır ve kesintisizdir. Onların bu meselede bilgilerinin ulaştığı yer burasıdır. Bize göre ise Allah Teâlâ’nın söyle­diği gibidir: ‘Kesilmez ve engellenmez.’318 Çünkü Allah Teâlâ bizim için orada ‘kıtf ve ‘tenavül’ diye isimlendirdiği rızık yaratmışür. Niteldm Allah Teâlâ cinler için kemiklerde rızık yaratmıştır, halbuki kemikten bir şeyin ek­sildiğini görmeyiz. Biz -kuşkusuzcennet meyvesinden ‘sarkan kıtf ye­riz. Bununla beraber meyve ağaçtaki yerindedir ve varlığı ortadan kalkmaz. Çünkü cennet, orada oluşan şeyler için beka diyarıdır. Öyleyse cennet, yok etme yeri değil, tekvin yeridir.

Cennet çarşısı da böyledir. Kendi suretimiz üzere kalmakla birlikte, cennet çarşısında dilediğimiz suretiere gireriz. Ailemiz veya tanıdıkla­rımız bizi yine tanır. Halbuki esld görüntümüz üzere kalsak bile, o es­nada yeni bir elbise giydiğimizi biliriz. Burada akıllar ve akledilir nere­dedir?

Allah Teâlâ’yı ancak Allah Teâlâ bilir, ibret alınız!

Yoksa fikre bağlanan akıl O’nu bilemez

Allah Teâlâ kendisini uyumak özelliğinden tenzih ettiğinde şöyle buyur­du: ‘Onu uyku ve dalgınlık almaz.’319 Yani berzahları görmesi kendisini duyu âlemini görmekten veya berzahlarda ve onun hükmü altında gerçekleşmeksizin maddelerden soyut anlamları görmekten alıkoymaz. Allah Teâlâ bazı kullarına bu idraki ihsan etmiştir. Bununla beraber kul, ‘uyu­mamak’ özelliğiyle nitelenmez ki dünyada ve dünyevi yaratılış esnasın­daki hali kastediyorum. Ahirete gelirsek, cennedikler cennette uyuma­dığı gibi âlemden hiçbir şey de onlara gizli kalmaz. Her âlem bulundu­ğu mertebede onlar tarafından görülür. Bununla beraber onlar, uykuyla nitelenmezler. ‘Falanca uyudu ve şunu gördü’ denilir. Yani, onun tersi­ni gördü. Bu ‘mâne’ kelimesinden gelir Ki, yaygın kullanımda yalan söy­ledi demektir. Çünkü bilgi süt olmadığı gibi Kuran da bal değildir. Fa­kat uykuda bunlar Öyle görülür. Kemale erdiğinde ise, anlamlar merte­besinde onu bilgi olarak görürken berzah âleminde ise aynı şeyi süt ola­rak görürsün. Halbuki o, o’dur, başka bir şey değil!

Sana öğrettiğimiz şeyi iyice öğren! Söylediklerimizle seni ebedi bir rahatlığa ulaştırdık. Kuşkusuz ki sana Hakk’ın bizden isteği mârifeti açıkladık. Bu bölümde ima ettiğimiz şeyi kesin olarak öğrendiğinde ise, Şeriatın Kitap ve Sünnette getirdiği kadîm-hadîs bütün ilahi nitelikleri öğrenmiş olursun. Akıllar ise o nitelilderi bu algıdan noksan kanıdarıyla reddederler. Hakk’ın varlığının bilinmesi, fikir gücü ve delil sahibi ol­ması yönünden akıllarca idrak edilebilir. Hakk’ın kendiliğindeki duru­munun bilinmesi ise vecdin (vücûd) her idrake kendi âleminde verdiği bilgidir. Öyleyse sadece Hakk ve (Hakk’a) isabet eden vardır. Tavırları yaratan, uykuya gece ile gündüzü yerleştiren, hükümleri indirip onları -özet bir şekilde değilayrıntılı olarak belirleyen Allah Teâlâ münezzehtir! ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

Uyku, unsurlardan türeyenlerde doğanın hükümlerinden biridir. Ahiret yaratılışı ise, unsurlardan türemez. Aksine o, doğanın türeyenle­rinden biridir. Bu nedenle (ahiret ehli), tıpkı melekler ve unsurlardan soyut varlıklar gibi, uyumaz ve uykuyu kabul etmezler. İnsanın dünya hayatındaki yaratılışı örneksiz olduğu gibi ahiretteki yaratılışı da örneksizdir. Binaenaleyh ondan önce onun suretine göre olan kimse ahirette ortaya çıkmamıştır. Bu nedenle ayette ‘Sizi önce de yarattığı gibi”2" de­miştir. Kastedilen örneksiz yaratmadır. ‘Döneceksiniz”2' Yine örneksiz bir şekilde, ki kastedilen ahiretteki yaratılıştır. Başka bir ayette ise ‘tik yaratılışı öğrendiniz, hatırlamıyor musunuz?”22 denilir. Yani onun önceki bir örneğe göre gerçekleşmediğini öğrendiniz. Öyleyse fuadını (kalb) aç, katığını bollaştır. Çünkü yaratılıştan ayrılma halindesin: Ondasın, ama O’nda değilsin!

YÜZÜNCÜ BÖLÜM

Korku Makamı

Miskin! Kork Allah Teâlâ’dan, eğer mümin isen İtirazcının emre karşı otoritesi gelince

Barışa yanaşırlarsa, yanaş sen de ve ulaş Barış ile emir âleminde yüce mertebelere

Bunu ben demedim, Allah Teâlâ onu öğretici olarak söyledi En sağlam zikir Kuran’da dediği gibi

Allah Teâlâ sana yardım etsin ve seni korusun, bilmelisin ki, korku ilahi­lerin makamıdır. Allah Teâlâ ismi ona aittir. Çünkü o, hüküm bakımından çe­lişiktir. Korkan, perdeden ve perdenin kalkmasından korkar. Perdeden korkar, çünkü korkuda O’ndan perdelenme bulunduğunu bilmez. Per­denin kalkmasından korkar, çünkü perde kalktığında kendi varlığının da ortadan kalkacağından korkar. Bu durumda yarar kaybolur ve mut­lak güzellikle haz alma ortadan kalkar. Perdelinin ayeti ‘Hayır! Onlar rablerinden o gün perdelidir”23 ayetidir. Burada kınama vardır. Bu konu­daki hadisi ise Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in perdeler hakkmda söylediği ‘perdeleri açsaydı’ veya ‘perdeleri kaldırsaydı, yüzünün parıltıları gözün gördüğü bütün yaratıkları yakardı’ hadisidir. Bu makama en yakın bir ifade ise şu deyimdir:

Gelirken ve ayrılırken geceye benzer

Gecenin kısalığından değil uzunluğundan şikâyet ederim

Öyleyse korku makamı, hayret ve vakfe (durma) makamıdır. Bu makam sahibi adına tercih edilecek bir şey ortaya çıkmaz. Bunun nede­ni, her yanın şahidinin onun nezdinde bilfiil bulunmasıdır. Bu korku­dan başkasına bağlanma korkusuna çıkan kimsenin korkusu makam de­ğil, korkudur. Çünkü bunun dışındaki hiçbir korku bu hükme sahip değildir. Çünkü makam, ilahlıkta derin sübutu olan her şeydir. Bu özel­liği taşımayan, makam değil, sadece haldir. Söz konusu hal, ilişmesinin ve iliştiği şeyin gelişiyle ve gidişiyle müjde veya başka bir durumla bir­likte gelir ve kaybolur. Makam olan korku ise, Allah Teâlâ’yı bilene eşlik eden bir makamdır. Söz konusu kişi, kimin var olduğunu bilir. Bunu bilme­yene ise korkusu sırattan cennete adımını ilk attığı anın başında kendi­sine eşlik eder. Öyleyse korkan, tecellinin ne olduğunu ve kıyamet günü neyin görüleceğini bilen kimsedir. O, cehennem ehlinin azaplarında ar­tan bir tecellilerinin olduğunu bildiği gibi cennediklerin nimederinde artan bir tecellileri olduğunu da bilir. Cehennem ehli ise bundan perde­lidir. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘Rablerinden’ demiştir. Kastedilenler, cehennem ehlidir. Rab ise terbiye ve ıslah eden demektir.

Allah Teâlâ’yı zâtı yönünden bilmenin kapısı, kendisinin dışındakilere ka­palıdır. Allah Teâlâ’nın merhamet ettiklerinin dışındaki yaratılmışlar O’nu bi­lemez. Mutezile (Allah Teâlâ’nın) görülebileceğini inkâr ederken doğru dü­şünmüş, fakat bu görüşlerini delillendirirken isabet etmemişlerdir. Bu konuda kanıdarını zikretmemiş olsalardı, hiç kuşkusuz, Allah Teâlâ ehlinin bildiği şekilde gerçeği bildiklerini zannedebilirdik. Fakat Mutezile (gö­rüşünü) kanıdarken, bir arkadaşına beğendiği düşüncesini söyleyip aynı kanaate varmasını sağlayan birisi gibi hareket etmiştir. Söz konusu kim­se arkadaşına vardığı görüşteki dayanağını bildirdiğinde ise, arkadaşının sevinci gitmiş ve ‘delil getirirken işi bozdun’ demiştir. Allah Teâlâ’yı böyle bilmeyen kimse, kendisinden talep edilen mârifeti de bilmemiş demek­tir.                           '

YÜZ BİRİNCİ BÖLÜM

Korkunun Terki Makamı

Korkunun bilgisi yokluğa ilişince

O’ndan çekinmedim ve ‘kadem (ayak)’ rütbesini elde ettim

Ben varlığım! Bana eşlik edecek korku yok Benim zıddım yokluğa mensup

Korktuğum kişinin varlığı yok Korkuyu tezgah üstündeki et olarak bırak!

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bir duasında, ‘Allah Teâlâ’m! Beni nur yap’ der. Allah Teâlâ ise, ‘Allah Teâlâ göklerin ve yerin nurudur”24 der. Tecelliler nurlardır ve nur nur ile yanmaz, fakat ona girebilir. Yani, hem cins oldukları için onunla kaynaşır. İşte bu birbirine girme ve bir olmaktır. Burada büyüle bir sır vardır: Bu da, kendisine eldenip içine girdiğinde tecelli edenin nurunda artan tecelligâhın nurudur. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem daha önce belirttiğimiz korku makamında durduğunda, bu makam onu ‘nur’ olmayı istemeye sevk etmiştir ve adeta şöyle demiştir: ‘Beni sen yap ki, seni sen ile göre­yim. Benim gözüm seni görmeyle kaybolmasın. Aksine sana dahil ol­sun. Nitekim şair Nabiğa şöyle der:

Sen bir güneş, hükümdarlar ise yıldızlardır                                                                 ,

Güneş doğunca onlardan hiçbir yıldız gözükmez

Söz konusu yıldızların ışıkları kaybolmadığı gibi onların varlıkları da gözükmemiştir. Öyleyse onlar görülür, fakat (bir yandan) görülmez! Çünkü onlar, işin dış yönünde hüküm sahibi olan en büyük nurun per­desinin ardındadır. Yıldızların ışıklarının ise işin bâtınında hükmü var­dır ve en büyük nurun içine dahil olmuşlardır. Bunu ‘tealim’ bilgisinin sahipleri bilir. Onlar, yüce ve nebevi bir makam olan bu makamda en Mutlu insanlardır. Hakk’ın bu makamı müminlerden perdelemesi, sa­dece onlara merhametinden kaynaklanır. Çünkü âlemde yaygın olan, iş­lerin hakikatlerini bilmemektir. Bilenler, tek tek kişilerdir. Dolayısıyla Allah Teâlâ insanlara bu konudaki engelleyişi nedeniyle merhamet etmiştir.

Allah Teâlâ’yı bilenlere ise bu makamda bir güçlük yoktur, çünkü onlar (neyi nasıl) nispet edeceklerini bilirler. Nasıl bilmezler Ki? Allah Teâlâ şöyle der: ‘Her göğe emrini vafryetti.”25 Kastedilen her göğün verdiği âlemdeki etki­ler ile ilgilidir. Nitekim her araç kendisini kullanan kimseye ne yapaca­ğını verir (bunu belirler). Yapım ise alete değil yapana aittir. Bunu bil­melisin! Gücünün verdiği şeye göre hareket etmelisin. Vesselam!

Arkadaşlarımız bu makam sahibi hakkında görüş ayrılığına düş­müştür: Bu kişi Hakk’ın tuzağından emin midir, değil midir? Müjdeyle birlikte ise emindir ve bu kesindir. Kastettiğim, Allah Teâlâ’nın tuzağından emin olduğuyla ilgili bir müjde gelmesidir. Bir takım nedenlerden do­layı, bu makam hakkında şimdiye değin söylediklerimden fazlasını açıklayamam. Bu hususta kendi görüşümü de sadece ‘müjde’ hakkında söy­lediğim kadarıyla izah edebilirim. Çünkü müjde hakkmda söylediğim, akıl ve şeriatın delaletiyle kesin ve gerçekleşmiş bir husustur. Cennet bu makam sahibi adına bir şekilde öne alınmışsa, bunun değiştirilmesi mümkün değildir. Öyleyse onun adına emniyet gerçekleşmiş ve sahih olmuştur. Bu hal onun adına gerçekleşmediğinde ise, onun durumunu en iyi Allah Teâlâ bilir!

YÜZ İKİNCİ BÖLÜM

Ümit Makamı Hakkmda

Ümit ve korku aynı hükme sahip Bir bilgiyle sarıl ümide

Öyle bir makamdır ki o bilinmez

Rahman’ı bilen ve (O’ndan) anlayandan başkasınca

Ümit varken haz alınır, yitirtince Korkuyla aynı etkiye sahiptir

Senin ümit ettiğin şey yokluktadır Onu yitirince tasa içinde olma!

Ümit, sende bulunmayanla ilgilidir. Bu makam, sahibinin gerçek­leşmiş ve bilinçli bir saygı ile kuşkunun giremediği sabit bir bilgiye muhtaç olduğu korkulan bir makamdır. Çünkü ümit, yolun kendisinde değil, yol tarafındaki bir makamdır. Altında derin bir çukur vardır ve en küçük bir sallantıyla sahibi yoldan düşer. Ümit, âlemin nimetteki beka­sının bağlı olduğu daimi hayat yolu üzerindedir. Ümit, bu hayat yo­lunda can çekişme esnasında otoritesi ortaya çıkması gereken bir ma­kamdır. Bundan önce ise, ümit sahibinde -gerçek mümin isekorkuyla ümidin hükmü eşit ölçüde bulunmalıdır. Allah Teâlâ kutsi bir hadiste şöyle der: ‘Ben kulumun bana olan zannı üzereyim, hakkımda iyi zanda bulunsun.’ Aynı şekilde kişi -Rabb’i hakkında değilnefsi hakkında suizanda bulunmalıdır. Ölüm esnasında ise sadece Rabb’iyle ilgilenip O’nun hakkında iyi zanda bulunarak -dünya hayatındaki durumunun aksinenefsi hakkındaki kötü zandan büsbütün yüz çevirmelidir.

Allah Teâlâ ehlinden istenilen ümit, (içinde bulunduğu) vaktinin talep et­tiği ümittir, çünkü ümit edilen, o esnada yoktur ve bu nedenle ümit sa­hibinin (sahip olmadığı bir şeyle ilgilendiği için, içinde bulunduğu) vaktin hükmünü ihmal etmesinden korkulur. Ümidi (içinde bulundu­ğu) vaktin talebiyle ilgili olan kişi ise zorunlu olarak vakit sahibidir ve ‘vakti karşısında edepli davranmayanlar divanına’ (adı) kaydedilmez. Sonra, onun vakti üç durumdan birisinden yoksun değildir: Ya razı olunan bir vakit sahibidir. Bu durumda ümidi, vaktin razı olunuşunun talep ettiği şeydir. Vakti razı olunan değil veya mubahlarda olduğu gibi razı olunan veya olunmayan bir şey değil ise, ümidinin konusu, razı olunan şeylerle ikinci nefeste veya ardından gelen zamanda bu hali ken­dinden uzaklaştırmaktır. Bu özel ilginin dışına çıkan ümit, yoldaki bir makam olan ümit değildir.

Ümit, dünya ve ahirette (sâlike) eşlik eden makamlardan biridir ve (ölümle) kesilmez. Çünkü insan, her nerede olursa olsun, iş sona erme­yeceği için, daima (bir şey) yitirebilir. Biz geleceği yitirenden söz ediyo­ruz, geçmişi yitirene gelirsek, geçmiş geri dönmez. Dönseydi, varlıkta herhangi bir şey tekrarlanmış olurdu. İlahi genişlik (ile çelişeceği için), varlıkta tekrar yoktur. Kaçırılan geçmiş bir fiil, razı olunan bir şey ise -ki geçmiş dönmezonun (istilzam edeceği) neticeyi sahibi -dünya ha­yatında onu yerine getirmiş gibiahirette devşirir. Bazen ümit, kaçırılan şeyin elde edilmesiyle ilgili olabilir. Bu durumda ümit, söz konusu şey kaçırılmamış olsaydı insan adına gerçekleşecek yararla ilgilidir. Bu du­rumda o şey var olmuş da ortadan kalkmış gibi, ümit sahibi adına ger­çekleşmiş sayılır. Ya da, ümit olmadan o şeyin kendisi onun asına ger­çekleşmiş sayılır. Çünkü insan başlangıçta onu yapmamıştır. İşte bu, ümidin gücünün son noktasıdır.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem dünya iyiliklerinden (mal ve bilgi) yoksun iken on­lara sahip insanların sahip oldukları şeyi Allah Teâlâ’ya itaat için kullandıklarını gören ve aynı şeye sahip olup onlar gibi iyilikler vapmayı temenni eden biri hakkında şöyle der: ‘Her ikisi de aynı sevaba ulaşır.’ Bu kişi amel­den mahrum kalmış, fakat temenni sevabını elde etmiş, ameli kaçırma­yan İçişiyle eşidenmiştir. Hayır! Hatta ondan daha kazançlıdır. Çünkü amel sahibi sorguya çekilecektir: ‘Doğrular doğruluklarından sorguya çe­kilecektir.’326 Temenni eden ise sorguya çekilmeyecektir, çünkü bir şey yapmamıştır. Bu ise, Allah Teâlâ’nın kendisine temenni ettiği şeyi vermediği kimseler için geçerlidir. Allah Teâlâ ona temenni ettiği şeyleri verirse, ne bu makama ne de bu sevaba ulaşabilir. Onun hükmü, Allah Teâlâ’nın kendisine verdiği şeylerdeki davranışına geçer ve temenni eden adma ahirette bir iz kalmaz. Onunla iyilik yaparsa, kendisine aittir; başka bir şey yaparsa, (ilahi) iradenin hükmü altındadır. ,

Sûfılerin ümidi, günahkârların Allah Teâlâ’nın rahmeti hakkındaki ümitleri değildir. O başka bir ümittir ve bir makam değildir. Biz, makam olan ümitten söz etmekteyiz. Bazılarına göre ümit, ilahi bir makamdır ve bu konuda ayetlerin dışında (geçen) ‘Belki, umulur ki’ gibi Allah Teâlâ’ya ait ifa­delerden delil getirirler. Bu nedenle şekilci bilginler ümidi vacip saymış­tır.

YÜZ ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

Ümidin Terki

Ümide bel bağlama!

Ümit seni umut üzerinde bırakır

Kurtuluşun için sadece Rahman’a yakar!

Çünkü mutlu iltica edendir

Allah Teâlâ sana yardım etsin, bilmelisin ki: Bu makam sahibi, ilahi mer­tebenin talebi ve kulluktaki zayıflığı halamından kendisini görmesidir. Söz konusu zayıflık ‘Gücünüz ölçüsünde Allah Teâlâ’dan sakının’327 ayetinde kula emredilen takvanın Hakk ettiği şeyi yerine getirmek veya insanın bütün gücünü sarf etmesiyle ilgilidir. Bu bizim açımızdan böyledir. Rabliğin kulluk karşısındaki hakkına gelirsek, Allah Teâlâ ‘Allah Teâlâ’dan hakkıyla sakı­nın ve ancak müslümanlar olarak ölün’328 buyurur. Başka bir ayette ise ‘Onlar bu işte bir şeye sahip değildir’319 denilir. Bu iş ile onların irtibatı ke­silmiştir. Bu ise, zor bir makam ve çetin bir haldir.

Ümidi terk eden kimse, imanın yarasını terk etmiştir. Çünkü iman iki yarımdır; korku ve ümit. Her ildsi de yoklukla ilgilidir. Bilgi mey­dana geldiğinde, varlık meydana gelir ve yolduk kaybolur. Bilgi de imanın hükmünü ortadan kaldırır. Çünkü ldşi bu esnada iman ettiğini görmüş ve bilen haline gelmiştir. İman taklittir ve taklit bilgiyle çelişir. Haber veren kişi -mümine göremasum olsa bile, sözünde yalan bulu­nabilir ve haber verişinde seninle onun arasında herhangi bir vasıta da yoktur. Çünkü onun yalan ve hatadan masum olduğuyla ilgili delil -Ki sen bu konuda basiret, yani bilgi sahibisinonun Allah Teâlâ’dan verdiği şeye yayılır. Bu durumda onun verdiği haber sende -taklit değilbilgi haline gelir. Günümüzde bu durum, özel anlamda keşf ve vecd (ehl-i keşf ve’lvücûd) ehlinde gerçekleşebilir. (Bilgiyi) rivayetten elde edenlerin buna ulaşması mümkün değildir. Te’vilin giremediği nassı (vahiy) Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ağzından doğrudan dinleyen sahabe ile keşf ye vecd ehli ara­sında fark yoktur. Binaenaleyh, delillerini zikrettikleri sürece onlar -taklitçi olmayanbilginlerdir. Herhangi bir vakitte delillerinden haber­siz kaldıklarında ise, vasıtalar ortadan kalkmış olsa bile, taklitçilerdir.

Eşya hakkındaki delilin Rabb’in olsun! O’ndan gafil kalma. Çünkü bu durumda sen bilgi sahibi olursun. Bilgi ise, Allah Teâlâ nezdinde bulunan şeylerin en üstünüdür. Bu nedenle Allah Teâlâ, peygamberine -herhangi bir niteliği değilsadece bilginin artışını (dilemesini) emretmiştir. Öyleyse maziyi, şimdiki zamanı ve gelecek zamanı bilen kimse için yokluk kal­mayacağı gibi onun için ümidin ilgili olacağı bir şey ve dolayısıyla ümit de kalmaz. Şair şöyle der:

Sakındığımdan tasalanırım                                                                                                            '

Yerleştiğinde ise ne diye tasalanayım

Elde etmek istediğimi arzularım Yittiğinde ise ne diye tamah edeyim!

Bu iki mısra, vukuundan korkulan şeyin gerçekleşmesi, gerçekleş­mesi umulan şeyin yitmesiyle ‘korku ve ümidi terk’ halini kendinde top­lar. Bu, ümit hakkında doğru olsa bile, makam olan ümit için geçerli değildir. Çünkü ümit makamı, geçmişin yitirilmesiyle ilgili bir korku taşımaz. Korku, mazi olmuş sebebinin yitirilmesi nedeniyle, geleceğin yitirilmesine dönüktür.

YÜZ DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

Hüzün Makamı

Hüzün, bineği zorluk, gayesi de gidişidir Allah Teâlâ hüzün sahibini dost edinir

Hüzünlünün kalbi burada, direkleri güçlenir orada Senden hedeflenen amaç ise orada

. Teklif diyarı sevincin olmadığı bir yer Allah Teâlâ sevinçli insanı sevmez

Hüzün, aşırı zorluk ve güçlük anlamındaki hazn kelimesinden türe­tilmiştir. Adamda ‘huzûne’, huylarındaki zorluktur. Hüzün yitirilen şey hakkında olabilir. Yitirilen mazi geri dönmez, benzeri döner. Döndü­ğünde ise bilfiil bulunduğu kimse yitirilmiş ve geçmiş olan benzerini hatırlar. Bu hatırlama ise, özellikle nefesleri gözetmek isteyen kimsede olmak üzere, kulun kalbinde bir üzüntü meydana getirir. Nefesleri gö­zetmek, ulaşılması güç bir makamdır ve Allah Teâlâ adamlarından müşahede sahipleri için gerçekleşebilir. İşin bütünü elde etmek imkân dahilinde değildir. Dolayısıyla yitirmek kaçınılmaz olduğu gibi hüzün zorunlu­dur.

Bu diyar ve bu yaratılış gaflet yeridir. Burada huzur, ancak bir ça­bayla ve huzuru talep ederek gerçekleşebilir. Ahiret hayatı ise öyle de­ğildir. Bu nedenle Allah Teâlâ bizden nefslerimizi hayatta huzur sahibi -huzuru isteyen değilolabilecek şekilde başka bir şekilde inşa etmemizi ister. Allah Teâlâ’nın bizden istediğini yerine getirebilir miyiz, getiremez mi­yiz? Allah Teâlâ’nın yerine getirme gücünü bizde yaratmadığı ve güç yetiremeyeceğimiz bir şeyi bizden dilemesi imkânsızdır, çünkü O ‘Hakîm’dir. Öyleyse Allah Teâlâ, bu isteğinde bizde (onu yerine getirebilecek) rabbani bir güç bulunduğunun bilgisini de vermiştir. Fakat güce mazhar olmamız halamından, her mümkünde kendisini uygulamaktan eksik bir şekilde, onu elde ettik. Bu nedenle Allah Teâlâ’dan yardım istedik ve Allah Teâlâ da bize ‘Ancak senden yardım dileriz”30, ‘Allah Teâlâ’dan başka güç ve kudret sahibi yoktur’ demeyi emretti. Bunu müşahede eden kimsenin hüznü hiçbir zaman sürekli olmaz.

Hüzün, kula yükümlü olduğu sürece (dünya hayatında) eşlik eden makamlardan biridir. Ahirette ise cennete girilinceye kadar sürer. Ahirette pişmanlık hüznü vardır, yoksa büyük korku hüznü yoktur. Korku bütünüyle kalkar. İnsan uyulanlardan ise, uyanları hakkında duydukları korku kendilerine eşlik eder. Bu insanlara örnek olarak pey­gamberleri verebiliriz. Hüzün dünyada kalpten kaybolduğunda, zıddı gerçekleştiği için yok olur, çünkü kalp boş kalmaz: Dünya hayatı, ken­disinde bulunduğu kimseden Hakk’ın sevgisini dışlayacağı için, sevinç yeri değildir. Hüznü ise sadece bilgi giderebilir. Bu dürüm ‘Bununla se­vinsinler31 diye ayette dile getirilmiştir. Öyleyse hüzün bilgiyle birdir: Üzüntü duyulan şeyin kalkmasıyla ortadan kalktığı gibi üzüntü duyula­nın kaybolmasıyla da gider. Bilgi de bilinenin şerefiyle değer kazanır. Hüzün, ulaşılması güç bir makamdır. Yaratıkların pek azının ulaştığı bu makam, kâmil insanlara aittir.

Hüznün Terki

‘Hakk her şeye yaratılışını verdi ve sonra açıkladı’

             Yitirilmiş bir şeyi göremezsin, öyleyse üzülmek beyhude!

Hüzün yitirilen için gerçekleşen bir haldir

Artık onu taşıma, çünkü o yaratıkların özelliğidir

Hüznü terk, bir makam değil, haldir ve kalplerin harap olmasına yol açar. Onun dürülüşünde ise, ârif olanın dışındakiler için ilahi bir tu­zak vardır. Çünkü hüzün makamından sadece niteliklerin kendinden olumsuzlanması makamına yerleştirilen kimse çıkabilir. Ebu Yezid’e, ‘Nasıl sabahladın?’ diye sorulmuş. O da ‘Ne sabahım ne akşamım var, bunlar nitelikle sınırlanan kimse için olabilir, benim niteliğim yoktur’ diye cevap vermiştir. Ebu Yezid bu sözü kendisine halden soran ‘nasıl’ sorusu sorulduğunda söylemişti. Nasıl, dört temel soru edatından biri­dir. İlahi nispederden ona ait olan şey ‘Ey insanlar ve cinler! Sizin için bo­şaltacağız’332 ayetidir -Kisai’nin kıraatine göre-. Başka bir ayet ise ‘O her gün bir iştedif333 ayetidir. Allah Teâlâ teraziyi yükseltir ve alçaltır. Bunlar, Hakk’ın eylemlerinde ‘nasıl’ sorusunun bağlamıdır.

Ebu Yezid ise, bu sözüyle kendini övme niyetinde değildi, sadece durumunu açıklamak istemişti. Çünkü sabah ve akşam, Allah Teâlâ’ya aittir, Ebu Yezid’e değil! Allah Teâlâ nitelikle sınırlanandır. Doğal kul ise, nitelikle değil, sabah ve akşam ile sınırlanandır. Bu nedenle Ebu Yezid niteliği reddetmiş ve ‘Benim niteliğim yoktur’ demiştir. ‘Sabah akşam rızıkları oradadır.’ Öyleyse sabah ve akşam onu sahiplenir. Ebu Yezid’in ise on­lar üzerinde bir sahipliği söz konusu değildir. Çünkü sabah ve akşam, nitelikle sahip olurken Ebu Yezid’in söylediği gibi herhangi bir niteliği yoktur. Bu makam hakkında bilgisi olmayan kimse, Ebu Yezid’in bu sözüyle ilahlık tasladığını zanneder. Halbuki Ebu Yezid böyle bir niyet­te değildi. Aksine o, bu gibi sözlerindeki böyle bir yorumun kendisine nispet edilmesinden münezzehtir! Ebu Yezid’in buna benzeyen ‘Bir zaman güldüm, bir zaman ağladım, şimdi ne gülüyorum ne ağlıyorum’ ifadesini bizim söylediğimize aykırı olarak ‘ilahlık taslamak’ diye yo-


rumlayan kimse şunu bilmelidir: Bir tecelli vardır, güldürür. Bu yolda gülme ehli olanlardan sadece bir insan gördüm ki adı Ali es-Selavî idi. Onunla yolculuk ettim ve Endülüs’te yolculukta ve yolculuk dışında kendisiyle arkadaşlık ettim. Tıpkı kendinden geçmiş gibi, gülmekten bıkmıyordu. Ancak belirli vakiderde kendine geliyordu. Hiçbir zaman kötü bir şey söylediğini görmedim. Ağlayanlara gelirsek, onlardan da birini 586 yılında İşbiliyye’de görmüştüm. Adı Yusuf el-Muğavir elCella idi. Bizimle dolaşır ve hallerini bize anlatırdı. Korkusu çoktu, gözyaşı kesilmezdi. Gülen İçişiyle arkadaşlık ettiğim zamanda onunla da arkadaşlık ettim.

Ebu Yezid’in bu iki makamdan onların arasındaki makama geçme­sine gelirsek, karşıt şeylerin bir kısmının arasında orta var iken bir lcısmmın arasında orta yoktur. Bu kısma örnek olarak, olumlama ve olumsuzlamayı verebiliriz. Bunların arasında orta bir (durum) yoktur. Varlık ve yokluk arasında ise orta vardır. Sıcak ve soğuk arasmda da orta var­dır. Ortadaki, kendilerinden farklılaşmasını sağlayacak şekilde her iki uçtan bir özellik almasıyla gerçekleşir. İnsan güldürücü veya ağlatıcı bir sebep arasmda bulunmadığı da olabilir. Örnek olarak Allah Teâlâ ehli için susma makamını verebiliriz. Böyle biri ne güler ne de ağlar! Onun nite­liği, her iki nedenden de soyutlanmış olan susmadır. İşte Ebu Yezid bu sözüyle kendi durumunu bildirmek istedi, yoksa övünmek amacında değildi.

• • ••

YUZ ALTINCI BOLUM

Tasavvuf Yolunda Hedeflenen Açlığın Bilinmesi

Açlık beyaz ölümdür Hidayetin alametidir o

Sersemletmediği sürece Bir ilaç ve şifadır açlık

Onu riyazetinde uygula                                                                    .

Başarılı ve mutlu olursun!

Açlık, yani adet açlığı, Allah Teâlâ ehlinin süsüdür. Bu anlamıyla açlık, beyaz ölümdür. Çünkü Allah Teâlâ ehli yollarında dört ölüm kabul etmişler­dir ki birincisi budur. İkincisi ise, yeşil ölümdür. Yeşil ölüm, tanınmak amacıyla değil, zahitlik gereği yamalı elbise giyinmektir. Müminlerin emîri olduğu halde, Ömer b. el-Hattab’ın giydiği on üç yamalı bir elbi­sesi vardı. Bir tanesi de deri parçasıydı. Üçüncüsü ise, siyah ölümdür. Siyah ölüm, eziyete tahammül demektir. Dördüncüsü ise, kırmızı ölümdür. Kırmızı ölüm ise, arzularında nefse karşı koymaktır ve özel­likle Melamilere aittir.

Bu yolda istenilen açlık, doğanın fazla (ihtiyaçlarını) azaltmak ve gereksiz hareketten durağanlığa geçmek üzere sâlikler için ‘ihtiyarî aç­lıktır’. Sâlik ‘yükselirse’, (hiçbir şeye muhtaç olmamak anlamındaki) samedanî nitelik istediği için yükselir. Bize göre -sûfilerin geneline (kavm) göre değilaçlığın tanımı-, bir gün oruçtur; artırılırsa, seher vak­tine kadar olabilir. İradeye bağlı ve dince belirlenmiş açlık, budur. Allah Teâlâ’ya giden yolumuz, dince belirlenmiş yol olabilir. Allah Teâlâ bir günlük orucu yaratıklarında maslahat ölçüsü yapmamış olsaydı, onu bu ölçüde belirlemezdi. İnsan daha fazla ilave yaptığında, açlığın kuldaki yararla­rını Rabb’inden iyi biliyor olamaz ve böyle bir şey edepsizliğin zirvesi­dir. Kul gecelerken ve fena halinde yedirilen ve içirilenlerden olup bu­nun etkisini gücünde, akıl sağlığında ve mizacının korunmuşluğunda buluyorsa, dilediği kadar (orucu) uzatabilir, çünkü o aç değildir. Biz ise açlıktan söz ediyoruz. Kulu bir hal ve yemek ile arasına giren güçlü bir vârid kuşatabilir. Buna örnek olarak Ebu İkal’i verebiliriz. Bu durumda kul bir yarar elde etmişse, maksat gerçekleşmiştir; yarar elde etmemişse, bu açlık, hastalık ve doğal illettir. Böyle birinin doktora başvurması ge­rekir. Sûfiler ‘açlık’ derken bunu kastetmezler.

Büyüklerin açlığı ise zorunlu açlıktır. Çünkü açlığın meydana ge­tirdiği sonuç, onlar adına meleke haline gelmiş olabilir. Bu meleke ne açlık ne tokluk anında onlardan ayrılmaz. Bu nedenle yapılması gere­ken, azaltmaktır ki o da ancak helalden olabilir. Azaltmanın amacı, ya ibadetlerde daha dinçlik kazanmak veya hesabı hafifletmektir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Bu günün nimetinden sorguya çekileceksiniz’ buyurdu. Kaste­dilen hurma ve sudan başkası değildir! Kendisini ise topluluğa katma­mıştır, çünkü Allah Teâlâ’nın Süleyman (Peygamber) meşrepli bazı kulları var­dır ki, onlar hakkında ‘Bu bizim ihsanmızdır, hesapsız olarak onu (elinde) tut veya ver334 buyurur. Onlar bu ümmet içinde yetmiş bin kişidir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem kendilerini betimlemiştir ve bu konudaki rivayet sahihtir. (Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in) hadiste belirttiğine göre, Ukaşe de onlardandı.

Doğru hareket eden sâlik, dince belirlenmiş ölçüye ilave yaparak kendini bîtab düşürmemelidir. Çünkü (Peygamber’e) uyarak bir ameli yapmamak, bidat çıkararak bir işi yapmaktan hayırlıdır. Biz (Peygam­ber’e) uyduğumuzda, aslın hükmüne göre hareket ederiz, çünkü varlı­ğımız, bizi var edenin varlığına uyar. Bu mertebeyi bilenler de buna gö­re davranmalıdır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Şeytan Ademoğlunda damarlarındaki kan gibi dolaşır. Açlık ve susuzlukla onun geçiş yerlerini daraltınız.’ Bilginlerden veya Allah Teâlâ ehlinden hiçbiri, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in bu hadiste orucu ve -visal orucu tutan kimse içinsahurda veya -iftar vakti oruç açanlar içiniftarda sünnet olduğu üzere yemeği azaltmayı kastettiğinde görüş ayrılığına düşmemiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, Ademoğluna belini doğrultacak bir kaç lokma yeterlidir buyurdu. Mürit, Allah Teâlâ’ya giden yolu onun adına belirleyenin sünnetini aşmaz.

Sana nasihatimi yaptım! Delillendirdiğim meselenin değerini -şayet nasip olursasonuçları ortaya çıktığında anlayabilirsin. Oruç tutmadan aç kalma! Bu, dince belirlenen yolun dışındadır. Bunun sebebini ise orucun sevabını belirten hadis yapma, çünkü o sana değil, amele aittir. Nefsi bırak da bu konuda ahirette kendisine ait sevabın peşinden o koş­sun. Çünkü nefste bunu talep eden vardır. Sen ise (düşünen nefsin kar­şılığı olan) ilahi sır ve emir kaynaklı ruh vasıtasıyla hayvanı nefsin talep ettiği bu istekten uzaklaşırsın. Bu (tasavvuf) yolun ehlinden yanılanlara katılma. Onlar, şakirderine oruçsuz açlığı talim eder veya oruç tutturup güneş batmazdan bozdururlar. Bu, onların bir hatası ve Allah Teâlâ yolu hakkındaki bilgisizlikleridir. Bu davranışla nefse karşı koymayı amaçlamış­larsa, onun yeri burası değildir. Sâlikler nefslerine belirli bir şekilde, be­lirli bir tarzda ve Allah Teâlâ ehlinin bilebildiği doğru bir mizana göre yiye­cekleri saptamada karşı çıkmalıdır. Nefs kendisinin belirlediği özel bir yemeğe yöneldiğinde, sevmediği yemelderi ona yedirmelisin ki, Allah Teâlâ’nın nimetlerinden hiçbirini nahoş bulmasın. Ben de belli bir süre böyle davranmıştım. Daha önce yiyemediğim ve nefsimin dışladığı her şey, bana lezzetli gelmeye başladı. Yemeği azaltmak da böyledir ve nefse en çetin gelen işlerdendir. Bu ise, nefsin bir şeye (yemeye) başlayıp da tam olarak doymasını engellemektir. Başarıya erdiren Allah Teâlâ’dır! O’ndan baş­ka Rab yoktur.

YÜZ YEDİNCİ BÖLÜM

Açlığın Terki

Açlık kula ne kötü döşek!

Peygamber sözü bu, onu geçersiz sayma

Tanımında sûfiler hataya düştü                                                          -

Bir ölçü ve kıstas da koyamadılar

Açlığı benimseyen, hakikatini bilemedi                                             .

İnsanlara söylediğiyle onları yanılttı

Alışkanlık açlığı övülür, görmedim

Bunun kullanımında bir beis

Doğanın açlığı ise kötülenir

Ona uyan muhakkik de görmedim

Sûfılere göre ‘açlığın,terki’, tokluk demek değildir. Açlığın terki, nefse hakkı olan besini vermektir. Allah Teâlâ onun mizacının düzgün kalma­sını ve yapısının ayakta durmasını besine bağlamıştır. Bu hal sahibi aç­lık hissettiğinde, bu açlık adet açlığıdır.

Ebu Bekr el-Bezzaz Müsned’inde şöyle bir hadis aktarır: ‘Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem açlıktan Allah Teâlâ’ya sığınır ve ‘Ne kötü döşektir açlık’ derdi. Yarar veren bir hal kötülenmez. Bu durum, öyle bir açlığın yararının olmadı­ğını gösterir. Yarar, şeriatın ölçüsünü ortaya koyduğu açlıkta olabilir. Öyleyse açlığı terk, ibadet ve Allah Teâlâ’ya ulaştıran bir yoldur. Selman bu sa­yede Ebu’d-Derda’dan üstün olmuş, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem de bu konuda onun lehinde tanıklık etmiştir. Konuyla ilgili hadiste Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: TMefsinin üzerinde hakkı vardır, gözünün üzerinde hakkı vardır, ağzının üzerinde hakkı vardır, ailenin üzerinde hakkı vardır! Namaza kalk, uyu, oruç tut, bazen tutma; her Hakk sahibine hakkını ver.’ Çünkü sen, üzerinde herhangi birinin hakla varken, Hakk’ın. huzuruna asla giremezsin. Hakların en büyüğü ise, Allah Teâlâ’nın Hakk’ı, sonra nefsin hakkıdır.

Doksan yedinci kısmın sona ermesiyle on üçüncü sifir de sona erdi. Allah Teâlâ’ya hamd olsun!


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar