Print Friendly and PDF

ON DOKUZUNCU SİFİR 1.Bölüm

Bunlarada Bakarsınız

 

 


Rahman ve Rahim Allah Teâlâ’nın Adıyla

İKİ YÜZ YETMİŞİNCİ BÖLÜM

Muhammedi Münacattan Kutub ve İki İmarn'm Menzilinin Bilinmesi

Kutub’urı ve iki imamın menzili

Alameti olmayan bir menzil

Bir’dir onun sahibi

Yürümek ve yerleşmekten münezzeh Bir

Renginde bir sararma

Sağ yanağında ise ben var

Gizlidir, açık değil

Allah Teâlâ onu esenlikle desteklemiş

Allah Teâlâ yücelerle ona yönelmiştir

Kıyamette emir âleminde

Allah Teâlâ seni kendinden bir ruh ile desteklesin, bilmelisin ki, nebiler­den bu menzile ulaşanlar dört kişidir: Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem, Hz. İbrahim, Hz. İsmail ve Hz. İshak. Velilerden ise iki tanedir: Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in torunları Hasan ve Hüseyin! Bununla birlikte zikredilen bu isimlerin dışındaki (veli ve nebilerin de) imamlıktaki mertebesine göre bu men­zilden belli bir payı vardır.

Bilmelisin ki, kutuplar ve sâlihler, belli isimlerle adlandırılmış olsa­lar bile, bu mertebede ancak ‘kulluk’ ile kendilerini yöneten isme çağrı­lırlar. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ’nın kulu O’na ibadet için ayağa kalk­tığında...” Böylelikle, babası kendisini Muhammed veya Ahmed diye adlandırmış olsa bile, onu Abdullah (Allah Teâlâ’nın kulu) diye adlandırmıştır.

Öyleyse kutup her zaman bu birleştirici isme tahsis edilmiştir. Bu yö­nüyle o, bu mertebede Allah Teâlâ isminin kuludur.

Onlar, makamın kendisini talep ettiği bu özel isimde ortak olsalar bile, derece derecedir. Bu yönüyle bir kısmı, bu isimden başka diğer isimlerden birisine tahsis edilmiş olabilir. Böylelikle o isme izafe edile­rek kutupluk makamının dışında çağrılır. Buna örnek olarak Hz. Mu­sa’yı verebiliriz. Onun adı, (kendi özel ismi yönünden) Abdüşşekûr’dur (eş-Şekûr’un kulu). Davud’un kendisine özgü ismi ise, Abdülmelik’tir (el-Melik’in kulu). Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in özel ismi ise, Abdulcami’dir (elCami’nin kulu). Her kutbun genel ismine -ki bu isim Abdullah’tırilave özel bir ismi vardır ve onunla çağrılır. Kutubun, sona eren nebilik za­manında bir nebi olması veya Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in şeriatı zamanında bir veli olması durumu değiştirmez. İki imam da böyledir. O ikisinden her birine özgü bir isim vardır. Bulunduğu vakitte her imam o isimle çağrı­lır. Soldaki imam, Abdülmelik, sağdaki Abdurrab’dır. Onlar kutup için iki vezirdir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in devrinde Ebu Bekir Abdülmelik, Ömer Abdurrab idi. Peygamber vefat ettiğinde ise, Ebu Bekir Abdullah, Ömer Abdülmelik olmuş, Ömer’in makamına varis olan imam ise Abdurrab diye isimlendirilmiştir. Kıyamete kadar iş böyle devam eder. Hasan ve Hüseyin (ra.) kendisiyle nitelenen diğer insanlara göre bu makama daha sağlam yerleşmişti. İlahi sünnet, makama yerleşen kutubun yakınlık ve temkin meclislerinden birisinde bulunması şeklinde cereyan etmiştir. Onun adına o meclise büyük bir taht konulur. İnsan­lar onun heybetine baksalardı, akılları başlarından çıkardı. Kutub o tah­tın üzerine oturur ve Allah Teâlâ’nın kendisine vermiş olduğu iki imam önün­de oturur. İlahi biat ve halife atanmak için, Kutub elini uzatır. Melekı ruhlara, ruhanîlere, cin ve insanlara tek tek kendisine biat etmeleri em­redilir. Çünkü Hakkın katı, herkesin ulaşacağı bir yer olmaktan münez­zehtir ve ona tek tek gidilir. Bu makamda kendisine biat eden her ruh, ona soru sorar. Başka bir ifadeyle, her ruh kutuba herhangi bir konuyu sorar, o da, orada bulunanlar bilgideki mertebesini öğrensin diye, bu soruya cevap verir, hangi ilahi ismin kendisine tahsis edilmiş olduğunu da öğrenirler. Biz bu ilahi biadeşme hakkında müstakil büyük bir kitap yazmış ve onu Mübayatü’l-Kutub fi-Hazreti’l-Kurb diye isimlendirmiştik. O kitapta sorulan ve cevaplanan sorulardan pek çok meseleyi zikrettik. Kutuba ançak temiz ve yakın ruhlar biat edebilir. Biat eden cin ve insan ruhlarından ise, kutubların ruhları soru sorar. Biz o kitapta onların so­rularını ve kendisine verilen cevapları yeterli ölçüde zikrettik. Kendi zamanında kendisine biat edilen bütün kutupların durumu böyledir.

Bu bölümde, onun bazı hallerini zikredelim. Bunlar, kendisine öz­gü haller değil, bütün kutuplara özgü hallerdendir. Böylece benim bu kitabımı okuyan ve kendisini müşahede eden kimse şunu öğrenir: Ben bu kitabımda bu konuyu bilen bütün âriflerin aşina olduğu yöntemden ayrılmadım. Kendisine özgü hali zikretseydım belki şöyle denilirdi: ‘Bu bir iddiadır.’ Bu nedenle, öncelikle, uzak imam’ın halinden söz etmeye başlayalım. Sonra, daha yakın imam, sonra kutubtan söz ederiz. Uzak imama gelirsek, o Rabbinin kuludur. Çünkü onun hali, kendilerini gü­nahları işlerken gördüğü için âleme şefkat ederek, ağlamaktır. Onların günahları karşısında, cezalandırma ve hesaba çekmeyi gerektiren ilahi isimleri görür. Hâlbuki ona günahlara karşı bağışlamayı, affetmeyi ve hataları silmeyi gerektiren ilahi isimler tecelli etmez. Bu nedenle de ağ­laması artar. Sürekli olarak Allah Teâlâ’nın kullarına dua eder, onlara merha­met eder, Allah Teâlâ’dan kendilerini itaatlerin yoluna sevk etmesini ister.

Bir seyahatimde ben bu imam’ı görmüştüm. Gördüğüm salih in­sanlar arasında Allah Teâlâ’nın kullarına karşı ondan daha çok endişe duyanı ve daha çok merhametli olan kimseyi görmemiştim. Şöyle dedim: ‘Niçin Allah Teâlâ uğruna gayret seni tutmuyor (da günahları nedeniyle insanlara ağlıyorsun)?’ Şöyle dedi: ‘Ben kendimden dolayı Allah Teâlâ adına gayrete gelmiyorum. Bunun yerine Allah Teâlâ’dan kendi adıma beni bağışlamasını ve günahlarımı silmesini diliyorum. Allah Teâlâ’nın kulları adma ise ancak kendi adıma istediğimi istiyorum. Allah Teâlâ karşısında dürüst olan kimsenin, ma­kamının gerektirmediği bir halde bulunması yakışık almaz.’

Bu imam, şeytanlara karşı otorite sahibidir. Onlar, kendilerini yol­larından çevirmek için, salih insanlara eşlik eden ve onlardan ayrılmayan şeytanlardır. Şeytan kendisini bulunduğu yoldan çevirmek üzere bir salihe tuzak kurarken bu imamı gördüğünde, ateşte pasın erimesi gibi erir. Bunun üzerine imam, belki teslim olur umuduyla, onu adıyla çağı­rır, fakat şeytan koşarak uzaklaşır. İmam kendisine baktığı ve onun kar­şısında bulunduğu sürece, bu salih insan, bu tür şeytanların kendisine verdiği ve onu iyilikten çıkartacak vesveseden korunmuştur. Bununla birlikte bu salih insan, imam’ı tanımaz ve (şeytan ile imam arasında) ce­reyan eden hadiseyi de bilmez. O grubu gördük. Allah Teâlâ, kendilerine dö­nük inayetiyle, özellikle salihlere tahsis edilen kötülükleri bu imam vası­tasıyla kullarından uzaklaştırır.

Bu imamın özelliklerinden birisi de, Allah Teâlâ’dan haber veren herkesin haberini tasdik etmektir. Habercinin doğru sözlü veya iftiracı olması, birdir, çünkü bu imam, haber verende kendisini yöneten ilahi isme bakmaktadır. Doğru sözlü ise, verdiği haber de gerçek bir keşfe daya­nır. Bu durumda o ve imam bu haberde ortaktır. Keşfi olmayıp ken­dinde gerçekleşen şeyden haber verirse -ki bunu gerçekleştirenin farkın­da değildir ve yalanı amaçlamaktadırbu imam yine de onu, verdiği haberde doğrular. Haber veren ise, Allah Teâlâ tarafından cezalandırılır ve ya­lanı amaçladığı için mahrum kalır. Gerçekte ise söylediği yalan değildir. Bu durumda niyetinin vebali, kendisine döner ve Allah Teâlâ yalanın hesabını soruncaya kadar azap çeker.

Bu imam’ın hallerinden birisi de, sürekli, hallerden müşahede ma­kamına, makamlardan ise salah makamına geçmek için dua etmesidir. O sürekli olarak cennetlere muttalidir. Allah Teâlâ’nın kendisini böyle bir bil­giye tahsis etmesinin nedeni, onun varlığını koruma iradesidir. Bu sa­yede imam, içinde bulunduğu ve umutsuzluğa yol açan ağlama ve üzülme halinin karşısmda, Allah Teâlâ’nın kendisine göstermiş ve bildirmiş ol­duğu cennetteki sevinç, ehlinin oradaki nimetleri, ehline kavuşmaya duyduğu özlem ve onlarm gelişini beklemesi gibi hususlarla karşılık ve­rir. Bu ise, onun itidaline sebep olur. Bu imamın makamı, (hadiste ge­çen) birinci ihsandır. Bu ihsan, Cebrail’in Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e sorduğu ‘ihsan nedir?’ sorusunda zikredilmiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bu soruya şöyle cevap vermiştir: ‘İhsan Allah Teâlâ’yı görür gibi ibadet etmektir.’ Bundan son­ra gelen ihsan tanımı ise, bu imama ait değildir.

Âlemin yararları ve kendisinden yararlandıkları hususlar bu imamın elindedir. O, Efrad’ı terbiye eder ve ilahi bilgilerle onları besler, bilgileri gerçek bir teraziyle ehline taksim eder. Bunu ise, kendisine verilen bil­giyle nefsine hayat versin diye, arifin maslahatının gerektirdiği miktara göre taksim eder. İnsanlara ve cinlere karşı efendilik ona ait olduğu gibi onlarm yararlarına göre haklarında hüküm vermek ve tasarrufta bu­lunmak da ona aittir.

Bu imam’ın özelliklerinden birisi de, kendisi adına meydana elen bütün hallere ve makamlara yerleşmektir. Böyle bir şey herkese ait ol­maz. Herkes, bir halle veya makamla nitelenip ondan ayrılmaz. Bu imamdan başkası, bir Hakk veya makama intikal ettiğinde, makam ve ha­lin otoritesi üzerinde hakimdir ve onu ayrıldığı makam veya halden habersizleştirir. Bu imam ise, öyle değildir, çünkü onun ayrıldığı makam, onun için korunmuştur ve ondan habersiz kalmaz. Bu, Allah Teâlâ’nın kendi­sine tahsis ettiği ilahi bir güçten kaynaklanır. Ruhunun iki yüz dört ka­nadı vardır. Hangisini açarsa, dilediği yere kendisini uçurur. Üçüncü ve ilk mertebede bir nasibi vardır. Bazı vakiderde ‘el-Birru’r-Rahîm’ diye dua eder. Başlangıcı üçüncü mertebeden iken sonu birinci mertebede­dir. Başından sonuna kadar takip ettiği yöntem, bilinen sülük tarzından farklıdır. Makamları, derece ve menzilleri kat ederek, geriye doğru hareketle, geri döner. Sülûkunun başından sonuna kadar on dokuz menzil vardır. Başlangıç ve son menzili buna dahildir. Onun derecelerinin menzili, yüz, iki, on, doksan, yirmi, üç, dört, otuz, kırk beş, elli altı, •/etmiş yedi, yetmiş sekiz, doksan sekiz ve iki yüzdür.

Mertebeler dörttür ve onlara ilave bir şey yoktur. Her mertebe, ni­hayetsiz bilgi, sır ve halleri gerektirir. Birinci mertebe iman, İkincisi ve­layet, üçüncüsü nebilik, dördüncüsü resullüktür. Resullük ve nebilik bu ümmet hakkında teşriî bakımından kesilmiş olsalar bilebu ikisin­den gelen miras kesilmemiştir. Buna göre bazı kimseler nebiliğe varis iken bazı kimseler hem nebiliğe hem de resullüğe varistir.

Bu uzak imama ait hususları zikrettikten sonra, ‘Melik’in kulu’ (Abdülmelik) olan yakın imama ait hususları zikredelim. Şöyle deriz: ‘Allah doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır,’2 Bu imamın ruhaniyeti yö­nünden doksan kanadı vardır. Hangisini açarsa, o kanat kendisini dile­diği yere uçurur. Onun başlangıcı ve sonu, ikinci mertebededir. Onun diğer üç mertebede bir payı yoktur. Onun kendilerini kat edeceği men­zilleri, dereceleri ve makamları yoktur. Güç ve kahır özelliği, ona aittir. Oluşu gerektiren bütün ilahi isimlerle tasarruf eder. Örnek olarak Halik, Râzık, Melik ve bazı yönleriyle Bâri vb. ismini verebiliriz. Daha önce zikrettiğimiz imam’dan ayrı olarak, tenzih isimleriyle tasarruf edemez. Büyük ve şiddedi hadiselerde kendisine sığınılır, Allah Teâlâ onun eliyle bu sıkıntıları kaldırır. Çünkü Allah Teâlâ onun için bu sıkıntılara karşı otorite yaratmıştır. Kerem sahibidir. Başkasını tercih etmeye mümkün kılacak şekilde bir şeye ihtiyacı olmadığı için, îsar (başkasını tercih) ona ait bir özellik değildir. Farkında olmadıkları yönden yaratıkları nimetlendirir. Bu imam, bir müjdeyle beni nimedendirmişti. Ben ha­limde o nimeti bilmiyordum, fakat benim halim olmuştu. Bunun üze­rine bana onu bildirdi ve beni karşılaştığım şeyhlere bağlanmaktan en­gelledi. Bana şöyle dedi. ‘Sadece Allah Teâlâ’ya bağlan! Benim karşılaştığım hiç kimsenin senin bulunduğun Hakk ulaşmanda bir katkısı yoktur. Aksine senin işini Allah Teâlâ inayetiyle üsdenmiştir. İstersen karşılaştığın kimselerin özelliklerini sana anlatayım. Onlara intisap etme ve sadece rabbine bağ­lan.’ Bu imamın hali benim halimle eşitti. Allah Teâlâ’dan başka, Allah Teâlâ yolun­da karşılaştığı kimselerin onun üzerinde bir katkısı yoktu. Benim güve­nilir bulduğum kimseler, bana böyle aktarmıştı. İmam da, kendisiyle bir araya geldiğimizde bunu bana kendinden aktarmıştı. Onunla berzahı bir müşahedede bir araya gelmiştim. Bu nedenle Allah Teâlâ’ya hamd ü senalar olsun!

Yaratıkların işlerinin yöneticileri, bu imam’a döner, o da onları gö­revden alır veya görevlendirir. Allah Teâlâ onunla kötülükleri def eder. Onun ateş kaynaklı ruhlar üzerinde büyük bir otoritesi vardır. Bunlar, Allah Teâlâ’nın rahmetinden uzaklaştırılmış şeytanlardır. Beş derecenin birisinde uzak imam ile ortak iken uzak imam diğer dört mertebede kendisinden ayrı­lır. Onun hallerini, Mârijetu’l-Kutub ve’l-lmameyn (Kutub’un ve İki İmam’ın Bilinmesi) isimli küçük bir kitabımızda yeterli ölçüde zikret­miştik. Burada özetleme amacıyla zikrettiklerimizle yetiniyoruz.

İki imam’ın hallerini bu kadar zikrettikten sonra, şimdi de Allah Teâlâ’nın izniyle bu eserde yeterli olacak ölçüde Kutub’un hallerinden söz edece­ğiz. Kutub, el-Câmi isminin kuludur (Abdu’l-câmi). Bu yönüyle o, ahlaklanma ve özdeşleşme yoluyla bütün ilahi isimlerle nitelenen kim­sedir. O, Hakkın aynası, kutsi niteliklerin tecelli ettiği yer ve ilahi mazharların yansıdığı bir yerdir. O, vaktin sahibi, zamanın kendisi, kaderin sırrıdır. Dehirlerin dehrinin bilgisi ona aittir. Ona gizlilik hakimdir. Gayret hâzinelerinde saklanmış, korunma örtülerine bürünmüştür. Şüphe ona musallat olmaz, makamıyla çelişen bir düşünce aklına gel­mez. Cinsel ilişkisi çoktur, onu çok sever ve kadınları sever. Meşru bir sınırda doğaya hakkını verdiği gibi ruhanî yöne de hakkını -meşru öl­çüye göreverir. Terazileri koyar, belli bir ölçüye göre tasarrufta bulu­nur. Vakit ona aittir, vakte ait değildir. O, başkasına değil, Allah Teâlâ’ya ait­tir. Onun hali, kulluk ve muhtaçlıktır. Çirkini çirkin bulur, güzeli gü­zel! Ziynete ve şahıslara bağlı güzelliği sever. Ruhlar kendisine en güzel suretler içinde gelir. Aşık olarak erir. Allah Teâlâ adma gayrete gelir ve Allah Teâlâ adma öfkelenir. İlahi mazharlar onun için tedbir ile sınırlanmaz, aksine onlarda serbesttir. Yöneticinin yönetmesinde onun ruhaniyeti, şehadet ve gayb perdesinin ardından, duyumsanan beşerden ortaya çıkar. Nes­nelerde yalnızca Hakkın yüzünü/zatını görür. Sebepleri yerleştirir ve ikame eder, onlara delalet eder ve onların hükmünü uygular, onlara iner, onlar da kendisi üzerinde hüküm sahibi olur ve etki eder. Her­hangi bir şekilde kendisinde Rabbanilik bulunmaz. Daima bu haldedir. Dünyalık ve servet sahibi olursa, cömert bir efendinin malında tasarruf eden köle gibi tasarruf eder. Dünyalık bir şeyi olmaz ve kendisine açılan şeye sahip ise, herhangi bir nefs onun için üstün olmaz. Aksine ihtiyaç anında doğasının muhtaç olduğu bazı şeyler için kendisini tanıyan sa­mimi bir dostunun evine yönelir ve adeta doğası adma bir şefaatçi gibi doğasmm muhtaç olduğu şeyi kendisine şımar. Ardından gerek duydu­ğu şeyleri dostundan alır ve kullanır. Orada sadece zorunlu ihtiyacıyla oturur. Bir arkadaşını bulamazsa, doğasmm ihtiyacını karşılaması için Allah Teâlâ’ya sığınır -çünkü doğası üzerinde yönetici olduğu için doğasından sorumludursonra da, Allah Teâlâ’dan dilediği şeylere karşılık vermesini bek­ler. Allah Teâlâ dilerse istediğini hemen, dilerse sonra verir. Mertebesi, istekte ısrar ve doğasma şefaattir. Hal sahipleri ise öyle değildir, çünkü eşya onların himmederinden oluşur ve onlar kendilerinden sebepleri uzaklaştırmışlardır. Bu nedenle, rabbanilerdir. Kutup ise, halden münezzeh, bilgide sabit ve görülen, bilgiyle tasarruf eden kimsedir. Hakk, olacak şeylerin bilgisini verirse, Allah Teâlâ’ya muhtaçlık ve minnet yoluyla -yoksa övünme amacıyla değilonları bildirir. Yeryüzü onun adma dürülmez, su üstünde veya havada yürümez, esbaba tevessül etmeden yemez. Zik­rettiğimiz tarzda harikulade bir olay onda gözükmez. Hallerin ona ver­dikleri istisnadır ki bu Hakkın irade ettiği bir nedenden kaynaklanır ve o da onu yapar. İradesiyle değil, zorunluluk gereği açlığını giderir. Ev­lenme imkanı olmadığında, cinsel ihtiyaçlara karşı sabırlıdır. O, nikâh (cinsel birleşme) tecellisinden, kendisini onu talebe ve arzu duymaya kimin sevk ettiğini bilir. Çünkü o ve arifler adma kulluk hiçbir şeyde cinsel ilişkide olduğu kadar tahakkuk etmez. Ne yemede ne içmede ne de kendisinden bir sıkıntıyı uzaklaştırmak için bir şey giymede, kulluğu (cinsel ilişkide olduğu kadar) öğrenemez. Kutub cinsel ilişkiyi üremek için arzulamaz. Aksine salt şehvet amacıyla arzular. Bu esnada çoğalma­yı düşünmesi ise meşru emirden kaynaklanır. Bu konuda çoğalma ve üreme, bu dünyada türün bekasını korumak için, doğal bir durumdan kaynaklanır. Çünkü bu makam sahibinin cinsel ilişkisi, tıpkı cennediklerin cinsel ilişkisi gibi, salt şehvet amaçlıdır. Çünkü o, en büyük tecellidir ve o Allah Teâlâ’nın kendisine tahsis ettiği insan ve cinlerin dışında bütün yara­tıklara gizlidir. Hayvanların cinsel ilişkisi de, bu şekilde salt şehvet amaçlıdır. Fakat bu gerçek âriflerin büyük kısmından gizlenmiştir. Çünkü bu, Allah Teâlâ ehlinden az bir kimsenin öğrenebileceği ilahi sırlar­dandır. Cinsel ilişkide kulluğun hakkı olan zayıflığı gösteren üstün bir delil, insanı gücünden ve iddiasından uzaklaştıran kahır (üstünlük) haz­zı vardır. Söz konusu kahır (eziklik), haz veren bir kahırdır. Yoksa ka­hır ile karşılaşmak, haz almak ile çelişir, çünkü kahırda lezzet ve haz, kahredilenin değil, kahredene aittir. Bu fiilde ise durum farklıdır, insan­lar, hiç kuşkusuz, (cinsel ilişkinin) bu değerinden habersiz kalmış ve onu hayvani bir haz sayarakkendilerini ondan uzak tutmuş, yine de onu isimlerin en şereflisiyle, ‘hayvanı’ diye isimlendirmişlerdir. Başka bir ifadeyle cinsel ilişki (arzusu), hayvanın, yani hayat sahibi olmanın özelliklerinden biridir. Hayattan daha üstün bir nitelik olabilir mi? Öy­leyse kendileri adına çirkin diye inandıkları şey, kâmil ârife göre övgü­nün ta kendisidir. Bu iş yolunda gitmiştir.

Kutub mutlak güzellikte içkin olarak bulunan sınırlı güzelliği de sever. Bunun nedeni, onun ilişki bakımından güzelliğe yakınlığıdır. Bu nedenle böyle bir güzelliğe bakarken derin bir bakışa ve sayesinde doğa çirkinliğinin perdesini aşarak o çirkinliğe tevdi edilmiş ilahi güzelliği görmesini sağlayacak bir güce gerek duymaz. Öyleyse sınırlı güzellik, ilk bakışta, maksadını kendisine verir. Öyle ki, mutlak güzelliği idrake karşı doğal çirkinliğin direnişinden başka bir şeye geçiş yapar. Çünkü nefesler, yükümlülüğü yerine getirirken pek kıymedidir. Kutub ise en güzel şekilde kendisini karşılayacağı ve en güzel ziynet ve süse yönlen­direceği bir nefesinin olmasını ister. Kuşkusuz bu ölçüdeki bilgiden ariflerden bir topluluk perdelenmiş, sıradan insanlarla bu konudaki amaç ortaklığı nedeniyle de nefislerini bunlardan uzaklaştırmışlardır. Bununla birlikte sıradan insanlar, kendilerinden farklı olarak, (sınırlı güzelliği görmede kendilerine ortak olan) bu adamın sınırlı güzellikte veya onun dışındaki şeylerde mutlak güzelliği görme imkânına sahip olduğunu bilemezler.

Bilmelisin ki, kutub, dört dinar elde etmiş kâmil adamdır. Her di­nar, yirmi beş kırattır ve onlarla adamlar tartılır. Adamların bir kısmı çeyrek, bir kısmı yarım, bir kısmı üçte bir, bir kısmı altıda bir, bir kısmı on ikide bir iken bir kısmı tam ve kâmil adamdır. Tek dinar, mümin kâmile, ikinci dinar bilhassa veliye, üçüncüsü iki nübüvvete, dördüncü dinar ise, iki resullüğe aittir. Burada babalık hükmüyle aslî ve oğulluk hükmüyle verasede olanı kastetmekteyim. İkinciyi elde eden kimse, bi­rinciyi elde eder. Üçüncüyü elde eden kimse ise, ikinci ve birinciyi elde eder. Dördüncüyü elde eden ise, bütünü elde eder. Kutub kâmil adam­lardan biridir. Burada kâmil adamlardan dememizin nedeni Efrad’dır. Çünkü onlar, kemale erdirenlerdir. Kutubun özelliklerinden birisi de, adetleri kabul etmek ve onlara göre hareket etmektir. Genellikle hariku­lade bir olay kendisinde görünmez. Hâlbuki hal sahibinde gözükür. Harikulade onun hedeflediği bir şey değildir. Aksine ondan ortaya çı­kabileceği gibi çıkmayabilir de. Çünkü onun bu konuda bir iradesi yok­tur. Ârif Ebu’s-Suud b. Şibl, kalbe gelen düşüncenin (hatıra) gereğiyle hareket etmediği halde, hatıra üzerinde konuşan bir adama şöyle demiş­tir. ‘Düşünce, onun hakkmda tesadüf yoluyla gerçekleşirken Allah Teâlâ hak­kmda irade ve kasıtla gerçekleşir.’

Allah Teâlâ’ya hamd olsun, Kutub’un zorunlu özelliklerini açıklamış, bil­meyenler için rütbesini belirtmiş olduk. Bunun yanı sıra, adamlığın bu yol ehlinin bilgisizlerinin zannettiği konuyla ilgili olmadığını açıklamış olduk. Onlar böylelikle hal nedeniyle bilginin ve makamın gerektirdiği şeyden perdelenmişlerdir. Şöyle derler: Halle ilgili olmayan her bilgi değersizdir. Böyle diyene sen de şöyle de: Kardeşim, böyle bir şey söy­leme, çünkü gerçeğe aykırıdır. Doğrusu şöyle demektir: Zevkten kay­naklanmayan bilgi, Allah Teâlâ ehlinin bilgisi değildir. Hal ile zevki ayırt edemediğini görüyorum. Zevkten olmayan bir bilgi yoktur ve bundan başkası olamaz. Zorunlu kulluğa yerleşmiş olan kimsenin kendisini kul­luğundan çıkartacak bir hali kesinlikle yoktur. Hallerdeki eksikliklerden birisi, kulu bulunduğu (kulluk) makamından onun Hakk etmediği bir makama çıkartmaktır. Halin kendisini çıkarttığı makam, onun adına bir Hakk değildir. Bu hal üzere ölseydi, eksiklik sahibi olarak ölür, eksik ma­kam sahibi olarak diriltilirdi. Öyleyse haller, adamların amaçladığı şey­ler değildir. Fakat onlar zevkleri talep eder. Zevkler, sahipleri için ken­dilerinde onlar adına meydana gelen bilgiler nedeniyle teorik düşünce sahipleri için deliller gibidir. Allah Teâlâ bizi anlayan, muradını Allah Teâlâ’dan an­layan kimselerden etsin. Allah Teâlâ dilediği kimseyi doğru yola ulaştırır. Bu bölümde ilahi mertebeden kendisine istinat ettiği şeyin bilgisi vardır.

A

Bunun yanı sıra Ademoğullarının özel isimlerden Allah Teâlâ’ya nispetlerinin bilgisi, ruhani bilgiden sakınılması ve çekinilmesi gerekenlerin bilgisi, ruhani âlemin nereden (gelip) nereye döndüğünün bilgisi, beşeri sudurun bilgisi vardır.

İKİ YÜZ YETMİŞ BİRİNCİ BÖLÜM

Muhammedi Münacattan, 'sabah seçkin topluluk hamd eder' Menzilinin Bilinmesi

Bu menzil, emir menzillerindendir.

‘Nedir’ bu, yaratıkların söylediği sözcük:

Sabah seçkin kavim hamd eder

Ya şu sözlerine ne demeli: ‘Ey gören,

Önde ve artta bütün yaratıkları’

İftiracı, getirdiği haberde ziyandadır Cereyan edeni bilerek llah’a iftira eden

Allah Teâlâ bir ruh ile bizi ve seni desteklesin, bilmelisin ki: Bu menzil, yükseklik menzili ve ehlinin bilinme menzilidir. Bunun yanı sıra, ya­ratma ve gölge âlemini içerir. Buradan keşif ehli ay tutulmasını ve onun aya tecelliden kaynaklanan bir korku olduğunu anlarlar. Bu menzille il­gili başka bir konu ise, sihir ilmi ve nurların doğuşu ilminden Hârut ve Mârut’un ilmidir.

Allah Teâlâ seni makbul işlere erdirsin, bilmelisin ki, nurlar iki kısımdır: Bir kısmı, asli nurlar, diğer kısmı ise oluşun karanlığından doğan nur­lardır. Buna örnek olarak şu ayette geçen nuru zikredebiliriz: ‘Onlara bir ayet de gecedir. Ondan gündüzü çıkartırız, onlar karanlıkta iken.” Baş­ka bir ayette ise cO, Sabahı çıkartandır, geceyi de dinlenme olarak yarattı™ buyrulur. Buna benzer başka bir ayette Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Onun ayetlerinden birisi de, sizin için nefislerinizden kendilerinde sakinlik bulaca­ğınız eşler yaratmasıdır:5 Bunun anlamı, insanın doğum nurunu elde etmesidir. Bu menzilde kendisinden söz edilen nur, zamansal olarak tü­reyen nurdur. Bu menzil, Kutub’a ait iki imamdan birisine özgüdür ki, ‘Rabbinin kulu’ (Abdurabbihi) diye isimlendirilir. Bu nur bazen erkek, bazen dişidir. Gece gündüzü örttüğünde, ondan doğan şey, amaçlanan nurdur. Hakkında konuşmaya başladığımız bu doğan nur, peygamber için ismet (korunma), veli için sakınılma nurudur. Bu nur, tam keşif ve hayâ duygusu verir, çünkü o, keşfeder ve keşfi sağlar. Asli nur ise keşf ederken kendisiyle keşf edilmez, çünkü gözlerin ışığına hakimdir, ışığın yararını giderir. Bu nedenle ariflerin nefisleri, nurlar ve onların merte­beleriyle karanlıktan doğan bu nura yönelirler. Bunun nedeni onunla aramızda ruhlarımızın yaratılmış olmasındaki karşılıklı ilişkidir. Çünkü tikel ruhlar, Hakka izafe edilen tümel ruhtan ve düzenlenip (ruhu) ka­bul etmek için istidadarın oluşmasından sonra karanlık doğadan doğ­muştur. Bunların arasında bedende tikel ruh ortaya çıkar, ki insanm ru­hu denilen şey budur. Ondan ise, gece içinde sabahın faliku’l-isbah’tan ortaya çıkması gibi, cisim ortaya çıkar, bu nedenle bu nur ile insan ruhu arasında karşılıklı ilişki gerçekleşir, ona ünsiyet eder ve ondan yararlanı­lır. Allah Teâlâ âdetini böyle uygulamıştır ve bundan daha fazla bir güç ver­memiştir. Dileseydi, yapardı. Tecelliler diye isimlendirilen ilahi mazharlar da devam etmiştir. Çünkü asli nur, onlarda gizlidir ve bize görün­mez. Tecellinin gerçekleştiği suretler ise, izhar edenin kendisinde zuhur edeceği bir yerdir. Böylelikle biz mazharları görürüz. Bu nedenle mazharlar, sahih bir ilişki nedeniyle idrakimiz gerçekleşsin diye, suretlerle sınırlanmışlardır. Çünkü burada amaç, kendisinden ve kendisinden meydana gelen şeyden faydanın gerçekleşmesidir.

' Bu menzil, yüce ve değeri büyük bir menzildir. Onu bilen kimse, hem cinslerine karşı ayrıcalık kazanır. Bu nur, eşyaya yayılmıştır. Allah Teâlâ kendisini sabahı yaratan diye zikrettiği gibi aynı zamanda o, kendilerin­den ortaya çıkan şeye göre, tohumu ve çekirdeği de yaratandır. Öyleyse yararlar ancak böyle bir ışıkla gerçekleşir. Nebiler o nuru bir korunma (aracı) olarak alır ve var olanlardan meydana gelen şeylere karşı -ki bun­lar başkaların karanlıklarıdırsakınırlar.

Türeyen ışığın değeri ve menzili belli olduğuna göre, şimdi de ne­ye karşı siper edinildiğini açıklayalım: Şöyle ki: Sakınma ancak insanın doğası gereği ve dince nahoş bulduğu bir takım durumlardan olabilir. Bunlar, yaratılış âlemine ve doğal terkibe özgü bir takım durumlardır, yoksa emir âlemine ait değillerdir. Bu ve başka kitaplarımızda, ‘emir âlemi’ ve ‘yaratılış âlemi’ derken neyi kast ettiğimizi açıklamıştık. Hepsi Allah Teâlâ’ya aittir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: ‘Yaratma ve emir O’na ait­tir. Âlemlerin Rabbi mübarektir.’6 Burada alem, başka bir isme değil, Rab ismine tahsis edilmiştir. Yaratılış ve terkip âlemi, özü gereği kötülüğü gerektirir. Bu nedenle kendisinde kötülük bulunmayan iyilik olan emir âlemi, insanın yaratılışını ve birbirini iten -Ki birbirini itme çekişme, çe­kişme ise bozulmaya yol açan bir durumdurdoğalardan bileşik olarak yaratıldığını gördüklerinde şöyle demişlerdir: ‘Orada bozgunculuk yapa­cak ve kan akıtacak birini mi yaratacaksın?’7 Bunu derken (kan akıtmanın nedenleri arasında) meşru hükümlerin gerekçelerine değinilmemiştir. Nitekim aynen söyledikleri gibi olmuş ve fakat Hakk’ın şöyle dediğini görmüşlerdir: ‘Allah Teâlâ bozguncuları sevmez.”1 Başka bir ayette ise ‘Allah Teâlâ bozgunculuğu sevmez.’9 Bu nedenle (meleklerin bulunduğu) emir âlemi, Allah Teâlâ’nın sevmediği bir işi sevmemiş, sevdiğini sevmiştir. Allah Teâlâ’nın yaratı­lıştaki hükmü ise, Aziz ve Alîm’in takdir ettiği şekilde gerçekleşmiştir. Öyleyse insanda ortaya çıkan kötülükler, meleklerin zikretmiş olduğu doğasından kaynaklanırken, onda ortaya çıkan iyilik ise onun ilahi ru­hundan kaynaklanır. Söz konusu ruh, (tümel ruhtan) türeyen nurdur. Böylelikle melekler doğru söylemiştir. Bu nedenle Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Sana isabet eden kötülük kendindendir.’10 Yaratılış âlemi bu mesabede olunca, bütün akıl sahiplerinin bu menzilde zikredilen bu nur ile kendi­lerini korumaları gerekir. Bütün kötülükler, halk âlemine, bütün iyilik ise, emir âlemine aittir.

Bilmelisin ki doğa, halk âleminin ortaya çıkabilmesi için birbirini iten (unsurlardan) bir araya gelmiş ve toplanmış, içerdiği iyilikle birlik­te nurun üstünlüğü zuhur etmiş, gücü ve emir âleminin yaratılışına ha­kim olması nedeniyle bu bileşildikten doğmuştur. Ardından duyusal varlığa girmiş, hayvan, bitki ve donuk (câmid) diye isimlendirilmiştir. Bütün bunlarda bozulma ve hallerde başkalaşma bulunur. Koruyucu nur olmasaydı, halk âlemi bir anda yok olurdu. Allah Teâlâ, bütün bu nahoş durumları gidermek üzere, duayla kendisine yönelmesini emretmiş, -bu nurdan verdiği şeye göreRab ismiyle ruhu desteklemiş, bu sayede o, doğanın karanlığı yönünden gerçekleşecek zarardan kurtulur.

Bilmelisin ki, gerçekte kötülük ve iyilik (hayır) denilen şey, bir ta­kım hususlarla ilgilidir. Bir şey ya Hakkın peygamberlerinin vasıtasıyla bildirmesiyle iyi veya kötüdür. Ya da bir mizaca yatkın olup olmama durumuna göre iyi veya kötüdür. Ya da delilin gerektirdiği kemal sabit­tir ve bu durumda iyidir. Ya da bu dereceden eksik olur ve kötü diye isimlendirilir. Ya da bir amacın gerçekleşmesiyle ilgilidir, bu durumda iyi olur. Ya da onun gerçekleşmemesiyle ilgilidir ve o kişi için kötü olur. İnsan bakışını bütün bu (göreli) durumlardan kaldırdığında, geri­de iyilik ve kötülükle nitelenmeyen var olan hakikatler kalır. İşte bu, in­saf ve derin incelemeyle varılan noktadır. Fakat Allah Teâlâ, ancak kemal, ek­siklik, yatkınlık, zıdık, iyilik veya kötülüğe hükmeden şeriadar gibi var­lıkta meydana gelen şeyleri yapmıştır. Allah Teâlâ nefislere bazen ulaşılan ba­zen ise ulaşılmayan amaçlar yaratmıştır. Varlık bütün bu mertebelerden boş değildir. Konuşanın sözü ise, varlıkta gerçekleşene göredir, yoksa Hakk yönüne ait olan başka bir yönden değildir.

Bütün bu işlerin kaynağı, özü gereği varlığı zorunlu olan -ki O, kendisinde kötülük bulunmayan sırf iyiliktir (hayr-ı mahz)ve bu mut­lak varlığın mukabilinde bulunan salt yokluktur. O ise, iyilik bulunma­yan sırf kötülüktür. Alemde bir kötülük ortaya çıktığında, aslı bu yok­luktur. Çünkü kötülük, kemalin olmayışı veya (mizaca) yatkınlığın ol­mayışı veya amacın gerçekleşmemiş olmasıdır. Bunlar ise nispederdir. Varlıkta gözüken her iyiliğin faili, mutlak varlıktır. Bu nedenle Allah Teâlâ (c.c.) şöyle buyurur: ‘De ki hepsi Allah Teâlâ katındandır.,u Senin katında ol­makla nitelenen şey, senin aynın değildir. Yok etme ve var etme, Allah Teâlâ’nın iradesi, kudreti arasındadır. Bu nedenle şöyle dedik: İyilik, Hak­kın fiilidir. Hâlbuki kötülük hakkında fiil demedik, sadece salt kötülü­ğün onun aslı olduğunu söyledik ve onu serbest ifade ettik ki, akıllı okur maksadımızı anlasın.

Bu bölümde bu yararlı konu anlaşılınca, şöyle deriz: Fiillerden se­vilmeyenleri uzaklaştırmak için sığınılacak şeylerden birisi, şeytanların Süleyman’ın mülkü üzerinde okudukları sihir ilmidir. Onlar sihri, Hârut ve Mârut adlı iki meleğe indirilmiş gerçek bilgiyle katıştırmışlardı. Gerçek bilgi, mucizeler diye isimlendirilen şeyleri bilmektir. Çünkü Hakk (ve hakikat), aciz bırakandır ve kendisine istinat edilen nurdur. Ba­tıl ilim ise, hayaldir. Onun hakkmda Allah Teâlâ ‘Sihirleri sanki onların (iplerin ve asaların) koştuğunu kendilerine zannettirdi'112 buyurur. Bu nedenle si­hir, ışık ile karanlığın karışımı demek olan seher kelimesinden alınarak ‘sihir’ diye isimlendirilmiştir. Öyleyse seherin bir yönü karanlığa -fakat bütünüyle karanlık değildir-bir yönü ise ışığa dönüktür, fakat saf ışık değildir. Aynı şekilde sihrin de bir yönü hakikate bakar. Bu, kendisine bakanın gözüne gözüken kısımdır ve bu gerçektir. Bir yönü de batıla bakar. Çünkü gerçek gözün algıladığı gibi değildir. Bu nedenle Araplar onu sihir diye isimlendirmiştir. Onu yapan ise sâhir (sihirbaz) diye isimlendirilmiş, onu bilen ise isimlendirilmemiştir. Bu nedenle de tuzak kurmak anlamındaki ‘kâde-yekîdu’ neredeyse anlamı taşımıştır. Yani ne­redeyse gerçeğe yakındır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Onlar tuzak kur­du."3 Yani kendilerine gözüken şeyde hakikate yaklaştılar. (Tuzak kur­mak anlamındaki) Kâde yaklaşma bildiren fiillerden birisidir. Araplar şöyle der: ‘Kâde’l-arûsu yekûnu emiran’. Yani ‘damat, neredeyse emîr olmaya yaklaştı.’ Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Onların yaptıkları sadece sihirbaz tuzağıdır,’H Yani onlar, göze görünen suretinde gerçeğe benzeyen bir şey yaptılar. Hâlbuki o gerçek değildi. ‘Haktan sonra delaletten başka ne kalır. O halde nasıl yüz çevirirsiniz.’15 Yani bu hakikatleri bilmekten nasıl yüz çevirirsiniz!

Bu kötülük bilgisiyle ilgili bir husus, hamdin ters çevrilmesidir (zıddıdır). Allah Teâlâ ‘nankörlük etme16 buyurur, çünkü hamdin tersi, nan­körlüktür (küfür) ve o kınamadır. Hamd, celali ve güzel ahlakı nedeniy­le birini övmek iken kınama zikrettiğimizin tersidir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘O ikisinden öğrenirler.’17 Yani iki öğretmenden öğrenirler. ‘Kişi ile karısının arasını ayıran şeyi.m Allah Teâlâ bunu nahoş karşılamış, ülfete, be­raberliği temine teşvik etmiştir.

Allah Teâlâ, insanlardan gizlenmiş bir hakikat nedeniyle, bir araya gelmiş her toplamda bir dağılma ve ayrışmanın olacağını bilir. Bu ne­denle, kullarına merhametinin gereği olarak boşanmaya şeriatta yer vermiştir. Bu sayede onlar, fiillerinde sevap kazanır, -şeytanların burnu sürtünse bilekınanmazlar ve övülürler. Bir hadiste Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ’nın en sevmediği helal, boşanmadır.’ Boşanma, yokluğa dönmektir. Doğaların bir araya gelmesiyle, bileşikliğin varlığı ortaya çıkmış iken bir aradalığm kaybolmasıyla da yokluk gerçekleşir. İlahi isimler ise, tesir etmeyi gerektirir. Bu kokunun kendisinde bulun­ması nedeniyle Allah Teâlâ, eşler arasında ayrılığı nahoş karşılamıştır. Bir ara­ya gelmenin varlığı, boşanmayla ortadan kalkar. Başka bir ifadeyle ken­dileri var olsa bile, ayrılmalarıyla söz konusu birlik ortadan kalkar. Bu­nunla birlikte bir araya gelme, ayrılma ve bundan meydana gelen hare­ket ve durağanlık, akledilir nispedere döner, yoksa bazılarının zannetti­ği gibidış varlıklara dönmezler. Bu menzile özgü nur ile, zikrettiğimiz kötülükler ortadan kalktığı gibi kemale izafeyle veya yatkın olmamak vb. nedenlerle ortaya çıkan kötülükler de onunla kalkar. Ayrılığa yol açan sihir, nurun bu menzilde bulunmasının sebebini uzaklaştırdığı şeydir. Bu örtü ve karanlığa nurun girmesiyle sabah olur, ortalık aydın­lanır, karanlıktan çıkılır. Bunun olacağı yer ise, ahiret âlemidir. Orası gayretinin övüleceği ve gayreti harcarken uykusuzluğun (sihir ve aynı kökten uykusuzluk anlamında seher) sana kaybettirdiği uyku, dinlenme ve durağanlık hazzını telafi edeceğin yerdir. Böylelikle uygun bir lafız ortaya koymuşlardır. Bu ise sabahları söyledikleri ‘seçkin kavim hamd eder’ ifadesidir. Sabah bu ışıktan ibarettir. Böyle bir nurun kendisi adı­na gerçekleştiği kimse karşısında insanlar, gıpta ya da haset edenler ol­mak üzere ayrılırlar. Gıpta eden -o hal kendisinden silinmedensöz ko­nusu kişi adma gerçekleşen şeyin kendi adma da gerçekleşmesini talep eden kimsedir. Hasetçi ise, bu halin o kişiden yok olmasını talep eden ve o hali elde etmek için bir talebe tevessül etmeyen kimsedir. Diğer ki­şiden kaybolmasını istemekle birlikte o hali de talep ederse, bu durum­da gıpta eden ile haset eden arasinda bulunur. Burada ortak özellik farklılığı sağlayan özellikle bir değildir. Öyleyse o özelliği elde etmeyi istemek, gıptadır ve övülmüştür. Bu özelliğin kişide yok olmasını iste­mek ise hasettir ve kınanmıştır. Bu nedenle de ona dair bu açıklamaları yaptık. Bununla birlikte Şeriat haset lafzmı gıpta yerinde kullanmış ve (Peygamberimiz) şöyle buyurmuştur: ‘Ancak iki kişiye haset edilir (yani gıpta edilir): Allah Teâlâ’nın kendisine mal verip de Hakk uğruna harcamayı na­sip ettiği kimse; bu kişi, malını harcar, sağma ve soluna dağıtır.’ Bura­da, karşılıksız verme ve cömertlik yapmanın üstünlüğü hakkında bir sır ve işaret vardır. Bedel karşılığı vermek, alış veriştir, cömertlik değil! Cömert, bedelsiz verendir. Bu nedenle hadiste ‘sağ ve sol demiştir. Sol derken zina gibi kötülük uğruna harcama kast edilseydi, bu da cömert­lik olmazdı. Çünkü bu durumda verilen karşılığında maldan daha se­vimli bir bedel kazanılmıştır. Şöyle denilebilir: Bedel onun için gerekli­dir. Çünkü cömerdik nedeniyle övülmek, cömert kimse için ayrılmaz bir özelliktir. Şöyle deriz: Böyle bir şey ancak bilgisizden meydana ge­lir. Çünkü güzel övgü, cömertliğin ayrılmaz özelliklerinden biridir. İn­sanın bunu isteyip istememesi birdir. Öyleyse onu elde etmekle ilgi­lenmek, bilgisizliktir. Çünkü elde olan bir şey istenilmez. Bir şeyin la­zımı olan ise, zorunlu olarak vardır. Aksi halde lazım olmazdı. Cömert insan böyle davranırsa, bedel peşinden koşanlara katılır ve bu esnada cömertlikle nitelenen veya bu elbiseyi giyenlerden olmazdı. Hadiste zikredilen diğer adam ise şudur: ‘Allah Teâlâ’nın kendisine bilgi verdiği ve bil­gisini insanlara yayan kimse.’ Yani bilgiyi insanlara dağıtır. Hadis, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in söylediği üzere, bu kadardır. Biz ise onu anlam yoluyla ve bazı sözleriyle birlikte zikrettik. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem burada bu davranışı ‘haset’ diye isimlendirmiştir. Bazen bir şey, kendisine yalcın anlamla ve­ya ondan olan bir sebeple bir şeyin adıyla isimlendirilir.

Amaçladığımız hususu açıkladıktan sonra, maksadımızla ilgili kuş­ku ortadan kalkar. Biz burada ancak ‘Haset ettiğinde haset edenin kötülü­ğünden’’19 ayetinde belirtildiği üzere Allah Teâlâ’nın kast ettiği şeyi kast ettik. Kötülük bunun bir benzerini elde etmeyi istemede değildir. Kötülük, sahip olan kimseden o şeyin yok olmasını istemededir. Abdurrab’ın beş derecesi olduğunu ve dört dereceyle Abdülmelik’in derecelerinden fazla dereceye sahip olduğunu söylemiştik. Bu menzil beş derecedir. Bu menzile ait altıncı derece hakkında ise bu konuyu bilenler arasında gö­rüş ayrılığı vardır. Bir kısmı onu bağımsız derece saymıştır. Fakat o, ilahi makamlardan her iki makamı ayırt eden şeydir. Bu bizim görüşü­müz değildir. Bir kısmı ise onu bu menzilde altıncı derece saymıştır ki bizim görüşümüz de budur. Bu derece, bu konu uzmanlarının görüş birliğiyle, gayb menzillerinden bir menzili içerir. Aralarındaki görüş ay­rılığıyla birlikte üç menzil olduğu söylenmiştir. İbn Berrecan ise, bu de­recede iki menzili gayb menzillerinden çıkartmakla ayrılmıştır. Başkası­nın böyle bir görüşte olup olmadığını bilmiyorum. Onun bu konuda bir yortunu vardır. Fakat uzak bir yorumdur. Gerçi biz de bazı kitapla­rımızda bu görüşe varmıştık. Fakat onun varlığında bu güç bulunmaz ve ancak tahlil sanatında bu ortaya çıkar. Burada ise bu yolun bilgisine göre terimler hakkında konuşulmaktadır. Bu ise hüviyetin bilgisiyle il­gilidir.

Bu derecenin şehadet menzillerinden on dokuz derecesi vardır. Bu menzillerden her birisi, ateş üzerinde bulunan on dokuz melekten biri­sini engeller. Böylelikle bu menzil sahibine ateş isabet etmez. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Onun üzerinde on dokuz vardır.’20 Öyleyse bu men­zillerin bu derecede bulunması nedeniyle, cehennem melekleri on do­kuz olmuştur. Bunun tersini alarak şöyle diyemeyiz: Bu melekler nede­niyle bu menziller on dokuz olmuştur. Çünkü gerçek böyle değildir. Bu menziller de meleklerden farklı olarak mecul ve yapılmış değillerdir. Çünkü bu derece bu menzilleri özü gereği gerektirir. Allah Teâlâ melekler hakkında şöyle demiştir: ‘Onların sayısını bir sınama (fitne) yaptık.’2' On­lar yapılma hükmüne bağlı olmuşlardır ve onlar şehadet âleminde bu­lunmuştur. Çünkü ateş, duyulur ve görülür bir şeydir. Bu altıncı derece ise, ilimlerden âlemle ilgili ilahi isimleri içerir. Bu menzil genel hakkın­da yaratma yönünden, seçkinler hakkında ise mutluluk yönünden suret sahibidir.

Bilmelisin ki, bu kitaptaki menzillerden her biri, mudaka bu dere­ceye sahiptir. Eserleri ise, menzillerin değişmesiyle değişir. Bunun istis­nası, kahır menzilidir. Allah Teâlâ izin verirse, ondan daha sonra söz edece­ğiz. Heyakilü’l-Envar isimli kitabımızda bu menzilden ve ona özgü du­rumlar ve heykelinin gereği olan şeylerden söz etmiştik, oraya bakılma­lıdır. O, yüz on ikinci heykeldir. Bu bölüm, yani kitaptaki bölüm, her menzile bırakılmış sırları açıklamak için sınırlı bir kitaptır. Aynı şey münazeleler için geçerlidir. Menzil ile münazele arasındaki farkı sana açıklıyoruz. Şöyle ki: Menzil, kendisinde Hakkın sana indiği veya senin Hakka indiğin (yükseldiğin) makamdır. Burada sana veya O’na arasın­daki farkı bilmelisin. Münazele ise, Hakkın sana inmeyi irade etmesi ve senin kalbine de kendisine yükselme arzusunu yaratmasıdır. Böylelikle himmetin kendisine yükselmek üzere ruhanî özel bir şekilde harekete geçer. Böylelikle iki iniş arasında bir araya gelme meydana gelir: Menzi­le ulaşmazdan önce senden O’na yükseliş (iniş, nüzul) ve O’ndan sana iniş. Başka bir ifadeyle menzile ulaşmazdan önce bir ilahi ismin sana yönelmesidir bu. Bu bir araya gelmenin iki menzilden başka bir yerde gerçekleşmesi ise, münazele diye isimlendirilir. Burada bu hal sahibinin, üç hali olur. Ya amaçlanan fayda kavuşma esnasında gerçekleşir. Bu fayda, bir yandan o ismin bu kuldan istediği şey iken öte yandan kulun o isimden talep ettiği şeydir. Bu durumda ismi kendisinden ayrılarak isimlendirilene gider ve kul kendisinden çıkmış olduğu makamına dö­ner. Ya da ilahi isim kendisinden çıktığı şeye dönmesi şeklinde onun üzerinde hüküm verir. Bu durumda bu ilahi isim, çıktığı yere ulaşana kadar kendisiyle birlikte olur. Ya da ilahi isim onu kendi yanma alır ve onu isimlendirilene yükseltir. Zikrettiklerimizden hangi durum gerçek­leşirse gerçekleşsin, bu özel nitelikle kendisine döndüğümüz bu menzil, münazele menzili diye isimlendirilir. Çünkü o, inişi münazeleden ol­madığında verdiği hükümlerden verdiğinin zıddmı verir. Zevk, şurb ve rey (kanma) sahipleri bunu bilir. Biz bu kitapta münazelelerden Allah Teâlâ’nın izniyle öğreneceğin bölümleri ele alacağız.

Bilmelisin ki, menzillere bu ad kendisine yerleştikten sonra verile­bilir. Kişi menzile yerleşir ve ondan ayrılmazsa, bu kez adı, kendisini yurt edindiği için vatan (mevtin) veya kendisinde oturduğu ve başka bir yere ayrılmadığı için mesken olur. Fakat bu menzilin kendisine ve dere­celerine onlardan ayrılmayacak şekilde intikal etmesi gerekir. Bu du­rumda insan, sakini olduğu bir evin odalarında tasarruf eden kimse gi­bidir. Öyleyse ârif, sürekli ilahi bir isim ile beraber olmak zorundadır. Bununla birlikte o isimdeki tasarrufu değişebilir ve genel olarak onun adına vatan olur. Arifin iki nefes aynı halde kalması imkânsızdır. Her nefes, onun intikali zorunluluktur. Bu nedenle Allah Teâlâ ehlinden bazıları, ismin vatan veya mesken olmasını imkânsız saymıştır. Çünkü ona göre, her ismin ve halin ilahi bir ismi vardır. Hâlbuki o, ismin bir hükmünün veya birbirinden farklı hükümlerinin olması gerektiğini anlamamıştır. Öyleyse bir isim, hükümleri altında tasarruf ettiği sürece, belli bir şah­sın vatanı olur. Sûfilerin birinin bir hükmün niteliği olması anlamında ‘iki nefes tek bir hükümde kalması imkânsızdır’ demeleri ise, doğrudur. Bununla, izafe yoluyla -ki bu hükmün Bir’e izafesidirtek bir hüküm üzere iki nefes kalmasını kast etmişlerse, bu doğru değildir. Çünkü bu ilahi isime ait yönler vardır. Bu bağlamda Gaffar ismi, taleplere göre, insanı şundan bundan örter. Bu talepler, el-Gaffâr isminin kendisini ör­tebileceği şeylerle ilgilidir. Bu örtme, peş peşe ve ardışıktır, araya başka bir ismin talep ettiği bir şey girmez. Bu nedenle bu isimde mübalağa geçerli olmuştur. Çünkü örtme ondan çok gerçekleşir. Aynı şey Hallâk, Rezzâk ve oluşta etkisi bulunan bütün isimler için geçerlidir. Bunlar, insana talep ettikleri şeyler ardışık olarak geldiğinde, (sürekli olarak fiil­lerini icra ederler). Öyleyse ilahi isimler bir yönden menziller iken bir yönden de mesken ve vatandır. Bu bölümde vaktin elverdiği ölçüde ve işaret yoluyla zevk sahibi için faydanın gerçekleşeceği şeyleri belirtmiş olduk. Sahip olduğumuzdan, her bölüme ancak denizden bir nokta ka­darını koyduk. Bu durum bizim sahip olduğumuz bilgiye göredir. İşin kendiliğindeki durumuna kıyasla ise, sahilsiz bir deryadır.

Bu menzil emir menzillerindendir. Bu emir menzilleri ise, sayıca yedi olsalar bile, ana menziller bakımından böyledirler, gerçekte ise da­ha fazladırlar. Kendilerini ele alırken bizim onları sınırlamamız gerekir ki, Hakkın mertebesinde kaça ulaştıkları öğrenilsin. Çünkü bunda bir takım faydalar vardır ve bu faydalar kitaba serpiştirilmiştir. Allah Teâlâ doğ­ruyu söyler ve doğru yola ulaştırır. Bu menzillerde bulunan ilimler, ila­hi isimlerle bilinmezleri ortaya çıkartma ilmi, yaratılış ilmi, şehadete dahil olan gayb ilmi, benzerlik ilmi ve ruh’un kalbe ilhamı ilimleridir.

İKİ YÜZ YETMİŞ İKİNCİ BÖLÜM

Tevhidin Tenzihi Menzilinin Bilinmesi

Ben llah’ın tevhidinin tenzihini söylerim!

Bu bir nurdur, onun katında söylerim

Onun tenzihi zat ve rütbe arasmda Onu bilen ise pek azdır

Her tenzihçinin tenzihinden münezzeh Kim bir söz söylemek isterse, ‘diyor’ desin

Çünkü Hakkın varlığı, gaybmın harfindedir

Huzur harfidir, üzerinde kabul olmayan

Allah Teâlâ kendinden bir ruh ile seni ve bizi desteklesin, bilmelisin ki, tevhidin tenzihi derken iki şey kast edilir: Birincisi tevhidin Hakk ile de­ğil, tenzihle ilgili olmasıdır. Diğeri ise, tenzihin başka bir anlamda tev­hide izafe edilmiş olmasıdır: Hakk teala, kendisini kendisinin birlemesiy­le tenzih edilir, yaratıklarının birlemesiyle tenzih edilmez. Bu durum hamdin hamdine benzer. Çünkü bir niteliğin sahibinde bulunması, sa­hibinde bir iddia bulunmaz böyle bir ihtimalin kendisine bulaşması da söz konusu değildir. Kendisini veya başkasını bir nitelikle niteleyen kimse ise, iddiasının doğruluğu için delile muhtaçtır. Bazı konular bu­nunla ilgilidir. Bunlara Allah Teâlâ’nın kitabından ayeder delalet eder. Bunlar­dan birisi şudur: Kafiyenin zorunluluğu olmadan, (ismi) vermezden önce zamir kullanılır mı, kullanılmaz mı? Şair şöyle der:

Onun Rabbi razı olsun, Adi b. Hatim’den

Burada zamir isimden önce gelmiştir. Fakat şiirde (kafiye ile ilgili) zorunluluk vardır. Bu menzilin fasıllarından birisi de, Allah Teâlâ’nın birliğini emretmektir. Dolayısıyla onda Hakkın kendisini birlemesi yoktur ve bu konuda taklit kendisiyle ilgilidir. Çünkü emir, delilin bunu kendisine verdiği kimseyle ilgili değildir. Şu var ki emrin konusu tarif değil, tes­lim tarzında istidlal ve delalet yerinde uyarma tarzındaki istidlal olabilir. Buna örnek olarak şu ayeti verebiliriz: cBöyle bir durumda her ilah kendi yarattığını sevk ve idare ederdi.. 22 Başka bir ayette ise ‘Eğer yerde ve gök­te Allah Teâlâ’dan başka ilahlar bulunsaydı, onlar bozulurlardı’’23 denilir. Başka bir ayet ise ‘Doğurmadı ve doğurulmadı24 ayetidir. Bu menzilin fasılların­dan birisi de, ‘Bir eş veya çocuk edinmedi25 ayetinde belirtilir. Çünkü denklik söz konusu değildir. Çünkü ‘O’nun dengi hiçbir şey yoktur.’’2'’ Denklik bulunsaydı, bu durum caiz olabilirdi. Allah Teâlâ şöyle buyu­rur: ‘İman etmedikçe müşrik kadınlarla evlenmeyin.’27 Böylelikle dinde denkliği dile getirmiştir. Başka bir ayette ise ‘Şayet Allah Teâlâ bir çocuk edin­mek isteseydi’28 diyerek bunu imkân kabilinden saymıştır. Ardından ‘(di­lediğini) seçerdi29 buyurmuştur. Seçmek bir yaratmadır ve yaratılmış olan yaratan ile denk olamaz. Fail nerede, mefiıl nerede? Bu menzilin bölümlerinden birisi de, tenzihin öncüllerle idrak edilmesidir. Bunlar

Allah Teâlâ’nın varlığını ortaya koyan veya O’nu bilmeyi sağlayan öncüllerdir. Allah Teâlâ böyle bir şeyden münezzehtir.

Menzilin fasıllarından birisi de, öncüllerin kendisiyle nitelendiği ve öncüllerde bağlayıcı sebep olan terkip nedeniyle bir şeyi ortaya çıkart­mak için öncülün olmayışıdır. Böylelikle bu husus, karşılıklı ilişkiyi ge­rektirir. Hakk ile yaratıklar arasmda karşılıklı ilişki, makul veya mevcut değildir. Öyleyse O’nun zatı yönünden kendisinden bir şey meydana gelmeyeceği gibi zatı yönünden bir şeyden de meydana gelmez. Şeria­tın kendisini gösterdiği her şey veya aklın delil edindiği her şey, zat ile değil, ulûhiyet ile ilgilidir. İlah olması yönünden Allah Teâlâ, imkânı nedeniy­le mümkünün kendisine dayandığı şeydir. Şimdi de, Allah Teâlâ izin verirse, özede bu menzilin bölümleriyle ilgili hususları zikredelim.

Bilmelisin ki, bu menzil, başlangıç ehli hakkında azamet menzilin­den dördüncü menzildir. Ruhani büyükler hakkında ise, yüz on ve on birinci menzildir. İlahi mertebe üç kısma ayrılır: Zat, nitelikler ve fiiller. Bu menzil onlardan birisi olmuştur ve o onların üçüncüsüdür. Nitelik­ler iki kısma ayrılır: Fiil ve tenzih nitelikleri. Bu nedenle bu menzil, o ikisinden tenzih menzili olmuştur. Tevhit tenzihine gelirsek, bu, kendi­sini Hakkın katma nispet ettiğin söz konusu tevhidin Haktan başkasma nispet edilmekten münezzeh olmasıdır. Öyleyse gerçekte tenzih edilen O’dur, başkası değildir. Bunu söyledik, çünkü lafzın verisine göre, onunla Haktan başkasınm nitelenmesi mümkündür. Nitekim varlık, bilgi, kudret ve diğer isimlerde de Hakk ile yaratıklar arasmda böyle bir ortaklık gerçekleşmiştir. Bu menzil, Allah Teâlâ’ya mensup olan tevhidi kendi­siyle başkasınm nitelenmesinden tenzih eder. Çünkü o, bütün yönleriy­le zat tevhididir. Bu tevhit ile -ne lafız ne anlamdaO’ndan başkası nitelenemez. Bu tevhidin kendisine nispet edildiği Hakkın zatıyla ise her­hangi bir tenzih ilgili değildir. Çünkü bu, onun hakkında caiz değildir. Böylelikle hakkında caiz olan niteliğinden uzaktır. Çünkü zat gerçekte herhangi birinin tenzihiyle olmadanmünezzehtir. Tenzihin tevhidin konusu Hakk ise, bu durumda zatı yönünden bu niteliğin diliyle münez­zehtir ki, bu, tevhittir. Bu durum, cömertliğin bulunduğu kimsenin cömertlik niteliğinin diliyle ‘cömert5 diye övülmesine benzer, yöksa o kişi, bunu söyleyenin söylemesiyle övülmez. Teorik düşünceden hareket eden insanın delili Allah Teâlâ’nın bir olduğunu söyler. Hâlbuki sen yoktun, fakat Allah Teâlâ o niteliğe sahipti. Sen sensin ve Allah Teâlâ bu niteliğe sahiptir.

Durum böyle olunca, mutlak gaybın sahibinden başka, ismi zikredil­meden zamirle işaret edilebilecek kimse yoktur. Mutlak gayb, herhangi bir hal ile görülemez. Bu durumda üçüncü şahıs zamiri (gaip zamir), O’nun adına türemeyen ve isimlendirilene verilen özel isim gibidir. Bu zamir, daha öncesinde herhangi bir şey zikredilip de dinleyenin nefsin­de yerleşmesine gerek olmadan, ilk bakışta O’na delildir. Öyleyse ‘O’ zamiri, Allah Teâlâ hakkında geçerli olabilir ve Allah Teâlâ’dan başkasına ismi zikre­dildikten sonra verilebilir. Başka bir ifadeyle herhangi bir şekilde tanın­dıktan sonra ‘o’ denilebilir. Ya da bu zamir, yanında bulunduğu için hakkında ‘o’ demenin caiz olmadığı kimse hakkında düşünülebilir. Bu duruma kıyasla kendisinden ‘o’ zamiri düşer, fakat yanında olmayan, ona ‘o’ diyebilir. Şöyle denilebilir: İfade ettiğin şey doğru ise, Hakk ken­disi tarafından görülendir. Öyleyse kendisini görmesi nedeniyle O’na ‘o’ demek caiz değildir. Öyleyse ‘o’ zamiri, Allah Teâlâ için, senin iddia ettiğin gibi, özel bir isim yerindeki zamir değildir. Şöyle deriz: Allah Teâlâ kendisini görse bile, hüviyet bilinir, görülmez. ‘O’ zamirinin kendisi için isim ol­duğu şey de, hüviyettir. Bu bizim görümüze göre böyledir ve bu görüş Hakk ehlinin görüşüdür. Bu bağlamda başka bir grup vardır ve şöyle id­dia ederler: ‘Allah Teâlâ kendisini bilmez.’ Bu görüşe göre, bize ve ona göre ‘o’ zamiri kendisinden düşmez. Allah Teâlâ ihlâs suresinin başında pey­gamberine şöyle der: ‘De ki, O Allah Teâlâ birdir.’30 Böylelikle zamir ile başla­mış, daha öncesinde ise zamirin Kuran’da kendisine döneceği bir isim zikretmemiştir. Gerçi Yahudiler peygambere şöyle demişlerdi: ‘Bize Rabbini tanıt.’ Belki de dilci şöyle zanneder: Bu zamir, Yahudilerin kendisini zikretmiş oldukları Rab ismine döner. Hâlbuki bu zamir ile Yahudilerin kendisini zikrettiği Rab isminin kast edilmediği bilinmeli­dir. Çünkü Allah Teâlâ, zatının bilgisine yaratıklarının ulaşmasından münez­zeh ve mütealdir. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘O Allah Teâlâ’dır31 buyurdu. Hâlbuki su­renin bütününde yaratmaya delil olan bir şey zikretmemiştir. Aksine bu surede bütünüyle yaratıklardan münezzehliği dile getirmiş, kendisini bilmeyi yaratmanın bir neticesi yapmamıştır. Bu nedenle Allah Teâlâ, ‘doğur­madı32 demiş, ardından bazı kimselerin zannettiği gibi, hangi tarzda olursa olsun kendi varlığını yaratıklardan kaynaklanan bir netice de yapmamış ve şöyle demiştir: ‘Doğrulmadı33 Burada herkesin birliğine benzemeyi de reddederek şöyle demiştir: ‘O’nun dengi hiçbir (ahad) şey yoktur.’34 Burada kendi adına başkasına ait olmayan bir birlik kabul et­miştir. Ardından kendisi adına samedânîlik özelliğini ortaya koymuştur. O, tenzih ve uzaklaştırma niteliğidir. Böylelikle zamirin Yahudilerin, ‘bize Rabbini nitele’ derken zikredilen ve yaratıklara izafe edilen rabbe dönmesi ihtimali ortadan kalkmıştır. Onlar da rabbi kendilerine değil peygambere izafe etmişlerdir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem indirilen sureyle Rabbini nitelediğinde ise, O’nu ne kendisine ne de onlara nispet etmiş, şanına yaraşır şekilde nitelemiştir. Öyleyse ‘O Allah Teâlâ35 ayetindeki zamir, zikredi­lene dönmez. Sınırlı nerede, sınırsız nerede? Öyleyse sınırlının hüviyeti, Mutlak’ın hüviyeti değildir. Sınırlının hüviyeti, oluşla ilgili bir nispettir. Böylelikle oluş kendisiyle sınırlandığında onunla sınırlanır ve şöyle de­nilir; yaratan-yaratılmış, güç yetiren-güç yetirilen, bilen-bilinen, irade eden-irade edilen, duyan-duyulan, gören-görülen, konuşan-konuşulan. Hayat sahibi anlamındaki Hayy ise böyle değildir. O, Hakkın hüviyeti­dir ve oluşla ilgisi yoktur. Kayyum ismi ise, böyle değildir. Zikrettiği­miz şeyi öğrendiğinde, isim zikredilmezden önce zamirin gelmesinin Allah Teâlâ için geçerli olabileceğini öğrenmişsindir. İsim zikredildikten son­ra ise, Hakk ile yaratıklar ortaktır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ, O’ndan başka ilah olmayandır.’36 Burada zamir, ayetin başmda zikredil­miş olan Allah Teâlâ’ya döner.

Bilmelisin ki, kula kendisini öğrenmesinin veya söylemesinin emredildiği tevhit, Hakkın kendisini birlediği tevhit değildir. Emredilen tevhit, bileşiktir, çünkü emredildiği kimse yaratılmıştır ve yaratılmıştan kendisine uygun bir şey meydana gelebilir. Öyleyse bu tevhit, bir yara­tılmış tarafından meydana getirilmiştir ve kendisinden meydana geldiği yaratılmış insana kıyasla yaratılmışlıkta Allah Teâlâ’dan daha uzaktır. Bu du­rum, fiilleri yaratılmışlardan olumsuzlayanlar ile onları yaratıklara ait sayan bütün mezheplere göre böyledir. Fiilleri yaratıklara ait görmeyen­ler kesbi savunurken kabul edenler (fiillerin insan tarafından yaratılması anlamında) yaratmayı savunur. Öyleyse yaratıklara izafe edilen bir şey yüce mertebeye nasıl layık olabilir ki? Allah Teâlâ’ya şeriata göre ibadet etmek­teysek de, onu kendi yerinde kabul eder ve kendisine yaklaşmak niyetiy­le bize emrettiği yerde onu söyleriz. Bununla birlikte ‘O’nun benzeri bir şey yoktur37 ayetinde belirtildiği üzere bilinmiyor olması yönünden Hakkın bize gösterdiği bilginin (ne kadar) olduğunu da biliriz.

Başka bir örnek ihlâs suresinde ve genel anlamda tenzih anlamlı ayetlerde geçen ifadelerdir. Allah Teâlâ ‘İzzet sahibi Rab onlarm niteleme­lerinden münezzehtir538 buyurur, izzet sahibi olmak, bilinmeyi engelle­meyi gerektirir.

Bu menzilin sırlarından birisi, ‘Allah Teâlâ bir çocuk edinmek isteseydi39 ayetinde belirtilir. ‘Lev’ (şayet), imkânsızlık bildiren bir edattır. Fakat, başka bir durumun imkânsızlığı nedeniyle, bir şeyin imkânsızlığını bil­dirir. Öyleyse burada söz konusu olan bir yokluk nedeniyle yokluktur. Bu edattan sonra olumsuzluk edatı gelseydi, bu durumda da o, olumlu bir durum nedeniyle imkânsızlık bildirirdi. Ayette böyle bir olumsuzluk edatı gelmemiş ve bu nedenle iradenin çocuk edinmeyle ilgisi olumsuzlanmıştır. Ayrıca ‘bir çocuk doğurursa’ dememiştir. Zira Allah Teâlâ şöyle der: ‘Doğurmamıştır.’40 Edinilen çocuk, evlat olmadan kendisi mevcut olandır. Ardından seçilme ve yakınlaştırılma yoluyla çocuk edinilerek evladı konumuna yerleştirir. Hakikat ise, çocuk (sahibi olmayı) ve ço­cuk edinmeyi imkânsız kılar. Çünkü zattan nispet düşmüştür. Allah Teâlâ’dan bütün yaratıklarına dönük ilahi nispet, tek bir nispettir ve onda bir de­recelenme yoktur. Çünkü derecelenme çokluğu çağrıştırır. Bu nedenle ‘lev5 edatı gelmiş, ardından olumsuzluk edatı gelmemiş, böylelikle im­kânsızlık bildirmiştir. Yani zat’in Hakk etmediği bir şey ile nitelenmesi imkânsız olduğu için, böyle bir şey olmamış ve gerçekleşmemiştir. Bu nedenle şöyle demiştir: ‘Bir eş ve çocuk edinmedi.’41 Bunu ise ‘O rabbimizin şanı yücedir...’42 ayetinden sonra zikretmiştir. Allah Teâlâ, merbuba (Rab­bin kulu) tamlama yapılan Rabbin büyüklüğü nedeniyle, bu niteliğin kendisinde bulunmasından münezzeh olmakla kendisini nitelemiştir. Hal böyle iken, lafzı bir tamlama olmaksızın, Rab nasıl olabilir? İsim olmaksızın, zat nasıl olabilir? Daha büyük bir tenzih olamaz.

Denklik ve benzerliğin reddedilmesine gelirsek, hakikatler hakkın­da bilgisi olmayan kimse şöyle zannedebilir: Denklik bulunsaydı, denk olan eşin varlığı nedeniyle çocuğun olması mümkündü. Bilinmelidir ki, denklik, akledilir bir şey değil, dince belirlenmiş bir şeydir. Şeriat ise (evliliğin taraflarından) bir taraf adına bunu şart koşmuştur, iki taraf adına değil! Bu bağlamda şeriat, kadının kendisine denk olmayan bir erkekle evlenmesini yasaklamış iken erkeğin kendisine denk olmayan bir kadınla evlenmesini yasaklamamıştır. Bu nedenle erkek cariyesiyle evle­nebilirken kadın kölesiyle evlenemez. Hakk ise, yaratılmış değildir. Bir çocuğu olsaydı baba olurdu. Eş tarafından denklik ise zorunlu değildir. Böylelikle denklik (şartı aranmadığı) için çocuğun var olması için engel kalkardı. Aksine zat nispederin ortadan kalkmasını istemiştir. Nispeder ise, ulûhiyetin birliğini talep eder, çünkü çocuk babasına benzer. Böyle­likle ‘Allah Teâlâ bir eş veya çocuk edinmedim ayetinin ‘imkân’ anlamındaki yo­rumu geçersizleşir, ayetin anlamı bizim belirttiğimiz olur.

Belirttiğimiz bu anlamda, tenzih zat’a aittir. Bu durumda mümkün varlık olarak kendisine dayanmamız nedeniyle Allah Teâlâ’yı bilmek hakkındaki bilgimiz, kendimiz hakkındaki bilgimizin neticesi değildir. Öte yan­dan kendimizi bilmemiz, olumlu niteliklerle zatı bilmeyi gerektirmez ki bu, ilkinden daha da doğrudur. Bize nispet edilen niteliklerden mü­nezzeh zata nispet edilen zati nitelikler de tarafımızdan bilinemez. Öy­leyse Hakk kesinlikle bilinmezdir. Nezihlik ve yüksekliği nedeniyle, ken­disini bilmek imkansız ise, varlığının mertebede kendisini önceleyen bir nedenin nedenlisi olması imkânsızdır. Ya da o, daha önceki bir şartın şartlısı değildir. Ya da hüküm sahibi bir hakikat veya delilin yönünün kendisini delile bağladığı bir delilin medlulü de değildir. Öyleyse bizim ile Allah Teâlâ’yı bu dört birleştirici yönden bir araya getiren bir şey yoktur. Öyleyse bizim O’nu bilmemiz, kendisini idrak etmekten münezzehlik ve yükseklikte varlığını bilmekle sınırlıdır. Onu bir şeyin meydana ge­tirmesi mümkün olmadığı gibi hüviyetinin de -hüviyeti bakımından, mertebesi bakımından değilbir şeyi meydana getirmesi mümkün de­ğildir. Hüviyeti yönünden bir şey kendisiyle irtibatlı olsaydı, hüviyeti de onunla irtibadı olurdu. Hakkın (hüviyeti yönünden) bir nedenlinin nedeni veya şartlının şartı veya bir hakikatin kaynağı veya bir delillinin delili olması mümkün değildir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Doğurmadı.*44 Bu­nu kayıtsız söylemiştir. Bir hakikat olsaydı, hakikatin sonucunu doğu­rurdu, bir delil olsaydı, delillendirileni doğururdu, neden olsaydı ne­denliyi doğururdu, şart olsaydı bir şardıyı doğururdu. Hakk, kendisine dayanılan bilinmeyendir. Onu akıllar idrak edemez, onun bilinmezliğini fasıllar açıklayamaz. İşte bu da tevhidin tenzihinin yönlerinden biridir.

Mutlak birliğinde Vahid-Ehad ile ilgili tevhide gelirsek, ahadiyet (birlik) sözü, başkaları için genel anlamda kullanılmıştır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Rabbine kullukta hiçbir kimseyi (ahad) ortak koşmasın.’45 Allah Teâlâ ehlinin yöntemiyle yorumlarsak, ayetten hiç kimsenin mutlak bir­liği yönünden Allah Teâlâ’ya ibadet edemeyeceği sonucu çıkabilir. Çünkü ahadiyet (mutlak birlik), kulun varlığını ortadan kaldırır. Allah Teâlâ sanki şöyle der: Ancak rabliği yönünden Rabbe ibadet edilebilir, çünkü seni

Rab var etmiştir ve O’na bağlan, O’nun önünde zelil ol, ibadette rabliğe ahadiyeti ortak koşup da rablik karşısında zelil olduğun gibi ahadiyet karşısında zelil olma! Çünkü ahadiyet seni bilmez ve seni kabul etmez. Böyle bir durumda ibadet edilmeyen bir şeye ibadet etmiş olur, arzu edilmeyecek bir şeye arzu duymuş, uğrunda çalışılmayacak bir şeyin pe­şinden koşmuş olursun. Bu, cahil insanın ibadetidir. Böylelikle ibadet edenlerin ibadetinin ahadiyetie ilgili olmasını olumsuzlamıştır. Çünkü ahadiyet, sadece kayıtsız anlamda Allah Teâlâ adına söz konusu olabilir. Allah Teâlâ’nın dışındakilere gelirsek, onların mutlak anlamda birliği yoktur. Kur'an-ı Kerîm tefsirindeki yöntemimize göre, ayetten anlaşılan genel anlam budur. Şekilci bilginler de bu ayetten kendi yöntemlerine göre kendi miktarlarını alırlar. Ardından ayette geçen ‘ahad’ı ortak koşulan ilahlar anlamında yorumlarlar. Bu da doğru bir yorumdur. Kur'an-ı Kerîm, sahilsiz bir ummandır. Ona ait bir söz, -yaratılmışların sözlerin­den farklı olaraksözün kendisini talep ettiği bütün anlamları kast et­miştir. Bunu öğrenince, Allah Teâlâ’mn peygamberine yönelik söylediği ‘De ki O Allah Teâlâ birdir546 ayetinin de anlamını anlarsın. Yani bü niteliğe or­tak koşulmaz.

Vahid (Bir) ismine gelirsek, Kur'an-ı Kerîm’de bu ismin ahad ismi gibi başkaları hakkında kullanılıp kullanılmadığına baktık, böyle bir kul­lanım göremedim, fakat yine kesin kanaate sahip değilim. Allah Teâlâ bu ismi başkası adına kullanmamış ise, bu isim ahadiyetten daha özeldir. Bu durumda vahid, ahadiyet gibi bir nitelik değil, zatın özel ismi olur. Çünkü nitelik, ortaklık mahallidir. Bu nedenle ahadiyet, Kur'an-ı Kerîm’de Allah Teâlâ’dan başkalarına da verilmiştir. İnsanların sözleri ve yo­rumları geçerli değildir. Bu konularda ancak Kur'an-ı Kerîm’de -ki Allah Teâlâ’nın kelamıdır ogeçen ifadelere bakılır. Kur'an-ı Kerîm’de Vahid sö­zünün (Allah Teâlâ’nın dışındakiler için de kullanıldığı) bulunursa, hakkmdaki lafzî ortaklık nedeniyle, onun hükmü de Ahad’ın durumu gibi olur (ni­telik). Allah Teâlâ’nın kelamında Vahid sözünün Allah Teâlâ’nın dışındakilere verildiği bulunmazsa, zatın Hakk ettiği özellikler arasına katılmalıdır. Bu durumda Vahid, kendisinden başka hiç kimsenin adlandırılamayacağı Allah Teâlâ ismi gibi özel bir isim haline gelir.

Bu menzille ilgili tenzihle alakalı konulardan birisi de, gerçekleşen bilgilerdir. Bu bilgileri Mevakiü’n-Nücum isimli eserimizde samedani te­celli bahsinde zikretmiştik. Biz bununla ârif Ebu Abdullah el-Besti’nin

Abdurrab ve Abdussamed hakkında yazmış olduğu eserinde kast ettiği­ni kastetmiyoruz. Bizim kast ettiğimiz ‘Samed’, ne kimseye tamlama olur ne bir şey kendisine tamlama yapılır. Çünkü tamlanan (ve göreli olan) iki şey arasında bir yönden bir farklılık bulunmalıdır. Aralarında bir bağ bulunur ve bu sayede tamlama gerçekleşir. El-Besti’nin Abdussamed ifadesiyle kast ettiği samed ise, kendisine sığınılan, kendi­sine bağlanılan ve yönelerek karşısında durulan kimsedir. Bu nedenle namaz kılan kimsenin önüne asa veya taş gibi bir sütre koyduğunda, doğrudan ona yönelerek namaz kılmayı yasaklamıştır. Namaz kılan, önündeki sütrenin biraz sağına veya soluna doğru kılmalıdır. Tenzihin niteliklerinden birisi, kendisine yönelmek değildir. Böyle bir nitelik, cömerdin niteliklerindendir. Bu sınırlanmadan uzak samedanilik ise, tenzih niteliği olmayı Hakk eden şeydir. Çünkü âlemin kendisiyle bir bil­gisi yoktur. Öyleyse bu samedanilik, bu menzilde açıklanmak istenilen şeydir. Kelime anlamı ise sözlüklerde açıklanmıştır.

Bilmelisin ki, bu menzil, bütün yönlerden tenzihi ve birliği talep etse bile, yine de mazharlarla sınırlanmış sûri keşifte ortaya çıkar. Buna örnek olarak, beş sütuna dayalı ve üzerinde çatısı bulunan bir evi vere­biliriz. Bu evi, bir bahçe çevreler. Açık bir kapısı yoktur. Kimsenin her­hangi bir yoldan oraya girmesi mümkün değildir. Fakat evin dışında evin duvarma bitişik sütunlar vardır. Keşif ehli, kabul ettikleri gibi ona temas ederler. Nitekim onlar, Allah Teâlâ’nın evin dışına yerleştirdiği Hacer-i esved’e de temas ederler. Allah Teâlâ o taşı sağ eli yapmış, evine değil kendi­sine izafe etmiştir. Aynı şekilde bu sütunlar da kendisinden olsalar bile eve izafe edilmezler. Bunlar evden olsalar bile ona özgü değillerdir. Çünkü o bütün ilahi evlerde bulunur. Adeta o, bizim ile menzillerin verdikleri bilgiler arasında bir tercümandır. İbn Meserre el-Cebeli Kitabu’l-Huruf isimli kitabında bu meseleye dikkat çekmiştir. Bu direk­ler, menzillerin içermiş olduğu şeyleri bize anlatan fasih bir dildir. Böy­lelikle ondan bu bilgiyi ediniriz. Menzillerin bir kısmı, içine girdiğimiz ve yollarında yürüdüğümüz menzillerdir. Orada gerçeğin bildiğimiz gi­bi olduğunu buluruz. Bazı menzillere ise, tıpkı bu menzil gibi, girme imkânımız yoktur. Bu direklerden ise, teslim yoluyla, bilgi alırız. Çün­kü duyu âleminde peygambere söylendiği üzere keşif âleminde bize söylediği hakkında onun masum olduğunu gösteren delile sahibiz. Öy­leyse o doğru bir dildir. İnsanların bir kısmı, onu evin sütunlarına ka­tar. Çünkü duvarın bir kısmı onun üzerindedir ve ondan bize ancak tek bir yüz görünür. Diğer kısımları ise duvarda gizlidir. Bir keşif sahibi der ki: ‘Ev altı sütun üzerine kuruludur.’ Sütunların sayısının beş veya altı olduğunu iddia edenler arasmda, evin bu sütunlar üzerine kurulu olduğu hakkında bir görüş ayrılığı yoktur. Bunu açıklamış olduk ki, Hakkın bu sözlerden birisinde olduğunu veya iki gruptan birisiyle bir­likte olduğunu zannetmeyesin! Her grup, doğru söylemektedir ve bu nedenle sana işin keyfiyetini açıkladık. İnsanlara gözüküp de görüş ayrı­lığına düştükleri bütün hususlarda aynı durum geçerlidir. Allah Teâlâ’ya hamd olsun, sûfiler arasmda hakka’l-yakin öğrendikleri hususlarda bir görüş ayrılığı yoktur. Onlar, ilgilendikleri şeylerde duyulardan bilgi alanlardan daha doğru ve daha gerçek bilgiye sahiptir.

Bilmelisin ki, bu menzile adamlığa ait dinarlardan ikinci dinardan girilir. Onda sona ermek ise, dördüncü dinara ulaşmakla gerçekleşir. Bu ise, adamlığın tamlığıdır ve bu sayede şahıs adam diye isimlendirilir. Nitekim bu meseleyi daha önce iman, velayet, nebilik ve resullüğün ter­tibinde zikretmiştik. Bunların bir beşincisi yoktur ki, beşin beşincisi ol­sun. Bazen dördün beşincisi olabilir. Bunu bilmelisin! Hakkın açıklamış olduğu hususlara dikkade bakarsan, Hakkın ‘bunlardan daha azı47 aye­tindeki özet ifadenin tafsilinin kendin (olduğunu) öğrenirsin. Kastedi­len ikidir. ‘Ya da daha fazlası.™ Burada ise yedi ve üzerindeki tek sayılar kast edilmektedir. ‘Üç kişilik bir grup yok ki dördüncüsü, beş kişi yok ki akıncısı olmasın’ demişti. Fakat ‘dört kişilik bir grup yoktur ki, be­şincisi O olmasın’ demeyince, daha çok veya daha az derken tek sayıyı kastettiğini anladık. Allah Teâlâ ise, onlarda olmayan şeyle bu tekleri çiftleşti­rir. Buradan şunu öğrendik: Burada gayret hüküm sahibidir. Herhangi biri adma ferdiyet sabit olduğunda, Hakkın hüviyeti onu çift yapar ve mutlak birlik sadece kendisine ait olur. Hakkın ferdiyetini herhangi bir yaratılmış çift yapamaz. Allah Teâlâ ise yaratıkların tekliklerini çift yapar. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘Her nerede olursanız, O sizinle beraberdir49 buyurmuştur. Hâlbuki ‘siz O’nunla berabersiniz’ dememiştir. Çünkü Allah Teâlâ’ya nasıl eş­lik edileceği bilinmez. Allah Teâlâ bize nasıl eşlik edeceğini bilirken biz O’na nasıl eşlik edeceğimizi bilemeyiz. Öyleyse O’nun bizimle beraberliği sa­bit iken bizim O’nunla beraberliğimiz olumsuzlanmıştır. Allah Teâlâ şöyle dememiştir: ‘Dört kişi yoktur ki beşincisi O olmasın. Ya da iki kişi yok­tur ki üçüncüsü O olmasın.’ Çünkü gayret, var olanlardaki çift olmayla ilgili değildir. Çünkü çift olmak, var olanların gerçek özelliğidir. Gay­ret, var olanlara nispet edildiğinde, teklikle ilgilidir. Halbuki varolanlar tekliği Hakk etmez. Yaratıkların birliği Hakk sayesinde gerçekleşir ki, eş­yada zuhur eden Hakk olsun! Bu, Hakkın gayret özelliğiyle nitelenmiş olmasının en büyük delillerindendir. Çünkü ‘gayret’, ‘başkayı görmek’ anlamından türetilmiştir. Başka ortaklığı çağrıştırır. Allah Teâlâ ise, başka bi­rinin kendisine ortaklığından münezzehtir. Öyleyse Allah Teâlâ, Bir’den baş­ka olmaktan veya Bir’in İlah’tan başkası olmasından münezzehtir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle -veya bu anlamdabuyurur: ‘Allah Teâlâ’dan daha kıskanç kimse (ahad) yoktur.’ Peygamber Allah Teâlâ’yı gayret özelliğiyle nitelemiştir ve gayretin bu makamdaki hükmü güçlüdür

Vakit darlığına rağmen, bu menzilin vermiş olduğu bilgilerin bir kısmını sana açıklamış olduk. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaş­tırır.’

Bu menzilde, ahadiyet ilmi, ahadiyet ile vahidiyet arasındaki farkın bilinmesi, ilahi nispeder ilmi vardır. Allah Teâlâ kıyamet günü şöyle der: ‘Bugün sizin nispederinizi alçaltıyor, kendi nispetimi ise yükseltiyorum. Takva sahipleri nerededir?’ Ayrıca yalınların ilmi, zorunlunun bilgisi, misallerin bilgisi bu menzille ilgili bilgilerdir. Alemlerin Rabbi Allah Teâlâ’ya hamd olsun.

İKİ YÜZ YETMİŞ ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

Musevî Makamdan Hevayı ve Nefsi Yok Etme Menzi­linin Bilinmesi

Yaratıklar rüzgârda helak oldu Levha’da estiğinde rüzgâr

Efendisinden başkasına sığındı Ruh ve bedenin ilah’ından

Kolay yolu zorlaştı

Nuh’un getirdiğine göre

Ve Lut’un ki! Ey nefsim!

Benim söylediğim üzere

Aşk olmasaydı, ona yol açardı

Vahyedilen Sina’dan bir şimşek

Bilmelisin ki, Allah Teâlâ felekleri yarattığında, onlara melekleri yer­leştirmiş, yedi harekedi yıldız için feleklerde belli bir süreye kadar yüze­cekleri menziller belirlemiştir. Zaman onlarm akışı ve yüzüşleriyle belir­lenir. Allah Teâlâ, mekânlardan önce mertebeyi (mekanet) yaratmış ve ondan yedi gökte ve yerdeki belli mekânlara ince bağlar uzatmıştır. Sönra da mekânlıları kendi mekânlarında mekânlarının sayısmca yaratmıştır. Aziz ve Alim Allah Teâlâ’nın takdir ettiği işlerden birisi de, kudret niteliğinden başka bir nitelikten değilkendisine yerleştirdiği şeyleri bildirmek üze­re, akıllardan birisini yaratmaktı. Bu özelliğiyle onu hemcinslerinden üstün yapa. Bu durum, bu akla özgü ez-Zâhir isminden kaynaklanır. Bunu ise, akla bir tür zorlama yoluyla aktarmıştır. Akla bir sevgi yayıl­mıştır. Bu sevginin, serinliği, soğukluğu ve sevinci vardı. Böylelikle on­da beş bilgi nehri el-Evvel ve bu aklın kendisine özgü olduğu el-Ahir isminden ortaya çıkmıştır. Sonra bu nehirler, kendisine ait el-Bâtın is­mine akmış, O’nun ilk olması, diğer ilk olmalardan, son olması, diğer son olmalardan farlılaşmıştır. Aynı şey zâhiri ve bâtını için geçerlidir. Onun yanındaki Ümmü’l-kitab’tan ümmü’l-cem’ diye isimlendirilen bir mertebe çıkmıştır. Hakk beni oraya soktu ve onu gördüm. Zâhirini ve bâtınını gördüm. Akim oradaki yerini, siyah ile sarı arasında bir nokta olarak gördüm. Mertebe ile bu belli mekân arasındaki bağı gördüm. Musa’yı, Harun’u, Yusuf’u o akla bakarken gördüm. Allah Teâlâ, kendisine ayırdığı bu birleştirici mertebeden gökte, yerde, bu ikisinin arasında ve istiva noktasına kadar toprak altında sayısını sadece Allah Teâlâ’nın bilebileceği bir takım mertebeler daha çıkartmıştır. Bütün bu mertebeler Hakka ait­tir ve onlara dönük özel bir bakışı vardır. Bu sayede onları başkalarına karşı yükseltir. Allah Teâlâ’nın kendisine tanıttığı kimseler nezdinde, bu mer­tebelerin saygınlığı, iyiliği ve ikramı vardır. Bu mertebeler tenzih ma­kamları olarak bilinir. Yüce ruhaniler kendilerine girdiğinde, ilahi ten­zih hallerinden kadrini ancak Allah Teâlâ’nın bildiği şeyleri kazanır, onlar adına girmezden önce sahip olmadıkları bir huşu, korku, zillet, yoksulluk ger­çekleşir. Bu mertebelerden ve bu makamlarda onlar adına her şeyde Hakkın yüzünü tam ve kemaliyle görmek gerçekleşir. Fakat adamların bir kısmı bunu görürken bir kısmına bunu hal verir. Söz konusu kimse­ler bu görmenin -Allah Teâlâ’nın haklarında takdir ettiği bilgiye göre-hangi mertebede gerçekleştiğini bilmez. Bunlar, farklı farklı kimselerdir. Daha önce zikrettiğimiz akla tekrar dönebiliriz. O, mertebesi nedeniyle, bu menzilde edilgenlik etkisine sahiptir. Bu akla ait ondan ve onun sebe­biyle meydana gelen şeyleri de zikredeceğiz. Bütün bunlar, kendisini müşahede eden ve Hakkın kendisine doğruluk, duruluk verdiği kimse­lere göre, bu menzille ilgili hususlardır. Allah Teâlâ söz konusu kimse adına yetmiş iki basamak belirlemiştir. Bunlardan her birisi, kendisine yükse­len kimseye, bu suretin gerektirdiği duruluk nedeniyle bir takım bilgiler verir. Öyleyse bunlar, zirvesine varana kadar, keşif ilimleridir. Böylelikle onun karşısında doğrudan ana mertebe bulunur. Bu mertebe kendisine ilahi tenzihi, vahdaniyet övgüsünü, doğruluğu, kahrı, yardımı, ihlâsı ve zilleti verir.

Allah Teâlâ beni bu basamaklara soktuğunda, Hakkın onları doğanın ka­rardığıyla perdelemiş olduğunu gördüm. Üzerlerinde kalkmayan bir perde vardı. Günümüzde kimse onlara ulaşmamıştır. Fakat onlar, doğa karardığının ardından keşf edilebilir, fakat bu menziller hakkmda bir tecrübesinin olması mümkün değildir. Ben işi böyle gördüm. Benimle birlikte ariflerin hakikatlerinden pek çoğunu gördüm. Onlar, bir kısmı yüksek bir kısmı daha yüksek olmak üzere, farklı derecelerde idder. On­lar, bu derecelerde bu konumdayddar. Allah Teâlâ bu menzille ilgili akla zik­rettiklerimizden bir şahsın (bulunduğu yere) yükseltmesini emretti. Akdlar onun etrafında toplandı. Ben de, kendisinden istifade edeyim diye, ne yapacağına ve ne söyleyeceğine bakıyordum. Sonra bir şahıs daha gördüm. Konuşmuyordu ve dahi emirle mi böyle hareket ediyor­du, bilmiyorum. Döndüğünde, üzerinde sıkılma ve zorlanma izi vardı. Anladım ki o, Hakkın ruhları korkuttuğu makamlardan birisindedir. Bir rivayette, Cebraü ve Mikad’in oturup ağlaştıkları aktarılır. Allah Teâlâ on­lara ‘Niçin ağlıyorsunuz?’ diye vahyettiğinde, şöyle demişlerdir: ‘Senin tuzağından emin değiliz.’ Allah Teâlâ da ‘İşte böyle olun diye’ bddirmiştir. Ona ilham ettiğini bize de huşu ve zillet halinde ilham etti. Tesadüfen sola döndüğümde, heva ve şehveti gördüm, sohbet ediyorlardı. Allah Teâlâ heva gücüne etkili bir güç vermiştir. Bu sayede, Allah Teâlâ’nın korudukları hariç, akılların çoğuna hakimdir. Heva bu yerde durmuş ve şöyle de­miştir: ‘Bütün varlıklar nezdinde tapılan ilah benim!’ Akıldan ve naklin getirdiği bilgiden yüz çevirmiş, şeytanlar da onu takip etmiştir. Şehvet, önünde durmaktaydı. Ta ki ateş tavassut etmiş ve ona katrandan bir döşek hazırlamıştır. Heva, Allah Teâlâ’nın azabından kendisini kurtaracağını zannettiği bir şeye dayanmıştır. Allah Teâlâ kendisi ile dayandığı şey araşma perde çekmiştir. Bunun üzerine heva ve kendisine uyanlar mutluların nimetiyle helak olmuştur. Bu, saygın, korkutucu ürkütücü bir müşahe­deydi. Ben ve benimle birlikte o gün aynı müşahedede bulunmuş hiçbir ârif, bu korkudan bütünüyle emin olamadık.

Bu menzildeki mertebeleri, hakikaüeri, sırları ve ilimleri ihata et­mek istedim. Bunun üzerine, menzilin sahibi olan ve kendisinden dola­yı menzilin ortaya çıktığı akıl, elimden tutarak bana şöyle dedi: ‘İşte bu, helak menzili ve helak mekanıdır. Orada beş ev gördüm. Birinci evde dört hazine vardı. Birinci hazine üzerinde ise, üç kilit, ikinci üzerinde de bu kadar, üçüncü hazine üzerinde ise altı kilit vardı. Dördüncü hazi­ne üzerinde üç kilit vardı. Onları açmak istediğimde, akıl bana şöyle dedi: ‘Her bir evde bulunan hâzineleri görene kadar yürü. Onları gör­dükten sonra kilitleri açar ve içlerindekini öğrenirsin.’ Sonra elimden tuttu. Kalktık, ikinci eve geldik. İçine girdim. Orada dört hazine vardı. Birinci hâzinenin üzerinde altı, ikinci hâzinenin üzerinde üç, üçüncü hâzinenin üzerinde dört, dördüncü hâzinenin üzerinde altı kilit vardı. Sonra elimden tuttu. O evden çıktık ve üçüncü eve girdim. Orada üç hazine daha gördüm. Birinci hazine üzerinde beş kilit, ikinci hazine üzerinde dört kilit, üçüncü hazine üzerinde altı kilit vardı. Sonra elimi tuttu ve o evden çıktık. Bütün evlerde bir kapıdan giriyor başka bir ka­pıdan çıkıyorduk. Dördüncü eve girdim. Orada üç hazine vardı. Birinci hâzinenin üzerinde yedi kilit, ikinci hâzineni üzerinde beş kilit, üçüncü hazinin üzerinde beş kilit vardı. Sonra elimden tuttu ve oradan çıktık. Beşinci eve girdik. Orada üç hazine gördüm. Birinci hâzinenin üzerinde yedi kilit, ikinci hâzinenin üzerinde üç kilit ve üçüncü hâzinenin üze­rinde ise beş kilit vardı. Sonra elimden tuttu ve kilitleri açıp bu hâzine­lerin içermiş olduğu emanetleri görmek ve birinci eve dönmek üzere çıktık. Birinci evde ilk hâzineye girdim. Kapalı olduğunu gördüm. Her kilit üzerinde kendi anahtarı vardı. Bazı kiliderin üzerinde ise iki veya üç tane anahtar vardı. Birinci kilidin üzerinde üç anahtar bulunduğunu gördüm. Bu anahtarlar dört yüz hareket içermekteydi. Elimi uzattım ve o anahtarı açtım. Üçüncü kilit üzerinde de üç anahtar bulunduğunu gördüm. Onlar da dört yüz hareket içermekteydi. Ben de üçüncüyü aç­tım. Ve İkinciye döndüm. Onun üzerinde iki anahtar vardı. O uyumlu bir anahtardı. Bu ikisi ise, tek bir kilitteki iki kilit idi. Bu kilit, iki hare­ket içinde dört hareket içermekteydi. Kilideri açıp da hâzineleri gördü­ğümde, ilimlerin suretlerinden bana o hâzinelerin hareketlerinin sayısı kadarı gözüktü. Ne eksik ne fazlaydı. Burada kendisiyle ilgilenenlerin yok olduğu ilimler gördüm. Bunlar, filozof ve kelamcı akılcılara özgü ilimlerdi. Bunların arasında sahibini sürekli helake sevk eden ilimleri gördüm. Bir kısmının ise, sahibini önce helake sevk ettiğini sonra kur­tulduğunu gördüm. Ne var ki şeriat nurunun onlarda kesinlikle etkisi yoktu. Böyle ilimlerin sahibi, muduluktan mahrum kalmıştır. Bunların arasında çoğunlukla Berahime’nin bilgileri, sihir ve başka bilgiler vardı. Kendilerinden sakınmak için bütün bu ilimleri öğrendim, bunlar açık­lanması mümkün olmayan sırlardır ve sır ilimleri diye isimlendirilirler. Sahabe’den bu ilme tahsis edilen, Huzeyfe b. Yeman idi. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem kendisini bu ilme tahsis etmiş ve bu nedenle de kendisine sahabe arasında ‘sır ilmi sahibi’ denilirdi. Bu ilim sayesinde Huzeyfe münafık­ları tanırdı. Ömer b. Hattab bir gün kendisine ‘bende nifaktan bir parça var mı?’ diye yemin ettirerek sormuştur. Huzeyfe ‘hayır’ demiş ve şöyle eklemiş: ‘VAllah Teâlâi, senden sonra kimseye bunu söylemem.’ Ömer b. Hattab, Huzeyfe’nin bulunduğu bir cenazede Huzeyfe namaz kılmadan cenaze namazı kılmazdı. Huzeyfe kılarsa, Ömer de cenaze namazını kı­lardı. Bu ilmi kendisinden uzak durmak için öğrenen kimse, Mutlu olur. Onu öğrenip de kendisine inanan ve onunla amel eden kimse ise, bedbaht olur. Ben bu ilimleri elde edip hepsini öğrendiğimde, Allah Teâlâ’nın beni kendisiyle koruduğu ilahi inayet ile onlarla amel etmekten ve onla­rın etkileriyle nitelenmekten kendimi uzak tuttuğumda, bunun için Allah Teâlâ’ya şükrettim. Bu makamlarda bu yolda sülük edenlerin pek çoğu he­lak olmuştur. Çünkü onlar bir takım ilimler görürler ve nefisleri onlara bağlanır, onlar nedeniyle rabler haline gelirler ve şeyh olurlar. Nefisler, hemcinslerine başkan, önder olmak ister. Böylelikle mülk âleminde onlan izhar eder ve kullanırlar, sapıtırlar ve saptırırlar. Tek çoğunu sap­tırmışlar ve doğru yoldan sapmışlardır.’

Sonra, ikinci hâzineye geçtim. İki kilit üzerinde anahtarlar vardı. Üçüncü kilit üzerinde ise anahtar yoktu. Birinci kilit üzerinde üç anah­tar bulunduğunu gördüm. Bunlar, on hareket içermekteydi ve onu aç­tım. Sonra ikinci kilide geldim. Üzerinde, dört hareket içeren tek bir anahtar vardı. Onu aldım ve kendisiyle kilidi açtım. Sonra üçüncü kilide geldim. Onun üzerinde anahtar görmedim. Bunun üzerine şaşırdım ve ne yapacağımı bilemedim. Bana şöyle denildi: ‘Üzerinde anahtar bu­lunmayan bütün kilidere ‘Rabbin Fettah ve Alim’dir’ ayetini oku. Sonra şöyle denildi: ‘Bu kilidin anahtarı, sadece Allah Teâlâ’nın kendisini bildiği gaybm anahtarlarındandır.’ Ben de bu ayeti okudum ve kilit açıldı. Ha­zine açıldı. Orada anahtarların hareketlerinin sayısınca ilimlerin suretle­rini gördüm. Bilginin suretinin benim gördüğüm suretlere ilave oldu­ğunu gördüm. Benim gördüklerim anahtarların hareketlerinin sayısı kadardı. Şöyle dedim: ‘Bu bilgi de nedir?’ Şöyle dedi: ‘Bilinenlere ve bilgilere sirayet eden ilimdir.’ Bütün bilgiler, kendi başlarına değil, bu bilgilerle bilinenlerdir. Bu durumda Ebu’l-Meali el-Cüveynî’nin şu sö­zünü anladım: Bilgi ile diğer bilinenler bilindiği gibi aynı zamanda bilgi de kendisiyle bilinir. Cüveynî, malumun bilinmesini sağlayan bilgiyle bilginin kendisinin de bilineceğini kast etmiştir. Hâlbuki gerçek onun zannettiği gibi değildir. Aksine bilgi sirayet edici bu bilgiyle bilinir. Bu sayede bilinenler onun vasıtasıyla bilinir olurlar. Yoksa o bunları bil­mez. Bunu bilmelisin!

'İşte bu keşfin verisidir. Söz konusu keşf, suretlerin değil, anlamla­rın keşfidir. Bu ikinci hâzinede gördüğüm ilimler, kudret, iktidar ilim­leridir. Ayrıca eşyanın kendilerinden oluştuğu ve var olanlara izafe edi­len niteliklerin kendileriyle ortaya çıktığı ilimlerdir. Bunlar, kullara nis­pet edilen fiillerin varlıklarıdır. Bu menzil, kendilerine eşlik eden sirayet eden bilgi nedeniyle, onlar üzerinde yok oluculuk hükmünü verir. Bu, varlığın kendisinin değil, izafetin ve nispetin yok olmasıdır. Başka bir ifadeyle yok olan şey, bu fiillerin kullara nispet edilmesidir. Bu menzil kendisine, bu nispetin doğru olmadığı bilgisini verir ki, bu bilgi onun helak olması demektir. Sirayet edici bilgi kendisini bu fiillerin Allah Teâlâ’nın fiilleri olduğunun bilgisine ulaştırır. Öyleyse kulların fiillerinin varlıkla­rı, yok olmaktan uzaktır. Bu hareketten tekvin (var etme) ilimleri ve ‘ol550 sözünün sırrını öğrendim. Bu, bütün var olanlara yayılan bir söz­dür.

Sonra, üçüncü hâzineye intikal ettim. Onun üzerinde altı kilit var­dı. Anahtarları da üzerlerinde idi. Birinci kilidin üzerinde tek bip hare­keti içeren tek bir anahtar vardı. İkincinin üzerinde iki hareketi içeren iki anahtar vardı. Üçüncünün üzerinde ise, on hareketi içeren iki anah­tar vardı. Dördüncünün üzerinde ise, üç hareketi içeren bir anahtar vardı. Beşincinin üzerinde ise beş hareketi içeren tek bir anahtar vardı. Akıncının üzerinde ise iki hareketi içeren iki anahtar vardı. Anahtarları aldım, kilideri açtım. Hazine açıldığında, cehennemin (kısımlarının) birbirini yediğini gördüm. Ortasında yeşil bir bahçe vardı. Ateşten çı­kan bir adam gördüm, bir süre bahçenin yanında durduruldu, sonra tekrar ateşe döndürüldü. Altı tür azapla kendisine azap edildi. Sonra tekrar bir süreliğine bahçeye döndürüldü. Sonra bahçeden çıkartılıp ateşe atıldı. Türlü azaplarla kendisine azap edildi. Bu acı azaptan ve ya­kıcı ateşten sakınmayı sağlayan bilgiyi öğrendim. Söz konusu bilgiyi o bahçeden içmiş olduğum bir sudan öğrendim. Benim korunmam o su­yu içmemde idi.

Sonra dördüncü hâzineye gittim. Orada birinci kilidi gördüm. Üzerinde altı geometrik hareketi olan bir anahtar gördüm. İkinci kili­din üzerinde ise, üç anahtar vardı ve bu üç anahtar, belli bir fiille, dört yüz hareketi içermekteydi. Üçüncü kilidin üzerinde ise -ki o bir kilit içindeki iki kilit idiiki anahtar vardı. Bunlar, dört hareket içinde iki ha­reketi içermekteydi. Kilideri açtım. Bu evdeki ilk hâzinenin diğer ilim­lerini öğrendim. Şu var ki bu evde birinci hâzinede bulunan bu ilimler, niteliklerin varlıklarını yok etmeyle ilgili ilimlerdir. Dördüncü hâzinede bulunan ilimler ise, bu yok edici niteliklerle nitelenmiş olan zadarın var­lıklarını yok etmeyle ilgilidir. Kendilerinden uzak durayım ve özellikle­riyle kendilerini talep ettikleri fiillerden sakınayım diye bu ilimleri de öğrendim. Bunlardaki ilimlerin suretleri de anahtarların içermiş olduk­ları hareketler kadardır. Bütün bu menzillerin ilimleri de böyledir. On­ların sayıları anahtarlarının hareketlerinin sayıları kadardır. Bunların bir takım tafsilleri ve halleri vardır ki, sözü uzatmak korkusuyla onları say­maktan sarf-ı nazar ettik.

Sonra, hâzinelerinde bulunan şeyleri öğrenmek için, ikinci eve inti­kal ettik. Bunlar dört hazine idi. Birinci hâzineye geldim. Üzerinde altı kilit vardı. Birinci kilidin üzerinde kırk hareket içeren tek bir anahtar vardı. İkinci kilide ait anahtar bulamadım. Ben de onu isimle açtım. Üçüncü kilit üzerinde tek bir hareketi içeren bir anahtar vardı. Dör­düncü kilidi ise, üzerinde bulduğum ve dokuz yüz hareket içeren iki anahtarla açtım. Hiçbir hareket diğerine benzemiyordu. Beşinci kilidi ise iki anahtarla açtım. Onların elli geometrik hareketi içerdiğini gör­düm. Altıncı kilide geldim. Onun üzerinde bir anahtar bulamadım. Onu da isimle açtım. Bu menzile giren bazı keşif sahiplerine bu altıncı kilit, üzerinde on hareket içeren iki anahtar olduğu halde gözükmüştür. Bu kilit fehvani hitap mertebesinde iken, anahtarın olmayışı olmasın­dan daha doğrudur. Kilidin anahtarı olduğunu gören, onu Levh-i mahfuz’dan görmüştür. Bu hâzineyi açtığımda, kendisinde saklanmış olan ilimlerin suretlerini gördüm. Bunların sayıları, ne fazla ne eksik olarak, hareketlerin sayısıyla birdi. Bunlar, (ilahi) emirden kaynaklanan ‘fena’ ilimleridir. Söz konusu fena, Rabbi hakkında bilgisi olmayan kimsenin kendisine dayandığı şeydir. Bütün bu ilimleri fena ilimlerinden elde et­tim. Sanki onlar kendilerine istinat ettikleri şeyleri sınırlamaktaydı.

Sonra bu hâzineden çıktım ve ikinci hâzineye geldim. Orada üç ki­lit vardı. Birinci kilidin üzerinde bir anahtar vardı. İkincinin üzerinde iki anahtar, üçüncünün üzerinde tek bir anahtar vardı. Bu anahtarlar, (sırasıyla) yüz, beş ve yirmi hareket içermekteydi. Hâzineyi açtım. Me­ğerse onlar, ilim suretlerinden olan ilimler imiş. Bunlar ancak kendisin­den alınır. Öyleyse bunlar, örnek verilmesi güç kaynaklardır. Bunların hepsini tek bir anda öğrendim.

Sonra üçüncü hâzineye geldim. Onun üzerinde dört kilit vardı. Bi­rinci, üçüncü ve dördüncü kilit üzerinde tek bir anahtar vardı. Bir anah­tar daha vardı. Bunlar, yetmiş bir hareket içermekteydi. İkinci kilidin ise anahtarı yoktu. Bu kilideri anahtarlarıyla ve isimle açtım. Bunlar da Samiri’nin kendisiyle kavmini saptırdığı ve kendisinin de doğru yolu bulamadığı ilimler imiş. Kötülüklerinden sakınmak için hepsini öğren­dim ve onları Allah katmda beğenilmiş bir yerde (kuUanmak üzere) al­dım.

Sonra, üzerinde ala kilit bulunan dördüncü hâzineye geldim. Bi­rinci, ikinci ve dördüncü kilitlerin üzerinde bir(er) tane anahtar vardı. Üçüncünün üzerinde ise anahtar yoktu. Akıncının üzerinde ise iki anahtar vardı. Bu anahtarlar, üç yüz doksan dokuz hareketle, bütün anahtarları içermekteydi. İlahi isimle ve anahtarlarla, kilideri açtım, içerdikleri ilimlerin suretlerini gördüm. Bunlar, verilerek değil, çalış­mayla elde edilen ilimlerdir. Başka bir ifadeyle onlar, fikir gücüyle elde edilen ilimlerdir. Ben de çalışma ve amel ile onları elde ettim ki, onlar şimdi de kazanılmış ilimlerdir.

Sonra üçüncü eve çıktım ve oraya girdim, evde üç hazine buldum. İlk hâzinelere yöneldim. Onlarm üzerinde beş kilit vardı. İkinci kilit üzerinde üç anahtar vardı, beşinci kilidin üzerinde ise anahtar yoktu. Diğer kilitlerin üzerinde ise, birer anahtar vardı. İsim ile anahtarlarla onları açtım. Orada ‘ısülam’ ilimlerinin suretlerini gördüm. Onlar, hal­ler ilimlerindendi ve kendi yollarından onları elde ettim. Oradan çıktım ve ikinci hâzineye yöneldim. Üzerinde dört kilit vardı. İkinci ve dör­düncü kilitlerin üzerinde anahtar yoktu. Birinci kilidin üzerinde iki anahtar vardı ve elli hareket içermekteydiler. Üçüncü kilidin üzerinde ise iki yüz hareket içeren bir anahtar vardı. (Anahtar bulunmayan) kilit­leri isim ile ve (diğerlerini) anahtarlarla açtım. Bir de baktım ki, korku, mücahede ilimleri, özlem ve şevk halleri, Cehennemden ‘sair’ ilmini zemherir değiliçermektedirler. Bunun yanı sıra cehennemde derilerin pişmesini sağlayan şeyin ilmi de onlardaydı. Çünkü bu, ne ateşten ne de zemherirdendir. Aksine birbirlerine komşu olmak nedeniyle, o ikisinin arasmda meydana gelmiş bir azapür. Böylelikle ikisinin karışımından başka bir hal meydana gelir. Bu hal onlardan herhangi birisiyle aynı de­ğildir. İşte bu hal, cehennemde derilerin pişmesini sağlayan yeni azap­ür. Ayrıca onların değişmesinin hangi mertebeden gerçekleştiği de bu­radan öğrenilir. Bu, büyük bir müşahededir. Çünkü tebdil ve değişme, rivayederde deriler, gökler, yerle ilgili olarak zikredilmiş, fakat Allah Teâlâ yaratmadan onu olumsuzlayarak şöyle buyurmuştur: ‘Allah Teâlâ’nın ya­ratmasında değişme bulamazsın*1 Başka bir ayette ilahi sözden de kendi­sini olumsuzlayarak şöyle buyurmuştur: ‘Benim katımda söz değişmez*2 Başka bir ayette ise ‘Allah Teâlâ’nın kelimelerinde değişme yoktur.*3 Bütün bunla­rın bilgisini bu hazine içerir.

Sonra, üçüncü hazîneye geldim, üzerinde altı kilit vardı. Kilitleri kendisinden bu hâzineye geldiğim bir önceki hâzineye benziyordu, ikinci kilidin anahtarı yoktu. Birinci kilidin ise iki anahtarı vardı. Üçün­cü kilidin ise üzerinde üç anahtar vardı. Dördüncü ve beşinci kilitlerin her birinin bir anahtarı vardı. Akıncının üzerinde ise iki anahtar vardı. Bu anahtarlar, bin yüz otuz yedi hareket içermekteydi. Onları (anahtarı olmayanı) isimle ve (anahtarı olanları) anahtarlarla açtım. İçlerinde yükseliş ve miraç ilimlerinin suretleri vardı. Ayrıca ‘miktarı elli bin sene olan3 günün bilgisi vardı. Fakat yükselişler müritlere aitti murad edilen­lere değil! Bu nedenle bu yükselişler, özlem, mücahede, riyazet ve güç­lüklere tahammül ile gerçekleşen yükselişlerdi.

Sonra dördüncü eve geldim. İçine girdim. İçinde üç hazine vardı. Birinci hazine üzerinde yedi kilit vardı. İkinci kilidin anahtarı yoktu. Bi­rinci kilidin ise, altı hareketi (içeren) bir anahtarı vardı. Üçüncü kilidin anahtarı ise, kırk hareket içermekteydi. Diğer kilider ise, altı yüz hare­ket ve altı hareket içermekteydi. Bütün anahtarlarının hareketlerinin toplamı, altı yüz elli iki hareket idi. Onları açtım. İçerde nikah (cinsel birleşme) ilmi, Rabbine itaat etme hususunda kendisine yardımcı ol­mayan eşine erkeğin nasıl eşlik edeceğinin bilgisi vardı. Bu durum ‘Kö­tülük ve düşmanlık hususunda yardımlaşmayın54 ayetine dayanmaktaydı. Acaba insan Allah Teâlâ’ya ibadet ederken söz gelişi abdest alırken, su dökmesi için başkasından yardım isteyebilir mi? Çünkü bazı bilginler bunu na­hoş bulmuşlardır. Nefis b. Vehban es-Sülemî vakıasında bunun mekruh olduğunu bizzat peygamberden duymuştur ve bunu bana aktarmıştır. İşte bu konu bu hâzineden öğrenilir. Sonra ikinci hâzineye geldim. Üzerinde beş kilit vardı. İkinci kilit, sıkıştırılmıştı. Üçüncü kilidin anah­tarı yoktu. Birincinin ise bir anahtarı vardı. Aynı şekilde, ikinci ve be­şincinin de anahtarı bir taneydi. Dördüncü kilidin ise, üç anahtarı vardı. Bu anahtarlar, dört yüz yetmiş sekiz hareket içermekteydi. Onları aç­tım. Bir öncekiyle bazı yönlerden benzer iken, başka bazı hususları da içermekte olduğunu gördüm. Sonra üçüncü hâzineye geldim. Üzerinde beş kilit vardı. Birinci kilidin anahtarı yoktu. İkinci, üçüncü, dördüncü­nün ise birer anahtarları vardı. Beşinci kilidin ise, iki anahtarı vardı. Bu anahtarlar, kırk altı hareket içermekteydi. Onları açtım. Orada ahirette kendisiyle ateşin tutuşturulacağı ateşin bilgisi vardı. Ateş nasıl olur da yanabilir? Hâlbuki ateş kurudur ve doğa bilimine göre kuru olan yan­maz. Acaba zatı ve varlığı kalırken, kendisini doğasından uzaklaştıracak bir şey mi eklenecektir? Çünkü bunu olumlayan veya reddedenler ara­sında pek çok insan bu konuda sürçmüş ve bilgisiz kalmıştır. Her iki yol da doğru ve övülmüş değildir. Her iki grup da bu hususu kendine ait yoldan başka bir yolla kabul etmiş veya kendine ait yoldan başka bir yolla reddetmiştir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Ey ateş! Soğuk ol.’55 Bu ayetteki durum ateşteki durumun benzeridir.

Sonra beşinci eve geldim. Orada üç hazine gördüm. Birinci hâzi­nenin üzerinde yedi kilit vardı. Birinci, ikinci, üçüncü ve dördüncü ki­litlerden her birinin iki anahtarı vardı. Beşinci, altıncı kilitlerin ise birer anahtarı vardı. Yedinci kilidin ise, anahtarı yoktu. Bu anahtarlar, yüz on üç hareket içermekteydi. Onları açtım, içerde duyu ve duyulur, hayal ve hayal edilen, fikir ve hakkmda düşünülen, hafıza ve ezberlenen, akıl ve akledilir olan gibi şeylerin bilgisi vardı. Kısaca sayesinde bilgilerin idrak edildiği bütün güçler, cemaatlerin ve nurların bilinmesi, karşılamalar, göklerin yollarında ruhların hareketleri, doğanın hayvanlar, bitkiler ve donuklardaki hareketleri, nefes âleminin kendisine özgü olduğu ilimler vardı. Burası, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e Yemen yönünden gelen Rahman’m ne­fesine dayanmaktaydı. Sonra, ikinci hâzineye geldim. Üzerinde üç kilit vardı. Birinci ve üçüncü kilitlerin üzerinde birer anahtar bulunmaktay­dı. İkincinin üzerinde ise iki anahtar vardı. Bu anahtarlar, kırk hareket içermekteydi. Onları açtım. Onlarda varlıktaki genel ve Allah Teâlâ ehline öz­gü olan sebeplerin bilgisi vardı. Ayrıca Allah Teâlâ’ya izafe edilen nüzul sebep­lerinin bilgisi bulunmaktaydı. Bunlara itimat edilir ve kendisine itimat edenleri Allah Teâlâ’ya ulaştırırlar. Onları göz ardı eden ise, Allah Teâlâ’nın kapısın­dan ve onun vereceği mutluluktan kovulur. Bunlar değerli ilimlerdir. İnsanların büyük kısmı onları küçümsemiş ve bedbaht olmuşlardır. Bazı insanlar ise kendilerini kullanmış ve Mutlu olmuşlardır. Ayrıca bu hazi­ne, indirilmiş şeriatların -yoksa aklî şeriatların değilbilgisini içermek­teydi.

Sonra üçüncü hâzineye geldim. Onun üzerinde beş kilit vardı. Bi­rinci kilidin üzerinde bir anahtar vardı. Diğer kilitler de boyleydi. Onla rm kilitleri de dört yüz otuz dört hareket içermekteydi. Onları açtım. İçerde bir araya gelme ilimlerinin suretleri vardı. Bunlar, ruhların be­denlerle birleşmesi, sevenlerin sevilenlerle bir araya gelmesi, iki topu­ğun birleşmesi, ‘lam’ harfinin ‘elif ile birleşmesi, ‘topuk topuk ile birleş­ti’56 ayetinin anlamı ve görelilerin birbiriyle birleşmesiydi. Bütün bunlar, irtibat ilimleridir: Rab-merbub, ilah-meluh, kadir-makdur, alim-malum gibi. Bu hazine, bütün ilimleri içerir.

Bu menzilin içerdiği bilgi hâzinelerini zikretmiş olduk. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Her şeyin hâzinesi bizim katımızdadır, onu belli bir ölçüyle indiririz-’57 Şu var ki bu menzile girerken bir evi dehlizde bırakmıştım. O herkese açılmayan bir evdir. Bana açıldı ve içine girdim, içerde bulu­nan şeyleri öğrendim. Bu ev, kitapta zikredilen bu menzillerin içermiş olduğu bütün hâzinelerin anahtarlarını içermekteydi ve bu anahtarlar onda saklanmıştı. Bu ev, değerli hususları içermekteydi. Onu bilen kim­se, varlıkların O’ndan nasıl yaratıldığını da bilir. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’59 Kuşkusuz ki bu menzilde bulunan bazı bilimlere dikkatini çekmiş olduk.

İKİ YÜZ YETMİŞ DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

Musevî Âlemden, 'Belirlenmiş Ecel'in Bilinmesi

Oluş fetihleri yoksul şehirde geldi sana Yardım ve başarıyla desteklenmiş iken

Karanlık bir gecede binekler gelmiştir Ulvi âlemden örtülerin içinde

Yöneldiğinde sadece Allah Teâlâ ’a başvur Zikirden doğan tenzih imanınla

Dilerse Arş’tan dilerse Amâ’dan sana karşılık verir Varlığında sıcak hava bulunmayan Amâ

Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: ‘Sonra bir ecel belirledi.’59 Bu, ölüm­lü her canlının ömrünün sonu ve belirlenmiş ecelidir. Bu, ölümden ön­ce ilk hayatında bulunan herkesin ömrünün süresidir ve diriliş diye ifa­de edilen şeydir. Bu nedenle Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Sonra siz kuşku­ya kapılırsınız560 yani diriliş hakkında. Ölüm hakkında kuşku olmaz, ölüm, her nefes bütün canlılara görülür. Kuşku diriliş hakkındadır ve o zikredilen belirli eceldir. Ölüm eceli, isimlendirilen olmamıştır, çünkü Allah Teâlâ şöyle der: ‘Sûr’a üflenir, Allah Teâlâ’nın dilediklerinden başka göklerde ve yerdeki herkes bayılır.*1 Burada Allah Teâlâ belli bir gurubu istisna etmiştir ve onlar bayılmayacaktır. Dolayısıyla onlar ölmeyecektir. Bunun nedeni ya onların ölümsüz bir hakikate sahip olmalarıdır. Bu durumda istisna, munkati istisnadır. Ya da ölümlü bir mizaca sahiptirler, fakat üflemeyi duymazlar. Dolayısıyla kendilerine ulaşmaz ve bu nedenle bayılmazlar. Bu durumda istisna, muttasıl istisna olur.

Ey dinleyici! Bilmelisin ki, mürid veya murad (istenilen ve isteyen) kısımlarıyla Allah Teâlâ ehlini kendisine çektiğinde, onların kalplerine muduluklarını aramaya dönük bir arzu yerleştirir. Bu nedenle O’nu ararlar, araştırılar ve kalplerinde bir rikkat, huşu ve insanların üzerinde bulun­duğu bayağılık, hasetçilik, birbirine yüz çevirme, birbirinden nefret et­me gibi huylardan kurtuluşu ararlar. Güzel ahlakı tam olarak kazanır veya ona yaklaşırlarsa, nefislerinde halvedere, insanlardan ayrı kalmaya dönük bir duygu bulurlar. Bir kısmı seyahate çıkar ve dağlara, yalnız bölgelere yerleşir. Bir kısmının seyahati ise şehirleredir. Bir şehir halkıy­la tanıştığında veya orada tanındığında, başka bir şehre göçer. Bir kısmı kendi evinde uzlete çekilir ve orada yalnız kalarak insanlardan gizlenir. Bütün bunlar, saliki kendisine çağıran Allah Teâlâ ile yalnız kalmak ve O’nunla ünsiyet etmek içindir. Yoksa bunun amacı öğrenmek veya içinde veya dışında harikulade bir olay bulmak amacı taşımaz. Bu kişi söylediğimiz hal üzere devam eder. En sonunda -bir kısmı içiniçinde, -bir kısmı içinhayalinde -bir kısmı içindışarıdan Hakk yönünden bir hal ortaya çıkar. Bu hal, kendisiyle nefsi arasına girer ve kendisine gelen bu vâridden ürker ve hemen o saat yaratıklarla ünsiyet etmek ister. Va­ridin hükmü etkisini kaybedip de tekrar duyusuna geri döndüğünde, şiddedi bir şekilde ona özlem duyar, kendisini bütünüyle o varidin sev­gisine kaptırır. Onu yitirdiğinde bir tat bulur. Bu haz onun duyusuna yaydır. Bu vâridde, ona halini veya çağrıldığı şeyi bildiren bir bilgi veya hitap gelir. Örnek olarak İbrahim b. Edhem’i verebiliriz. O, atının eğe­rinden ‘bunun için yaratılmadın ve sana bu emredilmedi’ diye bir hitap duymuştur. Başka bir defasında şöyle kendisine denilmiştir: ‘Beni arı­yorsan, ilk adımında beni kaybetmişsin.’ Başka bir keresinde ise ‘Sen benim kulumsun’ diye hitap duymuştur. İnsanlardan uzaklaşan bu kişi dağlara ve tenhalara çekilen kimselerden ise, ünsiyeti hayvanlarladır. Şehirlerde dolaşan birisiyse, onun ünsiyeti iki şehir arasındaki hareket­tedir. Evine çekilen birisiyse, onun ünsiyeti ruhanilerledir. Bunların her biri bir sınamadır. Şu var Ki Allah Teâlâ ona nuranî-melekî ruhlarla ünsiyet imkânı verebilir. Böyle birinin kurtulması umut edilir, hatta o hakka’lyakin derecesine ulaşır. Bu, Allah Teâlâ’dan gelen bir müjdedir ve Allah Teâlâ’nın inayeti hızla kendisine eşlik eder. Bunun dışındakiler ise, büyük bir teh­like üzerindedir ve dolayısıyla böyle bir yalnızlığı bırakması gerekir.

Bu insanlar arasında bir kısım vardır ki, onlara vârid geldiğinde, hava onlar için kararır. Bu nedenle kalbinde bir tasa, gam, darlık bulur. Böyle biri sabretmelidir. Çünkü bu darlığın ardından genişlik ve açıklık gelir. Sonra ruhlar hallerinin birçoğunda onun hayalinde kendisine eşlik etmeyi sürdürür, bazı vakitlerde ise duyuda kendisine gözükürler. Bu durumda onu reddetmemelidir ve değersiz görmemelidir. Fakat kendi­sine bağlanma duygusunu ortadan kaldırmaya çalışmalı ve onun kendi­sine getirdiği yararı elde etmeye çalışmalıdır. Amaçlanan şey budur. Nefs peresinin ardın bir hitap duyarsa, ‘şahit olduğu halde kulak vermeli­dir.’62 Dinlediğini anlayan olmalıdır. Anlayışın ölçüsünde konuşma bir cevap gerektiriyorsa, anladığın ölçüde cevap vermelisin. Bu konuda bil­giyle rızıklanırsan, bu, büyük inayettir. Konuşma bir cevap gerektirmiyorsa, sana söylenen şeyi ezberleme hâzinende saklamalısın. Çünkü onun kendisine muhtaç olunacak bir yeri mutlaka vardır. Bu durumda o bilgi senin için söz konusu yerde adeta bir hazırlık gibi olur. Çünkü Allah Teâlâ şöyle der: ‘Hazırladım.’ Allah Teâlâ, kudreti şimdiki zamana nüfiız etmekle birlikte, bir takım şeylerin hükümlerinin kendilerinde or­taya çıkacağı zamanlar belirlemiştir. Hal böyle iken yaratılmış buna da­ha layıktır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Her şeyin hâzineleri bizim katımızdadır.’63 Burada ‘in’ edatı, ‘şey5 anlamındaki ‘ma’ yerinde kullanılmıştır ve böylelikle ifade genelleşmiştir. Allah Teâlâ her bir şeyi bize görünmeyen gayb hâzinelerinde saklamıştır. Bu nedenle şöyle dedik: Oluş, bir varlık­tan -ki o bu hâzinelerin içerdiği şeydirbir varlığa -ortaya çıkmıştır. Kendisine çıktığı varlık ise o hakikatlerin bu hâzinelerden kendileri ne­deniyle sayesinde kendisini keşf ettiği bir nurla zuhur etmesi demektir. Çünkü hakikatler, hâzinelerin karanlığında kendilerini görmekten perdelenmiştir. Bu esnada onlar yokluk hallerindedir. Allah Teâlâ şöyle bu­yurur: ‘Ancak belli bir ölçüye göre indiririz™ Hakkın katında ancak bu­lunun şey, farklılaşabilir. Kader/miktar ise başkasından ayrışmış bir şeye işleyebilir. Bu ise her bakımdan yok olanın niteliği değildir. Bütün bun­lar, yoklukları halinde hakikatlerin Allah için özü gereği var olduklarım gösterir. İşte bu, asli-izafı varlık iken aynı zaılıanda göreli yokluktur. Böylelikle haUer, âlem ve Allah’m dışındaki her şey için sabit olmuştur. Aynı zamanda varlık, Allah’tan başka hiçbir mevcudun aynı değüdir. Allah hakkında ise, varlığının nedenlisi olmasın diye, varlık var olanın aynıdır. Çünkü varlığının nedenlisi olsaydı, O’nun bir hali olurdu. Allah Teâlâ böyle bir şeyden ‘yüce ve büyük olarak565 münezzehtir. Arzu ve doğa­smm karanlığından kurtulan insan akimın ve hidayetinin nuruna ulaş­mış olarak kırk gün sabahlarsa, kendisine zuhur eden şeyin bir benzeri kendisinden ortaya çıkar, kendisinin aldığı gibi ondan da alınırdı. Bu ise, üçüncü dinarın ilk derecesi ve onun bir kıratıdır. Bu hal üzere kal­mayı sürdürür. En sonunda kendisinden aldığı kimseyi araması gerekir. Bu arayış tıpkı farz-ı ayn gibi onun üzerinde mudaka yerine getirmesi gerekli dini bir farz haline gelince, bu hal, dördüncü dinarın ilk kıratı olur ve bu esnada adam diye isimlendirilir. Bu zorunluluk onun adma gerçekleşmezse, adam değildir. Öyleyse adamlığın kemali, zikrettiğimiz konudadır. Onun erkek veya kadın olması durumu değiştirmez. Zati kemal ise, adamlık kemalinden başka bir şeydir. Bu kemal, içinde kuUuğuna herhangi bir şekilde rabbanüiğin girmemesi demektir. Böyle bir durumda o, yokluğun kendisinde varlık, olumsuzlukta ispat haline ge­lir. Allah da kendisini bunun için yarattı. Öyleyse adamlığın kemali, ge­çicidir. KuUuk kemali ise zatidir, iki makam arasındaki fark, iki kemal arasındaki fark gibidir. Bu iki kemalin menzülerinin dereceleri ise, ma­hiyetleri bakımından tarafımızdan bilinir. Zati kemalin derecesi ise, Hakkın kendisindedir. Geçici-arızi kemalin dereceleri ise, cennetlerde­dir. Öyleyse bir gurubun nuru vardır, öteki gurubun ise ücreti vardır. Allah teala şöyle buyurur: ‘Onların ecirleri vardır.** Burada kast edilen geçici kemalden ve geçici her işten elde ecülen ecirleridir. Onların zati kemaUerinden ise nurları vardır. ‘Allah Teâlâ göklerin ve yerin nurudur.’67 Pey­gamberler ise -ki onlar hiçbir görüş ayrılığı olmaksızın, kâmülerdir şöy­le der: ‘Beninı ücretim Allah Teâlâ’ya kalmıştır.xs Çünkü bu makam, zorunlu olarak ücret verir. Böylelikle geçici kemalde derecelenme meydana ge­lirken zati kemalde bu derecelenme gerçekleşmez. Allah Teâlâ şöyle bu­yurur: cBunlar, bir kısmını diğerlerinden üstün yaptığımız peygamberler­dir.’69 Başka bir ayette ise ‘Onlar Allah Teâlâ katındaki derecelerdir70 buyrulur. Hâlbuki Allah Teâlâ, ‘Onların Allah Teâlâ katında dereceleri vardır’ demedi. Böyle­likle onların varlıklarını derecelerin kendisi yapmıştır. Çünkü onlar, zari kemalin ta kendisidir. Geçici kemalle ise, onlar cennet derecelerini elde eder. Bunu bilmelisin! Allah Teâlâ bizi iki kemali bir araya getirenlerden et­sin! Bir araya getirmekten mahrum kalırsak, Allah Teâlâ bizi keremiyle ve ih­sanıyla kemal ehlinden etsin! Ben onu Allah Teâlâ’dan elde etmiş olmayı umut ederim. Rabbime karşı hüsnü zannım eksik değildir. Ne yüce bir mü­şahededir o!

Kul adına bu geçici kemal meydana gelip -delil veya kanıt arama olmaksızınçağrısına kevnî karşılık bulunca, kesin olarak şunu anlama­lıdır: Hakk kullarının kalplerine tecelli eder ve kendisiyle kullarının kalp­leri arasındaki vasıtaları ortadan kaldırmıştır. Allah Teâlâ kendisine vasıtaları ortadan kaldırmayı emrederse, (emrine) asi olması beklenemez. Çünkü o emir ‘kün (ol)’ şeklinde verilmiştir ve bu emir ancak ‘olmamışlık’ ile nitelenene söylenebilir. ‘Olmamışlık’ ile nitelenenin emre direnmesi dü­şünülemez. İlahi emir vasıtayla geldiğinde ise, artık ‘ol’ sözüyle gelmez, çünkü bu, yok olana -ki o vasıtayla meydana gelmezverilen emrin özelliklerindendir. Emir, fiili gösteren şeyle meydana gelir ve Hakk na­maz kılmayı, zekât vermeyi emrederek şöyle denilir: ‘Namaz kıl, zekât ver.’ Bu nedenle fiil kipi olarak kendisine emir adı türetilmiştir. Bu ne­denle içlerinden dileyen emre itaat eder, dileyen karşı çıkar. Emre itaat ettiklerinde bu durum, daha önce de zikrettiğimiz gibi, kulların kalple­rine gerçekleşen bu ilahi tecelliden kaynaklanır. Bu delilde emrin muha­tabı, icabet zorunlu olarak gerçekleşeceği için, kesin bir delile veya kanı­ta gerek duymaz. Burada zorunluluk, insanın içinde bulduğu şeyi ken­dinden uzaklaştırmaya güç yetiremeyeceği için dikkate alınmıştır. Çün­kü ‘ol’ emri, insan nefsinde meydana gelen şeye ilişmiştir. Böylelikle her kimde meydana gelirse gelsin, hüküm bu zorunlulukla gerçekleşir. Böy­lece kişi zorunlu olarak iman eder veya namaz kılar veya oruç tutar. Bü­tün bunlar, ‘ol’ emrinin kendisine iliştiği durumun hakikatine göre ger­çekleşir. Bu bağlamda vasıtalı emir reddedilebilirken doğrudan gelen emir reddedilmez. Fakat bazen muhatap fiili yerine getireceği bir araç bulamaz ve bu nedenle asi olarak gözükür. Halbuki o, asi değil, acizdir ve yoksundur. Çünkü kendisinden meydana gelmesi emredilen şeyi (meydana getirecek araç) onda bulunmamıştır. ‘Allah Teâlâ zengin ve Hamid (övülmeye layık olan)dır.’71

Bilmelisin ki, oluşla ilgili ilahi fetihler -ki örnek olarak düşmanlara karşı yardımı, onları yok etmeyi, velilere merhameti ve ilgiyi verebilirizadamhğm neticelerindendir, yoksa başka bir şeyden kaynaklanmazlar. Adamlık makamı gerçekleşip yapısı kemale erdiğinde, Hakk kulunun sı­rında kendisine hitap eder. Bu hitap, kulun kemalinden ve Hakkın ke­malinden kaynaklanır. Kul ise yaratıcısının kemalini geçici kemalden tenzih eder. Bu, ilahi kemaldir. Çünkü ilahi kemal (kuvve halinde değil) fiil halindedir. Başka bir ifadeyle ilahi kemal, ilahi iktikadın güç yetirilenlere, iradenin irade edilenlere nüfuzu ve ilahi isimlerin hükümlerinin zuhurundan ibarettir. Zati kemal ise, bütün bunlardan münezzeh olan zat’a özgü kemaldir. Böylelikle bu makamda kul, yaratıcısının zatını ilahlıkla nitelenmiş bir halde müşahede etmez. Kulun müşahede ettiği zat, ilahlığın Hakk ettiği kevnî fiillerden müstağni zattır ve kendinden kaynaklanan bir (nedenle) o zata muhtaç olur. Böyle bir ibadette kul, kendisine emir bitişmeksizin, ‘zatî ibadet5 halindedir. Çünkü emir, zati durumlar ve hallerle değil, sadece arızî ve geçici durumlarla ilgilidir. Bu nedenle kula ‘kul ol5 denilemez, çünkü o, özü gereği kuldur zaten! Ona ‘ey kul, şunu yap’ diye emredilir ve bu arızi bir emirdir. Kulda emrin konusu ameldir ve kul bu ameli yapabilir veya yapmayabilir.

Bu menzil bütün bu zikrettiklerimizin (bilgisini) verir. Kul bu menzilde yaratıcısını, zati kemale özgü olarak, Hakk ettiği övgüyle tenzih eder. Sonra da sahip olduğu arızî kemale göre -ki bu kemal adamlık kemali demektir bukendisinden başka bir övgü daha ortaya çıkar. Bu övgü ise, İlah’ın geçici bir durumla Hakk ettiği kemalle ilgilidir, fakat bu durumda tenzih söz konusu değildir. Çünkü tenzih yoluyla övmek, zat’a aittir. Nitekim Allah Teâlâ, ‘O’nun benzeri bir şey yoktur71 buyurur. Bu ifade, zati kemalle ilgilidir. ‘Duyan ve görendir:73 Bu ise duyulanın ve görülenin (varlığını) talep eden ilahi kemale aittir. Her talip, bir madubu arar. Talep edilen ise, kendisini talep eden kulun halleri karşısında mevcut değildir. ‘Allah Teâlâ zengindir, hamiddir (hamde layıktır).’74 Edep dili şunu demeyi gerektirir: ‘Talebin kendin içindir, O’nun için değil.’ Şiir­de denileni söylemek gerekir:

Bir kitap ki, ne varsa onda (fihi ma-fihi)

Anlamlarında eşsiz

İçindekileri görürsen

İnciyi görürsün, kitabın içinde

Söz konusu olan, bu menzil, ifade ettiğimiz bu söz ve yazdığımız kitaptır. ‘Ne varsa ondadır’, hakikat dilidir. Bu ifade, gerçeğin zikredi­lenin ve yazıldığının üzerinde olduğunu gösterir. Böyle bir şeyin anla­tılması ve dile getirilmesi, ancak yazıldığı kadardır. Allah Teâlâ ise bundan daha büyüktür. Sonra bu hakiki dil şu ifadeyle gizlenmiştir: ‘Anlamla­rında eşsizdir.’ Şair, onda bulunan şeyleri hoşlanma ve beğenme yoluyla söylediğini belirtir. İkinci mısrada buna dikkat çekmiştir. Sonra, bu menzilde Allah Teâlâ’ya övgü, rabliğin hakkından kaynaklanır. Yoksa sana hemcinslerine karşı tahsis ettiği üstünlükten ve senden başkasına karşı sana verdiği nimetten kaynaklanmaz. Çünkü bu menzil, öyle bir övgü­yü içermez. Kul bu menzilde Hakkı tenzih ederken rububiyetin sana tahsis ettiği özellik yönünden kendisini övmesinden yardım alır. Kul, verdiği nimeti karşılığında Rabini Rabbiyle övme işini tamamladığında, yolunun sağından Allah Teâlâ hakkmda bir bilgi kendisine parıldar. Anlar ki, takip etmesi gereken yoldan sapmıştır. Burada ince bir mesele vardır ve bu mesele bu menzille ilgilidir. Şöyle ki: Kulun Hakkı övmeyi verdiği nimede sınırlaması, mârifette veya en azından kendi bilgisinde bir ek­siklik midir, yoksa bundan başka bir şeyi yapması zaten mümkün değil midir? Ancak bunu yapabiliyorsa, gücündeki şeyi hakkıyla yerine ge­tirmiş demektir. Çünkü kul, başkasına gelen nimet nedeniyle Hakkı övdüğünde, kesin olarak bildiği bir şey nedeniyle O’nu övmüş demektir ki, bundan başkası olamaz. Bu durumda kul, söz konusu bilgiyle nite­lenir. Başkası (nedeniyle) Hakkı övmesini sağlayan bu niteliklerle nite­lenmiş değil ise, bilgiyle nitelenmesi, bu bilgiyi -ki bilgi ilahi bir nitelik­tirvermesi nedeniyle kendisinden Allah Teâlâ’ya dönük bir övgüdür. Çünkü Allah Teâlâ, kulunu Hakkın sahip olmadığı ve niteliği olmayan bir şeyle över (kulluk). Bu durumda Hakkı övmek, bunu bilmek ile O’nu nitelemek demektir ve yaratma da O’na aittir. Hakk kulunu ibadet etmekle över ve ibadet Hakkın bir niteliği değildir. Aynı şekilde bu kul da Rabbini baş­kasına verdiği nimet nedeniyle övdüğünde, Rabbini kendisine verdiği şeyler nedeniyle övmesi, Rabbinden bu konuda kendisi adına meydana gelen bilgiden kaynaklanır. Öyleyse kul Rabbini ancak kendisine tahsis ettiği (bilgi) nedeniyle övmüştür. Onun rabbini Hakkın başkasına ver­diği nimet nedeniyle övmesi veya başkasmı zikretmezden ve değinmezden övmesi birdir.

Bu meseleyi iyice öğrenmelisin! Çünkü bu konu, hakikatlerdendir ve hakikatler değişmezler. Bu menzil, ulaşana bu bilgiyi kazandırır. Zikrettiğimiz bu bilgi sana parıldadığında, ona bakışı, bulunduğu hal­den kendisini perdeler. Söz konusu kişi, bu bilginin bilinmeyen bir sırrı gösterdiğini anlar. O sır saklanmalıdır, açıklanmamahdır. Ardından, yüz yüze ve huzur halinde hitabı dinlemekten, gaipte hitaba (ikinci tekil şahıstan, üçüncü tekil şahsa) geçer. Bu, daha nezihtir. Çünkü hakikat­ler, huzur halinin ancak kendin ile olduğunun bilgisini verir. Gerçek her kim ile hazır olursan ol, karşısında bulunduğun kimseyle ancak merte­benin gereğine göre bulunabileceğinin bilgisini verir. Öyleyse sen ken­din ile berabersindir, O’nunla değil! Çünkü O’ndan sana ancak merte­benin verdiği kadarı tecelli edebilir. Bunu anla ki, yararlanabilesin!

Kendisinden döndüğün herhangi bir hususta Allah Teâlâ’ya dönerken bu durumu görür, kendinden daha üstün birine dönmüş olduğunu zan­netmezsin. Çünkü gerçekte kendinden yine kendine dönmüşsündür. Hakk sana ancak seninle (sana göre) döner, yoksa kendisiyle sana dön­mez! Çünkü herhangi bir yaratığın O’nunla örtüşmesi, mümkün değil­dir. Bu nedenle Hakkın dönüşü değişir, tecellileri başkalaşır, mazharları yinelenmeden çoğalır. O ise, kendiliğinde, çoğalma ve başkalaşmadan münezzehtir. ‘O’nun benzeri bir şey yoktur.’75 Bu, O’nun zatıyla ilişkilendirilen hususlarda geçerlidir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Sonra Allah Teâlâ on­lara dönmüştür.’76 Bunun amacı, onlarm da dönmesini sağlamaktır. Öy­leyse kulların Hakka dönmesi, sayesinde kendisine dönecekleri şeyi on­lara vermesiyle, Hakkın onlara dönmesinin neticesidir. Hakka döndük­lerinde ise, kendisine dönmelerinin meydana getirdiği ilahi dönüş onlar adına fazlalaşır. Hâlbuki onlarm dönmesini de, gerçekte, Hakkın daha önce onlara dönmüş olması meydana getirmişti. O halde Hakkın birin­ci dönüşü, bir inayet ve şereflendirme dönüşüdür. Onlarm Hakka dönmelerinin meydana getirdiği ve ‘bana bir karış yaklaşana bir kulaç yaklaşırım’ sözünde dile getirilen ikinci dönüş ise -ki bu kulaç karşısmda karış kadardır-, bir Hakk ediş dönüşüdür. Bu dönüşü, onlarm hakka dönmeleri meydana getirmiştir. Kulacın kendisiyle kemale erdiği ikinci karış ise, O’ndan dönüştür. Bu ise, Kerim’in davranışına göre, fazilet, teşvik, nitelik ve veznin tercihi içindir. Öyleyse ikinci ilahi dönüş, iki durumu içerir: Haktan Hakk ediş dönüşü-ki bu beden konumundadır. Diğeri ise, O’ndan ihsan dönüşüdür ki, bu da bedenin ruhu konumun­dadır. Bedenin hayatı o ruha bağlıdır. Hakk ediş Hakkın kendisine bunu vacip kılmasından kaynaklanmış olsa bile, hakikat, kulun efendisine kar­şı bir şey Hakk etmemesini gerektirir. Öyleyse kulun adına Hakkın kendi­sine bir şeyi vacip kılması, O’nun ihsanından kaynaklanır. Bu sayede kul, Hakkın kendisine vacip kıldığı şey karşılığında, itaate ısınır ve ken­disine farz kılınan işleri yerine getirmeye koşar. Kul bu makama ulaştı­ğında, bu makamın ardında herhangi birinin hedefleyeceği bir gaye yoktur. Kul bilir ki, Hakk kendisini şehadet âleminden gayb âlemine in­tikal ettirmek istiyor. Gaybet, bunun dışında ve başka bir hükmü olan bir mertebede onun adına şehadet haline gelir. Bu, ilahi mazharların kendisinde bulunduğu vatandır ve mertebelerin en genişidir. Bu neden­le bu menzil, ‘isimlendirilmiş ecel’ diye ifade edilmiştir. Çünkü o, suret ile sınırlanmış şehadet âleminden kendisine gitme ecelidir. Söz konusu suret, suretlerde halden Hakk girmeyi kabul etmezken, başkalaşmayı ka­bul eder. Bu ise, kendisinde bulunan bu gayb nedeniyle, onun varlığı­nın başka bir suret nedeniyle yok olmasıdır. Gaybî ruh, o başkanın su­retini yönetir. Bu nedenle dedik ki: Değişimi değil, başkalaşmayı kabul eder. Çünkü hakikatler değişmez. Öyleyse kişinin suretlerde intikal mertebesine geçmesi, ‘isimlendirilen ecel’ diye adlandırılır. Başka bir ifadeyle sonu bilinen ecel demektir. Bu ise, başka birinden değil, Muse­vi makamdan meydana gelir. Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in isra yolculu­ğunda Musa’dan başka iki sureti kendinde toplayacak şekilde kimseyi gördüğü aktarılmamıştır. Hz. Musa’yı gökte görmüş ve aralarında ger­çekleşen hadise gerçekleşmiştir (namazın sayısının azaltılmasıyla ilgili tavsiyeler). Ardından, kabrinde namaz kılarken, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem kendi­sini görmüştür. Böylece peygamber kendisini her iki halde de görmüş­tür. Böyle bir keşif için, ‘an, tek bir şahısta birbiriyle çelişik iki durumu sığdıramaz’ denilemez. Böyle bir söz doğru olabilir, fakat burada ‘an’ nerededir ki? An ancak zamanla sınırlanan ve mekânla belirlenen kimse için söz konusudur. Varlık zamanla veya mekânla sınırlanmadığında, böyle bir nitelik onun üzerinde imkânsızdır.

İşaret ettiğimiz meseleyi anladıysan, vardığımız ve dile getirdiğimiz görüş ile isra yolculuğunun bir gece vakti gerçekleşmesi ile -ki zaman­dırMusa’nın kabirde ve gökte bulunması -ki mekândırarasında bir çelişki gerçekleşmez. Sen (bağlı olduğun) mezhebinden, cismin iki me­kânda bulunamayacağını kabul edersin, fakat aynı zamanda bu hadise de inanırsın. Mümin isen (peygamberi) taklit etmelisin. Bilgin isen, iti­raz etmemelisin. Çünkü bilgi seni bundan alı koyar ve seçim Hakkın yoktur. Çünkü Allah Teâlâ’dan başka ihtiyar sahibi yoktur. Yerde olanın göktekinden başka olduğu şeklinde bir tevile kalkma. Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Musa’nın ruhunu gördüm, bedeni yoktu’ dememiştir. Sadece ‘Mu­sa’yı gökte gördüm’ demiştir. Hz. Musa’nın toprakta defnedilmiş oldu­ğu malumdur. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in gördüğü bütün nebiler de böyledir. Öyleyse Musa diye isimlendirilen kimse Musa’nın kendisi olmazsa, onun Musa olduğu şeklinde verilen bilgi yalan olurdu. Şöyle dersin: ‘Seni dün gece rüyamda gördüm, şöyle şöyle diyordun.’ Rüyada görü­lenin görüldüğü halden farklı veya aynı bile olsa başka bir yerde olmak üzere evinde bulunduğu açıktır. Ona senden başkasını gördüm deme­den bize böyle bir konuda karşı çıkma. Mertebeler ve mekânlar değişir, haller başkalaşır, fakat varlık tektir.

Bu menzilin içerdiği bazı hususları zikrettik, evlerinden ve hâzine­lerinden ise söz etmedik. Her menzilin evleri, hâzineleri, kilideri, anah­tarları vardır. Fakat her menzilde bunların zikredilmesi sözü uzatır. Hatta bunları açıklamış olsaydık, yalancı kişiler de onları sahiplenirdi. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’77

Bu menzilde anlamların suretlerde getirilmesinin bilgisi, fetihler ilmi vardır. Bu bahsin daha önce zikredilen bir bölümü vardır. Ayrıca Hakka konuk olanların bilinmesi, tenzih bilgisi, örtünme ve tecellinin bilinmesi, Hakkın -her kime dönersedönüşünün bilinmesi bu konuyla ilgilidir. Acaba Hakk isimlerine mi döner, yoksa kullarına mı döner?

İKİ YÜZ YETMİŞ BEŞİNCİ BÖLÜM

Musevî Makam'dan, Putlardan Uzak Durma Menzili­nin Bilinmesi

Bu menzil, yedi emir menzilinden birisidir.

Emir menzilleri nidayla Öyle menziller ki bitimleri yok

Ey, ey, ey! Ayrılma Sizin oluşunuzun bitimi yok

O’ndan olan her bir şey Onun yüzünü aramızdan görür

Harfler için askerler gelmiştir Feza onları taşımaya dar gelir            .

Onların bütün mızrakları yıldızlardır Emir ve kaza onları destekledi

Gemiler ki denizleri derin Rüzgârları güçlü eser

Ey kardeşim, bilgiden ayrılma Gök ve yer ona dar geldi

Başkasını körlüğünde bırak

Amâ olmayan bir müşahede mertebesi

Bilmelisin ki, âlem ancak Allah Teâlâ karşısında yoksul ve hor olabilir. Öyleyse Allah Teâlâ’dan başkasının karşısında zelilleşen ve başkasına muhtaç olan, ona bel bağlayan ve ona eğilen herkes, putperesttir. Muhtaç olu­nan ise, put (vesen) diye isimlendirilirken, muhtaç olan, onu ilah diye adlandırır. Putların en görünmezi, heva, arzu gücü iken en kesifi, taştır. (Putlar latiflik ve kesiflikte) bu ikisinin arasında sıralanır. Bu nedenle müşrikler, ilahlığında İlah’ı birlemeye davet edildiklerinde şöyle demiş­lerdir: ‘Bu tuhaf bir iştir.,n Bu, peygamber kendilerini İlah’ın birliğine davet ettiğinde, onların çokluklarına inanan kâfirlerin bir sözüdür. Bize göre ise bu, Hakkın sözü veya peygamberin sözüdür. Kâfirlerin sözüne gelirsek, bu söz, ‘tek ilah79 ifadesinde bitmiştir. Şaşırma, aklı tevile zor­lamasıdır. Bunun neticesinde insan ilah’m insanın belirlemesiyle olama­yacağını bilir. Çünkü o kendi nedeniyle ilahtır. Bu nedenle ‘Yonttukları­nıza mı ibadet ediyorsunuz?’*° ayetinde azarlama dile getirilmiştir. Aklın zorunlu hükmüne göre, ilah etkiye konu olmaz. Onların taptığı ilah ise, kendisiyle oynanan bir ahşap veya temizlikte kullanılan bir taştır. Sonra insan onu alır ve karşısında zelil olunan, kendisine muhtaç olunan ve korkarak ve arzulayarak dua edilen bir ilah haline getirir. Akılları kendi­lerinde bulunuyorken böyle bir halde olmaları ise, akılların gerçekte kendisi için bedihi ve zorunlu olan bir hükmü algılamaktan perdelen­miş olduklarının öğrenilmesi için, şaşırmayı meydana getirir. Böylece onlar şunu öğrenmelidir: İşler Allah Teâlâ’nın elindedir ve işlerdeki hüküm Allah Teâlâ’ya aittir. Akıllar kendi başlarına düşünemez, düşündükleri ve bildikle­ri şeyleri ancak Rablerinin ve yaratanlarının kendilerine ilham ettiği şey­le bilirler. Bu nedenle de dereceleri farklılaşır. Bu bağlamda bazı akıllar üzerinde kilit vurulmuştur. Bazı akıllar üzerine zincir (kinn) vurulmuş­tur. Bazı akılların aynasına ise, pas bulaşmıştır. Akıllar kendileri nede­niyle akletmiş olsalardı, bir topluluk yaratıcılarının birliğini bilirken bir kavim inkâr etmezdi. Hâlbuki her ikisinde de (aklın) tanımı ve hakikati eşittir. Bu nedenle ayetteki ‘Bu garip bir iştir’81 ifadesini kâfirlerin sözü saymadık.

Kardeşim, bilmelisin ki! Bu menzil, gizlilik, örtme ve Allah Teâlâ’dan başka kendilerine ibadet edilen herkeste ilahlığı kabul etme menzille­rinden birisidir. Çünkü herhangi bir taşa kendisi nedeniyle değil, ilahlığın ona nispet edilmesi nedeniyle ibadet edilmiştir. Bu nedenle bu menzilin ‘gizleme’ ve örtme menzillerinden olduğunu belirttik. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Rabbin sadece kendisine ibadet edilmesine hükmettik2 Onlar ancak ilahlığı zikretmiş, şahısları zikretmemişlerdir. Fakat Allah Teâlâ onların mazeretini kabul etmemiş, şöyle demiştir: ‘Siz ve Allah Teâlâ’nın dışında taptıklarınız-’83 Başka bir ifadeyle bu ismin kendisine tahsis edildiği kim­seler ‘cehennem odunudur.’*4 Bu ayet, ‘Cehennemin yakıtı insanlar ve taş­lardı r’85 ayetiyle aynı anlama gelir. Bunlar, sizi kendisine ibadet etmeye çağıran veya sizin kendisine ibadet ettiğiniz herkestir. Onlar, sizi bun­dan engelleme gücüne sahip olduğu halde, bunu yapmayan kimselerdir. İşte böyleleri, cehennem odunudur. Muvahhid (birleyen), Allah Teâlâ’ya iki yoldan ibadet eder: Birincisi, ilahlık niteliğini Hakk etmesi yönünden, zat olması yönüyle ibadet eder. Diğer yol ise, ilahlık yoludur. Muüu insan, iki yolu birleştirendir. Çünkü ibadet eden insan, bir harf ve anlamdan bileşiktir. Öyleyse harf harfe, mana manaya aittir. Bu nedenle ilahlıktan münezzeh iken zata ibadet edemeyeceğimiz gibi kendisiyle nitelenene nispet edilmeksizin de ilahlığa ibadet edemeyiz. Öyleyse ibadetin esası, kulun hakikatinin gerektirdiği durumdur -ki o da bileşikliktir-, yoksa Hakkın hakikatinin gerektirdiği durum -mutlak birlikdeğildir. Bu ne­denle de ibadet ederken Allah Teâlâ’nın hakkını yerine getirdiğini iddia eden kimse, bu ifadesiyle zatı kast etmiş ise, doğru söylememiştir. Çünkü za­tın hakikati, mutlak birliktir (ahadiyet). Hâlbuki şöyle diyen kimsenin sözü doğru olabilir: Ben Allah Teâlâ’ya zatın hakikatinin (gereğini) yerine ge­tirmek için değil, rabliğin hakkını yerine getirmek için ibadet ediyorum. Çünkü her hakkın bir hakikati vardır. Burada Hakk, ibadet edenin ibade­tinin kendisiyle ilgili olduğu şeydir. Hakikat, herhangi bir şeyle ilgili olmayan veya bir şeyin kendisiyle ilgili olmadığı mutlak birliktir. Bu nedenle kelimenin başma geldiğinde elif harfine (ki mutlak birliğin simgesidir) bir harf bitişmediği gibi o da bir harfe bitişmez. Elifin böy­le yazılması, Hakkın belirlemesiyledir. Kelimenin sonunda olduğunda ise, bazı harfler kendisine bitişir. Bunlar, bu zatın hakkı olan mutlak birliğe dair bilgisi olmayan harflerdir. Beş harf ise, bu durumda da elife bitişmez. Bunlar, dal, zel, ra, ze ve vav’dır. Bunlar, (bâtınî olarak) beş haldir ki, onlarla nitelenen kimse, mutlak birliği bilir. Onun ibadeti ise, zati ibadettir ve kendisine emir bitişmemiştir. Bu ibadet, anlam için an­lamın ibadetidir. Çünkü emir ise, harfin harfe ibadetidir. Dolayısıyla anlam (nedeniyle) ibadet edenin aklına zat ile ilahlık veya çokluk ara­sında fark gelmez. Aksine o, tek bir hakikat görür. Söz konusu hakikat, harfi yönünden değil, manası yönünden bu kulun bulunduğu durumu Hakk eder. İşte bu, celal, azamet, kulun mutlak birliğinin makamıdır. Kulun bu birliğini ise, zati birlik, tenzih ve müstağniliğin bilgisi kazan­dırır. İşte bunlar, kelimenin sonlarında geldiğinde elifin kendilerine bi­tişmediği beş harfin kendisini verdiği beş haldir. Bu durumlara örnek olarak; cebira, aziza, vahida ve iza, ve alu, gibi kelimeleri verebiliriz. Öyleyse elif, bitişmenin olmayışı bakımından kelimenin başında şu ifa­deyi gösterir: ‘Allah Teâlâ vardı, başka bir şey yoktu.’ O, elif kelimeye bitiş­mediği gibi bitişmenin olmayışı nedeniyle, eşya var iken de bulunduğu hal üzeredir. Beş harfin kelimenin sonunda elife bitişmeyişi, Allah Teâlâ’yı bi­len kullardan bir kısmının bilgisinin durumuna işaret eder. Onlar, ken­dileri ile Allah Teâlâ arasındaki nispeti ortadan kaldıranlardır. Aynı zamanda onlar, belirtmiş olduğumuz, celali, azameti, büyüklüğü, tenzihi ve zen­ginliği müşahede edenlerdir. Bu gurubun dışındakiler ise, İlah ile meluh arasında nispet ve bağlar kabul etmiş, Allah Teâlâ’yı ancak kendi nefisle­rinden bildikleri için, zat ile mertebeyi ayırt etmemişlerdir. Onlar Allah Teâlâ’yı mümkünün kendisini tercih edene dayanması nedeniyle delalet yo­luyla bilmişlerdir. Böylelikle onlar Allah Teâlâ’yı, Allah Teâlâ da onları talep etmiştir. Onlara ait harf, kelimenin sonunda elife bitişen bütün harflerdir.

Bu büyüklerin de, (elife) bitişen bu harflerin menzillerinde harflik­leri yönünden -manaları yönünden değilbol pay ve nasipleri vardır. İş­te bunlar, kendileri arasındaki bu ayrımı bilememişlerdir. Fakat onlar, bunu sıradan insanlardan gizlemiş, hem cinslerinden ayrı olarak bu bil­gi kendilerine özgü kalmıştır. ‘Allah Teâlâ dilediğine rahmetini tahsis eder,’86 İş­te bu nedenle taifenin efendisi Cüneyd şöyle demiştir: ‘Bin sıddîk hak­kında ‘zındık’ demedikçe, kişi hakikat derecelerine yükselemez.’ Çünkü bu makam, gül kokusu mayıs böceğine zarar verdiği gibi, ehli olmaya­na zarar verir. Çünkü onların hali, böyle bir makamı kabul etmediği gi­bi bu makam da onları kabul etmez. İnsanlar onları genel içinde gör­düklerinde ise kendilerini tanımazlar. Çünkü onların harfleri üzerinde sıradan insanlardan ayrışacakları bir alamet yoktur. İnsanlar seçkinler içinde kendilerini gördüklerinde ise -ki bunlara örnek olarak fakihler, kelam bilginleri ve Müslüman filozoflarını verebiliriz-, onların kâfir ol­duklarını söylerler. Şeriatlarla kendilerini sınırlamamış olan hakimler söz gelişi filozoflarkendilerini gördüklerinde ise ‘bunlar arzularına uyan kimselerdir’ derler. ‘Bunların hayal hâzineleri bozulmuş, akılları zayıflamıştır.’ Onları kendilerinden başkası ve yaratıklardan uzaklaşarak Hakka yönelenlerden başkası tanımaz. Allah Teâlâ bu anlamda şöyle bu­yurmuştur: ‘Allah Teâlâ’yı hakkıyla takdir edemediler.’*7 Bu insanların bu ayetten büyük nasipleri vardır. Çünkü onları sıradan-seçkin insanlar, Müslüman olan olmayan kimseler tanımamıştır. Öyleyse onlar, gayret perdeleriyle sakınılmış ve gizlenmiş kimselerdir. Öyleyse onları sadece Hakk tanıyabi­lir. Onlar birbirlerini tanır mı acaba? Burada tereddüt vardır. Onlar kul­ların arasından talep edilenlerdir. Allah Teâlâ bizi de onlara katsın ve kendim de onlardan birisi olmayı umut ederim.

Müslümanın müşrikin dayandığı şeyden uzaklaşmasına gelirsek, bu uzaklaşma, nispetten ve nispet olandandır, yoksa nispet edilenden de­ğildir. Öyleyse müşrik ve Müslüman, nispet edilende ortak iken kendi­sine nispet olanda ve nispette birbirlerinden ayrılırlar. Bu nedenle müş­rike cizye (yükümlülüğü) verilmemiş ve onunla indirilmiş kitap ehli olan kâfirler ayırt edilmiştir. Çünkü müşrik, şirk koşması nedeniyle, hem Hakka hem kevnî (varlıklar olan peygamberlere) zarar vermiştir. Onun kendisini ölümden kurtaracak bir dayanağı yoktur. Çünkü o tev­hide ve peygamberlere zarar vermiştir. Ehl-i kitap olan kâfirler ise, tev­hide veya oluşa, yani peygamberlere zarar vermemiştir. Fakat onlar, ar­zuları veya içlerindeki bir kuşku nedeniyle, belli bir peygambere zarar vermişlerdir. İçlerindeki bu kuşku, doğru olduğunu bildikleri halde, kendilerini haksızlık ve taşkınlık yapmaya sevk etmiştir. Onlardaki kuş­ku nedeniyle, iddia sahibi (peygamberin) doğruluğu onların nezdinde sabit olmaz. Bu nedenle, onların -gerçekte olmasa bile, kendilerine gö­rekendilerini öldürülmekten koruyan sahih bir dayanakları olmuş, bu­nun için onlara cizye cezası verilmiş, dinleri üzerinde bırakılmışlar, din­lerini veya kendisine uydukları ölçüde bir kısmını uygulamalarına mü­saade edilmiştir.

Burada, anlayan için şöyle bir sır vardır: Ehl-i kitabın dinleri, bizim şeriatımız sayesinde onlar için meşrudur. Çünkü onlarm (kendi dinleri üzerinde kalmasını) onaylamıştır. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, BizanslI­ların İranlıları yendiğini duyduğunda, yüzünde muduluk görünmüştür. Hâlbuki Bizanslılar da Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’i inkâr etmekteydi. Fakat pey­gamber, bilgisi nedeniyle, insaflıydı, çünkü o, BizanslIların dayandığı kimsenin hakikat ehlinin kendisine dayandığı kimse (Allah Teâlâ) olduğunu bilmekteydi. Çünkü onlar kitap ehli ve ona inanan kimselerdi. Fakat önderlerinin indirilen kitabı tahrif etmeleri nedeniyle, kendilerine kuşku bulaşmış, bu kuşku kendileri ile Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in peygamberliğini kabul, ona inanma veya genel olduğunu kabul etmelerinin arasına gir­miştir. Bizim sözümüz, onlarm arasından insaf sahibi bilginleredir. Şe­riat, kendilerinden bilmiş olduğu bu ölçüyle onları mazur saymış, on­larda Hakkın yönünü dikkate almıştır. Çünkü onlar da Hakkı birlemişlerdir. Bizanslılar, İranlılar ve putperestler kendisine ortak koştukların­da Allah Teâlâ’ya ortak koşmamışlar, İlah’ın birliğine ve Hakk ettiği ahadiyete zarar vermişlerdir. İşte bu makam ehli olan ariflerin hali böyledir.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bize ehl-i kitaba aykırı davranmayı emretmiştir. Bunun nedeni, onların kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr ede­rek bunun ortasında bir yol tutmayı istemiş olmalarıdır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ise bize belirli hükümlerde ve zikrettiğimiz hususta karşı çıkmayı emretmiştir. Onlara bütün konularda karşı çıkmayı emretmiş olsaydı, hiç kuşkusuz ki, bize emretmiş olduğu imana da aykırı davranmamız gerekirdi. Öyleyse ehl-i kitaba kayıtsız anlamda karşı çıkmak, geçerli değildir. İşte bu ‘ehl-i kitaba muhalefet edin’ hadisinin anlamıdır.

Bilmelisin ki bütün müşrikler kâfirdir. Çünkü müşrik, şirk koştuğu ve kendisini ilah edindiği şey hakkında arzusuna uyar, İlah’ın mutlak birliğinden yüz çevirir ve İlah’ın birliğine götüren ayet ve delilleri ince­lemekten onları gizler. İşte, zâhirde ve bâtındaki bu örtme davranışı nedeniyle de, kâfir (örten) diye isimlendirilirken Allah Teâlâ ile birlikte ilahlığı Allah Teâlâ’dan başkasına nispet ettiği için de müşrik diye isimlendirilmiş­tir. Böylelikle müşrik, iki nispet kabul etmiştir. İşte müşrik ile kâfir ara­sındaki fark budur.

Müşrik olmayan kâfire gelirsek, o, birleyendir. Şu var ki o pey­gamberi ve kitabın bazı ayetlerini inkâr eder (örter). Öyleyse onun örtmesi iki türlüdür: Birincisi, küfrünün Allah Teâlâ katından gelen şeylerle ilgili olmasıdır. Bu durum, müşrikin Allah Teâlâ’nın birliğini inkârına benzer. Diğer tarz ise, Allah Teâlâ’nın peygamberini ve onun Allah Teâlâ katından gelmiş olduğunu bildiği halde, başkanlık sevdasıyla, bunu sıradan insanlardan ve kendisine uyan kimselerden gizlemektir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in Kayser’e yazdığı mektubunda söylediği, ‘yüz çevirirsen, sana uyanların günahı da senin üzerindedir’ ifadesiyle kast ettiği durum budur. Burada kast edi­len hükümdara uyan kimselerdir.

Bilmelisin ki, ‘ey5 diye çağırma ve nida etme, çağrıldığı halden uzaklığı bildirir. Kendisini çağıran, o hal nedeniyle kendisini çağırmak­tadır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Ey iman edenler, iman ediniz!™ Böyle demesinin nedeni, kendisine iman etmeye çağrıldıkları şeyden uzaklık­larıdır. Bu nedenle Allah Teâlâ onlara nida etmiştir. O esnada çağrıldıkları hal ile nitelenmiş olsalar, bu kez uzaklık, onların hakkında gelecek zamanla ilgili olurdu. Başka bir ifadeyle, gelecekte de dinin sizin adınıza beğen­diği bu halde sebat ve ısrar ediniz. Nitekim Hz. Yakub, oğullarına şöyle der: Ancak ‘Müslümanlar olarak ölünüz.’89 Yani onlar şu anda Müslümanlardır. Babaları ise, kendilerine gelecekte de İslam üzere kalmak için ısrar etmeyi emretmektedir. Gelecek, şimdiki zamandan uzaktır. Öyleyse ünleme ve nida, şimdiki anda bulunan bir şeyin gelecekte de sürmesi için yapılır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Ey iman edenler, sözleri­nize uyunuz-’90 Onlar, şimdiki halde, iman sözleşmesine bağlı idiler, çünkü Allah Teâlâ kendilerini ‘iman’ sahibi olmakla nitelemiştir. Böylelikle burada uzaklık, kendisini her ne zaman kabul ederlerse kabul ettikleri sözleşmelerdedir.

Bilmelisin ki, Hakkın nidası, mümini, kâfiri, itaatkârı, günahkârı, ruhları ve ruhanîleri içeren genel nidadır. Nida ise ancak ilahi isimler­den olabilir. Bir ilahi isim, kendisinde başka bir ilahi ismin hükmünün bulunduğu bir kimseye nida eder. Bu çağırma, söz konusu ismin hü­küm süresinin bittiğini bildiğinde olabilir. Böylelikle kendisini çağıran isim, (hükmü biten ismin ardından) o kişiyi (hükmü altına) alır. Dünya ve ahirette böyle devam eder. Allah Teâlâ’dan başka herkes, çağrılandır ve bir ilahi isim, kendisine ulaştırmak istediği kevnî bir hal nedeniyle onu ça­ğırır. Çağrıya olumlu karşılık veren kişi itaatkâr diye isimlendirilir ve Mutlu olur. Olumlu karşılık vermeyen ise, günahkâr diye isimlendirilir ve bedbaht olur. Birisi şöyle iddia edebilir: Çağrı ilahi bir isimden olup da âlem zayıflığına ve ilahi iktidarın etkisi altında bulunmasına rağmen nasıl olur da bu çağrıya olumsuz karşılık verebilir? Şöyle deriz: Bir var­lığın çağrıya olumlu karşılık vermekten sarf-ı nazar etmesi, onun kendi­liğinden ve hakikatinden kaynaklanmaz. Çünkü (bu yönüyle) varlık sü­rekli olarak ezilmiştir. Fakat bir ismin kahrı altında olduğunda, söz ko­nusu isim, kendisini çağıran isme karşılık vermesine müsaade etmez. Öyleyse çatışma, ilahi isimler arasında gerçekleşmektedir ve onlar bir­birlerine denktir. Hüküm ise, ‘mülkün sahibine aittir ve o ise, diğer is­min nida vaktinde, yetki sahibi olan isimdir. Bu nedenle hal için o daha güçlü olmuştur. Şöyle diyebilirsin: Öyleyse kul direndiğinde niçin ceza­landırılır? Çünkü o direnmeyi kendisi adına sahiplenmiş, fakat hükmü altında bulunduğu ilahi isme onu izafe etmemiştir. Şöyle diyebilirsin: İş bakidir! Çünkü varlık ancak bir ilahi ismin etkisi altında olduğu için (yeni ismin çağrısına karşı) direnmiştir. Bu çağrılan isme karşı direnme onda gerçekleşmiştir. Şöyle deriz: Haklısın! Fakat o kişi bunu bilme­mektedir ve bilgisizliğinden dolayı cezalandırılmıştır. Çünkü bilgisizlik onun kendisinden kaynaklanır. Şöyle diyebilirsin: Bu bilgisizlik de üze­rinde hüküm sahibi olan ilahi isimden kaynaklanmaz mı? Deriz ki: Bil­gisizlik, var olan değil, var olmayan bir durumdur. İlahi isimler ise, yokluğu değil, varlığı verir. Öyleyse çağrılan için yokluk, onun kendin­den kaynaklanır. Bilgisizlik (cehalet), bilginin olmayışı demektir. Böyle­likle itiraz eden kimse, neye itiraz ettiğini bilmez. İlahi isimler ise, sade­ce varlığı verir ve dolayısıyla zikrettiğimiz zorunluluk ortaya çıkmaz. Böylece zikrettiğimiz hususla bu kişinin itirazı ortadan kalkar.

Nida ve ünlemenin genel olduğunu belirttik. Öyleyse nida eden de genele (nida eder). Fakat Hakkın nidası, ancak kendisinde kulun muduluğunun bulunduğu şeye çağrı tarzında olabilir. Kulun bedbahtlığına yol açacak şeye çağırma ise, Hakkın nidası değildir. Nida, kelam niteliğindendir. Öyleyse kulun yaptığı her fiil, iki duruma ayrılır: Birincisi kulun mutluluğunun bulunduğu fiildir. Bu, Hakkın nidasının kendisine bitiştiği kısımdır. İkincisi ise, kulun mutiuluğunun kendisine bitişmedi­ği fiildir. Dolayısıyla bu ikinci kısım fiil, hakkın nidasından meydana gelmez. Fakat o da Hakkın iradesinden ve yaratmasından kaynaklanır. Hâlbuki nidasından ve şeriatının emrinden kaynaklanmaz. Böyle bir fi­ilden muduluğun dışlanması iki tarzda gerçekleşir: Birincisi, kendisine muduluk veya bedbahdığm bitişmediği fiildir. İkinci kısım ise, kendisi­ne bedbahtlığın bitiştiği fiildir. Bedbahdığm kendisine bitiştiği fiil ise, iki kısma ayrılır: Birinci kısım, sonsuza değin bedbahdığm kendisine bi­tiştiği kısımdır. Bu kısım, şirk bedbahdığıdır. ikinci kısım ise, bedbaht­lığın sonsuza değin bitişmediği kısımdır. Bu kısım, şirk olmayan veya Hakkın nidasının hiçbir şekilde bulunmadığı fiildir.

Bu menzil, nida menzilidir, fiiller menzili değildir. Allah Teâlâ izin verir­se, fiiller menzili de daha sonra gelecektir. Bazı ârifler için bu ve kardeşi olan menziller, fiiller menziline benzer. Bunun nedeni, nidayı fiillerde görmesidir. Bu noktada menzil tek değildir. Aksine nidanın bir menzili olduğu kadar fiilin de bir menzili vardır.

AÇIKLAMA

Nida Harflerinin Anlamları

Bilmelisin ki, nida, mertebe mertebedir: Her mertebenin belli bir edatı vardır. Buna göre edatlar, hemze (e), ya (ey), heyya (haydi), ey gibi harflerdir. Bunların mertebe bakımından en yerleşik olanı, hemze iken, en uzağı heyya edatıdır. Nidaya bazen tembih eşlik ederken bazen etmeyebilir. Nida ‘ey5 edatıyla olduğunda, belirsizdir. Dolayısıyla uyarı zorunludur. Çünkü nida, bildirmeyi amaçlar ve o çağrılanın kendisidir. Bu nedenle ‘ey3 edatına uyarı ‘he’si eşlik etmelidir (eyyu-he). Çünkü uyarı ve ikaz, bildirmek ve tarif demektir. Sonra uyarı harfini, çağrılar nmı ismi takip eder ki, -başkasının değilonun çağrıldığı anlaşılsın. Çağrılanın ismi eksik olabilir. Söz geüşi ‘ellezi’ ismimevsulu isim ola­bilir. Bu durumda onun sılasının gelmesi gerekir. Sıla, maksadın anla­şılması için, ellezi (ki o) edatını tamamlamak üzere onun nitelenmesi­dir. Bu sıla ile kendisine bağlandığı kimse arasında irtibatın bulunması da zorunludur. Bu sayede bu nidayla amaçlanan kişinin o olduğu öğre­nilir. Nida edatından sonra eksik bir isim gelmezse, zikrettiğimiz şeye gerek olmaz ve şöyle denilir: ‘Ya eyyühe’n-nâsü (ey insanlar).’ Nidaya ‘ey* bitişmediğinde ise, nida çağrılanın ismine bitişir. Bazen çağrılan nekre (belirsiz isim) olabilir. Buna örnek olarak şu ayeti verebiliriz: ‘Ya hasreten ale’l-ibad (kullara yazık olsun).m Bunun anlamı, ‘ey şaşılacak’ demektir. Şair şöyle der:

Şu afete şaşılır (ya acaba)

Felaketle yüzleri gülecek mi?

Bazen çağrılan ve nida edilen kimse, belirli olabilir. Buna örnek olarak ‘Ey dağlar! Onunla...’92 ayetini verebiliriz. Nidadan sonra gelen ‘ma’, ya lafız veya mana yoluyla, ancak mansup olarak gelebilir. Bu ne­denle mansup ile ‘ve kuş93 kelimesine atıf yapılmıştır. Burada ‘ve kuş94 kelimesinin yerinde nasp olarak atıf yapılmıştır. Burada kelime merfu olsa bile, bunun nedeni belli vakitlerde lafzın dikkate alınmış olmasıdır. Bu nedenle ‘ve’t-tayru’ şeklinde merfu da okunmuştur. Bu fasıllardan her birinin ilahi hakikatleri vardır. Uzatmaya yol açmasaydı, onları fasıl be asıl zikrederdik. Bu nedenle onları ariflerden sözlerimizi öğrenecek kimseler için nida menzilinin içermiş olduğu ilahi anlamlar için bir uya­rı olarak bıraktık. Aynı zamanda âlemin parçalarının birbiriyle irtibatlı olduğuna dikkat çekmek amacı taşır. Bu irtibat, anlamların kelimelere bağlanmasına ve onlarla irtibadı olmasına benzer. Genellikle ‘vav’ harfi­ni nida edatlarından yapmışlardır. Fakat özel bir hal nedeniyle özel bir Hakk tahsis etmişlerdir. Diğer edatlar ise öyle değildir. Böylelikle onu ağıta tahsis etmişler ve kendisiyle ölüyü çağırmışlardır: ‘vâ-cebelahu! vâ senedahu!’ gibi. Melek ölüye azap eder ve ‘şöyle idin’ diyerek bulundu­ğu yerde onu sıkıştırır. Şöyle derler: ‘vâ-Zeydahu, vâ-sultanahu.’ Bu ni­dada, sekte ‘he’sinin kelimenin sonuna getirilmesi gerekir. Çünkü bu nidada, kendisinden sonra bir şeyin söylenmemesi şartı yoktur. Bu ne­denle sekte he’si getirilir ve onunla yetinilerek şöyle denilir: ‘vâCebelahu, vâ-hazenahu!’ Başka bir şeye gerek yoktur. ‘Ey Zeyd’ dedi­ğinde ve ağıt nidasından başka bir nida harfiyle kendisini çağırdığında, onu çağırmanı gerektiren sebebi de zikretmen gerekir ve bunun için şöyle dersin: ‘Ey dağlar! Onunla...’95 ‘Ey iman edenler, sözlerinizi yerine getirin.’96 ‘Ey insanlar, takva sahibi olun.’97 Öyleyse sekte ‘he’si ancak ağıt nidasında getirilir.

Düşmüş nidaya gelirsek, bu tarz nida ile sözü kolaylaştırmayı kas­tederler. Bu sayede, hazfedilen kelime sayesinde, kendisini süratle mak­sada ulaştırmak için çağrılanın işi kolaylaştırılır. Çünkü terhim (kelime­nin düşülmesi), kolaylaştırma demektir. Güzel maşuku nitelerken söy­lenen, ‘rahimü’d-delal’ bu ifadeden türetilmiştir. Yani, o kolaydır. Ko­laylaştırılan için terhim, çağrılanın isminin sonunun düşülmesidir. Adı Haris olan birisine şöyle nida edersin: Haru, gel! Kolaylaştırma amacıy­la kelimenin son harfi düşülmüştür.

Bilinmelidir ki isimler ve isimlerin isimleri, iki kısımdır: İrablı olan, mebni olan. Amillerin başına gelmesiyle son harfi değişen isme irablı isim denilir. Irab, değiştirmek demektir. Şöyle denilir: ‘A’rabat mi‘detü’r-racül (adamın midesi değişti). Bazen bu isim bir halden bir Hakk değişmeyi anlatır. Bu, irablı diye isimlendirilmesi yönüyle kelime­nin kökeninin bazı yönleridir. Mebni ise, lafzının tek bir nitelik üzerin­de kaldığı her fiil ismi veya diğer kelimelerdir. İrablı da değişmeyi sağ­layan amiller bu kelimenin başına geldiklerinde bir etki yapmazlar. Bu nedenle de, bina kelimesinden türetilerek, değişmeyi kabul etmediği ve sabit olduğu için ‘mebni’ diye isimlendirilmişlerdir. Mebniliğin zat ol­ması yönünden ve sürekli olarak ilahlığın O’nun adına sabit olması yö­nünden İlah’a ait sübûtî nitelikte bir yönü vardır. İrablı olan ise, ilahi mârifederde ‘her gün O bir iştedir™ ayetiyle irtibatlıdır. Bu konuda başka bir ayet ise ‘sizin de hesabınızı ele alacağız599 ayetidir. İşte bu, mebni ile irablı arasındaki farktır. İsmin son harfi düştüğünde, irabı kelimenin ka­lan son harfine geçer. Şöyle dersin: ‘Ya Haru (harisü)’. Burada ra harfi daha önce kesre iken, düşen harfin harekesi kendisine geçmiş ve ötreli okunmuştur. Bu sayede dinleyici, isimden bir harfin düştüğünü anlar. Çağrılan kişi de, ismi Haris ise kendi adının çağrıldığını bilir. Belki de ‘se’ düştüğünde, ‘ben değilim’ diyecektir. Se harfinin harekesi (ötre) ra harfine aktarıldığında ise, kast edilenin kendisi olduğunu anlayacaktır. Aynı şekilde, kul ilahi bir isimle çağrıldığında, belki de içinden bu isme layık olduğunu düşünecektir. Böylelikle onun kulluk niteliği, kulun kendisiyle çağrıldığı bu isme geçecektir. Böylelikle kul, kast edilenin kul olması yönünden kendisi olduğunu anlar. Çünkü nitelik kendisine eşlik etmektedir. Bu durum, (hareke) aktarıldığında böyledir. İsmin düşen harfinin harekesi kalan harfe aktarılmadığında ve bulunduğu hal üzere bırakıldığında ise, bu durumda başka bir kasıt vardır. Bu, herhangi bir yaratılmışın başka bir yaratılmışta etkisi olmasın diye, her hakkı kendi hakikati üzerinde bırakmak demektir. Bu sayede, ihsan sadece Allah Teâlâ’ya ait kalsın diye, herhangi bir yaratılmışın başkası üzerinde bir ihsanı (hilat) olmasın istenir. Çünkü (Harisu ismindeki se harfinin) ötresi, onun elbisesi demektir. Kolaylaştırma yöntemi gereği, bu hareke ra harfine verildiğinde ise, bir varlık başka bir varlığa giysisini vermiş demektir. Belki de hilat verilen harf, kendisine kulluk ve onu övmek için bunu ona vermiştir. Gerçekte elbise, se harfine değil, konuşan ve çağıran kimseye aittir. Öyleyse nida eden, varlığını ortadan kaldırdığında, daha önce se harfine ait olan ötreyi ra harfine vermiştir. Bu durum, vefat et­mesiyle kutupluk ve imamlık hilatinin o makama yerleşen kimseye ve­rilmesine benzer. Burada da, o kişiyi bu makama yerleştiren, Allah Teâlâ’dır, yoksa vefat etmiş olan imam değildir!

Böylelikle bu menzilde bildiğimiz bazı sırları sana açıklamış olduk. Bu sayede, talibin dikkatini -Allah Teâlâ’nın izniylemenzilin içerdiklerine çekmiş olduk. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’

Muhammedî Makamdan, Havuz Menzili ve Sırlarının Bilinmesi

Havuz suyun kirle nitelenme menzili Bunlar beşere özgü ilimlerdir

Kaynakta su duru, kir yok onda Kuyu içindeki kirleri izhar eder durur

Bulanıklığın nedeni fikrin neticesi olmak Aradığın bilgi, fikrin ulaşamadığı olsun

Hayal ona gelince onu fikir ile sınırlar Cesetler ve suretler âleminde

Fikir onların suretlerinden, bazen duru yapar Fakat zarardan da masum değil

O’nu fikirle değil zikirle ara, elde edersin ‘Başka’nın şaibesinden saf ve münezzeh olarak

Ey samimi dost, Allah Teâlâ senin basiretini nurlandırsın ve gidişatını güzelleştirsin! Bilmelisin ki, bilgiler iki kısma ayrılır: Bir kısmı verili ilimlerdir. Bu kısım, ‘üzerlerinden yiyecekler00 ayetinde belirtilir. Bun­lar, ‘Allah Teâlâ’dan korkun, O size öğretir’101 ayetinde belirtildiği gibi, takvanın neticesi olan ilimlerdir. Başka bir ayette ise ‘Allah Teâlâ’dan korkarsanız, sizin için bir furkan yaratır102 buyrulmuştur. Başka bir ayette ise ‘Rahman, Kuran’ı öğretti103 denilir. Bilgilerin bir kısmı ise kazanılmıştır. ‘Ayakları­nın altından yerlerdi104 ayetinde de bu tür ilimlere işaret vardır. Burada Allah Teâlâ, onların çalışmasına, gayretine işaret etmektedir. Söz konusu kim­seler, ölçülü giden kimselerdir. ‘Ayaklarının’ kelimesindeki zamiri, ‘üzerlerinden yiyen105 kimselere döner. Onlar, Allah Teâlâ’nın kitabının ve ‘ken­dilerine indirilen şeylerin106 (hükümlerini) uygulayanlardır. Onlar, iyilik­lere koşan kimselerdir. ‘Onlar iyiliklere koşanlar dır.’107 Bu bağlamda bir kısmı iyiliklere koşar, bir kısmı, eğrilmişken kitabı doğrultur. Çünkü

daha önce doğru iken bilginlerin tevili onu eğriltebilir. Böylece Allah Teâlâ’nın razı olduğu işleri yerine getirme imkânı verdiği birisi gelir ve kitabı doğrultur. Başka bir ifadeyle, tevilinden ve fikir gücüyle kitap üzerinde çalışmaktan onu uzak tutar. Böyle birisi, Rabbine ibadetini yerine geti­rir, kitabm içerdiği sözlerdeki muradını ve maddelerden soyut anlamla­rın bilgisini Allah Teâlâ’dan öğrenmek ister. Allah Teâlâ da katışıksız bir bilgi kendi­sine verir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Onun tevilini ancak Allah Teâlâ ve bilgide derinleşmiş olanlar bilir.,m Allah Teâlâ onlara bu indirilmiş ve işaretlenmiş aye­tin tevilinin ne olduğunu ve ona yerleştirmiş olduğu anlamlan -fikir gü­cünü kullanmaksızınöğretir. Çünkü fikir gücü, kimse adına, hatadan korunmuş değildir. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘Bilgide derinleşenler... Rabbimiz kalbimizi saptırma, derler5109 buyurdu. Yani indirdiğin ayeder hakkında fikir gücüyle saptırma. ‘Bize hidayet ettikten sonra.,U0 Bize indirilenlerin bilgisini senden aldıktan sonra, ‘bize senin katından rahmet ver, sen elVehhab’sın.ml Böylelikle Allah Teâlâ’dan -kazanım yoluyla değilvergi ve bağış yoluyla bilgi isterler. Bu nedenle zamirin üzerlerinden yiyenlere döndü­ğünü belirttik. Allah Teâlâ ‘ayaklarının altından da’ der. Bunlar bir ümmettir. Bir kısmı, dengeli gidenlerdir. Onlar, (bilgiyi elde etmek için) çalışan­lardır. Başka bir ifadeyle onlar, Allah Teâlâ’nın kitabını tevil eden ve kendisine inmiş olduğu amel ile doğrultmayanlardır. Söz konusu kimseler, onu alırken edepli davranmazlar. Bunlar iki kısma ayrılır: Az bir kısmı, bu konuda dengelidir. Bu kısım, Hakka yakın olan gruptur. Bu kesim, te­vilinde -kesin olarak değilmuvafakat yoluyla hakikate ulaşabilir. Çün­kü Allah Teâlâ’nın indirdiği bir vahiyde neyi kast ettiği tam olarak ancak vehbi yoldan öğrenilebilir. Vehbi yol, Hakkın kulun sırrma -ki sır Hakk ile ku­lu arasındadırkendisiyle konuştuğu ilahi bildirim yoludur. Bu konuda ölçülü olmayıp da tevilde derinleşenler vardır. Öyle ki, indirilmiş lafız ile anlam arasında hiçbir ilişki bırakmayacak Hakk gelir. Ya da lafzı teş­bih anlamıyla benimser ve bu konunun bilgisini Allah Teâlâ’ya bırakmaz. Bun­lar, haklarmda Allah Teâlâ’nın ‘Onların çoğu ise... ne kötüdür yaptıkları’"2 dediği kimselerdir. Bundan daha büyük bir kötülük olabilir mi? Bunlar, ikinci kısımdır:

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem -ki o getirdiğiyle birlikte bize rahmet olarak gön­derilmiştirbu durumu görüp de çoğunluğa bu rahmetin ulaşmadığım da görmüştür. Bunun nedeni ise, onların iki yolda tevile kalkışmış ol­malarıdır. Bunlar, teşbih veya lafzın anlamından büsbütün uzaklaşmış tevildir. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem tebliğ edip etmemede hayrete düşmüş ve şunu öğrenene kadar çekinmiştir: Acaba Rabbi bunu kendi­sine farz kılmış mıdır, yoksa kılmamış mıdır? Bunun üzerine Allah Teâlâ şu ayeti indirmiştir: ‘Ey peygamber! Sen Rabbinden sana indirilmiş olanı tebliğ et.m3 Ona şöyle denilmiştir: ‘Senin görevin ancak tebliğ etmektir.’11* Başka bir ayette ise ‘Onları hidayete erdirmek senin işin değildir115 denilir. Başka bir ifadeyle onlardan meydana gelecek iyilik veya kötülükte peygambe­rin görevi insanları hidayete erdirmek değildir. Başka bir ayette kendi­sine şöyle denilmiştir: ‘Sen sevdiklerine hidayet edemezsin, fakat Allah Teâlâ di­lediğine hidayet eder.’116 Böylelikle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şunu öğrenmiştir: Ondan istenilen şey, sadece tebliğ etmesidir. Bunun üzerine tebliğ et­miş, tebliğ etmesi emredilenlerden hiçbir şeyi kesinlikle gizlememiştir. Çünkü peygamber, Rabbinden aktardığı ve kendisine tebliğ etmesi em­redilen hususları bildirirken kesinlikle masum ve korunmuştur. Kendi­sine özgü olan hususlar ise, kendi düşüncesine kalmıştır. Öyleyse ayetin anlamı -(işârî yorumla değil) tefsir olarakşöyle olmalıdır: ‘Ve ayakları­nın altından...’ Bazı ümmeder vardır onların bir kısmı ölçülüdür. Ço­ğunun yaptığı ise ne kötüdür. Bu nedenle Allah Teâlâ peygamberine şöyle demiştir: ‘Yeryüzündeki kimselerin çoğuna uyarsan, seni Allah Teâlâ’nın yolundan saptırırlar.’117 Başka bir ayette ise şöyle denilir: ‘Onların bilgisi pek az­dır.’11*

Binaenaleyh bilgilerin en üstünü kulun vehbi yoldan elde ettiğidir. Gerçi bu tarz bilgiyi, verildiği kimsenin istidadı meşru ve temiz amel­lerle bezenmesiyle talep eder. Fakat bu durum bu tarz bilginin gerçek­leşmesinde bir şart değildir ve bu nedenle bu bilgi çalışmanın etkisin­den uzaktır. Çünkü bazı nebiler, nebiliği kabul etmek için istidadı ol­malarını sağlayan meşru bir amele sahip değilken, nebi olmuşlardır. Ba­zıları ise, meşru bir amele sahipti ve bu durum istidadın ta kendisidir. Belki de bilgisi olmayan insan şöyle zannedecektir: İstidat olmasaydı, nebilik gerçekleşmeyecekti. Bu durumda nebiliğin kazanılan bir şey ol­duğunu zannedecektir. Hâlbuki nebilik, gerçekte, ilahi bir tahsistir. Allah Teâlâ onu dilediği kullarına verir. Verdiği kişinin şeriat hakkında veya başka bir konuda bilgisi olmayabilir. Söz konusu kişi, kim olduğunu ve gerçekte durumu bilmeyebilir. İstidat bu bilgiyi meydana getirseydi, hiç kuşkusuz bu durum nebilerde bulunurdu. Hâlbuki iş böyle gerçekleş­memiştir. Çünkü nebilik, kazanılmış değildir ve bu konuda Allah Teâlâ ehlin­den olan keşif sahipleri arasında bir görüş ayrılığı yoktur. Bununla bir­likte fikir mensubu akılcılar arasında görüş ayrılığı vardır. Bu durum bize göre fikir gücünün bazen doğruya ulaştırırken bazen yanılttığı hakkındaki en güçlü delilimizdir. Fakat bu gücün hatası, doğrusundan daha fazladır. Çünkü onun kendisinde durduğu bir sınırı vardır. Öyley­se fikir gücü her ne zaman kendi sınırında durursa, zorunlu olarak isa­bet ederken sınırını aşarak bazı kullara verilmiş olan başka bir gücün alanına taştığında, bazen hata ederken bazen isabet edebilir. Allah Teâlâ bizi ve sizi fikir gücünün yanılgılarından korusun. Bizi ihsanıyla zikreden ve zikredilenlerden etsin. O’ndan başka Rab yoktıfr.

Biraz önce zikrettiğimiz hususla ilgili bir şiirimiz vardır. Bu şiiri al­tı yüz bir senesinde Musul şehrinden bir kardeşime yazmıştım. Şiir, nebiliğin Allah Teâlâ’nın bir tahsisi -ki bu nedenle ona kir bulaşmazolduğuyla ilgilidir.

Dikkat ediniz, resullük berzah âleminden Sahibi yumuşaklığa muhtaç değildir

Yapısı güçlerini verdiğinde Oğulları kendisini güçleriyle algılar

Tahsis onun niteliğidir Eşariler de buna delil bulmuş

' Hakikat bu, gizli değil

Felsefe kitaplarının ne dediğini bir yana bırak

Bu uzun bir şiirdir. Fakat konumuzla ilgili hususları özededik. Bi­linmelidir ki, kirlerin zuhur nedeni, suyun yerleşmesi ve kendi yerinin ve mevzisinin dışında bir yerde hareketin verdiği (yorgunluktan) din­lenmek istemesidir. Bu nedenle bu durumu havuz ile ilgili olarak yaz­dık. Çünkü havuzda su yerleşir ve dinginleşir. Daha önce bunu bir ga­zelin nesib bölümünde söylemiştik. Sevilenin kendiliğindeki nezihliğini niteliyordum.

Yad ettiğim herkes yola çıktı Beşer mertebelerinden taşınarak


Salığı katışır korkusuyla Havuzdaki kirle

Burada şunu anlatmak istedim: Bu nitelikteki birisi âşık olduğun­da, maşuk onun üzerinde hüküm sahibidir. Onu kendisine çeker, elbi­selerinden ona giydirir. Böylelikle, sevilen bilgi ise, onu doğa âleminin gerektirmiş olduğu benzerlik (kuşku) kirlerinden temizler. Sevilen amel ise, onu kuşkululardan ve haram kirlerinden temizler. Ya da sevilen maddelerden soyut ruh ise, doğal şehvetlerden temizler. Sevilen melek ise, beşeri arzulardan temizler. Fakat sevilen Allah Teâlâ ise, seveni Allah Teâlâ’nın dışındaki her şeyden temizler. Öyleyse dürüst âşık, sevgilinin niteliğine intikal eden kimsedir, yoksa sevgilisini kendi niteliğine indiren kimse değildir. Bakınız! Hakk bizi sevdiğinde, bize uygun olan ve şanı yüce Hakkın kendilerinden münezzeh olduğu gizli lütuflarıyla bize inmiştir. Bu bağlamda Hakk, kendisiyle konuşmayı arzulayarak evine gittiğimizde bizden dolayı sevinmiştir. Kendisinden yüz çevirme halinden sonra, tövbe etmemiz ve kendisine dönmemiz nedeniyle ‘ferahlar.’ Delikanlıda delikanlılık taşkınlığı olmayışı nedeniyle de -ki o delikanlılığının otori­tesinin hükmü altındadırşaşkınlıkla nitelenir. Bununla birlikte delikan­lıda taşkınlığın olmayışı, Allah Teâlâ’nın kendisini razı olduğu işlere ulaştırma­sından kaynaklanır. Acıktığımızda, susuz kaldığımızda ve hastalandığı­mızda ise bizim yerimizi almıştır. Allah Teâlâ, bir kulu acıktığında kendisini evimize gelen konuk yerine koymuştur. Bu nedenle diğer kullara Allah Teâlâ şöyle der: ‘Acıktım, beni doyurmadın.’ Başka bir kulu susadığında ise, Allah Teâlâ başka bir kuluna şöyle diyecektir: ‘Susadım, beni içirmedin.’ Baş­ka bir kulu hastalandığında ise, başka bir kuluna şöyle der: ‘Hastalan­dım, beni ziyaret etmedin.’ Bütün bu kullar bu ifadelerin anlamım ken­disine sorduklarında ise, onlara şöyle diyecektir: ‘Falan kulum hasta­lanmıştı, onu ziyaret etseydiniz, beni onun yanında bulacaktanız. Falan kulum acıkmıştı, onu doyursaydmız, onu benim katımda bulacaktınız. Falan kulum susadı, ona su verseydiniz, onu benim katımda bulacaktı­nız.’ Rivayet doğrudur. İşte Hakkın bize (ait niteliklere ve fiillere) in­miş olması, sevginin neticelerindendir. Bu nedenle şöyle dedik: Sevgide dürüstlük, sevenin sevilenin özeliğiyle nitelenmesini sağlar. Aynı şekilde Rabbini sevdiği iddiasında dürüst olan kul da, O’nun isimleriyle ahlaklamr. Bu bağlamda kul, Allah Teâlâ’dan başkasma muhtaç olmamak, Allah Teâlâ ile aziz olma, Allah Teâlâ’nın eliyle verme, Allah Teâlâ’nın gözüyle koruma özelli­ğiyle ahlaklanır. Bilginler Allah Teâlâ’nın ahlakıyla ahlaklanmayı bilirler ve bu konuda kitaplar yazmışlardır. Çünkü Allah Teâlâ’yı sevdiklerinde, kendilerine layık olduğu tarzda, O’nun nitelikleriyle nitelenmişlerdir.

Sonra konumuza dönerek şöyle deriz: ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır:119 Bilinenlerin hakikatleriyle ortaya çılup bulundukları hal üzere idrak edilmelerini sağlayan bilgi, kuşkunun bulunmadığı sahih bilgi ve tam idrak diye isimlendirilir. Bilinenin varlık veya yokluk veya olumlama veya olumsuzlama kesif veya lâtif, Rab veya merbub, harf veya mana, cisim veya ruh, bileşik veya basit veya bileşikiiğin meydana getirdiği bir şey, nispet veya nitelik veya nitelenen olması birdir. Bu zikrettiklerimizden herhangi bir şey kendi zatında bilgiye görünmeyip de başka bir surette bilgiye görünebilir. Bu bağlamda yokluk bilgi için varlık suretinde -veya bunun tersigözükebilir. Olumsuzlama ispat su­retinde -veya bunun tersigözükebilir. Latif olan kesifin suretinde -veya bunun tersigözükebilir. Rab merbubun niteliğiyle ve merbub Rabbin niteliğiyle gözükebilir. Anlamlar cisimlerin suretlerinde gözükebilir. Banlara örnek olarak, bilginin süt suretinde, dinde sebatkârlığın bağ suretinde, imanın halat suretinde, İslam’ın direk suretinde, amellerin güzel veya çirkin insanların suretlerinde gözükmesini verebiliriz. Bu du­rum, bu ise, bilgiye ilişen kirdir. Böylelikle bu durumun kendisine gö­züktüğü kimse, kendisini bu suretten surette ortaya çıkan anlama taşı­yacak ilahi bir güce muhtaçtır. Böylelikle kişi yorulur. Bunun nedeni, hayal mertebesi, temessül ve müfekkire gücüdür. Onun aslı ise, bu do­ğal cisimdir ve o bu menzilde havuz diye isimlendirilen şeydir. Bu ha­vuzun dibi, hayal hâzinesidir. Dinde yerleşmiş havuz suyunun kirliliği ise, hayalin ve tahayyülün kendi suretinden çıkartmış olduğu şeylerdir. Böylelikle bakan insan, gördüğü şey nedeniyle (gerçeği) karıştırır ve bu sureti hangi anlamın giymiş olduğunu bilemez. Bunun üzerine hayrete düşer, hiçbir zaman kesin bir kanaate ulaşamaz. Onun ulaşacağı nihai şey, ancak ‘muvafakat’ tarzıdır. Söz konusu kişi, Allah Teâlâ’nın haber vermesi olmadıkça, isabet edip etmediği hakkında da kesin bir inanca sahip de­ğildir. Nitekim Ebu Bekir bu makamda bulunduğunda, rüya tabir et­mek istemiş ve Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem de rüya tabir etmesini emretmiştir. Rü­yayı tabir ettiğinde ise, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme doğru tabir edip etmediğini sormuş, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ise şöyle demiştir: Kısmen doğru tabir ettin, kısmen yanlış.’ Hâlbuki Ebu Bekir bu tabirde neyi yanlış neyi doğru yaptığını kesin olarak öğrenememiştir. Bu nedenle şöyle dedik: ‘Böyle bir durumda doğruya ulaşan kimse, isabet ettiği hususta kesin kanaate sahip değildir.’ Bu nedenle ârifler yanılmış ve bilgiyi sadece vehbî yolla Allah Teâlâ’dan almayı kabul etmişlerdir. Bunun velilerdeki yolu, fikir değil, zikirdir. Öyleyse anlamlar soyut olarak verilir de bilinenler onlar için kendi zadarıyla suretlerinde -ki onlar da bu suretlerin hakikatleridiror­taya çıkarlarsa, maksat gerçekleşmiştir. Hakk bilinenleri onlara zikir ve bu talep esnasmda suretlerinden başka suretlerde gösterir ve onların zadarını perdelerse, (onlara) bu suretlerin ardına geçebilecekleri bir nur ve güç verilir. Ardında olan, bu suret ile amaçlanan ve bu surede sınır­lanan şeydir. Öyleyse onun müşahede ettiği, sürekli olarak anlamlardır ve maksat da onlardır. O, lafızlar ve ibareler âleminde nass veya tevili veya belirsizliği olmayan muhkem konumundadır. Diğeri ise, farklı an­lamlar taşıyabilen zâhirler konumundadır. Araştıran kimse, onlarla ko­nuşanın maksadını onlardan anlamaz.

Bilmelisin ki, bu ilimleri Allah Teâlâ kendi suretlerinden başka suretlerde kuluna verip de onlarla neyi kast ettiğini kendisine bildirirse, (öğrendi­ği) suretten o şeyin hakikatini de öğrenmiş olur. Çünkü o suyu idrak etmiştir ve havuzun dibinde bulunan ve suya karışan kiri de idrak et­miştir. Bakanın gözünde o kirin renginin bulunması gerekir. Bu renk, sarı veya kırmızı veya herhangi bir renk olabilir. Böylelikle suyu kırmızı veya sarı veya diğer bir renkte görür. Bu nedenle, kendisine mârifet ve âriften sorulduğunda Cüneyd şöyle demiştir: ‘Kabın rengi içindekinin rengidir.’ Su bu rengi kabul edince, gözde renk ve renklenenden bileşik olarak bulunmuştur. Gerçekte ise başka bir şeydir. Böylelikle su bilinir ve bu rengin kabın rengi olduğu da bilinir. Her nerede gerçekleşirlerse gerçekleşsinler, ilahi tecelliler de böyledir. Arife gelirsek, ârif onları sü­rekli olarak idrak eder. Tecelli onun adına sürekli olduğu gibi onun nezdinde ayrılık da süreklidir. Böylelikle kimin tecelli ettiğini ve niçin tecelli ettiğini bilir. Nasıl tecelli ettiği sorusu(’nun cevabını bilmek) ise, âleme değil, Allah Teâlâ’ya aittir. Tecellinin keyfiyetini ne bir melek ne pey­gamber bilebilir. Çünkü bu da Hakkın özelliklerinden biridir. Çünkü zat, gerçekte bilinmeyendir. Öyleyse O’nun mazharlardaki tecellisinin keyfiyeti de, Allah Teâlâ’nın yarattığı herhangi bir kimse tarafından bilinmez ve idrak edilmez. İşte bu, başkasını meydana getirmeyen bilgidir ve nesli kesilmiştir, ardı yoktur. Bunun dışındaki bilgiler ise, bazen incelendiklerindebaşka bir bilgiyi meydana getirebilirler. Ancak da böyle olabilir ve yaygın olan budur, hatta insanların elindeki bilgidir. Çünkü öncülleri ve onlardan sonuç verenler ile vermeyenleri, öncüller arasındaki orta terimi bilmen gerekir. Bunu öğrendikten sonra, bu özel bileşimin verdiği bilgiyi öğrenebilirsin. Bilgilerde meydana gelen bu durum, cardı ve bitkderde gerçekleşen üremenin (tenasül) benzeridir. Başka bir ifadeyle bu, anlamların üremesidir. Bu nedenle anlamlar be­densel suretleri kabul etmiştir. Çünkü cisimler, üreme yeridir.

Şöyle diyebilirsin: Bdgderden meydana gelen şey, netice vermez. Öyleyse onun suretleri kabul etmemesi gerekir. Şöyle deriz: O sureti kendisini meydana getiren bir öncülün neticesi olmak yönünden kabul etmiştir. Kendüiğinde ise, sonuçsuzdur ve kesinlikle netice vermez. Bu yönüyle o, bir başkasından doğmuş olsa bde, kendisi bir şey doğurma­yan kısır hayvana benzer. Çünkü o, kısır olmasını gerektiren bir nitelik­tedir. Bu nedenle Hakk, kendisini her iki durumdan tenzih etmek üzere, şöyle buyurmuştur: ‘Doğurmadı ve doğrulmadı.’120 Bu zatın tenzihidir. Zat ise herhangi bir şeyle ilgili olmadığı gibi herhangi bir şey de kendi­sine ilişmez. Netice ise, ancak mertebede ortaya çıkmış ve var olmuştur. Rab merbubu talep etmiş, kadir güç yetirileni talep etmiştir. Şöyle di­yebilirsin: ‘Doğurmadı ve doğrulmadı121 ayetinde durum belirttiğim gibi ise, mazharlar olmamalıdır. Halbuki onlar, mevcuttur. Ne diyeceksin?’ Şöyle deriz: Mazharlar, zata değil, mertebeye aittir. Öyleyse Allah Teâlâ’ya an­cak dah olması yönünden ibadet edilir ve isimleriyle ahlaklandır. İsimle­riyle ahlaklanmak, O’na ibadet etmek demektir. Mazharlarmda ve mazharlarından ise, O, ancak dah olarak anlaşdır. Bunu bilmelisin! Mazharları zat, ‘zat5 olmak yönünden izhar etmiş ise, bilmişlerdir. Bilmişler ise, onu ihata etmişlerdir, ihata etmiş iseler, zat sınırlanmış, sınırlanmış ise, münhasır olmuş, münhasır olmuş ise, sahiplenilmiş ve mülk olmuştur. Hakkın zatı ise böyle bir şeyden münezzeh ve mütealdir. Böylelikle şu­nu öğrendik: Mazharın kendisiyle ilgili olması yönüyle bilinebüecek zat ile bu mazharlar arasında bilginin herhangi bir nispeti yoktur. Allah Teâlâ’yı bdenlerin nefislerinde böyle bir bilgi gerçekleşmeyince -ki Allah Teâlâ bundan münezzehtir-, zatın bu mazharlarla dişkisinin bdinmesi daha da güçtür. Şöyle diyebilirsin: Nispet tektir, fakat iki yönü vardır. Zat cihetinden bir yönü, niazhar cihetinden bir yönü. Şöyle deriz: İki göreli arasındaki nispetin tek olduğu hususunda gerçek, zannettiğin gibi değildir. Çünkü çocuğun babayla olan ilişkisi* oğulluk ilişkisidir ve oğulluk edilgenliktir. Babanın oğulla ilişkisi ise, babalıktır ve o etkinlik nispetidir. Edilgen nerede, etken nerede? Öyleyse nispet tek olmadığı gibi iki ucu da yok­tur. Çünkü nispet, bölünmeyi kabul etmez. Kast ettiğim bu özel nispet­tir. Bu, kendi hayalinde (aklınla değil) nispete ait saydığın yöndür. Bu yön, senin zikrettiğin yöndür. Çünkü bir şey için olan iki yön, o şeyin bölünmesini ifade eder. Anlam ise bölünmez, çünkü bileşik değildir. Havuzlara benzetilen bu bilginin meydana getirdiği, Hakkın sadır (gö­ğüs) yönünden konuşmasından ibarettir. O, sana kullarına çıkmanı em­rettiğinde, Hakkın seninle sadrında konuşmasıdır. Allah Teâlâ, peygamber isen tebliğ etmek, varisi isen sabit durmak üzere kullarına çıkmayı em­reder. O’ndan sana dönük bu münacat, ancak sende meydana gelebilir, başkasmda değil. Öyleyse sen kendinden O’nu tanırsın, başkasından değil! Çünkü sen, en yakın perdesin ve O’nun üzerine çekilmiş örtüsün. Örtü ve perde olman bakımından O’nu sınırlarsın. Öyleyse O’nu bu mertebede bilmen, O’nu bilmekten acizliğin ta kendisidir. İstersen ‘O’nu bilmemek’ de diyebilirsin. Burada bilgisizlik derken bilginin ol­mayışı kast etmekteyiz. Başka ise, sana göre, daha uzak perdedir. Çün­kü Allah Teâlâ kendisini ancak sana yakın olmakla nitelemiştir. Aynı şekilde, Hakkın başkaya yakınlığı da, o başkanın sana yakınlığı gibidir. Böyle­likle onun sana yakınlıkla nitelenmesi, kendisini senden bilmeyi kast et­tiğinde, senden başkasına kıyasla daha uzaktır. Nitekim sen de başka­sından O’nu bilmek istediğinde aynı durumdasın. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Biz ona şah damarından daha yakınız122 Burada Allah Teâlâ, eşyaya yakınlığını dile getirmiş, eşyaya yakınlığının keyfiyetinin bilinebilmesini ise reddetmiştir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Biz ona sizden daha yakınız, fakat siz görmezsiniz123 Bu ifade, kalp ve baş gözünü içerecek şekilde geneldir. Gözün idraki içte (bâtm) gerçekleşmesi, basiret diye isimlen­dirilir. Bu esnada zat tek iken mertebeler değişmiştir. Böylelikle görme duyulurun görülmesinde ‘basar (baş göz)’ diye isimlendirilirken anlam­ların idrak edilmesinde ise basiret diye isimlendirilir. Her ikisinde de id­rak eden, aynı kişidir.

Ahiret diyarındaki havuzda içenlerin sayısı kadar pek çok kâse bu­lunacaktır. Kaptaki su ise, şekil ve renk yönünden kabın suretine göre­dir. Buradan kesin olarak şunu öğrendik: Allah Teâlâ’yı bilmemiz, kendi isti­dadın, teorik gücün ve kendinde bulunduğun duruma göre değişir. Öy­leyse iki kişi, hiçbir zaman Allah Teâlâ hakkındaki bilgide bütün yönlerden aynı noktada bir araya gelemez. Çünkü iki kişide hiçbir zaman tek bir mizaç bir araya gelmez ve bu doğru değildir. Çünkü her birinin varlığı­nın sabit olabilmesi için, her iki kişide farklılığı sağlayan bir özellik bu­lunmalıdır. Böyle olmasaydı, onların iki kişi olması mümkün olmazdı. Öyleyse herkes Hakk’tan ancak kendisini bilmiştir. Kendisine tecelli eden kimse ona yaptığı şeyi yaptığında -kuşkusuz amelinin kendisine döndü­ğü sabittir-, Allah Teâlâ’ya bu amelden herhangi bir şey ulaşmayacaktır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘İşte bunlar sizin amellerihizdir. Size döndü­rüleceklerdir. Allah Teâlâ, kendilerini sağlam yaptığınız ve asıllarma (iman ve niyet) itina gösterdiğiniz ölçüde, size amellerinizden elbiseler giydirir.’ Her kim ipek veya pamuk veya başka (kötü) bir elbise giyerse, sadece kendisini kınamalıdır. Onu giydireni değil, kendini kınamalıdır! Sen kendi elbiseni giymişsindir.

Şöyle diyebilirsin: ‘Allah Teâlâ’ya bu amelden hiçbir şey ulaşmayacaktır diye nasıl dersin?’ Hâlbuki Allah Teâlâ ‘Sizden takva Allah Teâlâ’ya ulaşır124 buyurur.’ Bilmelisin ki: Burada Hakkın katma ulaşmanın veya ulaşmamamın zik­redilmesi, yaratıkların amellerinden herhangi bir şeyin Allah Teâlâ’ya ulaşma­ması demektir. Allah Teâlâ söz konusu amellerle kendilerini yükümlü tutmuş­tur ve bu amelleri yerine getirerek onlarla süslenirler. Allah Teâlâ bu amele muhtaç değildir ve bundan dolayı sahip olmadığı bir özellik ortaya çıkmaz. Fakat takva Allah Teâlâ’ya ulaşır. Takva, size kendisini siper edinmeyi emrettiği takvanın derecelerinde ve menzillerinde O’nu siper edinmek demektir. Kuşkusuz Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: ‘Ateşten’125 sakının. Başka bir ayette ise ‘Allah Teâlâ’dan sakının126 buyrulur. Başka bir ayette ise ‘Kendini­zi ve ailenizi sakının127 denilir. Takva O’na ulaşır’ demek, Allah Teâlâ onu senden alır ve seni şereflendirmek amacıyla kendi eliyle onu sana giydi­rir demektir. Çünkü burada vasıta olmaksızın seni giydirmiştir, hâlbuki takva sahibi olmayan ise, aynı elbiseyi -Hakkın elinden olmadangiyer. Giyilen elbisenin değerli veya değersiz bir elbise olması durumu değiş­tirmez ve bu durum sana döner. Çünkü senden ancak O’na verdiğin şey sana ulaşır. Takva bunu da içerse bile, Allah Teâlâ takva sahibi olmayandan herhangi bir şey almaz. Bu nedenle, kulların takvasının ulaştığı kimse olarak kendisini nitelemiştir. Allah Teâlâ takvanın kendisine ulaşacağını be­lirtmiştir. Kurbanın kanı ve eti ise, kendisine ulaşmaz. İsabet tesadüf yoluyla -kasıtla değilgerçekleşirse, ulaşma yaratılmışa izafe edilir. Çünkü Allah Teâlâ, bilinmekten münezzehtir ye bilindiği yönden kendisine yönelinebilir. Fakat tesadüf yoluyla ulaşılabilir. Hakk ise, eşyayı tesadüf yoluyla bilmekten münezzehtir. Aksi halde eşya hakkmdaki bilgisi, te­sadüfi olurdu. Takva sahibinden takva Allah Teâlâ’ya ulaşır ve takva sahibi de Allah Teâlâ’nın önünde durur, zatını O’nun önünde kendisine yapacağı işler için teslim eder. Bu durumda Hakk, takva sahibine bilgi elbiseleri giydi­rir. Bu bilginin bir özelliği, vermenin bütün tarzlarıyla Allah Teâlâ’dan kul adına meydana gelmiş olmasıdır. Öyle ki bilgiyi alan herkes, ondan bir pay alır. Bir kısmı onu cömertlik elinden alır. Bir kısmı ise cûd elinden alır. Bir kısmı bilgiyi seha elinden alır. Bir kısmı bilgiyi minnet ve ihsan elinden alır. Ancak (kendisi muhtaç iken sahip olduğunu başkasına ve­ren anlamındaki) îsar elinden almak söz konusu değildir. Çünkü îsar’ın ilahi mertebede eli yoktur. Çünkü Allah Teâlâ muhtaç olarak vermez. Fakat ilahi isimler oluşun varlığında eserlerini ve hükümlerini görmek isteyin­ce, onların vermelerinin kendilerinden alınmasına muhtaçlıklarından kaynaklandığı zannedilir ve buradan bir îsar kokusu yayılır ki bu doğru değildir. Kuşkusuz, Allah Teâlâ’nın basiretlerini körelttiği bir grup böyle bir zanna düşmüştür. Bu nedenle ârifler, isimlerle ahlaklanırken bütün verme türleriyle nitelenmişler, fakat ‘îsar’ ile ahlaklanmamışlardır. Çün­kü onlar bu konuda emanetçilerdir. Onlar başkasmı tercih etmezler. Çünkü gerçek îsar -mecazî olan değilonların nezdinde düşünülemez. Arif ise ‘sana verdim’ demez. Çünkü iki kişi vermede iki kişi ortak ol­maz. Bu nedenle tekil gelir ve çoğul gelmez. Bu konuda çoğul, hitapta­ki genişliktir. Gerçek ise söylediğimizdir. Bu menzil hakkında konuş­mak geniş vakit ister ki bizim vaktimiz ona yetmez. ‘Allah Teâlâ doğruyu söy­ler ve doğru yola ulaştırır.’

> Havuz menzilleri ve sırları

Bilgi mertebeleri ve nurlarıdır

O öyle bir bilgidendir ki

Ezelden beri duruluğu kirlerle karışmıştır

Onun yeri dürdüğü doğadır

Dip tortularıyla birlikte ona ilişir

İKİ YÜZ YETMİŞ YEDİNCİ BÖLÜM

Musevî Makam'dan Yalanlama ve Cimriliğin Bilinmesi ve Sırları

Bilgi ikidir: suretlerdeki din ilmi Beşerde ruhlardan ortaya çıkar o

Tahkike bağlı Hakk bilgisi, onu destekler Allah Teâlâ’nın ayet ve surelere koyduğu şeyler

Bakan ve parlak her gözden Lam haberde Fe’ye bakar

Bu yedili nurların menzilleridir Beşi hunnes’tir, güneş ve aydan başka

Gayb’deki her şey onlardan zuhur eder Her menzil kendi kadrince koşar

Kitabın getirdiği nitelikler

Akıl ve fikir mecali üzerinde mukaddestir

Hiçbir şeyin benzemediği kimseyi nasıl idrak ede?

Bilgiyi duyudan ve teorik araştırmadan alan kimse

Allah Teâlâ’yı bilmek O’nu bilmemenin ta kendisi Allah Teâlâ’yı bilmemek bilginin ta kendisi, düşünün

O’ndan başka âlemde bilinen yok Ey başarısız kişi! Sınırlamaya kalkma

Zuhur sınırını aşarsa gizlenir İş de böyledir, onu incele ve düşün!

Ey samimi dost! Allah Teâlâ basiretini nurlandırsın, bilmelisin ki, (ahirette amele verilecek) karşılığı bilmek, aklın nurundan değil, iman nurundan meydana gelir. Çünkü dünya ve ahirette cezanın amelle irti­batı, iman ve keşif yoluyla öğrenilebilir. Onu ‘bilgi’, yani iman bilgisi diye isimlendirdik, çünkü iman haber verenin verdiği haberi doğrula­mak olsa bile, böyle bir şey bilgi olamaz. Çünkü varsayımsal olarak ha­ber veren verdiği haberden dönebilir ve bu durumda tasdik ortadan kalkar. Öyleyse onun iki yönü vardır: Birincisi mümin onu zorunlu ola­rak içinde bulur. Öyle ki, ondan ayrılmak istese bile, bunu başaramaz. Mümin için iman, akıl sahipleri için zorunlu bilgi gibidir. Diğer yön ise, imanın hakkında haber verilen şeyi ortaya çıkartan bir nur olması­dır. Nitekim akıl da şaz delil, daha doğrusu kâmil delilindeki ‘sahih deli­li’ vasıtasıyla delillendirileni ortaya çıkartır. Akıl delil ve burhanında zo­runlu bir bilgiye dayanmıyorsa, burhana sahip olmadığı gibi bilgisi de yoktur. İman bilgisi, zorunlu bilgidir ve varmak istediği hakikatte aklın dayanağıdır. Öyleyse insan, teorik bilgisiyle cezayı soruşturduğunda, onun bir ceza olduğunu söylemeyecektir. Ya feleğin hareketi, bu kendi­sinden kabul edenin durumuna göre, oluş ve bozuluş âleminde bu vakı­ayı gerektirmiştir. Bundan önce ise bir hareket daha vardı. Bu hareket ise, oluş ve bozuluş âlemindeki bu kabul eden için kendisinden meyda­na gelen bir durum daha gerçekleştirmişti. Böylelikle iki hareket arasın­da karşılıklı bir ilişki meydana gelmiştir. Bu ise, ya geçici bir durumla veya insanların genelinin nefislerine yerleşmiş olan vaz’î bir nedende geçekleşir. Böylelikle her kimde gerçekleşmiş ise, sonraki vakıa, ilk vakıa için ceza diye isimlendirilmiştir. Ceza denilen bu kadardır! (Ceza ile amel arasındaki) Bu bağı ise, ancak keşif ehli bilebilir. Akılcılar da bu bağı idrak edebilir, fakat onlar, bir ceza olması yönüyle değil, (ilk fiile uygun) bir fiil olması yönüyle onu idrak ederler. Bunun bir bütün ola­rak ortadan kaldırılması mümkün değildir. Akılcı kelam bilginleri, akıl­larının nuruyla onun ortadan kalkmasını mümkün görürler ve haklıdır­lar. Çünkü akıl nuru verdiği hükümlerde kendi gücünü aşamaz. İman nuru ise, bunun üzerindedir ve gücüne göre (hüküm) verir. Allah Teâlâ’nın ona yerleştirdiği şeyleri akıl şarttan soyutlanmış olarak anla­yamaz. Çünkü akıl şöyle der: ‘Bilgi bunun gerçekleşmesini takdir etmiş­se, aklen bunun olması zorunludur.’ Böylelikle akıl buraya şart sokmuş­tur. İman ise böyle değildir. Çünkü iman, herhangi bir kuşkunun bu­lunmadığı kesin keşiften (haber) verir.

Sonra, akılcılardan zikretmiş olduğumuz bir grup -ki onlar fiili ka­bul edip onun ceza olduğunu inkâr edenlerdirdünya ve ahirette bunu inkâr etmişlerdir. Dünyada onu inkâr etmelerinin nedenini söyledik.

Ahirette ise onlar iki kısma ayrılır: Bir kısmı ahirette (cezayı) iman (nu­runun) kabul ettiğinden farklı bir şekilde kabul eder. Onlar, doğal ci­simlerde tekrar dirilmeyi inkâr edenlerdir, ikinci kısım ise, ahireti bütün olarak reddedenlerdir. Onlarm cezayı kabul etmeleri beklenemez. Ahireti kabul edip de cezayı reddedenler, cennet nimetlerinden duyusal cezayı reddetmişlerdir. Ruhani cezayı ise ruhlara ait saymışlardır. Ruh­lar bedenleri yönetmekten ayrılıp doğanın esaretinden kurtuluncaya ka­dar iyi ahlaklardan, ilahi ve ruhani bilgilerden güzel bir yapı kazanmış olurlar. Bu yapı kendilerini meleklik mertebesine katar. Ruhlar doğa­dan ölüm diye isimlendirilen bir halle tamamen ayrıldıklarında ise, me­leklere katılırlar ve ebedi olarak bu hal devam eder. Bu süreklilik onlar için bu meleklik mertebesinde onların cennederinin meyvesi olujr. On­lar bu meyveyi doğal bedeni yönetirkenki zindan hayadarında devşirmişlerdi. İşte bu, şeriatta ceza diye isimlendirilen şeydir ve bundan baş­ka bir şey yoktur. Allah Teâlâ’ya ve O’nun nezdinden gelen şeylere iman eden­ler -ki onlar bizim arkadaşlarımız ve iman nuruyla amel eden aramızdan keşif sahipleridir-, bu insanlarla eğitilmiş nefisler için gerçekleşecek ru­hani ceza hakkında görüş birliğindeyizdir. Fakat doğal cisimlerde yeni­lenmenin gerçekleşmesi hususunda ise onlardan ayrılırız. Doğal cisimler ahirette keramet diyarında sürekliliklerini sağlayacak özel bir mizaca göre yeniden yaratılırlar. Öte yandan özel mizaç, giyinme, süslenme, yeme, içme, cinsel ilişkiye girme veya habis şeylerin cennet menzillerin­den kaldırılması gibi duyusal cezayı gerektirir. Cennet menzillerinden kaldırılan habis şeyler, doğadan kaynaklanan dışkılar veya kötü kokulu ruhlardan kaynaklanan şeylerdir. Bunlar, muduların hali hakkındadır. Bedbahtiara gelirsek, onlardaki yeniden yaratma da, doğal cisimlerde gerçekleşecektir. Fakat illeder nedeniyle (mizacm) yok olması ve kay­bolması özelliğinde, dünyadaki mizaca yakın bir mizaçtadır. Bu illetler, mizaçlarının varlığını ortadan kaldırır ve yeni mizaçlar yaratılır. Bunun­la birlikte azabı hisseden cevher geride kalır. Öyleyse, her ikisi de yeni­den yaratılışta ortak olsalar bile, bedbahdarın yeniden yaratılışı mudularınkine benzemez. Bedbahdarın bedbahdık yerindeki hastalıkları, son­suzdur ve (o yeri) doldurdukları sürece devam eder. Bu durum, dünya hayatında ömürleri sürecinde devam eden zamaneye benzer. Her bir grup, içinde bulundukları halin kısmen yaptıkları işlerin karşılığı oldu­ğunu bilir. Burada ‘kısmen’ dedik, çünkü cenneder üç kısımdır: Amele ceza cenneti. Miras cenneti -ki bunu iman etmiş olsaydı müşrik elde etmiş olacaktı-, bu iki gurubun dışındaki ihtisas cenneti, ihtisas cenne­tinin genel mi, yoksa Allah Teâlâ’nın kullarından seçkinlere mi ait olduğunu bilmiyorum. Dince belirlenmiş bir iyilik yapmamış olanlara (müminle­re) miras cenneti vardır. Bu cennetin onlar adına tahsis mi yoksa söyle­diğimiz tarzda mı olup olmadığını bilmiyorum. Var olmaları yönünden değil meşru olmaları yönünden, meşru amel cennetlerinde onlarm bir nasibinin bulunup bulunmadığını da bilmiyorum. Çünkü onlarm bir kısmında güzel ahlak bulunabilir. Fakat onu meşru olması yönünden yapmamıştır.

Zikrettiğimiz bu husus ortaya çıkınca, bilmelisin ki: Ceza bilgisi hakkında kendilerinde imanın gerçekleşmediği grup, vehbi ilimlerden kendi içlerinden bir mizan bulamadıkları herhangi bir kabul etmekten mahrumdurlar. Söz konusu mizan ise, işlemiş oldukları bir amelden meydana gelir. Halvetlerinde kendilerine fetih geldiğinde ve ilahi ve mukaddes nurlar zarar verici kuşkuları ortadan kaldırdığında, sahip ol­dukları amellerine ve çabayla gerçekleşen istidadarına bakarlar. Böyle­likle bu bilgilerden terazilerinin kendilerine vermiş olduğu kadarını alır­lar ve şöyle derler: ‘Bu Allah Teâlâ katmdandır.’ Bu ilimlerden onların terazi­lerine girmeyenleri ise, reddederler. Bu grup hakkmda en şaşılacak iş­lerden birisi, onlarm ceza bilgisini kabul etmemiş olmalarıdır. Söz ko­nusu grup ilahi ilimlerden ancak terazilerinin kendilerine vermiş olduk­ları amelleri, kazanılmış istidadan alırlar. Bu yol ehline göre, bu davra­nış, işin kendiliğinde bulunduğu durumla çelişir. Bunu bilmek, bizim gibilere tahsis edilmiş bir keşiftir. Bu nedenle de Allah Teâlâ’ya hamd olsun.

Biz ve bizim yolumuzdan gidenler yol ehline gelirsek, bu konuda bize gelenlerden herhangi bir şeyi reddetmeyiz veya genel olarak onu dışlamayız. Bizim âmelimizin veya çabayla gerçekleşen istidadımızın onu gerektirip gerektirmemesi birdir. Çünkü iktiza ve gerektirme, bize göre her konuda zorunlu değildir. Aksine Allah Teâlâ dilediği bir şeyi dilediği yerde var eder. Allah Teâlâ zikretmiş olduğumuz bu gurubun basirederini nurlandırmış olsaydı, kendi hallerini görür ve farkına varırlardı. Çünkü onlar, cezayı kabul etmedikleri gibi bilgilerden de ancak kendi nefisle­rinden (elde ettikleri) terazinin verisini kabul ederler. Onlar ise bunun farkında değildir ve burası hayret yeridir. Aynı zamanda biz, Allah Teâlâ’nın bize herhangi bir vasıtayla vermiş olduğu bir şeyi de reddetmeyiz. Söz konusu vasıtanın kötü veya iyi olması durumu değiştirmez. Nitekim Süleyman (as.) böyle yapmıştı. Ya da vasıtaların ortadan kalkmasıyla da bir şey verebilir. Bunun yasaklanmış veya emredilmiş bir şey olması da durumu değiştirmez. Çünkü Allah Teâlâ bize güç, siyaset ilmi vermiştir ve bunlarla neyi nasıl alacağımızı biliriz. Onu aldığımızda ise, bu kez nasıl tasarruf edeceğimizi, onu nasıl ve nerede kullanacağımızı biliriz. Bu, sü­rekli olarak Haktan duyanlara özgü bir haldir. Bizim yolumuz budur ve büyüklerimiz de ona göre davranmıştır. Bunun için bol bir bilgiye, uyanık bir akla, sürekli müşahedeye ve uyumayan ve uyku nedir bilme­yen bir göze gerek vardır. Artık insan bu müşahede haliyle özdeşleşir. Duyusunda, uykusunda, hayalinde, fena ve gaybet halinde onunla bir­likte yürür. Bu, aramızdan Efrad’a özgü olan çetin bir makamdır. Nebi­lerin bilgisinin büyük kısmı, herhangi bir dayanağı olmayan bu tür ilimlerdir. Bu nedenle nebilik, kulun çabasıyla ve kazanımıyla gerçekle­şen bir şey değil, bir tahsis olmuştur. Biz de ihsan yoluyla bu makama varis olduk ve böylelikle nebilikten başka kendilerini talep eden bir da­yanağının olmadığı bilgileri elde ettik. Çoğunlukla da d bilgileri nefisle­rimiz değil, sırlarımız bilmekteydi. Bu nedenle de onlardan üzerimizde herhangi bir şey gözükmemiştir. Çünkü o bilgilerin oluşla ilgisi yoktu. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Seni yetim buldu, himaye etmedi mi? Seni şa­şırmış bulup da doğru yola iletmedi mi? Seni yoksul bulup zenginleştirmedi mi?’128 Böylece arkadaşlarımız bu üç halde ve onlara benzeyen hallerde birbirinden farklılaşmıştır. Acaba bunlar, himaye, doğru yola iletme (hidayet) ve zenginlikten meydana gelen istidadar mıdır? Yoksa istidat değiller midir? Bir kısmımız şöyle der: İstidat, hakkında çalışmaktan meydana gelebilir. Bunlar çoğunluktur. Bir kısmımız ise şöyle demiştir: İstidat, ister çalışmayla olsun ister olmasın, herhangi bir şeyi meydana getirmeye ehil olan kimseden meydana gelir. Buradaki görüş ayrılığı, sözdedir ve o, bu yol ehline nispet edilen görüş ayrılığıdır. Bazen şahıs istidadı bilebilir, bazen istidat bilinmez. Bu konuda işin gerçeği söylediğimizdir. İstidat, talebin Allah Teâlâ’dan (istenilen) herhangi bir şeyin ger­çekleşmesine hazırlayıcı olmasıdır. Talebin bulunması, çaba diye isim­lendirilir. Çünkü istidat kelimesi, istihraç ve istirsal gibi, dilek bildiren bir kipte gelmiştir. Onun gerçekleşecek şeyi hazırlayıcı olmasına gelir­sek, onun kendiliğinde bu durumda olması zorunludur, yoksa o birinin yapmasıyla böyle olmaz. Onu mümkün yokluk gizler. Yokluk ise im­kânsızdır. Mümkün yokluk, tercih edenin etkisini kabul etmek için kendiliğinde hazırlayıcı (istidat) olmasaydı, belli bir vakitte iki yönden birisi, başka bir vakitte ise diğer yönün onun adına tercihi mümkün olmazdı. İmkânsız yokluk ise, kendiliğindeki yokluğu nedeniyle, bu­lunduğu duruma aykırı bir hali kabul ediyor olmasaydı onu kabul eder­di. Aynı şekilde, özü gereği varlığı zorunlu olan için de bu durum geçerlidir. İstidat ve onunla hazırlama arasında farkın bilinmesi hususun­da meselenin iç yüzü budur. Hazırlama zorunludur. Bu, hem varlık hem yokluk, ne varlık ne de yokluk durumu için böyledir. Bu kısma örnek olarak nispederi verebiliriz.

Böylelikle bu menzildeki bu faslı bitirmiş olduk. Geride ise diğer fasıllardan bilginin bilinmesi bölümü kalmıştır. Söz konusu bilgiyi fa­kir, yoksulluk ve muhtaçlığıyla talep etmiştir. Acaba bu bilgi nedir? Acaba bu bilgi gerçekleştiğinde, zenginlik sağlar mı sağlamaz mı? Sûfilerin ona giden belli bir yöntemi var mıdır, yok mudur? Onu bilen­ler insanları onun peşinden gitmeye teşvik ederler mi, etmezler mi?

Bilmelisin ki, yoksulluk Allah Teâlâ’nın dışındaki herkes için zati bir du­rumdur. Zevke ve sahih bilgiye göre bu halden ayrılmak mümkün de­ğildir. Şu var ki bu fakirin muhtaç olduğu şeylerde maksadı belirlemesi ve hakkında kendisine muhtaç olduğu anlamın mahiyeti değişebilir.

Bilmelisin ki, fakirlik ve yoksulluk âlemde zati nitelikler olunca, onun konusu -ki fakirlik bununla ilgilidir-, bu niteliğin varlığının sürek­liliğini ve (nimetin) zıddmın kendisine giremeyeceği şekilde en yetkin tarz üzere nimetlerin sürekliliğini istemek olmuştur. Bu yol ehli, bunu sadece Allah Teâlâ’dan bir hal ve akit olarak görmüşler ve bu nedenle başkasına değilbu konuda Allah Teâlâ’ya muhtaç olmuşlardır. Onlar için Allah Teâlâ’ya muhtaçlık, varlıklarında değildir, çünkü vardırlar. Bu yoksulluk, öyleyse, yoklukları halinde var olmakla ilgiliydi ve bu nedenle de onları var etmiştir. Öyleyse her zaman yoksulluk, kendilerini var etsin diye çünkü yaratma O’nun elindedirher zaman yoklukla ilgilidir. Bizden başkaları ise, yoksulluğu Allah Teâlâ’dan bir hal olarak değil, akit olarak gö­rürler. Onlar, bileniyle ve bilmeyeniyle, müslümanların çoğunluğudur. İnsanların bir kısmı fakirliği âkit veya hal olarak değil, asıl olarak görür­ler. Bunlar, nedenleri ve nedenlileri kabul eden kimselerdir ve onlar Allah Teâlâ’dan en uzak kimselerdir. İnsanların bir kısmı yoksulluğu Allah Teâlâ’dan ne asıl ne akit ne Hakk olarak görür. Bunlar ise, muattıla’dır.

Zikrettiklerimizden her bir grup, yoksulluğu kendi zatından bulur ve bu gruplardan herhangi birisinin mutlak anlamda Allah Teâlâ’dan müstağni kalmaları imkânsızdır. Fakat bazen onlar adma sınırlı bir müstağnilik gerçekleşebilir ve bu esnada ondan ayrılmazlar. Yolun kendisi ise, yol olması yönünden zatidir. Kazanmanın kendisiyle ilgili olduğu şey, ken­disine muhtaç olan kimse adma, bu yoldaki özel bir sülüktür. Sülük bu mesabede olunca, ona teşvik etmek ve bilmeyene açıklamak gerekmiş­tir. Sülûku bildiği halde, Hakk eden kimseye onu açıklamaktan sarf-ı na­zar eden kimse, başarısız ve mahrumdur. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, bunun mer­tebelerinden birisine şu ifadesiyle dikkat çekmiştir: ‘Bir soru karşısında bilgisini gizleyene Allah Teâlâ cehennemden bir ateş ile gemler.’ Soru bazen hal diliyle bazen dille sorulabilir. Hadiste tehdide muhatap olan soru sorulan kimseye soru sorulmuş olması zorunludur. Bu durumda bilgili kimse bu soruya cevap vermek zorundadır. Yoksulluk sorularının hepsi bu konumdadır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Ey insanlar! Siz Allah Teâlâ’ya muh­taç olanlarsınız129 Bu hitapta Allah Teâlâ ‘hep’ ismiyle isimlendirilmiştir. Baş­ka bir ifadeyle Allah Teâlâ, kendisine muhtaç olunan ‘her şey3 adıyla isimlen­dirilmiştir. Bu da, kendisinden başkasma muhtaç olunmasın diye, ilahi gayret kapsamındadır. Üstünlük, kendisini bilenindir. Bu hitapta insan­lar için bir teşvik vardır. Çünkü onlar bu durumu ancak peygamberlerin diliyle gelen şerî hitapla gerçekleşen ilahi bildirimden sonra öğrenebilir­ler. Bununla birlikte pek çok insan bunu inkâr eder ve yoksulluğu belli şeylere tahsis ve izafe eder. Yoksa varlığın ayrılmaz özelliği olan ve ona uyan bütün durumlara değil! Bunlar, her an, yaratıklara ilişen şeylerdir. Ayeti tam olarak anlasaydık, gözyaşlarımız kanın bedeli olacak şekilde, sürekli ağlamamız gerekirdi. Çünkü biz, Hakk bunu bildirene kadar, bu gerçeği kendimizden bilmiyorduk. Acaba onu inkâr edenin veya tevil edip sınırlayanın durumu nasıldır? Böylelikle bu menzille ilgili ikinci bölümü de bir ölçüde açıklamış olduk.

ALLAH TEÂLÂ, KULLARINI BELİRLİ MERTEBELERE DAVET EDER

Bu menzilin fasıllarından üçüncü fasla gelirsek, bilmelisin ki: Allah Teâlâ kullarına belli durumlara ait belli mertebeleri olduğunu bildirmiş, onları mertebelere girmeye ve bunları O’ndan elde etmeye kendilerini çağırmış, kullarını o mertebelere muhtaç etmiştir. Kulların bir kısmı bunları kabul etmişken bir kısmı ise, onları bilmeyerek, reddetmiştir. Bu mertebelerden birisi, müşahede mertebesidir. Bu mertebe, kendisini bir mertebe içerse bile, farklı menzillerdedir. Bu bağlamda bir kısmı Hakkı eşyada müşahede eder, bir kısmı eşyadan önce, bir kısmı eşyadan sonra, bir kısmı eşyayla birlikte görür. Kulların bir kısmı Hakkı eşyanın aynı olarak görür. Bununla birlikte burada farklı pek çok makam vardır. Allah Teâlâ yolunun ehli olan zevk ve ‘şurb’ sahipleri bunları bilir. Bu merte­belerden birisi de, karşılıklı konuşma mertebesi, birisi kelam mertebesi, birisi duyma mertebesi, birisi öğretme mertebesi, birisi tekvin (var et­me) mertebesidir vs. Çünkü bunlar çoktur ve onları saymaya kitap yetmez. Buna göre karşılıklı konuşma mertebesi, bu menzilin özellikle­rinden biridir. Ondan yüz çeviren kimse, bu menzilin içermiş olduğu ilahi bilgilerden ve Rabbani konuşmayla gerekleşecek olan hazdan mah­rum kalır ve hakkmda ‘Kendilerine Rableri Rahman’dan her yeni söz geldi­ğinde, ondan yüz çevirirler130 denilenlerden olur. Bu sözün gelişi, tecelli­ye göredir. Bunlar belli bir gruptur. Başka bir grup ise haklarında ‘oy­nayarak onu dinlerler131 denilenlerdir. Bizim yolumuzun ehli olanlar ise, bu kelamın gelişi esnasında, kelamın içermiş olduğu yararlardan kendi­lerini ah koyacak herhangi bir şeyle ilgilenmezler. Kelam icabeti gerek­tirirse, Rablerine icabet ederler. Başka bir şeyi gerektirirse, hitabm ge­rektirdiği o fiili yapmaya koşarlar. Onlar gözlerini bu esnada bütünüyle konuşana dikerler. Bu sayede gözleri aydınlanır, nefisleri ise, hitabı duymak nedeniyle nimetlenir. Şu var ki onlar, bu halde bütünüyle bakmayla ilgili değillerdir. Çünkü onlar, bu hitap ile Allah Teâlâ’nın onlardan istediği şeyin ‘anlamak’ olduğunu bilirler ve bu nedenle de bakmaktan korkarlar. Bununla birlikte onlar, Allah Teâlâ’nın kendilerini yükümlü tuttuğu ‘anlamak’ fiilinden muaf kılarak (bütünüyle kendilerini bakmaya ver­meye) özlem duyarlar. Bu durumda onlar, kendi nefislerinin hazlarını

Allah Teâlâ’nın onlardan irade ettiği şeylere tercih edenler olurlardı. Öyleyse onlar her iki durumda da yoksul kullardır. Fakat bütün bu mertebeler­den her birisinde edep, kulun kendisine yerleştirilmiş olduğu mertebe­nin hakkını yerine getirmektir. Onun istediği şeyin ise (kendisini bütü­nüyle bakmaya vermesi), başka bir mertebesi vardır, fakat o bu değildir. Öyleyse acele etmemelidir, yoksa mahrum kalır. ‘Allah Teâlâ bir insanla ancak vahiy yoluyla, yahut perde arkasından konuşur. Yahut bir elçi gönderip, iz­niyle ona dilediğini vahyeder.’132 Elçi, konuşmasında O’nun vekilidir ve tercümandır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘O’nu komşu edin, ta ki Allah Teâlâ’nın kelamını duysun.’133 Burada tercümanın -ki o Allah Teâlâ’nın peygamberidirdi­liyle söylenen kelamı kast etmektedir. Bir şeyhin şöyle dediğini duy­dum: ‘İnsan beşeriliğinde devam ettiği sürece kendisine kelam, perde ardından gerçekleşir. Beşeriliğinden çıktığında ise, perde kalkar.’ Bu şeyh, İbnü’l-Kerh diye tanınan Abdülaziz b. Ebu Bekr el-Mehdevî idi. Tunus’taki evinde bunu kendisinden duymuştum. Bu görüşünde hem doğrudur hem hatalıdır. Görüşünde doğru olduğu yer, perde ardından kelamın varlığını kabul etmesi ve onaylamasıdır. Böylece kelam ile mü­şahedeyi birleştirmemiştir. Yanıldığı nokta ise, ‘perde kalkar’ deyip, bu­nu sınırlamamış olmasıdır. Sadece şöyle denilmiştir: ‘Beşerilik perdesi kalkmıştır.’ Hiç kuşkusuz beşerilik perdesinin ardında başka bir perde daha vardır. Bazen beşerilik perdesi ortadan kalkar ve böyle bir kul için kelam başka bir perdenin ardından gerçekleşir. Bu perdelerin en üstü­nü, Allah Teâlâ’ya en yakını ve yaratılmış olandan en uzağı, ilahi mazharlardır. Bunlar sınırlı ve genellikle müşahede edilen şeyler olduklarında, ilahi tecelli onlarda gerçekleşir. Örnek olarak, meleğin bir adam şeklinde gö­zükmesini ve itidal ve adet üzere, kendisiyle konuşmasını verebiliriz. Bazen ise, kendisine tecelli eder ve ufku kaplamış olabilir. Bu durumda insan, bir sınır bulsa bile alışık olmadığı bir şeyle (karşılaştığı için), ba­yılıp düşer. Peki sınır veya alışık bir durumla karşılaşmayan ne yapabi­lir? Bazen mazharlar, mutat veya mahdut olmayabilirken bazen de mu­tat ve mahdut olabilir. Bazen ise mahdut ve mutat olur, fakat müşahede edenlerin halleri de bunların her birisinde birbirinden farklılaşır. Buna göre karşılıklı konuşma mertebesinden yüz çeviren insan, hiç kuşkusuz ki, hüsrana uğrayanlara katılır. Sonunda Mutlu bile olsa, bu, büyük bir bedbahtlıktan sonra gerçekleşir. Bu yoldaki iddia sahipleri gibi bazı in­sanlar, Allah Teâlâ ile yaratıkları içinde konuştuklarını ve yaratıklarının içinde

O’nun sözünü duyduklarını zannederler. Allah Teâlâ böyle kimseler hakkında ‘Nefsini arındırmayan bedbaht olmuştur134 buyurmuştur. Buna karşı nef­sini arındıran ise, kurtuluşa ermiştir. Böyle bir insan, kendi nefsiyle baş başadır ve Rabbi hakkında herhangi bir bilgisi yoktur. Çünkü o Rabbi­ni bilmediği gibi O’ndan nasıl duyacağmı ve O’ndan neyi duyacağını da bilmez.

Bu yolda iddia sahipleri, müslümanların arasındaki münafıklar gi­bidir. Çünkü onlar, dış şekillerinde sûfılere benzerken içlerinde birbirle­rinden farklıdırlar. Öyleyse onlar, sûfılerle beraberdir, fakat Allah Teâlâ ile birlikte değillerdir. ‘Kitabı yazıp da sonra bu Allah Teâlâ’nın katındandır diyenlere yazık olsun.’135 O da Allah Teâlâ’nın katandandır, fakat onlarm zannettiğinden farklı bir tarzda! Bu nedenle onlar, kendisine inanmamış olsalar da, söz­leri nedeniyle bedbaht olmuşlardır. Başka birisi ise ‘Allah Teâlâ katındandır’ derken Mutlu olmuştur. Söz konusu kimse onun Allah Teâlâ katından olma­sına, bedbahtlığa yol açmayacak bir tarzda inanır. Öyleyse söz aynı söz, fakat hüküm farklıdır. Bilgisini bir gruptan saklayıp da diğerlerini bilgi­sine ulaştıran Allah Teâlâ münezzehtir. ‘Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur. Aziz ve Hakimdir.’136 Durum da ancak böyle olabilir. Çünkü böyle gerekleşmiştir ve gerçekleşen şey, böyle gerçekleştiği bilinen şeydir. Çünkü gerçek­te de durum öyledir ve bundan farklı olması mümkün değildir. Burada bir düğüm vardır ki, onu ancak özel keşif çözebilir, yoksa ibare onu çö­zemez.

Bunu anlayınca bilmelisin ki, bu menzilin fasıllarından başka bir fa­sıl ise, iyilik ve takva hususunda yardımlaşmadır. Çünkü bundan; âleme konulmuş olan sebepleri bilmeyle ilgili değerli bir bilgi meydana gelir. Sebep illet olduğunda, onlarm varlıklarının ortadan kaldırılması müm­kün değildir. İllet olmadığında ise, bazen gereği geride kalsa bile, varlı­ğının ortadan kalkması mümkün olabilir. Fakat gereğinin kalması, onun lazımı olması yönünden değil, lazımın kendisi olması yönünden söz konusudur. Öyleyse lazım, özel bir yolla, lazımı olduğu şeyden kalkmaz. Kendi varlığı yönünden ise, başka bir şeyin lazımı olsa bile, bu durumda eseri başkasına ait olurdu. Böylelikle onun hükmü, kendisi nedeniyle var olurdu. Ortadan kalkan sebepler içinde lazımı geride ka­lanlar kendisi nedeniyle etkin olur. Söz gelişi alışıla gelmiş yolla gıda, kendisinden yenildiğinde doymayı meydana getirir. Bazen doyma ye­meden veya gıda olmadan da gerçekleşebilir. Doyma ortadan kalksaydı, insanın doyması da ortadan kalkardı. Sebeplerin bir kısmı ise, ortadan kalkmaları geçerli olan sebepler iken bir kısmının ortadan kalkması ge­çerli değildir. Kendilerini yerleştirenin yerleştirdiği şekilde, sebeplerin yerli yerinde ve sınırında bırakılması, büyüklere yaraşan şeydir. Onlar, sıradan insanlardan ise (sebeplere) bel bağlamakla (sıradan insanlar) ay­rışırlar. Büyüklerin ise, herhangi bir şeye bel bağlamaları söz konusu değildir. Onlar ancak Allah Teâlâ’ya bel bağlarlar. Sebeplerin varlığını redde­den, hiç kuşkusuz ki, Hakkın varlığını onayladığı bir şeyi reddetmiştir. Bu nedenle de, yüce grup nezdinde kınanır. Böyle bir davranış, ma­kamda eksik, halde kemal sahibi, sülükte övülmüş, gayede ise kınanmış bir davranıştır. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yol ulaştırır.’

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar