ON DOKUZUNCU SİFİR 1.Bölüm
Rahman ve Rahim Allah Teâlâ’nın Adıyla
İKİ YÜZ YETMİŞİNCİ BÖLÜM
Muhammedi Münacattan Kutub ve İki İmarn'm Menzilinin Bilinmesi
Kutub’urı ve iki imamın menzili
Alameti olmayan bir menzil
Bir’dir onun sahibi
Yürümek ve
yerleşmekten münezzeh Bir
Renginde bir sararma
Sağ yanağında ise
ben var
Gizlidir, açık değil
Allah Teâlâ onu
esenlikle desteklemiş
Allah Teâlâ
yücelerle ona yönelmiştir
Kıyamette emir
âleminde
Allah Teâlâ seni kendinden bir ruh
ile desteklesin, bilmelisin ki, nebilerden bu menzile ulaşanlar dört kişidir: Hz.
Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem, Hz. İbrahim, Hz. İsmail ve Hz. İshak.
Velilerden ise iki tanedir: Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in torunları
Hasan ve Hüseyin! Bununla birlikte zikredilen bu isimlerin dışındaki (veli ve
nebilerin de) imamlıktaki mertebesine göre bu menzilden belli bir payı vardır.
Bilmelisin ki, kutuplar ve sâlihler,
belli isimlerle adlandırılmış olsalar bile, bu mertebede ancak ‘kulluk’ ile
kendilerini yöneten isme çağrılırlar. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Allah
Teâlâ’nın kulu O’na ibadet için ayağa kalktığında...”
Böylelikle, babası kendisini Muhammed veya Ahmed diye adlandırmış olsa bile,
onu Abdullah (Allah Teâlâ’nın kulu) diye adlandırmıştır.
Öyleyse kutup her zaman bu
birleştirici isme tahsis edilmiştir. Bu yönüyle o, bu mertebede Allah Teâlâ
isminin kuludur.
Onlar, makamın kendisini talep ettiği
bu özel isimde ortak olsalar bile, derece derecedir. Bu yönüyle bir kısmı, bu
isimden başka diğer isimlerden birisine tahsis edilmiş olabilir. Böylelikle o
isme izafe edilerek kutupluk makamının dışında çağrılır. Buna örnek olarak Hz.
Musa’yı verebiliriz. Onun adı, (kendi özel ismi yönünden) Abdüşşekûr’dur
(eş-Şekûr’un kulu). Davud’un kendisine özgü ismi ise, Abdülmelik’tir
(el-Melik’in kulu). Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in özel ismi ise,
Abdulcami’dir (elCami’nin kulu). Her kutbun genel ismine -ki bu isim
Abdullah’tırilave özel bir ismi vardır ve onunla çağrılır. Kutubun, sona eren
nebilik zamanında bir nebi olması veya Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve
sellem’in şeriatı zamanında bir veli olması durumu değiştirmez. İki imam da
böyledir. O ikisinden her birine özgü bir isim vardır. Bulunduğu vakitte her
imam o isimle çağrılır. Soldaki imam, Abdülmelik, sağdaki Abdurrab’dır. Onlar
kutup için iki vezirdir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in devrinde Ebu
Bekir Abdülmelik, Ömer Abdurrab idi. Peygamber vefat ettiğinde ise, Ebu Bekir
Abdullah, Ömer Abdülmelik olmuş, Ömer’in makamına varis olan imam ise Abdurrab
diye isimlendirilmiştir. Kıyamete kadar iş böyle devam eder. Hasan ve Hüseyin
(ra.) kendisiyle nitelenen diğer insanlara göre bu makama daha sağlam
yerleşmişti. İlahi sünnet, makama yerleşen kutubun yakınlık ve temkin
meclislerinden birisinde bulunması şeklinde cereyan etmiştir. Onun adına o
meclise büyük bir taht konulur. İnsanlar onun heybetine baksalardı, akılları
başlarından çıkardı. Kutub o tahtın üzerine oturur ve Allah Teâlâ’nın
kendisine vermiş olduğu iki imam önünde oturur. İlahi biat ve halife atanmak
için, Kutub elini uzatır. Melekı ruhlara, ruhanîlere, cin ve insanlara tek tek kendisine
biat etmeleri emredilir. Çünkü Hakkın katı, herkesin ulaşacağı bir yer
olmaktan münezzehtir ve ona tek tek gidilir. Bu makamda kendisine biat eden
her ruh, ona soru sorar. Başka bir ifadeyle, her ruh kutuba herhangi bir konuyu
sorar, o da, orada bulunanlar bilgideki mertebesini öğrensin diye, bu soruya
cevap verir, hangi ilahi ismin kendisine tahsis edilmiş olduğunu da öğrenirler.
Biz bu ilahi biadeşme hakkında müstakil büyük bir kitap yazmış ve onu Mübayatü’l-Kutub
fi-Hazreti’l-Kurb diye isimlendirmiştik. O kitapta
sorulan ve cevaplanan sorulardan pek çok meseleyi zikrettik. Kutuba ançak temiz
ve yakın ruhlar biat edebilir. Biat eden cin ve insan ruhlarından ise,
kutubların ruhları soru sorar. Biz o kitapta onların sorularını ve kendisine
verilen cevapları yeterli ölçüde zikrettik. Kendi zamanında kendisine biat
edilen bütün kutupların durumu böyledir.
Bu bölümde, onun bazı hallerini
zikredelim. Bunlar, kendisine özgü haller değil, bütün kutuplara özgü
hallerdendir. Böylece benim bu kitabımı okuyan ve kendisini müşahede eden kimse
şunu öğrenir: Ben bu kitabımda bu konuyu bilen bütün âriflerin aşina olduğu
yöntemden ayrılmadım. Kendisine özgü hali zikretseydım belki şöyle denilirdi:
‘Bu bir iddiadır.’ Bu nedenle, öncelikle, uzak imam’ın halinden söz etmeye
başlayalım. Sonra, daha yakın imam, sonra kutubtan söz ederiz. Uzak imama
gelirsek, o Rabbinin kuludur. Çünkü onun hali, kendilerini günahları işlerken
gördüğü için âleme şefkat ederek, ağlamaktır. Onların günahları karşısında,
cezalandırma ve hesaba çekmeyi gerektiren ilahi isimleri görür. Hâlbuki ona
günahlara karşı bağışlamayı, affetmeyi ve hataları silmeyi gerektiren ilahi
isimler tecelli etmez. Bu nedenle de ağlaması artar. Sürekli olarak Allah
Teâlâ’nın kullarına dua eder, onlara merhamet eder, Allah Teâlâ’dan
kendilerini itaatlerin yoluna sevk etmesini ister.
Bir seyahatimde ben bu imam’ı
görmüştüm. Gördüğüm salih insanlar arasında Allah Teâlâ’nın kullarına karşı
ondan daha çok endişe duyanı ve daha çok merhametli olan kimseyi görmemiştim.
Şöyle dedim: ‘Niçin Allah Teâlâ uğruna gayret seni tutmuyor (da günahları
nedeniyle insanlara ağlıyorsun)?’ Şöyle dedi: ‘Ben kendimden dolayı Allah Teâlâ
adına gayrete gelmiyorum. Bunun yerine Allah Teâlâ’dan kendi adıma beni
bağışlamasını ve günahlarımı silmesini diliyorum. Allah Teâlâ’nın kulları adma
ise ancak kendi adıma istediğimi istiyorum. Allah Teâlâ karşısında dürüst olan
kimsenin, makamının gerektirmediği bir halde bulunması yakışık almaz.’
Bu imam, şeytanlara karşı otorite
sahibidir. Onlar, kendilerini yollarından çevirmek için, salih insanlara eşlik
eden ve onlardan ayrılmayan şeytanlardır. Şeytan kendisini bulunduğu yoldan
çevirmek üzere bir salihe tuzak kurarken bu imamı gördüğünde, ateşte pasın
erimesi gibi erir. Bunun üzerine imam, belki teslim olur umuduyla, onu adıyla
çağırır, fakat şeytan koşarak uzaklaşır. İmam kendisine baktığı ve onun karşısında
bulunduğu sürece, bu salih insan, bu tür şeytanların kendisine verdiği ve onu
iyilikten çıkartacak vesveseden korunmuştur. Bununla birlikte bu salih insan,
imam’ı tanımaz ve (şeytan ile imam arasında) cereyan eden hadiseyi de bilmez.
O grubu gördük. Allah Teâlâ, kendilerine dönük inayetiyle, özellikle salihlere
tahsis edilen kötülükleri bu imam vasıtasıyla kullarından uzaklaştırır.
Bu imamın özelliklerinden birisi de, Allah
Teâlâ’dan haber veren herkesin haberini tasdik etmektir. Habercinin doğru sözlü
veya iftiracı olması, birdir, çünkü bu imam, haber verende kendisini yöneten
ilahi isme bakmaktadır. Doğru sözlü ise, verdiği haber de gerçek bir keşfe dayanır.
Bu durumda o ve imam bu haberde ortaktır. Keşfi olmayıp kendinde gerçekleşen
şeyden haber verirse -ki bunu gerçekleştirenin farkında değildir ve yalanı
amaçlamaktadırbu imam yine de onu, verdiği haberde doğrular. Haber veren ise, Allah
Teâlâ tarafından cezalandırılır ve yalanı amaçladığı için mahrum kalır.
Gerçekte ise söylediği yalan değildir. Bu durumda niyetinin vebali, kendisine
döner ve Allah Teâlâ yalanın hesabını soruncaya kadar azap çeker.
Bu imam’ın hallerinden birisi de,
sürekli, hallerden müşahede makamına, makamlardan ise salah makamına geçmek
için dua etmesidir. O sürekli olarak cennetlere muttalidir. Allah Teâlâ’nın
kendisini böyle bir bilgiye tahsis etmesinin nedeni, onun varlığını koruma
iradesidir. Bu sayede imam, içinde bulunduğu ve umutsuzluğa yol açan ağlama ve
üzülme halinin karşısmda, Allah Teâlâ’nın kendisine göstermiş ve bildirmiş olduğu
cennetteki sevinç, ehlinin oradaki nimetleri, ehline kavuşmaya duyduğu özlem ve
onlarm gelişini beklemesi gibi hususlarla karşılık verir. Bu ise, onun
itidaline sebep olur. Bu imamın makamı, (hadiste geçen) birinci ihsandır. Bu
ihsan, Cebrail’in Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e sorduğu ‘ihsan
nedir?’ sorusunda zikredilmiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bu
soruya şöyle cevap vermiştir: ‘İhsan Allah Teâlâ’yı görür gibi ibadet
etmektir.’ Bundan sonra gelen ihsan tanımı ise, bu imama ait değildir.
Âlemin yararları ve kendisinden
yararlandıkları hususlar bu imamın elindedir. O, Efrad’ı terbiye eder ve ilahi
bilgilerle onları besler, bilgileri gerçek bir teraziyle ehline taksim eder.
Bunu ise, kendisine verilen bilgiyle nefsine hayat versin diye, arifin
maslahatının gerektirdiği miktara göre taksim eder. İnsanlara ve cinlere karşı
efendilik ona ait olduğu gibi onlarm yararlarına göre haklarında hüküm vermek
ve tasarrufta bulunmak da ona aittir.
Bu imam’ın özelliklerinden birisi de,
kendisi adına meydana elen bütün hallere ve makamlara yerleşmektir. Böyle bir
şey herkese ait olmaz. Herkes, bir halle veya makamla nitelenip ondan
ayrılmaz. Bu imamdan başkası, bir Hakk veya makama intikal ettiğinde, makam ve
halin otoritesi üzerinde hakimdir ve onu ayrıldığı makam veya halden
habersizleştirir. Bu imam ise, öyle değildir, çünkü onun ayrıldığı makam, onun
için korunmuştur ve ondan habersiz kalmaz. Bu, Allah Teâlâ’nın kendisine
tahsis ettiği ilahi bir güçten kaynaklanır. Ruhunun iki yüz dört kanadı
vardır. Hangisini açarsa, dilediği yere kendisini uçurur. Üçüncü ve ilk
mertebede bir nasibi vardır. Bazı vakiderde ‘el-Birru’r-Rahîm’ diye dua eder.
Başlangıcı üçüncü mertebeden iken sonu birinci mertebededir. Başından sonuna
kadar takip ettiği yöntem, bilinen sülük tarzından farklıdır. Makamları, derece
ve menzilleri kat ederek, geriye doğru hareketle, geri döner. Sülûkunun
başından sonuna kadar on dokuz menzil vardır. Başlangıç ve son menzili buna
dahildir. Onun derecelerinin menzili, yüz, iki, on, doksan, yirmi, üç, dört,
otuz, kırk beş, elli altı, •/etmiş yedi, yetmiş sekiz, doksan sekiz ve iki
yüzdür.
Mertebeler dörttür ve onlara ilave
bir şey yoktur. Her mertebe, nihayetsiz bilgi, sır ve halleri gerektirir.
Birinci mertebe iman, İkincisi velayet, üçüncüsü nebilik, dördüncüsü
resullüktür. Resullük ve nebilik bu ümmet hakkında teşriî bakımından kesilmiş
olsalar bilebu ikisinden gelen miras kesilmemiştir. Buna göre bazı kimseler
nebiliğe varis iken bazı kimseler hem nebiliğe hem de resullüğe varistir.
Bu uzak imama ait hususları
zikrettikten sonra, ‘Melik’in kulu’ (Abdülmelik) olan yakın imama ait hususları
zikredelim. Şöyle deriz: ‘Allah doğruyu söyler ve doğru yola
ulaştırır,’2 Bu imamın ruhaniyeti yönünden doksan kanadı
vardır. Hangisini açarsa, o kanat kendisini dilediği yere uçurur. Onun
başlangıcı ve sonu, ikinci mertebededir. Onun diğer üç mertebede bir payı
yoktur. Onun kendilerini kat edeceği menzilleri, dereceleri ve makamları
yoktur. Güç ve kahır özelliği, ona aittir. Oluşu gerektiren bütün ilahi
isimlerle tasarruf eder. Örnek olarak Halik, Râzık, Melik ve bazı yönleriyle
Bâri vb. ismini verebiliriz. Daha önce zikrettiğimiz imam’dan ayrı olarak,
tenzih isimleriyle tasarruf edemez. Büyük ve şiddedi hadiselerde kendisine
sığınılır, Allah Teâlâ onun eliyle bu sıkıntıları kaldırır. Çünkü Allah Teâlâ
onun için bu sıkıntılara karşı otorite yaratmıştır. Kerem sahibidir. Başkasını
tercih etmeye mümkün kılacak şekilde bir şeye ihtiyacı olmadığı için, îsar
(başkasını tercih) ona ait bir özellik değildir. Farkında olmadıkları yönden
yaratıkları nimetlendirir. Bu imam, bir müjdeyle beni nimedendirmişti. Ben halimde
o nimeti bilmiyordum, fakat benim halim olmuştu. Bunun üzerine bana onu
bildirdi ve beni karşılaştığım şeyhlere bağlanmaktan engelledi. Bana şöyle
dedi. ‘Sadece Allah Teâlâ’ya bağlan! Benim karşılaştığım hiç kimsenin senin
bulunduğun Hakk ulaşmanda bir katkısı yoktur. Aksine senin işini Allah Teâlâ
inayetiyle üsdenmiştir. İstersen karşılaştığın kimselerin özelliklerini sana
anlatayım. Onlara intisap etme ve sadece rabbine bağlan.’ Bu imamın hali benim
halimle eşitti. Allah Teâlâ’dan başka, Allah Teâlâ yolunda karşılaştığı
kimselerin onun üzerinde bir katkısı yoktu. Benim güvenilir bulduğum kimseler,
bana böyle aktarmıştı. İmam da, kendisiyle bir araya geldiğimizde bunu bana
kendinden aktarmıştı. Onunla berzahı bir müşahedede bir araya gelmiştim. Bu
nedenle Allah Teâlâ’ya hamd ü senalar olsun!
Yaratıkların işlerinin yöneticileri,
bu imam’a döner, o da onları görevden alır veya görevlendirir. Allah Teâlâ
onunla kötülükleri def eder. Onun ateş kaynaklı ruhlar üzerinde büyük bir
otoritesi vardır. Bunlar, Allah Teâlâ’nın rahmetinden uzaklaştırılmış
şeytanlardır. Beş derecenin birisinde uzak imam ile ortak iken uzak imam diğer
dört mertebede kendisinden ayrılır. Onun hallerini, Mârijetu’l-Kutub
ve’l-lmameyn (Kutub’un ve İki İmam’ın Bilinmesi) isimli küçük bir
kitabımızda yeterli ölçüde zikretmiştik. Burada özetleme amacıyla
zikrettiklerimizle yetiniyoruz.
İki imam’ın hallerini bu kadar
zikrettikten sonra, şimdi de Allah Teâlâ’nın izniyle bu eserde yeterli olacak
ölçüde Kutub’un hallerinden söz edeceğiz. Kutub, el-Câmi isminin kuludur
(Abdu’l-câmi). Bu yönüyle o, ahlaklanma ve özdeşleşme yoluyla bütün ilahi
isimlerle nitelenen kimsedir. O, Hakkın aynası, kutsi niteliklerin tecelli
ettiği yer ve ilahi mazharların yansıdığı bir yerdir. O, vaktin sahibi, zamanın
kendisi, kaderin sırrıdır. Dehirlerin dehrinin bilgisi ona aittir. Ona gizlilik
hakimdir. Gayret hâzinelerinde saklanmış, korunma örtülerine bürünmüştür. Şüphe
ona musallat olmaz, makamıyla çelişen bir düşünce aklına gelmez. Cinsel ilişkisi
çoktur, onu çok sever ve kadınları sever. Meşru bir sınırda doğaya hakkını
verdiği gibi ruhanî yöne de hakkını -meşru ölçüye göreverir. Terazileri koyar,
belli bir ölçüye göre tasarrufta bulunur. Vakit ona aittir, vakte ait
değildir. O, başkasına değil, Allah Teâlâ’ya aittir. Onun hali, kulluk ve
muhtaçlıktır. Çirkini çirkin bulur, güzeli güzel! Ziynete ve şahıslara bağlı
güzelliği sever. Ruhlar kendisine en güzel suretler içinde gelir. Aşık olarak
erir. Allah Teâlâ adma gayrete gelir ve Allah Teâlâ adma öfkelenir. İlahi
mazharlar onun için tedbir ile sınırlanmaz, aksine onlarda serbesttir.
Yöneticinin yönetmesinde onun ruhaniyeti, şehadet ve gayb perdesinin ardından,
duyumsanan beşerden ortaya çıkar. Nesnelerde yalnızca Hakkın yüzünü/zatını
görür. Sebepleri yerleştirir ve ikame eder, onlara delalet eder ve onların
hükmünü uygular, onlara iner, onlar da kendisi üzerinde hüküm sahibi olur ve
etki eder. Herhangi bir şekilde kendisinde Rabbanilik bulunmaz. Daima bu
haldedir. Dünyalık ve servet sahibi olursa, cömert bir efendinin malında
tasarruf eden köle gibi tasarruf eder. Dünyalık bir şeyi olmaz ve kendisine
açılan şeye sahip ise, herhangi bir nefs onun için üstün olmaz. Aksine ihtiyaç
anında doğasının muhtaç olduğu bazı şeyler için kendisini tanıyan samimi bir
dostunun evine yönelir ve adeta doğası adma bir şefaatçi gibi doğasmm muhtaç
olduğu şeyi kendisine şımar. Ardından gerek duyduğu şeyleri dostundan alır ve
kullanır. Orada sadece zorunlu ihtiyacıyla oturur. Bir arkadaşını bulamazsa,
doğasmm ihtiyacını karşılaması için Allah Teâlâ’ya sığınır -çünkü doğası
üzerinde yönetici olduğu için doğasından sorumludursonra da, Allah Teâlâ’dan
dilediği şeylere karşılık vermesini bekler. Allah Teâlâ dilerse istediğini
hemen, dilerse sonra verir. Mertebesi, istekte ısrar ve doğasma şefaattir. Hal
sahipleri ise öyle değildir, çünkü eşya onların himmederinden oluşur ve onlar
kendilerinden sebepleri uzaklaştırmışlardır. Bu nedenle, rabbanilerdir. Kutup
ise, halden münezzeh, bilgide sabit ve görülen, bilgiyle tasarruf eden
kimsedir. Hakk, olacak şeylerin bilgisini verirse, Allah Teâlâ’ya muhtaçlık ve
minnet yoluyla -yoksa övünme amacıyla değilonları bildirir. Yeryüzü onun adma
dürülmez, su üstünde veya havada yürümez, esbaba tevessül etmeden yemez. Zikrettiğimiz
tarzda harikulade bir olay onda gözükmez. Hallerin ona verdikleri istisnadır
ki bu Hakkın irade ettiği bir nedenden kaynaklanır ve o da onu yapar.
İradesiyle değil, zorunluluk gereği açlığını giderir. Evlenme imkanı
olmadığında, cinsel ihtiyaçlara karşı sabırlıdır. O, nikâh (cinsel birleşme)
tecellisinden, kendisini onu talebe ve arzu duymaya kimin sevk ettiğini bilir.
Çünkü o ve arifler adma kulluk hiçbir şeyde cinsel ilişkide olduğu kadar
tahakkuk etmez. Ne yemede ne içmede ne de kendisinden bir sıkıntıyı
uzaklaştırmak için bir şey giymede, kulluğu (cinsel ilişkide olduğu kadar)
öğrenemez. Kutub cinsel ilişkiyi üremek için arzulamaz. Aksine salt şehvet
amacıyla arzular. Bu esnada çoğalmayı düşünmesi ise meşru emirden kaynaklanır.
Bu konuda çoğalma ve üreme, bu dünyada türün bekasını korumak için, doğal bir
durumdan kaynaklanır. Çünkü bu makam sahibinin cinsel ilişkisi, tıpkı
cennediklerin cinsel ilişkisi gibi, salt şehvet amaçlıdır. Çünkü o, en büyük
tecellidir ve o Allah Teâlâ’nın kendisine tahsis ettiği insan ve cinlerin
dışında bütün yaratıklara gizlidir. Hayvanların cinsel ilişkisi de, bu şekilde
salt şehvet amaçlıdır. Fakat bu gerçek âriflerin büyük kısmından gizlenmiştir.
Çünkü bu, Allah Teâlâ ehlinden az bir kimsenin öğrenebileceği ilahi sırlardandır.
Cinsel ilişkide kulluğun hakkı olan zayıflığı gösteren üstün bir delil, insanı
gücünden ve iddiasından uzaklaştıran kahır (üstünlük) hazzı vardır. Söz konusu
kahır (eziklik), haz veren bir kahırdır. Yoksa kahır ile karşılaşmak, haz
almak ile çelişir, çünkü kahırda lezzet ve haz, kahredilenin değil, kahredene
aittir. Bu fiilde ise durum farklıdır, insanlar, hiç kuşkusuz, (cinsel
ilişkinin) bu değerinden habersiz kalmış ve onu hayvani bir haz
sayarakkendilerini ondan uzak tutmuş, yine de onu isimlerin en şereflisiyle,
‘hayvanı’ diye isimlendirmişlerdir. Başka bir ifadeyle cinsel ilişki (arzusu),
hayvanın, yani hayat sahibi olmanın özelliklerinden biridir. Hayattan daha
üstün bir nitelik olabilir mi? Öyleyse kendileri adına çirkin diye inandıkları
şey, kâmil ârife göre övgünün ta kendisidir. Bu iş yolunda gitmiştir.
Kutub mutlak güzellikte içkin olarak
bulunan sınırlı güzelliği de sever. Bunun nedeni, onun ilişki bakımından
güzelliğe yakınlığıdır. Bu nedenle böyle bir güzelliğe bakarken derin bir
bakışa ve sayesinde doğa çirkinliğinin perdesini aşarak o çirkinliğe tevdi
edilmiş ilahi güzelliği görmesini sağlayacak bir güce gerek duymaz. Öyleyse
sınırlı güzellik, ilk bakışta, maksadını kendisine verir. Öyle ki, mutlak
güzelliği idrake karşı doğal çirkinliğin direnişinden başka bir şeye geçiş
yapar. Çünkü nefesler, yükümlülüğü yerine getirirken pek kıymedidir. Kutub ise
en güzel şekilde kendisini karşılayacağı ve en güzel ziynet ve süse yönlendireceği
bir nefesinin olmasını ister. Kuşkusuz bu ölçüdeki bilgiden ariflerden bir
topluluk perdelenmiş, sıradan insanlarla bu konudaki amaç ortaklığı nedeniyle
de nefislerini bunlardan uzaklaştırmışlardır. Bununla birlikte sıradan
insanlar, kendilerinden farklı olarak, (sınırlı güzelliği görmede kendilerine
ortak olan) bu adamın sınırlı güzellikte veya onun dışındaki şeylerde mutlak
güzelliği görme imkânına sahip olduğunu bilemezler.
Bilmelisin ki, kutub, dört dinar elde
etmiş kâmil adamdır. Her dinar, yirmi beş kırattır ve onlarla adamlar
tartılır. Adamların bir kısmı çeyrek, bir kısmı yarım, bir kısmı üçte bir, bir
kısmı altıda bir, bir kısmı on ikide bir iken bir kısmı tam ve kâmil adamdır.
Tek dinar, mümin kâmile, ikinci dinar bilhassa veliye, üçüncüsü iki nübüvvete,
dördüncü dinar ise, iki resullüğe aittir. Burada babalık hükmüyle aslî ve
oğulluk hükmüyle verasede olanı kastetmekteyim. İkinciyi elde eden kimse, birinciyi
elde eder. Üçüncüyü elde eden kimse ise, ikinci ve birinciyi elde eder.
Dördüncüyü elde eden ise, bütünü elde eder. Kutub kâmil adamlardan biridir.
Burada kâmil adamlardan dememizin nedeni Efrad’dır. Çünkü onlar, kemale
erdirenlerdir. Kutubun özelliklerinden birisi de, adetleri kabul etmek ve
onlara göre hareket etmektir. Genellikle harikulade bir olay kendisinde
görünmez. Hâlbuki hal sahibinde gözükür. Harikulade onun hedeflediği bir şey
değildir. Aksine ondan ortaya çıkabileceği gibi çıkmayabilir de. Çünkü onun bu
konuda bir iradesi yoktur. Ârif Ebu’s-Suud b. Şibl, kalbe gelen düşüncenin
(hatıra) gereğiyle hareket etmediği halde, hatıra üzerinde konuşan bir adama
şöyle demiştir. ‘Düşünce, onun hakkmda tesadüf yoluyla gerçekleşirken Allah
Teâlâ hakkmda irade ve kasıtla gerçekleşir.’
Allah Teâlâ’ya hamd olsun, Kutub’un
zorunlu özelliklerini açıklamış, bilmeyenler için rütbesini belirtmiş olduk.
Bunun yanı sıra, adamlığın bu yol ehlinin bilgisizlerinin zannettiği konuyla
ilgili olmadığını açıklamış olduk. Onlar böylelikle hal nedeniyle bilginin ve
makamın gerektirdiği şeyden perdelenmişlerdir. Şöyle derler: Halle ilgili
olmayan her bilgi değersizdir. Böyle diyene sen de şöyle de: Kardeşim, böyle
bir şey söyleme, çünkü gerçeğe aykırıdır. Doğrusu şöyle demektir: Zevkten kaynaklanmayan
bilgi, Allah Teâlâ ehlinin bilgisi değildir. Hal ile zevki ayırt edemediğini
görüyorum. Zevkten olmayan bir bilgi yoktur ve bundan başkası olamaz. Zorunlu
kulluğa yerleşmiş olan kimsenin kendisini kulluğundan çıkartacak bir hali
kesinlikle yoktur. Hallerdeki eksikliklerden birisi, kulu bulunduğu (kulluk)
makamından onun Hakk etmediği bir makama çıkartmaktır. Halin kendisini
çıkarttığı makam, onun adına bir Hakk değildir. Bu hal üzere ölseydi, eksiklik
sahibi olarak ölür, eksik makam sahibi olarak diriltilirdi. Öyleyse haller,
adamların amaçladığı şeyler değildir. Fakat onlar zevkleri talep eder.
Zevkler, sahipleri için kendilerinde onlar adına meydana gelen bilgiler
nedeniyle teorik düşünce sahipleri için deliller gibidir. Allah Teâlâ bizi
anlayan, muradını Allah Teâlâ’dan anlayan kimselerden etsin. Allah Teâlâ
dilediği kimseyi doğru yola ulaştırır. Bu bölümde ilahi mertebeden kendisine
istinat ettiği şeyin bilgisi vardır.
A
Bunun yanı sıra Ademoğullarının özel
isimlerden Allah Teâlâ’ya nispetlerinin bilgisi, ruhani bilgiden sakınılması ve
çekinilmesi gerekenlerin bilgisi, ruhani âlemin nereden (gelip) nereye döndüğünün
bilgisi, beşeri sudurun bilgisi vardır.
İKİ YÜZ YETMİŞ BİRİNCİ BÖLÜM
Muhammedi Münacattan, 'sabah seçkin topluluk hamd eder' Menzilinin Bilinmesi
Bu menzil, emir menzillerindendir.
‘Nedir’ bu,
yaratıkların söylediği sözcük:
Sabah seçkin kavim
hamd eder
Ya şu sözlerine ne
demeli: ‘Ey gören,
Önde ve artta bütün
yaratıkları’
İftiracı, getirdiği haberde ziyandadır
Cereyan edeni bilerek llah’a iftira eden
Allah Teâlâ bir ruh ile bizi ve seni
desteklesin, bilmelisin ki: Bu menzil, yükseklik menzili ve ehlinin bilinme
menzilidir. Bunun yanı sıra, yaratma ve gölge âlemini içerir. Buradan keşif
ehli ay tutulmasını ve onun aya tecelliden kaynaklanan bir korku olduğunu anlarlar.
Bu menzille ilgili başka bir konu ise, sihir ilmi ve nurların doğuşu ilminden
Hârut ve Mârut’un ilmidir.
Allah Teâlâ seni makbul işlere
erdirsin, bilmelisin ki, nurlar iki kısımdır: Bir kısmı, asli nurlar, diğer
kısmı ise oluşun karanlığından doğan nurlardır. Buna örnek olarak şu ayette
geçen nuru zikredebiliriz: ‘Onlara bir ayet de gecedir. Ondan
gündüzü çıkartırız, onlar karanlıkta iken.” Başka bir
ayette ise cO, Sabahı çıkartandır, geceyi de dinlenme
olarak yarattı™ buyrulur. Buna benzer başka bir ayette Allah Teâlâ şöyle
buyurur: ‘Onun ayetlerinden birisi de, sizin için
nefislerinizden kendilerinde sakinlik bulacağınız eşler yaratmasıdır:5 Bunun anlamı, insanın doğum nurunu
elde etmesidir. Bu menzilde kendisinden söz edilen nur, zamansal olarak türeyen
nurdur. Bu menzil, Kutub’a ait iki imamdan birisine özgüdür ki, ‘Rabbinin kulu’
(Abdurabbihi) diye isimlendirilir. Bu nur bazen erkek, bazen dişidir. Gece
gündüzü örttüğünde, ondan doğan şey, amaçlanan nurdur. Hakkında konuşmaya
başladığımız bu doğan nur, peygamber için ismet (korunma), veli için sakınılma
nurudur. Bu nur, tam keşif ve hayâ duygusu verir, çünkü o, keşfeder ve keşfi
sağlar. Asli nur ise keşf ederken kendisiyle keşf edilmez, çünkü gözlerin
ışığına hakimdir, ışığın yararını giderir. Bu nedenle ariflerin nefisleri,
nurlar ve onların mertebeleriyle karanlıktan doğan bu nura yönelirler. Bunun
nedeni onunla aramızda ruhlarımızın yaratılmış olmasındaki karşılıklı
ilişkidir. Çünkü tikel ruhlar, Hakka izafe edilen tümel ruhtan ve düzenlenip
(ruhu) kabul etmek için istidadarın oluşmasından sonra karanlık doğadan doğmuştur.
Bunların arasında bedende tikel ruh ortaya çıkar, ki insanm ruhu denilen şey
budur. Ondan ise, gece içinde sabahın faliku’l-isbah’tan ortaya çıkması gibi,
cisim ortaya çıkar, bu nedenle bu nur ile insan ruhu arasında karşılıklı ilişki
gerçekleşir, ona ünsiyet eder ve ondan yararlanılır. Allah Teâlâ âdetini böyle
uygulamıştır ve bundan daha fazla bir güç vermemiştir. Dileseydi, yapardı.
Tecelliler diye isimlendirilen ilahi mazharlar da devam etmiştir. Çünkü asli
nur, onlarda gizlidir ve bize görünmez. Tecellinin gerçekleştiği suretler ise,
izhar edenin kendisinde zuhur edeceği bir yerdir. Böylelikle biz mazharları
görürüz. Bu nedenle mazharlar, sahih bir ilişki nedeniyle idrakimiz
gerçekleşsin diye, suretlerle sınırlanmışlardır. Çünkü burada amaç, kendisinden
ve kendisinden meydana gelen şeyden faydanın gerçekleşmesidir.
' Bu menzil, yüce ve değeri büyük bir
menzildir. Onu bilen kimse, hem cinslerine karşı ayrıcalık kazanır. Bu nur,
eşyaya yayılmıştır. Allah Teâlâ kendisini sabahı yaratan diye zikrettiği gibi
aynı zamanda o, kendilerinden ortaya çıkan şeye göre, tohumu ve çekirdeği de
yaratandır. Öyleyse yararlar ancak böyle bir ışıkla gerçekleşir. Nebiler o nuru
bir korunma (aracı) olarak alır ve var olanlardan meydana gelen şeylere karşı
-ki bunlar başkaların karanlıklarıdırsakınırlar.
Türeyen ışığın değeri ve menzili
belli olduğuna göre, şimdi de neye karşı siper edinildiğini açıklayalım: Şöyle
ki: Sakınma ancak insanın doğası gereği ve dince nahoş bulduğu bir takım
durumlardan olabilir. Bunlar, yaratılış âlemine ve doğal terkibe özgü bir takım
durumlardır, yoksa emir âlemine ait değillerdir. Bu ve başka kitaplarımızda,
‘emir âlemi’ ve ‘yaratılış âlemi’ derken neyi kast ettiğimizi açıklamıştık.
Hepsi Allah Teâlâ’ya aittir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: ‘Yaratma
ve emir O’na aittir. Âlemlerin Rabbi mübarektir.’6 Burada alem, başka bir isme değil,
Rab ismine tahsis edilmiştir. Yaratılış ve terkip âlemi, özü gereği kötülüğü
gerektirir. Bu nedenle kendisinde kötülük bulunmayan iyilik olan emir âlemi,
insanın yaratılışını ve birbirini iten -Ki birbirini itme çekişme, çekişme ise
bozulmaya yol açan bir durumdurdoğalardan bileşik olarak yaratıldığını
gördüklerinde şöyle demişlerdir: ‘Orada bozgunculuk yapacak ve kan
akıtacak birini mi yaratacaksın?’7 Bunu derken (kan akıtmanın nedenleri
arasında) meşru hükümlerin gerekçelerine değinilmemiştir. Nitekim aynen
söyledikleri gibi olmuş ve fakat Hakk’ın şöyle dediğini görmüşlerdir: ‘Allah
Teâlâ bozguncuları sevmez.”1 Başka bir ayette ise ‘Allah
Teâlâ bozgunculuğu sevmez.’9 Bu nedenle (meleklerin bulunduğu)
emir âlemi, Allah Teâlâ’nın sevmediği bir işi sevmemiş, sevdiğini sevmiştir. Allah
Teâlâ’nın yaratılıştaki hükmü ise, Aziz ve Alîm’in takdir ettiği şekilde
gerçekleşmiştir. Öyleyse insanda ortaya çıkan kötülükler, meleklerin zikretmiş
olduğu doğasından kaynaklanırken, onda ortaya çıkan iyilik ise onun ilahi ruhundan
kaynaklanır. Söz konusu ruh, (tümel ruhtan) türeyen nurdur. Böylelikle melekler
doğru söylemiştir. Bu nedenle Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Sana
isabet eden kötülük kendindendir.’10 Yaratılış
âlemi bu mesabede olunca, bütün akıl sahiplerinin bu menzilde zikredilen bu nur
ile kendilerini korumaları gerekir. Bütün kötülükler, halk âlemine, bütün
iyilik ise, emir âlemine aittir.
Bilmelisin ki doğa, halk âleminin
ortaya çıkabilmesi için birbirini iten (unsurlardan) bir araya gelmiş ve
toplanmış, içerdiği iyilikle birlikte nurun üstünlüğü zuhur etmiş, gücü ve
emir âleminin yaratılışına hakim olması nedeniyle bu bileşildikten doğmuştur.
Ardından duyusal varlığa girmiş, hayvan, bitki ve donuk (câmid) diye
isimlendirilmiştir. Bütün bunlarda bozulma ve hallerde başkalaşma bulunur.
Koruyucu nur olmasaydı, halk âlemi bir anda yok olurdu. Allah Teâlâ, bütün bu
nahoş durumları gidermek üzere, duayla kendisine yönelmesini emretmiş, -bu
nurdan verdiği şeye göreRab ismiyle ruhu desteklemiş, bu sayede o, doğanın
karanlığı yönünden gerçekleşecek zarardan kurtulur.
Bilmelisin ki, gerçekte kötülük ve
iyilik (hayır) denilen şey, bir takım hususlarla ilgilidir. Bir şey ya Hakkın
peygamberlerinin vasıtasıyla bildirmesiyle iyi veya kötüdür. Ya da bir mizaca
yatkın olup olmama durumuna göre iyi veya kötüdür. Ya da delilin gerektirdiği
kemal sabittir ve bu durumda iyidir. Ya da bu dereceden eksik olur ve kötü
diye isimlendirilir. Ya da bir amacın gerçekleşmesiyle ilgilidir, bu durumda
iyi olur. Ya da onun gerçekleşmemesiyle ilgilidir ve o kişi için kötü olur.
İnsan bakışını bütün bu (göreli) durumlardan kaldırdığında, geride iyilik ve
kötülükle nitelenmeyen var olan hakikatler kalır. İşte bu, insaf ve derin
incelemeyle varılan noktadır. Fakat Allah Teâlâ, ancak kemal, eksiklik,
yatkınlık, zıdık, iyilik veya kötülüğe hükmeden şeriadar gibi varlıkta meydana
gelen şeyleri yapmıştır. Allah Teâlâ nefislere bazen ulaşılan bazen ise
ulaşılmayan amaçlar yaratmıştır. Varlık bütün bu mertebelerden boş değildir.
Konuşanın sözü ise, varlıkta gerçekleşene göredir, yoksa Hakk yönüne ait olan
başka bir yönden değildir.
Bütün bu işlerin kaynağı, özü gereği
varlığı zorunlu olan -ki O, kendisinde kötülük bulunmayan sırf iyiliktir
(hayr-ı mahz)ve bu mutlak varlığın mukabilinde bulunan salt yokluktur. O ise,
iyilik bulunmayan sırf kötülüktür. Alemde bir kötülük ortaya çıktığında, aslı
bu yokluktur. Çünkü kötülük, kemalin olmayışı veya (mizaca) yatkınlığın olmayışı
veya amacın gerçekleşmemiş olmasıdır. Bunlar ise nispederdir. Varlıkta gözüken
her iyiliğin faili, mutlak varlıktır. Bu nedenle Allah Teâlâ (c.c.) şöyle
buyurur: ‘De ki hepsi Allah Teâlâ katındandır.,u Senin
katında olmakla nitelenen şey, senin aynın değildir. Yok etme ve var etme, Allah
Teâlâ’nın iradesi, kudreti arasındadır. Bu nedenle şöyle dedik: İyilik, Hakkın
fiilidir. Hâlbuki kötülük hakkında fiil demedik, sadece salt kötülüğün onun
aslı olduğunu söyledik ve onu serbest ifade ettik ki, akıllı okur maksadımızı
anlasın.
Bu bölümde bu yararlı konu
anlaşılınca, şöyle deriz: Fiillerden sevilmeyenleri uzaklaştırmak için
sığınılacak şeylerden birisi, şeytanların Süleyman’ın mülkü üzerinde okudukları
sihir ilmidir. Onlar sihri, Hârut ve Mârut adlı iki meleğe indirilmiş gerçek
bilgiyle katıştırmışlardı. Gerçek bilgi, mucizeler diye isimlendirilen şeyleri
bilmektir. Çünkü Hakk (ve hakikat), aciz bırakandır ve kendisine istinat edilen
nurdur. Batıl ilim ise, hayaldir. Onun hakkmda Allah Teâlâ ‘Sihirleri
sanki onların (iplerin ve asaların) koştuğunu kendilerine zannettirdi'112 buyurur.
Bu nedenle sihir, ışık ile karanlığın karışımı demek olan seher kelimesinden
alınarak ‘sihir’ diye isimlendirilmiştir. Öyleyse seherin bir yönü karanlığa
-fakat bütünüyle karanlık değildir-bir yönü ise ışığa dönüktür, fakat saf ışık
değildir. Aynı şekilde sihrin de bir yönü hakikate bakar. Bu, kendisine bakanın
gözüne gözüken kısımdır ve bu gerçektir. Bir yönü de batıla bakar. Çünkü gerçek
gözün algıladığı gibi değildir. Bu nedenle Araplar onu sihir diye
isimlendirmiştir. Onu yapan ise sâhir (sihirbaz) diye isimlendirilmiş, onu
bilen ise isimlendirilmemiştir. Bu nedenle de tuzak kurmak anlamındaki
‘kâde-yekîdu’ neredeyse anlamı taşımıştır. Yani neredeyse gerçeğe yakındır. Allah
Teâlâ şöyle buyurur: ‘Onlar tuzak kurdu."3 Yani
kendilerine gözüken şeyde hakikate yaklaştılar. (Tuzak kurmak anlamındaki)
Kâde yaklaşma bildiren fiillerden birisidir. Araplar şöyle der: ‘Kâde’l-arûsu
yekûnu emiran’. Yani ‘damat, neredeyse emîr olmaya yaklaştı.’ Allah Teâlâ şöyle
buyurur: ‘Onların yaptıkları sadece sihirbaz tuzağıdır,’H
Yani onlar, göze görünen suretinde gerçeğe benzeyen bir şey yaptılar. Hâlbuki o
gerçek değildi. ‘Haktan sonra delaletten başka ne
kalır. O halde nasıl yüz çevirirsiniz.’15 Yani bu
hakikatleri bilmekten nasıl yüz çevirirsiniz!
Bu kötülük bilgisiyle ilgili bir
husus, hamdin ters çevrilmesidir (zıddıdır). Allah Teâlâ ‘nankörlük
etme’16 buyurur,
çünkü hamdin tersi, nankörlüktür (küfür) ve o kınamadır. Hamd, celali ve güzel
ahlakı nedeniyle birini övmek iken kınama zikrettiğimizin tersidir. Allah Teâlâ
şöyle buyurur: ‘O ikisinden öğrenirler.’17 Yani iki
öğretmenden öğrenirler. ‘Kişi ile karısının arasını ayıran
şeyi.m Allah Teâlâ bunu nahoş karşılamış,
ülfete, beraberliği temine teşvik etmiştir.
Allah Teâlâ, insanlardan gizlenmiş
bir hakikat nedeniyle, bir araya gelmiş her toplamda bir dağılma ve ayrışmanın
olacağını bilir. Bu nedenle, kullarına merhametinin gereği olarak boşanmaya
şeriatta yer vermiştir. Bu sayede onlar, fiillerinde sevap kazanır,
-şeytanların burnu sürtünse bilekınanmazlar ve övülürler. Bir hadiste Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ’nın en sevmediği helal,
boşanmadır.’ Boşanma, yokluğa dönmektir. Doğaların bir araya gelmesiyle,
bileşikliğin varlığı ortaya çıkmış iken bir aradalığm kaybolmasıyla da yokluk
gerçekleşir. İlahi isimler ise, tesir etmeyi gerektirir. Bu kokunun kendisinde
bulunması nedeniyle Allah Teâlâ, eşler arasında ayrılığı nahoş karşılamıştır.
Bir araya gelmenin varlığı, boşanmayla ortadan kalkar. Başka bir ifadeyle kendileri
var olsa bile, ayrılmalarıyla söz konusu birlik ortadan kalkar. Bununla birlikte
bir araya gelme, ayrılma ve bundan meydana gelen hareket ve durağanlık,
akledilir nispedere döner, yoksa bazılarının zannettiği gibidış varlıklara
dönmezler. Bu menzile özgü nur ile, zikrettiğimiz kötülükler ortadan kalktığı
gibi kemale izafeyle veya yatkın olmamak vb. nedenlerle ortaya çıkan kötülükler
de onunla kalkar. Ayrılığa yol açan sihir, nurun bu menzilde bulunmasının
sebebini uzaklaştırdığı şeydir. Bu örtü ve karanlığa nurun girmesiyle sabah
olur, ortalık aydınlanır, karanlıktan çıkılır. Bunun olacağı yer ise, ahiret
âlemidir. Orası gayretinin övüleceği ve gayreti harcarken uykusuzluğun (sihir
ve aynı kökten uykusuzluk anlamında seher) sana kaybettirdiği uyku, dinlenme ve
durağanlık hazzını telafi edeceğin yerdir. Böylelikle uygun bir lafız ortaya
koymuşlardır. Bu ise sabahları söyledikleri ‘seçkin kavim hamd eder’
ifadesidir. Sabah bu ışıktan ibarettir. Böyle bir nurun kendisi adına
gerçekleştiği kimse karşısında insanlar, gıpta ya da haset edenler olmak üzere
ayrılırlar. Gıpta eden -o hal kendisinden silinmedensöz konusu kişi adma
gerçekleşen şeyin kendi adma da gerçekleşmesini talep eden kimsedir. Hasetçi
ise, bu halin o kişiden yok olmasını talep eden ve o hali elde etmek için bir
talebe tevessül etmeyen kimsedir. Diğer kişiden kaybolmasını istemekle
birlikte o hali de talep ederse, bu durumda gıpta eden ile haset eden arasinda
bulunur. Burada ortak özellik farklılığı sağlayan özellikle bir değildir.
Öyleyse o özelliği elde etmeyi istemek, gıptadır ve övülmüştür. Bu özelliğin
kişide yok olmasını istemek ise hasettir ve kınanmıştır. Bu nedenle de ona
dair bu açıklamaları yaptık. Bununla birlikte Şeriat haset lafzmı gıpta yerinde
kullanmış ve (Peygamberimiz) şöyle buyurmuştur: ‘Ancak iki kişiye haset edilir
(yani gıpta edilir): Allah Teâlâ’nın kendisine mal verip de Hakk uğruna
harcamayı nasip ettiği kimse; bu kişi, malını harcar, sağma ve soluna
dağıtır.’ Burada, karşılıksız verme ve cömertlik yapmanın üstünlüğü hakkında
bir sır ve işaret vardır. Bedel karşılığı vermek, alış veriştir, cömertlik
değil! Cömert, bedelsiz verendir. Bu nedenle hadiste ‘sağ ve sol demiştir. Sol
derken zina gibi kötülük uğruna harcama kast edilseydi, bu da cömertlik
olmazdı. Çünkü bu durumda verilen karşılığında maldan daha sevimli bir bedel
kazanılmıştır. Şöyle denilebilir: Bedel onun için gereklidir. Çünkü cömerdik
nedeniyle övülmek, cömert kimse için ayrılmaz bir özelliktir. Şöyle deriz:
Böyle bir şey ancak bilgisizden meydana gelir. Çünkü güzel övgü, cömertliğin
ayrılmaz özelliklerinden biridir. İnsanın bunu isteyip istememesi birdir.
Öyleyse onu elde etmekle ilgilenmek, bilgisizliktir. Çünkü elde olan bir şey
istenilmez. Bir şeyin lazımı olan ise, zorunlu olarak vardır. Aksi halde lazım
olmazdı. Cömert insan böyle davranırsa, bedel peşinden koşanlara katılır ve bu
esnada cömertlikle nitelenen veya bu elbiseyi giyenlerden olmazdı. Hadiste
zikredilen diğer adam ise şudur: ‘Allah Teâlâ’nın kendisine bilgi verdiği ve
bilgisini insanlara yayan kimse.’ Yani bilgiyi insanlara dağıtır. Hadis, Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in söylediği üzere, bu kadardır. Biz ise onu anlam
yoluyla ve bazı sözleriyle birlikte zikrettik. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem burada bu davranışı ‘haset’ diye isimlendirmiştir. Bazen bir şey,
kendisine yalcın anlamla veya ondan olan bir sebeple bir şeyin adıyla
isimlendirilir.
Amaçladığımız hususu açıkladıktan
sonra, maksadımızla ilgili kuşku ortadan kalkar. Biz burada ancak ‘Haset
ettiğinde haset edenin kötülüğünden’’19 ayetinde
belirtildiği üzere Allah Teâlâ’nın kast ettiği şeyi kast ettik. Kötülük bunun
bir benzerini elde etmeyi istemede değildir. Kötülük, sahip olan kimseden o
şeyin yok olmasını istemededir. Abdurrab’ın beş derecesi olduğunu ve dört
dereceyle Abdülmelik’in derecelerinden fazla dereceye sahip olduğunu söylemiştik.
Bu menzil beş derecedir. Bu menzile ait altıncı derece hakkında ise bu konuyu
bilenler arasında görüş ayrılığı vardır. Bir kısmı onu bağımsız derece
saymıştır. Fakat o, ilahi makamlardan her iki makamı ayırt eden şeydir. Bu
bizim görüşümüz değildir. Bir kısmı ise onu bu menzilde altıncı derece
saymıştır ki bizim görüşümüz de budur. Bu derece, bu konu uzmanlarının görüş
birliğiyle, gayb menzillerinden bir menzili içerir. Aralarındaki görüş ayrılığıyla
birlikte üç menzil olduğu söylenmiştir. İbn Berrecan ise, bu derecede iki
menzili gayb menzillerinden çıkartmakla ayrılmıştır. Başkasının böyle bir
görüşte olup olmadığını bilmiyorum. Onun bu konuda bir yortunu vardır. Fakat
uzak bir yorumdur. Gerçi biz de bazı kitaplarımızda bu görüşe varmıştık. Fakat
onun varlığında bu güç bulunmaz ve ancak tahlil sanatında bu ortaya çıkar.
Burada ise bu yolun bilgisine göre terimler hakkında konuşulmaktadır. Bu ise
hüviyetin bilgisiyle ilgilidir.
Bu derecenin şehadet menzillerinden
on dokuz derecesi vardır. Bu menzillerden her birisi, ateş üzerinde bulunan on
dokuz melekten birisini engeller. Böylelikle bu menzil sahibine ateş isabet
etmez. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Onun üzerinde
on dokuz vardır.’20 Öyleyse bu menzillerin bu derecede
bulunması nedeniyle, cehennem melekleri on dokuz olmuştur. Bunun tersini
alarak şöyle diyemeyiz: Bu melekler nedeniyle bu menziller on dokuz olmuştur.
Çünkü gerçek böyle değildir. Bu menziller de meleklerden farklı olarak mecul ve
yapılmış değillerdir. Çünkü bu derece bu menzilleri özü gereği gerektirir. Allah
Teâlâ melekler hakkında şöyle demiştir: ‘Onların
sayısını bir sınama (fitne) yaptık.’2' Onlar
yapılma hükmüne bağlı olmuşlardır ve onlar şehadet âleminde bulunmuştur. Çünkü
ateş, duyulur ve görülür bir şeydir. Bu altıncı derece ise, ilimlerden âlemle
ilgili ilahi isimleri içerir. Bu menzil genel hakkında yaratma yönünden,
seçkinler hakkında ise mutluluk yönünden suret sahibidir.
Bilmelisin ki, bu kitaptaki
menzillerden her biri, mudaka bu dereceye sahiptir. Eserleri ise, menzillerin
değişmesiyle değişir. Bunun istisnası, kahır menzilidir. Allah Teâlâ izin
verirse, ondan daha sonra söz edeceğiz. Heyakilü’l-Envar isimli
kitabımızda bu menzilden ve ona özgü durumlar ve heykelinin gereği olan
şeylerden söz etmiştik, oraya bakılmalıdır. O, yüz on ikinci heykeldir. Bu
bölüm, yani kitaptaki bölüm, her menzile bırakılmış sırları açıklamak için
sınırlı bir kitaptır. Aynı şey münazeleler için geçerlidir. Menzil ile münazele
arasındaki farkı sana açıklıyoruz. Şöyle ki: Menzil, kendisinde Hakkın sana
indiği veya senin Hakka indiğin (yükseldiğin) makamdır. Burada sana veya O’na
arasındaki farkı bilmelisin. Münazele ise, Hakkın sana inmeyi irade etmesi ve
senin kalbine de kendisine yükselme arzusunu yaratmasıdır. Böylelikle himmetin
kendisine yükselmek üzere ruhanî özel bir şekilde harekete geçer. Böylelikle
iki iniş arasında bir araya gelme meydana gelir: Menzile ulaşmazdan önce
senden O’na yükseliş (iniş, nüzul) ve O’ndan sana iniş. Başka bir ifadeyle
menzile ulaşmazdan önce bir ilahi ismin sana yönelmesidir bu. Bu bir araya
gelmenin iki menzilden başka bir yerde gerçekleşmesi ise, münazele diye
isimlendirilir. Burada bu hal sahibinin, üç hali olur. Ya amaçlanan fayda
kavuşma esnasında gerçekleşir. Bu fayda, bir yandan o ismin bu kuldan istediği
şey iken öte yandan kulun o isimden talep ettiği şeydir. Bu durumda ismi
kendisinden ayrılarak isimlendirilene gider ve kul kendisinden çıkmış olduğu
makamına döner. Ya da ilahi isim kendisinden çıktığı şeye dönmesi şeklinde
onun üzerinde hüküm verir. Bu durumda bu ilahi isim, çıktığı yere ulaşana kadar
kendisiyle birlikte olur. Ya da ilahi isim onu kendi yanma alır ve onu
isimlendirilene yükseltir. Zikrettiklerimizden hangi durum gerçekleşirse
gerçekleşsin, bu özel nitelikle kendisine döndüğümüz bu menzil, münazele
menzili diye isimlendirilir. Çünkü o, inişi münazeleden olmadığında verdiği
hükümlerden verdiğinin zıddmı verir. Zevk, şurb ve rey (kanma) sahipleri bunu
bilir. Biz bu kitapta münazelelerden Allah Teâlâ’nın izniyle öğreneceğin
bölümleri ele alacağız.
Bilmelisin ki, menzillere bu ad
kendisine yerleştikten sonra verilebilir. Kişi menzile yerleşir ve ondan
ayrılmazsa, bu kez adı, kendisini yurt edindiği için vatan (mevtin) veya
kendisinde oturduğu ve başka bir yere ayrılmadığı için mesken olur. Fakat bu
menzilin kendisine ve derecelerine onlardan ayrılmayacak şekilde intikal
etmesi gerekir. Bu durumda insan, sakini olduğu bir evin odalarında tasarruf
eden kimse gibidir. Öyleyse ârif, sürekli ilahi bir isim ile beraber olmak
zorundadır. Bununla birlikte o isimdeki tasarrufu değişebilir ve genel olarak
onun adına vatan olur. Arifin iki nefes aynı halde kalması imkânsızdır. Her
nefes, onun intikali zorunluluktur. Bu nedenle Allah Teâlâ ehlinden bazıları,
ismin vatan veya mesken olmasını imkânsız saymıştır. Çünkü ona göre, her ismin
ve halin ilahi bir ismi vardır. Hâlbuki o, ismin bir hükmünün veya birbirinden
farklı hükümlerinin olması gerektiğini anlamamıştır. Öyleyse bir isim,
hükümleri altında tasarruf ettiği sürece, belli bir şahsın vatanı olur.
Sûfilerin birinin bir hükmün niteliği olması anlamında ‘iki nefes tek bir
hükümde kalması imkânsızdır’ demeleri ise, doğrudur. Bununla, izafe yoluyla -ki
bu hükmün Bir’e izafesidirtek bir hüküm üzere iki nefes kalmasını kast
etmişlerse, bu doğru değildir. Çünkü bu ilahi isime ait yönler vardır. Bu
bağlamda Gaffar ismi, taleplere göre, insanı şundan bundan örter. Bu talepler,
el-Gaffâr isminin kendisini örtebileceği şeylerle ilgilidir. Bu örtme, peş
peşe ve ardışıktır, araya başka bir ismin talep ettiği bir şey girmez. Bu
nedenle bu isimde mübalağa geçerli olmuştur. Çünkü örtme ondan çok gerçekleşir.
Aynı şey Hallâk, Rezzâk ve oluşta etkisi bulunan bütün isimler için geçerlidir.
Bunlar, insana talep ettikleri şeyler ardışık olarak geldiğinde, (sürekli
olarak fiillerini icra ederler). Öyleyse ilahi isimler bir yönden menziller
iken bir yönden de mesken ve vatandır. Bu bölümde vaktin elverdiği ölçüde ve
işaret yoluyla zevk sahibi için faydanın gerçekleşeceği şeyleri belirtmiş
olduk. Sahip olduğumuzdan, her bölüme ancak denizden bir nokta kadarını
koyduk. Bu durum bizim sahip olduğumuz bilgiye göredir. İşin kendiliğindeki
durumuna kıyasla ise, sahilsiz bir deryadır.
Bu menzil emir menzillerindendir. Bu
emir menzilleri ise, sayıca yedi olsalar bile, ana menziller bakımından
böyledirler, gerçekte ise daha fazladırlar. Kendilerini ele alırken bizim
onları sınırlamamız gerekir ki, Hakkın mertebesinde kaça ulaştıkları
öğrenilsin. Çünkü bunda bir takım faydalar vardır ve bu faydalar kitaba
serpiştirilmiştir. Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır. Bu
menzillerde bulunan ilimler, ilahi isimlerle bilinmezleri ortaya çıkartma
ilmi, yaratılış ilmi, şehadete dahil olan gayb ilmi, benzerlik ilmi ve ruh’un
kalbe ilhamı ilimleridir.
İKİ YÜZ YETMİŞ İKİNCİ BÖLÜM
Tevhidin Tenzihi Menzilinin Bilinmesi
Ben llah’ın tevhidinin tenzihini söylerim!
Bu bir nurdur, onun katında söylerim
Onun tenzihi zat ve rütbe arasmda Onu bilen
ise pek azdır
Her tenzihçinin tenzihinden münezzeh Kim bir
söz söylemek isterse, ‘diyor’ desin
Çünkü Hakkın varlığı, gaybmın harfindedir
Huzur harfidir, üzerinde kabul olmayan
Allah Teâlâ kendinden bir ruh ile
seni ve bizi desteklesin, bilmelisin ki, tevhidin tenzihi derken iki şey kast
edilir: Birincisi tevhidin Hakk ile değil, tenzihle ilgili olmasıdır. Diğeri
ise, tenzihin başka bir anlamda tevhide izafe edilmiş olmasıdır: Hakk teala,
kendisini kendisinin birlemesiyle tenzih edilir, yaratıklarının birlemesiyle
tenzih edilmez. Bu durum hamdin hamdine benzer. Çünkü bir niteliğin sahibinde
bulunması, sahibinde bir iddia bulunmaz böyle bir ihtimalin kendisine
bulaşması da söz konusu değildir. Kendisini veya başkasını bir nitelikle
niteleyen kimse ise, iddiasının doğruluğu için delile muhtaçtır. Bazı konular bununla
ilgilidir. Bunlara Allah Teâlâ’nın kitabından ayeder delalet eder. Bunlardan
birisi şudur: Kafiyenin zorunluluğu olmadan, (ismi) vermezden önce zamir
kullanılır mı, kullanılmaz mı? Şair şöyle der:
Onun Rabbi razı olsun, Adi b. Hatim’den
Burada zamir isimden önce gelmiştir.
Fakat şiirde (kafiye ile ilgili) zorunluluk vardır. Bu menzilin fasıllarından
birisi de, Allah Teâlâ’nın birliğini emretmektir. Dolayısıyla onda Hakkın
kendisini birlemesi yoktur ve bu konuda taklit kendisiyle ilgilidir. Çünkü emir,
delilin bunu kendisine verdiği kimseyle ilgili değildir. Şu var ki emrin konusu
tarif değil, teslim tarzında istidlal ve delalet yerinde uyarma tarzındaki
istidlal olabilir. Buna örnek olarak şu ayeti verebiliriz: cBöyle
bir durumda her ilah kendi yarattığını sevk ve idare ederdi.. ’22 Başka bir ayette ise ‘Eğer
yerde ve gökte Allah Teâlâ’dan başka ilahlar bulunsaydı, onlar bozulurlardı’’23 denilir.
Başka bir ayet ise ‘Doğurmadı ve doğurulmadı’24 ayetidir. Bu menzilin fasıllarından
birisi de, ‘Bir eş veya çocuk edinmedi’25 ayetinde belirtilir. Çünkü denklik
söz konusu değildir. Çünkü ‘O’nun dengi hiçbir şey yoktur.’’2'’
Denklik bulunsaydı, bu durum caiz olabilirdi. Allah Teâlâ şöyle
buyurur: ‘İman etmedikçe müşrik kadınlarla evlenmeyin.’27 Böylelikle
dinde denkliği dile getirmiştir. Başka bir ayette ise ‘Şayet Allah
Teâlâ bir çocuk edinmek isteseydi’28 diyerek
bunu imkân kabilinden saymıştır. Ardından ‘(dilediğini)
seçerdi’29
buyurmuştur. Seçmek bir yaratmadır ve yaratılmış olan yaratan ile denk olamaz.
Fail nerede, mefiıl nerede? Bu menzilin bölümlerinden birisi de, tenzihin
öncüllerle idrak edilmesidir. Bunlar
Allah Teâlâ’nın varlığını ortaya
koyan veya O’nu bilmeyi sağlayan öncüllerdir. Allah Teâlâ böyle bir şeyden
münezzehtir.
Menzilin fasıllarından birisi de,
öncüllerin kendisiyle nitelendiği ve öncüllerde bağlayıcı sebep olan terkip
nedeniyle bir şeyi ortaya çıkartmak için öncülün olmayışıdır. Böylelikle bu
husus, karşılıklı ilişkiyi gerektirir. Hakk ile yaratıklar arasmda karşılıklı
ilişki, makul veya mevcut değildir. Öyleyse O’nun zatı yönünden kendisinden bir
şey meydana gelmeyeceği gibi zatı yönünden bir şeyden de meydana gelmez. Şeriatın
kendisini gösterdiği her şey veya aklın delil edindiği her şey, zat ile değil,
ulûhiyet ile ilgilidir. İlah olması yönünden Allah Teâlâ, imkânı nedeniyle
mümkünün kendisine dayandığı şeydir. Şimdi de, Allah Teâlâ izin verirse, özede
bu menzilin bölümleriyle ilgili hususları zikredelim.
Bilmelisin ki, bu menzil, başlangıç
ehli hakkında azamet menzilinden dördüncü menzildir. Ruhani büyükler hakkında
ise, yüz on ve on birinci menzildir. İlahi mertebe üç kısma ayrılır: Zat,
nitelikler ve fiiller. Bu menzil onlardan birisi olmuştur ve o onların
üçüncüsüdür. Nitelikler iki kısma ayrılır: Fiil ve tenzih nitelikleri. Bu
nedenle bu menzil, o ikisinden tenzih menzili olmuştur. Tevhit tenzihine
gelirsek, bu, kendisini Hakkın katma nispet ettiğin söz konusu tevhidin Haktan
başkasma nispet edilmekten münezzeh olmasıdır. Öyleyse gerçekte tenzih edilen
O’dur, başkası değildir. Bunu söyledik, çünkü lafzın verisine göre, onunla
Haktan başkasınm nitelenmesi mümkündür. Nitekim varlık, bilgi, kudret ve diğer
isimlerde de Hakk ile yaratıklar arasmda böyle bir ortaklık gerçekleşmiştir. Bu
menzil, Allah Teâlâ’ya mensup olan tevhidi kendisiyle başkasınm
nitelenmesinden tenzih eder. Çünkü o, bütün yönleriyle zat tevhididir. Bu
tevhit ile -ne lafız ne anlamdaO’ndan başkası nitelenemez. Bu tevhidin
kendisine nispet edildiği Hakkın zatıyla ise herhangi bir tenzih ilgili
değildir. Çünkü bu, onun hakkında caiz değildir. Böylelikle hakkında caiz olan
niteliğinden uzaktır. Çünkü zat gerçekte herhangi birinin tenzihiyle
olmadanmünezzehtir. Tenzihin tevhidin konusu Hakk ise, bu durumda zatı yönünden
bu niteliğin diliyle münezzehtir ki, bu, tevhittir. Bu durum, cömertliğin
bulunduğu kimsenin cömertlik niteliğinin diliyle ‘cömert5 diye
övülmesine benzer, yöksa o kişi, bunu söyleyenin söylemesiyle övülmez. Teorik
düşünceden hareket eden insanın delili Allah Teâlâ’nın bir olduğunu söyler.
Hâlbuki sen yoktun, fakat Allah Teâlâ o niteliğe sahipti. Sen sensin ve Allah
Teâlâ bu niteliğe sahiptir.
Durum böyle olunca, mutlak gaybın
sahibinden başka, ismi zikredilmeden zamirle işaret edilebilecek kimse yoktur.
Mutlak gayb, herhangi bir hal ile görülemez. Bu durumda üçüncü şahıs zamiri
(gaip zamir), O’nun adına türemeyen ve isimlendirilene verilen özel isim
gibidir. Bu zamir, daha öncesinde herhangi bir şey zikredilip de dinleyenin
nefsinde yerleşmesine gerek olmadan, ilk bakışta O’na delildir. Öyleyse ‘O’
zamiri, Allah Teâlâ hakkında geçerli olabilir ve Allah Teâlâ’dan başkasına ismi
zikredildikten sonra verilebilir. Başka bir ifadeyle herhangi bir şekilde
tanındıktan sonra ‘o’ denilebilir. Ya da bu zamir, yanında bulunduğu için
hakkında ‘o’ demenin caiz olmadığı kimse hakkında düşünülebilir. Bu duruma
kıyasla kendisinden ‘o’ zamiri düşer, fakat yanında olmayan, ona ‘o’ diyebilir.
Şöyle denilebilir: İfade ettiğin şey doğru ise, Hakk kendisi tarafından
görülendir. Öyleyse kendisini görmesi nedeniyle O’na ‘o’ demek caiz değildir.
Öyleyse ‘o’ zamiri, Allah Teâlâ için, senin iddia ettiğin gibi, özel bir isim
yerindeki zamir değildir. Şöyle deriz: Allah Teâlâ kendisini görse bile,
hüviyet bilinir, görülmez. ‘O’ zamirinin kendisi için isim olduğu şey de,
hüviyettir. Bu bizim görümüze göre böyledir ve bu görüş Hakk ehlinin görüşüdür.
Bu bağlamda başka bir grup vardır ve şöyle iddia ederler: ‘Allah Teâlâ
kendisini bilmez.’ Bu görüşe göre, bize ve ona göre ‘o’ zamiri kendisinden
düşmez. Allah Teâlâ ihlâs suresinin başında peygamberine şöyle der: ‘De ki, O Allah
Teâlâ birdir.’30 Böylelikle
zamir ile başlamış, daha öncesinde ise zamirin Kuran’da kendisine döneceği bir
isim zikretmemiştir. Gerçi Yahudiler peygambere şöyle demişlerdi: ‘Bize Rabbini
tanıt.’ Belki de dilci şöyle zanneder: Bu zamir, Yahudilerin kendisini
zikretmiş oldukları Rab ismine döner. Hâlbuki bu zamir ile Yahudilerin
kendisini zikrettiği Rab isminin kast edilmediği bilinmelidir. Çünkü Allah
Teâlâ, zatının bilgisine yaratıklarının ulaşmasından münezzeh ve mütealdir. Bu
nedenle Allah Teâlâ ‘O Allah Teâlâ’dır’31 buyurdu. Hâlbuki surenin bütününde
yaratmaya delil olan bir şey zikretmemiştir. Aksine bu surede bütünüyle
yaratıklardan münezzehliği dile getirmiş, kendisini bilmeyi yaratmanın bir
neticesi yapmamıştır. Bu nedenle Allah Teâlâ, ‘doğurmadı’32 demiş, ardından bazı kimselerin zannettiği
gibi, hangi tarzda olursa olsun kendi varlığını yaratıklardan kaynaklanan bir
netice de yapmamış ve şöyle demiştir: ‘Doğrulmadı’33 Burada herkesin birliğine benzemeyi
de reddederek şöyle demiştir: ‘O’nun dengi hiçbir (ahad) şey yoktur.’34 Burada
kendi adına başkasına ait olmayan bir birlik kabul etmiştir. Ardından kendisi
adına samedânîlik özelliğini ortaya koymuştur. O, tenzih ve uzaklaştırma
niteliğidir. Böylelikle zamirin Yahudilerin, ‘bize Rabbini nitele’ derken
zikredilen ve yaratıklara izafe edilen rabbe dönmesi ihtimali ortadan
kalkmıştır. Onlar da rabbi kendilerine değil peygambere izafe etmişlerdir. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem indirilen sureyle Rabbini nitelediğinde ise, O’nu
ne kendisine ne de onlara nispet etmiş, şanına yaraşır şekilde nitelemiştir.
Öyleyse ‘O Allah Teâlâ’35 ayetindeki zamir, zikredilene
dönmez. Sınırlı nerede, sınırsız nerede? Öyleyse sınırlının hüviyeti, Mutlak’ın
hüviyeti değildir. Sınırlının hüviyeti, oluşla ilgili bir nispettir. Böylelikle
oluş kendisiyle sınırlandığında onunla sınırlanır ve şöyle denilir;
yaratan-yaratılmış, güç yetiren-güç yetirilen, bilen-bilinen, irade eden-irade
edilen, duyan-duyulan, gören-görülen, konuşan-konuşulan. Hayat sahibi
anlamındaki Hayy ise böyle değildir. O, Hakkın hüviyetidir ve oluşla ilgisi
yoktur. Kayyum ismi ise, böyle değildir. Zikrettiğimiz şeyi öğrendiğinde, isim
zikredilmezden önce zamirin gelmesinin Allah Teâlâ için geçerli olabileceğini
öğrenmişsindir. İsim zikredildikten sonra ise, Hakk ile yaratıklar ortaktır. Allah
Teâlâ şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ, O’ndan başka ilah
olmayandır.’36 Burada
zamir, ayetin başmda zikredilmiş olan Allah Teâlâ’ya döner.
Bilmelisin ki, kula kendisini
öğrenmesinin veya söylemesinin emredildiği tevhit, Hakkın kendisini birlediği tevhit
değildir. Emredilen tevhit, bileşiktir, çünkü emredildiği kimse yaratılmıştır
ve yaratılmıştan kendisine uygun bir şey meydana gelebilir. Öyleyse bu tevhit,
bir yaratılmış tarafından meydana getirilmiştir ve kendisinden meydana geldiği
yaratılmış insana kıyasla yaratılmışlıkta Allah Teâlâ’dan daha uzaktır. Bu durum,
fiilleri yaratılmışlardan olumsuzlayanlar ile onları yaratıklara ait sayan
bütün mezheplere göre böyledir. Fiilleri yaratıklara ait görmeyenler kesbi
savunurken kabul edenler (fiillerin insan tarafından yaratılması anlamında)
yaratmayı savunur. Öyleyse yaratıklara izafe edilen bir şey yüce mertebeye
nasıl layık olabilir ki? Allah Teâlâ’ya şeriata göre ibadet etmekteysek de,
onu kendi yerinde kabul eder ve kendisine yaklaşmak niyetiyle bize emrettiği
yerde onu söyleriz. Bununla birlikte ‘O’nun
benzeri bir şey yoktur’37 ayetinde belirtildiği üzere
bilinmiyor olması yönünden Hakkın bize gösterdiği bilginin (ne kadar) olduğunu
da biliriz.
Başka bir örnek ihlâs suresinde ve
genel anlamda tenzih anlamlı ayetlerde geçen ifadelerdir. Allah Teâlâ ‘İzzet
sahibi Rab onlarm nitelemelerinden münezzehtir538 buyurur,
izzet sahibi olmak, bilinmeyi engellemeyi gerektirir.
Bu menzilin sırlarından birisi, ‘Allah
Teâlâ bir çocuk edinmek isteseydi’39 ayetinde belirtilir.
‘Lev’ (şayet), imkânsızlık bildiren bir edattır. Fakat, başka bir durumun
imkânsızlığı nedeniyle, bir şeyin imkânsızlığını bildirir. Öyleyse burada söz
konusu olan bir yokluk nedeniyle yokluktur. Bu edattan sonra olumsuzluk edatı
gelseydi, bu durumda da o, olumlu bir durum nedeniyle imkânsızlık bildirirdi.
Ayette böyle bir olumsuzluk edatı gelmemiş ve bu nedenle iradenin çocuk
edinmeyle ilgisi olumsuzlanmıştır. Ayrıca ‘bir çocuk doğurursa’ dememiştir.
Zira Allah Teâlâ şöyle der: ‘Doğurmamıştır.’40 Edinilen
çocuk, evlat olmadan kendisi mevcut olandır. Ardından seçilme ve
yakınlaştırılma yoluyla çocuk edinilerek evladı konumuna yerleştirir. Hakikat
ise, çocuk (sahibi olmayı) ve çocuk edinmeyi imkânsız kılar. Çünkü zattan
nispet düşmüştür. Allah Teâlâ’dan bütün yaratıklarına dönük ilahi nispet, tek
bir nispettir ve onda bir derecelenme yoktur. Çünkü derecelenme çokluğu
çağrıştırır. Bu nedenle ‘lev5 edatı gelmiş, ardından olumsuzluk
edatı gelmemiş, böylelikle imkânsızlık bildirmiştir. Yani zat’in Hakk etmediği
bir şey ile nitelenmesi imkânsız olduğu için, böyle bir şey olmamış ve
gerçekleşmemiştir. Bu nedenle şöyle demiştir: ‘Bir eş ve çocuk
edinmedi.’41 Bunu ise
‘O rabbimizin şanı yücedir...’42 ayetinden
sonra zikretmiştir. Allah Teâlâ, merbuba (Rabbin kulu) tamlama yapılan Rabbin
büyüklüğü nedeniyle, bu niteliğin kendisinde bulunmasından münezzeh olmakla
kendisini nitelemiştir. Hal böyle iken, lafzı bir tamlama olmaksızın, Rab nasıl
olabilir? İsim olmaksızın, zat nasıl olabilir? Daha büyük bir tenzih olamaz.
Denklik ve benzerliğin reddedilmesine
gelirsek, hakikatler hakkında bilgisi olmayan kimse şöyle zannedebilir:
Denklik bulunsaydı, denk olan eşin varlığı nedeniyle çocuğun olması mümkündü.
Bilinmelidir ki, denklik, akledilir bir şey değil, dince belirlenmiş bir
şeydir. Şeriat ise (evliliğin taraflarından) bir taraf adına bunu şart
koşmuştur, iki taraf adına değil! Bu bağlamda şeriat, kadının kendisine denk
olmayan bir erkekle evlenmesini yasaklamış iken erkeğin kendisine denk olmayan
bir kadınla evlenmesini yasaklamamıştır. Bu nedenle erkek cariyesiyle evlenebilirken
kadın kölesiyle evlenemez. Hakk ise, yaratılmış değildir. Bir çocuğu olsaydı
baba olurdu. Eş tarafından denklik ise zorunlu değildir. Böylelikle denklik
(şartı aranmadığı) için çocuğun var olması için engel kalkardı. Aksine zat
nispederin ortadan kalkmasını istemiştir. Nispeder ise, ulûhiyetin birliğini
talep eder, çünkü çocuk babasına benzer. Böylelikle ‘Allah
Teâlâ bir eş veya çocuk edinmedim ayetinin
‘imkân’ anlamındaki yorumu geçersizleşir, ayetin anlamı bizim belirttiğimiz
olur.
Belirttiğimiz bu anlamda, tenzih
zat’a aittir. Bu durumda mümkün varlık olarak kendisine dayanmamız nedeniyle Allah
Teâlâ’yı bilmek hakkındaki bilgimiz, kendimiz hakkındaki bilgimizin neticesi değildir.
Öte yandan kendimizi bilmemiz, olumlu niteliklerle zatı bilmeyi gerektirmez ki
bu, ilkinden daha da doğrudur. Bize nispet edilen niteliklerden münezzeh zata
nispet edilen zati nitelikler de tarafımızdan bilinemez. Öyleyse Hakk
kesinlikle bilinmezdir. Nezihlik ve yüksekliği nedeniyle, kendisini bilmek
imkansız ise, varlığının mertebede kendisini önceleyen bir nedenin nedenlisi
olması imkânsızdır. Ya da o, daha önceki bir şartın şartlısı değildir. Ya da
hüküm sahibi bir hakikat veya delilin yönünün kendisini delile bağladığı bir
delilin medlulü de değildir. Öyleyse bizim ile Allah Teâlâ’yı bu dört
birleştirici yönden bir araya getiren bir şey yoktur. Öyleyse bizim O’nu
bilmemiz, kendisini idrak etmekten münezzehlik ve yükseklikte varlığını bilmekle
sınırlıdır. Onu bir şeyin meydana getirmesi mümkün olmadığı gibi hüviyetinin
de -hüviyeti bakımından, mertebesi bakımından değilbir şeyi meydana getirmesi
mümkün değildir. Hüviyeti yönünden bir şey kendisiyle irtibatlı olsaydı,
hüviyeti de onunla irtibadı olurdu. Hakkın (hüviyeti yönünden) bir nedenlinin
nedeni veya şartlının şartı veya bir hakikatin kaynağı veya bir delillinin
delili olması mümkün değildir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Doğurmadı.*44 Bunu
kayıtsız söylemiştir. Bir hakikat olsaydı, hakikatin sonucunu doğururdu, bir
delil olsaydı, delillendirileni doğururdu, neden olsaydı nedenliyi doğururdu,
şart olsaydı bir şardıyı doğururdu. Hakk, kendisine dayanılan bilinmeyendir.
Onu akıllar idrak edemez, onun bilinmezliğini fasıllar açıklayamaz. İşte bu da
tevhidin tenzihinin yönlerinden biridir.
Mutlak birliğinde Vahid-Ehad ile
ilgili tevhide gelirsek, ahadiyet (birlik) sözü, başkaları için genel anlamda
kullanılmıştır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Rabbine
kullukta hiçbir kimseyi (ahad) ortak koşmasın.’45 Allah Teâlâ
ehlinin yöntemiyle yorumlarsak, ayetten hiç kimsenin mutlak birliği yönünden Allah
Teâlâ’ya ibadet edemeyeceği sonucu çıkabilir. Çünkü ahadiyet (mutlak birlik),
kulun varlığını ortadan kaldırır. Allah Teâlâ sanki şöyle der: Ancak rabliği
yönünden Rabbe ibadet edilebilir, çünkü seni
Rab var etmiştir ve O’na bağlan,
O’nun önünde zelil ol, ibadette rabliğe ahadiyeti ortak koşup da rablik
karşısında zelil olduğun gibi ahadiyet karşısında zelil olma! Çünkü ahadiyet
seni bilmez ve seni kabul etmez. Böyle bir durumda ibadet edilmeyen bir şeye
ibadet etmiş olur, arzu edilmeyecek bir şeye arzu duymuş, uğrunda
çalışılmayacak bir şeyin peşinden koşmuş olursun. Bu, cahil insanın
ibadetidir. Böylelikle ibadet edenlerin ibadetinin ahadiyetie ilgili olmasını
olumsuzlamıştır. Çünkü ahadiyet, sadece kayıtsız anlamda Allah Teâlâ adına söz
konusu olabilir. Allah Teâlâ’nın dışındakilere gelirsek, onların mutlak anlamda
birliği yoktur. Kur'an-ı Kerîm tefsirindeki yöntemimize göre, ayetten anlaşılan
genel anlam budur. Şekilci bilginler de bu ayetten kendi yöntemlerine göre
kendi miktarlarını alırlar. Ardından ayette geçen ‘ahad’ı ortak koşulan ilahlar
anlamında yorumlarlar. Bu da doğru bir yorumdur. Kur'an-ı Kerîm, sahilsiz bir
ummandır. Ona ait bir söz, -yaratılmışların sözlerinden farklı olaraksözün
kendisini talep ettiği bütün anlamları kast etmiştir. Bunu öğrenince, Allah Teâlâ’mn
peygamberine yönelik söylediği ‘De ki O Allah
Teâlâ birdir546 ayetinin
de anlamını anlarsın. Yani bü niteliğe ortak koşulmaz.
Vahid (Bir) ismine gelirsek, Kur'an-ı
Kerîm’de bu ismin ahad ismi gibi başkaları hakkında kullanılıp kullanılmadığına
baktık, böyle bir kullanım göremedim, fakat yine kesin kanaate sahip değilim. Allah
Teâlâ bu ismi başkası adına kullanmamış ise, bu isim ahadiyetten daha özeldir.
Bu durumda vahid, ahadiyet gibi bir nitelik değil, zatın özel ismi olur. Çünkü
nitelik, ortaklık mahallidir. Bu nedenle ahadiyet, Kur'an-ı Kerîm’de Allah
Teâlâ’dan başkalarına da verilmiştir. İnsanların sözleri ve yorumları geçerli
değildir. Bu konularda ancak Kur'an-ı Kerîm’de -ki Allah Teâlâ’nın kelamıdır
ogeçen ifadelere bakılır. Kur'an-ı Kerîm’de Vahid sözünün (Allah Teâlâ’nın
dışındakiler için de kullanıldığı) bulunursa, hakkmdaki lafzî ortaklık
nedeniyle, onun hükmü de Ahad’ın durumu gibi olur (nitelik). Allah Teâlâ’nın
kelamında Vahid sözünün Allah Teâlâ’nın dışındakilere verildiği bulunmazsa,
zatın Hakk ettiği özellikler arasına katılmalıdır. Bu durumda Vahid,
kendisinden başka hiç kimsenin adlandırılamayacağı Allah Teâlâ ismi gibi özel
bir isim haline gelir.
Bu menzille ilgili tenzihle alakalı
konulardan birisi de, gerçekleşen bilgilerdir. Bu bilgileri Mevakiü’n-Nücum isimli
eserimizde samedani tecelli bahsinde zikretmiştik. Biz bununla ârif Ebu
Abdullah el-Besti’nin
Abdurrab ve Abdussamed hakkında
yazmış olduğu eserinde kast ettiğini kastetmiyoruz. Bizim kast ettiğimiz
‘Samed’, ne kimseye tamlama olur ne bir şey kendisine tamlama yapılır. Çünkü
tamlanan (ve göreli olan) iki şey arasında bir yönden bir farklılık bulunmalıdır.
Aralarında bir bağ bulunur ve bu sayede tamlama gerçekleşir. El-Besti’nin
Abdussamed ifadesiyle kast ettiği samed ise, kendisine sığınılan, kendisine
bağlanılan ve yönelerek karşısında durulan kimsedir. Bu nedenle namaz kılan
kimsenin önüne asa veya taş gibi bir sütre koyduğunda, doğrudan ona yönelerek
namaz kılmayı yasaklamıştır. Namaz kılan, önündeki sütrenin biraz sağına veya
soluna doğru kılmalıdır. Tenzihin niteliklerinden birisi, kendisine yönelmek
değildir. Böyle bir nitelik, cömerdin niteliklerindendir. Bu sınırlanmadan uzak
samedanilik ise, tenzih niteliği olmayı Hakk eden şeydir. Çünkü âlemin
kendisiyle bir bilgisi yoktur. Öyleyse bu samedanilik, bu menzilde açıklanmak
istenilen şeydir. Kelime anlamı ise sözlüklerde açıklanmıştır.
Bilmelisin ki, bu menzil, bütün
yönlerden tenzihi ve birliği talep etse bile, yine de mazharlarla sınırlanmış
sûri keşifte ortaya çıkar. Buna örnek olarak, beş sütuna dayalı ve üzerinde
çatısı bulunan bir evi verebiliriz. Bu evi, bir bahçe çevreler. Açık bir
kapısı yoktur. Kimsenin herhangi bir yoldan oraya girmesi mümkün değildir.
Fakat evin dışında evin duvarma bitişik sütunlar vardır. Keşif ehli, kabul
ettikleri gibi ona temas ederler. Nitekim onlar, Allah Teâlâ’nın evin dışına
yerleştirdiği Hacer-i esved’e de temas ederler. Allah Teâlâ o taşı sağ eli
yapmış, evine değil kendisine izafe etmiştir. Aynı şekilde bu sütunlar da
kendisinden olsalar bile eve izafe edilmezler. Bunlar evden olsalar bile ona
özgü değillerdir. Çünkü o bütün ilahi evlerde bulunur. Adeta o, bizim ile
menzillerin verdikleri bilgiler arasında bir tercümandır. İbn Meserre el-Cebeli
Kitabu’l-Huruf isimli kitabında bu meseleye dikkat
çekmiştir. Bu direkler, menzillerin içermiş olduğu şeyleri bize anlatan fasih
bir dildir. Böylelikle ondan bu bilgiyi ediniriz. Menzillerin bir kısmı, içine
girdiğimiz ve yollarında yürüdüğümüz menzillerdir. Orada gerçeğin bildiğimiz gibi
olduğunu buluruz. Bazı menzillere ise, tıpkı bu menzil gibi, girme imkânımız
yoktur. Bu direklerden ise, teslim yoluyla, bilgi alırız. Çünkü duyu âleminde
peygambere söylendiği üzere keşif âleminde bize söylediği hakkında onun masum
olduğunu gösteren delile sahibiz. Öyleyse o doğru bir dildir. İnsanların bir
kısmı, onu evin sütunlarına katar. Çünkü duvarın bir kısmı onun üzerindedir ve
ondan bize ancak tek bir yüz görünür. Diğer kısımları ise duvarda gizlidir. Bir
keşif sahibi der ki: ‘Ev altı sütun üzerine kuruludur.’ Sütunların sayısının
beş veya altı olduğunu iddia edenler arasmda, evin bu sütunlar üzerine kurulu olduğu
hakkında bir görüş ayrılığı yoktur. Bunu açıklamış olduk ki, Hakkın bu
sözlerden birisinde olduğunu veya iki gruptan birisiyle birlikte olduğunu
zannetmeyesin! Her grup, doğru söylemektedir ve bu nedenle sana işin
keyfiyetini açıkladık. İnsanlara gözüküp de görüş ayrılığına düştükleri bütün
hususlarda aynı durum geçerlidir. Allah Teâlâ’ya hamd olsun, sûfiler arasmda
hakka’l-yakin öğrendikleri hususlarda bir görüş ayrılığı yoktur. Onlar,
ilgilendikleri şeylerde duyulardan bilgi alanlardan daha doğru ve daha gerçek
bilgiye sahiptir.
Bilmelisin ki, bu menzile adamlığa
ait dinarlardan ikinci dinardan girilir. Onda sona ermek ise, dördüncü dinara
ulaşmakla gerçekleşir. Bu ise, adamlığın tamlığıdır ve bu sayede şahıs adam
diye isimlendirilir. Nitekim bu meseleyi daha önce iman, velayet, nebilik ve
resullüğün tertibinde zikretmiştik. Bunların bir beşincisi yoktur ki, beşin
beşincisi olsun. Bazen dördün beşincisi olabilir. Bunu bilmelisin! Hakkın
açıklamış olduğu hususlara dikkade bakarsan, Hakkın ‘bunlardan
daha azı’47 ayetindeki özet ifadenin tafsilinin kendin
(olduğunu) öğrenirsin. Kastedilen ikidir. ‘Ya da
daha fazlası.™ Burada ise yedi ve üzerindeki tek sayılar kast
edilmektedir. ‘Üç kişilik bir grup yok ki dördüncüsü, beş kişi yok ki akıncısı
olmasın’ demişti. Fakat ‘dört kişilik bir grup yoktur ki, beşincisi O olmasın’
demeyince, daha çok veya daha az derken tek sayıyı kastettiğini anladık. Allah
Teâlâ ise, onlarda olmayan şeyle bu tekleri çiftleştirir. Buradan şunu
öğrendik: Burada gayret hüküm sahibidir. Herhangi biri adma ferdiyet sabit
olduğunda, Hakkın hüviyeti onu çift yapar ve mutlak birlik sadece kendisine ait
olur. Hakkın ferdiyetini herhangi bir yaratılmış çift yapamaz. Allah Teâlâ ise
yaratıkların tekliklerini çift yapar. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘Her
nerede olursanız, O sizinle beraberdir’49 buyurmuştur. Hâlbuki
‘siz O’nunla berabersiniz’ dememiştir. Çünkü Allah Teâlâ’ya nasıl eşlik
edileceği bilinmez. Allah Teâlâ bize nasıl eşlik edeceğini bilirken biz O’na
nasıl eşlik edeceğimizi bilemeyiz. Öyleyse O’nun bizimle beraberliği sabit
iken bizim O’nunla beraberliğimiz olumsuzlanmıştır. Allah Teâlâ şöyle
dememiştir: ‘Dört kişi yoktur ki beşincisi O olmasın. Ya da iki kişi yoktur ki
üçüncüsü O olmasın.’ Çünkü gayret, var olanlardaki çift olmayla ilgili
değildir. Çünkü çift olmak, var olanların gerçek özelliğidir. Gayret, var
olanlara nispet edildiğinde, teklikle ilgilidir. Halbuki varolanlar tekliği Hakk
etmez. Yaratıkların birliği Hakk sayesinde gerçekleşir ki, eşyada zuhur eden Hakk
olsun! Bu, Hakkın gayret özelliğiyle nitelenmiş olmasının en büyük
delillerindendir. Çünkü ‘gayret’, ‘başkayı görmek’ anlamından türetilmiştir.
Başka ortaklığı çağrıştırır. Allah Teâlâ ise, başka birinin kendisine
ortaklığından münezzehtir. Öyleyse Allah Teâlâ, Bir’den başka olmaktan veya
Bir’in İlah’tan başkası olmasından münezzehtir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem şöyle -veya bu anlamdabuyurur: ‘Allah Teâlâ’dan daha kıskanç kimse
(ahad) yoktur.’ Peygamber Allah Teâlâ’yı gayret özelliğiyle nitelemiştir ve
gayretin bu makamdaki hükmü güçlüdür
Vakit darlığına rağmen, bu menzilin
vermiş olduğu bilgilerin bir kısmını sana açıklamış olduk. ‘Allah Teâlâ doğruyu
söyler ve doğru yola ulaştırır.’
Bu menzilde, ahadiyet ilmi, ahadiyet
ile vahidiyet arasındaki farkın bilinmesi, ilahi nispeder ilmi vardır. Allah Teâlâ
kıyamet günü şöyle der: ‘Bugün sizin nispederinizi alçaltıyor, kendi nispetimi
ise yükseltiyorum. Takva sahipleri nerededir?’ Ayrıca yalınların ilmi,
zorunlunun bilgisi, misallerin bilgisi bu menzille ilgili bilgilerdir.
Alemlerin Rabbi Allah Teâlâ’ya hamd olsun.
İKİ YÜZ YETMİŞ ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Musevî Makamdan Hevayı ve Nefsi Yok Etme Menzilinin Bilinmesi
Yaratıklar rüzgârda helak oldu Levha’da estiğinde rüzgâr
Efendisinden başkasına sığındı Ruh ve bedenin
ilah’ından
Kolay yolu zorlaştı
Nuh’un getirdiğine göre
Ve Lut’un ki! Ey nefsim!
Benim söylediğim üzere
Aşk olmasaydı, ona yol açardı
Vahyedilen Sina’dan
bir şimşek
Bilmelisin ki, Allah Teâlâ felekleri
yarattığında, onlara melekleri yerleştirmiş, yedi harekedi yıldız için
feleklerde belli bir süreye kadar yüzecekleri menziller belirlemiştir. Zaman
onlarm akışı ve yüzüşleriyle belirlenir. Allah Teâlâ, mekânlardan önce
mertebeyi (mekanet) yaratmış ve ondan yedi gökte ve yerdeki belli mekânlara
ince bağlar uzatmıştır. Sönra da mekânlıları kendi mekânlarında mekânlarının
sayısmca yaratmıştır. Aziz ve Alim Allah Teâlâ’nın takdir ettiği işlerden
birisi de, kudret niteliğinden başka bir nitelikten değilkendisine
yerleştirdiği şeyleri bildirmek üzere, akıllardan birisini yaratmaktı. Bu
özelliğiyle onu hemcinslerinden üstün yapa. Bu durum, bu akla özgü ez-Zâhir
isminden kaynaklanır. Bunu ise, akla bir tür zorlama yoluyla aktarmıştır. Akla
bir sevgi yayılmıştır. Bu sevginin, serinliği, soğukluğu ve sevinci vardı.
Böylelikle onda beş bilgi nehri el-Evvel ve bu aklın kendisine özgü olduğu
el-Ahir isminden ortaya çıkmıştır. Sonra bu nehirler, kendisine ait el-Bâtın ismine
akmış, O’nun ilk olması, diğer ilk olmalardan, son olması, diğer son olmalardan
farlılaşmıştır. Aynı şey zâhiri ve bâtını için geçerlidir. Onun yanındaki
Ümmü’l-kitab’tan ümmü’l-cem’ diye isimlendirilen bir mertebe çıkmıştır. Hakk
beni oraya soktu ve onu gördüm. Zâhirini ve bâtınını gördüm. Akim oradaki
yerini, siyah ile sarı arasında bir nokta olarak gördüm. Mertebe ile bu belli
mekân arasındaki bağı gördüm. Musa’yı, Harun’u, Yusuf’u o akla bakarken gördüm.
Allah Teâlâ, kendisine ayırdığı bu birleştirici mertebeden gökte, yerde, bu
ikisinin arasında ve istiva noktasına kadar toprak altında sayısını sadece Allah
Teâlâ’nın bilebileceği bir takım mertebeler daha çıkartmıştır. Bütün bu
mertebeler Hakka aittir ve onlara dönük özel bir bakışı vardır. Bu sayede
onları başkalarına karşı yükseltir. Allah Teâlâ’nın kendisine tanıttığı
kimseler nezdinde, bu mertebelerin saygınlığı, iyiliği ve ikramı vardır. Bu
mertebeler tenzih makamları olarak bilinir. Yüce ruhaniler kendilerine
girdiğinde, ilahi tenzih hallerinden kadrini ancak Allah Teâlâ’nın bildiği
şeyleri kazanır, onlar adına girmezden önce sahip olmadıkları bir huşu, korku,
zillet, yoksulluk gerçekleşir. Bu mertebelerden ve bu makamlarda onlar adına
her şeyde Hakkın yüzünü tam ve kemaliyle görmek gerçekleşir. Fakat adamların
bir kısmı bunu görürken bir kısmına bunu hal verir. Söz konusu kimseler bu
görmenin -Allah Teâlâ’nın haklarında takdir ettiği bilgiye göre-hangi mertebede
gerçekleştiğini bilmez. Bunlar, farklı farklı kimselerdir. Daha önce
zikrettiğimiz akla tekrar dönebiliriz. O, mertebesi nedeniyle, bu menzilde
edilgenlik etkisine sahiptir. Bu akla ait ondan ve onun sebebiyle meydana
gelen şeyleri de zikredeceğiz. Bütün bunlar, kendisini müşahede eden ve Hakkın
kendisine doğruluk, duruluk verdiği kimselere göre, bu menzille ilgili
hususlardır. Allah Teâlâ söz konusu kimse adına yetmiş iki basamak
belirlemiştir. Bunlardan her birisi, kendisine yükselen kimseye, bu suretin
gerektirdiği duruluk nedeniyle bir takım bilgiler verir. Öyleyse bunlar,
zirvesine varana kadar, keşif ilimleridir. Böylelikle onun karşısında doğrudan
ana mertebe bulunur. Bu mertebe kendisine ilahi tenzihi, vahdaniyet övgüsünü,
doğruluğu, kahrı, yardımı, ihlâsı ve zilleti verir.
Allah Teâlâ beni bu basamaklara
soktuğunda, Hakkın onları doğanın karardığıyla perdelemiş olduğunu gördüm.
Üzerlerinde kalkmayan bir perde vardı. Günümüzde kimse onlara ulaşmamıştır.
Fakat onlar, doğa karardığının ardından keşf edilebilir, fakat bu menziller
hakkmda bir tecrübesinin olması mümkün değildir. Ben işi böyle gördüm. Benimle
birlikte ariflerin hakikatlerinden pek çoğunu gördüm. Onlar, bir kısmı yüksek
bir kısmı daha yüksek olmak üzere, farklı derecelerde idder. Onlar, bu
derecelerde bu konumdayddar. Allah Teâlâ bu menzille ilgili akla zikrettiklerimizden
bir şahsın (bulunduğu yere) yükseltmesini emretti. Akdlar onun etrafında
toplandı. Ben de, kendisinden istifade edeyim diye, ne yapacağına ve ne
söyleyeceğine bakıyordum. Sonra bir şahıs daha gördüm. Konuşmuyordu ve dahi
emirle mi böyle hareket ediyordu, bilmiyorum. Döndüğünde, üzerinde sıkılma ve
zorlanma izi vardı. Anladım ki o, Hakkın ruhları korkuttuğu makamlardan
birisindedir. Bir rivayette, Cebraü ve Mikad’in oturup ağlaştıkları aktarılır. Allah
Teâlâ onlara ‘Niçin ağlıyorsunuz?’ diye vahyettiğinde, şöyle demişlerdir:
‘Senin tuzağından emin değiliz.’ Allah Teâlâ da ‘İşte böyle olun diye’
bddirmiştir. Ona ilham ettiğini bize de huşu ve zillet halinde ilham etti.
Tesadüfen sola döndüğümde, heva ve şehveti gördüm, sohbet ediyorlardı. Allah
Teâlâ heva gücüne etkili bir güç vermiştir. Bu sayede, Allah Teâlâ’nın
korudukları hariç, akılların çoğuna hakimdir. Heva bu yerde durmuş ve şöyle demiştir:
‘Bütün varlıklar nezdinde tapılan ilah benim!’ Akıldan ve naklin getirdiği
bilgiden yüz çevirmiş, şeytanlar da onu takip etmiştir. Şehvet, önünde
durmaktaydı. Ta ki ateş tavassut etmiş ve ona katrandan bir döşek hazırlamıştır.
Heva, Allah Teâlâ’nın azabından kendisini kurtaracağını zannettiği bir şeye
dayanmıştır. Allah Teâlâ kendisi ile dayandığı şey araşma perde çekmiştir.
Bunun üzerine heva ve kendisine uyanlar mutluların nimetiyle helak olmuştur.
Bu, saygın, korkutucu ürkütücü bir müşahedeydi. Ben ve benimle birlikte o gün
aynı müşahedede bulunmuş hiçbir ârif, bu korkudan bütünüyle emin olamadık.
Bu menzildeki mertebeleri,
hakikaüeri, sırları ve ilimleri ihata etmek istedim. Bunun üzerine, menzilin
sahibi olan ve kendisinden dolayı menzilin ortaya çıktığı akıl, elimden
tutarak bana şöyle dedi: ‘İşte bu, helak menzili ve helak mekanıdır. Orada beş
ev gördüm. Birinci evde dört hazine vardı. Birinci hazine üzerinde ise, üç
kilit, ikinci üzerinde de bu kadar, üçüncü hazine üzerinde ise altı kilit
vardı. Dördüncü hazine üzerinde üç kilit vardı. Onları açmak istediğimde, akıl
bana şöyle dedi: ‘Her bir evde bulunan hâzineleri görene kadar yürü. Onları gördükten
sonra kilitleri açar ve içlerindekini öğrenirsin.’ Sonra elimden tuttu.
Kalktık, ikinci eve geldik. İçine girdim. Orada dört hazine vardı. Birinci
hâzinenin üzerinde altı, ikinci hâzinenin üzerinde üç, üçüncü hâzinenin
üzerinde dört, dördüncü hâzinenin üzerinde altı kilit vardı. Sonra elimden
tuttu. O evden çıktık ve üçüncü eve girdim. Orada üç hazine daha gördüm.
Birinci hazine üzerinde beş kilit, ikinci hazine üzerinde dört kilit, üçüncü
hazine üzerinde altı kilit vardı. Sonra elimi tuttu ve o evden çıktık. Bütün
evlerde bir kapıdan giriyor başka bir kapıdan çıkıyorduk. Dördüncü eve girdim.
Orada üç hazine vardı. Birinci hâzinenin üzerinde yedi kilit, ikinci hâzineni
üzerinde beş kilit, üçüncü hazinin üzerinde beş kilit vardı. Sonra elimden
tuttu ve oradan çıktık. Beşinci eve girdik. Orada üç hazine gördüm. Birinci hâzinenin
üzerinde yedi kilit, ikinci hâzinenin üzerinde üç kilit ve üçüncü hâzinenin üzerinde
ise beş kilit vardı. Sonra elimden tuttu ve kilitleri açıp bu hâzinelerin
içermiş olduğu emanetleri görmek ve birinci eve dönmek üzere çıktık. Birinci
evde ilk hâzineye girdim. Kapalı olduğunu gördüm. Her kilit üzerinde kendi
anahtarı vardı. Bazı kiliderin üzerinde ise iki veya üç tane anahtar vardı.
Birinci kilidin üzerinde üç anahtar bulunduğunu gördüm. Bu anahtarlar dört yüz
hareket içermekteydi. Elimi uzattım ve o anahtarı açtım. Üçüncü kilit üzerinde
de üç anahtar bulunduğunu gördüm. Onlar da dört yüz hareket içermekteydi. Ben
de üçüncüyü açtım. Ve İkinciye döndüm. Onun üzerinde iki anahtar vardı. O
uyumlu bir anahtardı. Bu ikisi ise, tek bir kilitteki iki kilit idi. Bu kilit,
iki hareket içinde dört hareket içermekteydi. Kilideri açıp da hâzineleri
gördüğümde, ilimlerin suretlerinden bana o hâzinelerin hareketlerinin sayısı
kadarı gözüktü. Ne eksik ne fazlaydı. Burada kendisiyle ilgilenenlerin yok
olduğu ilimler gördüm. Bunlar, filozof ve kelamcı akılcılara özgü ilimlerdi.
Bunların arasında sahibini sürekli helake sevk eden ilimleri gördüm. Bir
kısmının ise, sahibini önce helake sevk ettiğini sonra kurtulduğunu gördüm. Ne
var ki şeriat nurunun onlarda kesinlikle etkisi yoktu. Böyle ilimlerin sahibi,
muduluktan mahrum kalmıştır. Bunların arasında çoğunlukla Berahime’nin
bilgileri, sihir ve başka bilgiler vardı. Kendilerinden sakınmak için bütün bu
ilimleri öğrendim, bunlar açıklanması mümkün olmayan sırlardır ve sır ilimleri
diye isimlendirilirler. Sahabe’den bu ilme tahsis edilen, Huzeyfe b. Yeman idi.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem kendisini bu ilme tahsis etmiş ve bu
nedenle de kendisine sahabe arasında ‘sır ilmi sahibi’ denilirdi. Bu ilim
sayesinde Huzeyfe münafıkları tanırdı. Ömer b. Hattab bir gün kendisine ‘bende
nifaktan bir parça var mı?’ diye yemin ettirerek sormuştur. Huzeyfe ‘hayır’
demiş ve şöyle eklemiş: ‘VAllah Teâlâi, senden sonra kimseye bunu söylemem.’
Ömer b. Hattab, Huzeyfe’nin bulunduğu bir cenazede Huzeyfe namaz kılmadan
cenaze namazı kılmazdı. Huzeyfe kılarsa, Ömer de cenaze namazını kılardı. Bu
ilmi kendisinden uzak durmak için öğrenen kimse, Mutlu olur. Onu öğrenip de
kendisine inanan ve onunla amel eden kimse ise, bedbaht olur. Ben bu ilimleri
elde edip hepsini öğrendiğimde, Allah Teâlâ’nın beni kendisiyle koruduğu ilahi
inayet ile onlarla amel etmekten ve onların etkileriyle nitelenmekten kendimi
uzak tuttuğumda, bunun için Allah Teâlâ’ya şükrettim. Bu makamlarda bu yolda sülük
edenlerin pek çoğu helak olmuştur. Çünkü onlar bir takım ilimler görürler ve
nefisleri onlara bağlanır, onlar nedeniyle rabler haline gelirler ve şeyh
olurlar. Nefisler, hemcinslerine başkan, önder olmak ister. Böylelikle mülk
âleminde onlan izhar eder ve kullanırlar, sapıtırlar ve saptırırlar. Tek çoğunu
saptırmışlar ve doğru yoldan sapmışlardır.’
Sonra, ikinci hâzineye geçtim. İki
kilit üzerinde anahtarlar vardı. Üçüncü kilit üzerinde ise anahtar yoktu.
Birinci kilit üzerinde üç anahtar bulunduğunu gördüm. Bunlar, on hareket
içermekteydi ve onu açtım. Sonra ikinci kilide geldim. Üzerinde, dört hareket
içeren tek bir anahtar vardı. Onu aldım ve kendisiyle kilidi açtım. Sonra
üçüncü kilide geldim. Onun üzerinde anahtar görmedim. Bunun üzerine şaşırdım ve
ne yapacağımı bilemedim. Bana şöyle denildi: ‘Üzerinde anahtar bulunmayan
bütün kilidere ‘Rabbin Fettah ve Alim’dir’ ayetini
oku. Sonra şöyle denildi: ‘Bu kilidin anahtarı, sadece Allah Teâlâ’nın
kendisini bildiği gaybm anahtarlarındandır.’ Ben de bu ayeti okudum ve kilit
açıldı. Hazine açıldı. Orada anahtarların hareketlerinin sayısınca ilimlerin
suretlerini gördüm. Bilginin suretinin benim gördüğüm suretlere ilave olduğunu
gördüm. Benim gördüklerim anahtarların hareketlerinin sayısı kadardı. Şöyle
dedim: ‘Bu bilgi de nedir?’ Şöyle dedi: ‘Bilinenlere ve bilgilere sirayet eden
ilimdir.’ Bütün bilgiler, kendi başlarına değil, bu bilgilerle bilinenlerdir.
Bu durumda Ebu’l-Meali el-Cüveynî’nin şu sözünü anladım: Bilgi ile diğer
bilinenler bilindiği gibi aynı zamanda bilgi de kendisiyle bilinir. Cüveynî,
malumun bilinmesini sağlayan bilgiyle bilginin kendisinin de bilineceğini kast
etmiştir. Hâlbuki gerçek onun zannettiği gibi değildir. Aksine bilgi sirayet
edici bu bilgiyle bilinir. Bu sayede bilinenler onun vasıtasıyla bilinir
olurlar. Yoksa o bunları bilmez. Bunu bilmelisin!
'İşte bu keşfin verisidir. Söz konusu
keşf, suretlerin değil, anlamların keşfidir. Bu ikinci hâzinede gördüğüm
ilimler, kudret, iktidar ilimleridir. Ayrıca eşyanın kendilerinden oluştuğu ve
var olanlara izafe edilen niteliklerin kendileriyle ortaya çıktığı ilimlerdir.
Bunlar, kullara nispet edilen fiillerin varlıklarıdır. Bu menzil, kendilerine
eşlik eden sirayet eden bilgi nedeniyle, onlar üzerinde yok oluculuk hükmünü
verir. Bu, varlığın kendisinin değil, izafetin ve nispetin yok olmasıdır. Başka
bir ifadeyle yok olan şey, bu fiillerin kullara nispet edilmesidir. Bu menzil
kendisine, bu nispetin doğru olmadığı bilgisini verir ki, bu bilgi onun helak
olması demektir. Sirayet edici bilgi kendisini bu fiillerin Allah Teâlâ’nın
fiilleri olduğunun bilgisine ulaştırır. Öyleyse kulların fiillerinin varlıkları,
yok olmaktan uzaktır. Bu hareketten tekvin (var etme) ilimleri ve ‘ol550
sözünün sırrını öğrendim. Bu, bütün var olanlara yayılan bir sözdür.
Sonra, üçüncü hâzineye intikal ettim.
Onun üzerinde altı kilit vardı. Anahtarları da üzerlerinde idi. Birinci
kilidin üzerinde tek bip hareketi içeren tek bir anahtar vardı. İkincinin
üzerinde iki hareketi içeren iki anahtar vardı. Üçüncünün üzerinde ise, on
hareketi içeren iki anahtar vardı. Dördüncünün üzerinde ise, üç hareketi
içeren bir anahtar vardı. Beşincinin üzerinde ise beş hareketi içeren tek bir
anahtar vardı. Akıncının üzerinde ise iki hareketi içeren iki anahtar vardı. Anahtarları
aldım, kilideri açtım. Hazine açıldığında, cehennemin (kısımlarının) birbirini
yediğini gördüm. Ortasında yeşil bir bahçe vardı. Ateşten çıkan bir adam
gördüm, bir süre bahçenin yanında durduruldu, sonra tekrar ateşe döndürüldü.
Altı tür azapla kendisine azap edildi. Sonra tekrar bir süreliğine bahçeye
döndürüldü. Sonra bahçeden çıkartılıp ateşe atıldı. Türlü azaplarla kendisine
azap edildi. Bu acı azaptan ve yakıcı ateşten sakınmayı sağlayan bilgiyi
öğrendim. Söz konusu bilgiyi o bahçeden içmiş olduğum bir sudan öğrendim. Benim
korunmam o suyu içmemde idi.
Sonra dördüncü hâzineye gittim. Orada
birinci kilidi gördüm. Üzerinde altı geometrik hareketi olan bir anahtar
gördüm. İkinci kilidin üzerinde ise, üç anahtar vardı ve bu üç anahtar, belli
bir fiille, dört yüz hareketi içermekteydi. Üçüncü kilidin üzerinde ise -ki o
bir kilit içindeki iki kilit idiiki anahtar vardı. Bunlar, dört hareket içinde
iki hareketi içermekteydi. Kilideri açtım. Bu evdeki ilk hâzinenin diğer ilimlerini
öğrendim. Şu var ki bu evde birinci hâzinede bulunan bu ilimler, niteliklerin
varlıklarını yok etmeyle ilgili ilimlerdir. Dördüncü hâzinede bulunan ilimler
ise, bu yok edici niteliklerle nitelenmiş olan zadarın varlıklarını yok
etmeyle ilgilidir. Kendilerinden uzak durayım ve özellikleriyle kendilerini
talep ettikleri fiillerden sakınayım diye bu ilimleri de öğrendim. Bunlardaki
ilimlerin suretleri de anahtarların içermiş oldukları hareketler kadardır.
Bütün bu menzillerin ilimleri de böyledir. Onların sayıları anahtarlarının hareketlerinin
sayıları kadardır. Bunların bir takım tafsilleri ve halleri vardır ki, sözü
uzatmak korkusuyla onları saymaktan sarf-ı nazar ettik.
Sonra, hâzinelerinde bulunan şeyleri
öğrenmek için, ikinci eve intikal ettik. Bunlar dört hazine idi. Birinci
hâzineye geldim. Üzerinde altı kilit vardı. Birinci kilidin üzerinde kırk
hareket içeren tek bir anahtar vardı. İkinci kilide ait anahtar bulamadım. Ben
de onu isimle açtım. Üçüncü kilit üzerinde tek bir hareketi içeren bir anahtar
vardı. Dördüncü kilidi ise, üzerinde bulduğum ve dokuz yüz hareket içeren iki
anahtarla açtım. Hiçbir hareket diğerine benzemiyordu. Beşinci kilidi ise iki
anahtarla açtım. Onların elli geometrik hareketi içerdiğini gördüm. Altıncı
kilide geldim. Onun üzerinde bir anahtar bulamadım. Onu da isimle açtım. Bu
menzile giren bazı keşif sahiplerine bu altıncı kilit, üzerinde on hareket
içeren iki anahtar olduğu halde gözükmüştür. Bu kilit fehvani hitap
mertebesinde iken, anahtarın olmayışı olmasından daha doğrudur. Kilidin
anahtarı olduğunu gören, onu Levh-i mahfuz’dan görmüştür. Bu hâzineyi
açtığımda, kendisinde saklanmış olan ilimlerin suretlerini gördüm. Bunların
sayıları, ne fazla ne eksik olarak, hareketlerin sayısıyla birdi. Bunlar,
(ilahi) emirden kaynaklanan ‘fena’ ilimleridir. Söz konusu fena, Rabbi hakkında
bilgisi olmayan kimsenin kendisine dayandığı şeydir. Bütün bu ilimleri fena
ilimlerinden elde ettim. Sanki onlar kendilerine istinat ettikleri şeyleri
sınırlamaktaydı.
Sonra bu hâzineden çıktım ve ikinci
hâzineye geldim. Orada üç kilit vardı. Birinci kilidin üzerinde bir anahtar
vardı. İkincinin üzerinde iki anahtar, üçüncünün üzerinde tek bir anahtar
vardı. Bu anahtarlar, (sırasıyla) yüz, beş ve yirmi hareket içermekteydi.
Hâzineyi açtım. Meğerse onlar, ilim suretlerinden olan ilimler imiş. Bunlar
ancak kendisinden alınır. Öyleyse bunlar, örnek verilmesi güç kaynaklardır.
Bunların hepsini tek bir anda öğrendim.
Sonra üçüncü hâzineye geldim. Onun
üzerinde dört kilit vardı. Birinci, üçüncü ve dördüncü kilit üzerinde tek bir
anahtar vardı. Bir anahtar daha vardı. Bunlar, yetmiş bir hareket
içermekteydi. İkinci kilidin ise anahtarı yoktu. Bu kilideri anahtarlarıyla ve
isimle açtım. Bunlar da Samiri’nin kendisiyle kavmini saptırdığı ve kendisinin
de doğru yolu bulamadığı ilimler imiş. Kötülüklerinden sakınmak için hepsini
öğrendim ve onları Allah katmda beğenilmiş bir yerde (kuUanmak üzere) aldım.
Sonra, üzerinde ala kilit bulunan
dördüncü hâzineye geldim. Birinci, ikinci ve dördüncü kilitlerin üzerinde bir(er)
tane anahtar vardı. Üçüncünün üzerinde ise anahtar yoktu. Akıncının üzerinde
ise iki anahtar vardı. Bu anahtarlar, üç yüz doksan dokuz hareketle, bütün
anahtarları içermekteydi. İlahi isimle ve anahtarlarla, kilideri açtım,
içerdikleri ilimlerin suretlerini gördüm. Bunlar, verilerek değil, çalışmayla
elde edilen ilimlerdir. Başka bir ifadeyle onlar, fikir gücüyle elde edilen
ilimlerdir. Ben de çalışma ve amel ile onları elde ettim ki, onlar şimdi de
kazanılmış ilimlerdir.
Sonra üçüncü eve çıktım ve oraya
girdim, evde üç hazine buldum. İlk hâzinelere yöneldim. Onlarm üzerinde beş
kilit vardı. İkinci kilit üzerinde üç anahtar vardı, beşinci kilidin üzerinde
ise anahtar yoktu. Diğer kilitlerin üzerinde ise, birer anahtar vardı. İsim ile
anahtarlarla onları açtım. Orada ‘ısülam’ ilimlerinin suretlerini gördüm.
Onlar, haller ilimlerindendi ve kendi yollarından onları elde ettim. Oradan
çıktım ve ikinci hâzineye yöneldim. Üzerinde dört kilit vardı. İkinci ve dördüncü
kilitlerin üzerinde anahtar yoktu. Birinci kilidin üzerinde iki anahtar vardı
ve elli hareket içermekteydiler. Üçüncü kilidin üzerinde ise iki yüz hareket
içeren bir anahtar vardı. (Anahtar bulunmayan) kilitleri isim ile ve
(diğerlerini) anahtarlarla açtım. Bir de baktım ki, korku, mücahede ilimleri,
özlem ve şevk halleri, Cehennemden ‘sair’ ilmini zemherir değiliçermektedirler.
Bunun yanı sıra cehennemde derilerin pişmesini sağlayan şeyin ilmi de
onlardaydı. Çünkü bu, ne ateşten ne de zemherirdendir. Aksine birbirlerine
komşu olmak nedeniyle, o ikisinin arasmda meydana gelmiş bir azapür. Böylelikle
ikisinin karışımından başka bir hal meydana gelir. Bu hal onlardan herhangi
birisiyle aynı değildir. İşte bu hal, cehennemde derilerin pişmesini sağlayan
yeni azapür. Ayrıca onların değişmesinin hangi mertebeden gerçekleştiği de buradan
öğrenilir. Bu, büyük bir müşahededir. Çünkü tebdil ve değişme, rivayederde
deriler, gökler, yerle ilgili olarak zikredilmiş, fakat Allah Teâlâ yaratmadan
onu olumsuzlayarak şöyle buyurmuştur: ‘Allah
Teâlâ’nın yaratmasında değişme bulamazsın*1 Başka bir ayette ilahi sözden de
kendisini olumsuzlayarak şöyle buyurmuştur: ‘Benim
katımda söz değişmez*2 Başka bir ayette ise ‘Allah
Teâlâ’nın kelimelerinde değişme yoktur.*3 Bütün bunların bilgisini bu hazine
içerir.
Sonra, üçüncü hazîneye geldim,
üzerinde altı kilit vardı. Kilitleri kendisinden bu hâzineye geldiğim bir
önceki hâzineye benziyordu, ikinci kilidin anahtarı yoktu. Birinci kilidin ise
iki anahtarı vardı. Üçüncü kilidin ise üzerinde üç anahtar vardı. Dördüncü ve
beşinci kilitlerin her birinin bir anahtarı vardı. Akıncının üzerinde ise iki
anahtar vardı. Bu anahtarlar, bin yüz otuz yedi hareket içermekteydi. Onları
(anahtarı olmayanı) isimle ve (anahtarı olanları) anahtarlarla açtım. İçlerinde
yükseliş ve miraç ilimlerinin suretleri vardı. Ayrıca ‘miktarı elli bin sene
olan3 günün bilgisi vardı. Fakat yükselişler müritlere aitti murad
edilenlere değil! Bu nedenle bu yükselişler, özlem, mücahede, riyazet ve güçlüklere
tahammül ile gerçekleşen yükselişlerdi.
Sonra dördüncü eve geldim. İçine
girdim. İçinde üç hazine vardı. Birinci hazine üzerinde yedi kilit vardı.
İkinci kilidin anahtarı yoktu. Birinci kilidin ise, altı hareketi (içeren) bir
anahtarı vardı. Üçüncü kilidin anahtarı ise, kırk hareket içermekteydi. Diğer
kilider ise, altı yüz hareket ve altı hareket içermekteydi. Bütün
anahtarlarının hareketlerinin toplamı, altı yüz elli iki hareket idi. Onları
açtım. İçerde nikah (cinsel birleşme) ilmi, Rabbine itaat etme hususunda
kendisine yardımcı olmayan eşine erkeğin nasıl eşlik edeceğinin bilgisi vardı.
Bu durum ‘Kötülük ve düşmanlık
hususunda yardımlaşmayın’54 ayetine dayanmaktaydı.
Acaba insan Allah Teâlâ’ya ibadet ederken söz gelişi abdest alırken, su dökmesi
için başkasından yardım isteyebilir mi? Çünkü bazı bilginler bunu nahoş
bulmuşlardır. Nefis b. Vehban es-Sülemî vakıasında bunun mekruh olduğunu bizzat
peygamberden duymuştur ve bunu bana aktarmıştır. İşte bu konu bu hâzineden
öğrenilir. Sonra ikinci hâzineye geldim. Üzerinde beş kilit vardı. İkinci kilit,
sıkıştırılmıştı. Üçüncü kilidin anahtarı yoktu. Birincinin ise bir anahtarı
vardı. Aynı şekilde, ikinci ve beşincinin de anahtarı bir taneydi. Dördüncü
kilidin ise, üç anahtarı vardı. Bu anahtarlar, dört yüz yetmiş sekiz hareket
içermekteydi. Onları açtım. Bir öncekiyle bazı yönlerden benzer iken, başka
bazı hususları da içermekte olduğunu gördüm. Sonra üçüncü hâzineye geldim.
Üzerinde beş kilit vardı. Birinci kilidin anahtarı yoktu. İkinci, üçüncü,
dördüncünün ise birer anahtarları vardı. Beşinci kilidin ise, iki anahtarı
vardı. Bu anahtarlar, kırk altı hareket içermekteydi. Onları açtım. Orada
ahirette kendisiyle ateşin tutuşturulacağı ateşin bilgisi vardı. Ateş nasıl
olur da yanabilir? Hâlbuki ateş kurudur ve doğa bilimine göre kuru olan yanmaz.
Acaba zatı ve varlığı kalırken, kendisini doğasından uzaklaştıracak bir şey mi
eklenecektir? Çünkü bunu olumlayan veya reddedenler arasında pek çok insan bu
konuda sürçmüş ve bilgisiz kalmıştır. Her iki yol da doğru ve övülmüş değildir.
Her iki grup da bu hususu kendine ait yoldan başka bir yolla kabul etmiş veya
kendine ait yoldan başka bir yolla reddetmiştir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Ey
ateş! Soğuk ol.’55 Bu
ayetteki durum ateşteki durumun benzeridir.
Sonra beşinci eve geldim. Orada üç
hazine gördüm. Birinci hâzinenin üzerinde yedi kilit vardı. Birinci, ikinci,
üçüncü ve dördüncü kilitlerden her birinin iki anahtarı vardı. Beşinci,
altıncı kilitlerin ise birer anahtarı vardı. Yedinci kilidin ise, anahtarı
yoktu. Bu anahtarlar, yüz on üç hareket içermekteydi. Onları açtım, içerde duyu
ve duyulur, hayal ve hayal edilen, fikir ve hakkmda düşünülen, hafıza ve
ezberlenen, akıl ve akledilir olan gibi şeylerin bilgisi vardı. Kısaca
sayesinde bilgilerin idrak edildiği bütün güçler, cemaatlerin ve nurların bilinmesi,
karşılamalar, göklerin yollarında ruhların hareketleri, doğanın hayvanlar,
bitkiler ve donuklardaki hareketleri, nefes âleminin kendisine özgü olduğu
ilimler vardı. Burası, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e Yemen yönünden
gelen Rahman’m nefesine dayanmaktaydı. Sonra, ikinci hâzineye geldim. Üzerinde
üç kilit vardı. Birinci ve üçüncü kilitlerin üzerinde birer anahtar bulunmaktaydı.
İkincinin üzerinde ise iki anahtar vardı. Bu anahtarlar, kırk hareket
içermekteydi. Onları açtım. Onlarda varlıktaki genel ve Allah Teâlâ ehline özgü
olan sebeplerin bilgisi vardı. Ayrıca Allah Teâlâ’ya izafe edilen nüzul sebeplerinin
bilgisi bulunmaktaydı. Bunlara itimat edilir ve kendisine itimat edenleri Allah
Teâlâ’ya ulaştırırlar. Onları göz ardı eden ise, Allah Teâlâ’nın kapısından ve
onun vereceği mutluluktan kovulur. Bunlar değerli ilimlerdir. İnsanların büyük
kısmı onları küçümsemiş ve bedbaht olmuşlardır. Bazı insanlar ise kendilerini
kullanmış ve Mutlu olmuşlardır. Ayrıca bu hazine, indirilmiş şeriatların
-yoksa aklî şeriatların değilbilgisini içermekteydi.
Sonra üçüncü hâzineye geldim. Onun
üzerinde beş kilit vardı. Birinci kilidin üzerinde bir anahtar vardı. Diğer
kilitler de boyleydi. Onla rm kilitleri de dört yüz otuz dört hareket içermekteydi.
Onları açtım. İçerde bir araya gelme ilimlerinin suretleri vardı. Bunlar,
ruhların bedenlerle birleşmesi, sevenlerin sevilenlerle bir araya gelmesi, iki
topuğun birleşmesi, ‘lam’ harfinin ‘elif ile birleşmesi, ‘topuk
topuk ile birleşti’56 ayetinin anlamı ve
görelilerin birbiriyle birleşmesiydi. Bütün bunlar, irtibat ilimleridir:
Rab-merbub, ilah-meluh, kadir-makdur, alim-malum gibi. Bu hazine, bütün
ilimleri içerir.
Bu menzilin içerdiği bilgi
hâzinelerini zikretmiş olduk. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Her
şeyin hâzinesi bizim katımızdadır, onu belli bir ölçüyle indiririz-’57 Şu var ki
bu menzile girerken bir evi dehlizde bırakmıştım. O herkese açılmayan bir
evdir. Bana açıldı ve içine girdim, içerde bulunan şeyleri öğrendim. Bu ev,
kitapta zikredilen bu menzillerin içermiş olduğu bütün hâzinelerin
anahtarlarını içermekteydi ve bu anahtarlar onda saklanmıştı. Bu ev, değerli
hususları içermekteydi. Onu bilen kimse, varlıkların O’ndan nasıl
yaratıldığını da bilir. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru
yola ulaştırır.’59 Kuşkusuz
ki bu menzilde bulunan bazı bilimlere dikkatini çekmiş olduk.
İKİ YÜZ YETMİŞ DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Musevî Âlemden,
'Belirlenmiş Ecel'in Bilinmesi
Oluş fetihleri yoksul şehirde geldi sana Yardım
ve başarıyla desteklenmiş iken
Karanlık bir gecede binekler gelmiştir Ulvi
âlemden örtülerin içinde
Yöneldiğinde sadece Allah Teâlâ ’a başvur
Zikirden doğan tenzih imanınla
Dilerse Arş’tan dilerse Amâ’dan sana
karşılık verir Varlığında sıcak hava bulunmayan Amâ
Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: ‘Sonra
bir ecel belirledi.’59 Bu, ölümlü
her canlının ömrünün sonu ve belirlenmiş ecelidir. Bu, ölümden önce ilk
hayatında bulunan herkesin ömrünün süresidir ve diriliş diye ifade edilen
şeydir. Bu nedenle Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Sonra
siz kuşkuya kapılırsınız560 yani
diriliş hakkında. Ölüm hakkında kuşku olmaz, ölüm, her nefes bütün canlılara
görülür. Kuşku diriliş hakkındadır ve o zikredilen belirli eceldir. Ölüm eceli,
isimlendirilen olmamıştır, çünkü Allah Teâlâ şöyle der: ‘Sûr’a
üflenir, Allah Teâlâ’nın dilediklerinden başka göklerde ve yerdeki herkes
bayılır.*1 Burada Allah
Teâlâ belli bir gurubu istisna etmiştir ve onlar bayılmayacaktır. Dolayısıyla
onlar ölmeyecektir. Bunun nedeni ya onların ölümsüz bir hakikate sahip
olmalarıdır. Bu durumda istisna, munkati istisnadır. Ya da ölümlü bir mizaca
sahiptirler, fakat üflemeyi duymazlar. Dolayısıyla kendilerine ulaşmaz ve bu
nedenle bayılmazlar. Bu durumda istisna, muttasıl istisna olur.
Ey dinleyici! Bilmelisin ki, mürid
veya murad (istenilen ve isteyen) kısımlarıyla Allah Teâlâ ehlini kendisine
çektiğinde, onların kalplerine muduluklarını aramaya dönük bir arzu
yerleştirir. Bu nedenle O’nu ararlar, araştırılar ve kalplerinde bir rikkat,
huşu ve insanların üzerinde bulunduğu bayağılık, hasetçilik, birbirine yüz
çevirme, birbirinden nefret etme gibi huylardan kurtuluşu ararlar. Güzel ahlakı
tam olarak kazanır veya ona yaklaşırlarsa, nefislerinde halvedere, insanlardan
ayrı kalmaya dönük bir duygu bulurlar. Bir kısmı seyahate çıkar ve dağlara,
yalnız bölgelere yerleşir. Bir kısmının seyahati ise şehirleredir. Bir şehir
halkıyla tanıştığında veya orada tanındığında, başka bir şehre göçer. Bir
kısmı kendi evinde uzlete çekilir ve orada yalnız kalarak insanlardan gizlenir.
Bütün bunlar, saliki kendisine çağıran Allah Teâlâ ile yalnız kalmak ve O’nunla
ünsiyet etmek içindir. Yoksa bunun amacı öğrenmek veya içinde veya dışında
harikulade bir olay bulmak amacı taşımaz. Bu kişi söylediğimiz hal üzere devam
eder. En sonunda -bir kısmı içiniçinde, -bir kısmı içinhayalinde -bir kısmı
içindışarıdan Hakk yönünden bir hal ortaya çıkar. Bu hal, kendisiyle nefsi
arasına girer ve kendisine gelen bu vâridden ürker ve hemen o saat yaratıklarla
ünsiyet etmek ister. Varidin hükmü etkisini kaybedip de tekrar duyusuna geri
döndüğünde, şiddedi bir şekilde ona özlem duyar, kendisini bütünüyle o varidin
sevgisine kaptırır. Onu yitirdiğinde bir tat bulur. Bu haz onun duyusuna
yaydır. Bu vâridde, ona halini veya çağrıldığı şeyi bildiren bir bilgi veya
hitap gelir. Örnek olarak İbrahim b. Edhem’i verebiliriz. O, atının eğerinden
‘bunun için yaratılmadın ve sana bu emredilmedi’ diye bir hitap duymuştur.
Başka bir defasında şöyle kendisine denilmiştir: ‘Beni arıyorsan, ilk adımında
beni kaybetmişsin.’ Başka bir keresinde ise ‘Sen benim kulumsun’ diye hitap
duymuştur. İnsanlardan uzaklaşan bu kişi dağlara ve tenhalara çekilen
kimselerden ise, ünsiyeti hayvanlarladır. Şehirlerde dolaşan birisiyse, onun
ünsiyeti iki şehir arasındaki harekettedir. Evine çekilen birisiyse, onun
ünsiyeti ruhanilerledir. Bunların her biri bir sınamadır. Şu var Ki Allah Teâlâ
ona nuranî-melekî ruhlarla ünsiyet imkânı verebilir. Böyle birinin kurtulması
umut edilir, hatta o hakka’lyakin derecesine ulaşır. Bu, Allah Teâlâ’dan gelen
bir müjdedir ve Allah Teâlâ’nın inayeti hızla kendisine eşlik eder. Bunun
dışındakiler ise, büyük bir tehlike üzerindedir ve dolayısıyla böyle bir
yalnızlığı bırakması gerekir.
Bu insanlar arasında bir kısım vardır
ki, onlara vârid geldiğinde, hava onlar için kararır. Bu nedenle kalbinde bir
tasa, gam, darlık bulur. Böyle biri sabretmelidir. Çünkü bu darlığın ardından
genişlik ve açıklık gelir. Sonra ruhlar hallerinin birçoğunda onun hayalinde
kendisine eşlik etmeyi sürdürür, bazı vakitlerde ise duyuda kendisine
gözükürler. Bu durumda onu reddetmemelidir ve değersiz görmemelidir. Fakat
kendisine bağlanma duygusunu ortadan kaldırmaya çalışmalı ve onun kendisine
getirdiği yararı elde etmeye çalışmalıdır. Amaçlanan şey budur. Nefs peresinin
ardın bir hitap duyarsa, ‘şahit olduğu halde kulak vermelidir.’62
Dinlediğini anlayan olmalıdır. Anlayışın ölçüsünde konuşma bir cevap
gerektiriyorsa, anladığın ölçüde cevap vermelisin. Bu konuda bilgiyle
rızıklanırsan, bu, büyük inayettir. Konuşma bir cevap gerektirmiyorsa, sana
söylenen şeyi ezberleme hâzinende saklamalısın. Çünkü onun kendisine muhtaç
olunacak bir yeri mutlaka vardır. Bu durumda o bilgi senin için söz konusu
yerde adeta bir hazırlık gibi olur. Çünkü Allah Teâlâ şöyle der: ‘Hazırladım.’ Allah
Teâlâ, kudreti şimdiki zamana nüfiız etmekle birlikte, bir takım şeylerin
hükümlerinin kendilerinde ortaya çıkacağı zamanlar belirlemiştir. Hal böyle
iken yaratılmış buna daha layıktır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Her
şeyin hâzineleri bizim katımızdadır.’63 Burada
‘in’ edatı, ‘şey5 anlamındaki ‘ma’ yerinde kullanılmıştır ve
böylelikle ifade genelleşmiştir. Allah Teâlâ her bir şeyi bize görünmeyen gayb
hâzinelerinde saklamıştır. Bu nedenle şöyle dedik: Oluş, bir varlıktan -ki o
bu hâzinelerin içerdiği şeydirbir varlığa -ortaya çıkmıştır. Kendisine çıktığı
varlık ise o hakikatlerin bu hâzinelerden kendileri nedeniyle sayesinde
kendisini keşf ettiği bir nurla zuhur etmesi demektir. Çünkü hakikatler,
hâzinelerin karanlığında kendilerini görmekten perdelenmiştir. Bu esnada onlar
yokluk hallerindedir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Ancak
belli bir ölçüye göre indiririz™ Hakkın katında ancak bulunun şey,
farklılaşabilir. Kader/miktar ise başkasından ayrışmış bir şeye işleyebilir. Bu
ise her bakımdan yok olanın niteliği değildir. Bütün bunlar, yoklukları
halinde hakikatlerin Allah için özü gereği var olduklarım gösterir. İşte bu,
asli-izafı varlık iken aynı zaılıanda göreli yokluktur. Böylelikle haUer, âlem
ve Allah’m dışındaki her şey için sabit olmuştur. Aynı zamanda varlık, Allah’tan
başka hiçbir mevcudun aynı değüdir. Allah hakkında ise, varlığının nedenlisi
olmasın diye, varlık var olanın aynıdır. Çünkü varlığının nedenlisi olsaydı,
O’nun bir hali olurdu. Allah Teâlâ böyle bir şeyden ‘yüce ve
büyük olarak565
münezzehtir. Arzu ve doğasmm karanlığından kurtulan insan akimın ve
hidayetinin nuruna ulaşmış olarak kırk gün sabahlarsa, kendisine zuhur eden
şeyin bir benzeri kendisinden ortaya çıkar, kendisinin aldığı gibi ondan da
alınırdı. Bu ise, üçüncü dinarın ilk derecesi ve onun bir kıratıdır. Bu hal
üzere kalmayı sürdürür. En sonunda kendisinden aldığı kimseyi araması gerekir.
Bu arayış tıpkı farz-ı ayn gibi onun üzerinde mudaka yerine getirmesi gerekli
dini bir farz haline gelince, bu hal, dördüncü dinarın ilk kıratı olur ve bu
esnada adam diye isimlendirilir. Bu zorunluluk onun adma gerçekleşmezse, adam
değildir. Öyleyse adamlığın kemali, zikrettiğimiz konudadır. Onun erkek veya
kadın olması durumu değiştirmez. Zati kemal ise, adamlık kemalinden başka bir
şeydir. Bu kemal, içinde kuUuğuna herhangi bir şekilde rabbanüiğin girmemesi
demektir. Böyle bir durumda o, yokluğun kendisinde varlık, olumsuzlukta ispat
haline gelir. Allah da kendisini bunun için yarattı. Öyleyse adamlığın kemali,
geçicidir. KuUuk kemali ise zatidir, iki makam arasındaki fark, iki kemal
arasındaki fark gibidir. Bu iki kemalin menzülerinin dereceleri ise, mahiyetleri
bakımından tarafımızdan bilinir. Zati kemalin derecesi ise, Hakkın
kendisindedir. Geçici-arızi kemalin dereceleri ise, cennetlerdedir. Öyleyse
bir gurubun nuru vardır, öteki gurubun ise ücreti vardır. Allah teala şöyle
buyurur: ‘Onların ecirleri vardır.** Burada
kast edilen geçici kemalden ve geçici her işten elde ecülen ecirleridir.
Onların zati kemaUerinden ise nurları vardır. ‘Allah Teâlâ göklerin
ve yerin nurudur.’67 Peygamberler
ise -ki onlar hiçbir görüş ayrılığı olmaksızın, kâmülerdir şöyle der: ‘Beninı
ücretim Allah Teâlâ’ya kalmıştır.xs Çünkü bu
makam, zorunlu olarak ücret verir. Böylelikle geçici kemalde derecelenme
meydana gelirken zati kemalde bu derecelenme gerçekleşmez. Allah Teâlâ şöyle
buyurur: cBunlar, bir kısmını diğerlerinden üstün yaptığımız
peygamberlerdir.’69 Başka bir
ayette ise ‘Onlar Allah Teâlâ katındaki
derecelerdir’70 buyrulur. Hâlbuki Allah Teâlâ,
‘Onların Allah Teâlâ katında dereceleri vardır’ demedi. Böylelikle onların
varlıklarını derecelerin kendisi yapmıştır. Çünkü onlar, zari kemalin ta
kendisidir. Geçici kemalle ise, onlar cennet derecelerini elde eder. Bunu
bilmelisin! Allah Teâlâ bizi iki kemali bir araya getirenlerden etsin! Bir
araya getirmekten mahrum kalırsak, Allah Teâlâ bizi keremiyle ve ihsanıyla kemal
ehlinden etsin! Ben onu Allah Teâlâ’dan elde etmiş olmayı umut ederim. Rabbime
karşı hüsnü zannım eksik değildir. Ne yüce bir müşahededir o!
Kul adına bu geçici kemal meydana
gelip -delil veya kanıt arama olmaksızınçağrısına kevnî karşılık bulunca, kesin
olarak şunu anlamalıdır: Hakk kullarının kalplerine tecelli eder ve kendisiyle
kullarının kalpleri arasındaki vasıtaları ortadan kaldırmıştır. Allah Teâlâ
kendisine vasıtaları ortadan kaldırmayı emrederse, (emrine) asi olması
beklenemez. Çünkü o emir ‘kün (ol)’ şeklinde verilmiştir ve bu emir ancak
‘olmamışlık’ ile nitelenene söylenebilir. ‘Olmamışlık’ ile nitelenenin emre
direnmesi düşünülemez. İlahi emir vasıtayla geldiğinde ise, artık ‘ol’ sözüyle
gelmez, çünkü bu, yok olana -ki o vasıtayla meydana gelmezverilen emrin
özelliklerindendir. Emir, fiili gösteren şeyle meydana gelir ve Hakk namaz
kılmayı, zekât vermeyi emrederek şöyle denilir: ‘Namaz kıl, zekât ver.’ Bu
nedenle fiil kipi olarak kendisine emir adı türetilmiştir. Bu nedenle
içlerinden dileyen emre itaat eder, dileyen karşı çıkar. Emre itaat
ettiklerinde bu durum, daha önce de zikrettiğimiz gibi, kulların kalplerine
gerçekleşen bu ilahi tecelliden kaynaklanır. Bu delilde emrin muhatabı, icabet
zorunlu olarak gerçekleşeceği için, kesin bir delile veya kanıta gerek duymaz.
Burada zorunluluk, insanın içinde bulduğu şeyi kendinden uzaklaştırmaya güç
yetiremeyeceği için dikkate alınmıştır. Çünkü ‘ol’ emri, insan nefsinde
meydana gelen şeye ilişmiştir. Böylelikle her kimde meydana gelirse gelsin,
hüküm bu zorunlulukla gerçekleşir. Böylece kişi zorunlu olarak iman eder veya
namaz kılar veya oruç tutar. Bütün bunlar, ‘ol’ emrinin kendisine iliştiği
durumun hakikatine göre gerçekleşir. Bu bağlamda vasıtalı emir
reddedilebilirken doğrudan gelen emir reddedilmez. Fakat bazen muhatap fiili
yerine getireceği bir araç bulamaz ve bu nedenle asi olarak gözükür. Halbuki o,
asi değil, acizdir ve yoksundur. Çünkü kendisinden meydana gelmesi emredilen
şeyi (meydana getirecek araç) onda bulunmamıştır. ‘Allah
Teâlâ zengin ve Hamid (övülmeye layık olan)dır.’71
Bilmelisin ki, oluşla ilgili ilahi
fetihler -ki örnek olarak düşmanlara karşı yardımı, onları yok etmeyi, velilere
merhameti ve ilgiyi verebilirizadamhğm neticelerindendir, yoksa başka bir
şeyden kaynaklanmazlar. Adamlık makamı gerçekleşip yapısı kemale erdiğinde, Hakk
kulunun sırında kendisine hitap eder. Bu hitap, kulun kemalinden ve Hakkın kemalinden
kaynaklanır. Kul ise yaratıcısının kemalini geçici kemalden tenzih eder. Bu,
ilahi kemaldir. Çünkü ilahi kemal (kuvve halinde değil) fiil halindedir. Başka
bir ifadeyle ilahi kemal, ilahi iktikadın güç yetirilenlere, iradenin irade
edilenlere nüfuzu ve ilahi isimlerin hükümlerinin zuhurundan ibarettir. Zati
kemal ise, bütün bunlardan münezzeh olan zat’a özgü kemaldir. Böylelikle bu
makamda kul, yaratıcısının zatını ilahlıkla nitelenmiş bir halde müşahede
etmez. Kulun müşahede ettiği zat, ilahlığın Hakk ettiği kevnî fiillerden
müstağni zattır ve kendinden kaynaklanan bir (nedenle) o zata muhtaç olur. Böyle
bir ibadette kul, kendisine emir bitişmeksizin, ‘zatî ibadet5
halindedir. Çünkü emir, zati durumlar ve hallerle değil, sadece arızî ve geçici
durumlarla ilgilidir. Bu nedenle kula ‘kul ol5 denilemez, çünkü o,
özü gereği kuldur zaten! Ona ‘ey kul, şunu yap’ diye emredilir ve bu arızi bir
emirdir. Kulda emrin konusu ameldir ve kul bu ameli yapabilir veya
yapmayabilir.
Bu menzil bütün bu zikrettiklerimizin
(bilgisini) verir. Kul bu menzilde yaratıcısını, zati kemale özgü olarak, Hakk
ettiği övgüyle tenzih eder. Sonra da sahip olduğu arızî kemale göre -ki bu
kemal adamlık kemali demektir bukendisinden başka bir övgü daha ortaya çıkar.
Bu övgü ise, İlah’ın geçici bir durumla Hakk ettiği kemalle ilgilidir, fakat bu
durumda tenzih söz konusu değildir. Çünkü tenzih yoluyla övmek, zat’a aittir.
Nitekim Allah Teâlâ, ‘O’nun benzeri bir şey yoktur’71 buyurur. Bu ifade, zati kemalle
ilgilidir. ‘Duyan ve görendir:73 Bu ise duyulanın ve görülenin
(varlığını) talep eden ilahi kemale aittir. Her talip, bir madubu arar. Talep
edilen ise, kendisini talep eden kulun halleri karşısında mevcut değildir. ‘Allah
Teâlâ zengindir, hamiddir (hamde layıktır).’74 Edep dili
şunu demeyi gerektirir: ‘Talebin kendin içindir, O’nun için değil.’ Şiirde
denileni söylemek gerekir:
Bir kitap ki, ne varsa onda (fihi ma-fihi)
Anlamlarında eşsiz
İçindekileri görürsen
İnciyi görürsün, kitabın içinde
Söz konusu olan, bu menzil, ifade
ettiğimiz bu söz ve yazdığımız kitaptır. ‘Ne varsa ondadır’, hakikat dilidir.
Bu ifade, gerçeğin zikredilenin ve yazıldığının üzerinde olduğunu gösterir.
Böyle bir şeyin anlatılması ve dile getirilmesi, ancak yazıldığı kadardır. Allah
Teâlâ ise bundan daha büyüktür. Sonra bu hakiki dil şu ifadeyle gizlenmiştir:
‘Anlamlarında eşsizdir.’ Şair, onda bulunan şeyleri hoşlanma ve beğenme
yoluyla söylediğini belirtir. İkinci mısrada buna dikkat çekmiştir. Sonra, bu
menzilde Allah Teâlâ’ya övgü, rabliğin hakkından kaynaklanır. Yoksa sana
hemcinslerine karşı tahsis ettiği üstünlükten ve senden başkasına karşı sana
verdiği nimetten kaynaklanmaz. Çünkü bu menzil, öyle bir övgüyü içermez. Kul
bu menzilde Hakkı tenzih ederken rububiyetin sana tahsis ettiği özellik
yönünden kendisini övmesinden yardım alır. Kul, verdiği nimeti karşılığında
Rabini Rabbiyle övme işini tamamladığında, yolunun sağından Allah Teâlâ hakkmda
bir bilgi kendisine parıldar. Anlar ki, takip etmesi gereken yoldan sapmıştır.
Burada ince bir mesele vardır ve bu mesele bu menzille ilgilidir. Şöyle ki:
Kulun Hakkı övmeyi verdiği nimede sınırlaması, mârifette veya en azından kendi
bilgisinde bir eksiklik midir, yoksa bundan başka bir şeyi yapması zaten
mümkün değil midir? Ancak bunu yapabiliyorsa, gücündeki şeyi hakkıyla yerine getirmiş
demektir. Çünkü kul, başkasına gelen nimet nedeniyle Hakkı övdüğünde, kesin
olarak bildiği bir şey nedeniyle O’nu övmüş demektir ki, bundan başkası olamaz.
Bu durumda kul, söz konusu bilgiyle nitelenir. Başkası (nedeniyle) Hakkı övmesini
sağlayan bu niteliklerle nitelenmiş değil ise, bilgiyle nitelenmesi, bu
bilgiyi -ki bilgi ilahi bir niteliktirvermesi nedeniyle kendisinden Allah
Teâlâ’ya dönük bir övgüdür. Çünkü Allah Teâlâ, kulunu Hakkın sahip olmadığı ve
niteliği olmayan bir şeyle över (kulluk). Bu durumda Hakkı övmek, bunu bilmek
ile O’nu nitelemek demektir ve yaratma da O’na aittir. Hakk kulunu ibadet
etmekle över ve ibadet Hakkın bir niteliği değildir. Aynı şekilde bu kul da
Rabbini başkasına verdiği nimet nedeniyle övdüğünde, Rabbini kendisine verdiği
şeyler nedeniyle övmesi, Rabbinden bu konuda kendisi adına meydana gelen
bilgiden kaynaklanır. Öyleyse kul Rabbini ancak kendisine tahsis ettiği (bilgi)
nedeniyle övmüştür. Onun rabbini Hakkın başkasına verdiği nimet nedeniyle
övmesi veya başkasmı zikretmezden ve değinmezden övmesi birdir.
Bu meseleyi iyice öğrenmelisin! Çünkü
bu konu, hakikatlerdendir ve hakikatler değişmezler. Bu menzil, ulaşana bu
bilgiyi kazandırır. Zikrettiğimiz bu bilgi sana parıldadığında, ona bakışı,
bulunduğu halden kendisini perdeler. Söz konusu kişi, bu bilginin bilinmeyen
bir sırrı gösterdiğini anlar. O sır saklanmalıdır, açıklanmamahdır. Ardından,
yüz yüze ve huzur halinde hitabı dinlemekten, gaipte hitaba (ikinci tekil
şahıstan, üçüncü tekil şahsa) geçer. Bu, daha nezihtir. Çünkü hakikatler,
huzur halinin ancak kendin ile olduğunun bilgisini verir. Gerçek her kim ile
hazır olursan ol, karşısında bulunduğun kimseyle ancak mertebenin gereğine
göre bulunabileceğinin bilgisini verir. Öyleyse sen kendin ile berabersindir,
O’nunla değil! Çünkü O’ndan sana ancak mertebenin verdiği kadarı tecelli
edebilir. Bunu anla ki, yararlanabilesin!
Kendisinden döndüğün herhangi bir
hususta Allah Teâlâ’ya dönerken bu durumu görür, kendinden daha üstün birine
dönmüş olduğunu zannetmezsin. Çünkü gerçekte kendinden yine kendine
dönmüşsündür. Hakk sana ancak seninle (sana göre) döner, yoksa kendisiyle sana
dönmez! Çünkü herhangi bir yaratığın O’nunla örtüşmesi, mümkün değildir. Bu
nedenle Hakkın dönüşü değişir, tecellileri başkalaşır, mazharları yinelenmeden
çoğalır. O ise, kendiliğinde, çoğalma ve başkalaşmadan münezzehtir. ‘O’nun
benzeri bir şey yoktur.’75 Bu, O’nun
zatıyla ilişkilendirilen hususlarda geçerlidir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Sonra Allah
Teâlâ onlara dönmüştür.’76 Bunun
amacı, onlarm da dönmesini sağlamaktır. Öyleyse kulların Hakka dönmesi,
sayesinde kendisine dönecekleri şeyi onlara vermesiyle, Hakkın onlara
dönmesinin neticesidir. Hakka döndüklerinde ise, kendisine dönmelerinin
meydana getirdiği ilahi dönüş onlar adına fazlalaşır. Hâlbuki onlarm dönmesini
de, gerçekte, Hakkın daha önce onlara dönmüş olması meydana getirmişti. O halde
Hakkın birinci dönüşü, bir inayet ve şereflendirme dönüşüdür. Onlarm Hakka
dönmelerinin meydana getirdiği ve ‘bana bir karış yaklaşana bir kulaç
yaklaşırım’ sözünde dile getirilen ikinci dönüş ise -ki bu kulaç karşısmda
karış kadardır-, bir Hakk ediş dönüşüdür. Bu dönüşü, onlarm hakka dönmeleri
meydana getirmiştir. Kulacın kendisiyle kemale erdiği ikinci karış ise, O’ndan
dönüştür. Bu ise, Kerim’in davranışına göre, fazilet, teşvik, nitelik ve veznin
tercihi içindir. Öyleyse ikinci ilahi dönüş, iki durumu içerir: Haktan Hakk
ediş dönüşü-ki bu beden konumundadır. Diğeri ise, O’ndan ihsan dönüşüdür ki, bu
da bedenin ruhu konumundadır. Bedenin hayatı o ruha bağlıdır. Hakk ediş Hakkın
kendisine bunu vacip kılmasından kaynaklanmış olsa bile, hakikat, kulun
efendisine karşı bir şey Hakk etmemesini gerektirir. Öyleyse kulun adına
Hakkın kendisine bir şeyi vacip kılması, O’nun ihsanından kaynaklanır. Bu
sayede kul, Hakkın kendisine vacip kıldığı şey karşılığında, itaate ısınır ve
kendisine farz kılınan işleri yerine getirmeye koşar. Kul bu makama ulaştığında,
bu makamın ardında herhangi birinin hedefleyeceği bir gaye yoktur. Kul bilir
ki, Hakk kendisini şehadet âleminden gayb âlemine intikal ettirmek istiyor.
Gaybet, bunun dışında ve başka bir hükmü olan bir mertebede onun adına şehadet
haline gelir. Bu, ilahi mazharların kendisinde bulunduğu vatandır ve
mertebelerin en genişidir. Bu nedenle bu menzil, ‘isimlendirilmiş ecel’ diye
ifade edilmiştir. Çünkü o, suret ile sınırlanmış şehadet âleminden kendisine
gitme ecelidir. Söz konusu suret, suretlerde halden Hakk girmeyi kabul
etmezken, başkalaşmayı kabul eder. Bu ise, kendisinde bulunan bu gayb
nedeniyle, onun varlığının başka bir suret nedeniyle yok olmasıdır. Gaybî ruh,
o başkanın suretini yönetir. Bu nedenle dedik ki: Değişimi değil, başkalaşmayı
kabul eder. Çünkü hakikatler değişmez. Öyleyse kişinin suretlerde intikal
mertebesine geçmesi, ‘isimlendirilen ecel’ diye adlandırılır. Başka bir
ifadeyle sonu bilinen ecel demektir. Bu ise, başka birinden değil, Musevi
makamdan meydana gelir. Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in isra
yolculuğunda Musa’dan başka iki sureti kendinde toplayacak şekilde kimseyi
gördüğü aktarılmamıştır. Hz. Musa’yı gökte görmüş ve aralarında gerçekleşen
hadise gerçekleşmiştir (namazın sayısının azaltılmasıyla ilgili tavsiyeler).
Ardından, kabrinde namaz kılarken, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem kendisini
görmüştür. Böylece peygamber kendisini her iki halde de görmüştür. Böyle bir
keşif için, ‘an, tek bir şahısta birbiriyle çelişik iki durumu sığdıramaz’
denilemez. Böyle bir söz doğru olabilir, fakat burada ‘an’ nerededir ki? An
ancak zamanla sınırlanan ve mekânla belirlenen kimse için söz konusudur. Varlık
zamanla veya mekânla sınırlanmadığında, böyle bir nitelik onun üzerinde
imkânsızdır.
İşaret ettiğimiz meseleyi anladıysan,
vardığımız ve dile getirdiğimiz görüş ile isra yolculuğunun bir gece vakti
gerçekleşmesi ile -ki zamandırMusa’nın kabirde ve gökte bulunması -ki
mekândırarasında bir çelişki gerçekleşmez. Sen (bağlı olduğun) mezhebinden,
cismin iki mekânda bulunamayacağını kabul edersin, fakat aynı zamanda bu
hadise de inanırsın. Mümin isen (peygamberi) taklit etmelisin. Bilgin isen, itiraz
etmemelisin. Çünkü bilgi seni bundan alı koyar ve seçim Hakkın yoktur. Çünkü Allah
Teâlâ’dan başka ihtiyar sahibi yoktur. Yerde olanın göktekinden başka olduğu
şeklinde bir tevile kalkma. Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
‘Musa’nın ruhunu gördüm, bedeni yoktu’ dememiştir. Sadece ‘Musa’yı gökte
gördüm’ demiştir. Hz. Musa’nın toprakta defnedilmiş olduğu malumdur. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in gördüğü bütün nebiler de böyledir. Öyleyse Musa
diye isimlendirilen kimse Musa’nın kendisi olmazsa, onun Musa olduğu şeklinde
verilen bilgi yalan olurdu. Şöyle dersin: ‘Seni dün gece rüyamda gördüm, şöyle
şöyle diyordun.’ Rüyada görülenin görüldüğü halden farklı veya aynı bile olsa
başka bir yerde olmak üzere evinde bulunduğu açıktır. Ona senden başkasını
gördüm demeden bize böyle bir konuda karşı çıkma. Mertebeler ve mekânlar
değişir, haller başkalaşır, fakat varlık tektir.
Bu menzilin içerdiği bazı hususları
zikrettik, evlerinden ve hâzinelerinden ise söz etmedik. Her menzilin evleri,
hâzineleri, kilideri, anahtarları vardır. Fakat her menzilde bunların
zikredilmesi sözü uzatır. Hatta bunları açıklamış olsaydık, yalancı kişiler de
onları sahiplenirdi. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru
yola ulaştırır.’77
Bu menzilde anlamların suretlerde
getirilmesinin bilgisi, fetihler ilmi vardır. Bu bahsin daha önce zikredilen
bir bölümü vardır. Ayrıca Hakka konuk olanların bilinmesi, tenzih bilgisi,
örtünme ve tecellinin bilinmesi, Hakkın -her kime dönersedönüşünün bilinmesi bu
konuyla ilgilidir. Acaba Hakk isimlerine mi döner, yoksa kullarına mı döner?
İKİ YÜZ YETMİŞ BEŞİNCİ BÖLÜM
Musevî Makam'dan, Putlardan Uzak Durma Menzilinin Bilinmesi
Bu menzil, yedi emir menzilinden
birisidir.
Emir menzilleri nidayla Öyle menziller ki
bitimleri yok
Ey, ey, ey! Ayrılma Sizin oluşunuzun bitimi
yok
O’ndan olan her bir şey Onun yüzünü
aramızdan görür
Harfler için
askerler gelmiştir Feza onları taşımaya dar gelir .
Onların bütün mızrakları yıldızlardır Emir
ve kaza onları destekledi
Gemiler ki denizleri derin Rüzgârları güçlü
eser
Ey kardeşim, bilgiden ayrılma Gök ve yer
ona dar geldi
Başkasını körlüğünde
bırak
Amâ olmayan bir
müşahede mertebesi
Bilmelisin ki, âlem ancak Allah Teâlâ
karşısında yoksul ve hor olabilir. Öyleyse Allah Teâlâ’dan başkasının
karşısında zelilleşen ve başkasına muhtaç olan, ona bel bağlayan ve ona eğilen
herkes, putperesttir. Muhtaç olunan ise, put (vesen) diye isimlendirilirken,
muhtaç olan, onu ilah diye adlandırır. Putların en görünmezi, heva, arzu gücü
iken en kesifi, taştır. (Putlar latiflik ve kesiflikte) bu ikisinin arasında
sıralanır. Bu nedenle müşrikler, ilahlığında İlah’ı birlemeye davet
edildiklerinde şöyle demişlerdir: ‘Bu tuhaf bir iştir.,n Bu,
peygamber kendilerini İlah’ın birliğine davet ettiğinde, onların çokluklarına
inanan kâfirlerin bir sözüdür. Bize göre ise bu, Hakkın sözü veya peygamberin
sözüdür. Kâfirlerin sözüne gelirsek, bu söz, ‘tek
ilah’79 ifadesinde
bitmiştir. Şaşırma, aklı tevile zorlamasıdır. Bunun neticesinde insan ilah’m
insanın belirlemesiyle olamayacağını bilir. Çünkü o kendi nedeniyle ilahtır.
Bu nedenle ‘Yonttuklarınıza mı ibadet ediyorsunuz?’*° ayetinde
azarlama dile getirilmiştir. Aklın zorunlu hükmüne göre, ilah etkiye konu
olmaz. Onların taptığı ilah ise, kendisiyle oynanan bir ahşap veya temizlikte
kullanılan bir taştır. Sonra insan onu alır ve karşısında zelil olunan,
kendisine muhtaç olunan ve korkarak ve arzulayarak dua edilen bir ilah haline
getirir. Akılları kendilerinde bulunuyorken böyle bir halde olmaları ise,
akılların gerçekte kendisi için bedihi ve zorunlu olan bir hükmü algılamaktan
perdelenmiş olduklarının öğrenilmesi için, şaşırmayı meydana getirir. Böylece
onlar şunu öğrenmelidir: İşler Allah Teâlâ’nın elindedir ve işlerdeki hüküm Allah
Teâlâ’ya aittir. Akıllar kendi başlarına düşünemez, düşündükleri ve bildikleri
şeyleri ancak Rablerinin ve yaratanlarının kendilerine ilham ettiği şeyle
bilirler. Bu nedenle de dereceleri farklılaşır. Bu bağlamda bazı akıllar
üzerinde kilit vurulmuştur. Bazı akıllar üzerine zincir (kinn) vurulmuştur.
Bazı akılların aynasına ise, pas bulaşmıştır. Akıllar kendileri nedeniyle
akletmiş olsalardı, bir topluluk yaratıcılarının birliğini bilirken bir kavim
inkâr etmezdi. Hâlbuki her ikisinde de (aklın) tanımı ve hakikati eşittir. Bu
nedenle ayetteki ‘Bu garip bir iştir’81
ifadesini kâfirlerin sözü saymadık.
Kardeşim, bilmelisin ki! Bu menzil,
gizlilik, örtme ve Allah Teâlâ’dan başka kendilerine ibadet edilen herkeste
ilahlığı kabul etme menzillerinden birisidir. Çünkü herhangi bir taşa kendisi
nedeniyle değil, ilahlığın ona nispet edilmesi nedeniyle ibadet edilmiştir. Bu
nedenle bu menzilin ‘gizleme’ ve örtme menzillerinden olduğunu belirttik. Allah
Teâlâ şöyle buyurur: ‘Rabbin sadece kendisine ibadet
edilmesine hükmettik2 Onlar ancak ilahlığı zikretmiş,
şahısları zikretmemişlerdir. Fakat Allah Teâlâ onların mazeretini kabul
etmemiş, şöyle demiştir: ‘Siz ve Allah
Teâlâ’nın dışında taptıklarınız-’83 Başka bir ifadeyle bu
ismin kendisine tahsis edildiği kimseler ‘cehennem
odunudur.’*4 Bu ayet, ‘Cehennemin
yakıtı insanlar ve taşlardı r’85 ayetiyle aynı anlama
gelir. Bunlar, sizi kendisine ibadet etmeye çağıran veya sizin kendisine ibadet
ettiğiniz herkestir. Onlar, sizi bundan engelleme gücüne sahip olduğu halde,
bunu yapmayan kimselerdir. İşte böyleleri, cehennem odunudur. Muvahhid
(birleyen), Allah Teâlâ’ya iki yoldan ibadet eder: Birincisi, ilahlık
niteliğini Hakk etmesi yönünden, zat olması yönüyle ibadet eder. Diğer yol ise,
ilahlık yoludur. Muüu insan, iki yolu birleştirendir. Çünkü ibadet eden insan,
bir harf ve anlamdan bileşiktir. Öyleyse harf harfe, mana manaya aittir. Bu
nedenle ilahlıktan münezzeh iken zata ibadet edemeyeceğimiz gibi kendisiyle
nitelenene nispet edilmeksizin de ilahlığa ibadet edemeyiz. Öyleyse ibadetin
esası, kulun hakikatinin gerektirdiği durumdur -ki o da bileşikliktir-, yoksa
Hakkın hakikatinin gerektirdiği durum -mutlak birlikdeğildir. Bu nedenle de
ibadet ederken Allah Teâlâ’nın hakkını yerine getirdiğini iddia eden kimse, bu
ifadesiyle zatı kast etmiş ise, doğru söylememiştir. Çünkü zatın hakikati, mutlak
birliktir (ahadiyet). Hâlbuki şöyle diyen kimsenin sözü doğru olabilir: Ben Allah
Teâlâ’ya zatın hakikatinin (gereğini) yerine getirmek için değil, rabliğin
hakkını yerine getirmek için ibadet ediyorum. Çünkü her hakkın bir hakikati
vardır. Burada Hakk, ibadet edenin ibadetinin kendisiyle ilgili olduğu şeydir.
Hakikat, herhangi bir şeyle ilgili olmayan veya bir şeyin kendisiyle ilgili
olmadığı mutlak birliktir. Bu nedenle kelimenin başma geldiğinde elif harfine
(ki mutlak birliğin simgesidir) bir harf bitişmediği gibi o da bir harfe
bitişmez. Elifin böyle yazılması, Hakkın belirlemesiyledir. Kelimenin sonunda
olduğunda ise, bazı harfler kendisine bitişir. Bunlar, bu zatın hakkı olan mutlak
birliğe dair bilgisi olmayan harflerdir. Beş harf ise, bu durumda da elife
bitişmez. Bunlar, dal, zel, ra, ze ve vav’dır. Bunlar, (bâtınî olarak) beş
haldir ki, onlarla nitelenen kimse, mutlak birliği bilir. Onun ibadeti ise,
zati ibadettir ve kendisine emir bitişmemiştir. Bu ibadet, anlam için anlamın
ibadetidir. Çünkü emir ise, harfin harfe ibadetidir. Dolayısıyla anlam
(nedeniyle) ibadet edenin aklına zat ile ilahlık veya çokluk arasında fark
gelmez. Aksine o, tek bir hakikat görür. Söz konusu hakikat, harfi yönünden
değil, manası yönünden bu kulun bulunduğu durumu Hakk eder. İşte bu, celal,
azamet, kulun mutlak birliğinin makamıdır. Kulun bu birliğini ise, zati birlik,
tenzih ve müstağniliğin bilgisi kazandırır. İşte bunlar, kelimenin sonlarında
geldiğinde elifin kendilerine bitişmediği beş harfin kendisini verdiği beş
haldir. Bu durumlara örnek olarak; cebira, aziza, vahida ve iza, ve alu, gibi
kelimeleri verebiliriz. Öyleyse elif, bitişmenin olmayışı bakımından kelimenin
başında şu ifadeyi gösterir: ‘Allah Teâlâ vardı, başka bir şey yoktu.’ O, elif
kelimeye bitişmediği gibi bitişmenin olmayışı nedeniyle, eşya var iken de
bulunduğu hal üzeredir. Beş harfin kelimenin sonunda elife bitişmeyişi, Allah Teâlâ’yı
bilen kullardan bir kısmının bilgisinin durumuna işaret eder. Onlar, kendileri
ile Allah Teâlâ arasındaki nispeti ortadan kaldıranlardır. Aynı zamanda onlar,
belirtmiş olduğumuz, celali, azameti, büyüklüğü, tenzihi ve zenginliği
müşahede edenlerdir. Bu gurubun dışındakiler ise, İlah ile meluh arasında
nispet ve bağlar kabul etmiş, Allah Teâlâ’yı ancak kendi nefislerinden
bildikleri için, zat ile mertebeyi ayırt etmemişlerdir. Onlar Allah Teâlâ’yı
mümkünün kendisini tercih edene dayanması nedeniyle delalet yoluyla
bilmişlerdir. Böylelikle onlar Allah Teâlâ’yı, Allah Teâlâ da onları talep
etmiştir. Onlara ait harf, kelimenin sonunda elife bitişen bütün harflerdir.
Bu büyüklerin de, (elife) bitişen bu
harflerin menzillerinde harflikleri yönünden -manaları yönünden değilbol pay
ve nasipleri vardır. İşte bunlar, kendileri arasındaki bu ayrımı
bilememişlerdir. Fakat onlar, bunu sıradan insanlardan gizlemiş, hem
cinslerinden ayrı olarak bu bilgi kendilerine özgü kalmıştır. ‘Allah
Teâlâ dilediğine rahmetini tahsis eder,’86 İşte bu nedenle
taifenin efendisi Cüneyd şöyle demiştir: ‘Bin sıddîk hakkında ‘zındık’
demedikçe, kişi hakikat derecelerine yükselemez.’ Çünkü bu makam, gül kokusu
mayıs böceğine zarar verdiği gibi, ehli olmayana zarar verir. Çünkü onların
hali, böyle bir makamı kabul etmediği gibi bu makam da onları kabul etmez.
İnsanlar onları genel içinde gördüklerinde ise kendilerini tanımazlar. Çünkü
onların harfleri üzerinde sıradan insanlardan ayrışacakları bir alamet yoktur.
İnsanlar seçkinler içinde kendilerini gördüklerinde ise -ki bunlara örnek
olarak fakihler, kelam bilginleri ve Müslüman filozoflarını verebiliriz-,
onların kâfir olduklarını söylerler. Şeriatlarla kendilerini sınırlamamış olan
hakimler söz gelişi filozoflarkendilerini gördüklerinde ise ‘bunlar arzularına
uyan kimselerdir’ derler. ‘Bunların hayal hâzineleri bozulmuş, akılları
zayıflamıştır.’ Onları kendilerinden başkası ve yaratıklardan uzaklaşarak Hakka
yönelenlerden başkası tanımaz. Allah Teâlâ bu anlamda şöyle buyurmuştur: ‘Allah Teâlâ’yı
hakkıyla takdir edemediler.’*7 Bu
insanların bu ayetten büyük nasipleri vardır. Çünkü onları sıradan-seçkin
insanlar, Müslüman olan olmayan kimseler tanımamıştır. Öyleyse onlar, gayret
perdeleriyle sakınılmış ve gizlenmiş kimselerdir. Öyleyse onları sadece Hakk
tanıyabilir. Onlar birbirlerini tanır mı acaba? Burada tereddüt vardır. Onlar
kulların arasından talep edilenlerdir. Allah Teâlâ bizi de onlara katsın ve
kendim de onlardan birisi olmayı umut ederim.
Müslümanın müşrikin dayandığı şeyden
uzaklaşmasına gelirsek, bu uzaklaşma, nispetten ve nispet olandandır, yoksa
nispet edilenden değildir. Öyleyse müşrik ve Müslüman, nispet edilende ortak
iken kendisine nispet olanda ve nispette birbirlerinden ayrılırlar. Bu nedenle
müşrike cizye (yükümlülüğü) verilmemiş ve onunla indirilmiş kitap ehli olan
kâfirler ayırt edilmiştir. Çünkü müşrik, şirk koşması nedeniyle, hem Hakka hem
kevnî (varlıklar olan peygamberlere) zarar vermiştir. Onun kendisini ölümden
kurtaracak bir dayanağı yoktur. Çünkü o tevhide ve peygamberlere zarar
vermiştir. Ehl-i kitap olan kâfirler ise, tevhide veya oluşa, yani
peygamberlere zarar vermemiştir. Fakat onlar, arzuları veya içlerindeki bir
kuşku nedeniyle, belli bir peygambere zarar vermişlerdir. İçlerindeki bu kuşku,
doğru olduğunu bildikleri halde, kendilerini haksızlık ve taşkınlık yapmaya
sevk etmiştir. Onlardaki kuşku nedeniyle, iddia sahibi (peygamberin) doğruluğu
onların nezdinde sabit olmaz. Bu nedenle, onların -gerçekte olmasa bile,
kendilerine görekendilerini öldürülmekten koruyan sahih bir dayanakları olmuş,
bunun için onlara cizye cezası verilmiş, dinleri üzerinde bırakılmışlar, dinlerini
veya kendisine uydukları ölçüde bir kısmını uygulamalarına müsaade edilmiştir.
Burada, anlayan için şöyle bir sır
vardır: Ehl-i kitabın dinleri, bizim şeriatımız sayesinde onlar için meşrudur.
Çünkü onlarm (kendi dinleri üzerinde kalmasını) onaylamıştır. Bu nedenle Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem, BizanslIların İranlıları yendiğini duyduğunda,
yüzünde muduluk görünmüştür. Hâlbuki Bizanslılar da Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem’i inkâr etmekteydi. Fakat peygamber, bilgisi nedeniyle,
insaflıydı, çünkü o, BizanslIların dayandığı kimsenin hakikat ehlinin kendisine
dayandığı kimse (Allah Teâlâ) olduğunu bilmekteydi. Çünkü onlar kitap ehli ve
ona inanan kimselerdi. Fakat önderlerinin indirilen kitabı tahrif etmeleri
nedeniyle, kendilerine kuşku bulaşmış, bu kuşku kendileri ile Hz. Muhammed
sallallâhü aleyhi ve sellem’in peygamberliğini kabul, ona inanma veya genel
olduğunu kabul etmelerinin arasına girmiştir. Bizim sözümüz, onlarm arasından
insaf sahibi bilginleredir. Şeriat, kendilerinden bilmiş olduğu bu ölçüyle
onları mazur saymış, onlarda Hakkın yönünü dikkate almıştır. Çünkü onlar da
Hakkı birlemişlerdir. Bizanslılar, İranlılar ve putperestler kendisine ortak
koştuklarında Allah Teâlâ’ya ortak koşmamışlar, İlah’ın birliğine ve Hakk
ettiği ahadiyete zarar vermişlerdir. İşte bu makam ehli olan ariflerin hali
böyledir.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem bize ehl-i kitaba aykırı davranmayı emretmiştir. Bunun nedeni, onların
kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr ederek bunun ortasında bir yol
tutmayı istemiş olmalarıdır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ise bize
belirli hükümlerde ve zikrettiğimiz hususta karşı çıkmayı emretmiştir. Onlara
bütün konularda karşı çıkmayı emretmiş olsaydı, hiç kuşkusuz ki, bize emretmiş
olduğu imana da aykırı davranmamız gerekirdi. Öyleyse ehl-i kitaba kayıtsız
anlamda karşı çıkmak, geçerli değildir. İşte bu ‘ehl-i kitaba muhalefet edin’
hadisinin anlamıdır.
Bilmelisin ki bütün müşrikler
kâfirdir. Çünkü müşrik, şirk koştuğu ve kendisini ilah edindiği şey hakkında
arzusuna uyar, İlah’ın mutlak birliğinden yüz çevirir ve İlah’ın birliğine
götüren ayet ve delilleri incelemekten onları gizler. İşte, zâhirde ve
bâtındaki bu örtme davranışı nedeniyle de, kâfir (örten) diye isimlendirilirken
Allah Teâlâ ile birlikte ilahlığı Allah Teâlâ’dan başkasına nispet ettiği için
de müşrik diye isimlendirilmiştir. Böylelikle müşrik, iki nispet kabul
etmiştir. İşte müşrik ile kâfir arasındaki fark budur.
Müşrik olmayan kâfire gelirsek, o,
birleyendir. Şu var ki o peygamberi ve kitabın bazı ayetlerini inkâr eder
(örter). Öyleyse onun örtmesi iki türlüdür: Birincisi, küfrünün Allah Teâlâ
katından gelen şeylerle ilgili olmasıdır. Bu durum, müşrikin Allah Teâlâ’nın
birliğini inkârına benzer. Diğer tarz ise, Allah Teâlâ’nın peygamberini ve onun
Allah Teâlâ katından gelmiş olduğunu bildiği halde, başkanlık sevdasıyla, bunu
sıradan insanlardan ve kendisine uyan kimselerden gizlemektir. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in Kayser’e yazdığı mektubunda söylediği, ‘yüz
çevirirsen, sana uyanların günahı da senin üzerindedir’ ifadesiyle kast ettiği
durum budur. Burada kast edilen hükümdara uyan kimselerdir.
Bilmelisin ki, ‘ey5 diye
çağırma ve nida etme, çağrıldığı halden uzaklığı bildirir. Kendisini çağıran, o
hal nedeniyle kendisini çağırmaktadır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Ey
iman edenler, iman ediniz!™ Böyle demesinin nedeni, kendisine
iman etmeye çağrıldıkları şeyden uzaklıklarıdır. Bu nedenle Allah Teâlâ onlara
nida etmiştir. O esnada çağrıldıkları hal ile nitelenmiş olsalar, bu kez
uzaklık, onların hakkında gelecek zamanla ilgili olurdu. Başka bir ifadeyle,
gelecekte de dinin sizin adınıza beğendiği bu halde sebat ve ısrar ediniz.
Nitekim Hz. Yakub, oğullarına şöyle der: Ancak ‘Müslümanlar
olarak ölünüz.’89 Yani onlar şu anda Müslümanlardır.
Babaları ise, kendilerine gelecekte de İslam üzere kalmak için ısrar etmeyi
emretmektedir. Gelecek, şimdiki zamandan uzaktır. Öyleyse ünleme ve nida,
şimdiki anda bulunan bir şeyin gelecekte de sürmesi için yapılır. Allah Teâlâ şöyle
buyurur: ‘Ey iman edenler, sözlerinize uyunuz-’90 Onlar,
şimdiki halde, iman sözleşmesine bağlı idiler, çünkü Allah Teâlâ kendilerini
‘iman’ sahibi olmakla nitelemiştir. Böylelikle burada uzaklık, kendisini her ne
zaman kabul ederlerse kabul ettikleri sözleşmelerdedir.
Bilmelisin ki, Hakkın nidası, mümini,
kâfiri, itaatkârı, günahkârı, ruhları ve ruhanîleri içeren genel nidadır. Nida
ise ancak ilahi isimlerden olabilir. Bir ilahi isim, kendisinde başka bir
ilahi ismin hükmünün bulunduğu bir kimseye nida eder. Bu çağırma, söz konusu
ismin hüküm süresinin bittiğini bildiğinde olabilir. Böylelikle kendisini
çağıran isim, (hükmü biten ismin ardından) o kişiyi (hükmü altına) alır. Dünya
ve ahirette böyle devam eder. Allah Teâlâ’dan başka herkes, çağrılandır ve bir
ilahi isim, kendisine ulaştırmak istediği kevnî bir hal nedeniyle onu çağırır.
Çağrıya olumlu karşılık veren kişi itaatkâr diye isimlendirilir ve Mutlu olur.
Olumlu karşılık vermeyen ise, günahkâr diye isimlendirilir ve bedbaht olur.
Birisi şöyle iddia edebilir: Çağrı ilahi bir isimden olup da âlem zayıflığına
ve ilahi iktidarın etkisi altında bulunmasına rağmen nasıl olur da bu çağrıya
olumsuz karşılık verebilir? Şöyle deriz: Bir varlığın çağrıya olumlu karşılık
vermekten sarf-ı nazar etmesi, onun kendiliğinden ve hakikatinden
kaynaklanmaz. Çünkü (bu yönüyle) varlık sürekli olarak ezilmiştir. Fakat bir
ismin kahrı altında olduğunda, söz konusu isim, kendisini çağıran isme
karşılık vermesine müsaade etmez. Öyleyse çatışma, ilahi isimler arasında
gerçekleşmektedir ve onlar birbirlerine denktir. Hüküm ise, ‘mülkün sahibine
aittir ve o ise, diğer ismin nida vaktinde, yetki sahibi olan isimdir. Bu
nedenle hal için o daha güçlü olmuştur. Şöyle diyebilirsin: Öyleyse kul
direndiğinde niçin cezalandırılır? Çünkü o direnmeyi kendisi adına
sahiplenmiş, fakat hükmü altında bulunduğu ilahi isme onu izafe etmemiştir.
Şöyle diyebilirsin: İş bakidir! Çünkü varlık ancak bir ilahi ismin etkisi
altında olduğu için (yeni ismin çağrısına karşı) direnmiştir. Bu çağrılan isme
karşı direnme onda gerçekleşmiştir. Şöyle deriz: Haklısın! Fakat o kişi bunu
bilmemektedir ve bilgisizliğinden dolayı cezalandırılmıştır. Çünkü bilgisizlik
onun kendisinden kaynaklanır. Şöyle diyebilirsin: Bu bilgisizlik de üzerinde
hüküm sahibi olan ilahi isimden kaynaklanmaz mı? Deriz ki: Bilgisizlik, var
olan değil, var olmayan bir durumdur. İlahi isimler ise, yokluğu değil, varlığı
verir. Öyleyse çağrılan için yokluk, onun kendinden kaynaklanır. Bilgisizlik
(cehalet), bilginin olmayışı demektir. Böylelikle itiraz eden kimse, neye
itiraz ettiğini bilmez. İlahi isimler ise, sadece varlığı verir ve dolayısıyla
zikrettiğimiz zorunluluk ortaya çıkmaz. Böylece zikrettiğimiz hususla bu
kişinin itirazı ortadan kalkar.
Nida ve ünlemenin genel olduğunu
belirttik. Öyleyse nida eden de genele (nida eder). Fakat Hakkın nidası, ancak
kendisinde kulun muduluğunun bulunduğu şeye çağrı tarzında olabilir. Kulun
bedbahtlığına yol açacak şeye çağırma ise, Hakkın nidası değildir. Nida, kelam
niteliğindendir. Öyleyse kulun yaptığı her fiil, iki duruma ayrılır: Birincisi
kulun mutluluğunun bulunduğu fiildir. Bu, Hakkın nidasının kendisine bitiştiği
kısımdır. İkincisi ise, kulun mutiuluğunun kendisine bitişmediği fiildir.
Dolayısıyla bu ikinci kısım fiil, hakkın nidasından meydana gelmez. Fakat o da
Hakkın iradesinden ve yaratmasından kaynaklanır. Hâlbuki nidasından ve
şeriatının emrinden kaynaklanmaz. Böyle bir fiilden muduluğun dışlanması iki
tarzda gerçekleşir: Birincisi, kendisine muduluk veya bedbahdığm bitişmediği
fiildir. İkinci kısım ise, kendisine bedbahtlığın bitiştiği fiildir.
Bedbahdığm kendisine bitiştiği fiil ise, iki kısma ayrılır: Birinci kısım,
sonsuza değin bedbahdığm kendisine bitiştiği kısımdır. Bu kısım, şirk
bedbahdığıdır. ikinci kısım ise, bedbahtlığın sonsuza değin bitişmediği
kısımdır. Bu kısım, şirk olmayan veya Hakkın nidasının hiçbir şekilde
bulunmadığı fiildir.
Bu menzil, nida menzilidir, fiiller
menzili değildir. Allah Teâlâ izin verirse, fiiller menzili de daha sonra
gelecektir. Bazı ârifler için bu ve kardeşi olan menziller, fiiller menziline
benzer. Bunun nedeni, nidayı fiillerde görmesidir. Bu noktada menzil tek
değildir. Aksine nidanın bir menzili olduğu kadar fiilin de bir menzili vardır.
AÇIKLAMA
Nida Harflerinin Anlamları
Bilmelisin ki, nida, mertebe mertebedir: Her mertebenin belli bir edatı
vardır. Buna göre edatlar, hemze (e), ya (ey), heyya (haydi), ey gibi
harflerdir. Bunların mertebe bakımından en yerleşik olanı, hemze iken, en uzağı
heyya edatıdır. Nidaya bazen tembih eşlik ederken bazen etmeyebilir. Nida ‘ey5
edatıyla olduğunda, belirsizdir. Dolayısıyla uyarı zorunludur. Çünkü nida,
bildirmeyi amaçlar ve o çağrılanın kendisidir. Bu nedenle ‘ey3
edatına uyarı ‘he’si eşlik etmelidir (eyyu-he). Çünkü uyarı ve ikaz, bildirmek
ve tarif demektir. Sonra uyarı harfini, çağrılar nmı ismi takip eder ki,
-başkasının değilonun çağrıldığı anlaşılsın. Çağrılanın ismi eksik olabilir.
Söz geüşi ‘ellezi’ ismimevsulu isim olabilir. Bu durumda onun sılasının gelmesi
gerekir. Sıla, maksadın anlaşılması için, ellezi (ki o) edatını tamamlamak
üzere onun nitelenmesidir. Bu sıla ile kendisine bağlandığı kimse arasında
irtibatın bulunması da zorunludur. Bu sayede bu nidayla amaçlanan kişinin o
olduğu öğrenilir. Nida edatından sonra eksik bir isim gelmezse, zikrettiğimiz
şeye gerek olmaz ve şöyle denilir: ‘Ya eyyühe’n-nâsü (ey insanlar).’ Nidaya
‘ey* bitişmediğinde ise, nida çağrılanın ismine bitişir. Bazen çağrılan nekre
(belirsiz isim) olabilir. Buna örnek olarak şu ayeti verebiliriz: ‘Ya hasreten
ale’l-ibad (kullara yazık olsun).m Bunun
anlamı, ‘ey şaşılacak’ demektir. Şair şöyle der:
Şu afete şaşılır (ya acaba)
Felaketle yüzleri gülecek mi?
Bazen çağrılan ve nida edilen kimse,
belirli olabilir. Buna örnek olarak ‘Ey dağlar!
Onunla...’92 ayetini
verebiliriz. Nidadan sonra gelen ‘ma’, ya lafız veya mana yoluyla, ancak mansup
olarak gelebilir. Bu nedenle mansup ile ‘ve kuş’93 kelimesine atıf yapılmıştır. Burada ‘ve kuş’94 kelimesinin
yerinde nasp olarak atıf yapılmıştır. Burada kelime merfu olsa bile, bunun
nedeni belli vakitlerde lafzın dikkate alınmış olmasıdır. Bu nedenle
‘ve’t-tayru’ şeklinde merfu da okunmuştur. Bu fasıllardan her birinin ilahi
hakikatleri vardır. Uzatmaya yol açmasaydı, onları fasıl be asıl zikrederdik.
Bu nedenle onları ariflerden sözlerimizi öğrenecek kimseler için nida
menzilinin içermiş olduğu ilahi anlamlar için bir uyarı olarak bıraktık. Aynı
zamanda âlemin parçalarının birbiriyle irtibatlı olduğuna dikkat çekmek amacı
taşır. Bu irtibat, anlamların kelimelere bağlanmasına ve onlarla irtibadı
olmasına benzer. Genellikle ‘vav’ harfini nida edatlarından yapmışlardır.
Fakat özel bir hal nedeniyle özel bir Hakk tahsis etmişlerdir. Diğer edatlar
ise öyle değildir. Böylelikle onu ağıta tahsis etmişler ve kendisiyle ölüyü
çağırmışlardır: ‘vâ-cebelahu! vâ senedahu!’ gibi. Melek ölüye azap eder ve
‘şöyle idin’ diyerek bulunduğu yerde onu sıkıştırır. Şöyle derler:
‘vâ-Zeydahu, vâ-sultanahu.’ Bu nidada, sekte ‘he’sinin kelimenin sonuna getirilmesi
gerekir. Çünkü bu nidada, kendisinden sonra bir şeyin söylenmemesi şartı
yoktur. Bu nedenle sekte he’si getirilir ve onunla yetinilerek şöyle denilir:
‘vâCebelahu, vâ-hazenahu!’ Başka bir şeye gerek yoktur. ‘Ey Zeyd’ dediğinde ve
ağıt nidasından başka bir nida harfiyle kendisini çağırdığında, onu çağırmanı
gerektiren sebebi de zikretmen gerekir ve bunun için şöyle dersin: ‘Ey
dağlar! Onunla...’95 ‘Ey
iman edenler, sözlerinizi yerine getirin.’96 ‘Ey
insanlar, takva sahibi olun.’97 Öyleyse
sekte ‘he’si ancak ağıt nidasında getirilir.
Düşmüş nidaya gelirsek, bu tarz nida
ile sözü kolaylaştırmayı kastederler. Bu sayede, hazfedilen kelime sayesinde,
kendisini süratle maksada ulaştırmak için çağrılanın işi kolaylaştırılır.
Çünkü terhim (kelimenin düşülmesi), kolaylaştırma demektir. Güzel maşuku
nitelerken söylenen, ‘rahimü’d-delal’ bu ifadeden türetilmiştir. Yani, o
kolaydır. Kolaylaştırılan için terhim, çağrılanın isminin sonunun
düşülmesidir. Adı Haris olan birisine şöyle nida edersin: Haru, gel! Kolaylaştırma
amacıyla kelimenin son harfi düşülmüştür.
Bilinmelidir ki isimler ve isimlerin
isimleri, iki kısımdır: İrablı olan, mebni olan. Amillerin başına gelmesiyle
son harfi değişen isme irablı isim denilir. Irab, değiştirmek demektir. Şöyle
denilir: ‘A’rabat mi‘detü’r-racül (adamın midesi değişti). Bazen bu isim bir
halden bir Hakk değişmeyi anlatır. Bu, irablı diye isimlendirilmesi yönüyle
kelimenin kökeninin bazı yönleridir. Mebni ise, lafzının tek bir nitelik
üzerinde kaldığı her fiil ismi veya diğer kelimelerdir. İrablı da değişmeyi
sağlayan amiller bu kelimenin başına geldiklerinde bir etki yapmazlar. Bu
nedenle de, bina kelimesinden türetilerek, değişmeyi kabul etmediği ve sabit
olduğu için ‘mebni’ diye isimlendirilmişlerdir. Mebniliğin zat olması yönünden
ve sürekli olarak ilahlığın O’nun adına sabit olması yönünden İlah’a ait
sübûtî nitelikte bir yönü vardır. İrablı olan ise, ilahi mârifederde ‘her
gün O bir iştedir™ ayetiyle irtibatlıdır. Bu konuda
başka bir ayet ise ‘sizin de hesabınızı ele alacağız599 ayetidir.
İşte bu, mebni ile irablı arasındaki farktır. İsmin son harfi düştüğünde, irabı
kelimenin kalan son harfine geçer. Şöyle dersin: ‘Ya Haru (harisü)’. Burada ra
harfi daha önce kesre iken, düşen harfin harekesi kendisine geçmiş ve ötreli
okunmuştur. Bu sayede dinleyici, isimden bir harfin düştüğünü anlar. Çağrılan
kişi de, ismi Haris ise kendi adının çağrıldığını bilir. Belki de ‘se’
düştüğünde, ‘ben değilim’ diyecektir. Se harfinin harekesi (ötre) ra harfine
aktarıldığında ise, kast edilenin kendisi olduğunu anlayacaktır. Aynı şekilde,
kul ilahi bir isimle çağrıldığında, belki de içinden bu isme layık olduğunu
düşünecektir. Böylelikle onun kulluk niteliği, kulun kendisiyle çağrıldığı bu
isme geçecektir. Böylelikle kul, kast edilenin kul olması yönünden kendisi
olduğunu anlar. Çünkü nitelik kendisine eşlik etmektedir. Bu durum, (hareke)
aktarıldığında böyledir. İsmin düşen harfinin harekesi kalan harfe
aktarılmadığında ve bulunduğu hal üzere bırakıldığında ise, bu durumda başka
bir kasıt vardır. Bu, herhangi bir yaratılmışın başka bir yaratılmışta etkisi
olmasın diye, her hakkı kendi hakikati üzerinde bırakmak demektir. Bu sayede,
ihsan sadece Allah Teâlâ’ya ait kalsın diye, herhangi bir yaratılmışın başkası
üzerinde bir ihsanı (hilat) olmasın istenir. Çünkü (Harisu ismindeki se
harfinin) ötresi, onun elbisesi demektir. Kolaylaştırma yöntemi gereği, bu
hareke ra harfine verildiğinde ise, bir varlık başka bir varlığa giysisini
vermiş demektir. Belki de hilat verilen harf, kendisine kulluk ve onu övmek
için bunu ona vermiştir. Gerçekte elbise, se harfine değil, konuşan ve çağıran
kimseye aittir. Öyleyse nida eden, varlığını ortadan kaldırdığında, daha önce
se harfine ait olan ötreyi ra harfine vermiştir. Bu durum, vefat etmesiyle
kutupluk ve imamlık hilatinin o makama yerleşen kimseye verilmesine benzer.
Burada da, o kişiyi bu makama yerleştiren, Allah Teâlâ’dır, yoksa vefat etmiş
olan imam değildir!
Böylelikle bu menzilde bildiğimiz
bazı sırları sana açıklamış olduk. Bu sayede, talibin dikkatini -Allah
Teâlâ’nın izniylemenzilin içerdiklerine çekmiş olduk. ‘Allah Teâlâ doğruyu
söyler ve doğru yola ulaştırır.’
Muhammedî Makamdan, Havuz Menzili ve Sırlarının Bilinmesi
Havuz suyun kirle nitelenme menzili Bunlar beşere özgü ilimlerdir
Kaynakta su duru, kir yok onda Kuyu
içindeki kirleri izhar eder durur
Bulanıklığın nedeni fikrin neticesi olmak
Aradığın bilgi, fikrin ulaşamadığı olsun
Hayal ona gelince onu fikir ile sınırlar
Cesetler ve suretler âleminde
Fikir onların suretlerinden, bazen duru yapar
Fakat zarardan da masum değil
O’nu fikirle değil zikirle ara, elde
edersin ‘Başka’nın şaibesinden saf ve münezzeh olarak
Ey samimi dost, Allah Teâlâ senin
basiretini nurlandırsın ve gidişatını güzelleştirsin! Bilmelisin ki, bilgiler
iki kısma ayrılır: Bir kısmı verili ilimlerdir. Bu kısım, ‘üzerlerinden
yiyecekler”00 ayetinde belirtilir. Bunlar, ‘Allah
Teâlâ’dan korkun, O size öğretir’101 ayetinde
belirtildiği gibi, takvanın neticesi olan ilimlerdir. Başka bir ayette ise ‘Allah
Teâlâ’dan korkarsanız, sizin için bir furkan yaratır’102
buyrulmuştur. Başka bir ayette ise ‘Rahman,
Kuran’ı öğretti’103 denilir.
Bilgilerin bir kısmı ise kazanılmıştır. ‘Ayaklarının
altından yerlerdi’104 ayetinde
de bu tür ilimlere işaret vardır. Burada Allah Teâlâ, onların çalışmasına,
gayretine işaret etmektedir. Söz konusu kimseler, ölçülü giden kimselerdir.
‘Ayaklarının’ kelimesindeki zamiri, ‘üzerlerinden
yiyen’105 kimselere
döner. Onlar, Allah Teâlâ’nın kitabının ve ‘kendilerine
indirilen şeylerin’106
(hükümlerini) uygulayanlardır. Onlar, iyiliklere koşan kimselerdir. ‘Onlar
iyiliklere koşanlar dır.’107 Bu
bağlamda bir kısmı iyiliklere koşar, bir kısmı, eğrilmişken kitabı doğrultur.
Çünkü
daha önce doğru iken bilginlerin
tevili onu eğriltebilir. Böylece Allah Teâlâ’nın razı olduğu işleri yerine
getirme imkânı verdiği birisi gelir ve kitabı doğrultur. Başka bir ifadeyle,
tevilinden ve fikir gücüyle kitap üzerinde çalışmaktan onu uzak tutar. Böyle
birisi, Rabbine ibadetini yerine getirir, kitabm içerdiği sözlerdeki muradını
ve maddelerden soyut anlamların bilgisini Allah Teâlâ’dan öğrenmek ister. Allah
Teâlâ da katışıksız bir bilgi kendisine verir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Onun
tevilini ancak Allah Teâlâ ve bilgide derinleşmiş olanlar bilir.,m Allah
Teâlâ onlara bu indirilmiş ve işaretlenmiş ayetin tevilinin ne olduğunu ve ona
yerleştirmiş olduğu anlamlan -fikir gücünü kullanmaksızınöğretir. Çünkü fikir
gücü, kimse adına, hatadan korunmuş değildir. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘Bilgide
derinleşenler... Rabbimiz kalbimizi saptırma, derler5109 buyurdu.
Yani indirdiğin ayeder hakkında fikir gücüyle saptırma. ‘Bize
hidayet ettikten sonra.,U0 Bize
indirilenlerin bilgisini senden aldıktan sonra, ‘bize
senin katından rahmet ver, sen elVehhab’sın.ml Böylelikle
Allah Teâlâ’dan -kazanım yoluyla değilvergi ve bağış yoluyla bilgi isterler. Bu
nedenle zamirin üzerlerinden yiyenlere döndüğünü belirttik. Allah Teâlâ
‘ayaklarının altından da’ der. Bunlar bir ümmettir. Bir kısmı, dengeli
gidenlerdir. Onlar, (bilgiyi elde etmek için) çalışanlardır. Başka bir
ifadeyle onlar, Allah Teâlâ’nın kitabını tevil eden ve kendisine inmiş olduğu
amel ile doğrultmayanlardır. Söz konusu kimseler, onu alırken edepli
davranmazlar. Bunlar iki kısma ayrılır: Az bir kısmı, bu konuda dengelidir. Bu
kısım, Hakka yakın olan gruptur. Bu kesim, tevilinde -kesin olarak
değilmuvafakat yoluyla hakikate ulaşabilir. Çünkü Allah Teâlâ’nın indirdiği
bir vahiyde neyi kast ettiği tam olarak ancak vehbi yoldan öğrenilebilir. Vehbi
yol, Hakkın kulun sırrma -ki sır Hakk ile kulu arasındadırkendisiyle konuştuğu
ilahi bildirim yoludur. Bu konuda ölçülü olmayıp da tevilde derinleşenler
vardır. Öyle ki, indirilmiş lafız ile anlam arasında hiçbir ilişki bırakmayacak
Hakk gelir. Ya da lafzı teşbih anlamıyla benimser ve bu konunun bilgisini Allah
Teâlâ’ya bırakmaz. Bunlar, haklarmda Allah Teâlâ’nın ‘Onların
çoğu ise... ne kötüdür yaptıkları’"2 dediği
kimselerdir. Bundan daha büyük bir kötülük olabilir mi? Bunlar, ikinci
kısımdır:
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem -ki o getirdiğiyle birlikte bize rahmet olarak gönderilmiştirbu durumu
görüp de çoğunluğa bu rahmetin ulaşmadığım da görmüştür. Bunun nedeni ise,
onların iki yolda tevile kalkışmış olmalarıdır. Bunlar, teşbih veya lafzın
anlamından büsbütün uzaklaşmış tevildir. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem tebliğ edip etmemede hayrete düşmüş ve şunu öğrenene kadar
çekinmiştir: Acaba Rabbi bunu kendisine farz kılmış mıdır, yoksa kılmamış
mıdır? Bunun üzerine Allah Teâlâ şu ayeti indirmiştir: ‘Ey
peygamber! Sen Rabbinden sana indirilmiş olanı tebliğ et.m3 Ona şöyle denilmiştir: ‘Senin
görevin ancak tebliğ etmektir.’11* Başka bir
ayette ise ‘Onları hidayete erdirmek senin işin değildir’115 denilir.
Başka bir ifadeyle onlardan meydana gelecek iyilik veya kötülükte peygamberin
görevi insanları hidayete erdirmek değildir. Başka bir ayette kendisine şöyle
denilmiştir: ‘Sen sevdiklerine hidayet edemezsin,
fakat Allah Teâlâ dilediğine hidayet eder.’116 Böylelikle
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şunu öğrenmiştir: Ondan istenilen şey,
sadece tebliğ etmesidir. Bunun üzerine tebliğ etmiş, tebliğ etmesi
emredilenlerden hiçbir şeyi kesinlikle gizlememiştir. Çünkü peygamber,
Rabbinden aktardığı ve kendisine tebliğ etmesi emredilen hususları bildirirken
kesinlikle masum ve korunmuştur. Kendisine özgü olan hususlar ise, kendi
düşüncesine kalmıştır. Öyleyse ayetin anlamı -(işârî yorumla değil) tefsir
olarakşöyle olmalıdır: ‘Ve ayaklarının altından...’ Bazı ümmeder vardır
onların bir kısmı ölçülüdür. Çoğunun yaptığı ise ne kötüdür. Bu nedenle Allah
Teâlâ peygamberine şöyle demiştir: ‘Yeryüzündeki
kimselerin çoğuna uyarsan, seni Allah Teâlâ’nın yolundan saptırırlar.’117 Başka bir
ayette ise şöyle denilir: ‘Onların bilgisi pek azdır.’11*
Binaenaleyh bilgilerin en üstünü
kulun vehbi yoldan elde ettiğidir. Gerçi bu tarz bilgiyi, verildiği kimsenin
istidadı meşru ve temiz amellerle bezenmesiyle talep eder. Fakat bu durum bu
tarz bilginin gerçekleşmesinde bir şart değildir ve bu nedenle bu bilgi
çalışmanın etkisinden uzaktır. Çünkü bazı nebiler, nebiliği kabul etmek için
istidadı olmalarını sağlayan meşru bir amele sahip değilken, nebi olmuşlardır.
Bazıları ise, meşru bir amele sahipti ve bu durum istidadın ta kendisidir.
Belki de bilgisi olmayan insan şöyle zannedecektir: İstidat olmasaydı, nebilik
gerçekleşmeyecekti. Bu durumda nebiliğin kazanılan bir şey olduğunu
zannedecektir. Hâlbuki nebilik, gerçekte, ilahi bir tahsistir. Allah Teâlâ onu
dilediği kullarına verir. Verdiği kişinin şeriat hakkında veya başka bir konuda
bilgisi olmayabilir. Söz konusu kişi, kim olduğunu ve gerçekte durumu
bilmeyebilir. İstidat bu bilgiyi meydana getirseydi, hiç kuşkusuz bu durum
nebilerde bulunurdu. Hâlbuki iş böyle gerçekleşmemiştir. Çünkü nebilik, kazanılmış
değildir ve bu konuda Allah Teâlâ ehlinden olan keşif sahipleri arasında bir
görüş ayrılığı yoktur. Bununla birlikte fikir mensubu akılcılar arasında görüş
ayrılığı vardır. Bu durum bize göre fikir gücünün bazen doğruya ulaştırırken
bazen yanılttığı hakkındaki en güçlü delilimizdir. Fakat bu gücün hatası,
doğrusundan daha fazladır. Çünkü onun kendisinde durduğu bir sınırı vardır.
Öyleyse fikir gücü her ne zaman kendi sınırında durursa, zorunlu olarak isabet
ederken sınırını aşarak bazı kullara verilmiş olan başka bir gücün alanına
taştığında, bazen hata ederken bazen isabet edebilir. Allah Teâlâ bizi ve sizi
fikir gücünün yanılgılarından korusun. Bizi ihsanıyla zikreden ve
zikredilenlerden etsin. O’ndan başka Rab yoktıfr.
Biraz önce zikrettiğimiz hususla
ilgili bir şiirimiz vardır. Bu şiiri altı yüz bir senesinde Musul şehrinden
bir kardeşime yazmıştım. Şiir, nebiliğin Allah Teâlâ’nın bir tahsisi -ki bu
nedenle ona kir bulaşmazolduğuyla ilgilidir.
Dikkat ediniz, resullük berzah âleminden
Sahibi yumuşaklığa muhtaç değildir
Yapısı güçlerini verdiğinde Oğulları
kendisini güçleriyle algılar
Tahsis onun niteliğidir Eşariler de buna
delil bulmuş
' Hakikat bu, gizli değil
Felsefe kitaplarının ne dediğini bir yana
bırak
Bu uzun bir şiirdir. Fakat konumuzla
ilgili hususları özededik. Bilinmelidir ki, kirlerin zuhur nedeni, suyun
yerleşmesi ve kendi yerinin ve mevzisinin dışında bir yerde hareketin verdiği
(yorgunluktan) dinlenmek istemesidir. Bu nedenle bu durumu havuz ile ilgili
olarak yazdık. Çünkü havuzda su yerleşir ve dinginleşir. Daha önce bunu bir gazelin
nesib bölümünde söylemiştik. Sevilenin kendiliğindeki nezihliğini niteliyordum.
Yad ettiğim herkes yola çıktı Beşer
mertebelerinden taşınarak
Salığı katışır korkusuyla Havuzdaki kirle
Burada şunu anlatmak istedim: Bu
nitelikteki birisi âşık olduğunda, maşuk onun üzerinde hüküm sahibidir. Onu
kendisine çeker, elbiselerinden ona giydirir. Böylelikle, sevilen bilgi ise,
onu doğa âleminin gerektirmiş olduğu benzerlik (kuşku) kirlerinden temizler.
Sevilen amel ise, onu kuşkululardan ve haram kirlerinden temizler. Ya da
sevilen maddelerden soyut ruh ise, doğal şehvetlerden temizler. Sevilen melek
ise, beşeri arzulardan temizler. Fakat sevilen Allah Teâlâ ise, seveni Allah Teâlâ’nın
dışındaki her şeyden temizler. Öyleyse dürüst âşık, sevgilinin niteliğine
intikal eden kimsedir, yoksa sevgilisini kendi niteliğine indiren kimse
değildir. Bakınız! Hakk bizi sevdiğinde, bize uygun olan ve şanı yüce Hakkın
kendilerinden münezzeh olduğu gizli lütuflarıyla bize inmiştir. Bu bağlamda Hakk,
kendisiyle konuşmayı arzulayarak evine gittiğimizde bizden dolayı sevinmiştir.
Kendisinden yüz çevirme halinden sonra, tövbe etmemiz ve kendisine dönmemiz
nedeniyle ‘ferahlar.’ Delikanlıda delikanlılık taşkınlığı olmayışı nedeniyle de
-ki o delikanlılığının otoritesinin hükmü altındadırşaşkınlıkla nitelenir.
Bununla birlikte delikanlıda taşkınlığın olmayışı, Allah Teâlâ’nın kendisini
razı olduğu işlere ulaştırmasından kaynaklanır. Acıktığımızda, susuz
kaldığımızda ve hastalandığımızda ise bizim yerimizi almıştır. Allah Teâlâ,
bir kulu acıktığında kendisini evimize gelen konuk yerine koymuştur. Bu nedenle
diğer kullara Allah Teâlâ şöyle der: ‘Acıktım, beni doyurmadın.’ Başka bir kulu
susadığında ise, Allah Teâlâ başka bir kuluna şöyle diyecektir: ‘Susadım, beni
içirmedin.’ Başka bir kulu hastalandığında ise, başka bir kuluna şöyle der:
‘Hastalandım, beni ziyaret etmedin.’ Bütün bu kullar bu ifadelerin anlamım kendisine
sorduklarında ise, onlara şöyle diyecektir: ‘Falan kulum hastalanmıştı, onu
ziyaret etseydiniz, beni onun yanında bulacaktanız. Falan kulum acıkmıştı, onu
doyursaydmız, onu benim katımda bulacaktınız. Falan kulum susadı, ona su
verseydiniz, onu benim katımda bulacaktınız.’ Rivayet doğrudur. İşte Hakkın
bize (ait niteliklere ve fiillere) inmiş olması, sevginin neticelerindendir.
Bu nedenle şöyle dedik: Sevgide dürüstlük, sevenin sevilenin özeliğiyle
nitelenmesini sağlar. Aynı şekilde Rabbini sevdiği iddiasında dürüst olan kul
da, O’nun isimleriyle ahlaklamr. Bu bağlamda kul, Allah Teâlâ’dan başkasma
muhtaç olmamak, Allah Teâlâ ile aziz olma, Allah Teâlâ’nın eliyle verme, Allah
Teâlâ’nın gözüyle koruma özelliğiyle ahlaklanır. Bilginler Allah Teâlâ’nın
ahlakıyla ahlaklanmayı bilirler ve bu konuda kitaplar yazmışlardır. Çünkü Allah
Teâlâ’yı sevdiklerinde, kendilerine layık olduğu tarzda, O’nun nitelikleriyle
nitelenmişlerdir.
Sonra konumuza dönerek şöyle deriz: ‘Allah
Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır:119 Bilinenlerin
hakikatleriyle ortaya çılup bulundukları hal üzere idrak edilmelerini sağlayan
bilgi, kuşkunun bulunmadığı sahih bilgi ve tam idrak diye isimlendirilir.
Bilinenin varlık veya yokluk veya olumlama veya olumsuzlama kesif veya lâtif,
Rab veya merbub, harf veya mana, cisim veya ruh, bileşik veya basit veya
bileşikiiğin meydana getirdiği bir şey, nispet veya nitelik veya nitelenen
olması birdir. Bu zikrettiklerimizden herhangi bir şey kendi zatında bilgiye
görünmeyip de başka bir surette bilgiye görünebilir. Bu bağlamda yokluk bilgi
için varlık suretinde -veya bunun tersigözükebilir. Olumsuzlama ispat suretinde
-veya bunun tersigözükebilir. Latif olan kesifin suretinde -veya bunun
tersigözükebilir. Rab merbubun niteliğiyle ve merbub Rabbin niteliğiyle gözükebilir.
Anlamlar cisimlerin suretlerinde gözükebilir. Banlara örnek olarak, bilginin
süt suretinde, dinde sebatkârlığın bağ suretinde, imanın halat suretinde,
İslam’ın direk suretinde, amellerin güzel veya çirkin insanların suretlerinde
gözükmesini verebiliriz. Bu durum, bu ise, bilgiye ilişen kirdir. Böylelikle
bu durumun kendisine gözüktüğü kimse, kendisini bu suretten surette ortaya
çıkan anlama taşıyacak ilahi bir güce muhtaçtır. Böylelikle kişi yorulur.
Bunun nedeni, hayal mertebesi, temessül ve müfekkire gücüdür. Onun aslı ise, bu
doğal cisimdir ve o bu menzilde havuz diye isimlendirilen şeydir. Bu havuzun
dibi, hayal hâzinesidir. Dinde yerleşmiş havuz suyunun kirliliği ise, hayalin
ve tahayyülün kendi suretinden çıkartmış olduğu şeylerdir. Böylelikle bakan
insan, gördüğü şey nedeniyle (gerçeği) karıştırır ve bu sureti hangi anlamın
giymiş olduğunu bilemez. Bunun üzerine hayrete düşer, hiçbir zaman kesin bir
kanaate ulaşamaz. Onun ulaşacağı nihai şey, ancak ‘muvafakat’ tarzıdır. Söz
konusu kişi, Allah Teâlâ’nın haber vermesi olmadıkça, isabet edip etmediği
hakkında da kesin bir inanca sahip değildir. Nitekim Ebu Bekir bu makamda
bulunduğunda, rüya tabir etmek istemiş ve Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem de rüya tabir etmesini emretmiştir. Rüyayı tabir ettiğinde ise, Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve selleme doğru tabir edip etmediğini sormuş, Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem ise şöyle demiştir: Kısmen doğru tabir ettin,
kısmen yanlış.’ Hâlbuki Ebu Bekir bu tabirde neyi yanlış neyi doğru yaptığını
kesin olarak öğrenememiştir. Bu nedenle şöyle dedik: ‘Böyle bir durumda doğruya
ulaşan kimse, isabet ettiği hususta kesin kanaate sahip değildir.’ Bu nedenle
ârifler yanılmış ve bilgiyi sadece vehbî yolla Allah Teâlâ’dan almayı kabul
etmişlerdir. Bunun velilerdeki yolu, fikir değil, zikirdir. Öyleyse anlamlar
soyut olarak verilir de bilinenler onlar için kendi zadarıyla suretlerinde -ki
onlar da bu suretlerin hakikatleridirortaya çıkarlarsa, maksat
gerçekleşmiştir. Hakk bilinenleri onlara zikir ve bu talep esnasmda suretlerinden
başka suretlerde gösterir ve onların zadarını perdelerse, (onlara) bu suretlerin
ardına geçebilecekleri bir nur ve güç verilir. Ardında olan, bu suret ile
amaçlanan ve bu surede sınırlanan şeydir. Öyleyse onun müşahede ettiği,
sürekli olarak anlamlardır ve maksat da onlardır. O, lafızlar ve ibareler
âleminde nass veya tevili veya belirsizliği olmayan muhkem konumundadır. Diğeri
ise, farklı anlamlar taşıyabilen zâhirler konumundadır. Araştıran kimse,
onlarla konuşanın maksadını onlardan anlamaz.
Bilmelisin ki, bu ilimleri Allah
Teâlâ kendi suretlerinden başka suretlerde kuluna verip de onlarla neyi kast
ettiğini kendisine bildirirse, (öğrendiği) suretten o şeyin hakikatini de
öğrenmiş olur. Çünkü o suyu idrak etmiştir ve havuzun dibinde bulunan ve suya
karışan kiri de idrak etmiştir. Bakanın gözünde o kirin renginin bulunması
gerekir. Bu renk, sarı veya kırmızı veya herhangi bir renk olabilir. Böylelikle
suyu kırmızı veya sarı veya diğer bir renkte görür. Bu nedenle, kendisine
mârifet ve âriften sorulduğunda Cüneyd şöyle demiştir: ‘Kabın rengi içindekinin
rengidir.’ Su bu rengi kabul edince, gözde renk ve renklenenden bileşik olarak
bulunmuştur. Gerçekte ise başka bir şeydir. Böylelikle su bilinir ve bu rengin
kabın rengi olduğu da bilinir. Her nerede gerçekleşirlerse gerçekleşsinler,
ilahi tecelliler de böyledir. Arife gelirsek, ârif onları sürekli olarak idrak
eder. Tecelli onun adına sürekli olduğu gibi onun nezdinde ayrılık da
süreklidir. Böylelikle kimin tecelli ettiğini ve niçin tecelli ettiğini bilir.
Nasıl tecelli ettiği sorusu(’nun cevabını bilmek) ise, âleme değil, Allah
Teâlâ’ya aittir. Tecellinin keyfiyetini ne bir melek ne peygamber bilebilir.
Çünkü bu da Hakkın özelliklerinden biridir. Çünkü zat, gerçekte bilinmeyendir.
Öyleyse O’nun mazharlardaki tecellisinin keyfiyeti de, Allah Teâlâ’nın
yarattığı herhangi bir kimse tarafından bilinmez ve idrak edilmez. İşte bu,
başkasını meydana getirmeyen bilgidir ve nesli kesilmiştir, ardı yoktur. Bunun
dışındaki bilgiler ise, bazen incelendiklerindebaşka bir bilgiyi meydana
getirebilirler. Ancak da böyle olabilir ve yaygın olan budur, hatta insanların
elindeki bilgidir. Çünkü öncülleri ve onlardan sonuç verenler ile vermeyenleri,
öncüller arasındaki orta terimi bilmen gerekir. Bunu öğrendikten sonra, bu özel
bileşimin verdiği bilgiyi öğrenebilirsin. Bilgilerde meydana gelen bu durum,
cardı ve bitkderde gerçekleşen üremenin (tenasül) benzeridir. Başka bir
ifadeyle bu, anlamların üremesidir. Bu nedenle anlamlar bedensel suretleri
kabul etmiştir. Çünkü cisimler, üreme yeridir.
Şöyle diyebilirsin: Bdgderden meydana
gelen şey, netice vermez. Öyleyse onun suretleri kabul etmemesi gerekir. Şöyle
deriz: O sureti kendisini meydana getiren bir öncülün neticesi olmak yönünden
kabul etmiştir. Kendüiğinde ise, sonuçsuzdur ve kesinlikle netice vermez. Bu
yönüyle o, bir başkasından doğmuş olsa bde, kendisi bir şey doğurmayan kısır
hayvana benzer. Çünkü o, kısır olmasını gerektiren bir niteliktedir. Bu
nedenle Hakk, kendisini her iki durumdan tenzih etmek üzere, şöyle buyurmuştur:
‘Doğurmadı ve doğrulmadı.’120 Bu zatın
tenzihidir. Zat ise herhangi bir şeyle ilgili olmadığı gibi herhangi bir şey de
kendisine ilişmez. Netice ise, ancak mertebede ortaya çıkmış ve var olmuştur.
Rab merbubu talep etmiş, kadir güç yetirileni talep etmiştir. Şöyle diyebilirsin:
‘Doğurmadı ve doğrulmadı’121 ayetinde
durum belirttiğim gibi ise, mazharlar olmamalıdır. Halbuki onlar, mevcuttur. Ne
diyeceksin?’ Şöyle deriz: Mazharlar, zata değil, mertebeye aittir. Öyleyse Allah
Teâlâ’ya ancak dah olması yönünden ibadet edilir ve isimleriyle ahlaklandır.
İsimleriyle ahlaklanmak, O’na ibadet etmek demektir. Mazharlarmda ve
mazharlarından ise, O, ancak dah olarak anlaşdır. Bunu bilmelisin! Mazharları
zat, ‘zat5 olmak yönünden izhar etmiş ise, bilmişlerdir. Bilmişler
ise, onu ihata etmişlerdir, ihata etmiş iseler, zat sınırlanmış, sınırlanmış
ise, münhasır olmuş, münhasır olmuş ise, sahiplenilmiş ve mülk olmuştur. Hakkın
zatı ise böyle bir şeyden münezzeh ve mütealdir. Böylelikle şunu öğrendik:
Mazharın kendisiyle ilgili olması yönüyle bilinebüecek zat ile bu mazharlar
arasında bilginin herhangi bir nispeti yoktur. Allah Teâlâ’yı bdenlerin
nefislerinde böyle bir bilgi gerçekleşmeyince -ki Allah Teâlâ bundan münezzehtir-,
zatın bu mazharlarla dişkisinin bdinmesi daha da güçtür. Şöyle diyebilirsin:
Nispet tektir, fakat iki yönü vardır. Zat cihetinden bir yönü, niazhar
cihetinden bir yönü. Şöyle deriz: İki göreli arasındaki nispetin tek olduğu
hususunda gerçek, zannettiğin gibi değildir. Çünkü çocuğun babayla olan
ilişkisi* oğulluk ilişkisidir ve oğulluk edilgenliktir. Babanın oğulla ilişkisi
ise, babalıktır ve o etkinlik nispetidir. Edilgen nerede, etken nerede? Öyleyse
nispet tek olmadığı gibi iki ucu da yoktur. Çünkü nispet, bölünmeyi kabul
etmez. Kast ettiğim bu özel nispettir. Bu, kendi hayalinde (aklınla değil)
nispete ait saydığın yöndür. Bu yön, senin zikrettiğin yöndür. Çünkü bir şey
için olan iki yön, o şeyin bölünmesini ifade eder. Anlam ise bölünmez, çünkü
bileşik değildir. Havuzlara benzetilen bu bilginin meydana getirdiği, Hakkın
sadır (göğüs) yönünden konuşmasından ibarettir. O, sana kullarına çıkmanı emrettiğinde,
Hakkın seninle sadrında konuşmasıdır. Allah Teâlâ, peygamber isen tebliğ etmek,
varisi isen sabit durmak üzere kullarına çıkmayı emreder. O’ndan sana dönük bu
münacat, ancak sende meydana gelebilir, başkasmda değil. Öyleyse sen kendinden
O’nu tanırsın, başkasından değil! Çünkü sen, en yakın perdesin ve O’nun üzerine
çekilmiş örtüsün. Örtü ve perde olman bakımından O’nu sınırlarsın. Öyleyse O’nu
bu mertebede bilmen, O’nu bilmekten acizliğin ta kendisidir. İstersen ‘O’nu
bilmemek’ de diyebilirsin. Burada bilgisizlik derken bilginin olmayışı kast
etmekteyiz. Başka ise, sana göre, daha uzak perdedir. Çünkü Allah Teâlâ
kendisini ancak sana yakın olmakla nitelemiştir. Aynı şekilde, Hakkın başkaya
yakınlığı da, o başkanın sana yakınlığı gibidir. Böylelikle onun sana
yakınlıkla nitelenmesi, kendisini senden bilmeyi kast ettiğinde, senden
başkasına kıyasla daha uzaktır. Nitekim sen de başkasından O’nu bilmek
istediğinde aynı durumdasın. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Biz ona
şah damarından daha yakınız’122 Burada Allah
Teâlâ, eşyaya yakınlığını dile getirmiş, eşyaya yakınlığının keyfiyetinin bilinebilmesini
ise reddetmiştir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Biz
ona sizden daha yakınız, fakat siz görmezsiniz’123 Bu ifade,
kalp ve baş gözünü içerecek şekilde geneldir. Gözün idraki içte (bâtm)
gerçekleşmesi, basiret diye isimlendirilir. Bu esnada zat tek iken mertebeler
değişmiştir. Böylelikle görme duyulurun görülmesinde ‘basar (baş göz)’ diye
isimlendirilirken anlamların idrak edilmesinde ise basiret diye
isimlendirilir. Her ikisinde de idrak eden, aynı kişidir.
Ahiret diyarındaki havuzda içenlerin
sayısı kadar pek çok kâse bulunacaktır. Kaptaki su ise, şekil ve renk yönünden
kabın suretine göredir. Buradan kesin olarak şunu öğrendik: Allah Teâlâ’yı
bilmemiz, kendi istidadın, teorik gücün ve kendinde bulunduğun duruma göre
değişir. Öyleyse iki kişi, hiçbir zaman Allah Teâlâ hakkındaki bilgide bütün
yönlerden aynı noktada bir araya gelemez. Çünkü iki kişide hiçbir zaman tek bir
mizaç bir araya gelmez ve bu doğru değildir. Çünkü her birinin varlığının
sabit olabilmesi için, her iki kişide farklılığı sağlayan bir özellik bulunmalıdır.
Böyle olmasaydı, onların iki kişi olması mümkün olmazdı. Öyleyse herkes Hakk’tan
ancak kendisini bilmiştir. Kendisine tecelli eden kimse ona yaptığı şeyi
yaptığında -kuşkusuz amelinin kendisine döndüğü sabittir-, Allah Teâlâ’ya bu
amelden herhangi bir şey ulaşmayacaktır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
şöyle buyurur: ‘İşte bunlar sizin amellerihizdir. Size döndürüleceklerdir. Allah
Teâlâ, kendilerini sağlam yaptığınız ve asıllarma (iman ve niyet) itina
gösterdiğiniz ölçüde, size amellerinizden elbiseler giydirir.’ Her kim ipek
veya pamuk veya başka (kötü) bir elbise giyerse, sadece kendisini kınamalıdır.
Onu giydireni değil, kendini kınamalıdır! Sen kendi elbiseni giymişsindir.
Şöyle diyebilirsin: ‘Allah Teâlâ’ya
bu amelden hiçbir şey ulaşmayacaktır diye nasıl dersin?’ Hâlbuki Allah Teâlâ ‘Sizden
takva Allah Teâlâ’ya ulaşır’124 buyurur.’
Bilmelisin ki: Burada Hakkın katma ulaşmanın veya ulaşmamamın zikredilmesi,
yaratıkların amellerinden herhangi bir şeyin Allah Teâlâ’ya ulaşmaması
demektir. Allah Teâlâ söz konusu amellerle kendilerini yükümlü tutmuştur ve bu
amelleri yerine getirerek onlarla süslenirler. Allah Teâlâ bu amele muhtaç
değildir ve bundan dolayı sahip olmadığı bir özellik ortaya çıkmaz. Fakat takva
Allah Teâlâ’ya ulaşır. Takva, size kendisini siper edinmeyi emrettiği takvanın
derecelerinde ve menzillerinde O’nu siper edinmek demektir. Kuşkusuz Allah
Teâlâ şöyle buyurmuştur: ‘Ateşten’125 sakının. Başka bir ayette ise ‘Allah
Teâlâ’dan sakının’126 buyrulur.
Başka bir ayette ise ‘Kendinizi ve ailenizi sakının’127 denilir.
Takva O’na ulaşır’ demek, Allah Teâlâ onu senden alır ve seni şereflendirmek
amacıyla kendi eliyle onu sana giydirir demektir. Çünkü burada vasıta
olmaksızın seni giydirmiştir, hâlbuki takva sahibi olmayan ise, aynı elbiseyi
-Hakkın elinden olmadangiyer. Giyilen elbisenin değerli veya değersiz bir
elbise olması durumu değiştirmez ve bu durum sana döner. Çünkü senden ancak
O’na verdiğin şey sana ulaşır. Takva bunu da içerse bile, Allah Teâlâ takva
sahibi olmayandan herhangi bir şey almaz. Bu nedenle, kulların takvasının
ulaştığı kimse olarak kendisini nitelemiştir. Allah Teâlâ takvanın kendisine
ulaşacağını belirtmiştir. Kurbanın kanı ve eti ise, kendisine ulaşmaz. İsabet
tesadüf yoluyla -kasıtla değilgerçekleşirse, ulaşma yaratılmışa izafe edilir.
Çünkü Allah Teâlâ, bilinmekten münezzehtir ye bilindiği yönden kendisine
yönelinebilir. Fakat tesadüf yoluyla ulaşılabilir. Hakk ise, eşyayı tesadüf
yoluyla bilmekten münezzehtir. Aksi halde eşya hakkmdaki bilgisi, tesadüfi
olurdu. Takva sahibinden takva Allah Teâlâ’ya ulaşır ve takva sahibi de Allah
Teâlâ’nın önünde durur, zatını O’nun önünde kendisine yapacağı işler için
teslim eder. Bu durumda Hakk, takva sahibine bilgi elbiseleri giydirir. Bu
bilginin bir özelliği, vermenin bütün tarzlarıyla Allah Teâlâ’dan kul adına
meydana gelmiş olmasıdır. Öyle ki bilgiyi alan herkes, ondan bir pay alır. Bir
kısmı onu cömertlik elinden alır. Bir kısmı ise cûd elinden alır. Bir kısmı
bilgiyi seha elinden alır. Bir kısmı bilgiyi minnet ve ihsan elinden alır.
Ancak (kendisi muhtaç iken sahip olduğunu başkasına veren anlamındaki) îsar
elinden almak söz konusu değildir. Çünkü îsar’ın ilahi mertebede eli yoktur.
Çünkü Allah Teâlâ muhtaç olarak vermez. Fakat ilahi isimler oluşun varlığında
eserlerini ve hükümlerini görmek isteyince, onların vermelerinin kendilerinden
alınmasına muhtaçlıklarından kaynaklandığı zannedilir ve buradan bir îsar
kokusu yayılır ki bu doğru değildir. Kuşkusuz, Allah Teâlâ’nın basiretlerini
körelttiği bir grup böyle bir zanna düşmüştür. Bu nedenle ârifler, isimlerle
ahlaklanırken bütün verme türleriyle nitelenmişler, fakat ‘îsar’ ile
ahlaklanmamışlardır. Çünkü onlar bu konuda emanetçilerdir. Onlar başkasmı
tercih etmezler. Çünkü gerçek îsar -mecazî olan değilonların nezdinde
düşünülemez. Arif ise ‘sana verdim’ demez. Çünkü iki kişi vermede iki kişi
ortak olmaz. Bu nedenle tekil gelir ve çoğul gelmez. Bu konuda çoğul, hitaptaki
genişliktir. Gerçek ise söylediğimizdir. Bu menzil hakkında konuşmak geniş
vakit ister ki bizim vaktimiz ona yetmez. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru
yola ulaştırır.’
> Havuz menzilleri ve sırları
Bilgi mertebeleri ve nurlarıdır
O öyle bir bilgidendir ki
Ezelden beri duruluğu kirlerle karışmıştır
Onun yeri dürdüğü doğadır
Dip tortularıyla birlikte ona ilişir
İKİ YÜZ
YETMİŞ YEDİNCİ BÖLÜM
Musevî Makam'dan Yalanlama ve Cimriliğin
Bilinmesi ve Sırları
Bilgi ikidir: suretlerdeki din ilmi Beşerde ruhlardan ortaya çıkar o
Tahkike bağlı Hakk bilgisi, onu destekler Allah
Teâlâ’nın ayet ve surelere koyduğu şeyler
Bakan ve parlak her gözden
Lam haberde Fe’ye bakar
Bu yedili nurların menzilleridir Beşi
hunnes’tir, güneş ve aydan başka
Gayb’deki her şey onlardan zuhur eder Her
menzil kendi kadrince koşar
Kitabın getirdiği
nitelikler
Akıl ve fikir mecali
üzerinde mukaddestir
Hiçbir şeyin
benzemediği kimseyi nasıl idrak ede?
Bilgiyi duyudan ve
teorik araştırmadan alan kimse
Allah Teâlâ’yı bilmek O’nu bilmemenin ta
kendisi Allah Teâlâ’yı bilmemek bilginin ta kendisi, düşünün
O’ndan başka âlemde bilinen yok Ey
başarısız kişi! Sınırlamaya kalkma
Zuhur sınırını aşarsa gizlenir İş de
böyledir, onu incele ve düşün!
Ey samimi dost! Allah Teâlâ
basiretini nurlandırsın, bilmelisin ki, (ahirette amele verilecek) karşılığı
bilmek, aklın nurundan değil, iman nurundan meydana gelir. Çünkü dünya ve
ahirette cezanın amelle irtibatı, iman ve keşif yoluyla öğrenilebilir. Onu
‘bilgi’, yani iman bilgisi diye isimlendirdik, çünkü iman haber verenin verdiği
haberi doğrulamak olsa bile, böyle bir şey bilgi olamaz. Çünkü varsayımsal
olarak haber veren verdiği haberden dönebilir ve bu durumda tasdik ortadan
kalkar. Öyleyse onun iki yönü vardır: Birincisi mümin onu zorunlu olarak
içinde bulur. Öyle ki, ondan ayrılmak istese bile, bunu başaramaz. Mümin için
iman, akıl sahipleri için zorunlu bilgi gibidir. Diğer yön ise, imanın hakkında
haber verilen şeyi ortaya çıkartan bir nur olmasıdır. Nitekim akıl da şaz
delil, daha doğrusu kâmil delilindeki ‘sahih delili’ vasıtasıyla delillendirileni
ortaya çıkartır. Akıl delil ve burhanında zorunlu bir bilgiye dayanmıyorsa,
burhana sahip olmadığı gibi bilgisi de yoktur. İman bilgisi, zorunlu bilgidir
ve varmak istediği hakikatte aklın dayanağıdır. Öyleyse insan, teorik
bilgisiyle cezayı soruşturduğunda, onun bir ceza olduğunu söylemeyecektir. Ya
feleğin hareketi, bu kendisinden kabul edenin durumuna göre, oluş ve bozuluş
âleminde bu vakıayı gerektirmiştir. Bundan önce ise bir hareket daha vardı. Bu
hareket ise, oluş ve bozuluş âlemindeki bu kabul eden için kendisinden meydana
gelen bir durum daha gerçekleştirmişti. Böylelikle iki hareket arasında
karşılıklı bir ilişki meydana gelmiştir. Bu ise, ya geçici bir durumla veya
insanların genelinin nefislerine yerleşmiş olan vaz’î bir nedende geçekleşir.
Böylelikle her kimde gerçekleşmiş ise, sonraki vakıa, ilk vakıa için ceza diye
isimlendirilmiştir. Ceza denilen bu kadardır! (Ceza ile amel arasındaki) Bu
bağı ise, ancak keşif ehli bilebilir. Akılcılar da bu bağı idrak edebilir,
fakat onlar, bir ceza olması yönüyle değil, (ilk fiile uygun) bir fiil olması
yönüyle onu idrak ederler. Bunun bir bütün olarak ortadan kaldırılması mümkün
değildir. Akılcı kelam bilginleri, akıllarının nuruyla onun ortadan kalkmasını
mümkün görürler ve haklıdırlar. Çünkü akıl nuru verdiği hükümlerde kendi
gücünü aşamaz. İman nuru ise, bunun üzerindedir ve gücüne göre (hüküm) verir. Allah
Teâlâ’nın ona yerleştirdiği şeyleri akıl şarttan soyutlanmış olarak anlayamaz.
Çünkü akıl şöyle der: ‘Bilgi bunun gerçekleşmesini takdir etmişse, aklen bunun
olması zorunludur.’ Böylelikle akıl buraya şart sokmuştur. İman ise böyle
değildir. Çünkü iman, herhangi bir kuşkunun bulunmadığı kesin keşiften (haber)
verir.
Sonra, akılcılardan zikretmiş
olduğumuz bir grup -ki onlar fiili kabul edip onun ceza olduğunu inkâr
edenlerdirdünya ve ahirette bunu inkâr etmişlerdir. Dünyada onu inkâr
etmelerinin nedenini söyledik.
Ahirette ise onlar iki kısma ayrılır:
Bir kısmı ahirette (cezayı) iman (nurunun) kabul ettiğinden farklı bir şekilde
kabul eder. Onlar, doğal cisimlerde tekrar dirilmeyi inkâr edenlerdir, ikinci
kısım ise, ahireti bütün olarak reddedenlerdir. Onlarm cezayı kabul etmeleri
beklenemez. Ahireti kabul edip de cezayı reddedenler, cennet nimetlerinden
duyusal cezayı reddetmişlerdir. Ruhani cezayı ise ruhlara ait saymışlardır. Ruhlar
bedenleri yönetmekten ayrılıp doğanın esaretinden kurtuluncaya kadar iyi
ahlaklardan, ilahi ve ruhani bilgilerden güzel bir yapı kazanmış olurlar. Bu
yapı kendilerini meleklik mertebesine katar. Ruhlar doğadan ölüm diye
isimlendirilen bir halle tamamen ayrıldıklarında ise, meleklere katılırlar ve
ebedi olarak bu hal devam eder. Bu süreklilik onlar için bu meleklik
mertebesinde onların cennederinin meyvesi olujr. Onlar bu meyveyi doğal bedeni
yönetirkenki zindan hayadarında devşirmişlerdi. İşte bu, şeriatta ceza diye
isimlendirilen şeydir ve bundan başka bir şey yoktur. Allah Teâlâ’ya ve O’nun
nezdinden gelen şeylere iman edenler -ki onlar bizim arkadaşlarımız ve iman
nuruyla amel eden aramızdan keşif sahipleridir-, bu insanlarla eğitilmiş
nefisler için gerçekleşecek ruhani ceza hakkında görüş birliğindeyizdir. Fakat
doğal cisimlerde yenilenmenin gerçekleşmesi hususunda ise onlardan ayrılırız.
Doğal cisimler ahirette keramet diyarında sürekliliklerini sağlayacak özel bir
mizaca göre yeniden yaratılırlar. Öte yandan özel mizaç, giyinme, süslenme,
yeme, içme, cinsel ilişkiye girme veya habis şeylerin cennet menzillerinden
kaldırılması gibi duyusal cezayı gerektirir. Cennet menzillerinden kaldırılan
habis şeyler, doğadan kaynaklanan dışkılar veya kötü kokulu ruhlardan
kaynaklanan şeylerdir. Bunlar, muduların hali hakkındadır. Bedbahtiara
gelirsek, onlardaki yeniden yaratma da, doğal cisimlerde gerçekleşecektir.
Fakat illeder nedeniyle (mizacm) yok olması ve kaybolması özelliğinde,
dünyadaki mizaca yakın bir mizaçtadır. Bu illetler, mizaçlarının varlığını
ortadan kaldırır ve yeni mizaçlar yaratılır. Bununla birlikte azabı hisseden
cevher geride kalır. Öyleyse, her ikisi de yeniden yaratılışta ortak olsalar
bile, bedbahdarın yeniden yaratılışı mudularınkine benzemez. Bedbahdarın
bedbahdık yerindeki hastalıkları, sonsuzdur ve (o yeri) doldurdukları sürece
devam eder. Bu durum, dünya hayatında ömürleri sürecinde devam eden zamaneye
benzer. Her bir grup, içinde bulundukları halin kısmen yaptıkları işlerin
karşılığı olduğunu bilir. Burada ‘kısmen’ dedik, çünkü cenneder üç kısımdır:
Amele ceza cenneti. Miras cenneti -ki bunu iman etmiş olsaydı müşrik elde etmiş
olacaktı-, bu iki gurubun dışındaki ihtisas cenneti, ihtisas cennetinin genel
mi, yoksa Allah Teâlâ’nın kullarından seçkinlere mi ait olduğunu bilmiyorum.
Dince belirlenmiş bir iyilik yapmamış olanlara (müminlere) miras cenneti
vardır. Bu cennetin onlar adına tahsis mi yoksa söylediğimiz tarzda mı olup
olmadığını bilmiyorum. Var olmaları yönünden değil meşru olmaları yönünden,
meşru amel cennetlerinde onlarm bir nasibinin bulunup bulunmadığını da
bilmiyorum. Çünkü onlarm bir kısmında güzel ahlak bulunabilir. Fakat onu meşru
olması yönünden yapmamıştır.
Zikrettiğimiz bu husus ortaya
çıkınca, bilmelisin ki: Ceza bilgisi hakkında kendilerinde imanın
gerçekleşmediği grup, vehbi ilimlerden kendi içlerinden bir mizan bulamadıkları
herhangi bir kabul etmekten mahrumdurlar. Söz konusu mizan ise, işlemiş
oldukları bir amelden meydana gelir. Halvetlerinde kendilerine fetih geldiğinde
ve ilahi ve mukaddes nurlar zarar verici kuşkuları ortadan kaldırdığında, sahip
oldukları amellerine ve çabayla gerçekleşen istidadarına bakarlar. Böylelikle
bu bilgilerden terazilerinin kendilerine vermiş olduğu kadarını alırlar ve
şöyle derler: ‘Bu Allah Teâlâ katmdandır.’ Bu ilimlerden onların terazilerine
girmeyenleri ise, reddederler. Bu grup hakkmda en şaşılacak işlerden birisi,
onlarm ceza bilgisini kabul etmemiş olmalarıdır. Söz konusu grup ilahi
ilimlerden ancak terazilerinin kendilerine vermiş oldukları amelleri,
kazanılmış istidadan alırlar. Bu yol ehline göre, bu davranış, işin
kendiliğinde bulunduğu durumla çelişir. Bunu bilmek, bizim gibilere tahsis edilmiş
bir keşiftir. Bu nedenle de Allah Teâlâ’ya hamd olsun.
Biz ve bizim yolumuzdan gidenler yol
ehline gelirsek, bu konuda bize gelenlerden herhangi bir şeyi reddetmeyiz veya
genel olarak onu dışlamayız. Bizim âmelimizin veya çabayla gerçekleşen istidadımızın
onu gerektirip gerektirmemesi birdir. Çünkü iktiza ve gerektirme, bize göre her
konuda zorunlu değildir. Aksine Allah Teâlâ dilediği bir şeyi dilediği yerde
var eder. Allah Teâlâ zikretmiş olduğumuz bu gurubun basirederini nurlandırmış
olsaydı, kendi hallerini görür ve farkına varırlardı. Çünkü onlar, cezayı kabul
etmedikleri gibi bilgilerden de ancak kendi nefislerinden (elde ettikleri)
terazinin verisini kabul ederler. Onlar ise bunun farkında değildir ve burası
hayret yeridir. Aynı zamanda biz, Allah Teâlâ’nın bize herhangi bir vasıtayla
vermiş olduğu bir şeyi de reddetmeyiz. Söz konusu vasıtanın kötü veya iyi
olması durumu değiştirmez. Nitekim Süleyman (as.) böyle yapmıştı. Ya da
vasıtaların ortadan kalkmasıyla da bir şey verebilir. Bunun yasaklanmış veya
emredilmiş bir şey olması da durumu değiştirmez. Çünkü Allah Teâlâ bize güç,
siyaset ilmi vermiştir ve bunlarla neyi nasıl alacağımızı biliriz. Onu
aldığımızda ise, bu kez nasıl tasarruf edeceğimizi, onu nasıl ve nerede
kullanacağımızı biliriz. Bu, sürekli olarak Haktan duyanlara özgü bir haldir.
Bizim yolumuz budur ve büyüklerimiz de ona göre davranmıştır. Bunun için bol
bir bilgiye, uyanık bir akla, sürekli müşahedeye ve uyumayan ve uyku nedir
bilmeyen bir göze gerek vardır. Artık insan bu müşahede haliyle özdeşleşir.
Duyusunda, uykusunda, hayalinde, fena ve gaybet halinde onunla birlikte yürür.
Bu, aramızdan Efrad’a özgü olan çetin bir makamdır. Nebilerin bilgisinin büyük
kısmı, herhangi bir dayanağı olmayan bu tür ilimlerdir. Bu nedenle nebilik,
kulun çabasıyla ve kazanımıyla gerçekleşen bir şey değil, bir tahsis olmuştur.
Biz de ihsan yoluyla bu makama varis olduk ve böylelikle nebilikten başka
kendilerini talep eden bir dayanağının olmadığı bilgileri elde ettik.
Çoğunlukla da d bilgileri nefislerimiz değil, sırlarımız bilmekteydi. Bu
nedenle de onlardan üzerimizde herhangi bir şey gözükmemiştir. Çünkü o
bilgilerin oluşla ilgisi yoktu. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Seni
yetim buldu, himaye etmedi mi? Seni şaşırmış bulup da doğru yola iletmedi mi?
Seni yoksul bulup zenginleştirmedi mi?’128 Böylece
arkadaşlarımız bu üç halde ve onlara benzeyen hallerde birbirinden
farklılaşmıştır. Acaba bunlar, himaye, doğru yola iletme (hidayet) ve
zenginlikten meydana gelen istidadar mıdır? Yoksa istidat değiller midir? Bir
kısmımız şöyle der: İstidat, hakkında çalışmaktan meydana gelebilir. Bunlar
çoğunluktur. Bir kısmımız ise şöyle demiştir: İstidat, ister çalışmayla olsun
ister olmasın, herhangi bir şeyi meydana getirmeye ehil olan kimseden meydana
gelir. Buradaki görüş ayrılığı, sözdedir ve o, bu yol ehline nispet edilen
görüş ayrılığıdır. Bazen şahıs istidadı bilebilir, bazen istidat bilinmez. Bu
konuda işin gerçeği söylediğimizdir. İstidat, talebin Allah Teâlâ’dan
(istenilen) herhangi bir şeyin gerçekleşmesine hazırlayıcı olmasıdır. Talebin
bulunması, çaba diye isimlendirilir. Çünkü istidat kelimesi, istihraç ve
istirsal gibi, dilek bildiren bir kipte gelmiştir. Onun gerçekleşecek şeyi
hazırlayıcı olmasına gelirsek, onun kendiliğinde bu durumda olması zorunludur,
yoksa o birinin yapmasıyla böyle olmaz. Onu mümkün yokluk gizler. Yokluk ise imkânsızdır.
Mümkün yokluk, tercih edenin etkisini kabul etmek için kendiliğinde hazırlayıcı
(istidat) olmasaydı, belli bir vakitte iki yönden birisi, başka bir vakitte ise
diğer yönün onun adına tercihi mümkün olmazdı. İmkânsız yokluk ise,
kendiliğindeki yokluğu nedeniyle, bulunduğu duruma aykırı bir hali kabul
ediyor olmasaydı onu kabul ederdi. Aynı şekilde, özü gereği varlığı zorunlu
olan için de bu durum geçerlidir. İstidat ve onunla hazırlama arasında farkın
bilinmesi hususunda meselenin iç yüzü budur. Hazırlama zorunludur. Bu, hem
varlık hem yokluk, ne varlık ne de yokluk durumu için böyledir. Bu kısma örnek
olarak nispederi verebiliriz.
Böylelikle bu menzildeki bu faslı
bitirmiş olduk. Geride ise diğer fasıllardan bilginin bilinmesi bölümü
kalmıştır. Söz konusu bilgiyi fakir, yoksulluk ve muhtaçlığıyla talep
etmiştir. Acaba bu bilgi nedir? Acaba bu bilgi gerçekleştiğinde, zenginlik
sağlar mı sağlamaz mı? Sûfilerin ona giden belli bir yöntemi var mıdır, yok
mudur? Onu bilenler insanları onun peşinden gitmeye teşvik ederler mi,
etmezler mi?
Bilmelisin ki, yoksulluk Allah
Teâlâ’nın dışındaki herkes için zati bir durumdur. Zevke ve sahih bilgiye göre
bu halden ayrılmak mümkün değildir. Şu var ki bu fakirin muhtaç olduğu
şeylerde maksadı belirlemesi ve hakkında kendisine muhtaç olduğu anlamın
mahiyeti değişebilir.
Bilmelisin ki, fakirlik ve yoksulluk
âlemde zati nitelikler olunca, onun konusu -ki fakirlik bununla ilgilidir-, bu
niteliğin varlığının sürekliliğini ve (nimetin) zıddmın kendisine giremeyeceği
şekilde en yetkin tarz üzere nimetlerin sürekliliğini istemek olmuştur. Bu yol
ehli, bunu sadece Allah Teâlâ’dan bir hal ve akit olarak görmüşler ve bu
nedenle başkasına değilbu konuda Allah Teâlâ’ya muhtaç olmuşlardır. Onlar için Allah
Teâlâ’ya muhtaçlık, varlıklarında değildir, çünkü vardırlar. Bu yoksulluk,
öyleyse, yoklukları halinde var olmakla ilgiliydi ve bu nedenle de onları var
etmiştir. Öyleyse her zaman yoksulluk, kendilerini var etsin diye çünkü yaratma
O’nun elindedirher zaman yoklukla ilgilidir. Bizden başkaları ise, yoksulluğu Allah
Teâlâ’dan bir hal olarak değil, akit olarak görürler. Onlar, bileniyle ve
bilmeyeniyle, müslümanların çoğunluğudur. İnsanların bir kısmı fakirliği âkit
veya hal olarak değil, asıl olarak görürler. Bunlar, nedenleri ve nedenlileri
kabul eden kimselerdir ve onlar Allah Teâlâ’dan en uzak kimselerdir. İnsanların
bir kısmı yoksulluğu Allah Teâlâ’dan ne asıl ne akit ne Hakk olarak görür.
Bunlar ise, muattıla’dır.
Zikrettiklerimizden her bir grup,
yoksulluğu kendi zatından bulur ve bu gruplardan herhangi birisinin mutlak
anlamda Allah Teâlâ’dan müstağni kalmaları imkânsızdır. Fakat bazen onlar adma
sınırlı bir müstağnilik gerçekleşebilir ve bu esnada ondan ayrılmazlar. Yolun
kendisi ise, yol olması yönünden zatidir. Kazanmanın kendisiyle ilgili olduğu
şey, kendisine muhtaç olan kimse adma, bu yoldaki özel bir sülüktür. Sülük bu
mesabede olunca, ona teşvik etmek ve bilmeyene açıklamak gerekmiştir. Sülûku
bildiği halde, Hakk eden kimseye onu açıklamaktan sarf-ı nazar eden kimse,
başarısız ve mahrumdur. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, bunun mertebelerinden
birisine şu ifadesiyle dikkat çekmiştir: ‘Bir soru karşısında bilgisini
gizleyene Allah Teâlâ cehennemden bir ateş ile gemler.’ Soru bazen hal diliyle
bazen dille sorulabilir. Hadiste tehdide muhatap olan soru sorulan kimseye soru
sorulmuş olması zorunludur. Bu durumda bilgili kimse bu soruya cevap vermek
zorundadır. Yoksulluk sorularının hepsi bu konumdadır. Allah Teâlâ şöyle
buyurur: ‘Ey insanlar! Siz Allah Teâlâ’ya muhtaç olanlarsınız ’129
Bu hitapta Allah Teâlâ ‘hep’ ismiyle isimlendirilmiştir. Başka bir ifadeyle Allah
Teâlâ, kendisine muhtaç olunan ‘her şey3 adıyla isimlendirilmiştir.
Bu da, kendisinden başkasma muhtaç olunmasın diye, ilahi gayret kapsamındadır.
Üstünlük, kendisini bilenindir. Bu hitapta insanlar için bir teşvik vardır.
Çünkü onlar bu durumu ancak peygamberlerin diliyle gelen şerî hitapla gerçekleşen
ilahi bildirimden sonra öğrenebilirler. Bununla birlikte pek çok insan bunu
inkâr eder ve yoksulluğu belli şeylere tahsis ve izafe eder. Yoksa varlığın
ayrılmaz özelliği olan ve ona uyan bütün durumlara değil! Bunlar, her an,
yaratıklara ilişen şeylerdir. Ayeti tam olarak anlasaydık, gözyaşlarımız kanın
bedeli olacak şekilde, sürekli ağlamamız gerekirdi. Çünkü biz, Hakk bunu
bildirene kadar, bu gerçeği kendimizden bilmiyorduk. Acaba onu inkâr edenin
veya tevil edip sınırlayanın durumu nasıldır? Böylelikle bu menzille ilgili
ikinci bölümü de bir ölçüde açıklamış olduk.
ALLAH
TEÂLÂ, KULLARINI BELİRLİ MERTEBELERE DAVET EDER
Bu menzilin
fasıllarından üçüncü fasla gelirsek, bilmelisin ki: Allah Teâlâ kullarına
belli durumlara ait belli mertebeleri olduğunu bildirmiş, onları mertebelere
girmeye ve bunları O’ndan elde etmeye kendilerini çağırmış, kullarını o
mertebelere muhtaç etmiştir. Kulların bir kısmı bunları kabul etmişken bir
kısmı ise, onları bilmeyerek, reddetmiştir. Bu mertebelerden birisi, müşahede
mertebesidir. Bu mertebe, kendisini bir mertebe içerse bile, farklı
menzillerdedir. Bu bağlamda bir kısmı Hakkı eşyada müşahede eder, bir kısmı
eşyadan önce, bir kısmı eşyadan sonra, bir kısmı eşyayla birlikte görür.
Kulların bir kısmı Hakkı eşyanın aynı olarak görür. Bununla birlikte burada
farklı pek çok makam vardır. Allah Teâlâ yolunun ehli olan zevk ve ‘şurb’
sahipleri bunları bilir. Bu mertebelerden birisi de, karşılıklı konuşma
mertebesi, birisi kelam mertebesi, birisi duyma mertebesi, birisi öğretme
mertebesi, birisi tekvin (var etme) mertebesidir vs. Çünkü bunlar çoktur ve
onları saymaya kitap yetmez. Buna göre karşılıklı konuşma mertebesi, bu
menzilin özelliklerinden biridir. Ondan yüz çeviren kimse, bu menzilin içermiş
olduğu ilahi bilgilerden ve Rabbani konuşmayla gerekleşecek olan hazdan mahrum
kalır ve hakkmda ‘Kendilerine Rableri Rahman’dan her
yeni söz geldiğinde, ondan yüz çevirirler’130
denilenlerden olur. Bu sözün gelişi, tecelliye göredir. Bunlar belli bir
gruptur. Başka bir grup ise haklarında ‘oynayarak
onu dinlerler’131
denilenlerdir. Bizim yolumuzun ehli olanlar ise, bu kelamın gelişi esnasında,
kelamın içermiş olduğu yararlardan kendilerini ah koyacak herhangi bir şeyle
ilgilenmezler. Kelam icabeti gerektirirse, Rablerine icabet ederler. Başka bir
şeyi gerektirirse, hitabm gerektirdiği o fiili yapmaya koşarlar. Onlar
gözlerini bu esnada bütünüyle konuşana dikerler. Bu sayede gözleri aydınlanır,
nefisleri ise, hitabı duymak nedeniyle nimetlenir. Şu var ki onlar, bu halde
bütünüyle bakmayla ilgili değillerdir. Çünkü onlar, bu hitap ile Allah
Teâlâ’nın onlardan istediği şeyin ‘anlamak’ olduğunu bilirler ve bu nedenle de
bakmaktan korkarlar. Bununla birlikte onlar, Allah Teâlâ’nın kendilerini
yükümlü tuttuğu ‘anlamak’ fiilinden muaf kılarak (bütünüyle kendilerini bakmaya
vermeye) özlem duyarlar. Bu durumda onlar, kendi nefislerinin hazlarını
Allah Teâlâ’nın onlardan irade ettiği
şeylere tercih edenler olurlardı. Öyleyse onlar her iki durumda da yoksul
kullardır. Fakat bütün bu mertebelerden her birisinde edep, kulun kendisine
yerleştirilmiş olduğu mertebenin hakkını yerine getirmektir. Onun istediği
şeyin ise (kendisini bütünüyle bakmaya vermesi), başka bir mertebesi vardır,
fakat o bu değildir. Öyleyse acele etmemelidir, yoksa mahrum kalır. ‘Allah
Teâlâ bir insanla ancak vahiy yoluyla, yahut perde arkasından konuşur. Yahut
bir elçi gönderip, izniyle ona dilediğini vahyeder.’132 Elçi,
konuşmasında O’nun vekilidir ve tercümandır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘O’nu
komşu edin, ta ki Allah Teâlâ’nın kelamını duysun.’133 Burada
tercümanın -ki o Allah Teâlâ’nın peygamberidirdiliyle söylenen kelamı kast
etmektedir. Bir şeyhin şöyle dediğini duydum: ‘İnsan beşeriliğinde devam
ettiği sürece kendisine kelam, perde ardından gerçekleşir. Beşeriliğinden
çıktığında ise, perde kalkar.’ Bu şeyh, İbnü’l-Kerh diye tanınan Abdülaziz b.
Ebu Bekr el-Mehdevî idi. Tunus’taki evinde bunu kendisinden duymuştum. Bu
görüşünde hem doğrudur hem hatalıdır. Görüşünde doğru olduğu yer, perde
ardından kelamın varlığını kabul etmesi ve onaylamasıdır. Böylece kelam ile müşahedeyi
birleştirmemiştir. Yanıldığı nokta ise, ‘perde kalkar’ deyip, bunu
sınırlamamış olmasıdır. Sadece şöyle denilmiştir: ‘Beşerilik perdesi
kalkmıştır.’ Hiç kuşkusuz beşerilik perdesinin ardında başka bir perde daha
vardır. Bazen beşerilik perdesi ortadan kalkar ve böyle bir kul için kelam
başka bir perdenin ardından gerçekleşir. Bu perdelerin en üstünü, Allah
Teâlâ’ya en yakını ve yaratılmış olandan en uzağı, ilahi mazharlardır. Bunlar
sınırlı ve genellikle müşahede edilen şeyler olduklarında, ilahi tecelli
onlarda gerçekleşir. Örnek olarak, meleğin bir adam şeklinde gözükmesini ve
itidal ve adet üzere, kendisiyle konuşmasını verebiliriz. Bazen ise, kendisine
tecelli eder ve ufku kaplamış olabilir. Bu durumda insan, bir sınır bulsa bile
alışık olmadığı bir şeyle (karşılaştığı için), bayılıp düşer. Peki sınır veya
alışık bir durumla karşılaşmayan ne yapabilir? Bazen mazharlar, mutat veya
mahdut olmayabilirken bazen de mutat ve mahdut olabilir. Bazen ise mahdut ve
mutat olur, fakat müşahede edenlerin halleri de bunların her birisinde
birbirinden farklılaşır. Buna göre karşılıklı konuşma mertebesinden yüz çeviren
insan, hiç kuşkusuz ki, hüsrana uğrayanlara katılır. Sonunda Mutlu bile olsa,
bu, büyük bir bedbahtlıktan sonra gerçekleşir. Bu yoldaki iddia sahipleri gibi
bazı insanlar, Allah Teâlâ ile yaratıkları içinde konuştuklarını ve
yaratıklarının içinde
O’nun sözünü duyduklarını zannederler.
Allah Teâlâ böyle kimseler hakkında ‘Nefsini
arındırmayan bedbaht olmuştur’134
buyurmuştur. Buna karşı nefsini arındıran ise, kurtuluşa ermiştir. Böyle bir
insan, kendi nefsiyle baş başadır ve Rabbi hakkında herhangi bir bilgisi
yoktur. Çünkü o Rabbini bilmediği gibi O’ndan nasıl duyacağmı ve O’ndan neyi
duyacağını da bilmez.
Bu yolda iddia sahipleri,
müslümanların arasındaki münafıklar gibidir. Çünkü onlar, dış şekillerinde
sûfılere benzerken içlerinde birbirlerinden farklıdırlar. Öyleyse onlar, sûfılerle
beraberdir, fakat Allah Teâlâ ile birlikte değillerdir. ‘Kitabı
yazıp da sonra bu Allah Teâlâ’nın katındandır diyenlere yazık olsun.’135
O da Allah Teâlâ’nın katandandır, fakat onlarm zannettiğinden farklı bir
tarzda! Bu nedenle onlar, kendisine inanmamış olsalar da, sözleri nedeniyle
bedbaht olmuşlardır. Başka birisi ise ‘Allah Teâlâ katındandır’ derken Mutlu
olmuştur. Söz konusu kimse onun Allah Teâlâ katından olmasına, bedbahtlığa yol
açmayacak bir tarzda inanır. Öyleyse söz aynı söz, fakat hüküm farklıdır.
Bilgisini bir gruptan saklayıp da diğerlerini bilgisine ulaştıran Allah Teâlâ
münezzehtir. ‘Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur.
Aziz ve Hakimdir.’136 Durum da
ancak böyle olabilir. Çünkü böyle gerekleşmiştir ve gerçekleşen şey, böyle
gerçekleştiği bilinen şeydir. Çünkü gerçekte de durum öyledir ve bundan farklı
olması mümkün değildir. Burada bir düğüm vardır ki, onu ancak özel keşif
çözebilir, yoksa ibare onu çözemez.
Bunu anlayınca bilmelisin ki, bu
menzilin fasıllarından başka bir fasıl ise, iyilik ve takva hususunda
yardımlaşmadır. Çünkü bundan; âleme konulmuş olan sebepleri bilmeyle ilgili
değerli bir bilgi meydana gelir. Sebep illet olduğunda, onlarm varlıklarının
ortadan kaldırılması mümkün değildir. İllet olmadığında ise, bazen gereği
geride kalsa bile, varlığının ortadan kalkması mümkün olabilir. Fakat
gereğinin kalması, onun lazımı olması yönünden değil, lazımın kendisi olması
yönünden söz konusudur. Öyleyse lazım, özel bir yolla, lazımı olduğu şeyden
kalkmaz. Kendi varlığı yönünden ise, başka bir şeyin lazımı olsa bile, bu
durumda eseri başkasına ait olurdu. Böylelikle onun hükmü, kendisi nedeniyle
var olurdu. Ortadan kalkan sebepler içinde lazımı geride kalanlar kendisi
nedeniyle etkin olur. Söz gelişi alışıla gelmiş yolla gıda, kendisinden
yenildiğinde doymayı meydana getirir. Bazen doyma yemeden veya gıda olmadan da
gerçekleşebilir. Doyma ortadan kalksaydı, insanın doyması da ortadan kalkardı.
Sebeplerin bir kısmı ise, ortadan kalkmaları geçerli olan sebepler iken bir
kısmının ortadan kalkması geçerli değildir. Kendilerini yerleştirenin
yerleştirdiği şekilde, sebeplerin yerli yerinde ve sınırında bırakılması,
büyüklere yaraşan şeydir. Onlar, sıradan insanlardan ise (sebeplere) bel
bağlamakla (sıradan insanlar) ayrışırlar. Büyüklerin ise, herhangi bir şeye
bel bağlamaları söz konusu değildir. Onlar ancak Allah Teâlâ’ya bel bağlarlar.
Sebeplerin varlığını reddeden, hiç kuşkusuz ki, Hakkın varlığını onayladığı
bir şeyi reddetmiştir. Bu nedenle de, yüce grup nezdinde kınanır. Böyle bir
davranış, makamda eksik, halde kemal sahibi, sülükte övülmüş, gayede ise
kınanmış bir davranıştır. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yol ulaştırır.’
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar