ATLAS SHRUGGED / Atlas Silkindi / AYN RAND (Film-2011-2012)
Atlas Shrugged: Part I (2011)
Yönetmen:- Paul Johansson
Senaryo:- Ayn Rand-John Aglialoro- Brian Patrick O'Toole
Yapım : - 2011
Ülke : - Amerika
Tür :- Dram, Gizem, Bilim-Kurgu
Süre : - 97 dakika
Görüntü Yönetmeni:- Ross Berryman
Müzik: - Elia Cmiral
Oyuncu Rol
Taylor Schilling -Dagny Taggart
Edi Gathegi- Eddie Willers
Jon Polito- Orren Boyle
Patrick Fischler - Paul
Larkin
Armin Shimerman- Dr. Potter
Matthew Marsden- James Taggart
Paul Johansson - John
Galt
Michael O'Keefe- Hugh Akston
Geoffrey Pierson- Midas Mulligan
Michael Lerner - Wesley
Mouch
Grant Bowler- Henry Rearden
Jsu Garcia- Francisco
D'Anconia
Christina Pickles- Mother Rearden
Navid Negahban- Dr. Robert Stadler
Joel McKinnon
Miller- Herbert Mowen
Özet
2016 yılı bilim adamlarının, zengin
ve akıllı iş adamlarının kaybolmaya başladığı yıllardır.. Aynı zamanda
kendilerini bilim kurulu olarak adlandırmış eski kafalı insanlar vardır.. Bu
insanlara kafa tutan ve yaşadıkları beldeleri ileri taşımayı akıllarına koymuş
dürüst insanlarda vardır.. Birileri politika ve meclisi arkalarına almış işleri
engellemeye çalışırken birileride işlerini onurlu ve dürüst bir şekilde yapmaya
çalışmaktadırlar.. Bakalım kim galip gelecektir.
Atlas Shrugged: Part II (2012)
Yönetmen:- John
Putch
Senaryo: - Duke
Sandefur-Brian Patrick O'Toole- Duncan Scott
Görüntü Yönetmeni: Ross Berryman
Müzik: - Chris
P. Bacon
Yapım : - 2012
Ülke : - Amerika
Tür : - Dram,
Gizem, Bilim-Kurgu
Oyuncu Rol
Samantha Mathis- Dagny Taggart
Jason Beghe- Henry Rearden
Esai Morales- Francisco d'Anconia
Patrick Fabian- James Taggart
Kim Rhodes- Lillian Rearden
Richard T. Jones- Eddie Willers
D.B. Sweeney- John Galt
Paul McCrane- Wesley Mouch
John Rubinstein- Dr. Floyd Ferris
Robert Picardo - Dr.
Robert Stadler
Ray Wise- Head of State Thompson
Diedrich Bader- Quentin Daniels
Bug Hall- Leonard Small
Arye Gross- Ken Danagger
Rex Linn- Kip Chalmers
Özet:
Küresel ekonomi çökmek
üzeredir. İşsizlik %24 oranındadır. Benzinin litresi neredeyse 8 dolardır. Tren
yolları ana ulaşım unsurudur. Sanatçılardan sanayicilere kadar zeki yaratıcılar
gizemli bir şekilde yok olmaktadır. Taggart Transcontinental’ın Uygulayıcı
Genel Müdürü Dagny Taggart gittikçe artan enerji krizine bir çözüm bulmuştur:
statik elektrikten enerji alan bir motor prototipi. Ama bu cihaz yaratıcısını
bulana kadar faydasız bir aletten başka bir şey değildir. Bu zamana karşı bir
yarıştır ve bunu gözetleyen biri vardır.
ATLAS
SİLKİNDİ/
AYN RAND
Dünyayı sırtında taşıyanlar bir gün
greve gitmeye karar verirlerse, dünya neye benzer?.. Promete ateşi, Edison
ampulü, Ford otomobili bulmasaydı ne olurdu? Objektivizm felsefesinin
yaratıcısı Ayn Rand tarihte greve gitmeyen tek bir insan türü vardır diyor:
Yaratıcı ve üretici insan… Yani ‘Ben’...
Rand, yaratıcı bireye saldıran
kalabalıkların ellerindeki silahı iyilik, fedakarlık, hayırseverlik
kurşunlarıyla doldurduğunu, yaratılan değerleri üleşmek, bölüşmek, paylaşmak
istediklerini söylüyor. “Tüm bunlara rağmen, ‘yaratıcı ve üretici ‘Ben’ler
dünyayı ayakta tutup yaşanır hale getirmiştir. Hiçbir zaman insanlığı yalnız
bırakmamışlardır” diye konuşuyor. Aristo’dan sonraki en önemli ‘rasyonel
filozof’ olan Rand’ın felsefesi ‘objektivizm’son 50 yılın en önemli düşünce
sistemlerinden biri olarak milyonları etkiliyor.
20 yy’ın en önemli filozoflarından
Ayn Rand objektivizm felsefesini anlattığı en önemli eseri Atlas Shrugged’ta
(Atlas Silkindi) şu soruyu sorar: “Dünyayı sırtında taşıyanlar bir gün greve gitmeye
karar verirlerse, dünya neye benzer? Böylesi bir grevde dünya üzerindeki tüm
yağmacı, çapulcu, avantacı, otlakçı, parazit ve anaforcular ne yapar? Akıl ve
her meslekte üretici zekaya sahip insanların, işi bırakarak ortadan kaybolması
ile dünya neye benzer?”
Romanda dünyayı sırtında taşıyanlar, yani
yaratıcı ve üreticiler olanlar teker teker kaybolmaya başlar ve bir dağ eteğine
gizlenerek kendi dünyalarını kurarlar. Bu dünya yenilikçi, üretici, yaratıcı
insanların özgürce yaşadığı, birbirlerini sömürmeye, engellemeye çalışmadığı,
bürokratik engellerin olmadığı, emeğe ve üretime gerçek değerinin verildiği bir
yerdir. Arkalarında aileleriyle birlikte, fabrikalar, çalışanlar ve
birikimlerini bırakan insanlar yaptıklarından en ufak bir pişmanlık duymamaktadırlar.
Fabrikalarda üretim, demiryollarında ulaşım durma noktasına gelir. Bu grev
ortama tam bir kaosun hâkim olmasına yol açar.
Grevin liderliğini mühendisken icat ettiği
motor kimse tarafından anlaşılmayan ve 15 yıl boyunca kapatılan bir motor fabrikasında
şans eseri bulunan John Galt yapmıştır. Galt, romanda zaman zaman yaratıcı ve
üretici kişilerin yardımına koşar ama hiç kimse onun varlığından tam olarak
emin olamaz. Ta ki Galt onları ‘zamanı geldiğinde’ alıp, ‘yaratıcı ve üretici
insanların’ dünyasına götürene kadar…
Rand, hayatı boyunca sanayiciyi tüm
toplumlardaki en değerli organ olarak görür ve sanayicilere karşı duyulan genel
kızgınlığı son derece sert bir biçimde eleştirir. Atlas Silkindi romanında
toplumun ‘sömürücü’ olarak gördüğü, aşağıladığı ve suçladığı bu idealist,
yaratıcı insanların kaçmasıyla Amerikan toplumu ve ekonomisi genel anlamda
çöküşe girer. Hükümet sanayi üzerindeki zaten boğucu olan kontrollerini
artırarak tepki gösterir.
Bireysel akıl her çağda saldırıya uğradı
Rand, tarihte greve gitmeyen tek bir
insan türü olduğunu söyler: Yaratıcı ve üretici insan… Yani “Ben”… Diğer tür ve
sınıftaki insanların canları istediği zaman çalışmayı bıraktığını, isteklerini
haykırdığını, kendilerinin insanlık için vazgeçilmez olduklarını düşündüklerini
belirtir. Promete ateşi hediye ettiği insanlar tarafından yakılmıştır. Edison
ampulü bulurken, karısı tarafından, toplum ve ailesi ile ilgilenmeyen bir
anti-sosyal olarak suçlanmıştır. Bireysel akıl, kalabalıkların onaylamadığı bir
büyük güç her çağda saldırıya uğramıştır.
Rand, yaratıcı bireye saldıran kalabalıkların
ellerindeki silahın iyilik, fedakarlık, hayırseverlik kurşunlarıyla
doldurulduğunu söyler. Kalabalıklar daima yaratılan değerleri üleşmek,
bölüşmek, paylaşmak istemişlerdir. Tüm bunlara rağmen, ‘yaratıcı ve üretici
‘Ben’ler dünyayı ayakta tutup yaşanır hale getirmiştir. Bunun bedelini aforoz
edilerek, işkence görerek ödeseler de hiçbir zaman insanlığı yalnız
bırakmamışlardır.
Ayn Rand, 20 yy’ın önde gelen filozofları
arasında gösteriliyor. Aristo’dan sonra gelmiş en önemli ‘rasyonel filozof’
olarak tanımlanıyor. Felsefesi olan ‘objektivizm’i anlattığı Atlas Silkindi
romanı ABD’de İncil’den sonra en çok okunan roman olarak biliniyor. Objektivizm
1960’larda önemli bir entellektüel hareket haline geliyor. Aslında roman,
çıktığı dönemde sağ ve sol entelektüel kesim tarafından şiddetli eleştiriler
alıyor. Rand, mistisizme karşı aklı savunduğu için ‘sağ’cılar, her türlü
devlet baskısına karşı birey haklarını savunduğu için ‘sol’cular tarafından
aforoz ediliyor. Ancak ‘düşünce’nin önüne geçilemiyor ve kitap tüm dünyada
milyonlarca satıyor. Rand’ın felsefesi 1980’lerden sonra, birkaç üniversite
kürsüsünde de incelenmeye başlanıyor.
6 yaşında okudu, 9 yaşında yazar
olmaya karar verdi
Rand’ın yaşam öyküsü felsefesinin
temelini oluşturuyor. Asıl adı Alissa Zinovievna Rosenbaum olan Ayn Rand, 2
Şubat 1905’te Rusya’da, St. Petersburg’ta doğar. Yahudi bir ailenin 3 kızından
en büyüğüdür. 6 yaşında okumayı öğrenir, 7 yaşında hikayeler ve oyunlar yazmaya
başlar, 9 yaşında yazar olmaya karar verir. Edebiyat ve sinemaya ilgi duyar.
Bolşevik Devrimi nedeniyle ailesiyle birlikte savaştan kaçarak, Kırım’a
yerleşir. 13 yaşında Victor Hugo’dan (ve romanlarındaki “gerçekçilikten)
etkilenir.
Kırım’dan döndükten sonra Petrograt
Üniversitesi’nde felsefe ve tarih eğitimi alır. Anti-Sovyet fikirler içeren bir
günlük tutar. 1924’te mezun olurken, hakkında soruşturma başlatılır, üniversite
dağıtılır ve komünistler üniversite yönetimini devralır.
Batı filmlerine ve oyunlarına olan hayranlığı
nedeniyle, 1924’te oyun yazarı olarak Sinema Sanatları Enstitüsü’ne girer.
1925’te akrabalarını ziyaret etmek için ABD’ye gider ve bir daha da dönmez.
1926’da New York’a, ardından senaryo yazarlığı yapmak için Hollywood’a gider.
1929’da aktör Frank O’Connor’la tanışır. O’Conner’ın ölümü ile sona eren
evlilikleri 50 yıl sürer.
‘Yaşamak İstiyorum’ ve ‘Hayatın Kaynağı’
İlk romanı ‘We The Living’i (Yaşamak
İstiyorum) 1933’te tamamlar. Romanında, Sovyet Rusya’da komünist rejimin
baskılarını ve insanların sıkıntılı yıllarını anlatır. Otobiyografik yönü ağır
basan romanda baskıcı komünist rejimin bireylerin hak ve hürriyetlerine
müdahalesini ortaya koyar. Yoğun bir sosyal hayat görüntüsü altında bireyin
özel hayatının yok oluşu gözler önüne serer.
1935’te ‘The Fountainhead’ (Hayatın Kaynağı)
adlı romanını yazmaya başlar. Hikaye genç ve zeki bir mimarın hayatını anlatır.
Mimar, geleneksel standartlara karşı olan, hiçbir zaman doğruluktan taviz
vermeyen biridir. Şu ana kadar 6 milyondan fazla satılan bu roman her yıl 100
binden fazla okuyucuya ulaşıyor.
Rand, Hayatın Kaynağı’nda, ‘yaratıcı’
insanları ve hayatta nasıl engellendiklerini anlatır. “Sonu ne olursa olsun
insanoğlu yaşamının şafağında doğası ve hayat potansiyeliyle ilgili mükemmel
vizyonunun peşine düşer. Bu vizyonu bulmak için bir kaç ipucu vardır. Hayatın
Kaynağı bunlardan biridir” der. Hayatın Kaynağı 12 yayıncı tarafından
reddedildikten sonra 1943’te yayınlanır ve hemen klasik haline gelir. Ayn Rand
bu romanla birlikte bireyci felsefenin en önemli ismi olarak tanınır.
1943’te ‘Anthem’ (Ben) hikâyesini yazar.
‘Ben’; bir nükleer savaştan sonra ortaya çıkan totaliter sistemde yaşayan bir
kimsenin, sözlüklerden ve toplumsal hayattan silinen, yeri ‘biz’ kelimesi tarafından
doldurulan ‘ben’ kelimesini ve kendini keşfedişinin hikayesidir. Rand bu
hikayede ‘gerçek özgürlük’ün ne olduğunu en kısa ve en veciz bir şekilde dile
getirir.
Ve John Galt dünyanın motorunu durdurur...
1943’te, en büyük romanı olan Atlas Shrugged’ı
(Atlas Silkindi) yazmaya başlar. 1957’de yayımlanan Atlas Silkindi en büyük
başarısı ve son roman çalışması olur. Bu roman ABD’de entellektüel açıdan bir
dönüm noktasıdır (Yayınlanmasından bugüne kadar best-seller). Rand romanda
dünyanın motorunu durduracağını söyleyen ve gerçekten durduran John Galt’ın hikâyesini
anlatır.
Kitapta yer alan şu sözleri
düşüncesini özetler: “Benim felsefem, özünde, hayattaki ahlaki amacı kendi
mutluluğunu olan, varlığının yegâne amacı ve en yüce eseri olarak yaratıcı
üretkenliğini gören kahramansı bir varlık, bir insan konseptidir.” Atlas
Silkindi’nin ana teması ‘insan aklının toplumdaki rolü’dür.
Bu romanın ardından objektivizm hakkında
yazmaya ve ders vermeye başlar. Objektivizmin, insanın gerçekliği algılamak ve eylemlerine
yol göstermek için tek aracının mantık olduğunu savunur. Rand, objektivist
etiğin özünde insanın kendi iyiliği için yaşadığını, kişisel mutluluğunun en
yüksek ahlâkî amacı olduğunu ve ne kendini başkaları için ne de başkalarını
kendisi için feda etmesi gerektiğini söyler.
Ayn Rand; felsefesinin çeşitli
unsurlarını sistematik olarak bir araya toplayan bir felsefe kitabı yazmaz.
Felsefesini, romanlardan, gazete makalelerine, spesifik konulardaki felsefi
risalelere, televizyon programlarına, düzenli radyo sohbetlerine, yayınladığı
dergilere, konferanslara, broşürlere, okuyucularına yazdığı ücretli düzenli
mektuplara kadar akla gelebilecek her ortamda anlatır. 1962’den 1976’ya kadar
felsefî denemeler yazmaya devam eder. Makaleleri 9 kitapta toplanır. 6 Mart
1982’de New York’daki apartman dairesinde ölür. Hayattayken yayımlanan her
kitabı hâlâ basılıyor. Kitapları her yıl 500 bin adet satılıyor. Şimdiye kadar
satılan Rand kitaplarının sayısı toplam 20 milyonu aşıyor.
“KİTAPTAN ALINTI”
“JOHN
GALT”
KİM?
“Oniki
yıldır sorup duruyorsunuz: John Galt kim?
Ben
John Galt’ım. Hayatını seven adamım. Değerlerine olan sevgisini feda etmeyen
adamım. Sizi kurbanlarınızdan mahrum bırakan, böylelikle dünyanızı yıkan
adamım. Eğer bilmekten nefret eden sizler, neden yok olmakta olduğunuzu
öğrenmek istiyorsanız, şimdi size onu söyleyecek olan adam da benim.”
Tek
hareket edebilen başmühendis oldu. Televizyona koşup düğmelerle deli gibi
uğraşmaya çalıştı. Ama ekran boş kalmayı sürdürdü. Konuşan, görülmeyi tercih
etmemişti. Ülkenin hava akımlarını yalnızca sesi dolduruyordu. Dünyanın da,
diye düşünüyordu başmühendis. Şu anda bu odadaymış gibi konuşan ses, bir gruba
değil, bir tek insana hitap eder gibiydi. Bir toplantıya seslenmiyor, bir akla
sesleniyordu.
“Bu
çağın manevî kriz çağı olduğu size söylendi. Bunu siz de kendinize
söylediniz. Yarı korkuyla, yarı bu sözlerin bir anlam taşımamasını umarak.
Dünyayı insanların günahları mahvediyor, diye haykırdınız, insan yapısını
suçladınız, talep ettiğiniz sevapları insanların gerçekleştirmemesine kızdınız.
Sizin gözünüzde değer demek, fedakârlık demek olduğu için, peşpeşe gelen her
felâkette yeni fedakârlıklar istediniz. Ahlâka geri dönüş adına,
ıstıraplarınızın nedeni olan kötülükler diye nitelediğiniz şeyleri feda
ettiniz. Adaleti acımaya feda ettiniz. Bağımsızlığı birliğe feda ettiniz.
Mantığı inanca feda ettiniz. Serveti ihtiyaca feda ettiniz. Öz saygıyı, kendini
inkâr etme eğilimlerine feda ettiniz. Mutluluğu da göreve feda ettiniz.
“Kötü
saydığınız her şeyi feda edip, iyi saydığınız her şeye ulaştınız. O halde,
çevrenizdeki dünyaya bakınca neden dehşetle büzülüyorsunuz?
Bugünkü
dünya sizin günahlarınızın bir ürünü değil, sevaplarınızın bir ürünü. Sizin
manevî idealleriniz gerçekleştirdi bu dünyayı ... hem de en nihaî ve en ideal
haliyle. O uğurda mücadele ettiniz, hep onun rüyasını gördünüz, onu istediniz,
ben de ... sizin dileklerinizi gerçekleştiren kişi oldum.
“İdealinizde,
amansız bir düşman vardı, sizin ahlâkî düsturunuz onu yok etmek üzere
tasarımlanmıştı. Ben o düşmanı ortadan çektim. Onu sizin yolunuzun
üzerinden ve ulaşabileceğiniz yerlerden çektim. Birer birer feda etmekte
olduğunuz tüm o kötülüklerin kaynağını kaldırdım ortadan. Savaşı sona erdirdim.
Motorunuzu durdurdum. Dünyanızı insan aklından
yoksun bıraktım.
“İnsanlar
akılla yaşamaz, mı demiştiniz?
Akılla
yaşayanları çekip aldım. Akıl yetersizdir, güçsüzdür mü demiştiniz?
Ben
güçsüz olmayan akılların sahiplerini çekip aldım. Akıldan üstün değerler de
var, mı demiştiniz? Ben yok diyenleri çekip aldım.
“Siz
adaleti, bağımsızlığı, mantığı, serveti, özsaygıyı temsil eden insanları kurban
sunaklarına sürüklerken, ben sizden hızlı davrandım, onlara sizden önce
ulaştım. Oynamakta olduğunuz oyunu onlara anlattım, hangi manevî kurallara
bağlı olduğunuzu açıkladım, çünkü onlar masum cömertlikleri nedeniyle bunları
kavrayamamışlardı. Onlara başka manevî kurallarla, benim kurallarımla nasıl
yaşanabileceğini gösterdim. Onlar da benimkini izlemeyi seçtiler.
“Bütün
o ortadan yok olan adamları, nefret ettiğiniz, ama kaybetmekten çok korktuğunuz
adamları sizin elinizden alan bendim. Bizi bulmaya çalışmayın. Biz bulunmayı
seçmedik. Size hizmet etmenin görevimiz olduğunu haykırıp durmayın. Böyle bir
görevi kabul etmiyoruz. Bize ihtiyacınız olduğunu da söylemeye kalkmayın. Biz
ihtiyacı haklı bir talep olarak görmüyoruz. Bizim sahibimiz olduğunuzu sakın
öne sürmeyin. Sahibimiz değilsiniz. Geri dönmemiz için yalvarmayın. Biz, aklı olan insanlar, grevdeyiz.
“Kendini
yok etme kavramına karşı grevdeyiz. Kazanılmamış ödüllere, ödüllendirilmemiş
görevlere karşı grevdeyiz. Kişinin kendi mutluluğunun peşinde koşmasını kötü
sayan dogmaya karşı grevdeyiz. Hayatın bir suçluluk olduğu doktrinine karşı
grevdeyiz.
“Bizim
grevimizle, yüzyıllardır gördüğünüz grevler arasında bir fark var. Bizim grevimiz taleplerde bulunmakla değil, talepleri
sunmakla ilgili. Sizin ahlâkî
kurallarınıza göre biz kötüyüz. Biz de artık size zarar vermeme yolunu
seçtik. Sizin ekonominize göre, biz yararsızız. Artık sizi sömürmemeye
karar verdik. Politikanıza göre biz tehlikeliyiz, zincire vurulmamız gerek.
Biz de sizi tehlikeye sokmamaya karar verdik, artık zincirleri takmayalım
dedik. Sizin felsefenize göre biz yalnızca bir hayaliz. Bundan böyle, gözünüzü
kamaştırmamaya karar verdik, gerçekleri görebilmeniz için sizi serbest bıraktık
... istediğiniz gerçekleri, şimdi gördüğünüz dünyayı, aklı olmayan bir dünyayı.
“Bizden
talep ettiğiniz her şeyi verdik size. Esasen vericiler her zaman biz olmuştuk,
ama bunu ancak yeni anlayabildik. Size sunacak hiçbir talebimiz yok, pazarlık
edecek koşullarımız yok, varılacak bir uzlaşmamız yok. Bize teklif
edebileceğiniz hiçbir şey yok. Bizim size ihtiyacımız yok.
“Şimdi
de, ‘Hayır, bizim istediğimiz bu değildi,’ diye mi bağıracaksınız?
Amacınız
harabelerle dolu koskoca bir dünya değil miydi?
Sizi
terk etmemizi istemiyor muydunuz? Siz, maneviyat yamyamlarının, aslında ne
istediğinizi baştan beri çok iyi bildiğinizin farkındayım. Ama oyununuz bitti
artık, çünkü şimdi ben de biliyorum.
“Yüzyıllar
süren âfetler ve felâketler hep sizin manevi standartlannızın sonucuydu. Siz hep, maneviyata ihanet ediliyor, belâlar onun bedeli
olarak yaşanıyor, diye
haykırdınız. İnsan çok zayıf ve çok bencil olduğu için, belâyı def etmeye
yetecek kadar kan dökemiyor, dediniz. İnsanı lânetlediniz, varoluşu
lânetlediniz, dünyayı lânetlediniz, ama kendi manevî standartlarınızı
sorgulamaya hiçbir zaman cesaret etmediniz. Kurbanlarınız suçu üstlerine
aldılar, sizin lanetleriniz altında mücadeleyi sürdürdüler, bu onların ödülü
sayıldı. Siz bu arada, kendi manevî kodunuzun çok soylu olduğunu, ama insanoğlu
kötü olduğu için, onun uygulanamadığını haykırdınız. Hiç kimse kalkıp da size,
iyiyse hangi ölçülere göre iyi, diye sormadı.
“Siz
hep John Galt’ın kim olduğunu bilmek istediniz. Ben, işte o soruyu sormuş olan
kişiyim.
“Evet,
günümüz manevî kriz günü. Evet, sİzler kötülüğünüzden ötürü
cezalandırılıyorsunuz. Ama bu sefer yargılanan, insan değil, suçu üstlenecek
olan da insan yapısı değil. Bu sefer sonu gelen, sizin manevî kodunuz.
Manevî kodunuz, varabileceği doruğu aştı, yolun sonundaki karanlık çıkmaza
vardı. Eğer yaşamayı sürdürmek istiyorsani2, ahlâka geri dönmeniz gerek ... siz
ahlâkı hiçbir zaman tanımadınız, ama şimdi onu keşfetmek zorundasınız.
“Siz
ahlâkî kavramları hiç duymadınız, yalnızca mistik ya CIA sosyal kavramları
dinlediniz. Size ahlâkın, keyfi olarak empoze edilen bir davranış kodu olduğu
söylendi. Kendinizi üstün bir gücün ya da toplumun kaprisine adamak,
Tanrı’nın amacına hizmet etmek ya da komşunun refahına katkıda bulunmak,
mezarın ötesindeki ya da bitişik evdeki bir otoriteyi memnun etmek ... ama ne
olursa olsun, kendi hayatınıza ve kendi zevkinize hizmet etmemek olduğu
söylendi. Size kendi zevkinizin ancak ahlâksızlıkta bulunabileceği
öğretildi. Çıkarlarınıza hizmet edecek şeyin ancak kötülük olduğunu, manevî
kodların sizin için değil, size karşı olması gerektiğini ve sizin hayatınızı
iyileştirmek için değil, tüketmek için var olduğunu dinlediniz.
“Yüzyıllar
boyunca ahlâk savaşı hep, hayatınızın Tanrı’ya ait olduğunu söyleyenlerle,
hayatınızın komşularınıza ait olduğunu söyleyenler arasında yer aldı. Bir kesim
size kendinizi cennetteki hayaletler için feda etmenin iyi olduğunu söylerken,
diğer kesim de size, kendinizi dünyadaki beceriksizler için feda etmenizin iyi
olduğunu söyledi. Hiç kimse size hayatınızın kendinize ait olduğunu, iyinin de
onu yaşamak olduğunu söylemedi.
“Ahlâkın
sizden öz-çıkarlarınızı ve aklınızı teslim etmeyi beklediği konusunda her iki
kesim de görüş birliği içindeydi. Ahlâkî olanla pratik olanın birbirinin tersi
olduğu, ahlâkın mantık alanında olmadığı, inancın ve gücün alanında olduğu
yolunda da görüş birliği içindeydiler. Rasyonel ahlâkın mümkün olmadığını,
mantıkta doğru veya yanlış diye bir şey olamayacağını, mantık alanında ahlâklı
olmak için bir sebep bulunmadığını her iki taraf da ileri sürüyordu.
“Başka
hangi konularda savaşmış olurlarsa olsunlar, tüm ahlâkçılarınızın birleştiği
nokta, hep insan aklına karşı savaş açmaktı. Tüm Planları ve sistemleri hep
insan aklını saptırmaya ve çökertmeye yönelikti. Şimdi ya yok olmayı
seçeceksiniz, ya da anti-akıl kavramının anti-hayat demek olduğunu
öğreneceksiniz.
“İnsanın
aklı, sağ kalmanın temel aracıdır. İnsana hayat verilmiştir, ama sağ kalma,
verilmemiştir. Vücudu ona verilmiştir, ama dayanıklılığı verilmemiştir. Aklı
ona verilmiştir, ama içeriği verilmemiştir. Hayatta kalmak için o insanın
eyleme geçmesi gerekmektedir, eyleme geçmeden önce de, girişeceği eylemin
niteliğini ve amacını bilmek zorundadır. Yiyeceğini elde edebilmesi, ancak
yiyecek kavramını bilmesiyle, onu elde etmenin yolunu bilmesiyle mümkündür. Bir
hendek kazarken de, bir siklotron yaparken de, bunu kendi amacını bilmeden,
nasıl yapılacağını bilmeden başaramaz. Sağ kalabilmek için düşünmek zorundadır.
“Ama
düşünmek de bir seçimdir. Sizin hiç düşünmeden ‘insan tabiatı’ dediğiniz
şeyin anahtarı, birlikte yaşadığınız, ama adını koymaktan korktuğunuz o açık
sır, insanın isteğe bağlı bilince sahip bir varlık olduğudur. Mantık, otomatik
olarak çalışmaz. Düşünmek mekanik bir süreç değildir. Mantığın bağlantıları
içgüdülerle kurulamaz. Midenizin, akciğerlerinizin, kalbinizin işleyişi
otomatiktir, ama aklınız öyle değildir. Hayatınızın her saatinde ve her
konusunda, düşünmekte ya da düşünme çabasından kaçınmakta serbestsiniz. Ama
kendi tabiatınızdan kaçıp kurtulmakta serbest değilsiniz, mantığın hayatta
kalma aracınız olduğu gerçeğinden kaçınmanız mümkün değildir ... insan
olduğunuza göre sizin için, ‘OLMAK VEYA OLMAMAK’ demek, ‘DÜŞÜNMEK
VEYA DÜŞÜNMEMEK’ demektir.
“İsteğe
bağlı bilince sahip bir varlığın, otomatik bir davranış rotası yoktur.
Eylemlerine rehberlik edecek bir değerler koduna ihtiyacı vardır. ‘Değer’,
kişinin kazanmak ve muhafaza etmek için uğrunda eyleme geçtiği şeydir; ‘iyi
eylem’ ise, kişinin onu kazanmak ve muhafaza etmek için attığı adımlardır.
‘Değer’, bir soruya verilecek cevabı varsaymak zorundadır: ‘kimin için değer
ve ne amaçla değer?’ ‘Değer’ ayrıca bir standardı da varsayar. O da bir
amaçtır, bir alternatif karsısında eyleme geçme ihtiyacıdır. Alternatifin
olmadığı yerde, hiçbir değer söz konusu olamaz.
“Evrende
bir tek temel alternatif vardır: var olmak veya olmamak ... bu da bir tek tür
kimliği ilgilendirir; canlı organizmaları. Cansız maddelerin varlığı
koşulsuzdur, hayatın varlığı öyle değildir. Belli bir eylem rotasına bağlıdır. Madde
yok edilemez, biçim değiştirebilir, ama varlığı ortadan kaldırılamaz.
Sürekli bir alternatifle, ölüm kalım alternatifiyle karşı karşıya olan yalnızca
canlı organizmadır. Hayat, kendi varlığını sürdürme yolunda, kendinin
başlattığı bir süreçtir. Bir organizma bu süreçte başarısız olursa, ölür.
Kimyasal bileşenleri kalır, ama hayatı yok olur. ‘Değer’ kavramını mümkün kılan
yalnızca ‘Hayat’ kavramıdır. Her şey ancak canlı bir varlık için iyi ya da kötü
olabilir.
“Bir
bitki, yaşayabilmek için kendini beslemek zorundadır; tabiatı onu, güneş
ışığını, suyu, ihtiyaç duyduğu kimyasal maddeleri bulmaya yönlendirir; hayatı,
eylemlerini yönlendiren değer standardıdır. Ama bitki, eylemleri konusunda bir
seçim hakkına sahip değildir. Karşılaştığı koşullar açısından alternatifler vardır,
ama işlevi konusunda hiçbir alternatif yoktur: hayatını sürdürmek için otomatik
olarak hareket eder, kendini yok etmeye yönelemez.
“Hayvan,
hayatını sürdürme teçhizatına sahiptir. Duyuları ona otomatik bir eylem kodu
verir, neyin iyi, neyin kötü olduğunu da otomatik olarak bilir. Bu bilgiyi
çoğaltma ya da bu bilgiden kaçma imkânı yoktur. Bilgisinin yetersiz olduğu
durumlarla karşılaşırsa, ölür. Ama yaşadığı süre boyunca, bilgisine dayanarak,
otomatik güvenliğe sahip olarak, seçim hakkına sahip olmaksızın hareket eder,
kendi çıkarlarını görmezden gelmeye hakkı yoktur, kötülüğü seçip de, kendini
yok etmeye karar veremez.
“İnsanın
otomatik bir sağ kalma kodu yoktur. Tüm diğer canlı türlerinden farkı,
alternatifler karşısında isteğe bağlı seçimleriyle hareket edebilmesidir.
Kendisi için neyin iyi, neyin kötü olduğu konusunda otomatik bilgilere sahip
değildir, hayatının hangi değerlere bağlı olduğunu, ne gibi eylemler
gerektirdiğini bilmez. Şu anda sağ kalma içgüdüleri hakkında bir şeyler mi
mırıldanıyorsunuz?
Sağ
kalma içgüdüsü, tam da insanın sahip olmadığı şeydir. ‘İÇGÜDÜ’ yanılgısız,
otomatik bir bilme biçimidir. Bir arzu, içgüdü değildir. Yaşamayı istemek, size
yaşamak için gerekli bilgileri getiremez. İnsanın yaşama isteği bile otomatik
bir şey değildir: bugün sizdeki gizli kötülük, o arzuya sahip olmayışınızdır.
Ölümden korkmanız yaşamı sevmek demek değildir, size sağ kalmak için gerekli
olan bilgileri kazandırmaz. İnsanın bilgiyi edinmesi ve eylemlerini seçmesi
ancak düşünme süreciyle mümkündür, bunu da doğa ona zorla yaptırmaz. İnsan,
kendi kendinin yok edicisi olma gücüne sahiptir ... tarihin en büyük bölümü
boyunca, da böyle hareket etmiştir.
“Kendi
sağ kalma yollarını kötü olarak kabul eden bir canlı varlık, sağ kalamaz. Kendi
köklerinde dolaşıklık yaratmaya kalkan bir bitki, kendi kanatlarını kırmaya
çalışan bir kuş, karşılaştığı ortamlarda uzun süre dayanamaz. Ama insanlık
tarihi, insanın kendi aklını inkâr etmesinin ve onu yok etmeye çalışmasının
sürekli mücadelesi olarak tezahür etmiştir.
“İnsana
mantıklı hayvan denmiştir, ama mantık bir seçim meselesidir. Tabiatının
insana sunduğu alternatif de, ya rasyonel bir varlık, ya da intihar eden bir
hayvan olmaktır. İnsan kendi seçimiyle insan olmak zorundadır. Hayatına kendi
seçimiyle değer vermek zorundadır. Onu devam ettirmeyi, kendi seçimi olarak
öğrenmek zorundadır. Kendine gerekli olan değerleri kendi seçimi olarak
keşfetmek, iyi eylemleri kendi seçimi olarak uygulamak zorundadır.
“Seçerek
kabul edilmiş bir değerler kodu, ahlâk kodudur.
“Şu
anda beni dinleyenler, kim olursanız olun, içinizde bozulmadan kalmış canlı
varlığa, insanlık kalıntısına, aklınıza sesleniyorum ... ve diyorum ki:
Mantığın bir ahlâkı vardır, insana uygun bir ahlâk vardır, ve İnsanın Hayatı,
kendi değerler standardıdır.
“Rasyonel
bir varlığın hayatına uygun her şey iyidir; onu yok edecek her şey kötüdür.
“İnsan
tabiatının gerektirdiği hayat, akılsız bir hayvanın hayatı olmadığı gibi,
yağmacı bir serserinin, mırıldanıp duran bir mistiğin hayatı da değildir.
Düşünen bir varlığın hayatıdır. Güç kullanmakla ya da sahtekârlıkla yaşanan
hayat değil, başarılarla yaşanan hayattır; ‘ne pahasına olursa olsun hayat’
değildir, çünkü insanın sağ kalmasının bedelini ödeyebilmesi için tek şey
vardır, o da mantıktır.
“İnsanın
hayatı, ahlâkın standardıdır, ama kendi hayatınız bunun amacıdır. Eğer
hedefiniz dünyada var olmaksa, eylemlerinizi ve değerlerinizi, insana uygun
standartlara göre seçmeniz gerekir, hayatınız olan o tek varlığı sürdürme,
doyuma erdirme, zevkini çıkarma değerlerine uygun olarak bir seçim yapmanız
gerekir.
“Hayat
belli bir eylem rotasını gerektirdiğine göre, onun dışındaki tüm rotalar hayatı
yok edecektir. Kendi hayatını eylemlerinin amacı ve hedefi olarak kabul etmeyen
bir varlık, ölüm amacına ve hedefine yönelik eylemleri seçmiş demektir. Böyle
bir varlık, metafizik bir canavardır, kendi varoluşuna başkaldırmak, onu inkâr
etmek, onunla çelişkiye düşmek peşindedir, yok olma yolunda körü körüne
koşturmaktadır, acıdan başka hiçbir nasibi olamaz.
“Mutluluk
başarılı bir hayat durumudur, acı ise ölümün unsurudur. Mutluluk, insanın
değerlerine ulaşmasından kaynaklanan bilinç durumudur. Eğer bir ahlâk öğretisi
size, mutluluğunuzu reddederek mutluluğa varmanızı ve değerlerinizin
başarısızlığına değer vermenizi söylüyorsa, o öğreti ahlâkın küstahça inkâr
edilmesinden başka bir şey değildir. Bir doktrin size ideal olarak, kurbanlık
hayvan olmayı, başkalarının sunağında kesilerek can vermeyi öneriyorsa, size
standart olarak ölümü sunuyor demektir. Gerçekliğin ve hayatın yapısı gereği, her
insan kendi başına bir amaçtır, kendi hatırı için vardır, en yüksek ahlâkî
amacı da kendi mutluluğudur.
“Ama
hayat da, mutluluk da, mantıksız kaprislerle elde edilemez. İnsan her
rastgele durumda sağ kalmaya çalışmakta özgürdür ama, tabiatının gerektirdiği
biçimde yaşamadığı zaman, ölmek zorundadır. Yani mutluluğunu her türlü akılsız
sahtekârlıkta arama özgürlüğü vardır, ama o yolda bulabileceği yalnızca işkence
ve hınç olur; bunun tek çaresi mutluluğunu insana uygun yollarda aramaktır.
Ahlâkın amacı size, acı çekip ölmeyi değil, zevk almayı ve yaşamayı
öğretmektir.
“Sübvansiyonlu
sınıflarda ders veren, başkalarının aklının kazancıyla yaşayan, insanın ahlâka,
değerlere ve davranış koduna ihtiyacı olmadığını söyleyip duran o parazitleri
bir kenara itin. Bilim adamı pozuna girip
insanın yalnızca bir hayvan olduğunu söyleyeni, en alttaki böceklerin düzeyine
lâyık gördükleri varoluşun kanunlarına kanmayın. Her canlı
varlığın, kendi tabiatından gelen bir sağ kalma biçimine gereksinimi olduğunu
onlar biliyorlar. Balığın suyun dışında yaşayabileceğini, köpeğin koku alma
duyusu olmadan sağ kalabileceğini iddia etmiyorlar. Ama varlıkların en
karmaşığı olan insana gelince, onun her koşulda var olabileceğini, kimliği,
tabiatı olmadığını, sağ kalma yetenekleri yok edilse bile, aklı esir alınıp
onlardan gelecek her emri uygulamaya ayarlansa bile, yine de yaşayamaması için
hiçbir neden olmadığını iddia ediyorlar.
“İnsanlığın dostuymuş havasına giren, insan için en büyük
sevabın, kendi hayatını değersiz saymak olduğunu vaaz edip duran o nefret dolu
mistikleri de bir kenara itin. Size
ahlâk gereği insanın sağ kalma içgüdüsünü frenlemesi gerektiğini mi
söylüyorlar?
İnsanın
bir ahlâk koduna ihtiyacı olması zaten sağ kalma amacına yöneliktir. Ahlâklı
olmak isteyen insan, yaşamak isteyen insandır.
“Hayır,
yaşamak zorunda değilsiniz. O sizin temel seçim hakkınızdır. Ama eğer yaşamayı
seçiyorsanız, insan gibi yaşamanız gerekir ... aklınızın çalışmaları ve
yargılarıyla.
“Hayır,
insan gibi yaşamak zorunda da değilsiniz. O da bir ahlâkî seçim eylemidir. Ama
başka bir şey olarak yaşayamazsınız ... bunun tek alternatifi, şu anda kendi
içinizde ve çevrenizde gördükleriniz gibi, yaşayan bir ölü olarak, varoluşa
lâyık olmayan bir şekilde devam etmek, artık insan olmamak, hayvandan da aşağı
olmak, acıdan başka bir şeyi bilmeyen, kalan yıllarını düşünmeksizin bir
öz-yıkım eğiliminin acıları içinde sürüklenerek geçiren bir şey haline gelmektir.
“Hayır,
düşünmek zorunda değilsiniz; o da sizin ahlâkî seçiminizdir. Ama sizi sağ
tutmak için birileri düşünmüştür. Burada ödememe durumuna düşerseniz, varoluşa
karşı borçlu duruma düşmüş olursunuz, aradaki açığı bir başka ahlâklı insana
yüklemiş olursunuz, sizin kötülüğünüzle yaşayabilmeniz için, onun kendi
iyiliğini feda etmesini beklemek zorunda olursunuz.
“Hayır,
insan olmak zorunda değilsiniz; ama insan olanlar, bugün artık orada değil. Sağ
kalma araçlarınızı, zavallı kurbanlarınızı elinizden aldım.
“Eğer
bunu nasıl yaptığımı, her şeyi yüzüstü bırakmaları için onlara neler
söylediğimi merak etmişseniz, işte hepsini şimdi dinliyorsunuz. Onlara esas
olarak bu akşam söylediklerimi söyledim. Onlar benim standartlarıma göre
yaşayan insanlardı, ama bunun ne kadar büyük bir değer olduğunun farkına
varamamışlardı. Ben onu görmelerini sağladım. Onlara sunduğum, bir yeniden
değerlendirme değil, kendi değerlerinin belirlenmesiydi.
“Biz,
aklı olan insanlar, şimdi bir tek aksiyom adına size karşı grevdeyiz. O aksiyom
bizim ahlâkî kodumuzun köküdür ... tıpkı sizin kodunuzun kökünün de o
aksiyomdan kurtulma isteğiniz olduğu gibi. O aksiyom, var oluşun var olduğudur.
“Varoluş
vardır ... bu gerçeği anlamak, bizi buna bağlı iki aksiyomla karşı karşıya
getirir: İnsanın algıladığı şey, var demektir, bu bir ve kişi
ancak bir bilince sahip olarak var olur, çünkü bilinç, var olanı
algılayabilme gücüdür, bu da iki.
“Eğer
hiçbir şey var değilse, bilinç de olamaz: bilinçlendirecek hiçbir şeyi olmayan
bir bilinç, içten çelişkili bir kavramdır. Kendinden başka hiçbir şeyin
bilincinde olmayan bir bilinç de içten çelişkili bir kavramdır: Kendini bir
bilinç olarak kimliklendirmeden önce, bir şeylerin bilincinde olması şarttır.
Eğer algılıyorum dediğiniz şey var değilse, sizin sahip olduğunuz o şey de
bilinç değildir.
“Bilginizin
derecesi ne olursa olsun, bu ikisi ... yani varoluşla bilinçlilik,
kurtulamayacağınız aksiyomlardır. Bu ikisi, giriştiğiniz her eylemde,
bilginizin herhangi bir bölümünde ve hepsinin toplamında, vazgeçilmeyecek
birincilliklerdir; bu hayatınızın başlangıcında ilk gördüğünüz ışık
hüzmesinden, hayatınızın en sonunda elde edebildiğiniz en geniş bilgi
birikimine kadar, hep böyledir. İster bir çakıl taşının biçimini biliyor olun,
ister güneş sisteminin yapısını, aksiyomlar hep aynıdır: O vardır ... ve siz
onu biliyorsunuzdur.
“Var
olmak bir şey olmaktır, hiçlikten, var olmamaktan farklıdır, belirli
özelliklerden oluşan belirli bir kimlik olmaktır. Yüzyıllar önce, kusurları
ne olursa olsun en büyük filozoflarınızdan sayılan biri, var oluş kavramını ve
tüm bilginin kuralını tanımlayan bir formül ileri sürdü; A, A’dır,
dedi. Bir şey, neyse odur. Bu sözün anlamını hiçbir zaman anlayamadınız. Ben
onu tamamlamaya geldim: Varoluş, kimliktir, Bilinçlilik de
Kimliklendirmedir.
“Neyi
ele alırsanız alın, ister bir nesne, ister bir nitelendirme, ister bir eylem
olsun, kimlik kanunu hep aynı kalır. Bir yaprak, aynı zamanda bir taş olamaz.
Hem tam yeşil, hem de tam kırmızı olamaz. Aynı anda hem donup hem yanamaz. A, A’dır. Ya
da daha basit biçimde ifade edilmesini isterseniz: Hem elinizdeki pastayı yiyip
hem de pastam olsun diyemezsiniz.
“Dünyanın
nesi var diye merak mı ediyorsunuz?
Dünyanızı
yıkan tüm felâketler sizin liderlerinizin A,
A’dır gerçeğinden kaçınmaya çalışmasının sonucudur, içinizde var
olan ve yüzleşmekten korktuğunuz bütün gizli kötülük ve dayanmak zorunda
kaldığınız bütün acılar, kendinizin de A, A’dır kavramından kaçınmaya çalışmanızın sonucudur. Size ondan kaçınmayı öğretenlerin amacı, İnsan’ın İnsan
olduğunu size unutturmaktı.
“İnsan
bilgi kazanamazsa var olmayı sürdüremez, onu kazanması için kullanabileceği tek
araç da mantıktır. Mantık, duyularından gelen malzemeyi algılama, tanıma ve
birleştirme gücüdür. Duyuların işi, ona var oluşun kanıtlarını toplamaktır, ama
onları tanıma işi, o insanın mantığına aittir. Duyuları ona yalnızca bir şeyin
var olduğunu söyler, ama o şeyin ne olduğunu öğrenen, akıldır.
“Düşünmenin
tümü bir tanıma ve birleştirme sürecidir. İnsan renkli bir balonu algılarken,
görme ve dokunma duyularının getirdiği kanıtları birleştirmekte, onu bir katı
nesne olarak tanımayı öğrenmektedir. Bir nesneyi masa olarak tanımayı öğrenir,
tahtanın hücrelerden oluştuğunu, hücreleri moleküllerin oluşturduğunu,
moleküllerin de atomlardan meydana geldiğini öğrenir. Bütün bu süreç boyunca
aklının çalışması, bir tek soruya gelen cevaplarla yürür: Bu nedir?
Verdiği
cevapların doğruluğunu saptama yolu, mantığıdır, mantık da, var oluşun var
olduğu aksiyomuna dayanmaktadır. Mantık denilen şey, çelişkisiz tanıma
sanatıdır. Çelişki olamaz. Atom, neyse odur. Evren de öyledir. Hiçbiri kendi
kimliğiyle çelişemez, hiçbirinin parçaları da bütünün kendisiyle çelişemez.
İnsanın geliştirdiği hiçbir kavram, eğer o insan onu tüm kendi bilgi haznesiyle
çelişkisiz biçimde birleştiremiyorsa, geçerli olamaz. Bir çelişkiyle
karşılaşmak demek, kişinin kendi düşüncesinde bir hata yaptığını itiraf etmek
demektir. Bir çelişkiyi sürdürmek, kişinin aklını devreden çıkarması, kendini
de gerçekliğin alanından çıkarması anlamına gelir.
“Gerçeklik
var olan şeydir; gerçek dışı, var olamaz; gerçek dışı yalnızca, insan
bilincinin içeriği olan var oluşun reddidir ve mantığı terk etme girişiminde
ortaya çıkar. Doğrular, gerçeğin bilişselleşmesidir; mantık insanın tek
bilgi yoludur, onun tek doğrular standardıdır.
“Şu anda sorabileceğiniz en yoz soru: “Kimin mantığı?”
sorusu olabilir. Bu soruya
verilecek cevap: “Sizin mantığınız,” olmak zorundadır. Bilgileriniz ne kadar
zengin ya da ne kadar mütevazi olursa olsun, onu ancak sizin kendi aklınız elde
edebilir. Ancak kendi bilgilerinizle bir şeyler yapabilirsiniz. Ancak kendi
bilgilerinizin sahibi olduğunuzu iddia edebilirsiniz ve başkalarından
söylediklerinizi dikkate almalarını buna dayanarak isteyebilirsiniz. Aklınız
sizin doğrularla ilgili tek yargıcımızdır. Başkaları sizin verdiğiniz hükümden
ayrılıyorsa, son itiraz mahkemesi de gerçekliktir. Düşünme diye adlandırdığımız
o karmaşık, duyarlı, hayatî süreci başarabilecek tek şey insan aklıdır. Bu
süreci, onun kendi yargılarından başka hiçbir şey yönlendiremez. Yargılarını
da, onun ahlâkî dürüstlüğünden başka hiçbir şey yönlendiremez.”
‘"Ahlâkî
içgüdüden, sanki mantığın dışında bir başka yetenekmiş gibi söz eden sizler ...
insanın mantığı, onun ahlâkî yeteneğidir. Bir mantık süreci, ‘DOĞRU MU,
YANLIŞ MI?’ sorusuna verilecek cevapla ilgili sürekli bir seçim sürecidir.
Tohumun büyüyebilmesi için toprağa ekilmesi mi gereklidir doğru mu, yanlış mı?
İnsanın
yarası, hayatının kurtulması için dezenfekte edilmeli midir doğru mu, yanlış
mı?
Atmosferdeki
elektriğin yapısı, onun kinetik enerjiye dönüştürülmesine uygun mudur doğru mu,
yanlış mı?
Elinizdeki
her şeyi size veren, işte bu tür sorulara verilen cevaplar olmuştur ... o
cevaplar da, insanın aklından gelmiştir; doğru olan şeye değişmez biçimde bağlı
olan aklın ürünüdür.
“Rasyonel
süreç, ahlâkî bir süreçtir. Herhangi bir adımında yanlış yapabilirsiniz, sizi
bundan koruyacak tek şey kendi ciddiyetiniz olabilir; ya da hile yapmaya
kalkabilir, sahte kanıtlara yönelir, gerekli çabayı göstermekten kaçınabilirsiniz.
Ama eğer ahlâkın şaşmaz işareti doğrulara bağlılıksa, o zaman düşünme
sorumluluğunu üstlenen insanın eylemi kadar büyük, soylu ve kahramanca bir
eylem yoktur.
“Sizin
‘ruhum’ dediğiniz şey, aslında bilincinizdir; ‘serbest irade’ dediğiniz şey
de, aklınızın düşünüp düşünmeme özgürlüğüdür. Bu tek özgürlüğünüzdür, tüm
seçenekleri kontrol eden, hayatınızı ve karakterinizi saptayacak olan da budur.
“Düşünmek,
insanın tek temel ‘iyi eylem’idir, diğer iyi eylemlerin hepsi bundan
doğacaktır. İnsanın temel günahına, tüm kötülüklerinin kaynağına gelince,
hepinizin uyguladığı, ama asla kabullenmemeye çalıştığı o isimsiz şeydir: Tıkama
eylemi, bilinci bilerek askıya alma, düşünmeyi reddetme ... körlük değil, ama
görmeyi redetme; cahillik değil, ama bilmeyi redetme. Bu aslında,
aklınızı netleştirmeyip bulanık bir vizyon geliştirmek, yargılama
sorumluluğundan kurtulmak için bir iç sise saklanmaktır ... siz tanımayı
reddederseniz, o şeyin var olmayabileceği biçimindeki seslendirilmeyen bir
varsayıma dayanmakta-dır, siz ‘evet’ demedikçe A’nın A olmayabileceğini
esas almaktadır. Düşünmemek bir yok oluş eylemidir, varoluşu reddetmektir,
gerçekliği silmeye çalışmaktır. Ama varoluş vardır, gerçeklik silinmez, ancak
sileni silebilir. ‘Evet’ demeyi reddetmekle, ‘Ben varım’ demeyi de reddetmiş
oluyorsunuz. Yargılarınızı askıya almakla, kimliğinizi reddediyorsunuz. “Ben
kim oluyorum ki bileyim!” diyen kişi, aslında “Ben kim oluyorum ki yaşayayım?”
demektedir.
“Her
saatte ve her konuda temel ahlâkî seçiminiz budur: Düşünmek mi, düşünmemek mi;
var olmak mı, olmamak mı; A mı, yoksa A değil mi, kimlik mi, yoksa sıfır
mı?
“İnsan rasyonel olabildiği ölçüde, onun eylemlerini yöneten de
hayattır. Mantıksız olduğu ölçüde, eylemlerini yönlendiren de ölümdür.
“Siz,
ahlâkın sosyal alana ilişkin olduğunu, insanın ıssız adada ahlâka ihtiyacı
olmayacağını söyleyip duranlar ... asıl ahlâka ihtiyaç duyacağı yer ıssız
adadır. Bedelini ödeteceği hiçbir kurban bulamayacağı yerde, bir kayanın ev
olduğunu iddia etsin bakalım. Kumun giysi olduğunu, yiyeceklerin hiç çabasız
ağzına düşeceğini, bugün tohumlukları yese de yarın yine harman
kaldırabileceğini iddia etsin de görelim. Gerçeklik hemen silecektir onu.
Hakettiği gibi. Gerçeklik ona hemen, hayatın ancak bedeli ödenerek satın
alınabilecek bir değer olduğunu, onu satın alabilecek kadar soylu tek paranın
da düşünmek olduğunu gösterecektir.
“Eğer ben sizin dilinizi konuşuyor olsaydım, insana
yönelik tek ahlâkî emir: ‘Düşüneceksin!’ emridir derdim. Ama ahlâkî emir sözü de içten
çelişkilidir. Ahlâk, seçilendir, zorlanan değildir; anlaşılandır, itaat
edilen değildir. Ahlâk rasyoneldir ve mantık asla emir kabul etmez.
“Benim ahlâkım, yani mantık ahlâkı, bir tek
aksiyom içermektedir: Varoluş vardır ve bir tek seçenek içermektedir: Yaşamak.
Geri kalanı oradan doğar.
“İnsan
yaşamak için hayatında üç şeyi yönetici değer olarak kabul etmelidir: MANTIK,
AMAÇ ÖZSAYGI.
Mantık
onun tek bilgi aracıdır
Amaç,
o araçla elde edeceği mutluluğun seçimidir
Özsaygı
da, kendi aklının düşünebilme ehliyetine sahip, kendi kişiliğinin mutluluğa
lâyık olduğundan ihlâl edilmez biçimde emin olmasıdır. Bunun anlamı da,
yaşamaya lâyık olmak demektir.
Bu
üç değer, insanın tüm iyi eylemleriyle ilişkilidir ve onların hepsini gerekli
kılar. O iyi eylemlerin hepsi de varoluşla bilinçlilik arasındaki bağlarla
ilgilidir. Bunlar, rasyonellik, bağımsızlık, tutarlılık, dürüstlük, adalet,
verimlilik ve gururdur.
“Rasyonellik,
varoluşun var olduğu gerçeğinin kabulü, doğruları hiçbir şeyin
değiştiremeyeceğinin, ve bunu algılama eyleminden daha öncelikli hiçbir şeyin
var olmayacağının kabulüdür. Onu algılamak, düşünmek demektir ... akıl kişinin
tek değer yargısıdır, tek eylem rehberidir. Rasyonellik hiç ödün kabul etmeyen
bir absol (mutlak, salt) üdür. İrrasyonele
verilen bir ödün, kişinin bilincini geçersiz kılar, gerçekleri algılamak
yerine, gerçeklerin taklidine yönelmesine yol açar. Bilgiye giden kestirme yol
olduğu iddia edilen inanç, aklı mahveden bir kısa devreden başka bir şey
değildir. Bir mistik icadı kabullenmek, varoluşun yok edilmesini istemektir, dolayısıyla
da, kişinin bilincini yok eder.
“Bağımsızlık,
yargılama sorumluluğunun size ait olduğunu ve ondan kurtulmanıza hiçbir şeyin
yardımcı olamayacağını anlamak demektir. İkame edilecek hiçbir şey sizin
yerinize düşünemez, hiç kimse sizin yerinize sizin hayatınızı yaşayamaz. En
aşağılık öz-yıkım, kendi aklınızın bir başkasının aklına boyun eğmesine izin
vermek, bir yetkinin beyninizin üzerinde olduğunu kabul etmek, onun gerçek diye
söylediklerini kabullenmek, doğru saymak, o sözlere bilincinizle varoluşunuz
arasında aracı rolünü yüklemektir.
“Tutarlılık,
bilinciniz konusunda sahteliğe sapmamaktır.
Dürüstlük nasıl varoluşu sahteleştirmemekse, tıpkı öyle. İnsan bölünmez bir bütündür; iki parçadan oluşan bir
birimdir, bunların biri madde, diğeri bilinçtir, bedeniyle aklı arasında,
eylemiyle düşüncesi arasında bir ayrışmaya asla izin veremez, hayatıyla
yargılarını ayıramaz; kamuoyundan etkilenmeyen bir yargıç gibidir, kendi
yargılarını asla başkalarının isteklerine feda etmez, isterse tüm dünya
insanları yakarsın ya da tehditler savursun, yolundan sapmaz. Cesaret ve
özgüven pratik gereklerdir, cesaret, varoluşa sadakatin pratik biçimidir,
doğruluktan sapmamaktır, özgüven de, kişinin kendi bilincine sadık olmanın
pratik biçimidir.
“DÜRÜSTLÜK, gerçek dışının gerçek dışı olduğunu,
hiçbir değere sahip olamayacağını, sahtekârlıkla elde edilen sevginin de,
şöhretin de, paranın da bir değer olamayacağını anlamaktır. Başkalarının
aldatmakla bir değer kazanma girişimi, kurbanlarınızı gerçekliğin üzerinde bir
mevkie yükseltmek, kendinizi o kurbanın körlüğünün piyonu durumuna indirmek,
onun düşünemezliğinin ya da durumu görmekten kaçınmasının kölesi durumuna
düşürmek, buna karşılık o kişinin zekâsından, rasyonelliğinden,
gözlemciliğinden korkmak ve kaçmak anlamına gelmektedir. Dürüstlük,
bağımlı olarak yaşamayı istememektir, özellikle başkalarının aptallığına
bağımlı olarak, ya da tek değer kaynağı kandırabildiği aptallar olan biri
olarak yaşamayı istememektir. Dürüstlük, bir sosyal görev değildir.
Başkalarının hatırı için yapılan bir fedakârlık değildir. Kişinin
uygulayabileceği en derinlemesine bencil şeydir: Kendi varlığının gerçekliğini,
başkalarının yanılgılı bilincine feda etmeyi reddetmektir.
“ADALET, tabiatın karakteri konusunda nasıl numara
yapılamazsa, insanın karakteri konusunda da yapılamayacağını anlamaktır.
İnsanları da tıpkı cansız objeleri yargılar gibi, gerçeğe aynı saygıyı
göstererek, aynı doğru vizyonla, en katıksız ve rasyonel tanımlamalarla
yargılamak gerektiğini, her insanın neyse o olarak yargılanması ve ona göre
muamele görmesi gerektiğini anlamaktır. Nasıl paslı bir hurda parçasına, pırıl
pırıl parlayan bir metale verdiğiniz parayı vermezseniz, aynı şekilde, bir
soysuza da bir kahramanın üzerinde değer veremezsiniz. Sizin ahlâkî değerlendirmeniz,
insanlara değerleri veya günahları için verdiğiniz değerin ölçüsü olan para
birimidir ve bu ödeme de sizden, malî işlemlere gösterdiğiniz dikkati ve
şerefli tutumu beklemektedir, insanların günahlarından nefret etmemek ahlâkî
bir kalpazanlıktır, değerlere hayranlık yöneltmemek de, bir tür ahlâkî
zimmet suçudur. Herhangi bir kavrama adaletten daha yüce bir yer vermek, ahlâkî
para biriminizin değerini düşürür, iyiliğe karşı kötülüğü kayırmış olur, çünkü
adaletin aksamasından ancak iyilik kaybedecek, kötülük yararlanacaktır. Yolun
sonundaki çukurun dibi, yani ahlâkın iflas etmesi, insanları iyilikleri için
cezalandırıp günahları için ödüllendirmektir ki, bu da, tam yozlaşmışlığa
yuvarlanmaktır, ölüme tapmanın kara kitlesidir, bilincinizi varoluşun
mahvedilmesine adamak demektir.
“ÜRETKENLİK sizin ahlâkı kabullenişinizdir,
yaşamayı seçmiş olduğunuzun bilincine varışınızdır. Verimli çalışma, insan
bilincinin, varoluşunu kontrol etmesi sürecidir. Sürekli bilgi edinme, maddeyi
amaca göre biçimlendirme, bir fikri bir fiziksel biçime çevirme, dünyayı
kişinin kendi değerlerine göre yeniden yapılandırması demektir. Her tür
çalışma, düşünen bir zihinle yapılıyorsa, yaratıcı çalışmadır; kişinin
başkalarından öğrendiği bir süreci hiç düşünmeden, eleştirmeden, stüpör (uyuşukluk;
sarhoşluk.) halinde tekrar tekrar yapması ise, asla yaratıcı olamaz. İşinizi
seçmek size aittir, seçenekler de sizin aklınız kadar engindir. Sizin için
bundan fazlası mümkün değildir, bundan azı da İnsanî değildir.
Aklınızın
başa çıkabileceğinden ileri bir işe hileyle kapağı atmak sizi ödünç alınmış
zaman içinde çırpınan ve ödünç alınmış hareketleri tekrarlayan, korkudan
paslanmış bir maymun durumuna düşürür, aklınızın tam kapasitesinin altındaki
bir işe razı olmak da motorunuzu yavaşlatmak, kendinizi çürümeye mahkûm
etmektir. İşiniz sizi değerlerinize ulaştıracak süreçtir, değerlerinize yönelik
ihtirasınızı kaybetmek, yaşama isteğinizi kaybetmektir. Vücudunuz bir makinedir, ama aklınız onun sürücüsüdür. Onu, aklınızın sizi götürebileceği yere kadar
sürmelisiniz, yolunuzun amacı da başarı olmalıdır. Amacı olmayan insan, yokuş
aşağı başıboş inen bir makinedir, karşısına çıkan ilk kayaya çarpıp ilk hendeğe
yuvarlanmaya mahkûmdur, aklını gemleyen adamsa yerinde çakılmış, yavaş yavaş
paslanmakta olan bir makinedir. ROTASINI BİR
LİDERİN ÇİZMESİNE İZİN VEREN ADAM, çekme halatıyla çekilip hurda alanına
götürülmekte olan bir enkazdır, bir başka insanı kendi amacı haline getiren
adamsa, hiç kimsenin arabasına almaması gereken bir otostopçudur. İşiniz aslında hayatınızın amacıdır, sizi
durdurmaya hakkı olduğunu sanan her katilin yanından hızla geçmeniz gerekir,
işiniz dışında bulduğunuz her değer, her sadakat veya sevgi, ancak
yolculuğunuzu paylaşmayı seçeceğiniz diğer yolcular olabilir ve onların da,
kendi güçleriyle aynı yönde ilerliyor olmaları gerekir.
“GURUR, kendinizin en yüksek değer olduğunu
anlamaktır ve insanın tüm diğer değerleri gibi onun da hak edilmesi gerekir.
Ulaşabileceğiniz başarılar arasında bir tanesi, diğerlerinin tümünü mümkün kılacak
şeydir; o da, kendi karakterinizi yaratmaktır. Karakteriniz, eylemleriniz,
arzularınız, duygularınız hep aklınızın alanı içindedir. İnsan nasıl
yaşamını sürdürebilmek için ihtiyaç duyduğu fiziksel değerleri üretmek
zorundaysa, aynı şekilde, hayatını sürdürülmeye değer kılmak için de karakter
değerlerini edinmek zorundadır. İnsan nasıl kendini yaratmış bir servetse, aynı
şekilde, kendini yaratmış bir ruhtur. Yaşamak için bir öz-değer duygusuna
ihtiyacı vardır. Ama otomatik değerlere, otomatik özsaygıya sahip değildir;
bunları elde edebilmek için ruhunu kendi manevî idealine göre, ‘İnsan’ gibi
biçimlendirmesi gerekir, yani oluşturmak üzere doğduğu, ama seçerek
oluşturabileceği rasyonel varlık gibi biçimlendirmesi gerekir. Özsaygının ilk
şartı, ruhun o ışıklı bencilliğidir ... o bencillik her şeyin en iyisini ister.
Bu, maddesel değerler için de, ruhsal değerler için de geçerlidir. O ruhun her
şeyden çok istediği, kendi manevî mükemmelliğidir, hiçbir şeye kendinden daha
yüksek bir değer atfetmez. Özsaygıya ulaşmış olmanın kanıtı da, kurbanlık
hayvan durumuna düşme karşısında, sizin bilinciniz gibi benzersiz bir değeri,
sizin varlığınız gibi eşsiz bir olguyu kör kaçamaklara, başkalarının durağan
çürümüşlüğüne feda etmek gibi hain bir küstahlığa karşı ruhunuzun duyduğu
tiksinti, ürperti ve isyandır.
“John
Galt’ın kim olduğunu anlamaya başlıyor musunuz?
Ben
sizin, uğrunda savaşmayı göze almadığınız şeyi hak edebilmiş olan kişiyim. Sizin reddettiğiniz,
ihanet ettiğiniz, yozlaştırdığınız, ama yine de tam anlamıyla yok edemediğiniz,
şu anda suçluluk dolu sırrınız olarak saklamaya çalıştığınız, ömrünüzü her
profesyonel yamyamdan özür dilemekle geçirdiğiniz, yüreğinizin
derinliklerindeki bir yerde benim şu anda tüm insanlığa açıkça söylemekte
olduğum şeyleri söylemeyi hala istiyor olduğunuzu zihninizin anlamaması için
çırpındığınız şeyi hak etmiş olanım: Ben kendi değerimden ve yaşamak
isteyişimden gurur duyuyorum.
“Sizin
de paylaştığınız, ama kötü diye saklamaya çalıştığınız bu istek, içinizdeki
iyilikten artakalmış tek şeydir, ama o da insanın hak etmeyi öğrenmesi gereken
bir istektir. İnsanın tek ahlâkî amacı, kendi mutluluğudur, ama ona ancak kendi değerleri
aracılığıyla ulaşabilir. Değerler kendi başına amaç değildir, ödül de değildir,
kötülüğün ödülüne bir kurban yemi de değildir. Değerlerin ödülü Hayat’tır,
hayatın amacı ve ödülü de mutluluktur.
“Vücudunuzun
nasıl zevk ve acı olarak iki temel hissî durumu varsa, bunlar onun rahatının
veya rahatsızlığının işaretleriyse ve temel alternatifler olan hayatla ölümün
barometresi rolü oynuyorsa, bilincinizin de aynı şekilde iki temel duygusu
vardır; bunlar neşe ve ıstıraptır ve yine aynı alternatife cevap vermektedir.
Duygularınız, hayatınızı güçlendiren ya da tehdit eden tahminlerdir. Bunlar
size toplam kâr ya da zararınızı gösteren hızlı hesap makineleridir. Bir şeyin
sizin için iyi ya da kötü olduğunu hissetme konusunda bir seçeneğiniz yoktur,
ama neyi iyi ya da kötü sayacağınız, neyin size sevinç ya da acı vereceği, neyi
sevip neden nefret edeceğiniz, neyi arzulayıp neden korkacağınız, hep sizin
değer standardınıza bağlıdır. Duygular yapınızda vardır, ama içeriklerini
aklınız dikte eder. Duygu kapasiteniz boş bir motordur, değerleriniz de,
aklınızın oraya doldurduğu yakıttır. Eğer bir çelişkiler karışımını tercih
ederseniz, motorunuz tıkanır, transmisyonunuz paslanır, sürücü olarak kendi
bozduğunuz bir makineyle yolculuğunuz daha ilk harekette sizi mahveder.
“Eğer
mantık dışını kendi standart değeriniz, imkânsız olanı kendi ‘iyi eylem’
kavramınız haline getirirseniz, hak etmediğiniz ödüllerin peşine düşer, hak
etmediğiniz serveti ya da sevgiyi arzularsanız, sebep-sonuç ilişkisinde bir
gedik arar, sizin kaprisinize göre A olmaktan çıkacak bir A ararsanız,
var olmanın karşıtını istiyorum derseniz ... ona da ulaşırsınız. Oraya
vardığınız zaman, hayatın bir çaresizlik olduğunu, mutluluğun insan için mümkün
olmadığını haykırarak ağlamayın. Siz kendi yakıtınızı kontrol edin. O yakıt
sizi varmak istediğiniz yere ulaştırmıştır.
“MUTLULUK, duygusal kaprislerin emriyle elde edilemez.
Mutluluk, sizin körü körüne giriştiğiniz mantık dışı isteklerin tatmin edilmesi
değildir. Mutluluk çelişkisiz bir neşedir, içinde ceza ya da suçluluk
bulunmayan, kendi değerlerinizin hiçbiriyle çatışmayan, sizi mahvetmeye
yönlenmiş olmayan, kendi aklınızdan kaçmayıp o aklı sonuna kadar kullanan,
gerçeği çarpıtmayıp gerçek değerlere yönelen, bir sarhoşun neşesi olmayıp, bir
üreticinin neşesi olan bir duygu durumudur. Mutluluk, ancak rasyonel insan için
mümkündür, rasyonel amaçlardan başka hiçbir şey istemeyen, yalnızca rasyonel
değerlerin peşinden koşan ve sevincini ancak rasyonel eylemlerde bulabilen
insan için mümkündür.
“Ben nasıl hayatımı soygunla ya da sadakayla değil, kendi
çabamla destekliyorsam, mutluluğumun da başkalarının mutsuzluğundan ya da bana
yapacağı iyilikten değil, kendi başarımdan gelmesini isterim. Nasıl başkalarının zevkini kendi hayatımın amacı
haline getirmezsem, kendi zevkimi de başkalarının hayatının amacı olarak
düşünmem. Nasıl benim değerlerimde hiçbir tezat, arzularımda hiçbir çelişki
yoksa, rasyonel insanlar arasında da hiçbir kurbana, hiçbir çıkar çatışmasına
yer yoktur. Bunlar hak edilmemişi istemeyen, başkalarına yamyam açlığıyla
bakmayan, asla fedakârlık yapmayan ve hiçbir fedakârlığı kabul etmeyen
insanlardır.
“Bu
tür insanlar arasındaki ilişkilerin sembolü, insana saygının sembolüyle
aynıdır, o da alışveriştir. Yağmayla değil, değerlerle yaşayan bizler, hem
maddî, hem de manevî anlamda alışverişçiyiz, taciriz. Alışverişçi, aldığını hak
eden, hak etmediği bir şeyi almayan ve vermeyen kişidir. Alışverişçi,
başarısızlıklarına karşılık bir ödeme istemez, kusurları için sevilmeyi talep
etmez. Alışverişçi bedenini yem olarak, ruhunu sadaka olarak sunmaz. Emeğini
nasıl ancak maddî değerler karşılığında değiş tokuş ederse, ruhunu da, yani
sevgisini, dostluğunu, saygısını da, ancak İnsanî değerler karşılığında verir,
yalnızca kendi bencil zevki için verir, onu da ancak saygı duyabileceği
insanlardan alabilir. Çağlar boyunca dilencilerle yağmacıları
yüceltirken, alışverişçilere kara çalmış, onları aşağılamış olan mistik
parazitler, aslında bu davranışlarının gizli amacını çok iyi bilmektedirler:
Alışverişçi onların en korktuğu kimliktir adaletin insanıdır.
“İnsan
kardeşlerime karşı ne tür bir ahlâkî yükümlülüğüm olduğunu mu soruyorsunuz? Hiç
yok ... yalnızca kendime karşı, maddesel amaçlara ve varoluşa karşı bir tek
borcum var, o da rasyonelliktir. Benim insanlarla ilişkim, kendimin ve onların
yapısının gerektirdiği gibidir: Mantık yoluyladır. Girmeyi kendi gönüllü
seçimleriyle istedikleri ilişkilerden başka türlü ilişkileri onlardan hiçbir
zaman istemem. Ben, onların yalnızca akıllarıyla ilişki kurabilirim, bu
ilişkiyi kendi çıkarım için kurarım ve benim çıkarlarımın onların çıkarlarıyla
örtüştüğünü gördükleri zaman kurarım. Örtüşmediği zaman, hiçbir ilişkiye
girmem; o kişilerin kendi yoluna gitmesine izin veririm, ben de kendi yolumdan
sapmam. Kazançlarım yalnızca mantık yoluyladır ve mantıktan başka hiçbir
şeye teslim olmam. Mantığımı teslim etmem, eden insanlarla da iş görmem. Budalalarla
korkaklardan kazanacağım hiçbir şey yoktur. İnsanların günahları, aptallığı,
namussuzluğu ya da korkusu sayesinde edineceğim kazançların peşinde koşmam.
İnsanların bana sunabileceği tek değer, akıllarının emeğidir. RASYONEL İNSANLA
GÖRÜŞ AYRILIĞINA DÜŞERSEM, HAKEMLİĞİ GERÇEKLİĞE VERİRİM. BEN HAKLIYSAM O
ÖĞRENİR, O HAKLIYSA BEN ÖĞRENİRİM; BİRİMİZ KAZANIRIZ, AMA İKİMİZ DE KÂRLI
ÇIKMIŞ OLURUZ.
“Anlaşmazlığa
açık konular hangileri olursa olsun, bir kötülük eylemi vardır ki, bu asla
anlaşmaya açık olamaz, hiçbir insanın bir başkasına bunu yapmasına izin
verilemez, hiçbir insan da bunu onaylayamaz, bağışlayamaz. İnsanlar bir arada
yaşama isteğini sürdürdüğü sürece hiç kimse, başkalarına yönelik fiziksel güç
kullanımını başlatamaz ... beni duyuyor musunuz? ... başlatamaz!
“Bir
insanın kendisiyle, o kişinin gerçeklik algısı arasına fiziksel yok etme
tehdidini sokmak, o insanın sağ kalma hakkını inkâr etmek, felç etmektir.
Onu kendi yargıları dışında davranmaya mecbur etmek, görmeden hareket etmeye
zorlamaktır. Güç kullanımını başlatan kim olursa olsun ve bunu hangi amaçla
yapmış olursa olsun, ölüm alanında faaliyet gösteren bir katildir, cinayet
işleyen kişiden daha suçludur, çünkü bir insanın yaşama kapasitesini yok
etmektedir.
“Şimdi
sakın ağzınızı açıp bana, aklınızın sizi, benim aklıma karşı güç kullanma
hakkına sahip olduğunuz yolunda ikna ettiğini söylemeye kalkışmayın. Güç ve
akıl birbirinin tersi olan kavramlardır; silahın girdiği kapıdan ahlâk çıkar.
İnsanların mantıksız hayvanlar olduğunu söylediğiniz, onlara öyle davranılması
gerektiğini savunduğunuz anda, kendi karakterinizi tanımlamışsınız demektir ve
artık mantığın onayına hiçbir hakkınız kalmamış demektir; çünkü çelişkileri
savunan hiç kimse öyle bir hak iddia edemez. Tüm hakların kaynağını, doğruyu
yanlışı yargılayacak tek aracı, yani aldı yok etmeye yönelik hiçbir ‘hak’
bulunamaz.
“Mantığın
yerine silahı, kanıtın yerine terörü, son iddia olarak da ölümü koyarak bir
insanı kendi aklından vazgeçip sizin iradenizi kabullenmeye zorlamak,
gerçekliğe meydan okuyarak var olmaya çalışmaktır. Gerçekliğin insandan
beklediği, kendi rasyonel çıkarlarına göre davranmasıdır. Sizin silahınız ise
ondan, o çıkarların tam aksine davranmasını istemektedir. Gerçeklik, kendi
mantıksal yargılarına göre davranmayan insanı ölümle tehdit ederken, siz de,
öyle davrandığı takdirde ölümle tehdit etmektesiniz. O kişiyi, hayatın
gerektirdiği tüm değerlerden vazgeçmek zorunda kalacağı bir dünyaya
itmektesiniz, oysa kendi sisteminizin sonu ancak yavaş bir ölüm süreci
olabilir, çünkü artık yönetici güç ölümdür, öyle bir insan topluluğunda ölüm
galip çıkmaktadır.
“Bir
haydutun yolcuya, ‘Ya malını, ya canını,’ dediği durumu düşünün. Ya da
bir politikacının halk karşısına çıkıp, Ya çocuklarınızın eğitimi ya da
canınız,’ dediğini düşünün. Her iki ültimatomun da anlamı aynıdır, Ya
aklını, ya canını’ anlamına gelmektedir; oysa bir insan için biri olmadan
diğerine sahip olmak mümkün değildir.
“Eğer
kötülüğün dereceleri varsa, hangisinin önde geldiğini anlamak zordur: Kendi aklını
başkalarına zorla empoze eden zorba mı, yoksa başkalarına kendi aklını
yönlendirme hakkı tanıyan ahlâkî dejenere mi?
İşte
bu ahlâkî absolü (mutlâk, kesin, tam, salt), tartışmaya açılamaz. Beni
mantıktan yoksun bırakmaya kalkışan insanlara mantık koşullarını tanımam. Beni
düşünmekten men edeceklerini düşünen komşularla tartışmam. Bir katilin beni
öldürme isteğine ahlâkî onay sunamam. Biri benimle güç kullanarak iş görmeye
kalkışırsa, ben de ona güç kullanarak cevap veririm.
“Güç
kullanımı ancak bir cevap olarak geçerlidir ve ancak güç kullanmayı başlatan
kişiye yönelik olarak geçerlidir. Hayır, onun kötülüğünü paylaşıyor değilim,
onun ahlâk kavramına kadar alçalıyor da değilim. Ben ona yalnızca seçtiği şeyi
kullanma yolunu açıyorum: yok etmeyi! Ve bir tek şeyi yok etmeye hakkı vardır,
o da kendisidir. Bir değeri ele geçirmek için mi güç kullanıyor? Ben de ancak
yok edişi yok etmek için kullanırım. Bir soyguncu, beni öldürerek servet
kazanmaya kalkışıyor. Ama ben onu öldürmekle zenginleşemem. Ben hiçbir kötülükten
değer beklemem, kendi değerlerimi de kötülüğe teslim etmem.
“Sizi
hayatta tutan ve sizin bunun karşılığında ölüm ültimatomları verdiğiniz tüm
üreticiler adına, ben şimdi size bizim tek ültimatomumuzu veriyorum:
Sizin
silahlarınıza karşı bizim çalışmalarımız. Birinden birini seçebilirsiniz; ikisine
birden sahip olamazsınız. Biz başkalarına karşı güç kullanımını başlatmayız,
kendimizi de onların elindeki güce teslim etmeyiz. Eğer gelecekte yine bir
sanayi toplumu olarak yaşamayı istiyorsanız, bu ancak, bizim ahlâkî
koşullarımıza göre olacaktır. Bizim koşullarımız ve güdücü gücümüz, sizinkinin
tam tersidir. Siz silah olarak korkuyu kullanıyor, kendi ahlâkî kurallarınıza
uymayanlara ceza olarak ölümü reva görüyordunuz. Biz ise, kendi kurallarımıza uyanlara
ödül olarak yaşamı sunuyoruz.
“SİZ,
SIFIRA TAPANLAR ... hayata ulaşmakla ölümden kaçınmanın aynı şey olmadığını
sizler hiçbir zaman keşfedemediniz. Neşe, acının yokluğu değildir; zekâ,
aptallığın yokluğu değildir, ışık, karanlığın yokluğu değildir; kişilik de
kişiliksizliğin yokluğu değildir. İnşa etmek, yıkımdan uzak durmakla
sağlanamaz. Siz artık bana, yani bir üreticiye, ‘Senin üretimini yok
etmememiz karşılığında, üret ve bizi besle,’ diyemezsiniz. Size tüm
kurbanlarınız adına cevap veriyorum: Kendi boşluğunuz içinde yok olup gidin.
Var oluş, negatiflerin inkârı değildir. Yokluk ve inkâr, değer değil,
kötülüktür. Kötülük güçsüzdür, bizden zorla sızdırdığının dışında bir gücü
yoktur. Yok olun, çünkü bizler, sıfırın hayatı ipotek altına alamayacağını
artık öğrendik.
“Siz
acıdan kurtulmayı istiyorsunuz. Biz başarının mutluluğunu istiyoruz. Siz
cezadan kaçınmak için yaşıyorsunuz. Biz ödülleri hak etmek için yaşıyoruz.
Tehditler bizi işlev görmeye yöneltemez; korku bizim özendiricimiz değildir.
Biz ölümden kaçınmanın değil, hayatı yaşamanın peşindeyiz.
“Siz,
farklılık kavramını kaybetmiş olanlar, korkunun ve sevincin eşit güçte
özendirici olduğunu iddia edenler ve gizliden gizliye, korkuyu kullanmanın daha
pratik olduğuna inananlar ... siz, yaşamayı istemeyenler, lânetlediğiniz yaşama
ancak ölüm korkusuyla bağlı kalanlar. Şimdi kurduğunuz tuzağa sıkışmış, panik
içinde koşturuyor, kapattığınız çıkışı arıyor, adını söylemeye cesaret
edemediğiniz bir güçten kaçıp, kabullenmediğiniz bir korkuya koşuyorsunuz, korkunuz
ne kadar büyürse, sizi kurtaracak tek eylemden o kadar uzaklaşıyorsunuz ...
oysa o eylem düşünmektir. Sizin mücadelenizin amacı, benim şimdi size
söyleyeceğim şeyi bilmemek, anlamamak, duymamak içindir. Şimdi duyun. Sizin
ahlâk düzeniniz, bir ‘Ölüm Ahlâkı’ düzenidir.
“Değerlerinizin
standardı ölümdür, seçtiğiniz amaç ölümdür, hep koşmayı sürdürmek zorundasınız,
çünkü sizi yok etmek üzere salıverilmiş o kovalayıcıdan kurtulmanıza imkân
olmadığı gibi, o kovalayıcının kendiniz olduğu gerçeğinden kurtulmanıza da
imkân yoktur. Bir kerelik koşmayı kesin ... koşacak bir yeriniz yok ...
korkunuzu yenip çırılçıplak durun, kendinizi benim gözümle görün, neye ahlâk
düzeni deme cesaretini göstermiş olduğunuza bakın.
“Düzeninizin başlangıç noktası lânetleme,
amacı, yöntemi ve sonucu da yıkım. Sizin düzeniniz insanı kötü diye
lânetlemekle başlıyor, sonra ondan, yapılamaz dediği şeyi yapmasını bekliyor.
Değerlerin ve sevapların ilki olarak, ondan kendi yozlaşmışlığını kanıtsız
olarak kabullenmesini istiyor. İşe bir değer standardıyla değil, bir kötülük
standardıyla başlamasını bekliyor. O kötülük, insanın kendisi oluyor, sonra
oradan hareketle, iyiliğin ne olduğunu tanımlaması isteniyor; yani iyilik, onun
olamadığı şey demek oluyor.
“O
halde, bu reddedilen ihtişamdan ve ıstıraplı ruhtan kimin kârlı çıktığının
hiçbir önemi yok. İster anlaşılmaz niyetleri olan mistik bir tanrı olsun, ister
oradan geçen yara bere içinde, o yaraları belirsiz bir hak iddia etmesine yol
açan biri olsun, önemi yok. İyiliği anlamak ona düşmüyor. İnsanın görevi;
pişmanlık dolu yıllar boyunca sürünmek, anlaşılmaz nedenlerle borçlu olduğu her
serseri tahsildardan varlığı için özür dilemek, değerler konusunda kafasında
var olan kavram ise, yalnızca sıfır ... yani iyi demek, insan olmayan demek.
“Bu
canavarca saçmalığın adı ‘İLK GÜNAH’tır.
(Hristiyanlığı Eleştiri)
“Herhangi
bir irade kullanmadan günah sahibi olmak, ahlâk kavramına atılmış bir tokat
olduğu kadar, kendi içinde de çelişkili bir kavramdır: Seçme imkânının dışında
kalan bir şey, ahlâkın alanının da dışında demektir. Eğer insan, doğuştan
kötüyse, bunu değiştirecek iradeye, güce de sahip değil demektir. İradesi yoksa
iyi de, kötü de olamaz; robotlar amoraldir. İnsanın kendi seçimine açık olmayan
bir şeyi günah saymak, ahlâk kavramıyla alay etmektir. İnsanın doğasını
günah saymak, doğayla alay etmektir. Onu doğmadan önceki bir günahtan ötürü
cezalandırmak, adaletle alay etmektir. Masumiyetin var olmadığı bir konuda onu
suçlamak, mantıkla alay etmektir. Ahlâkı, doğayı, adaleti ve mantığı bir tek
kavramla yıkmak, eşi zor bulunabilecek bir kötülüktür. Oysa sizin düzeninizin
temelinde yatan budur.
“İnsanın
doğarken serbest iradeye de, kötülük ‘eğilimlerine’ de sahip olduğunu öne sürüp
o korkak kaçamaklara sığınmayın. İçine eğilim yüklenmiş bir serbest irade,
hileli zarlarla oyun oynamaya benzer. Kişiyi oyun oynamaya, çaba
göstermeye, sorumluluğu yüklenmeye, oyunun parasını ödemeye zorlar, ama
kararlar her zaman onun kurtulamadığı eğilimden yana çıkacaktır. Eğer seçim ona
ait olsaydı, doğarken öyle bir şeye sahip olmazdı. Eğer bu, kendi seçimi
değilse, o zaman da, iradesi serbest olamaz.
“Öğretmenlerinizin
‘İlk Günah’ dediği o suçun niteliği nedir? Onların mükemmel saydığı bir
ortamdan düşerken insan ne gibi kötülükleri kendine mal etmiştir?
Efsaneye
göre insan, yasak ağacın meyvesini yemiş, böylelikle bir akla sahip olmuş,
mantıklı bir varlık haline gelmiştir. Bu iyiyle kötüyü ayırt etme yeteneğidir;
yani insan, ahlâklı bir varlık haline gelmiştir. Ekmeğini emeğiyle kazanmaya
mahkûm edilmiştir ... demek ki, üretici bir varlık haline gelmiştir. Arzulara
sahip olmaya mahkûm edilmiştir ... buradan, cinsel zevk yeteneğini edinmiştir.
Kısaca, ona yükledikleri suçlar, mantık, ahlâk, yaratıcılık ve zevktir; yani
var oluşunun ana değerleridir. İnsanın cennetten düşüşünü anlatırken ona
yüklenen suçlar onun kusurları olmadığı gibi, günahları da değildir. Yaptığı
yanlışlar değildir. İnsan tabiatının esaslarıdır. Cennet Bahçesi’nde yaşayan o
aklı, değerleri, emeği, sevgisi olmayan robot her ne idiyse, onun kesinlikle
insan olmadığı ortadadır.
“İnsanın
düşüşü, yine sizin öğretmenlerinize göre, yaşamak için kendisine gereken
değerleri edinmesidir. Bu değerler, onların standardına göre ‘Günah’
olmaktadır. Kötülüğü insan oluşunda yatıyor, demektedirler. Kötülüğü, yaşıyor
olmasında yatıyor, demektedirler.
“Bunun
adına merhamet ahlâkı, insan sevgisi doktrini diyorlar.
“Hayır,
biz insanın kötü olduğunu söylemiyoruz, diyorlar. Kötülük yalnızca insana
yabancı olan şeyde, onun bedeninde, diyorlar. Yo, biz onu öldürmek istiyor
değiliz, yalnızca vücudunu kaybetmesini istiyoruz, diyorlar. Acı duymaması için
ona yardım ettiklerini söyleyip, elleriyle onu bağlı tuttukları işkence âletini
gösteriyorlar. İki çarktan oluşan o âlet, onu sürekli olarak iki ayrı yöne
doğru çekiyor, doktrin çarkı ruhunu vücudundan ayırmaya çalışıyor.
“Evet,
insanı ikiye böldüler, her yarıyı öbür yarıya karşı gelmek üzere
konumlandırdılar. Ona vücuduyla bilincinin ölümcül bir kavgaya tutuşmuş
düşmanlar olduğunu öğrettiler. Birbirine ters yaratılışta iki hasım; istekleri
çelişkili, ihtiyaçları uyuşmaz, birine yarayan ötekine zararlı. Ruhunun
doğaüstü bir alana ait olduğunu, ama bedeninin, o ruhu bu dünyada hapis tutan
bir kafes olduğunu öğrettiler. İyiliğin vücudu yenmek, yıllar süren sabırlı
mücadelelerle onu sabote etmek demek olduğunu söyleyip, insanı kafesten kaçmaya,
mezarın özgürlüğüne kavuşmaya teşvik ettiler.
İnsana
kendisinin, her ikisi de ölümün sembolü olan iki unsurun oluşturduğu umutsuz
bir uyumsuz olduğunu öğrettiler. Ruhu olmayan vücut, cesettir; bedeni olmayan
ruh da hayalettir ... ama onların insan doğası imajında, cesetle hayalet
arasındaki mücadele sürerken, ceset kendine özgü bir kötülükle yüklüdür,
hayalet de insanın bildiği her şeyin ‘yok’ olduğunun, yalnızca
bilinemeyenlerin var olabileceğinin bilincindedir.
“Bu
doktrinin hangi İnsanî yeteneği görmezden gelmek üzere tasarımlandığını
görebiliyor musunuz? İnsanın aklıydı görmezden gelinen. Ancak onun yok
edilmesiyle insanı iki parçaya bölmek mümkün olabilirdi. Mantığını teslim
ettiği anda, ölçemediği, kontrol edemediği iki canavarın insafına kalmış olacaktı:
Sorumsuz içgüdülerle hareket eden bir vücut ile mistik vahiylere göre hareket
eden bir ruh. Bu durumda insan, bir robotla bir diktafon (Bir tür ses alma
cihazı) arasındaki savaşın hırpalanmış kurbanı durumuna düşüyordu.
“Şimdi
insan, şu enkazın arasında emekler, etrafı kör gibi yoklayıp yaşayabilmenin
yollarını ararken, öğretmenleriniz ona ahlâk düzeninin yardımını sunuyor, çözüm
bulamayacağını, dünyada tatmin diye bir şey olmadığını söylüyorlar. Gerçek
varoluşun, onun algılayamayacağı yerde olduğunu, gerçek bilincin var olmayanı
algılayabilmek anlamına geldiğini söylüyor, bunu kavrayamamasını da, onun kendi
varoluşunun kötü, bilincinin güçsüz olduğunun kanıtı olarak öne sürüyorlar.
“İnsanın ruhuyla bedeni arasındaki
ayrılmanın ürünü olarak, “Ölüm Ahlâkı” öğretmenleriniz de iki türlüdür. Bunlar bedenin mistikleriyle, ruhun mistikleridir. Buna maneviyatçılarla materyalistler denmektedir.
BİRİ VAROLUŞSUZ BİLİNÇLİLİĞE, DİĞERİ DE BİLİNÇLENMESİZ VAROLUŞA
İNANMAKTADIR. Her ikisi de aklınızı teslim etmenizi ister. Biri aklınızı
onların kendi vahiylerine teslim olmaya çağırırken, diğeri de, reflekslere
teslim olmaya davet eder. Birbirleriyle hasım olduklarını ne kadar haykırsalar,
ne kadar düşmanmış gibi görünmeye çalışsalar da, aslında ikisinin hem ahlâkî kodu
hem de nihaî amacı birbirine benzemektedir. Materyalistler
insanın vücudunun köleleştirilmesi peşindedir, maneviyatçılar da aklını
mahvetmeye çalışmaktadır.
“Maneviyatın
mistikleri, iyiliğin Tanrı olduğunu söyler, onun da tek tanımı olarak, insanın
algılayamayacağı bir varlıktır derler. Bu tanım, insanın bilincini geçersiz
kılmakta, varoluş kavramlarını da hiçe indirmektedir.
Bedenin
mistikleri
de iyinin, Toplum olduğunu söyler, onu fiziksel biçimi olmayan bir organizma
olarak tarif eder, bu süper-varlığın herhangi bir kimsenin içinde olmayıp,
genelde sizden başka herkesin içinde olduğunu iddia ederler.
Ruhun
mistikleri,
insan aklının Tanrı’nın iradesine boyun eğmesini ister. Bedenin mistikleriyse,
insan aklının toplumun iradesine boyun eğmesini ister.
Ruh mistiklerine göre, insanın değer
standardı Tanrı’yı memnun etmektir, Tanrı’nın standardlarıysa insanın anlama
gücünün ötesindedir ve iman gereği kabul edilmek zorundadır.
Bedenin mistiklerine göre, insanın değer
standardı Toplum’u memnun etmektir; onun standardlarına gelince, onlar insanın
yargılama hakkına sahip olmadığı şeylerdir ve aksiyom olarak kabul edilmek
zorundadır.
Her
ikisinin bir ağızdan söylediği şey, insanın hayat amacının zombiye dönüşmek,
bilmediği bir amaca doğru, sorgulamadığı nedenlerle sürüklenmek olduğudur.
Ödülü, ruh mistiklerine göre mezardan sonra verilecektir, beden mistiklerine
göreyse dünyadayken ama torunlarının torunlarına verilecektir.
“Yine
ikisi bir ağızdan, bencilliğin insandaki en büyük kötülük olduğunu
söylemektedir, iyilik için insanın kişisel arzulardan vazgeçmesi, kendini inkâr
etmesi, silmesi, teslim olması gerektiğini ileri sürmektedirler, yani insanın
iyiliği, yaşamakta olduğu hayattan vazgeçmektir. İkisi bir ağızdan, ahlâkın
esasının fedakârlık olduğunu, insanın ulaşabileceği en yüksek değerin bu
olduğunu haykırmaktadır.
“Şu
anda sesim kimlere ulaşıyorsa, katil adam olmayıp “KURBAN ADAM” olanlara
sesleniyorum. Size aklınızın ölüm yatağından, içinde boğulmakta olduğunuz
karanlığın kıyısından sesleniyorum. Eğer içinizde hala o zayıf kıvılcımlara
sarılıp mücadele edebilecek güç kalmışsa, eski kimliğinizden biraz bir şey
kalmışsa, onu şimdi kullanın. Sizi mahveden
kelime ‘fedakârlık’ kelimesidir. Son gücünüzü, o kelimenin anlamını kavramaya
harcayın. Hala sağsınız. Bir
şansınız var.
“FEDAKÂRLIK; değersiz şeyleri reddetmek değil,
değerli şeyleri reddetmektir. İyinin hatırı için kötüyü reddetmeye fedakârlık
denmez; kötünün hatırı için iyiyi reddetmektir fedakârlık. ‘Fedakârlık’ değer
verdiğiniz bir şeyi, değer vermediğiniz bir şey için reddetmektir.
“Bir
sent verip karşılığında bir dolar alırsanız, o fedakârlık değildir, ama doları
verip karşılığında sent alırsanız, o fedakârlıktır. Yıllarca mücadele
ettikten sonra istediğiniz kariyere başlarsanız, ona fedakârlık denmez, ama o
kariyerden, bir rakip için vazgeçerseniz, ona fedakârlık denir. Bir şişe
sütünüz varsa, onu açlıktan ölmekte olan çocuğunuza içirirseniz, o fedakârlık değildir,
ama sütü komşunun çocuğuna verir, kendi çocuğunuzun ölmesine göz yumarsanız, o
fedakârlıktır.
“Bir
dosta yardım için para verdiğinizde, bu fedakârlık değildir. O parayı değersiz
bir yabancıya verirseniz, o fedakârlıktır. Arkadaşınıza gücünüzün yettiği kadar bir para
verdiğinizde, o fedakârlık değildir. Ona kendi rahatınızı bozacak kadar bir
para verirseniz, o tür ahlâk standardına göre, bu kısmî sevap sayılmaktadır.
Başınıza felâket getirecek kadar bir para verirseniz, işte o tam fedakârlık
sayılmaktadır.
“Tüm kişisel arzuları reddeder, hayatınızı sevdiklerinize
adarsanız, tam bir sevaba erememiş olursunuz; çünkü hala kendinize ait bir
değeri koruyor sayılırsınız, o değer de sevgidir. Ama hayatınızı rastgele
yabancılara adarsanız, o müthiş bir sevap sayılır. Birde hayatınızı nefret
ettiğiniz insanlara hizmet etmeye adarsanız ... o varabileceğiniz en büyük
sevapları getirir.
“Fedakârlık
bir değer teslimi, tam fedakârlıksa tüm değerlerin teslim edilmesidir. Tam
sevaba ermek istiyorsanız, fedakârlığınıza karşılık bir minnet
beklemeyeceksiniz. Bir övgü, bir sevgi, bir hayranlık, bir özsaygı, hattâ
iyilik yapmış olmaktan gelen gururu bile reddedeceksiniz ... bunların en hafif
bir gölgesi, sevabınızı sulandıracaktır. Eğer hayatınızı hiçbir neşenin lekelemesine
izin vermezseniz, hiçbir değer peşinde koşmazsanız, hiçbir manevî değere
yönelmez, hiçbir kazanç sağlamaya çalışmaz, hiç kâr etmek istemez, hiçbir ödüle
özenmezseniz, yani hayatınızı salt sıfıra indirgerseniz, o zaman ideal ahlâkî
mükemmelliğe ulaşmış sayılacaksınız.
“Size
manevî mükemmelliğin, insanlar için imkânsız bir şey olduğunu söylüyorlar ...
standardlar bunlar oldukça, gerçekten imkânsız olmak zorundadır. Ona
yaşadığınız sürece ulaşamazsınız, ama hayatınızın ve benliğinizin değeri, o
ideal sıfıra ne kadar yaklaştığınıza göre ölçülmek üzere ayarlanmıştır, o sıfır
da ölümdür.
“Ama
eğer ihtirassız bir boşluk olarak, çiğnenip yutulmayı bekleyen bir zerzevat
olarak işe başlarsanız, reddedecek hiçbir değeriniz, feda edecek hiçbir arzunuz
olmazsa bile, bu fedakârlık tacını kazanacağınız anlamına gelmez. İstemediğiniz
bir şeyden vazgeçmek, fedakârlık değildir. Eğer arzunuz ölmekse, hayatınızı
başkaları uğruna feda etmek, fedakârlık sayılmaz. Fedakârlık sevabına erişmek
için, yaşamayı istiyor olmalısınız, yaşamak için yanıp tutuşuyor olmalısınız,
bu dünyaya ve dünyanın size verebileceği her şeye tutkun olmalısınız ...
arzularınızı sizden uzaklaştıran her bıçağın içinizdeki bükülüşünü hissedecek,
sevginizin vücudunuzdan boşalıp gittiğini an be an yaşayacaksınız. Fedakârlık
ahlâkının size ideal olarak sunduğu yalnızca ölmek değildir; yavaş yavaş
işkenceyle ölmektir.
“Bana
sakın bunların yalnızca bu dünyadaki hayat için geçerli olduğunu söylemeyin,
ben başka hayata ilgi duymuyorum. Siz de duymuyorsunuz.
“Eğer
onurunuzun son katresini kurtarmak istiyorsanız, en iyi eylemlerinize
‘fedakârlık’ demeyin; o terim sizi ahlâk dışı kategorisine sokar. Bir anne,
kendine şapka alacağı yerde, aç çocuğuna yiyecek alırsa, bu fedakârlık
değildir. Bu kadının çocuğuna verdiği değer, şapkaya verdiğinden fazladır. Bu
ancak, şapkaya daha çok değer veren, çocuğun açlıktan ölmemesini yalnızca görev
duygusuyla sağlayan türdeki anne için fedakârlık sayılabilir. Bir insan kendi özgürlüğü için mücadele ederken ölürse,
bu da fedakârlık değildir. O kişi, köle olarak yaşamaya razı değildir. Bu
hareket de ancak köle olarak yaşamaya razı olan kişi için fedakârlık sayılır. Bir insan inançlarını satmayı reddediyorsa, yaptığı
şey fedakârlık değildir, meğer ki zaten inançları olmayan biri olsun.
“Fedakârlık
ancak feda edecek bir şeyi olmayanlar için uygun olabilir ... değerleri de,
standardları da, yargıları da olmayanlar için. Arzuları mantıksız kaprislerden
doğan, körü körüne ortaya çıkan ve kolayca vazgeçilen şeylerden oluşanlar için.
Ahlâkî seviyeye sahip, arzuları rasyonel değerlerden doğan kişiler için
fedakârlık, doğrunun yanlışa teslim olması, iyinin kötüye teslim olması
demektir.
“Fedakârlık
inancı, ahlâk dışının ahlâkıdır ... insanlara iyiliklerle ya da değerlerle
ilgili kişisel çıkarlarını açıklayamayacağını itiraf ederek zaten kendi
iflâsını ilan etmiştir. İnsanların ruhlarının bir yozlaşmışlık lağımı olduğunu,
onlara onu feda etmenin öğretilmesi gerektiğini savunmaktadır. İnsanlara iyi
olmayı öğretemediğini, onları yalnızca sürekli cezalara mahkûm etmek zorunda
kaldığını zaten kendisi itiraf etmektedir.
“Acaba sisli bir stüpor (uyuşukluk) durumunda,
ahlâk düzeninin sizden feda etmenizi istediği şeyin yalnızca maddesel değerler
olduğunu mu düşünüyorsunuz?
Peki sizce maddesel değerler nedir?
Maddenin kendi başına değeri olamaz, insan,
ancak İnsanî arzuları tatmin ettiği ölçüde değer kazanır. Madde yalnızca İnsanî
değerlerin bir aracıdır. İyiliklerinizin ürettiği maddesel araçları hangi
hizmetlere harcamanız istendi?
Sizin kötü diye nitelediğiniz şeye mi?
Paylaşmadığınız bir ilkeye mi?
Saygı duymadığınız bir insana mı?
Kendi amacınıza ters bir amacın elde
edilmesine mi?
Eğer öyle değilse, armağanınız, fedakârlık
değeri kazanmayacaktır.
“Ahlâk
düzeniniz size, maddesel dünyayı reddetmenizi, değerlerinizi maddelerden
ayırmanızı söylüyor. Değerleri maddesel formda ifade bulmayan bir insanın
varlığı da ideallerine bağlı değildir. Eylemleri inançlarına ters düşer, o kişi
ufacık bir hipokrit olup çıkar ... ama sizin ahlâk düzeninize itaat eden odur,
değerlerini maddeden ayırmış olan da odur. Bir kadını sevip başka kadınla
yatan adam, bir işçinin yeteneklerine hayran kalıp, işe başka işçiyi alan adam,
bir davaya inandığını söyleyip, parasını başka bir davayı desteklemek üzere
bağışlayan adam, zenaatta yüksek standardları benimseyip, sonra çabasını eften
püften ürünler üretmeye harcayan adam ... işte maddeyi reddedenler bunlardır. Bunlar
ruhlarının değerinin maddesel gerçeğe dönüşemeyeceğine inanan insanlardır.
“Şimdi
bana, bu adamların reddettiği şeyin ruh olduğunu mu söyleyeceksiniz?
Evet,
tabiî. Biri olmadan öteki olamaz. Hepiniz maddeyle bilincin ayrılmaz bir
bileşimisiniz. Bilincinizden vazgeçtiğiniz anda hayvanlaşırsınız, bedeninizden
vazgeçtiğiniz anda sahteleşirsiniz. Maddî dünyadan vazgeçen, onu kötülüğe
teslim etmiş demektir.
“Zaten
sizin ahlâk düzeninizin asıl amacı da budur, o kod sizden bu görevi
beklemektedir. Zevk almadığınız şeylere verin, hayranlık duymadığınız
şeylere hizmet edin, kötü savdığınız şeylere teslim olun ... dünyayı
başkalarının değerlerine teslim edin, kendi benliğinizi inkâr edin, reddedin,
silin. Benliğiniz sizin aklınızdır. Ondan vazgeçtiğiniz anda bir yumak ete
dönüşürsünüz, her yamyamın yalayıp yutmasına hazır olursunuz.
“Sizden teslim etmenizi istedikleri şey aklınızdır. Fedakârlık inancını övüp duranlar, mevkileri,
niyetleri ne olursa olsun, bunu sizden, ister ruhunuz, ister vücudunuz için
istiyor olsun, size ister cennette bir hayatı, ister bu dünyada karnınızı
doyurmayı vaadetsin, amaç aynıdır.
Söze, kişinin, ‘KENDİ ARZULARININ
PEŞİNDE KOŞMASI BENCİLLİKTİR, ONLARI BAŞKALARININ İSTEKLERİNE FEDA ETMELİSİN,’ diye
başlayanlar, sonunda da, ‘İNANÇLARINA BAĞLI KALMAK BENCİLLİKTİR, ONLARI DA
BAŞKALARININ İNANÇLARINA FEDA ETMEN GEREK,’ diye bitireceklerdir.
(Diyalogçuluk)
“Şu
kadarı doğrudur: En bencil şey, özgür bir aklın
kendininkinden yüksek bir otorite tanımaması, kendi gerçeklik yargılarından
daha yüksek bir değer tanımamasıdır. Sizden entelektüel tutarlılığınızı,
mantığınızı, doğruluk standardınızı feda etmeniz, en büyük iyiliği en çok sayıda
kişinin yararlanması sayan bir “FAHİŞE HALİNE GELMENİZ” isteniyor.
“Eğer
bu düzen içinde yolunuzu ararken, ‘İyi nedir?’ sorusuna cevap bulmaya
çalışırsanız, tek bulabileceğiniz cevap, ‘Başkalarının iyiliği’ olacaktır. İyi,
başkaları ne istiyorsa odur, siz onların ne istediğini sanıyorsanız odur,
ya da onların ne istemesi gerektiğini sanıyorsanız odur. ‘Başkalarının
iyiliği’ sihirli bir formüldür, her şeyi altına çevirir. Herhangi bir
eylem için fümigatör (dezenfekte aleti) olarak kullanılabilir, hattâ bir kıtayı
katletmek için bile bundan yararlanılabilir. Sizin değer standardınız, bir
amaç değildir, bir eylem değildir, bir ilke değildir, yalnızca bir niyettir.
Hiçbir kanıta, mantığa, başarıya ihtiyacınız yoktur, aslında başkalarının
iyiliğini sağlamak zorunda bile değilsiniz. Yalnızca niyetinizin kendi
iyiliğiniz değil, başkalarının iyiliği olduğunu bilmeniz yeter. İyinin tek
tanımı olarak olumsuzu kullanabilirsiniz: İyi demek, benim için iyi olmayan şey
demektir.
“Sizin
kodunuz, ebedî, absolü (mutlak), objektif ahlâkî değerleri savunduğunu iddia
edip, şartlılığı, izafîliği, sübjektifi reddeddiğini söyleyerek övünür ... ama
sizin kodunuz, absolü dediği noktada şu ahlâkî davranışı önerir: Kendin
istiyorsan, o kötüdür; başkaları istiyorsa, o iyidir; eyleminin niyeti kendi
yararınsa, yapma; başkalarının yararıysa, o zaman her şeyi yapabilirsin.
“Bu çift eklemli, çifte standardlı ahlâk
sizi ikiye bölerken, insanlığı da iki düşman kampa bölmektedir: BİRİ
SİZSİNİZ, ÖBÜRÜ DE GERİ KALAN İNSANLAR. İstemeye, yaşamaya hakkı olmayan,
tek dışlanan sizsiniz. Tek hizmetkâr sizsiniz, diğerleri hep efendi. Tek verici sizsiniz, diğerleri hep alıcı, siz ebedî
borçlusunuz, ötekiler hep alacaklı ... ve o borç ödemekle bitmez. Onların sizden fedakârlık isteme hakkını
sorgulayamazsınız, isteklerini, ihtiyaçlarını sorgulayamazsınız; o hak onlara
yine bir olumsuzla verilmiştir, onların siz olmayışından kaynaklanmaktadır.
“İÇİNİZDEN
SORU SORANLAR ÇIKTIĞINDA, DÜZENİNİZ SİZE BİR TESELLİ ÖDÜLÜYLE BİR BUBİ TUZAĞI
HAZIRLAMIŞTIR. Sizin kendi mutluluğunuz için, demektedir. Başkalarının mutluluğuna, bu yüzden hizmet etmelisin.
Mutlu olmanın tek yolu, onu başkalarının mutluluğuna feda etmektir, refahın tek
yolu onu başkalarının servetine teslim etmektir, hayatınızı korumanın tek yolu,
sizden başka herkesi korumaktır ... eğer bu süreçte mutluluğu bulamıyorsanız, o
da sizin kendi suçunuzdur, kötü olduğunuzun kanıtıdır. İyi olsaydınız, başkalarına ziyafet verirken
mutlu olurdunuz, gururunuzu da onların size fırlattıklarına razı olacak düzeye
indirirdiniz.
“Siz,
hiçbir özsaygı standardı olmayanlar, suçu kabul ediyor, soru sorma
cesaretini göstermiyorsunuz. Ama aslında kabullenilmeyen cevabı
biliyorsunuz. Gördüğünüzü görmemiş gibi yapmak, dünyanızı hangi gizli düzenin
yönettiğini bilmezden gelmek. Bunu biliyorsunuz. Açık bir ikrar olarak değil,
içinizdeki karanlık bir tedirginlik olarak biliyorsunuz, bu arada suçlu suçlu
hileler yaparak, adı anılmayacak kadar kötü bir ilkeyi istemeye istemeye
uygulayarak geçip gidiyorsunuz.
“Ben
kazanılmamış şeyi kabul etmeyen biri olarak, ne değeri ne de suçluluğu hak
etmedikçe kabullenmeyen biri olarak, hep kaçındığınız soruyu size sormak için
buradayım.
Neden
kendinizin değil de başkalarının mutluluğuna hizmet etmek ahlâka uygun hareket
etmek oluyor?
Eğer zevk
almak bir değerse, neden başkaları zevk alınca bu ahlâka uygun oluyor da, siz
zevk alınca ahlâksızlık oluyor?
Eğer pasta
yemek bir değerse, neden sizin midenizdeyken ahlâksızlık oluyor da,
başkalarının midesindeyken ahlâklı oluyor?
Neden sizin arzunuz
kötü de başkalarınınki iyi?
Ürettiğiniz
bir şeyi muhafaza etmek neden kötü de onu başkalarına vermek iyi?
Ayrıca sizin o
şeyi saklamanız ahlâksızlıksa, verdiğiniz zaman başkalarının kabul etmesi neden
ahlâksızlık olmuyor?
Verirken siz
bencillikten, kötülükten uzaklaşıyorsunuz da, onlar alırken bencil ve kötü
olmuyorlar mı?
Sevaba girmek,
günahlara hizmet anlamına mı gelir?
İyilerin
ahlâkî amacı, kendilerini kötüler uğruna yok etmek midir?
“KAÇINDIĞINIZ
CEVAP, O CANAVARCA CEVAP BELLİ: Hayır, alanlar kötü değil, yeter ki
verdiğiniz şeyi hak etmiş olmasınlar. Eğer onu kendileri üretemiyorlarsa, hak
edemiyorlarsa, karşılığında size bir şey veremiyorlarsa, o zaman o verdiğinizi
kabul etmekle ahlâksız olmuyorlar. Onu alıp zevkini çıkarabilirler, yeter ki
bunu almaya hakları olmasın.
“İşte
sizin inancınızın gizli çekirdeği bu.
ÇİFTE STANDARDINIZIN ÖBÜR YARISI ŞÖYLE: kendi
çabanızla yaşamak ahlâksızlık olurken, başkalarının çabasından geçinmek
ahlâklılık oluyor. Kendi ürettiğinizi tüketmek ahlâksızlık, ama
başkalarının ürettiğini alıp tüketmek ahlâka uygun. KAZANMAK AHLÂKSIZLIK, AMA ASALAKLIK
AHLÂKLI. Üreticilerimizin var oluşunu haklı gösteren şey, asalakların
varlığı. Ama asalakların varlığı kendi başına bir amaç. Başarıdan kâr elde eden
ahlâksız, ama fedakârlıktan kâr elde eden ahlâklı. Kendi mutluluğunuzu yaratmak
kötü, ama başkalarının kanı pahasına keyif sürmek, iyi.
“Sizin
kodunuz insanları iki kasta ayırıyor ve onlara zıt kurallarla yaşamalarını
emrediyor:
Her
şeyi arzu edebilenlerle hiçbir şeyi arzu edemeyenler, seçilmişlerle
lanetlenmişler, biniciler ve taşıyıcılar, yutanlar ve yutulanlar.
Sizin
kastınızı hangi standart belirliyor?
Sizi
ahlâkî seçkinler arasına sokan anahtar nedir?
O
ANAHTAR, DEĞERSİZLİKTİR.
“Değer
denilen şey neleri içermiş olursa olsun, sizin ona sahip olmayışınız, sahip
olanlar üzerinde size bazı haklar sağlıyor. Ödüllerden pay alma hakkınız,
ihtiyacınızdan kaynaklanıyor. Eğer kendi ihtiyacınızı kendiniz
giderebiliyorsanız, yeteneğiniz o ihtiyaçı tatmin etmenizi yasaklıyor. Ama
cevap veremediğiniz bir ihtiyaç, size insanların hayatı üzerinde öncelik hakkı
tanıyor.
“EĞER BAŞARILIYSANIZ, BAŞARAMAYAN HER KİŞİ SİZİN EFENDİNİZ
OLUYOR; BAŞARISIZLIĞA UĞRARSANIZ, BAŞARAN HER KİŞİ SİZİN KÖLENİZDİR. Başarısızlığınız adil olsun ya da olmasın,
istekleriniz rasyonel olsun ya da olmasın, uğradığınız bahtsızlıklar hak
edilmiş olsun ya da olmasın, size ödüllerde hak tanıyan şey o bahtsızlıklardır.
Acıdır ... niteliği ve nedeni ne olursa olsun, birinci derecede absolü olan şey
acıdır ... size varoluş üzerinde ipotek hakkı taşıyan odur.
“Eğer
acınızı kendi çabanızla giderirseniz, size hiçbir ahlâkî kredi tanınmaz. Sizin
düzeniniz buna bencil çıkar gözüyle bakar. Hangi değeri elde etmeye çalışıyor
olursanız olun, o değer ister servet, ister yiyecek, ister aşk, ister hak
olsun, onu kendiniz elde edebiliyorsanız, sizin düzeniniz bunu ahlâkî bir
edinim saymıyor. Hiç kimsenin kaybına yol açmamışsınız, söz konusu olan bir
sadaka değil, bir alışveriştir, bir fedakârlık değil, bir ödemedir. Hak
edilmişler bencillik alanına giriyor, karşılıklı kârların ticarî alanında yer
alıyor. Ancak hak edilmemişler ahlâkî değiş-tokuş sayılıyor, onun da anlamı,
bir taraf kazanırken diğerinin mahvolmasıdır. Değerleriniz için ödül beklemek
bencillik ve ahlâksızlık, ama talebinizi ahlâklı bir hak haline dönüştüren şey
sizin değersizliğiniz.
“İhtiyacı
bir talep olarak gören ahlâk düzeni, kendine standart olarak boşluğu, yokluğu
benimsemiş demektir. Bir yokluğu, bir kusuru ödüllendirmektedir. Zaafı,
yetersizliği, beceriksizliği, acı çekmeyi, hastalığı, felâketi, hatayı, kusuru;
yani sıfırı.
“Bu
talepleri ödeyecek hesapları kim sağlıyor? SIFIR OLMADIKLARI İÇİN
LÂNETLENENLER. Onların her biri, ileri sürülen idealden ne kadar uzaklarsa,
o kadar katkıda bulunuyor hesaba. Tüm değerler iyiliklerin ürünü olduğuna göre,
sizin iyi eylemleriniz de cezanıza temel oluşturuyor, buna karşılık
kusurlarınız, kazancınızın ölçüsü oluyor. Sizin düzeniniz, rasyonel insanın
kendini mantıksızlar uğruna feda etmesini, bağımsızın asalaklara feda
edilmesini, dürüstün dürüst olmayana, adil olanın olmayana, üretici insanın
hırsız talancılara, tutarlı kişinin kaypaklara, özsaygılı olanın da burnunu
çekip duran nörotiklere feda edilmesini talep ediyor.
Çevrenizde
gördüklerinizin gaddarlıklarına mı şaşıyorsunuz?
Esas
değerlere ulaşmış olan insan sizin ahlâk düzeninizi kabul etmez; düzeni kabul
eden de bu değerlere ulaşamaz.
“FEDAKÂRLIK AHLÂKINDA İLK FEDA ETTİĞİNİZ ŞEY AHLÂK, İKİNCİSİ
DE ÖZSAYGIDIR. İhtiyacı bir standart haline getirince, her insan hem
kurban hem de asalak durumuna düşer. Kurban rolünde, çalışıp çabalayıp
başkalarının ihtiyaçlarını karşılamak zorundadır, kendini de tüm ihtiyaçları
başkaları tarafından karşılanacak bir asalak durumuna düşürmektedir. Diğer
insan kardeşlerine ancak iki utanç verici rolde yaklaşabilir, ya dilenci
olacaktır ya da kan emici.
“Cebinde
sizinkinden bir dolar eksik parası olan adamdan korkarsınız. O dolarınız onun
hakkı sayılır. O adam sizin kendinizi ahlâksız gibi hissetmenize yol açar. Sizden
bir dolar fazla parası olandan da nefret edersiniz. O dolar sizin hakkınızdır.
Bu adam sizin içinizde, ahlâken kandırılmışlık duygusu uyandırır. Altta ki adam
sizin suçluluk duygunuzun kaynağı, üsttekiyse çaresizliğinizin nedenidir. Neyi
teslim edip neyi isteyeceğinizi, neyi verip neyi kapacağınızı, hangi zevklerin
sizin hakkınız olduğunu, hangi borçların hala ödenmemiş olduğunu bilemez duruma
düşersiniz. Benimsediğiniz ahlâk standardına göre hayatınızın her anında suçlu
olmayı kabul etmiş olduğunuz gerçeğini ‘teori’ diye geçiştirme
mücadelesi verirsiniz. Yuttuğunuz her lokmaya sizden daha fazla ihtiyaç
duyan biri, dünyanın bir yerlerinde mutlaka vardır. Sonunda sorunu kör bir
güceniklik duygusu içinde bir kenara kaldırır, ahlâkî mükemmelliğin mümkün olmadığına,
istenmemesi gerektiğine karar verirsiniz, önünüze çıkanı görmezden gelerek
yolunuza devam etmeye, gençlerin gözlerine bakmamaya razı olursunuz. O
gözlerde, özsaygının var olabileceği umudu sönmemiştir, sizden de bunu bekliyor
gibi bakmaktadırlar. Ruhunuzun içinde artakalmış tek şey suçluluktur,
yanınızdan geçerken sizin gözlerinize bakamayan diğer insanlar için de durum
aynıdır.
Bu ahlâk düzeninin
dünyada kardeşliği kuramamasının, insanın insana iyi davranmasını
sağlayamamasının sebeplerini mi merak ediyorsunuz?
“Sizin
düzeninizin savunduğu fedakârlık, gidermeye çalıştığı yozluktan daha yoz. Size
fedakârlığınızın amacının sevgi olduğunu söylüyor ... yani her insana karşı
hissetmeniz gereken sevgi. Manevî
değerlerin maddi değerlerden daha yüce olduğunu savunan bu ahlâk, vücudunu her
erkeğe ayrımsız veren fahişeyi kınayan bu ahlâk, sizden herkesi ayrımsız
sevmenizi talep ediyor.
“Sebepsiz
servet nasıl olamazsa, sebepsiz sevgi de, hattâ sebepsiz başka türlü duygu da
olamaz. Duygu, bir oluşa, bir gerçeğe cevaptır, sizin standartlarımızı dikte
ettiği bir değerlendirmedir. Sevmek, değer vermek demektir. Değer
ölçmeden değer vermenin mümkün olduğunu, değersiz bulduğunuzu sevmenin mümkün
olduğunu söyleyen adam, size üretmeden tüketerek zenginleşmenin mümkün
olduğunu, kâğıt paranın altın kadar değerli olduğunu söyleyen adamın ta
kendisidir.
“Bu
kişinin size sebepsiz korku hissettirme peşinde olmadığını da gözden
kaçırmayın. Onun türündeki insanlar yönetimi ele geçirince, türlü korku ve
terör salma yöntemlerine yönelirler, korku duymanız için yeterince sebep
yaratırlar, çünkü sizi korkuyla yönetmek isterler. Ama iş sevgiye, duyguların
en yücesine geldiğinde, sebepsiz sevgi hissedemiyorsanız sizi ahlâksızlıkla
suçlayıp avaz avaz bağırmalarına izin verirsiniz. Bir insan sebepsiz korku hissediyorsa, onu psikiyatriste
götürürsünüz; ama sevginin anlamını, doğasını ve gururunu koruma konusunda o
kadar dikkatli değilsiniz.
“SEVGİ,
kişinin değerlerinin ifadesidir, kişiliğinizde ve karakterinizde
edinebildiğiniz ahlâkî niteliklerden ötürü size verilen en büyük ödüldür;
kişinin bir başkasının değerleri karşısında duyduğu zevkin duygusal bedelidir.
Sizin ahlâk düzeniniz, sevginizi değerlerden ayırmanızı, onu her serseriye
sunmanızı, hem de değeri karşılığında değil, ihtiyaçları karşılığında sunmanızı
istiyor. Bir ödül olarak değil, bir sadaka olarak, değerlerine karşılık bir
ödeme olarak değil, günahlarına karşılık meblâğı yazılmamış bir çek olarak
sunmanızı istiyor. Sizin ahlâk düzeniniz, sevginin amacının sizi tüm ahlâkî
bağlardan kurtarıp özgürleştirmek olduğunu söylüyor, sevginin ahlâkî
yargılamadan azade olduğunu ileri sürüyor, gerçek sevginin bağışlamak olduğunu,
her türlü kötülükten daha uzun ömürlü olduğunu, sevgi ne kadar büyükse,
aşabildiği ve sevebildiği günahların ve yozlukların da o kadar büyük
olabileceğini iddia ediyor. Bir insanı değerleri için sevmek sıradan ve insanîdir,
diyor size. Ama onu kusurları için sevmek, İlâhîdir. Sevmeye değecek
kişileri sevmek bencil çıkarlar doğrultusunda hareket etmektir, sevmeye
değmeyenleri sevmek ise fedakârlıktır, diyor. Hak etmeyenlere sevginizi vermek
sizin borcunuz ... ne kadar az hak ederlerse, onlara o kadar çok sevgi
borçlusunuz. Bir obje ne kadar iğrençse, sizin sevabınız o kadar soylu oluyor.
Sevginizi ne kadar ayrımsız ve seçimsiz dağıtıyorsanız, sevabınız o kadar
büyüyor. Sonunda ruhunuzu, bir çöp yığını haline dönüştürebilirseniz, manevî
değerlere değer vermekten vazgeçebilirseniz, o zaman ahlâkî mükemmellik
düzeyine ulaşmış sayılıyorsunuz.
“İşte
fedakârlık ahlâkı dediğiniz düzen budur, size sunduğu ikiz idealler de
şöyledir: Vücudunuzun yaşamını insan silolarına benzer biçimde yeniden
oluşturmanız, ruhunuzun yaşamını çöplük haline dönüştürmeniz.
“Amacınız
zaten buydu, artık ona ulaşmış durumdasınız.
Şimdi
neden sızlanıyor, insanın yetersizliğinden, İnsanî umutların boşluğundan
yakınıyorsunuz?
Yıkım
peşinde koşmakla zenginleşemediğinizi gördüğünüz için mi?
Acıya
tapmakla zevke ulaşamadığınızı anladığınız için mi?
Ölümü
Standart değeriniz haline getirerek yaşayamayacağınızı fark ettiğiniz için mi?
“Yaşayabilme
yeteneğinizin derecesi, sizin o ahlâk düzeninizden ayrıldığınız ölçüdedir. Ama
yine de, o düzeni vaaz edip duranları, insanlığın dostları saymayı
sürdürüyorsunuz, kendinizi lanetliyor, ama onların niyetlerini ve amaçlarını
hiç sorgulamıyorsunuz. Şimdi, son fırsatınızla karşı karşıya olduğunuz şu anda,
dönüp onlara şöyle bir bakın ... ve eğer yok olmaya karar verecekseniz, bunu da
bari, düşmanın hayatınıza ne kadar ucuz bir değer biçtiğini bilerek yapın.
“Fedakârlık
vaazı veren her iki ekolün mistikleri, yaranıza saldıran mikroplardan
farksızdır, o yara da aklınıza güvenmekten korkmanızdır. Onlar size, ellerinde
akıldan üstün bir bilgi yolu bulunduğunu, mantıktan üstün bir bilinç modeli
bulunduğunu söylüyor ... sanki onlara gizli tüyoları veren bir evren
bürokratıyla ilişkileri varmış gibi. Maneviyat mistikleri, sizlerde var olmayan
bir fazla duyuya sahip olduklarım ileri sürüyor. Bu özel altıncı duyu, ilk beş
duyunuzdan gelen tüm bilgileri inkâr etmekten oluşuyor. Bedenin mistikleriyse
herhangi bir duyu dışı algıdan söz etmiyor; yalnızca duyularınızın geçerli
olmadığını ileri sürüyor, kendi bilgeliklerinin, müphem bir yöntemle sizin
körlüğünüzü algılamak olduğunu söylüyorlar. Her iki grup da sizden bilincinizi
geçersiz kılıp kendinizi onlara teslim etmenizi istiyor. Kendi üstün
bilgilerinin kanıtı olarak size, bildiğiniz her şeyin tersini sunuyorlar,
varoluşla başa çıkmadaki üstün yeteneklerinin kanıtı olarak da, sizi sefalete,
kendinizi feda etmeye, açlığa ve yıkıma sürüklemiş olduklarını gösteriyorlar.
“Dünyadaki
varlığınızdan daha üstün bir varoluşun biçimini bulmuş olduklarını iddia
ediyorlar. Maneviyat mistikleri buna ‘ÖTEKİ
BOYUT’ deyip diğer boyutları inkâr ediyorlar, bedenin mistikleri ise buna ‘GELECEK’
diyor ve bugünü inkâr ediyorlar. Var
olmak, bir kişiliğe sahip olmaktır. Onlar kendi üstün alanlarına hangi kimliği
ve kişiliği atfedebiliyorlar?
Sürekli
olarak oraya nelerin dahil olmadığını söyleyip duruyorlar, ama aslında nasıl
bir şey olduğunu söylemiyorlar. Verdikleri tüm tanımlar olumsuzluklarla dolu. Tanrı,
insan aklının bilemeyeceği bir varlıktır diyorlar, sonra da bunu bilgi olarak
kabul etmenizi istiyorlar. Tanrı, insan değildir, cennet, dünya değildir,
ruh vücutsuzdur, sevap kârın yokluğudur. Yani A, A değildir, algılar
duyulardan kaynaklanmaz, bilgi mantığın yokluğudur. Onların tanımları
tanımlama değil, silme savılır.
“Sıfırın
kimlik standardı olduğu bir evreni ancak bir sülüğün metafiziğinde
bulabilirsiniz. Sülük kendi doğasını isimlendirme gereğinden kaçınmak
isteyecektir ... Kendi özel evrenini üzerine kurguladığı maddenin kan olduğunu
bilmek istemeyecektir.
“Peki,
uğrunda var olan dünyayı feda etmek istedikleri o üstün dünyanın doğası nedir?
Maneviyat mistikleri
maddeye lanetler yağdırıyor; bedenin mistikleri de kâr kavramına.
Birinci
grup insanın dünyayı inkâr ederek yararlanmasını isterken, ikinci grup insanın
tüm kârları reddederek dünyaya mirasçı olmasını istiyor.
Onların
madde-dışı, kâr-dışı dünyaları, süt ve kahve derelerinin aktığı, emredildikçe
kayalarından şarapların fışkırdığı, bulutlardan üstlerine pastaların döküldüğü,
yalnız ağızlarını açmalarının yeterli olduğu bir dünya. Bugünün materyalist,
kâr peşinde koşan dünyasında, insanı bir mil uzağa taşıyabilecek demiryolunu
kurabilmek, pek çok zekâyı, tutarlılığı, enerjiyi ve beceriyi gerektirmektedir.
Onların materyalist olmayan, kârdışı dünyasındaysa canları istedikçe bir
gezegenden ötekine yolculuk yapabileceklerdir. Dürüst biri çıkıp da onlara, ‘Nasıl?’
diye sorarsa, gücenmiş gibi davranır, ‘nasıl’ın banal (sıradan) realistlere
göre bir kavram olduğunu, üstün ruhların buna, ‘Bir şekilde’ diye cevap
vereceğini söylerler. Maddeyle ve kârla sınırlı olan bir evrende, ödüller
düşünceyle kazanılır; bu tür kısıtlamalardan kurtulmuş bir evrendeyse,
ödüllere, istemekle ulaşılabilir.
“İşte
onların o derme çatma sırrı da bundan ibarettir. Tüm esoterik felsefelerinin,
tüm diyalektiklerinin ve süper-duygularının, kaçamak bakışlı gözlerinin ve
uğuldayan kelimelerinin sırrı budur. Uğrunda uygarlıkları, lisanları,
sanayileri, hayatları yıktıkları, kendi gözlerini, kulak zarlarını deldikleri,
duyularını sindirip akıllarını boşalttıkları sır budur. Mantığın, aklın,
maddenin, varoluşun ve gerçeğin absolülerini bu uğurda eritmektedirler.
Hepsinin amacı, o plastik sisin üzerine bir tek kutsal absolü (Mutlak, salt) dikmektir:
KENDİ İSTEKLERİ.
“Kurtulmaya
çalıştıkları sınırlama, kimlik kanunudur. Aradıkları özgürlük ise, ne kadar patırtı
ederlerse etsinler, A’nın yine de A olarak kalacağı gerçeğinden kurtulmaktır.
Yani ne kadar acıkmış olurlarsa olsunlar, dereler onlara süt getirmeyecek,
sular tepenin yamacından yukarıya doğru akmayacak ve bundan beklenebilecek
yararları sağlamayacak, o suları gökdelenlerin tepesine çıkarmak istiyorlarsa
bunu ancak düşünce ve emek sonucu yapabileceklerdir. O sürecin içinde bir
santim boyundaki boru bile bir önem taşırken, onların duygularının hiçbir
ehemmiyeti yoktur, çünkü duyguları evrendeki bir toz zerresinin bile yerini
değiştiremeyeceği gibi, onların yaptığı herhangi bir hareketin niteliğini de
değiştiremez.
“Size
insanoğlunun duyularını kullandığında gerçeği çarpılmamış biçimde
göremeyeceğini söyleyenler, aslında kendilerinin bir gerçeği çarpılmamış
biçimde görmeyi istemediklerini söylemektedirler. ‘Olduğu gibi durum’,
aklınızla algıladığınızdır; mantığı denklemden çekip çıkardığınızda, ‘canınızın
istediğini’ görebilirsiniz.
“Mantığa
karşı geçerli bir itiraz olamaz ... onların inancının bir bölümünü kabul
ettiğiniz anda, mantığınızın yapmanıza izin vermediği bir şeyin yanınıza kâr
kalmasını istiyorsunuz demektir. Kurtulmaya çalıştığınız şey, servetinizi
çalarak elde ettinizse bir sahtekâr olduğunuz, ne kadar sadaka dağıtıp dualar
etseniz de bundan kurtulamayacağınızdır.
EĞER
GECEYİ SOKAK KADINLARIYLA YATARAK GEÇİRDİNİZSE, DEĞERLİ BİR KOCA DEĞİLSİNİZ ...
ERTESİ SABAH KARINIZA NE BÜYÜK SEVGİ HİSSEDERSENİZ HİSSEDİN, BU GERÇEK
DEĞİŞMEZ.
Siz
bir bütünsünüz, bir kimliksiniz, evrenin içinde dolaşan parçacıkların
yapışmaksızın arasıra rastgele biraraya geldiği, hiçbir sorumluluk yüklenemeyecek
bir oluşum değilsiniz. Öylesi ancak bir çocuğun kâbusu olurdu, kişilikler
değişir, kalleşle kahraman ikide bir rol değiştirirdi. Ama siz insansınız, bir
kimliksiniz ... varsınız.
“Mistik taleplerinizin esas amacının daha
ne kadar yüce bir hayata kavuşmak olduğunu iddia ederseniz edin, kişiliğe karşı
isyân, yok oluşu istemektir. HİÇBİR ŞEY OLMAMAYI İSTEMEK, VAR OLMAMAYI
İSTEMEKTİR.
“Her
iki ekolün mistikleri olan öğretmenleriniz, kafalarında sebep-sonuç ilişkisini
tersine çevirmiş oldukları için, varoluşta da aynı şeyi yapmaya
çalışmaktadırlar. Kendi duygularını sebep saymakta, akıllarını da pasif etki
durumuna indirmektedirler. Duygularını, gerçeği anlamanın amacı savmaktadırlar.
İsteklerini birincil duruma yerleştirmekte, tüm gerçeklerin üzerine
konumlandırmaktadırlar. Dürüst bir adam, arzulayacağı şeyi tanımlamadan onu
istemez. ‘Bu şey böyledir, onu bu yüzden istiyorum,’ der. Onlarsa, ‘İSTİYORUM,
O HALDE ÖYLEDİR,’ diyorlar.
“Varoluş
ve bilinç aksiyomunu hileyle adatmak istiyorlar, bilinçlerinin varoluşu
algılama aracı değil, onu yaratma aracı olmasına çabalıyorlar, varoluş onların
bilincinin nesnesi değil, öznesi olsun istiyorlar. Kendilerine benzer
yarattıkları o Tanrı olmak istiyorlar ... evreni boşluğun içinden, iradesiyle yaratmış olan Tanrı. Ama gerçekliğe hile
yapılamaz. Elde ettikleri, arzularının tam tersi olmaktadır. Onlar
varoluşun üzerinde, tüm kuvvetleri elinde toplayan bir gücü isterken,
bilinçlerinin gücünden de olmaktadırlar. Bilmeyi reddetmekle, kendilerini
sürekli bir bilinmezin dehşetine mahkûm etmektedirler.
“Sizi
onların inancına doğru çeken o mantık dışı istekler, sizin idol diye taptığınız
o içinizdeki duygular, sunağına dünyayı kurban ettiğiniz o karanlık, tutarsız
ihtiras, Tanrı’nın sesi ya da salgı bezlerinizin emri diye kabul ettiğiniz o
güdü, sizin aklınızın cesedinden başka bir şey değildir. Mantığınızla çelişen
bir duygu, açıklayamadığınız ve kontrol edemediğiniz bir duygu, aklınıza onarma
izni vermediğiniz o bayat şeyin iskeleti olabilir ancak.
“Ne
zaman görmeyi, düşünmeyi reddetme kötülüğünü işlediyseniz, ufacık bir
isteğinizi absolü olan gerçeklikten istisna kılmaya çalıştıysanız, ne zaman
kendinize, ‘Şu çaldığım bisküvileri ya da Tanrı’nın varlığını mantığın
yargısından çıkarayım, bir tek bu kaprisim için mantıksız olayım, ondan sonra
başka her şeyde mantıklı olacağım,’ dediyseniz, bilincinizi çarpıtmış,
aklınızı yozlaştırmışsınız demektir. Aklınız o zaman, gizli bir yeraltı
dünyasından emir alan, komployla düzenlenmiş bir jüri gibi olur, yargıları
kanıtları çarpıtıp kendi dokunamadığı bir absolüye uydurmaya çalışır. Sonuçta
ortaya SANSÜRLÜ BİR GERÇEKLİK çıkar. Bu bölünmüş gerçeklikte, sizin görmek
istediğiniz bazı parçalar, görmedikleriniz arasında yüzer durur, onları
birarada tutan da, zihnin düşünceden istisna kılınmış duygularından gelen
mumyalayıcı bir sıvı olur.
“Sizin
boğmaya çalıştığınız bağlantılar, “SEBEP-SONUÇ İLİŞKİLERİ”dir. Yenmeye
çalıştığınız düşman da SEBEP-SONUÇ KANUNUdur.
Bu kanun mucizelere yer vermez. SEBEP-SONUÇ KANUNU, kişiliğin eyleme
uygulanmışıdır. Tüm eylemleri kimlikler yapar. Eyleme sebep olan ve onu
saptayan da, eyleme geçen kişiliklerin doğasıdır. Hiçbir şey kendi doğasıyla
çelişkili olamaz. Bir kimlik tarafından girişilmemiş eylem, sıfır tarafından
yapılmış olur, bu da sıfırın bir şeyi kontrol etmesi anlamına gelir. Kimlik
olmayan bir şeyin, bir kimliği kontrol altına alması, var olmayanın var olanı yönetmesi
olur ... İşte sizin öğretmenlerinizin istediği evren budur, sebepsiz eylem
doktrininin sebebi budur, mantığa isyan etmelerinin mantığı budur, onların
ahlâk düzeninin, politikalarının, ekonomilerinin amacı budur, bu, onların
uğrunda mücadele ettikleri idealdir: SIFIRIN HÜKÜMRANLIĞI.
“KİMLİK KANUNU, hem pastanızı yiyip, hem de pasta
sahibi olmanıza izin vermez.
SEBEP-SONUÇ KANUNU da,
pastanız olmadan onu yemenize izin vermez.
Ama
her iki kanunu aklınızın boşluklarında boğarsanız, o zaman kendi pastanızı
bugün, benimkini de yarın yemeye hakkınız olduğunu iddia edebilir, pastaya
sahip olmadan önce onu yemek gerektiğini, hattâ pişirmeden önce yemek
gerektiğini vaaz edebilir, üretimin yolunun tüketmekle başladığını, isteyen
herkesin istediği şey üzerinde eşit hakkı olduğunu, çünkü hiçbir şeyin hiçbir
şeyden kaynaklanmadığını ileri sürebilirsiniz. Maddede sebepsizliğin
karşılığı, ruh alanında hak edilmeyen’dir.
“Sebep-sonuç
kanununa karşı ne zaman isyân etseniz, amacınız sahtelikli bir istektir, o
kanundan kurtulmayı değil, daha kötüsü, onu tersyüz etmeyi amaçlıyorsunuz
demektir. Hak edilmemiş sevgi istiyorsunuzdur ... Sanki bir etki olan sevgi
size kişisel değeri, yani sebebi verebilirmiş gibi. Hak edilmemiş hayranlık
istiyorsunuzdur ... sanki bir etki olan hayranlık, size sebebi, yani değerleri,
verebilirmiş gibi. Hak edilmemiş servet istiyorsunuzdur ... sanki bir etki olan
servet, size sebebi, yani yeteneği verebilirmiş gibi. Hep aman dilersiniz,
adalet değil ... sanki bağışlanmak, dileğinizin sebebini silebilirmiş gibi. Çirkin
küçük oyunlarınızı sürdürür, öğretmenlerinizin doktrinlerini desteklersiniz,
onlar da bu arada çığrından çıkar, bir etki olan harcamanın, bir sebep olan
zenginliği yaratabileceğini savunur; etki olan makinenin, sebep olan zekâyı
yaratabileceğini; etki olan cinsel arzunun, sebep olan felsefi değerlerinizi
yaratabileceğini savunurlar.
“Bedelini kim öder bu
âlemin?
Sebepsize kim sebep
yaratır?
Farkına varılmaksızın,
sessizce silinip yok olmaya mahkûm edilmiş kurbanlar kimlerdir?
Sizi rahatsız edebilecek
tek etkileri, çektikleri acılarla sizin hiçbir şey yokmuş gibi davranmanızı
zorlaştırmak olabilecek o kurbanlar kimlerdir?
“Bizleriz
... biz, akıllı insanlarız.
“Sizin
kaçındığınız bütün o değerlere sebep sağlayan biziz, düşünme sürecini yerine
getiren biziz. O süreç kimliği tanımlama ve sebep-sonuç bağlarını keşfetme
sürecidir. Size bilmesini, konuşmasını, üretmesini, arzu etmesini, sevmesini
biz öğrettik. Mantığı terk eden sizler ... eğer mantığa bağlı kalan bizler
olmasaydık, isteklerinize ulaşamaz, hattâ neyi isteyeceğinizi bile
bulamazdınız. Yapılmamış giysileri, üretilmemiş otomobili, icat edilmemiş
parayı bilip isteyemez, karşılık olarak var olmayan Tanrıları, bir şey
yaratmamış insanlarca yaşanmamış hayranlıkları, ancak düşünme kapasitesini
koruyanlara ait olan sevgiyi, seçmeyi, değer vermeyi öneremezdiniz.
“Balta
girmemiş ormandan fırlayan vahşiler gibi bizim New York’umuzun Beşinci
Caddesi’ne sıçrayan, sokak ışıkları kalsın ama jeneratörler gitsin diyen
sizler! Bizi yok ederken kullandığınız servet bizim servetimiz, bizi
lânetlerken kullandığınız değerler bizim değerlerimiz, aklı inkâr ederken
kullandığınız dil bizim dilimiz.
“Manevî
mistikleriniz nasıl cenneti dünyaya benzer biçimde yarattı, yalnızca bizim
varlığımızı eklemekten kaçtıysa ... ve size maddesizlikten mucizeyle oluşacak
ödüller vaadettiyse, bedenin çağdaş mistikleri de bizim varlığımızı unuttu,
size maddenin sebepsiz olarak kendi kendini biçimlendirdiği bir cennetle,
akılsız kafalarınızın arzulayacağı ödülleri vaadetti.
“Yüzyıllar
boyunca manevî mistikler varlıklarını bir korunma düzeni sayesinde sürdürdüler
... o düzen, dünyadaki hayatı dayanılmaz hale getirmek, sonra sizden avuntu ve
rahatlama karşılığında para sızdırmak, varoluşu mümkün kılacak tüm değerleri
yasaklamak, sonra sizin suçluluğunuza binerek gitmek, üretimi ve zevki günah
ilan etmek, sonra günahkârlardan şantaj parası toplamaktı. (Kilise) Biz, akıldan yana olan insanlar, onların inancının
isimsiz kurbanları durumuna düştük, oysa biz onların manevî kodunu yıkmaya,
mantık günahının lanetini taşımaya istekliydik. Onlar dileklerde bulunur,
dualar ederken, biz düşünerek hareket ettik ... ahlâkî nedenlerle suçlanıp
dışarı itildik. Yaşamak bir suç oldu, biz hayat kaçakçısı sayıldık, bu arada
onlar, maddesel açgözlülüğe kaş çatan bir ahlâkî şatafat içinde, yok olanların
ürettiği ürünleri fedakâr bir iyilikseverlikle saçıp dağıtmaya yöneldiler.
“Şimdi
artık bizi zincire vurdular, bize günahkâr kimliği bile tanımadılar, bizim var
olmadığımızı iddia eden vahşiler bize ‘ÜRETİN’ diye emir verdiler,
üretmediğimiz malları onlara sağlamadığımız takdirde, sahip olmadığımız hayatı
elimizden alma tehdidi savurdular. Şimdi bizden, demiryollarını çalıştırmayı
sürdürmemiz, kıtayı aşan bir trenin uç noktaya tam hangi dakikada varacağını
bilmemiz bekleniyor. Çelik fabrikalarını çalıştırmamız, köprülerinizin
kablolarında, sizi havada destekleyen uçaklarınızın gövdelerinde bulunan her
damla metalin moleküler yapısını bilmemiz bekleniyor ... Bu arada sizin o
iğrenç küçük mistikleriniz de dünyanın cesedini paylaşma kavgasına tutuşuyor,
lisan sayılamayacak sesler çıkararak ilke diye bir şey olmadığını, absolü diye
bir şey olmadığını, bilgi diye, akıl diye bir şey olmadığını haykırıp duruyor.
“Ağzından
çıkan sihirli sözler sayesinde gerçeği değiştirebileceğine inanan vahşiden de
daha aşağı düzeylere indiler, gerçeği ağızlarından çıkmayan kelimelerin gücüyle
değiştirebileceklerini sandılar. Burada kullandıkları sihirli alet de yine
silmekti ... Onların varlığını kabul etmediği hiçbir şeyin, o büyüyü aşıp var
olamayacağı inancına sarıldılar.
“Bir yandan çalıntı maddî servetle
beslenirken, diğer yandan da çalıntı kavramlarla akıllarını desteklediler,
dürüstlüğün, çaldığınızı kabullenmemek olduğunu ilan ettiler. Sebepleri
inkâr edip etkileri yüceltirken, bizim kavramlarımızı kullanıp, o kavramların
kökünü ve varlığını inkâr ettiler. Sınaî tesisleri inşa etmek yerine devralma
yollarını ararlarken, bir yandan da düşünmeyip, İnsanî düşünceyi devralmanın
peşine düştüler.
“Bir
fabrikayı yönetmek için makinelerin kranklarını çevirmeyi bilmenin yeterli
olduğunu savunurken, o fabrikayı kimin yarattığı konusunu sildiler ... hiç
kimlik yokmuş gibi davrandılar, hareketten başka hiçbir şeyin varlığını
istemediler, hareketin aslında hareket edecek bir şeyi gerektirdiğinin üstünde
durmadılar, kimlik olmadan hareket diye bir kavramın olamayacağını da
anlamadılar. Hak edilmemişi tüketme hakkına sahip olduklarını tekrarlayıp
dururken, o üretileni kimin üreteceğini pas geçerken, kimlik kanunu diye bir
şey olmadığını, değişimden başka hiçbir şeyin var olmadığını söylediler, ama
değişim için de değişecek bir şeyler olması, o şeylerin bir halden bir başka
hale geçmesi gerektiğini pas geçtiler. KİMLİK TANIMLANMADIKÇA, DEĞİŞİME DE İMKÂN
YOKTUR. Nasıl sanayicileri soyuyor, onların değerini inkâr ediyorlarsa, aynı
şekilde tüm varoluş üzerinde kontrol gücünü ele geçirmeye çalışıyor, ama
varoluşun varlığını inkâr ediyorlardı.
‘Biz
hiçbir şey bilmediğimizi biliyoruz,’ diye gıdaklarlarken, bilme iddiasında
bulunduklarını görmezden geldiler. ‘Absolü diye bir şey yoktur,’ derken,
bir absolü ilan etmekte olduklarını anlamadılar. ‘Var olduğunu ve bilince sahip
olduğunu kanıtlayamazsın,’ diye gıdakladılar, kanıt denilen şeyin ön
şartlarının var olmak, bilinçli olmak ve karmaşık bir bilgi zincirine sahip
olmak olduğunu unuttular. Burada bilinecek bir şeyin varlığının, onu bilecek
bir bilincin ve kanıtlanmışla kanıtlanmamış gibi kavramların arasındaki farkı
ayırt edebilen öğrenilmiş bilginin şart olduğunu anlamadılar.
“Konuşmayı öğrenmemiş bir vahşi, varoluşun
kanıtlanması gerektiğini ilan ettiğinde, onun var olmayış yoluyla
kanıtlanmasını bekliyordun Bilincinizin kanıtlanmasını isterse, sizden varoluş
ve bilinç dışındaki boşluğa adım atmanızı, kendisine her ikisinin kanıtını
vermenizi istiyordur ... yani sizden sıfırın bilgisini kazanmanızı, sıfır
olmanızı istiyordur.
“Aksiyomun
rastgele bir seçim olduğunu söylüyor ve kendisinin var olduğu aksiyomunu kabul
etmeyeceğinde direniyorsa, ağzından çıkan cümleyle onu kabul ettiğini görmezden
geliyor, onu reddetmenin tek yolunun ağzını kapatmak, hiçbir teori öne sürmemek
ve ölmek olduğunu anlamıyordur.
“Aksiyom,
bilginin dayanağını belirleyen ifadedir, o bilgiyle ilgili daha başka bilgileri
de ihtiva eder, tüm bu diğer ifadelerin içinde zaten vardır, konuşan onu
belirlemeyi seçse de, seçmese de, oradadır. Aksiyom öyle bir önermedir ki,
muhaliflerinin bile onu inkâr etme sürecinde önce onu kabullenmesini gerekli
kılarak onları alt eder. Kimlik aksiyomunu kabul etmeyen mağara adamı, onu
inkâr etmeye kalkışırken kimlik kavramını ve ondan türeyen kavramları kullanmak
zorundadır. Dilbilgisinde isim diye bir kavram olduğuna inanmayan bir antropoid
(insana benzeyen maymun), savını ifade etmek için isimsiz, sıfatsız ya da
fiilsiz bir dil geliştirmek zorundadır.
Duyusal
algılamanın geçerliliğine inanmayan sihirbaz doktor, bunu duyusal algılarla
topladığı bilgiler olmadan yapabilir mi?
Mantığın
varlığını kabullenmek istemeyen bir kafatası avcısı, tezini mantık kullanmadan
kanıtlayabilir mi?
Gökdelenlerin
ellinci kattan sonraki katlarının temele ihtiyacı olmadığını ileri süren bir
pigme, bırakın kendi binasının altındaki dayanağı çeksin, sizinkini değil.
İnsan aklının özgürlüğünün bir sanayi uygarlığı yaratmak için gerekli olduğunu,
ama şimdi artık buna ihtiyaç kalmadığını söyleyen yamyama, üniversitede ekonomi
kürsüsü verileceğine bir ok başıyla bir ayı postu verilsin.
“Sizi
gerisingeri karanlık çağlara götürmekte olduklarını mı düşünüyorsunuz?
Onlar
sizi tarihin hiç görmediği kadar karanlık bir çağa götürüyorlar. Onların amacı,
bilim-öncesi çağa dönmek değil, konuşma öncesi çağa dönmek. İnsanın aklının,
hayatının ve kültürünün bağlı olduğu kavramı elinizden almak istiyorlar ... o da
objektif gerçeklik kavramıdır. İnsan bilincinin gelişmesini izleyin, onların
inancının amacını hemen görürsünüz.
“Vahşi
adam, A’nın A olduğunu, gerçekliğin gerçek olduğunu kavramamış olan adamdır.
Aklını bebek aklı düzeyinde durdurmuştur, bilincin ilk duyusal algılarını
derlemeye başladığı aşamada takılıp kalmıştır, henüz katı cisimleri birbirinden
ayırt etmeyi öğrenmemiştir. Dünya, ancak bir bebeğin gözüne hareket bulanıklığı
gibi görünür, ancak bir bebek hareket eden cisimleri göremez. O bebeğin aklının
doğduğu gün de, ikide bir yanından geçip duran şeyin annesi olduğunu, onun
arkasındaki hareketin de perde olduğunu, bunların katı cisimler olduğunu,
birinin değişip öteki olamayacağını, neyseler o olduklarını ve var olduklarını
kavradığı gündür. Maddelerin iradesi olmadığını anladığı gün, kendinin iradesi
olduğunu da anlar. İşte o an, onun insan olarak doğduğu andır. Aynada
gördüğünün bir hayal olmadığını, gerçek olduğunu, ama kendisi olmadığını, çölde
gördüğü serabın da aldatma olmadığını, onu oluşturan havanın ve ışınların
gerçek olduğunu, ama bunun kent olmadığını, yalnızca kentin yansıması olduğunu,
herhangi bir anda kendisinin bir takım duyguların pasif alıcısı olmadığını,
duyularının ona bağlamsız, parça parça bilgiler vermeyip, her şeyi birleştirmeyi
aklına öğretmesi gerektiğini öğrendiği gün, duyularının kendisini
aldatamayacağını, fiziksel varlıkların sebepsiz harekete geçmeyeceğini,
algılama organlarının fiziksel olup kendi iradeleri olmadığını, icat etme ya da
çarpıtma gücüne de sahip olmadıklarını, ona verdikleri bilginin absolü
olduğunu, ama aklının bunu anlamayı öğrenmesi gerektiğini, aklının doğayı,
sebepleri, duyusal algılarından gelen her türlü malzemeyi keşfetmesi
gerektiğini, algıladığı şeyleri kimliklendirme işini aklının yapacağını anladığı
gün ... o artık düşünen bir adam olarak, bir bilim adamı olarak doğmuştur.
“O
güne ulaşabilen insanlar bizleriz; siz oraya kısmen ulaşmayı seçenlersiniz;
vahşiler ise oraya hiçbir zaman ulaşamazlar.
“Vahşiye
göre, dünya, anlaşılmaz mucizelerin diyarıdır, cansız maddelere her şey
olabilir, ama kendisi hiçbir şey yapamaz. Dünyası sadece bilinmeyen değildir,
aynı zamanda mantıksız bir kâbustur ... aslında bilinemeyendir.
Fiziksel
objelerde esrarengiz bir irade bulunduğuna inanır, bunların sebepsiz, önceden
bilinmez biçimde hareket ettiğine inanır, ama kendini, kontrol edemediği
güçlerin elinde çaresiz bir piyon gibi hisseder. Ruhunu gücü her şeye kadir
şeytanların yönettiğini sanır, gerçekliği onların kaypak oyunları olarak
nitelendirir, onların, istedikleri an elindeki çorba kâsesini yılana, karısını
böceğe dönüştürebileceğini düşünür. Onun ömründe hiç tanımadığı A’yı onlar
her an, her türlü A olmayan şeye dönüştürebilirler. Tek bir şey bilmektedir,
o da bilmeye teşebbüs etmemesi gerektiğidir.
HİÇBİR ŞEYE GÜVENEMEZ, YALNIZCA
DİLEYEBİLİR, TÜM HAYATINI DİLEMEKLE GEÇİRİR, O ŞEYTANLARDAN KENDİSİNE
İSTEDİKLERİNİ ÖYLESİNE VERMELERİNİ İSTER, VERİLDİĞİNDE BUNU ONLARDAN BİLİR,
VERİLMEZSE SUÇU KENDİNDE ARAR, ONLARA MİNNETİ İÇİN DE, GÜNAHLARI İÇİN DE
KURBANLAR SUNAR, KORKULAR İÇİNDE, KARNI ÜZERİNDE SÜRÜKLENİR, GÜNEŞE VE AYA,
RÜZGÂRA VE YAĞMURA, ÖNÜNE ÇIKABİLECEK OLAN VE KENDİNİ ONLARIN SÖZCÜSÜ OLARAK
TANITAN HER ZORBAYA TAPAR VE BUNLARIN HEPSİNDEN KORKAR.
O
zorbaya inanması için gerekli olan tek şey, sözlerinin anlaşılmaz, maskesinin
korkunç olmasıdır. Dilekte bulunur, yalvarır, sürünür ve ölür, size de bir
zamanlar kendisinin var olmuş olduğunun izi olarak çapık çurpuk idol (put) heykellerini
bırakır ... yarı insan, yarı hayvan, yarı örümcek, kısacası, A olmayan dünyanın
simgeleri.
“Onun
entelektüel düzeyi, sizin modern öğretmenlerinizinkiyle aynıdır, onların sizi
indirgemek istediği düzey de odur.
“Eğer
bunu hangi yöntemlerle yapmaya kalkıştıklarını merak ediyorsanız, herhangi bir
üniversitenin sınıfına girin. Orada profesörlerin çocuklarınıza, insanın
hiçbir şeyden emin olamayacağını söylediğini duyacaksınız. İnsan bilincinin
hiçbir geçerliliği olmadığını, hiçbir gerçeği, hiçbir varoluş kanununu
öğrenemeyeceğini, objektif gerçeği bilmesine imkân olmadığını söyleyeceklerdir.
O zaman, o kişinin gerçeklik bilgisinin standardı nedir?
‘Başkaları
neye inanıyorsa ona’
diye cevap vereceklerdir. Öğrettikleri hiçbir bilgi yoktur, yalnızca inanç
öğretmektedirler. SİZİN VAR OLDUĞUNUZA İNANMANIZ BİR İNANÇ MESELESİDİR Kİ
BU, BİR BAŞKASININ SİZİ ÖLDÜRMEYE HAKKI OLDUĞUNA İNANMASIYLA EŞ DEĞERDEDİR. Bilimsel
aksiyomlar birer inançtır, bir mistiğin vahiylere olan inancının ötesinde
değildir. Elektrik ışığının jeneratörden gelişi bir inançtır, ayın ilk
hilâl gününde duvara dayanmış merdivenin altında bir tavşanayağını öpmekle ışık
yanacağı da aynı değerde bir inançtır. Gerçek denilen, insanlar neyi istiyorsa
odur, ‘insanlar’ sözü de sizden başka herkesi kapsamaktadır. Gerçeklik,
insanların gerçek dediği herhangi bir şeydir, objektif gerçekler yoktur,
yalnızca insanların rastgele dilekleri vardır ... laboratuvarında, test tüpleri
arasında bilgiyi mantığıyla arayan adam, eski moda, bâtıl inançlı bir
budaladır. GERÇEK BİLİM ADAMI, ORTALIKTA DOLAŞIP
KAMUOYU YOKLAMASI YAPANDIR. Eğer çelik direk üretenlerin bencil
açgözlülüğü olmasa, New York kentinin var olmayacağını bile öğrenebilirsiniz,
çünkü yapılan anketler, kimsenin öyle bir yerin var olacağına inanmadığını
göstermektedir.
“YÜZYILLAR
BOYUNCA MANEVİYATIN MİSTİKLERİ HEP İNANCIN MANTIKTAN ÜSTÜN OLDUĞUNU TEKRARLAYIP
DURMUŞLAR, AMA MANTIĞIN VARLIĞINI YİNE DE REDDETMEYE CESARET EDEMEMİŞLERDİR.
Onların mirasçısı ve ürünü olan beden mistikleri, geri kalan işi bitirmiş,
eskilerin rüyasını gerçekleştirmiştir. Her şeyin inanç olduğunu ilan edip, bunu
inanca karşı bir isyân olarak nitelemişlerdir. Kanıtlanmamış iddialara karşı
bir isyân. Hiçbir şeyin kanıtlanamayacağını ileri sürmektedirler. Doğaüstü
bilgilere karşı isyân olarak, hiçbir bilgiye ulaşmanın mümkün olmadığını iddia
etmektedirler. Bilim düşmanlarına karşı isyân olarak, bilimin bâtıl inanç
olduğunu savunmaktadırlar. Aklın esir alınmasına karşı isyân olarak, akıl diye
bir şey olmadığını savunmaktadırlar.
“Eğer
algılama gücünüzü teslim ederseniz, standardınızın objektiften kollektife
kaydırılmasına izin verir de insanların size ne düşüneceğinizi söylemesine razı
olursanız, inkâr ettiğiniz gözlerinizin önünde bir değişimin daha yer almakta
olduğunu görürsünüz; öğretmenlerinizin kollektifi yönetmeye başladığını
anlarsınız. Eğer emirlerini dinlemez, onlara, ‘Siz insanlığın tümü
değilsiniz,’ derseniz, onlar da size, ‘olmadığımızı nereden biliyorsun?’
diyeceklerdir. ‘Değil mi, kardeş? Bu demode fikirleri de nereden edindin?’
“Eğer
amaçlarının bu olduğundan kuşku duyuyorsanız, beden mistiklerinin size ‘akıl’
diye bir şeyin var olduğunu ne büyük bir ihtirasla unutturmaya çalıştığına
bakın. Tanımlanmamış kavramları, lastikli anlamları, bitirilmeyen cümleleri
hatırlayıp, sizi düşünme kavramından uzaklaştırmaya çabaladıklarına bakın. Size
bilincinizin reflekslerden, tepkilerden, güdülerden ve dürtülerden oluştuğunu
söylüyorlar, bu bilgiyi nereden edindiklerini açıklamayı reddediyorlar, bunu
söylerken kendilerinin yaptığı şeyi de, dinlerken sizin yaptığınız şeyi de tanımlamaktan
kaçınıyorlar. Kelimelerin sizi şartlandırma gücü vardır, diyorlar, kelimelerde
neden sizin boşalmış beyninizi değiştirme gücü olduğunu tanımlamıyorlar. Kitap
okumakta olan bir öğrenci, onu boş beyniyle anlayacak. Nörotik birine yardım
edecek bir ruh hekimi, sorunu boş beyinle çözecek. Sanayici ... çizin onun
üstünü ... öyle biri yok. Fabrika bir doğal kaynaktır. Tıpkı ağaç gibidir, kaya
gibidir, çamur birikintisi gibidir..
“SİZE ÜRETİM SORUNUNUN ÇÖZÜMLENDİĞİNİ,
ARTIK ONU İNCELEMEYE YA DA ONUN İÇİN KAYGILANMAYA GEREK OLMADIĞINI SÖYLÜYORLAR.
Sizin ‘reflekslerinizin’ çözmek zorunda olduğu tek sorun, dağıtım sorunu,
diyorlar. Kim çözmüş üretim sorununu? Buna, insaniyet diye cevap
veriyorlar. Çözüm neymiş? Mallar burada. Nasıl geldiler buraya? Bir şekilde.
Hangi sebeple? Hiçbir şeyin sebebi yoktur.
“Dünyaya
gelmiş herkesin, hiç çalışmadan yaşama hakkı olduğunu söylüyorlar, bunun
tersini açıkça gösteren kanunlara aldırmaksızın, her insanın ‘asgari geçim
standartlarına sahip olma hakkı olduğunu, kendisine yiyeceğini, giyeceğini,
barınağını vermek gerektiğini ileri sürüyorlar. Bunun için hiçbir çaba
göstermesi gerekmez, bu onun doğal ve doğuştan hakkıdır, diyorlar. VERMEK ...
AMA KİMDEN ALINARAK VERİLECEK? Boşluk! Her insan, dünyada yaratılan teknolojik
yararlarda eşit hakka sahiptir, diyorlar. Yaratılan ... ama kimin tarafından? Boşluk!
Sanayicilerin savunucusu pozunda gözükmüş korkaklar şimdi ekonomiyi şöyle tarif
ediyorlar: ‘İnsanların sınırsız arzularıyla, sınırlı miktarda sunulan mallar arasında
bir ayarlama.’ Sunulan ... ama kimin tarafından? Boşluk! Kendilerine profesör süsü veren entelektüel
bıçkınlar, geçmişin düşünürlerine omuz silkiyor, onların teorileri insanın
rasyonel bir varlık oluşu gibi pratik olmaktan uzak bir varsayıma dayalıydı, diyorlar.
Oysa insan rasyonel olmadığına göre, demek ki irrasyonel olarak da
yaşayabilmesini sağlayacak bir sistem gerekir, diyorlar. Bunun anlamı da,
gerçekliğe karşı gelerek yaşamak demek. Bunu kim mümkün kılacak? Boşluk! Yolunu
şaşıran her salak, insanlığın üretimini kontrol altına alma planları
yayınlıyor. Verdiği istatistikleri kabullenen ve kabullenmeyenler de, onun o planı
silah zoruyla uygulama hakkını hiç sorgulamıyor. Kime uygulanacak? Boşluk. Sebepsiz
gelirlere sahip rastgele kadınlar çıkıp dünyayı geziyor, geri döndüklerinde,
dünyanın geri halklarının daha yüksek bir yaşam standardı talep ettiğini
söylüyorlar. Talep! Kimden? Boşluk.
“Ve
balta girmemiş ormandaki köyle New York kenti arasındaki farka ilişkin soruları
oyalamak için de, insanın sanayi sürecini ayıplanacakk bir biçimde izah
ediyorlar ... gökdelenleri, asma köprüleri, elektrik motorlarını, demiryolu
trenlerini açıklamak için, insan ‘âlet yapma içgüdüsüne sahip’ bir hayvandır,
diyorlar.
“Dünyanın
nesi var diye merak mı ediyordunuz?
Sizler
şu anda, sebepsizlik ve hak edilmemişlik inancının son perdesini
seyrediyorsunuz. Maddenin ya da ruhun mistiklerinden oluşan tüm çeteleriniz,
sizi yönetme gücü için birbirleriyle kapışmış durumda, hırlıyorlar,
kükrüyorlar, tüm manevi sorunlarınızın çaresinin sevgi, tüm bedensel
sorunlarınızın çaresinin kırbaç olduğunu söylüyorlar ... aklı olmamayı
kabullenen sizler için! İnsana inekten daha az değer veren bu güruhlar, her
hayvan eğitmeninin söyleyebileceği şeylere kulak asmıyor, işkence edilen filin
artık işkencecinin emriyle çalışmayacağını, yük taşımayacağını, ilk fırsatta
işkenceciyi ezeceğini bilmezden geliyor, insanoğlunun hala elektronik tüpleri,
süpersonik uçakları, atom parçalayan motorları, gezegenlerarası teleskopları
üretmeye devam etmesini bekliyorlar ... ödülü önüne atılan bir porsiyon et,
özendiricisi de sırtında şaklayan kırbaç olarak.
“Mistiklerin
karakterini sakın yanlış anlamayın. Sizin bilincinizi sabote etmek onların
çağlardan beri temel amacı olmuştur ... tek arzuları da gücü ele geçirmek, sizi
zorla yönetmek olagelmiştir.
“Balta
girmemiş ormanlarda gerçekliği iğrenç saçmalıklara çevirip çarpıtan,
kurbanlarının aklını duraklatan, yüzyıllar boyunca onları doğaüstü korkusuyla
terörize eden sihirbaz-doktorların rimellerinden, Orta Çağ’ın insanları çamur
tabanlı kulübelerde tutan, onsekiz saat çalışma karşılığında bulabildikleri
çorbayı önlerinden şeytan çalacak diye korkutan doğaüstü doktrinlerine,
beyninizin düşünme kapasitesi olmadığı masalını söyleyen, algı gücünüz
olmadığına göre, o doğaüstü gücün, yani ‘Toplumun’ iradesine körü körüne
uymanız gerektiğini söyleyen sinsi gülümseyişli profesöre kadar, hepsi aynı
amaç uğruna aynı performanstan ibarettir: Sizi bilincinin geçerliliğini teslim
etmiş bir tür hamura çevirmek.
“Ama
bu da sizin onayınız olmadan yapılamaz. Eğer yapılmasına izin verirseniz, hak
etmişsiniz demektir.
“Mistiklerin
insan aklının yetersizliği konusundaki gevelemelerini dinleyip de, onun
bilincinden kuşkulanacağınız yerde kendi bilincinizden kuşku duymaya
başladığınızda, yarı-rasyonel durumunuzun her söze göre tehlikeli şekilde
sarsılmasına izin vermiş olursunuz, sonunda, onun üstün gözüken güvenine ve
bilgisine teslim olmaya karar verebilirsiniz. Buradaki komik durum hem size hem
de ona gülmeyi gerektirir. O mistiğin güveni yalnızca sizin onu onaylamanızdan
gelecektir. O mistiğin korktuğu doğaüstü güç, taptığı o bilinmez ruh, çok güçlü
saydığı o bilinç, hep sizinkilerdir.
“Mistik
dediğiniz, başkalarının aklıyla ilk karşılaştığında kendi aklını teslim etmiş
olan adamdır. Çocukluğunun derinliklerinde bir yerde, kendisinin gerçeklik
anlayışı başkalarının iddialarıyla çatıştığında, karşıdakilerin keyfi emirleri
ve çelişkili talepleri karşısında bu kişi bağımsız kalmaktan öylesine büyük bir
korkuya kapılmıştır ki, aklî yetenekleri rasyonel yeteneğini hemen teslim
etmiştir. ‘BİLİYORUM Kİ’ sözüyle ‘DİYORLAR Kİ’ sözü arasında
kalan kavşakta, bu kişi, başkalarının otoritesini seçmiş, anlamak yerine itaat
etmeyi, düşünmek yerine inanmayı kabullenmiştir. Doğaüstü korkusu, başkalarının
üstünlüğüne inanmakla başlar. Bu kişinin teslim oluşu, anlamayışını saklama
yoluna yönelmiştir. Başka herkesin bildiği esrarengiz bir bilgiye sahip olmayan
yalnızca kendisiymiş gibi hissetmektedir. Gerçeklik, artık, başkalarının istediğidir
ve bu güç kendisi için ebediyen kapanmıştır.
“O
andan başlayarak, düşünmekten korkan bu kişi artık belirsiz duyguların insafına
kalmış durumdadır. Tek rehberi duygularıdır, o duygular onun son kalan kişisel
kimliğidir, onlara müthiş bir sahiplik duygusuyla sarılır ... ve elinden hangi
düzeyde düşünmek geliyorsa, onu da duygularının aslında korku olduğunu
kendinden saklamaya yöneltir.
“Bir mistik size,
mantıktan daha güçlü bir şeyin varlığını hissediyorum dediği zaman, bir şey
hissettiği doğrudur, ama o hissettiği şey evrenin her şeye kadir süper-ruhu
değildir, karşısına çıkan herhangi birinin bilincidir, çünkü kendisi kendi
bilincini çoktan teslim etmiştir. Mistik, başkalarının o her gücü içeren
bilincini etkilemeye, hile yapmaya, iltifat etmeye, kandırmaya ve zorlamaya
yönelmiştir. Onun gözünde gerçeğin tek anahtarı, ‘onlar’dır.
Onların
esrarengiz gücünü koşumlayıp kullanamazsa, onların onayını alamazsa, var
olamayacağını hissetmektedir. Onlar onun tek algılama yoludur, körü
yönlendiren köpek gibidir, yaşayabilmek için onlara tasma takmak zorunda
olduğunu hissetmektedir. Başkalarının
bilincini kontrol etmek onun tek ihtirası haline gelmiştir; güç hırsı, terk
edilmiş zihinlerin boşluğunda yetişen bir yaban otudur.
“HER DİKTATÖR
BİR MİSTİKTİR, HER MİSTİK DE POTANSİYEL BİR DİKTATÖRDÜR. Mistik,
insanlarla anlaşmaya varmayı değil, onların kendisine itaat etmesini ister.
Onlardan bilinçlerini kendi emirlerine, isteklerine, kaprislerine teslim
etmelerini ister, kendisi de bunun karşılığında kendi bilincini onlara teslim
eder. İnsanlarla ilişkilerinde inancı ve gücü kullanır, insanların onayını ...
eğer gerçeklere ve mantığa dayanarak kazanmak zorundaysa ... istemez. Mantık,
onun en korktuğu düşmanıdır, aynı zamanda da onu tehlikeli saymaktadır.
Onun gözünde mantık, kandırmanın bir yoludur ... insanlarda mantıktan daha
güçlü bir kuvvetin olduğunu hissetmektedir. Güven duygusunu ancak kendi
sebepsiz inançlarından ya da uyguladığı zorlamalı boyunduruktan elde edebilir,
ancak o zaman sahip olmadığı mistik güç üzerinde bir kontrol elde ettiğini
hisseder. Arzusu emretmektir, ikna etmek değil. İkna etmek bir
bağımsızlık eylemi gerektirir ve objektif gerçeklerin absolü niteliğine
dayanır. Onun aradığı, gerçeğin üzerinde güç sahibi olmak, insanların gerçeği
algılayışını etkilemek, aklını etkilemektir, kendi iradesini varoluşla bilincin
arasına sokacak gücü aramaktadır, insanlar onun emrettiği gerçeği sahiden
yaratmaya razı olmaları durumunda bunu gerçekleştirmek mümkünmüş gibi
davranmaktadır.
“Mistik
nasıl maddenin asalağıysa, nasıl başkalarının yarattığı servete el koyarak
yaşıyorsa ... nasıl ruhun da asalağıysa, başkalarının yarattığı fikirleri
yağmalıyorsa ... aynı şekilde, kendi çarpık gerçeğini yaratan delinin bile
düzeyinde değildir, orada da deliliğin asalağıdır, çünkü başkalarının yarattığı
çarpıklıkları kullanmaktadır.
“Mistiğin
sonsuzluğa, sebepsizliğe, kimliksizliğe duyduğu özlemin ancak bir tek cevabı
vardır: ÖLÜM. İfadelendirilemeyen hislerinin sebeplerini hangi tür
anlaşılmaz gerekçelere atfederse etsin, gerçeği inkâr eden, varoluşu da inkâr
etmiş demektir. O andan sonra artık onu güden hisler, insan hayatının tüm
değerlerinden nefret etmektir, o değerleri yok eden her kötülüğe de özlem
duymaktır. Acı çekmeyi seyretmek mest eder onu. Yoksulluğu, boyun eğmeyi,
korkuyu seyretmek de öyle. Bunlar ona bir zafer duygusu verir, bunları,
rasyonel gerçeği alt etmiş oluşunun kanıtları sayar. Ama başka bir gerçek de
yoktur zaten.
“Kimin
refahına hizmet ettiğini iddia ederse etsin, ister Tanrı’ya, ister ‘Halk’
dediği o bedeni ruhundan koparılmış kavrama hizmet ettiğini söylesin, doğaüstü
boyutta hangi ideali ileri sürerse sürsün ... aslında, gerçekte, onun ideali ölümdür,
arzusu öldürmektir, tek tatmin yolu işkencedir.
“MİSTİKLERİN
İNANCININ TEK BAŞARASI YIKIMDIR. Sizin de bugün ulaştığınız sonucun yine bu
olduğu görülmektedir. Ve eğer eylemlerinin getirdiği harap durum onları
doktrinlerini sorgulamaya yöneltmiyorsa, eğer hala sevgiden ötürü böyle
davrandıklarını söylüyor, biriken ceset yığınlarından etkilenmeksizin yollarına
devam ediyorlarsa, bunun nedeni, ruhlarının aslında sizin onlara kullanma izni
verdiğiniz o özürden daha karanlık, daha kötü oluşudur ... o özür, amacın aracı
mazur göstereceğidir, yani sebep oldukları korkunçlukların aslında çok soylu
amaçlar uğruna işlendiği özrüdür. Oysa, aslında onların varacağı sonuç, bu
korkunçluklardan başka bir şey değildir.
“Sizler, kendini mistik bir diktatöre
uyumlandırıp onun emirlerine uyabileceğini düşünecek kadar yozlaşmış olanlar
... bilin ki onu memnun etmenin bir yolu yoktur. İtaat ettiğiniz zaman, bu
sefer emirlerini tersine çevirecektir. İtaati itaatin hatırı için, yıkımı da
yıkımın hatırı için istemektedir. Bir mistiğin isteklerine teslim olarak onu
idare edebileceğinizi sanacak kadar saf olanlarınıza söylüyorum ... onu
caydırmanın bir yolu yoktur. İSTEDİĞİ RÜŞVET SİZİN HAYATINIZDIR. Ne kadar yavaş ya da hızlı teslim etmeye razı olursanız,
o kadar yavaş veya hızlı. Onun rüşvetle etkilemeye çalıştığı canavar da kendi
beynindeki boşluktur. O boşluk onu öldürmeye yöneltmektedir ki, istediği ölümün
kendininki olduğunu öğrenmekten kaçabilsin.
“Sizler,
bugün dünyada başıboş kalan güçlerin açgözlülük güdümünde, maddesel yağma
amacıyla hareket ettiğine inanacak kadar saf ve masum olanlar ... mistiğin
yağmalama çabası aslında kendi amaçlarının ne olduğunu kendi zihninden saklamak
için bir paravandır. Servet insan hayatıyla ilgilidir, onlar yaşayan
canlıları taklit edercesine serveti kapışıyor, kendi kendilerine hayatı
istiyormuş gibi numara yapıyorlar. Ama yağma lükslere yönelmeleri, bir
keyif almak için değil, bir kaçış ve kurtuluş içindir. Onların istediği sizin
servetinizi almak değil ... aslında onu sizin kaybetmenizi istiyorlar. Başarılı
olmak değil, sizin başarısız olmanızı istiyorlar. Yaşamak istemiyorlar, sizin ölmenizi
istiyorlar. İstedikleri hiçbir şey yok, var olmaktan nefret ediyorlar, habire
koşuyorlar, esas nefret ettiklerinin kendileri olduğunu öğrenmekten kaçmaya
çalışıyorlar.
“Sizler,
kötülüğün niteliğini hiçbir zaman anlayamamış olanlar, onları ‘yanılgı içindeki
idealistler’ olarak görenler ... icat ettiğiniz Tanrı affetsin sizi!
Kötülüğün esası onlar zaten. Onlar ... o anti-hayat objeler, dünyayı yiyip
yutarak kendi ruhlarının boşluğunu doldurmaya yelteniyorlar. İstedikleri sizin
servetiniz değil. Onlarınki akla karşı bir komplo ... kısaca, hayata ve insana
karşı bir komplo.
“Bu
lideri ve yönü olmayan bir KOMPLO. Şu sıra şu ya da bu diyarın acılarından
yararlanan o rastgele küçük kabadayılar, yüzyılların barajı yıkıldığında
patlayan selin üstüne binebilmiş lâğım fareleri. Baraj gölü bir mantık nefreti,
yetenek nefreti, başarı nefreti, neşe nefreti gölüydü. Onu yüzyıllardan beri
oraya biriktiren, kalbin beyinden üstün olduğunu söylemiş tüm anti-insan
vaizlerdi.
“Bu
komplo, yaşamayı değil, yaşamanın yanlarına kâr kalmasını isteyenlerin
komplosu, gerçeğin yalnız bir köşesini kırpmak isteyenlerin, ama hisleri
nedeniyle, öbür köşeleri kırpanların yanına sürüklenenlerin komplosu. Sıfırı
bir değer olarak kovalayanları birbirine bağlayan ve birleştiren halkaların komplosu.
Düşünme yeteneği olmayan, öğrencilerinin zihnini sakatlamaktan zevk alan
profesör, kendi durağanlığını koruyabilmek için rakiplerinin yeteneğini zincire
vurmaktan zevk alan işadamı, kendine duyduğu nefreti savunabilmek için
özsaygısı olan insanları çökertmekten hoşlanan nörotik, başarıyı yıkmayı seven
beceriksiz, büyüklüğü yok etmekten zevk alan sıradanlık, tüm zevkleri yok
etmeyi arayan hadımlık ... ve onlara entelektüel cephane sağlayan herkes,
iyiliğin çökertilmesiyle tüm günahların sevaplara dönüşeceğine dair nutuk
atanların tümü dahil bu komploya. Bunların teorilerinin kökünde yatan şey ölüm,
eylemlerinin pratikteki amacı ölüm ... ve siz de onların son kurbanlarısınız.
“Bizler
sizin, inancınızla aranızdaki canlı tamponduk. Şimdi artık orada değiliz. Bu
nedenle de, sizi kendi seçtiğiniz inançların etkilerinden koruyacak hiçbir şey
kalmadı. Artık ömrünüz boyunca biriktirdiğiniz borcu ya da sizden önceki
kuşaklar boyunca yığılmış açıkları canımızla ödemeye razı değiliz. Zaten ödünç
alınmış bir süreyi yaşıyordunuz ... Ben, bu borcun tahsil edilmesi için çağrı
yapan adamım.
“Aklınızdaki
boşluklar sayesinde varlığını görmezden gelebildiğiniz kişi benim. Ben ölmesini
de, yaşamasını da istemediğiniz kişiyim. Yaşamamı istemediniz, çünkü fırlatıp
attığınız sorumluluğu benim taşıdığımı, hayatlarınızın bana bağlı olduğunu
bilmekten korkuyordunuz; ölmemi de istemiyordunuz, çünkü aslında bilmek
istemediğiniz o gerçeği biliyordunuz.
“Oniki
yıl önce, sizin dünyanızda çalıştığım sıralarda, ben (John Galt) bir mucittim.
İnsanlık tarihinde en son ortaya çıkmış olan ve geriye, insan-altı çağa
kayarken de ilk kaybolacak olan meslektendim. MUCİT,
evrene ‘Neden?’ diye soran insandır, o cevapla kendi aklı arasına hiçbir
engelin girmesine de izin vermez.
“Buharın
kullanılmasını keşfeden adam gibi, ya da petrolün kullanılmasını keşfeden adam
gibi, ben de bir enerji kaynağı keşfettim. Yerkürenin var oluşundan beri
varolmuş bir kaynaktı, ama insanlar onu nasıl kullanacaklarını bilememiş,
yalnızca tapınma, korkma ya da kükreyen Tanrı efsaneleri için yararlanma
biçiminde kullanmışlardı. Bana ve beni istihdam edenlere servet kazandıracak
bir motorun deneysel modelini tamamladım. O motor, enerji kullanan her tesisin
etkinliğini yükseltecek, hayatınızı kazanmak için çalışarak geçirdiğiniz her
saate daha yüksek verimin armağanını getirecekti.
“Derken
bir gece, bir fabrika toplantısında, başarımdan ötürü ölüme mahkûm edilmiş
olduğumu kulaklarımla duydum. Üç parazit kalkmış, beynimin ve hayatımın kendi
malları olduğunu, benim var olma hakkımın şarta bağlı olduğunu, onların
arzularını tatmin etmek zorunda olduğumu söylüyorlardı. Yeteneğimin amacının,
daha az yetenekli olanların ihtiyaçlarına hizmet etmek olduğunu söylüyorlardı.
Yaşama becerimden ötürü yaşamaya hakkım olmadığını, kendilerinin yaşama
hakkının ise beceriksizlikleri nedeniyle şartsız olduğunu söylüyorlardı.
“İşte
o zaman dünyada neyin bozuk olduğunu gördüm. İnsanları ve ulusları neyin yok
ettiğini, hayat savaşının hangi cephede verilmesi gerektiğini anladım. Düşmanın
aslında tersine çevrilmiş bir ahlâk anlayışı olduğunu fark ettim ... o
anlayışın tek gücünün de benim vereceğim onay olduğunu görebildim. Kötülüğün
güçsüz olduğunu ... mantıksız olduğunu, kör olduğunu, gerçek dışı olduğunu
gördüm. Zaferi kazanmak için bir tek silah kullanabilirdi, o silah da, iyilerin
buna hizmet etmeye istekli oluşuydu. Çevremdeki
parazitler nasıl kendilerinin benim aklıma çaresizce bağımlı olduklarını ilan
ediyor ve benim de, zorlayacak güce sahip olmadıkları bir köleliği gönüllü
olarak kabul etmemi bekliyorlarsa, Planlarını başarılı kılmak için nasıl benim
kendimi yok etmeme güveniyorlarsa ... aynı şekilde, dünyanın her yanında ve
insanlık tarihinin her döneminde, her türlü biçime girmiş olarak, serseri
akrabaların yükünden, kollektivist ülkelerin saçma uygulamalarına kadar
hepsinde, iyiler, yetenekliler, mantıklılar kendi kendilerini yok etmişlerdir. Kendi nitelikli kanlarını kötülere aktarmış,
kötülerin de kanlarını onlara aktarmasına izin vermiş, böylelikle kötülere sağ
kalma şansı tanımış, kendi değerlerine de ölümün güçsüzlüğünü getirmişlerdir.
Her değerli insanın yenilgisi sürecinde, sonunda belli bir noktaya varıldığını,
o noktada kötülüğün kazanabilmesi için onun kendisinden onay çıkması
gerektiğini gördüm. Eğer o bu onayı vermezse, dışardan ona yapılabilecek hiçbir
kötülüğün başarıya ulaşamayacağını gördüm. Sizin haksızlıklarınıza son vermek
için aklımdaki bir tek kelimeyi telâffuz etmenin yeterli olduğunu gördüm. Ve o
kelimeyi söyledim. ‘Hayır’ dedim.
“Çıktım
o fabrikadan. Sizin dünyanızdan çıktım. Kurbanlarınızı uyarmayı, sizinle
mücadele etmeleri için gerekli metodu ve silahı onların eline vermeyi kendime
iş edindim. Metod, ödülün düşürülmesini reddetmekti. Silah da adaletti.
“Eğer
benim terk edip gidişimle neyi kaybettiğinizi, grevcilerim sizin dünyanızdan ayrıldığında
nelerden yoksun kaldığınızı bilmek istiyorsanız, insanoğlunun keşfetmediği bir
boşluğun kıyısında durup kendinize sorun ... düşünmeyi reddedince, size
yapılacak hareketleri öğretecek kimseyi bulamayınca, nasıl sağ
kalabileceğinizi, ne kadar bir süre sağ kalabileceğinizi kendinize sorun. Ya da
eğer düşünmeyi seçerseniz, aklınızın ne kadar keşifte bulunabileceğini sorun
... hayatınız boyunca kaç tane bağımsız sonuca
vardığınızı, ne kadar bir süreyi başkalarından öğrendiğiniz eylemleri yaparak
geçirdiğinizi sorun kendinize ... toprağı
işleyip kendi yiyeceğinizi elde edebilir miydiniz, sorun ... tekerleği icat
edebilir miydiniz, bir levye yapabilir miydiniz, bir endüksiyon sistemi, bir
jeneratör, bir elektronik tüp yapabilir miydiniz ... sonra da, yetenekli
insanlar sizin emeğinizin meyvelerini yiyerek yaşayan, sizin ürettiğiniz
serveti elinizden alan sömürücüler miymiş, kendinize sorun ... onları
köleleştirecek güce sahip olduğunuza inanacak cesaretiniz var mıymış, sorun. Kadınlarınız dönsünler, balta girmemiş ormandaki eskimiş
suratlı, sarkık memeli kadınlara bir baksınlar, o kadınları yüzyıllar boyunca
bir çanakta yiyeceği döve döve ezerken görsünler ... ve kendilerine bir sorsunlar, bakalım ‘âlet
yapma içgüdüleri’ onlara buzdolaplarını, çamaşır makinelerini, elektrik
süpürgelerini sağlayabilecek miymiş, ve eğer sağlayamayacaksa, bütün bunları
‘içgüdü kullanmayarak’ sağlamış olanları yok etmeye istekli iniymişler.
“Fikirleri
yaratan şeyin insanların üretimi olduğuna, makinenin insan düşüncesinin ürünü
olmayıp, insan düşüncesini yaratan mistik bir güç olduğuna dair bir şeyler
geveleyip duran siz vahşiler, çevrenize bir bakın. Sanayi çağını siz keşfetmiş
değilsiniz ... siz barbarlık çağlarının ahlâkına sarılıyorsunuz.
Kölelerin kas gücünü kullanarak ancak sefil bir insan yaşamının sağlanabildiği
çağların ahlâkına sığınıyorsunuz. Her mistik, kendisini çok korktuğu maddî
gerçeklikten koruyabilmek için kölelerinin olmasını özlemiştir. Ama siz, iğrenç
küçük atavistler, çevrenizdeki gökdelenlere, fabrika bacalarına kör gibi
bakıyor, maddesel üreticiler olan fizikçi, mucit, sanayici gibi insanları
köleleştirmenin hayallerini kuruyorsunuz. Üretim kaynaklarının kamu mülkiyetine
geçmesini istemekle, aklın kamu mülkiyetine geçmesini sağlamaya çalışıyorsunuz.
Grevcilerime, sizin hak ettiğiniz tek cevabın ne olduğunu öğrettim. O cevap, ‘Gücün
yetiyorsa gel de al,’ cevabıdır.
“Cansız
maddenin gücünü kontrol altına alma imkânına sahip olmadığınızı ilan
ediyorsunuz, sonra kalkıp, çapına erişemeyeceğiniz başarılan gerçekleştiren
insanların aklını kontrol altına almaya çalışıyorsunuz. Bizsiz
yaşayamayacağınızı söylüyor, ama sağ kalmamızın koşullarını bize dikte etmeye
çalışıyorsunuz. Bize ihtiyacınız olduğunu söylüyor, sonra da bizi güç
kullanarak yönetme hakkına sahip olduğunuz küstahlığına sığınıyorsunuz. Sizin
ödünüzü koparan o fiziksel doğadan hiç korkmayan bizlerin, lafazanlıkla sizi
kandırıp oyunuzu almış her sersemin emir vermesi karşısında sineceğimizi
sanıyorsunuz.
“Sizin
önerdiğiniz sosyal düzenin ana hatları şöyle: kendi hayatınızı yönetmeyi
beceremiyorsunuz, ama başkalarının hayatını yönetebilirsiniz ... özgürlük
ortamına yaşayamazsınız, ama her gücü elinde toplamış yönetici olabilirsiniz
... kendi aklınızı kullanarak hayatınızı kazanamazsınız, ama politikacıları
değerlendirip onlara oy verebilirsiniz, hiç incelemediğiniz bilimleri, hiç
tanımadığınız başarıları, odacısı bile olamayacağınızı itiraf ettiğiniz dev
sanayileri yönetecek görevlere onları atayabilirsiniz.
“Sıfıra
tapan kültünüzün bu idolü, bu güçsüzlük sembolü, bu bağımlılık timsali, sizin
değer standardlarıruzın imajıdır ... ve ruhunuzu ona bakarak
biçimlendirmeye çalışmaktasınız. Herhangi bir yozlaşmışlık karşısında,
‘İnsanlık hali!’ diye çığlıklar atıyor, bu korkunç alçalmayla insanı zayıf,
ahmak, sümsük, kötü, yalancı, başarısız, korkak, sahtekâr diye nitelendiriyor,
kahramanın, düşünenin, üretenin, mucidin, güçlünün, amaçlının, dürüstün
oluşturduğu insan ırkından dışarı sürüyorsunuz ... sanki hissetmek insanlıkmış,
ama düşünmek değilmiş gibi, başarısız olmak insanlıkmış, başarmak değilmiş
gibi, sahtekârlık insanlıkmış, dürüstlük değilmiş gibi ... sanki ölümün tarafı
insana uyarmış, ama yaşamın alanı uyamazmış gibi.
“Onurumuzu
elimizden alıp sonra da servetimizi kapabilmek için, bizi her zaman, ahlâkî
saygıyı hiç hak etmeyen köleler olarak gördünüz. Kâr amacı gütmediğini iddia
eden her girişimi överek göklere çıkardınız, o girişimi mümkün kılan kârları
sağlamış adamları hep lânetlediniz. Para ödemeyenlere hizmet götüren her
projeyi ‘KAMU YARARINA’ diye nitelediniz, parayı ödeyenlere götürülen
hizmetleri hiç kamu yararına saymadınız. ‘KAMU YARARI’ dediğiniz şey hep sadaka
olarak verilen şeyler oldu, ticaret yapmak halka
zarar vermek sayıldı. ‘KAMU YARARI’, hak etmemişlerin yararı anlamına
geldi, hak edenlerin bir refah düzeyine sahip olması kınandı. Sizin gözünüzde ‘KAMU’,
hiçbir değer yaratmamış, hiçbir başarı göstermemiş olanlar demek. Böylece bir
şey yaratanlar, size sağ kalmanız için gerekli olan malları sağlayanlar, hemen
‘kamu’ kavramının dışına atıldı, hattâ insan neslinden bile kovuldu.
“Kurbanlarınızın
‘hayır’ demesi tüm Planınızın çökmesine yeterliyken, bu çelişkiler yumağını
yutturabileceğinizi sanmanız, bunu ideal toplum olarak Planlamanız, acaba hangi
zihinsel boşluk yüzünden ortaya çıktı? Küstah bir dilencinin, yaralarını
sergileyerek, kendinden daha nitelikli kişilerden tehdit zoruyla dilenmesine
izin veren nedir? Siz de tıpkı o dilenci gibi, bizim acıma duygumuza
güvendiğinizi söylüyorsunuz, ama gizli umudunuz aslında bizim suçluluk
duygumuza güvenebileceğinizi size öğreten o ahlâk düzeniniz oluyor. Sizin
günahlarınız, yaralarınız ve başarısızlıklarınız karşısında, bizim kendi
değerlerimizden suçluluk duymamızı bekliyorsunuz. Varoluş yolunda başarılı
olmaktan, lânetlediğiniz hayatın zevkini çıkarmaktan suçluluk duymamızı
bekliyor, ama yine de sizin yaşamanıza yardım etmemiz için bize
yalvarıyorsunuz.
“John
Galt’ın kim olduğunu bilmek mi istiyordunuz?
Ben yeteneğini suç olarak görmeyi reddeden ilk insanım. Değerlerim için kefaret
ödemeyi, onları yok edilmemde araç olarak kullandırmayı reddeden ilk insanım.
Birilerini sağ tutma imtiyazı uğruna kendimi tüketmemi isteyenlerin elinde
kurban edilmeyen ilk insanım. Onlara ihtiyaç duymadığımı dile getiren ilk
kişiyim. Benimle alışveriş düzeyinde ilişki kurmayı öğrenecekleri güne kadar,
değere karşı değer ödemeyi öğrenecekleri güne kadar, bensiz yaşamak zorundalar,
ben de onlarsız yaşarım. İhtiyaç kiminmiş, yetenek kiminmiş, öğrenmelerini
sağlarım. Eğer standart olan, insanın sağ kalmasıysa, o sağ kalışa giden yolun
hangisi olduğunu anlamalarını sağlarım.
“Tarih
boyunca hep sessiz çekimserlikle yapılan şeyi, ben Planlayarak yaptım. Greve
giden akıllı adamlar her zaman olmuştu. Bunu ya itirazlarını ya da çaresizliklerini
göstermek için yapmışlardı. Ama bu eylemlerinin anlamını hiçbir zaman
bilememişlerdi. Sosyal yaşamdan çekilip düşüncelerine gömülen, ama
düşüncelerini kimseyle paylaşmayan adam, yıllarını bir köşede beden işleri
yaparak geçirirken, aklındaki ateşi saklayan, onu hiçbir zaman
biçimlendirmeyen, ifade etmeyen, gerçekleştirmeyen, onu nefret ettiği dünyaya
sunmayı reddeden adam, tiksinerek vazgeçen, başlamadan pes eden, teslim
olmaktansa vazgeçen, kapasitesinin pek azıyla iş gören, bulamadığı idealin
özlemiyle kavrulan adam ... hep grevdeydi. Mantıksızlığa karşı, sizin
dünyanıza, sizin değerlerinize karşı grevdeydi hepsi. Ama kendi değerlerini
bilmiyorlardı, o yüzden öğrenme girişimine de kalkışmadılar. Umutsuz
güceniklikleri içinde, haklılıklarının hak olduğunu bilmeksizin, gerçekliğin
gücünü, akıllarının özendiricilerini size teslim ettiler, isyanlarının hedefini
anlamamış âsîler olarak, aşklarını tanıyamamış âşıklar olarak, boş yere silinip
gittiler.
“Sizin
Karanlık Çağ diye bildiğini o kötü dönemler aslında greve giden zekânın
çağıydı. Yetenekli insanlar yeraltına girmiş, gizli gizli çalışmış, sonra
da akıllarının ürünleriyle birlikte ölüp gitmişlerdi. İnsanoğlunun sağ
kalmasını ancak kendini feda eden en cesur birkaç kişi sağlamıştı. Mistiklerin
yönetiminde geçen her çağ, duraklama çağıdır, ihtiyaçlar çağıdır, insanların
çoğu varoluşa karşı grevdedir, kendilerini sağ tutabilecek değerlerin altında
bir ücrete çalışmışlardır, yöneticilere yağmalayabilecekleri şeyler olarak
ancak çer çöp bırakmışlardır. Düşünmeyi reddetmiş, girişimde bulunmayı,
üretmeyi reddetmişlerdir, çünkü kârlarının son tahsildarı olan, doğruya yanlışa
karar verecek olan otoritenin, mantıktan üstün, eli sopalı bir İlâhî güç olarak
onay almış yaldızlı bir dejenereden başka bir şey olmadığını görmüşlerdir.
İnsanlık tarihinin yolu, ikide bir akıl boşluklarıyla gölgelenen, inancın ve
kaba gücün aşındırdığı çorak mesafelerden oluşmakta, yalnızca arada sırada kısa
süreli güneş ışınları parıldamaktadır. O kısa süre içinde, akıl sahibi insanların
açığa çıkan enerjisi sizi şaşırtan harikalar yaratmakta, hayranlığınızı
uyandırmakta, ama sonra hemen yeniden sönüp karanlıklara gömülmektedir.
“Ama
bu sefer sönme olmayacaktır. Mistiklerin oyunu artık bitmiştir. Kendi
gerçek dışı dünyanızın içinde, kendi gerçek dışı koşullarınız tarafından yok
edilip gideceksiniz. Biz, akıl sahibi insanlar, sağ kalacağız.
“Daha
önce sizi hiç terk etmemiş türden kurbanları greve çağırdım. Sahip olmadıkları
silahı ellerine verdim ... o silah, kendi mânevi değerleridir. Onlara dünyanın
bizim olduğunu, YAŞAMA AHLÂKI diye nitelendirilmesi gereken düzenimiz
nedeniyle onu ne zaman istersek devralabileceğimizi öğrettim.
Onlar,
insanlığın kısacık yaz mevsimi sırasında tüm harikaları üretmiş olanlar,
sanayiciler, maddeyi fethedenler, aslında kendi haklarının niteliğini keşfetmiş
değillerdi. Gücün kendi ellerinde olduğunu biliyorlardı. Ben onlara, şerefin de
ellerinde olduğunu öğrettim.
“Sizler,
bizi doğaüstü vizyon gördüğünü iddia eden her mistikten aşağıda sayanlar ...
yağmalanmış bozuk paraları akbabalar gibi kapışırken, servet yaratanlardan çok
falcılara değer verenler ... işadamlarını ayıplarken her sahtekâr sanatçı
özentisini alkışlayanlar ... sizin standartlarınızın kökü, ilkel
bataklıklardan, ölüm kültünden gelen o mistik miazmadır (havaya yayılan ufak
zararlı maddecikler veya mikroplar) ... işadamını, sizi sağ tutuyor diye ahlâk
dışı saymaktadır.
Bedenin kaba isteklerinin üzerine yükselmek
istediğinizi söylüyorsunuz, yalnızca fiziksel ihtiyaçlara cevap vermek
istemiyoruz, diyorsunuz ... fiziksel ihtiyaçların kıskacına sıkışmış olan
kimdir?
Şafaktan guruba kadar bir tas pirinç uğruna
kara sabanı süren Hindu mu, yoksa traktörüne binip çalışan Amerikalı mı?
Fiziksel gerçeği fethetmiş olan kimdir?
Çivili yatakta mı, yoksa yaylı şiltede
yatan mı?
İnsan ruhunun maddeye galebe çaldığının
gerçek anıtı hangisidir?
Ganj nehri kıyılarının mikrop yuvası
kulübeleri mi, yoksa New York’un Atlas Okyanusu kıyısındaki kent siluetleri mi?
“Bu
soruların cevaplarını öğrenmediğiniz sürece, insanın başarıları karşısında
saygı duruşuna geçmeyi öğrenmediğiniz sürece, çok sevdiğimiz ve lânetlemenize
izin vermeyeceğimiz bu dünyada fazla uzun süre kalamazsınız. Sinsi yollara
yönelip ömrünüzün geri kalanını sürdüremezsiniz. Ben tarihin doğal akış
süresini kısalttım, başkalarının sırtına yüklemek niyetinde olduğunuz bedelin
keşfedilmesini sağladım. Artık, ölüme tapanlara hak etmedikleri şeyleri
sağlayacak olan, sizin son sağ kalma gücünüz olacak, o yolda da tükenecektir.
Hain bir gerçeğin sizi yendiğini söyleyerek kendinizi avutmaya kalkmayın ...
sizi yenen, kendi kaçınmalarınızda Soylu bir ideal uğruna ölüyormuş numarası
yapmaya da kalkmayın ... siz, insandan nefret edenlere yem olup gidiyorsunuz.
“Ama
hala gururundan geriye bir şeyler kalmış olanlara, hayatı sevenlere, bir seçim
yapma fırsat daha tanıyorum. Hiçbir zaman inanmadığınız ve uygulamadığınız bir
ahlâk düzeni uğruna yok olmayı isteyip istemediğinize karar verin. Kendinizi
yok etmenin eşiğinde bir an durun, kendi değerlerinizi, kendi hayatınızı bir
inceleyin. Servetinizin envanterini çıkarmayı bilen insanlar olarak, bir de
aklınızın envanterini çıkarın.
“Bu
ahlâka uymak istemediğinizi, kendinizi yok etmek gibi bir arzunuz olmadığını,
bu ahlâk düzeninden ürktüğünüzü ve nefret ettiğinizi, çocukluğunuzdan beri
suçluluk dolu bir sır olarak saklıyordunuz, başkalarının ‘biz hissediyoruz’
dedikleri o ahlâkî içgüdülerin sizde hiç bulunmadığını kendinize bile itiraf
etmekten çekiniyordunuz. Fedakâr sevgiyi, başkalarına hizmet aşkını ne kadar az
hissediyorsanız o kadar yüksek sesle haykırıyor, benliğinizi görmesinler diye,
onu vücudunuzun dolabında kilitli bir iskelet olarak keşfedilmesinden korkarak
sesinizi giderek yükseltiyordunuz. Aldattığınız, o sizi aldatan kişiler de
dinliyor, yüksek sesle onaylıyor, kendi içlerinde de aynı sırrın var olduğunu
sizden saklamaya çalışıyorlardı. Varoluş sizin aranızda dev bir roldü.
Birbirinize yaptığınız bir gösteriydi. Her biriniz tek suçlu manyağın
kendisi olduğunu sanıyor, ancak başkalarının bilebildiği ahlâkî otoriteyi
tanımış gibi yapıyor, var olmayan gerçekliği kabullenmiş rolü oynuyor, hiç
kimse bu fasit daireyi kırma cesaretini gösteremiyordu.
“Uygulanamaz
nitelikteki inancınızla ne türlü şerefsiz bir uzlaşmaya girmiş olursanız olun,
hala sürdürmeyi başardığınız ne türlü bir sefil denge, yarı-sinisizm, yarı-bâtıl
inanç var olursa olsun, kökte yatan ölümcül paradoks hala yerli yerinde
duruyor, ve size, ahlâkî olanla pratik olanın birbirinin tersi olduğunu
anlatıyor. Çocukluğunuzdan beri, hiçbir zaman tam olarak ne olduğunu anlamaya
cesaret edemediğiniz bir seçimden korkup kaçıyorsunuz: Eğer pratik olan, yani
var olmak için uygulamanız gereken, iyi sonuç veren, başarılı olan, amacınıza
ulaşmanızı sağlayan, size yiyecek sağlayan, sevinç getiren, sizi kârlı çıkaran
her şey kötüyse ... ve iyi olanlar, ahlâkî olanlar da yalnızca pratik
olmayanlar, başarısız olanlar, yıkanlar, çaresizlik getirenler, size zarar
verenler, kayıp ve acı verenlerse ... o zaman seçiminiz, ya ahlâklı olmak ...
ya da yaşamak manasına gelecektir.
Sin: Nanna
Sümer mitolojisindeki ay-tanrıdır. Kaderin tanrısı olarak da anılan Nanna,
Enlil ve Ninlil'in oğludur. Nanna Sümerce "aydınlatıcı" mânâsına
gelir. Kutsal şehri Ur'dur. Babil ve Asur'da ise bu tanrıya Sin denmiş, ve ona
Harran'da da tapılmıştır. Kanatlı bir boğayı süren Sin'in lapis lazuliden bir
bıyığı vardı.
“O
canavarca doktrinin tek sonucu, ahlâkı hayattan silmek olmuştur. Siz, ahlâk
kurallarının yaşamakla hiçbir ilgisi olmadığına inanarak büyüdünüz. Ahlâkın
hayat üzerindeki tek etkisinin belki bir engel, bir tehdit oluşturmak olduğunu
sandınız. İnsanın varoluşunun ahlâk dışı bir jungle (çok sık ağaçlı ve
yüksek otlu vahşi orman) ortamından gerçekleştiğine, orada her şeye izin verildiğine,
her şeyin sonuç verdiğine inandınız. Donmuş zihinlere inen o çarpıtıcı sis
içinde, inancınızın lânetlediği kötülüklerin aslında yaşayabilmek için gerekli
olan değerler olduğunu gözden kaçırdınız. Varoluşun pratik çarelerini siz
kötülüklerin ta kendisi sandınız. Uygulanamayacak ‘iyiliğin’ kendini feda etmek
olacağını unutup, özsaygının uygulanmaz olduğunu kabullendiniz; üretimin
‘kötülük’ olduğuna inanıp, soygunu pratik saydınız.
“Haritalanmamış
bir ahlâksızlık çölünde, her esen rüzgâra göre sallanan çaresiz bir dal
gibisiniz, ne tam kötü olmaya razısınız, ne de yaşamayı seçebiliyorsunuz.
Kendinize karşı dürüst olduğunuz anlarda, kendinizi enayi yerine konmuş gibi
hissediyor, bir güceniklik duyuyorsunuz. Hile yaptığınızda, korkuyor,
utanıyorsunuz. Mutlu olduğunuz zamanlarda neşenizi bozan bir suçluluk
duygusu var. Acı çekerken, acının en doğal durum olduğunu sanmak, ıstırabınızı
daha da çok arttırıyor. Hayranlık duyduğunuz adamlara acıyor, onların
başarısızlığa mahkûm olduğuna inanıyorsunuz. Nefret ettiğiniz adamlara
imreniyor, onları varoluşun ustaları olarak görüyorsunuz. Bir sahtekârla
karşılaşınca, kendinizi silahlarınız elinizden alınmış gibi hissediyor,
kötülüğün nasılsa kazanacağına inanıyorsunuz, çünkü ahlâk nasılsa güçsüz,
nasılsa pratik değil.
“Sizin
gözünüzde ahlâkî davranış, görev, sıkıntı, ceza ve acıdan oluşmuş bir korkuluk
... geçmişinizin ilk öğretmeniyle bugünün ilk vergi tahsildarı arasında bir
melez ... çorak arazide kendi başına duran, sopasını sallayıp sizin
zevklerinizi kovalamaya, kaçırmaya çalışan bir korkuluk... üstelik zevk de
sizin gözünüzde sıvılar içinde boğulmuş bir beyin, akılsız bir yosma, parasını
at yarışına yatıran ahmak bir yaratık demek, çünkü zevk hiçbir zaman ahlâkî
olamayacağına göre, ancak bunlardan oluşabilir.
“Gerçek inancınızı tanımlarsanız, orada
üçlü bir lânetleme bulursunuz ... KENDİNİZE, HAYATINIZA, DEĞERLERİNİZE
DÖNÜK BİR LÂNETLEME. Sonunda vardığınız iğrenç sonuç, ahlâkın
kaçamayacağınız bir kötülük olduğundan başka bir şey olamaz.
“Neden gurursuz yaşadığınızı, ateşsiz
sevdiğinizi, direnmeden öldüğünüzü merak mı ediyorsunuz? Neden her baktığınız
yerde cevapsız kalmaya mahkûm sorularla karşılaştığınızı, hayatınızın niçin
imkânsız çelişkilerle dolduğunu, neden ‘YA BEDEN YA RUH’ gibi, ‘YA
AKIL YA KALP’ gibi, ‘YA GÜVEN YA ÖZGÜRLÜK’ gibi, ‘YA KÂR YA KAMU
YARARI’ gibi yapay seçimlerden kaçınmak için tüm ömrünüzü mantıksız kararsızlıklarla
geçirdiğinizi bilmek mi istiyorsunuz?
“Cevap
yok diye çığlıklar mı atıyorsunuz? O cevapları hangi yollarla bulmayı
umuyordunuz ki? Algılama âletinizi, aklınızı reddetmişsiniz, ondan sonra da
evrenin bir esrarengizlik yumağı olduğundan yakınıyorsunuz. Elinizdeki anahtarı
fırlatıp atıyor, sonra tüm kapılar yüzüme kilitlendi diye ağlıyorsunuz.
Mantıksızı izleyerek yola koyuluyor, sonra varoluş anlamlı değil diyorsunuz.
“İki
saatten beri beni dinlerken çakıldığınız o kararsızlık alanı, bir cümleye
sığdırılmış korkaklık formülüdür: Ama biz aşırılıklara kaçmak zorunda değiliz!’
Hep kaçınmaya çalıştığınız aşırılık, gerçekliğin nihaî sonuç olduğunun
bilincidir, A’nın A olduğudur, doğrunun doğru olduğudur. Uygulanması imkânsız
olan, kusurluluğu ve ölümü talep eden bir ahlâk kodu, size tüm fikirleri sisler
içinde boğmayı öğretmiş, hiçbir kesin yargıya varmaya izin vermemeyi, her
kavramı yaklaşık saymayı, her davranış kuralını esnek bulmayı, hiçbir ilkeye
bağlanmamayı, her değerden taviz vermeyi, her yolun tam ortasından gitmeyi
öğretmiş. Doğaüstü absolüleri kabul etme imkânınızı elinizden almakla, doğadaki
absolüyü de reddetmeye zorlamış sizi. Ahlâkî kararlan imkânsız kılmakla,
rasyonel yargılama yeteneğinizi yok etmiş, ilk taşı atmanızı yasaklayan o ahlâk
kodu, taşların niteliğini kabullenmenizi de, ne zaman kendinizin taşlanmakta
olduğunuzu anlamanızı da yasaklamış size.
“Yargılamayı
reddeden adam, aynı fikirdeyim diyemeyen, ama farklı fikirdeyim de diyemeyen
adam, absolü diye bir şey yoktur deyip kendini sorumluluklardan kurtardığını
sanan adam, bugün dünyada dökülmekte olan tüm kanların gerçek sorumlusudur.
Gerçeklik bir absolüdür, varoluş bir absolüdür, bir toz zerresi de absolüdür
... aynı şekilde, insan hayatı da absolüdür. Yaşayacak veya ölecek olmanız da
absolüdür. Bir dilim ekmeğiniz olup olmayacağı da absolüdür. O ekmeği kendiniz
mi yiyeceksiniz, yoksa bir yağmacının midesine girişini mi seyredeceksiniz, o
da absolüdür.
“HER KONUNUN İKİ YÖNÜ
VARDIR: bir yönü doğru, öteki yanlıştır, ama ortası her zaman
kötüdür. Yanlışa giden adam bile doğruya birazcık saygı besler, en
azından seçim yapmanın sorumluluğunu kabullenmiş sayılır. Ama ortadaki
adam doğruyu görmezden gelir, bu yolla, karşısında bir değerler seçiminin var olmadığı
numarasına sığınır. Her savaşı sonuna kadar dışardan seyretmeye
hazırdır, masumların kanının dökülmesine, suçlulara doğru karnı üzerinde
sürünerek yanaşmaya razıdır, o suçluların mahkemesinde soyanın da, soyulanın da
kodese gönderildiğine aldırmaz, orada anlaşmazlıkları çözmek için düşünenle
budaladan yarı yolda buluşmalarının istenmesinden rahatsız olmaz. Eğer
yiyecekle zehir arasında bir uzlaşma varsa, bu ne tür uzlaşma olursa olsun,
sonunda kazanan ancak ölüm olacaktır. İyi ile kötü arasındaki uzlaşmadan da
ancak kötü yararlı çıkar. İyinin kanını kötüyü beslemek için aktarıp tüketen o
kan nakli işleminde de uzlaştırıcı, nakilde kullanılan elastik tüptür.
“Yarı
rasyonel, yarı korkak olan sizler, gerçeklikle bir oyun oynuyordunuz, ama
kandırdığınız kurbanlar da kendinizdiniz. İnsanlar kendi değerlerini ‘vasat’a
indirgediğinde, bu sefer kötülük eline bir absolü güç geçirir, iyiler ödünsüz
bir amaca sadakati elden bırakınca, onu yerden sahtekârlar alır ... bunun
sonucunda ortaya, büzülen, pazarlık eden, ihanet eğilimli bir iyiyle, kendini
haklı gören ve hiç ödün vermeyen bir kötü çıkar.
BEDEN
MİSTİKLERİ size cehaletin biliyor gibi yapmak demek olduğunu söylediklerinde
nasıl teslim olmuşsanız, şimdi de ahlâksızlığın ahlâkî yargılama olduğunu
haykırdıkları zaman yine teslim olursunuz. Kendinizin haklı olduğunuzdan emin olmanın
bencillik olduğunu söylediklerinde, onlara hemen, hiçbir şeyden emin
olmadığınızı söylersiniz. İnançlarınıza bağlı kalmanın ahlâksızlık olduğunu
öne sürdüklerinde, hiçbir inancınız olmadığı konusunda onlara güvence
verirsiniz. Avrupa’nın halk devletlerinden gelen kabadayılar, sizin yaşama
arzunuzla onların sizi öldürme arzusunu bir görüş ayrılığı olarak
değerlendirmiyorsunuz diye sizi hoşgörüsüzlükle suçladıklarında, hemen
büzülüyor, hiçbir dehşet karşısında hoşgörüsüz olmadığınızı iddia ediyorsunuz. Asya’nın
mikroplu mağaralarında yaşayan yalınayak bir serseri size, ‘Ne hakla zengin
olabiliyorsun!’ diye haykırdığında, ondan özür diliyor, sabırlı olması için
ona yalvarıyor, her şeyi çabucak bağışlayacağınız konusunda ona güvence
veriyorsunuz.
“Var
olmaya hakkınız olmadığını kabullendiğiniz anda işlediğiniz ihanetin kör
çıkmazına artık varmış bulunuyorsunuz. Bunun ‘bir uzlaşma’ olduğuna
inandığınız anda, kendiniz için yaşamanın kötü olduğunu, çocuklarınızın hatırı
için yaşamanın ahlâklı olduğunu kabullenmişsiniz demektir. Ardından,
çocuklarınız için yaşamanın bencillik, toplum için yaşamanın ahlâklı davranış
olduğunu kabullenirsiniz. Ondan sonra, toplumunuz için yaşamanın da bencillik olduğunu,
ancak ülkeniz için yaşamanın ahlâklı olduğunu kabullenmeye gelir sıra. Bugün
de, dünyanın en büyük ülkesi olan bu ülkeyi, dünyanın her yanından gelen her
densizin kemirmesine göz yumuyor, ülkeniz için yaşamanın bencillik olduğunu,
tüm yerküre için yaşamak gerektiğini söylüyorsunuz. Yaşamaya hakkı olmayan
adamın değerlere sahip olmaya da hakkı olamaz, zaten onları elinde de tutamaz.
“Çeşitli
ihanetlerle dolu yolunuzun sonunda, silahlarınız, güveniniz, şerefiniz
elinizden alınmış durumda, son ihanetinizi işler, entellektüel iflas
dilekçenizi imzalarsınız; bu arada bedenin mistikleri kendilerini
mantığın ve bilimin şampiyonu ilan ederler, siz hemen onaylarsınız, en başta
gelen ilkenizin inanç olduğunuzu söylersiniz, mantığın düşman taraf olduğunu,
ama sizin inançtan yana olduğunu belirtirsiniz. Çocuklarınızın çarpılmış,
şaşkın zihinlerinde varlık mücadelesi sürdüren rasyonel dürüstlük kalıntılarına
karşılık, bu ülkede yaratılmış fikirleri destekleyecek hiçbir rasyonel
görüşünüz olmadığını, özgürlüğün, mülkiyetin, adaletin, hakların varlığının
hiçbir rasyonel temele dayanamayacağını, bunların mistik içgörüye dayandığını,
ancak inançla kabul edilebileceğini söylersiniz, mantık alanında düşmanın haklı
olduğunu, ama aslında inancın mantıktan üstün olduğunu savunursunuz.
Çocuklarınıza yağmalamanın, işkence yapmanın, köleleştirmenin, kamulaştırmanın,
öldürmenin rasyonel olduğunu, karşılarına çıkan mantık kışkırtmalarına karşı
koymaları, irrasyonellik disiplinine bağlı kalmaları gerektiğini söylersiniz;
gökdelenlerin, fabrikaların, radyoların, uçakların inanç ürünü olduklarını,
mistik sezgilerden doğduklarını, buna karşılık açlıkların, toplama kamplarının,
idam mangalarının da hep mantıksal varoluş biçiminin ürünü olduğunu ileri
sürersiniz ... sanayi devriminin aslında inançlı insanların, Ortaçağ diye
bilinen mantık çağına karşı ayaklanması olduğunu savunursunuz. Bir yandan da
aynı solukta ve aynı çocuğa, Halk Devletlerini yöneten yağmacıların
maddesel üretim konusunda bu ülkeyi geride bırakacaklarını, çünkü onların
bilimi temsil ettiğini, ama fiziksel zenginlik peşinde koşmanın kötü olduğunu,
insanların maddesel zenginlikten vazgeçmesi gerektiğini söylersiniz ...
yağmacıların ideallerinin soylu olduğunu, ama onların bunu ciddi
uygulamadıklarını, oysa sizin ciddi olduğunuzu, amacınızın yağmacılara karşı
mücadele vererek yine onların amaçlarını yerine getirmek olduğunu, onların bunu
yapamayacağını ama sizin yapabileceğinizi söylersiniz. Onlarla mücadele etme
yolunun onlardan önce davranıp neyiniz varsa bağışlamak olduğunu anlatırsınız.
Ondan sonra, çocuklarınızın neden halk kabadayılarına katıldığına, neden yarı
deli serseriler haline geldiklerine şaşar, yağmacıların fetihlerinin neden
kapınıza giderek yaklaştığını anlayamazsınız ... hepsini insanların aptallığına
yorar, kitlelerin mantığa açık olmadığını söylersiniz.
“Apaçık
gözüken şeyi, yağmacıların akla karşı sürdürdüğü savaşı görmezden gelir,
onların en kanlı cezaları hep düşünme suçuna verdikleri gerçeğini inkâr
edersiniz. Beden mistiklerinin pek çoğunun aslında işe ruh mistikleri olarak
başladığını, habire bir yandan öbür yana geçip durduklarını, materyalist ve
maneviyatçı diye ayırdıklarınızın aslında aynı bölünmüş insanın iki yarısı
olduğunu, hep birleşme olanağı aradığını, ama bunu da, ya bedenin, ya da ruhun
yok edilmesinde aradığını görmezden gelirsiniz. Sizin üniversitelerinizden
fırlayıp Avrupa’daki köle yuvalarına koşmakta, oradan Hindistan’ın mistik çamuruna atılmakta, gerçeklikten ve
akıldan kaçıp nereye olsa sığınmaya hazır olduklarını fark etmezsiniz.
“Hepsini
görmezden gelip kendi ‘inanç’ riyakârlığınıza sarılırsınız ki yağmacıların sizi
o ahlâk kodunuz sayesinde kıskaca almış olduğunu görmeyebilesiniz. Yarı itaat
edip yarı kaçındığınız o ahlâk düzeninin son ve sürekli uygulayıcısı
yağmacılardır, onlar da onu uygulanabileceği tek şekilde uygulamakta, dünyayı
bir kurban fırınına çevirerek uygulamaktadırlar. Ahlâk düzeniniz onlara tek
çıkar yolla muhalefet etmenizi yasaklamaktadır, o yol, kurbanlık hayvan olmayı
reddetmek, var olma hakkınıza gururla sahip çıkmaktır. Onlarla sonuna kadar
mücadele etmek için yapılması gereken, kabullendiğiniz bu ahlâk kodunu
reddetmektir.
“Bunları
görmezden gelirsiniz, çünkü özsaygınız o mistik ‘BENCİL OLMAMA’ kavramına
bağlıdır. Böyle bir şeye hiç sahip olmadığınız ve onu hiç uygulamadığınız
halde, upuzun yıllar boyunca hep öyle bir şeye sahipmişsiniz gibi gözükmeye
çalıştığınız için, ondan vazgeçme fikri içinizi korkuyla doldurur. Hiçbir değer
özsaygıdan daha üstün değildir, ama siz yatırımınızı kalp bonolara
yapmışsınızdır ve şimdi de ahlâk düsturunuz sizi tuzağa sıkıştırmıştır,
özsaygınızı koruyabilmek için kendinizi yok etme inancı safında savaşmanız
gerekmektedir. Burada şaka yapılan kişi sizindir. Açıklayamadığınız ve
tanımlayamadığınız o özsaygı ihtiyacı aslında benim ahlâk yasamın parçasıdır,
sizin değil. O benim yasamın objektif değeridir, sizin ruhunuzun içindedir; ama
benim kanıtımdır.
“İnsanoğlu
tanımlamayı öğrenmediği, ama ilk varoluş bilincinden, yani seçim yapması
gerektiğini keşfettiği ilk andan itibaren elde ettiği bir duyguyla, özsaygıya
olan o çaresiz ihtiyacının bir ölüm kalım meselesi olduğunu bilmektedir.
Bilinçli bir varlık olarak, hayatını sürdürebilmek için kendi değerini bilmek
zorunda olduğunun farkındadır. Doğruyu yapmak zorunda olduğunu bilir; yanlışı
seçmek, hayatî tehlikeyle karşı karşıya kalması anlamına gelir. Yanlış kişi
olmak, kötü olmak, varoluşa uygun olmamak demektir.
“İnsan
hayatının her eylemi iradeyle seçilmek zorundadır. Yiyeceğini elde etmesi ve
yemesi bile, koruduğu kişiliğinin korunmaya lâyık olduğunu gösterir.
Bulmaya
çalıştığı her zevk, onu arayan kişinin zevk almaya lâyık olduğunun
göstergesidir. Özsaygı konusunda hiçbir seçme şansı yoktur, tek seçeneği onu
ayarlamakta kullanacağı standartla ilgilidir. Hayatını koruyan o ayarı, kendini
yok edişin hizmetine doğru çevirdiği anda, ölümcül bir hata yapmış demektir,
çünkü varoluşa ters bir standardı seçmiştir ve kendi özsaygısını gerçekliğe
karşı bir durumda konumlandırmıştır.
“Sebepsiz
yere kendinden kuşku duyma, hattâ kendini aşağı görme ya da gizliden gizliye
kendini değersiz bulma duyguları, aslında insanın varoluşa ulaşamama
konusundaki gizli korkularını temsil etmektedir. Ama korkusu ne kadar büyürse,
kendisini boğmakta olan o canavarca doktrine de o kadar sıkı sarılır. Kendini
geri dönülmez biçimde kötü görme noktasına varan hiç kimse sağ kalamaz. Sağ
kalsa bile, bir an sonra deliliğin ve intiharın pençesine düşer. Bundan
kurtulmak için ... eğer yanlış bir Standard seçmişse ... numara yapmak,
görmezden gelmek yolunu seçecektir. Sonunda ÖZSAYGISIna hile yapacak,
onun yokluğunu keşfetmektense, var olduğu hayaline sarılmayı seçecektir. Bir
konuyla yüzleşmekten korkmak, en kötü ihtimalin doğru olduğuna inanmaktır.
“Ruhunuzu
kalıcı bir suçluluk duygusuyla dolduran şey, sizin işlediğiniz herhangi bir suç
değildir. Başarısızlıklarınız, hatâlarınız ya da kusurlarınız değildir.
Onlardan kaçmak için kullandığınız görmezden gelmedir. Asıl sebep herhangi bir
‘İlk Günah’ ya da siz doğmadan önce var olan bilinmez bir eksiklik değildir.
Aklınızı askıya alma, düşünmeyi reddetme seçiminizin bilincine varmaktır. Korku
ve suçluluk sizin kronik duygularınızdır, ikisi de gerçektir ve ikisini de hak
etmişsinizdir, ama bunlar, sizin asıl nedeni saklamak için icat ettiğiniz o
yüzeysel nedenlerden kaynaklanmaz; bencilliğin, zaafın ya da cahilliğin sonucu
değillerdir. Varoluşunuza yönelik gerçek ve temel bir tehditten
kaynaklanmaktadır: sağ kalma silahınızı terk ettiğiniz için korku ... ve bunu
kendi iradenizle yaptığınızı bilmekten gelen suçluluk.
“İHANET
ETTİĞİNİZ BENLİK, SİZİN AKLINIZDIR. ÖZSAYGI, İNSANIN KENDİ DÜŞÜNME GÜCÜNE
GÜVENMESİDİR. Aradığınız ego, ifade edemediğiniz ve tanımlayamadığınız o
esas ‘siz’, duygularınız ya da anlamsız rüyalarınız değil, akıl gücünüzdür,
yargılayan yüksek mahkemenizdir ... ve siz onu görevden almış, kendinizi
‘duygu’ dediğiniz serseri esintilerin insafına terk etmişsinizdir. Sonunda
kendi oluşturduğunuz bir gecenin içinde kendinizi zorla sürükler, bir ara görüp
sonra kaybettiğiniz isimsiz bir ateşin solmakta olan vizyonunu aramak için
umutsuz bir yolculuğa koyulursunuz.
“İnsanoğlunun
mitolojilerinde, insanın bir zamanlar sahip olup sonradan kaybettiği bir
cennetin ne kadar ısrarla anlatıldığına bakın. ATLANTİS KENTİ, CENNET
BAHÇESİ YA DA MÜKEMMELLİĞİN BİR KRALLIĞI. Bunlar hep geride kalmıştır. Bu
efsanelerin kökü, bir ırkın geçmişinde değil, her bir insanın geçmişindedir. Çocukluğunuzun
ilk yıllarında, boyun eğmesini, mantıksızlığın korkusuna teslim olmasını,
aklınızın değerinden kuşku duymasını öğrenmeden önce, ışıl ışıl bir varoluşu
tanımış olduğunuzu, apaçık bir evrene dönük rasyonel bir bilincin
bağımsızlığına sahip olduğunuzu, bir anı kadar somut olmasa bile, umutsuz
özlemin dağınık acısı biçiminde, hala bilmektesiniz. İşte kaybettiğiniz,
aradığınız cennet odur ... ve ona kavuşmak istediğiniz anda da sizindir.
“Bazılarınız
John Galt’ın kim olduğunu hiçbir zaman bilemeyecek. Ama aranızdan, bir anlık
bir varoluş sevgisini, onu sevmenin gururunu tatmış olanlar, şu dünyaya bakıp
da bakışınızla onu onaylamış olanlar, insan olmanın ne demek olduğunu
tatmışlardır. Ve ben ... ben o âna ihanet edilmemesi gerektiğini bilen insanım.
Onu neyin mümkün kıldığını bilen, kimin neyi seçerek, uygulayarak, sürekli
uygulayarak o âna ulaştığını bilen insanım.
“Seçim
sizindir. O seçim ... kendinizi en yüksek potansiyelinize adama seçimi ...
ömrünüzde uyguladığınız en soylu eylemin, iki kere ikinin dört ettiğini
aklınızla kavramak olduğunu kabul etmektir.
“Kim
olursanız olun ... şu anda benim sözlerimle başbaşa olan, o sözleri anlamak
için kendi dürüstlüğünüzden başka bir yardımcıya sahip olmayan siz ... insan
olma seçeneği hala açık bekliyor, ama bedeli sıfırdan başlamak, gerçeğin
karşısında çırılçıplak durmak ve çok pahalıya patlamış bir tarihsel hatâdan
geri dönerek, ‘Varım, o halde düşüneceğim,’ demektir.
“Hayatınızın
aklınıza bağımlı olduğu gerçeğini kabullenin. Tüm mücadelenizin,
kuşkularınızın, sahteliklerinizin, kaçınmalarınızın, iradeli bilincin
sorumluluğundan kurtulmak için gösterilmiş çaresiz çabalar olduğunu itiraf edin
... otomatik bilme, içgüdüsel eylem, sezgisel emin olma çabaları ... siz buna
meleklerin yaşamına özlem demiş olabilirsiniz, ama aslında aradığınız şey
hayvanların hayatı olmuştur. Ahlâkî idealiniz olarak insan olmayı kabullenin.
“ÇOK
AZ ŞEY BİLİYORUM, O YÜZDENDE AKLIMA GÜVENMEYE KORKUYORUM” demeyin.
Mistiklere teslim olup azıcık bildiğinizden de vazgeçmek daha mı güvenli?
Kendi
bilginizin sınırları içinde yaşayın ve o sınırları hayatınızın sınırlarına
kadar genişletmeye çalışın. Aklınızı otoritenin etkilerinden temizleyin. Her
şeyi bilir durumda olmadığınızı kabullenin, ama zombi rolüne sıvanmanın size
her şeyi bilme olanağı getirmeyeceğini görün. Evet, aklınız hatâ yapabilir, ama
akılsız kalmak sizi hatasız yapmaz. Kendi kendinize yapacağınız bir yanlış,
inanç nedeniyle kabul etmiş olduğunuz on doğrudan daha güvenlidir, çünkü kendi
yanlışınızı düzeltme gücünüz vardır, oysa inançla kabul edilen bir şey, sizin
doğruyu yanlıştan ayırma kapasitenizi öldürmüş olur. Her şeyi bilen bir
otomaton olma rüyanızdan vazgeçip, insanın her bilgiyi kendi iradesi ve
çabasıyla edindiği gerçeğini kabul edin, insanın bu evrendeki farklı yanının bu
olduğunu, doğasının, ahlâkının, onurunun bu olduğunu anlayan olun.
“İnsanın
kusurlu olduğunu iddia edip kötülüğe sınırsız lisans çıkaran o vaazı reddedin.
Böyle bir iddiada bulunduğunuzda, insanı hangi standarda dayanarak
lanetliyorsunuz? Ahlâk alanında, mükemmellikten azının asla yeterli
olmayacağını kabul edin. Ama mükemmellik, imkânsızı yapma yolundaki mistik
emirlere göre ölçülemez, sizin ahlâkî durumunuz da sizin seçiminize açık
olmayan kıstaslara göre değerlendirilemez. İnsanın bir tek temel seçimi vardır:
düşünmek ya da düşünmemek ... işte iyiliğinin, değerinin ölçüsü de budur.
Ahlâkî mükemmellik, ihlâl edilmemiş rasyonelliktir ... Zekânızın düzeyi
değildir, aklınızın tamamını sonuna kadar kullanmaktır. Bilginizin çokluğu
değildir, mantığı bir absolü olarak kabul etmektir.
“Bilgi
yanlışlarıyla ahlâk ihlâlleri arasındaki farkları ayırt etmeyi öğrenin. BİLGİ YANLIŞI, ahlâkî bir kusur değildir, yeter ki
onu düzeltmeye istekli olun. İnsanları imkânsızın standardına göre, otomatik
olarak her şeyi bilme kıstasına göre ölçmeye kalkan, ancak bir mistik olabilir.
Ama ahlâkın ihlâli, bilinçli bir seçimdir, bunu kendiniz, kötü olduğunu bilerek
seçmişsinizdir, bilgiden isteyerek kaçınmışsınız, görüşünüzü ve düşüncenizi
bilerek askıya almışsınızdır. Bilmediğiniz şey, size karşı bir ahlâkî suçlama
değildir. Ama bilmeyi reddettiğiniz şey, ruhunuzda büyümeye başlayan bir
ayıptır. Bilgi yanlışları konusunda her ödünü verin; ama hiçbir ahlâk ihlâlini
bağışlamayın, asla kabullenmeyin. Bilmek isteyenlerin iyi niyetli olabileceğini
hiç unutmayın, ama sizden taleplerde bulunan, sebep aramak zorunda
olmadıklarını iddia eden, ‘içlerine doğduğunu’ ileri süren küstahları, inkâr
edilmez bir iddia karşısında, ‘o yalnızca mantık’ diyenleri, bununla, ‘o
yalnızca gerçek’ demek isteyenleri, birer potansiyel katil olarak görün. GERÇEKLİK ALANININ KARŞISINDA BİR TEK ALAN VARDIR, O DA
ÖLÜMÜN ALANIDIR.
“Mutluluğa
ulaşmanın, hayatınızın tek ahlâkî amacı olduğu gerçeğini kabul edin. Ahlâkî
dürüstlüğünüzün kanıtının mutluluk olduğunu, acı ya da akılsız şımarmalar
olmadığını kabullenin, çünkü bu sizin, değerlerinize ulaşma yolundaki
sadakatinizin kanıtıdır. Mutluluk sizin çok korktuğunuz bir sorumluluk
olmuştur, çünkü benimseyebilecek kadar değerli olmadığınızı sandığınız türden
rasyonel disiplin gerektirmektedir. Günlerinizin o kaygılı bayatlığı,
mutluluğun yerine kullanılabilecek bir başka ahlâkî ikame bulunamayacağını
bilmekten kaçınmanızın anıtıdır. Bir insanın kendi sevincine, neşesine ulaşma
savaşından vazgeçmesi kadar iğrenç, korkak bir eylem olamaz ... kendi varoluş
hakkını kullanmaktan korkması, bir kuşun, güneşe uzanmaya çalışan bir çiçeğin
kendi hayatına gösterdiği sadakatin gerektirdiği cesarete bile sahip
olmadığının işaretidir. Sizin sevap savdığınız, adına tevazu dediğiniz o
günahın koruyucu paçavralarını üzerinizden atın. KENDİNİZE DEĞER VERMEYİ
ÖĞRENİN. Bunun anlamı, kendi mutluluğunuz için mücadele etmektir ... gurur
denilen şeyin tüm iyilik ve sevapların toplamı olduğunu öğrendiğiniz zaman,
insan gibi yaşamayı öğrenmişsiniz demektir.
“ÖZSAYGIya doğru temel adım olarak, sizden yardım talep
eden insanı bir yamyam gibi görmeyi öğrenin.
Bu talep, hayatınızın onun malı olduğunu iddia etmesidir. Böyle bir
iddia çok iğrenç olsa da, daha iğrenci vardır, o da sizin buna razı olmanızdır.
Bir başkasına yardım etmenin uygun olduğu durumlar yok mu, diye mi
soruyorsunuz? Eğer bunu kendi hakkı sayıyor, ya da sizin ona borçlu olduğunuz bir
ahlâki görev olarak görüyorsa, yoktur. Ama eğer siz vardım etmeyi, onun
kişiliği ve mücadelesi nedeniyle, kendi bencil zevkinize dayalı bir arzu olarak
hissediyorsanız, o zaman vardır.
ACI ÇEKMEK BİR DEĞER DEĞİLDİR, YALNIZCA
İNSANIN ACIYA KARŞI VERDİĞİ SAVAŞ BİR DEĞERDİR. Eğer acı çeken birine yardım
etmeyi seçerseniz, bu kararı onun iyi yanlarına dayanarak verin; durumunu
düzeltmek için verdiği mücadeleye, rasyonel siciline, haksız yere acı çekiyor
olmasına dayanarak verin. O zaman eyleminiz yine de alışveriş sayılır, onun iyi
yanları da o yardıma karşılık bir ödemedir. Ama iyi nitelikleri olmayan birine
yardım etmek, ona sırf ihtiyacı var diye, bunu bir hak olarak gördüğü için
yardım etmek, kendi değerlerinizin üzerine sıfırın koyduğu ipoteği kabul etmektir.
İyi niteliklere sahip olmayan adam,
varoluştan nefret eden, ölüm alanında hareket eden biridir, ona yardım etmek de
onun bu kötülüğüne onay vermek, sürdürdüğü yıkım faaliyetini desteklemek
demektir. Söz konusu olan, ister sizi etkilemeyecek bir kuruş olsun, ister hak
etmediği bir gülümseme olsun, sıfıra verilen saygı, hayata da, hayatı
sürdürmeye çalışanların tüm mücadelesine de ihanettir. Sizin dünyanızın
sefaleti, o kuruşlarla o gülümsemelerin sonucudur.
“Benim
ahlâk anlayışımın, uygulayamayacağınız kadar zor bir şey olduğunu söylemeye
kalkışmayın sakın. Böyle bir şeyden, bilinmeyenden korktuğunuz kadar
korktuğunuzu ileri sürmeyin. Yaşadığınız hayat dolu anların hepsi, benim
düsturumun değerlerine göre yaşanmıştır. Ama siz onu boğdunuz, inkâr ettiniz,
ona ihanet ettiniz. Hep sevaplarınızı günahlarınıza feda ettiniz, en değerli
insanları en kötüler uğruna harcadınız. Çevrenize bakın bir... topluma neler
yapmışsanız, aynı şeyi önce kendi ruhunuza yapmışsınız. Sizin şimdiki dünyanız
olan bu sefil enkaz, kendi değerlerinize, dostlarınıza, savunucularınıza,
geleceğinize, ülkenize, kendinize karşı işlediğiniz ihanetin fiziksel formudur.
“Şimdi
çağırmakta olduğunuz, ama artık cevap vermeyecek olan bizler ... sizin aranızda
yaşıyorduk, ama siz bizi tanıyamadınız, bizim ne olduğumuzu düşünmeyi ve
görmeyi reddettiniz. Benim icat ettiğim motoru takdir edemediniz ... o motor
sizin dünyanızda bir hurda yığınına dönüştü. Kendi ruhunuzun içindeki kahramanı
tanıyamadınız ... sokakta yanınızdan geçtiğimde beni de tanıyamadınız. Sonra
dünyanızı terk ettiğini hissettiğiniz o ulaşılmaz ruh için ağladığınızda, ona
benim adımı verdiniz, ama aslında çağırdığınız şey, ihanet ettiğiniz
kendi özsaygınızdı. Biri olmadan ötekini elde edemezsiniz.
“İnsan
aklına gerekli takdiri yöneltmeyip insanları kaba kuvvetle yönetmeye
kalkıştığınızda ... size boyun eğenlerin zaten teslim edecek bir aklı yoktu;
aklı olanlar da, onu teslim etmeyenlerdi. Böyle olunca, üretim dâhisi olan
adam, sizin dünyanızda kendini bir sosyete çapkını kılığında sakladı, servetin
yok edicisi haline dönüştü, servetini silahlara teslim etmektense onu yok
etmeyi seçti. Düşünen, mantık sahibi adam, sizin dünyanızda bir korsan rolüne
büründü, değerlerini sizin gücünüze karşı kendi gücüyle savunmayı seçti, ama
onları kaba kuvvet yönetimine teslim etmedi. Beni duyuyor musunuz, Francisco
d’Anconia ile Ragnar Danneskjöld, ilk dostlarım, savaş arkadaşlarım, birlikte
toplum dışına itildiğimiz insanlar ... sizin adınıza, sizin onurunuzu temel
alarak konuşuyorum, beni duyuyor musunuz?
“Şu
anda benim tamamlamakta olduğum şeyi biz üç kişi olarak başlatmıştık. Bu
ülkenin öcünü almaya, hapsedilmiş ruhunu özgürlüğe kavuşturmaya biz üçümüz
karar verdik. Dünya ülkelerinin en büyüğü aslında benim ahlâk düsturumun
temelleri üzerine kurulmuştu ... insanın o ihlâl edilmez var olma hakkının
üstünlüğüne dayalıydı ... ama siz bunu kabullenmekten, buna göre yaşamaktan
korktunuz. Tarihte benzeri görülmemiş bir başarıya boş boş baktınız, onun
etkilerini yağmaladınız, nedenlerini görmezden geldiniz. İnsanın ahlâkî
düsturuna dikilmiş o anıtın, o fabrikanın, o otoyolun, o köprünün karşısında,
bu ülkeyi ahlâksızlıkla suçladınız, kaydettiği ilerlemeye açgözlülük etiketini
taktınız, hep var olan açlıklar karşısında, Avrupa’nın idolü olan o cüzzamlı,
mistik serserinin karşısında, bu ülkenin büyüklüğünden ötürü özürler dilediniz.
“Mantığın
ürünü olarak kurulmuş olan bu ülke, fedakârlık ahlâkına dayanarak yaşayamazdı.
Burayı kuranlar, kendilerini yok etme peşinde insanlar olmadığı gibi, sadaka
peşinde koşan insanlar da değildi. Bu ülke, insanın ruhunu bedeninden ayıran o
mistik ayrıma dayanarak yaşayamazdı. Bu dünyayı kötü diye lânetleyen mistik bir
doktrinle yaşayamazdı ... dünya üzerinde yozlaşmışlıkla başarılı olanlara
dayanarak yaşayamazdı. Başlangıçtan beri bu ülke, mistiklerin o eski
yönetimine karşı bir tehdit olmuştur. Gençliğinin o pırıl pırıl
patlamasıyla, inanmakta zorluk çeken bir dünyaya, insanın hangi büyüklüklere
ulaşabileceğini, dünyada hangi mutlulukların mümkün olduğunu göstermiştir. Ya
biri olacaktı, ya da öbürü. Ya Amerika, ya da mistikler.
Mistikler bunun farkındaydı, siz değildiniz. İhtiyaca tapma mikrobuyla sizi
zehirlemelerine izin verdiniz. Koskoca ülke, ruhu cüceye dönüşmüş bir dev
haline geldi, asıl yaşayan ruhu yeraltına girdi, orada sessizce çalışarak sizi
beslemeye uğraştı ... isimsiz, onursuz, inkâr edilmiş biçimde çabalayan bu ruh,
bu kahraman, toplumun sanayicileriydi. Beni duyuyor musun, Hank Rearden, öcünü
aldığım kurbanların en büyüğü?
“Bu
ülkeyi yeniden imar etmenin yolu açılıncaya kadar, fedakârlık ahlâkının yol
açtığı enkaz yolumuzun üzerinden kaldırılıncaya kadar, o da, diğerlerimiz de,
geri dönecek değiliz. Bir ülkenin siyasal sistemi, o ülkenin ahlâk düsturuna
dayalıdır. Biz Amerika’nın sistemini, kuruluşunda temel olan, ama sizin o
mistik ahlâk karşısında bocalarken telaşla elden kaçırdığınız, suçluluk dolu
‘yeraltı’ muamelesine lâyık gördüğünüz ahlâkî düstura dayalı olarak yeniden
inşa edeceğiz. O düstur, insanın kendisinin bir amaç olduğunu, başka amaçların
aracı olmadığını, bir insanın hayatının, özgürlüğünün, mutluluğunun, onun ihlâl
edilmez hakları olduğunu kabul eden düsturdur.
“Hak
kavramını unutmuş olan sizler, hakların Tanrı’dan bir armağan olduğu, bu
doğaüstü armağanın inançla kabullenilmesi gerektiği iddiasıyla, toplumdan
armağan olduğu ve toplum isterse geri alınabileceği iddiası arasındaki
kaçamakları yaşıyordunuz. İnsanın haklarının kaynağı ne İlâhî bir yasadır, ne
de meclisten çıkma bir yasadır. O haklar kimliğin yasasıdır. A, A’dır, insan
da insandır. Haklar, insanın doğası gereği, doğru dürüst var olabilmesi
için şart olan koşullardır. Eğer insan dünya yüzünde yaşayacaksa, aklını
kullanması, kendi özgür iradesiyle hareket etmesi, kendi değerleri uğruna
çalışması ve çalışmasının ürününü kendine saklaması onun haklarıdır. Eğer amacı
dünyada yaşamaksa, rasyonel bir insan olarak yaşamaya hakkı vardır, çünkü doğa
ona irrasyonel olmayı yasaklamaktadır. İnsanın haklarını inkâr etmeye kalkan
herhangi bir grup, çete ya da ulus, yanlışı seçmiştir, yani kötüdür, yani
anti-hayat demektir.
“Haklar
kavramı ahlâkî bir kavramdır ... ahlâk da bir seçim meselesidir, insanlar
kendilerine ahlâk standardı, hukuk standardı olarak insan neslinin devamını
seçmek zorunda değildir. Ama bunun tersinin bir yamyam toplumu olduğu
gerçeğinden kaçamazlar. Öyle bir toplum ancak bir süre var olabilir, kendi
içindeki en iyileri yer, sonra sağlamlar yenip bitince, geriye hastalıklılar
kalınca, ya da rasyoneller bitip geriye irrasyoneller kalınca, kanserli bir
vücut gibi çöker. Tarihteki toplumlarınızın kaderi böyle olmuştur, ama siz
bunların nedenini bilmekten kaçınmışsınızdır. Ben bunu size söylemek için
buradayım. Bunun çaresi kimlik kanunudur ve ondan kurtulamazsınız. Bir insan
nasıl irrasyonelle yaşayamazsa, iki insan da yaşayamaz, iki bin insan da, iki
milyar insan da. İnsan nasıl gerçekliğe meydan okuyarak başarılı olamazsa, bir
ulus da olamaz, bir ülke de, bir dünya da. A, A’dır. Gerisi zaman meselesidir,
kurbanların cömertliğine göre sağlanmaktadır.
“İnsan nasıl kendi vücudu
olmadan yaşayamazsa, haklar da, insanın haklarını gerçeğe dönüştürebilme hakkı
olmadan var olamazlar ... bu hak, insanın düşünme, çalışma, çalışmasının
ürünlerini kendine saklama hakkıdır. İşte bu, mülkiyet hakkı demektir. Çağdaş
beden mistikleri size, ‘MÜLKİYET HAKKI’ kavramına karşı ‘İNSAN HAKLARI’ alternatifini
sunarken, sanki biri olmadan diğeri olabilirmiş gibi davranırken, bedene karşı
ruh doktrinini hortlatmak için son iğrenç girişimlerini sergiliyorlar. Maddesel
mal varlığından yoksun olarak ancak bir hayalet var olabilir, ancak bir köle,
kendi çalışmasının ürününü saklama hakkından yoksun olarak çalışabilir. ‘İNSAN
HAKLARI’nın mülkiyet hakkından daha üstün olduğuna ilişkin doktrinin tek
anlamı, bazı kimseler diğerlerinin mülkü üzerinden para kazanma hakkına
sahip demektir; beceriklilerin beceriksizlerden kazanacağı hiçbir şey
olmadığına göre de, beceriksizler kendilerinden daha nitelikli kişilere sahip
olacak, onları verimli sığır sürüleri gibi güdecek ve kullanacak demektir.
Böyle bir şeyi İnsanî ya da hak sayan her kim olursa olsun, o kişi ‘insan’
sıfatına asla lâyık değildir.
Mülkiyet
hakkının kaynağı sebep-sonuç kanunudur. Her mülk ve her türlü servet insan
aklının ve emeğinin ürünüdür. Nasıl sebepsiz etki olamazsa, kaynağı olmayan
servet de olamaz ... ve o kaynak zekâdır. Zekâyı çalışmaya zorlayamazsınız.
Düşünme yeteneğine sahip olanlar zorlama altında iş görmez, iş görenler da
onları çalıştırmak için kullanılan kırbacın değerinden fazlasını üretmezler.
Bir aklın ürününü, ancak o aklın sahibinin koyacağı koşullarla elde
edebilirsiniz, alışverişle, irade onayıyla alabilirsiniz. İnsanın mülkiyete
yönelik başka her türlü politikası, suçluların politikasıdır, sayıları kaç kişi
olursa olsun. Suçlular, oyunu kısa menzilli oynayan, avları tükenince
açlıktan ölen insanlardır ... tıpkı sizin bugün ölmekte olduğunuz gibi .. .oysa
suç işlemenin, hele de hükümetiniz soygunu yasallaştırırsa, soyguna
direnmeyi yasa dışı ilan ederse, pekâlâ ‘pratik’ olabileceğine
inanmıştınız.
“Bir
hükümete düşen tek uygun görev, insanların haklarını korumaktır, bunun anlamı
da, insanları fiziksel şiddetten korumak demektir. Doğru dürüst bir hükümet
yalnızca polislik eder, insanların öz-savunması görevini üstlenir ... ve ancak
kuvvet kullanmayı başlatanlara karşı kuvvet kullanır.
DEVLETE UYGUN GÖREVLER YALNIZCA ŞUNLARDIR:
sizi suçlulardan koruyacak polislik;
yabancı istilacılardan koruyacak ordu;
bir de malınızı korumak, anlaşmaları
başkalarının sahtekârlığından korumak, anlaşmazlıkları rasyonel kurallara göre,
rasyonel kanunlara göre çözmek için mahkemeler. Ama kimseye
kuvvet kullanmamış insanlara karşı kuvvet kullanmayı başlatan bir hükümet,
silahsız kurbanlara karşı silah kullanan bir yönetim, ahlâkı yok etmek üzere
tasarımlanmış bir cehennem makinesidir.
Böyle bir hükümet, tek
ahlâkî amacını tersyüz etmiş olur, koruyucu rolünden çıkıp insanoğlunun en
tehlikeli düşmanı rolüne bürünür, polis olmaktan çıkar, kendini koruma hakkı
elinden alınmış insanlara şiddet uygulayan suçluların koruyucusu olur. Böyle
bir hükümet, ahlâkın yerine başka türlü bir sosyal sistem getirmiştir: komşuna
istediğini yapabilirsin, yeter ki senin çeten, onun çetesinden büyük olsun,
demek istemektedir.
“Bu
tür koşullar altında yaşamaya razı olan, ya kabadayıdır, ya salaktır, ya da
gerçekleri görmemeye çalışan biridir ... diğer insanlara kendi hayatı ve kendi
aklı konusunda açık çek vermiştir, başkalarının kendisine istediklerini yapma
hakkını kabullenen inancı benimsemiştir, çoğunluğun iradesine uyulur,
demektedir, fiziksel gücü ve sayı gücünü, adaletin de, gerçekliğin de, doğrunun
da yerine koymuştur. Biz, akıldan yana olan insanlar, biz, alışverişçiler,
efendi de, köle de olmayan bizler, açık çeklerle iş görmeyiz, böyle şeyleri
kimseye vermeyiz. Biz objektif olmayan hiçbir şeyle iş görmeyiz.
“Vahşilik
çağında insanların objektif gerçek diye bir kavramdan hiç haberi yoktu. Fiziksel
doğayı bilinmez şeytanların yönettiğine inanırlardı. Öyle bir dönemde, ne
düşünce, ne bilim, ne de üretim mümkündü. İnsanlar ancak doğanın sağlam,
önceden kestirilebilir bir absolü olduğunu anladıktan sonra kendi bilgilerine güvenebilmeye
başladılar, kendi rotalarını seçtiler, geleceklerini planladılar ve yavaş yavaş
mağaradan çıkıp yükselmeye koyuldular. Oysa
şimdi sizler, modern sanayiyi, tüm dev karmaşıklığı ve bilimsel presizyonuyla
birlikte, yeniden bilinmez şeytanların eline teslim ettiniz, gizlenmiş, çirkin
küçük bürokratların önceden kestirilmez kaprislerine peşkeş çektiniz. Bir çiftçi, hasatla ilgili şansının ne kadar
olduğunu hesaplayamazsa, bir yaz süren çabalarını bu işe yatırım yapmaya hiç
yanaşmaz. Ama siz, onlarca yıllık planlar yapan, doksan dokuz yıllık
anlaşmalara giren sanayi devlerinin, hangi bürokratın kafasına ne esip de tüm
çabalarını sıfıra indirecek bir adım atacağını bilmeksizin çalışmasını ve
üretmesini bekliyorsunuz. Boş gezenlerle, geçici işçiler, planlarını bir
günlük yaparlar. Akıl ne kadar nitelikliyse, bu süre o kadar uzar. Vizyonu bir
kulübeye kadar uzanabilen adam, belki bataklık üstüne ev kurar, hızlı kârını
kapıp ortadan kaybolmayı düşünür. Ama vizyonu gökdelenleri içeren biri öyle
yapmaz. Ayrıca çeteler dolusu akılsızların sipere yatmış, türlü yasaları
değiştirip ona karşı komplolar kurmakta olduğunu, onu sınırlamayı,
başarısızlığa uğratmayı amaçladığını bile bile kalkıp da yeni bir ürün icat
etmek için on yıl sürecek araştırmaları başlatmaz, çünkü mücadelesini sürdürür
ve başarırsa, hem kazanacağı ödüllere, hem de icadına el koyacaklardır.
“Üstün
zekâlı adamlarla rekabet etmekten korkuyoruz diye ağlayan, onların zekâsını
kendi ekmek paranıza bir tehdit olarak gören, güçlülerin serbest piyasada
zayıflara şans tanımadığından yakınan sizler, dönüp şu andan ilerisine bir bakın.
Çalışmalarınızın
maddesel değerini saptayan nedir?
Eğer
ıssız adada yaşıyor olsaydınız, o değeri saptayan yalnızca aklınızın üretici
çabası olurdu. Beyniniz ne kadar verimsiz düşünürse, fiziksel emekleriniz size
o kadar az kazandırırdı ... siz de hayatınızı tek bir rutin üzerine yaşar,
riskli hasatları toplar ya da ok ve yayla avlanır, daha fazlasını
düşünemezdiniz. Ama siz rasyonel bir toplumda yaşıyorsunuz. Orada insanlar
ticaret yapmakta serbest. Bu da size, hesaplanması zor bir ikramiye getiriyor.
Artık çalışmanızın maddesel değeri yalnız kendi çabanızla ölçülmüyor,
çevrenizdeki dünyada var olan en üstün ve en verimli akılların çabaları da
devreye giriyor.
“Modern
bir fabrikada çalıştığınız zaman size ücretiniz yalnız kendi emeğinize karşılık
değil, o fabrikayı mümkün kılan tüm üretici deha için veriliyor ... onu kuran
sanayicinin çalışması, biriktirdiği parayı yeni ve denenmemiş bir şeye
yatırmayı seçen yatırımcının çalışması, levyelerini çektiğin makineleri çizip
tasarımlamış olan mühendisin çalışması, zamanını harcayıp ürettiğin ürünü asıl
yaratmış olan mucidin çalışması, o ürünün yaratılmasını mümkün kılmış olan
fizik kanunlarını keşfetmiş fizikçinin çalışması, insanlara nasıl
düşünüleceğini öğreten, sizin lanetleyip durduğunuz filozofun çalışması.
“MAKİNE, YAŞAYAN ZEKÂNIN DONMUŞ FORMUDUR. Zamanınızın verimini yükselterek hayatınızın
potansiyelini genişletme gücüne sahiptir. Eğer Orta Çağ’ın mistikleri
döneminde, demirci dükkânında çalışıyor olsaydınız, tüm geliriniz, günlerce
çalışıp sonunda ortaya çıkardığınız bir demir çubuğun değeri kadar olurdu. Hank
Rearden’ın fabrikasında çalıştığınızda günde kaç ton ray üretiyorsunuz?
Aldığınız maaş çekinin sırf sizin fiziksel
emeğinize karşılık olduğunu, o rayları kaslarınızın gücüyle ürettiğinizi iddia
etmeye cesaret edecek misiniz?
Sizin
kaslarınızın değeri ancak Orta Çağ’daki o demircinin yaşam standardı kadardır
... geri kalanı Hank Rearden’dan size armağandır.
“Her
insan, gücü yettiği ya da kendi istediği kadar yükselmekte özgürdür, ama
yükseleceği düzeyi saptayan şey ancak ne kadar düşünebildiğidir. Fiziksel emek
ancak o zaman bir erime sahip olabilir. Fiziksel emekten başkasını harcamayan
adam, üretime kendi getirdiği katkının değerini kendi tüketir, ne kendisi için,
ne de başkaları için fazladan bir değer katmamış olur. Ama herhangi bir
rasyonel girişim alanında bir fikir üreten adam ... yeni bir bilgi keşfeden
adam ... insanlığa kalıcı katkı sağlamış demektir. Maddesel ürünler
paylaşılamaz, onlar her zaman son kullanıcıya aittir. Sınırsız sayıda insanlar
arasında paylaşılabilecek tek şey, bir fikrin değeridir, tüm paylaşanları daha
zengin kılar, hiç kimse bir şey kaybetmez, yaptıkları iş ne olursa olsun, verim
kapasitesi mutlaka yükselir. Güçlü akla sahip olanların zayıflara aktardığı
şey, zaman süresinin değeridir. Kendi keşfettiği işlerde onların çalışmasına
izin verir, kendisi daha başka keşiflerle uğraşır. İşte bu, ortak çıkarlara
dönük ortak alışveriştir. Çalışmayı isteyen, hak edilmemişin peşine düşmeyen
insanlar için, zekâlarının düzeyi ne olursa olsun, aklın çıkarları hep aynıdır.
“Yeni bir
icat yaratan insan, ne tür bir servet kazanmış olursa olsun, kaç milyona sahip
olursa olsun, harcadığı zihinsel enerjiye oranlandığında çok düşük bir maddesel
karşılık alır. Ama o ürünü
üreten fabrikada hademelik yapan adam, işinin gerektirdiği zihinsel çabaya
oranla çok yüksek bir meblâğ alır. Aynı şey, aradaki kademelerde çalışan
tüm insanlar için geçerlidir, ihtiras ve yetenek düzeyleri ne olursa olsun, bu
değişmez. Entelektüel piramidin tepesindeki adam, tüm alttakilere en çok
katkıda bulunur, ama karşılığında yalnızca maddesel ödemeyi alır, diğerleri
ona, harcadığı zamana katkı olarak hiçbir entelektüel ikramiye ödemez.
Piramidin dibinde olan, kendi başına bırakılsa yeteneksizliği nedeniyle
açlıktan ölecek olan adamsa, yukardakilere hiçbir katkıda bulunmadığı halde,
kendinden üstte bulunanların hepsinin beyninden ikramiye almaktadır. İşte
entelektüel güçlülerle entelektüel zayıflar arasındaki ‘REKABET’ böyle bir
şeydir. Güçlüleri habire suçladığınız ‘sömürü’nün asıl niteliği budur.
“Bizim
size sunduğumuz hizmet buydu, sunmaktan memnunduk ve sürdürmeye de istekliydik.
Karşılığında ne istedik?
Yalnızca
özgürlük, başka hiçbir şey değil. Bizi çalışabilmemiz için rahat bırakmanızı
istedik ... düşünmek için, istediğimizi seçip onu yapmak için... kendi
risklerimize girmek, kendi kayıplarımızı sineye çekmek için ... kendi
kârlarımızı kazanmak, kendi servetlerimizi oluşturmak için ... sizin
rasyonelliğiniz konusunda kumar oynamakta özgür olmak için ... ürünlerimizi
serbest ticaret ortamında sizin beğeninize sunmak, çalışmamızın objektif
değerine güvenmek, sizin aklınızın bunu görebileceğine inanmak için ... sizin
zekânıza ve dürüstlüğünüze güvenmek, yalnızca sizin aklınızla alışveriş yapmak
için. İstediğimiz fiyat buydu, siz de bunu fazla yüksek bulup reddettiniz. HAKSIZLIKtır
bu, dediniz. Sizi mağaralardan çıkarıp modern
apartmanlara getiren, size radyolar, sinemalar, otomobiller veren bizlerin,
saraylarımız, yatlarımız olmasını haksızlık saydınız. Kendinizin ücret
kazanmaya hakkınız olduğuna, ama bizim kâr kazanmaya hakkımız olmadığına karar
verdiniz. Alışverişimizi sizin aklınızla değil, silahınızla yapmamızı
istediniz. Biz de buna cevap olarak, ‘Lânet olsun size!’ dedik.
Cevabımız doğru çıktı. İşte oldu.
“Siz
zekâ rekabeti istemediniz, şimdi gaddarlık rekabeti ortamında yaşıyorsunuz.
Başarılı üretimin ödüllerini kazanmasını istemediniz, şimdi başarılı
yağmacıların ödül kazandığı bir düzendesiniz. İnsanların değere karşılık değer
vererek alışveriş yapmasını bencil ve zalim buldunuz, şimdi bencil olmayan
toplumunuzda, gaspa karşı gaspla yaşıyorsunuz. SİZİN SİSTEMİNİZ YASAL BİR İÇ
SAVAŞ. İnsanlar birbirine karşı çeteler, komplolar kuruyor, yasama
gücünü ele geçirmeye çalışıyor, onu rakiplerine karşı sopa olarak kullanıyor,
ta ki bir başka çete gelip onu ellerinden kapıncaya, kafalarına indirinceye
kadar. Hepsi isimlendirilmemiş bir toplumun belirlenmemiş
çıkarlarının hizmetinde olduklarını haykırıyor. Siz ekonomik güçle
siyasi güç arasında hiçbir fark görmediğinizi söylemiştiniz. Para gücüyle silah
gücü aynı şeydir demiştiniz. Ödülle ceza arasında, satın almayla yağmalama
arasında, zevkle korku arasında, hayatla ölüm arasında fark yoktur demiştiniz.
Şimdi farkları öğreniyorsunuz.
“Bazılarınız cahilliğini, aklının sınırlı
olduğunu, görüşünün sınırlı olduğunu özür olarak ileri sürebilir. Ama
aranızdaki en suçlu ve en lânetli olanlar, bilme yeteneğine sahip olduğu halde
gerçeği görmezden gelenler, zekâlarını güç kullananlara sinik bir tutumla
kullandıranlardır. Bunlar iğrenç bir grup olan BİLİM
MİSTİKLERİdir, bir tür ‘KATIKSIZ BİLGİ’ye adanmış olduklarını ileri sürerler
... katıksız dedikleri, bu tür bilginin dünyada pratik bir kullanımının
olmayışı anlamındadır. Bu tür mistikler, insan ilişkilerinin rasyonellik gerektirmediğine
inanırlar, parayı aşağılarlar, ruhlarını yağmayla derlenmiş bir laboratuara
karşılık satmayı seçerler. ‘Pratik olmayan bilgi’ diye bir şey
olmadığı, ‘ilgisiz eylem’ de mümkün olmadığı için, bilimi kâr ve
hayat uğruna kullanmayı horladıklarında, onu ölümün hizmetine vermişler
demektir. Yağmacılar açısından bilimin pratik amacı ancak bu olabilir.
Böylelikle zorbalık ve yıkım silahları icat edilir. Onlar ... ahlâkî
değerlerden kaçmayı seçen zekâlar ... en suçlu onlardır bu dünyada. Onlarınki
asla bağışlanmayacak bir suçtur. Beni duyuyor musunuz, Dr. Robert Stadler?
“Ama
benim sözlerim ona değil. Benim sözlerim, aranızda bulunan, egemen ruhunun bir
parçasını henüz satmamış ve köleleştirmemiş olan, ‘başkalarının emrine vermemiş
olan’ insanlaradır. Bu gece size radyoyu açtıran bu amaçlar kaosu içinde, eğer
dünyanın derdinin ne olduğunu öğrenme yolunda bir katre dürüst, rasyonel
merakınız var idiyse, bu sözlerim sizedir. Benim düsturumun koşullarına göre,
ilgi duyanlara ve öğrenmek için çaba gösterenlere rasyonel açıklama yapmak bir
borçtur. Sözlerimi anlamamak için çaba sarf edenlere gelince, onlar beni hiç
ilgilendirmiyor.
“Ben yaşamak isteyenlere, ruhlarının
onurunu geri kazanmak isteyenlere sesleniyorum. Şimdi dünyanız hakkındaki
gerçekleri öğrendiğinize göre, sizi mahvedenleri desteklemekten vazgeçin. DÜNYANIN
KÖTÜLÜĞÜNÜ MÜMKÜN KILAN YALNIZCA SİZİN ONLARA VERDİĞİNİZ ONAY OLMUŞTUR. O
DESTEĞİ ÇEKİN. DÜŞMANLARINIZIN KOŞULLARINA GÖRE YAŞAMAYA, KURALLARIM ONLARIN
KOYDUĞU BİR OYUNU OYNAMAYA RAZI OLMAYIN. Sizi köleleştirenlerden iyilik
dilemeyin, sizi soyanlardan sadaka istemeyin ... ne sübvansiyon, ne
kredi, ne iş, ne de çetelerine katılıp komşuları soyarak kaybettiğinizi geri
almak isteyin. İnsan rüşvet alarak ve kendi mahvına onay vererek
hayatını sürdürmeyi umamaz. Kâr, başarı ya
da güven kazanmak için varoluşunuza haciz kovdurmayın. Böyle bir haciz’in
bedeli asla ödenemez. Ne kadar ödeseniz fazlasını isteyeceklerdir. Aradığınız
ya da ulaştığınız değerler ne kadar büyükse, o kadar daha tehlikede sayılırsınız.
Onlarınki sizi kanata kanata öldürecek bir beyaz şantaj sistemidir.
Günahlarınıza karşılık değil, varoluş sevginize karşılık cezalandırmaktadırlar
sizi.
“YAĞMACILARIN
ŞARTLARIYLA YÜKSELMEYE ÇALIŞMAYIN, İPLERİNİ ONLARIN TUTTUĞU BİR MERDİVENE ASLA TIRMANMAYIN.
Ellerinin onları iktidarda tutan tek kaynağa, sizin yaşama ihtirasınıza
değmesine izin vermeyin. Siz de benim gibi greve gidin. Aklınızı ve
becerilerinizi kendi kendinize kullanın, bilginizi genişletin, yeteneklerinizi
geliştirin, ama başarılarınızı başkalarıyla paylaşmayın. Sırtınıza bir
yağmacı binmişken servet yapmaya kalkmayın. Onların merdiveninin en alt
basamağında kaim, ancak karnınızı doyurmaya yetecek kadar para kazanın,
yağmacılar devletini destekleyecek bir kuruş fazla kazanmayın. MADEM TUTSAKSINIZ, TUTSAK GİBİ DAVRANIN, ÖZGÜRMÜŞSÜNÜZ
GİBİ NUMARA YAPMALARINA İZİN VERMEYİN. Onların çok korktuğu o sessiz,
yıkılmaz düşman olun. Sizi zorladıkları zaman, itaat edin, ama gönüllü
olmayın. Onların yönünde bir santim bile gitmeye hiçbir zaman gönüllü
olmayın. İstekleri, yakarıları ya da amaçlan için gönüllü olmayın. BİR
HAYDUTUN, SİZİN DOSTUNUZMUŞ, DESTEKÇİNİZMİŞ GİBİ ROL YAPMASINA YARDIM ETMEYİN. Kodes
gardiyanlarına, o kodesin sizin doğal varoluş yeriniz olduğu numarası
yaptırmayın. Gerçeği saptırmalarına yardım etmeyin. O sahtelik onların gizli
korkusunu arkasında tutan tek baraj. Yaşamaya, var olmaya lâyık
olmadıklarını bilmenin korkusu. O barajı kaldırın, bırakın boğulsunlar. ONLARIN
TEK CAN SİMİDİ SİZİN ONAYINIZ.
“Eğer onların ulaşamayacağı yerde bir sapa diyara sığınma
fırsatı bulabilirseniz, oraya gidip kaybolun, ama haydut olarak yaşamayın, onların
soygunuyla rekabete girişecek bir başka çete kurmaya kalkmayın. Sizin
ahlâkî düsturunuzu kabul eden, insanın var olması için mücadele vermeye istekli
kişilerle birlikte kendinize üretici bir hayat kurun. “Ölüm Ahlâkı” düzeni
içinde, inanç ve zorlama düzeni içinde, kazanma şansınız yok. Dürüstlerin
Geleceği bayrağını çekin ... Hayatın ve Mantığın bayrağını çekin.
“Rasyonel
bir varlık olarak hareket edin, dürüstlüğün sesini duymayı özlemiş insanlara
bir yarışma hedefi sağlamaya çalışın. Yalnızken de, düşmanlarınız arasındayken
de, az sayıda dostunuzla birlikteyken de, insanlığın yeniden doğuşunun
eşiğinde, oluşmasına önder olduğunuz yeni bir toplumun lideriyken de, kendi
rasyonel değerlerinize göre davranın.
“Yağmacılar devleti çöktüğü
zaman, en iyi kölelerinden yoksun kalıp, Doğu’daki mistik dolu ülkeler gibi
güçsüz bir kaosa dönüştüğü zaman, birbirini soymaktan başka çaresi kalmamış
soygun çeteleri halinde parçalandığı zaman, fedakârlık ahlâkının savunucuları
kendi son idealleri içinde boğulduğu zaman ... işte o zaman biz geri döneceğiz.
“Fabrika
bacalarının, boru hatlarının, meyve bahçelerinin, çarşıların, kutsallığı
istilâya uğramamış evlerin yükseldiği kentimizin kapılarını, girmeye lâyık
olanlara açacağız. Sizlerin kurmuş olduğunuz gizli sınır yerleşimlerinin
merkezi olacağız. Sembolümüz olan dolar işaretiyle ... serbest ticaretin ve
serbest zihinlerin o simgesiyle, bu ülkeyi yeteneksiz vahşilerden bir kere daha
kurtaracağız. Onlar bu ülkenin niteliğini, anlamını, görkemini hiçbir zaman
anlayamadılar. Bize katılmayı seçenler, katılacaklardır. Seçmeyenlerin bizi
durduracak gücü olmayacaktır. Vahşi sürüler hiçbir zaman aklın bayrağını
taşıyanlar için engel oluşturamamıştır.
“O
zaman bu ülke bir kere daha, yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalan bir
yaşam türüne, rasyonel insana, sığınma ve yaşama yeri haline gelecektir. Bizim
kuracağımız siyasal sistemin bir tek ahlâkî düsturu var: hiçbir kimse, bir
diğerinden hiçbir değeri fiziksel güç kullanarak alamaz. Her insan, kendi
rasyonel yargılarına göre, ya ayakta kalır ya da devrilir, ya yaşar ya da ölür.
O yargılarını kullanamaz da devrilirse, tek kurbanı kendisi olur. Eğer
yargılarının yetersiz olduğundan korkarsa, o yeteneklerini desteklemesi için
eline bir silah verilmeyecektir. Zaman içinde hatâlarını düzeltmek isterse,
kendinden üstün olanların örnekleri engelsiz olarak karşısındadır. Düşünmeyi
öğrenmek için onları rehber olarak kullanabilir. Ama bir insanın hatâlarının
başka bir insanın hayatıyla ödenmesi gibi iğrenç bir uygulama artık son
bulacaktır.
“O
dünyada, sabah uyandığınız zaman çocukluğunuzdan tanıdığınız ruh hali içinde
olabileceksiniz. Rasyonel bir evrenin içinde olmanızdan gelen bir heves,
serüven ve güven duygusu içinde olacaksınız. Doğadan hiçbir çocuk
korkmaz; kaybolacak olan, sizin insanlara karşı duyduğunuz korku olacaktır.
Ruhunuzu sakatlayan korku odur. İnsanların içindeki anlaşılmazla,
bilinmezle, çelişkiyle, rastgeleyle, gizliyle, sahteyle, irrasyonelle ilk
karşılaştığınızda başlamıştı o korkunuz. Sorumluluk sahibi insanların
dünyasında yaşayacaksınız. O insanlar, gerçeklerin ta kendisi kadar tutarlı ve
güvenilir olacak. Karakterlerinin garantisi, objektif gerçeğin standart olduğu,
yargıç olduğu bir varoluş sistemi olacak. Değerleriniz korunacak, günahlarınız
ve zaaflarınız korunmayacak. İyilikleriniz için her fırsat size açık olacak,
kötülüklerinize fırsat verilmeyecek. İnsanlardan aldığınız, sadaka olmayacak,
acıma olmayacak, merhamet olmayacak, günahların affı olmayacak, bir tek değer
olacak, o da adalet. İnsanlara ya da kendinize baktığınızda hissettiğiniz
şey tiksinti değil, kuşku değil, suçluluk değil, bir tek değişmez olacak: SAYGI.
“İşte
kazanabileceğiniz gelecek böyle bir şey. Bu bir mücadeleyi gerektiriyor. Her
İnsanî değer bir mücadeleyi gerektirir. HAYATIN TÜMÜ AMAÇLI BİR MÜCADELEDİR,
SİZİN TEK SEÇİMİNİZ DE AMACINIZDIR. Şimdiki savaşınızı sürdürmek mi
istiyorsunuz, yoksa benim dünyam için mücadele etmek mi?
Uçurumun
kenarında kaygan kayalara sarılarak devam etmek, kayıplarınızın geri dönülmez
olduğu, kazançlarınızın sizi mahvınıza daha yaklaştırdığı bu yolu mu
seçiyorsunuz?
Yoksa
bir kayadan bir kayaya yükselerek tepeye varma mücadelesine başlamayı mı
seçiyorsunuz?
Bu
mücadeledeki zorluklar, geleceğinize dönük yatırımlardır. Zaferleriniz sizi
manevi idealinize yaklaştıracaktır. Güneş ışığına kavuşmadan önce ölseniz bile,
yansıyan ışınların değdiği bir düzeyde ölmüş olursunuz. Önünüzdeki seçim budur.
Buna aklınız ve varoluş sevginiz karar versin.
“Son
sözlerim, hala gizli dünyada saklanmış olabilecek kahramanlara, kaçamakları
yüzünden değil de, değerleri ve cesaretleri nedeniyle tutsak alınmışlara
yönelik olacak. RUH KARDEŞLERİM, kendi değerlerinizi ve hizmet etmekte
olduğunuz düşmanların niteliklerini gözden geçirin. Sizi mahvedecek olanlar,
dayanma gücünüz, cömertliğiniz, masumiyetiniz, sevginiz sayesinde size sahip
oluyor. Onların yükünü sizin dayanma gücünüz taşıyor, imdat çağrısı
attıklarında cömertliğiniz yardıma koşuyor, masumiyetiniz onların kötülüğünü
kavramanızı engelliyor, kuşkuya pay tanıyor ve anlamadan onları mahkûm etmenize
izin vermiyor. Sevginize gelince, o sizin hayat sevginiz. Onlar
da insan olduğuna göre, hayatı onlar da seviyordur, diye düşünmenize yol
açıyor. Ama bugünkü dünya, onların istediği dünya, hayat da onların nefret
odağı. Bırakın, taptıkları ölüme kavuşsunlar. Sizin bu dünyaya adanmışlığınız
adına, bırakın onları. Ruhunuzun büyüklüğünü, onların kötülüklerinin zaferini
sağlamak için harcamayın. Beni duyuyor musun ... sevgilim?
“içinizdeki
en iyi niteliklerin hatırına, bu dünyayı en kötülere feda etmeyin. Sizi sağ
tutan değerler adına, insanın vizyonunu, insan denilmeyi hak etmemiş
çirkinlerin, korkakların, akılsızların çarpıtmasına izin vermeyin. İnsanın
doğal durumunun dik durmak, kafasını çalıştırmak, uzun mesafeleri aşan adımlar
atmak olduğunu unutmayın. Ateşinizin kıvılcımlarının o yetersizlik batağı
içinde birer birer sönmesine izin vermeyin. Ruhunuzdaki kahramanı öldürmeyin.
Hak ettiğiniz, ama hiç ulaşamadığınız hayata yürüyün. Yolunuzu, savaşınızın
niteliğini iyi kontrol edin. İstediğiniz dünya pekâlâ elde edilebilir.
Gerçekten vardır, mümkündür ve sizindir.
“Ama
kazanmak sizin tam adanmışlığınızı gerektiriyor. Geçmişinizin dünyasıyla,
insanın başkaları uğruna yaşayan kurbanlık hayvan olduğu doktriniyle bütün
bağlarınızı koparmanızı gerektiriyor. Kendi kişiliğinizin değerleri için
mücadele edin. Gururunuzun değeri için mücadele edin. İnsan denen varlığın
esası olan şey için, egemen rasyonel aklınız için mücadele edin. Seçtiğinizin HAYAT
AHLÂKI olduğundan emin olarak, her zaferin bu yoldan kazanıldığını, her
görkeme, her iyiliğe, dünyada var olmuş her sevince böyle ulaşıldığını bilerek
mücadele edin.
“Savaşımın
başlangıcında benim ettiğim yemini etmeye hazır olduğunuz zaman, mücadelenizi
kazanmış olacaksınız ... Döneceğim günü bilmek isteyenler için şimdi o yemini
dünya duysun diye tekrarlıyorum:
“HAYATIM
VE HAYATIMA OLAN SEVGİM ADINA YEMİN EDERİM Kİ, HİÇBİR ZAMAN BİR BAŞKA İNSAN
İÇİN YAŞAMAYACAĞIM VE HİÇ KİMSEDEN BENİM İÇİN YAŞAMASINI İSTEMEYECEĞİM.”
Kaynak:
Ayn
RAND, Atlas Shrugged / Atlas Silkindi , trc : Belkıs Çorakçı Dişbudak,4. Baskı:
Eylül 2010
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar