AŞK BUDUR!, (Aşk Bu İmiş!) Sâmiha Ayverdi Hanımefendi
Roman nasıl vücuda geldi.
Sâmiha Ayverdi imzasıyla 1938 yılında yayınlanan ve
yazarın daha sonra basılmasına izin vermediği AŞK BUDUR!, (Aşk Bu İmiş!)
[Yazar, romanından Aşk Bu İmiş diye bahsediyor. (sh: 271)Kitabın kapağında ise,
eserin adı [sehven] Aşk Budur şeklinde yazılmıştır.]isimli ilk romanı hakkında,
kim ya da kimler tarafından ve nasıl yazıldığına dâir, uzun zamandan beri
ortaya atılan bir rivâyet vardır. İlk defa elli küsur yıl önce […] H. Hanımdan
duyduğum bu rivâyeti, […] iki hanımın […] hâtıralarında da gördüm. Şöyle ki:
“Aşk Bu İmiş adlı romanı, Ken’an Rifâî’nin
talebelerinden Semiha Cemâl Hanım yazıyormuş, fakat ömrü vefâ etmeyince yarım
kalan eseri tamamlama vazîfesini hocası Ken’an Rifâî, Sâmiha Ayverdi’ye vermiş,
devâmını o yazmış.”
Bir müddet evvel yayınlanan S. Ayverdi’nin eserlerinden
derlenmiş bir kitapta[(Özcan Ergiydiren, "Aşk Bu İmiş Romanını Kim Yazdı?”
Akademi Mecmuası, Ekim 2012, s. 56-59)]
da şunlar yazılmış:
“ Aşk Budur Sâmiha Annenin ilk evlâdıdır. Semiha Cemâl
Hanım’la ortak kitabıdır. Ve gene Sâmiha ve Semiha ilişkisinin iç içe geçmesiye
zuhûr etmiş bir kitaptır.
Aşk Budur ortaya çıkışı îtibâriyle çok farklı bir
eserdir. Eser, Ken’an Rifâî’nin öğrencilerinden Semiha Cemâl Hanım tarafından
yazılmaya başlanır. Fakat kendisi çok genç yaşta Allah cebesine tutulup bu
âlemden gider olunca, kitabı tamamlama görevi Sâmiha Ayverdi’ye verilir.
[…]
Romanın yayınlanmasından bu yana, ara sıra zuhûr eden ve
yukarıdaki gibi çok hoş bir hâle bürünen bu hikâyenin aslı neydi?
[…]
Yazar [SA], kırk yıla yakın bir zaman boyunca
talebeleriyle yaptığı sohbetlerde, ilk romanını neden yazdığını şöyle
anlatmıştı:
“ Aşk Bu İmiş isimli romanımı beni rencîde eden bir
yazıya aksülamel olarak on beş günde yazdım. Kendilerine [Ken’an Rifâî
Hazretlerine ] götürdüm ve […] takdim ettim. […] Bu kitap basılsın.’ dediler.
‘Benim ismimle olmasın, müstear isim konsun’ diye istirham ettim; ‘Hayır,
dediler, senin isminle çıksın.’ Bir müddet sonra basıldı.”
[…]
Yazar, Mülâkatlar adlı kitabında da bu konuya temas
etmiş: 78. sayfada:
“Aşk Bu İmiş’i yazmadan evvel hislerimi rencîde eden bir
kitap okumuştum. Bu, o tehevvürün tekaazasıyla [sıkıştırmasıyla] yazılmıştır.”
diyor. 151. sayfada tekrarlıyor:
“İlk eserim olan “Aşk Bu İmiş”’i o zaman okuyup da
hislerimi rencîde eden bir eserin reaksiyonu ile on beş günde yazmıştım.
Neşretmeyi tasavvur etmezken, sözünden çıkamayacağım bir büyüğümün arzusu
neticesi olarak neşrettim.”
Gazeteci Kandemir’in Sâmiha Ayverdi ile yaptığı 14
Temmuz 1949 târihinde Edebiyât Âlemi’nde yayınlanan bir röportajda da bu
hakîkati teyit ediyor. Kandemir soruyor:
-İlk eser?
Düşüncelerimi, duygularımı rencîde eden bir kitap
okumuştum… Tam on bir sene evvel…
-Neydi?
Şimdi hatırlamıyorum… Onun ilk reaksiyonu olarak, cevâbî
mahiyette ilk kitabımı, gâyet kısa zamanda yazmıştım. […]
Yazar, kendisiyle yapılan mülâkatta “Tam on bir sene
evvel” diyerek Aşk Bu İmiş romanını 1938 yılında yazdığını belirtiyor. Semiha
Cemâl Hanım […] 1 Şubat 1936’da vefât etmiş, roman ise 1938’de yayınlanmış.
Eğer gerçekten romanın yarısını Semiha Cemâl yazmış, Sâmiha Ayverdi tamamlamış
olsaydı, 1936 yılında veya 1937 başlarında ve “Semiha Cemâl” imzasıla
yayınlanırdı. Kendi kitaplarına dahi adını yazmak istemeyen bu müstesnâ insan,
çocukluğundan beri çok sevdiği yol arkadaşının eserini asla kendine mâl
etmezdi.
[…]
bâzı kimseler […] “dâimâ sessiz sedâsız kapı dibinde
oturan”[ Bu ifade S. Ayverdi’nin kendisine âittir.] Sâmiha’nın bu kitabı yazmış
olduğuna inanamamışlar; “Semiha Cemâl Hanım’ın yarım kalmış romanını, belki
hocasının yardımıyla, Sâmiha tamamlamış, demişler.
Sâmiha Ayverdi’nin ardı ardına neşredilen eserleri, bu
zannı, tamamıyla silmişse de, […] uzun yıllar İstanbul’dan uzakta kalmış birkaç
kişi bu zannı günümüze kadar taşımışlar.
Netice: Aşk Bu İmiş romanını, Sâmiha Ayverdi 1938’de
yazmış ve yazı hayâtına bu eserle başlamıştır; gerisi hikâyedir. [Rana Özkan ve
Rüzgâr Özge]
*************
[Romanda Sâmiha Ayverdi Hanımefendinin, Hamza, Meryem ve
Yusuf arasında vücuda gelen aşkın ulvî hallerini işlerken, hakikatlerini de
remz [İşaret.
İşaretle anlatmak. * Güç anlaşılır. * Gizli ve kapalı söyleme. ] eden yüce mertebesini fark edeceksiniz. Ayrıca ledünni
bilgilere ulaşabileceğinizi düşünüyoruz. Hzl ]
Aşk, Ulûhiyet abidesidir. Aşk
insan ve hilkat muammasının anahtarıdır. Var olan ancak aşktır, onsuz hayat
yoktur.
Hamza
demek sevgilisi, Meryem demekti. Meryem Hamza’nın hayatından çekilirse, o, bir
ceset gibi cansız, manasız ve ifadesiz kalırdı. Onun bütün varlığı Meryem’den
ibaretti.
Hamza’nın
Meryem’e olan gönül bağı, hayatının temerküz [bir yere toplanma; merkezleşme,
birikme. ] ve istinat [dayanma, güvenme. ] noktası idi. Meryem onun için kalb
gibi idi, malik olduğu diğer kıymetler ise birer cüz gibi idiler. Bu kalb
dursa, diğer bütün uzuvlarda birer birer çürümeye mahkûm olmayacaklar mıydı ? sh:
6
**
Aşk..
İnsanı beşer kütlesinden temyiz eden
kuvvet..
Aşk., tükenmez bir sermaye!.
Aşk, ölçüsüz sevgi..
Aşk, sevdanın kemâli..
Aşk, garezsiz muhabbet...
Hamza bir solukta bunları düşünürken
birdenbire durdu. Zira o, sevgisinde garezsiz değildi. Sevilmek, sevgisine mukabele
görmek talebi değil miydi ki onu bir gölge gibi takip ediyor ve Hamza daima,
aşkının bir taraflı oluşundan muztarip oluyor, elem çekiyordu. sh: 7
**
Hasılı
Meryem, memleket için en hararetli bir mevzu, en parlak bir taçtı. Erkekler
onun için «gönülsüz Meryem» derlerdi. O, gönülsüz değildi. Bilâkis bu
gönül, pek nadir kimseye nasib olan şedid bir aşk duygusuyla hisli ve uyanıktı.
Bu yakıcı duygu, bir kaftan gibi kızı baştan ayağa kaplamış, onun içindir ki,
muhitiyle arasına kavi bir hail olmuş ve onu yalnızlığa sürüklemişti. Sh. 11
**
Meryem bu gece gökten düşmüş bir melek
gibi güzel!
Meryem, ebedî fecir..
Meryem hayat..
Meryem bizim tacımız..
Hayrenin kalbi Meryem...
Fakat Meryem’in kalbi kimin, aşkı kime bu
belli değildi...
Arap şairlerinin ilham-kârı Meryem, varol
bizim sevdamız...
Bir kadın sesi, kıskanç ve huysuz bir ses
:
Hamza Meryem’den güzel !
Bir başka ses :
— Elbette güzel.. Ben Hamza olsam yüz
Meryem’i etrafımda pervaneye döndürürüm.
Bir erkek sesi araya giriyor :
İyi ki olmamışsın.. Çünkü sen de bizim
gibi onun etrafında pervaneye dönerdin.
Haydi oradan münasebetsiz.. Çok içmişsin
galiba..
Keşki sarhoş olsaydım, sizi memnun edecek
daha neler söylerdim.
Sh:14-15
**
Ya Meryem’le evlenmeli yahut ta ondan
ayrılmalı, bu gülünç vaziyete bir nihayet vermeli idi. Birinci ihtimali
düşünürken, buna kendi bile güldü. Meryem’in kocası olmak, ona Kafdağı’nı
aşmaktan da müşkül görünerek hemen ikinci şıkka atladı; yani Meryem’i terk etmek
!
Fakat Meryem’i terk etmek, Hamza’nın
elinde mi ki, bunu düşünebiliyor ve bunu velav bir an için olsun hatırına
getirebiliyordu? Sevgilisini kendi ihtiyariyle bırakmak! Bu nasıl kabil
olabilirdi? Sh:22-23
**
Meryem, bu hayat muammalarının menşeini bilmek,
öğrenmek istiyor. Zira bunlar bilinmedikçe, insan kendini gurbete düşmüş bir
yalancı hissediyor. Benliğine, ruhuna, hasılı hilkatin sırrına bigâne olan kimsenin
bir diyar garibinden, bir yabancıdan ne farkı alabilir ?
Meçhuller içinde yaşamak, kendine, ve kendini
yaratana yabancı olmak kadar azablı bir şey olurmu ?
Meryem işte daima bu azabı, bu üzüntüleri
çeker. Fakat nerede ona bu yolda yardım edecek, bilgisi, bilgileri mağlûb
edecek vücud nerede?
Meryem işte, hasretini çektiği bu vücudu arıyor
ve kanmayan ruhu, tabiatın fevkindeki azamete yetişmek istiyor. Bu ateşin
kabiliyetli kız, ancak o zaman rahat edecek, kendine sahib olacak...sh:47
**
Belli ki, Hamza’nın asıl söylemek istediği
sözlere bu bir mukaddeme idi. O, sözlerini ezberlemiş, fakat bu ezberlenmiş
sözleri de şimdi söylemek için müşkülât çekiyor, azım ve gayret sarf ettiği
halde söyleyemiyordu. Nihayet kendine bile yabancı gelen titrek bir sesle
başladı:
— Meryem...
Seni ismen olsun karım olmaya icbar eden bu emrivakiden dolayı çok müteessifim.
Şimdiye kadar gelip bu teessürümü bizzat anlatmadığım için beni affet. Özrüm
senin malûmundur.
Bu izdivaçtan dolayı hissettiğim teessürün
samimiyetini tahmin ettiğini bildiğim için fazla bir şey söylemek istemem.
Teessür, diyorum; zira seni müteessir eden
bir vak’a, her ne kadar benim canla arzu hissettiğim bir şey de olsa, gene
teessür duyarım. sh:49
**
“Kader,
insanın kendi varlığı ile beraber yoğurulmuştur. Ondan içtinap [Sakınma,
çekinme, kaçınma. ] edilemez. İnsan, kaçmak istediği kaderini beraberinde
götürür.,,
Sh: 52
**
Meryem’e mektup göndermek arzusu, bütün
imkânsızlığı ile gönlünde alevlendiği zaman, Hamza, avucuna noktalar
koyuyor, bu noktalarda kalbinin bütün hararetli ifadesi, bütün suzişi [Yakma. Yanma. * Dokunma, te'sir etme, etki yapma. *
Büyük acı. Yürek yanması. ] ve aşkı mevcud olduğuna inanıyordu.
Bu noktalar sanki kendi kendine tafsil
olacak, semada teker teker uçup, birer aşk namesi gibi Meryem’e kadar
gidecekti.
Hamza, bu ruhî emirde büsbütün de haksız
değildi.
Bütün bu mevcudatın bile aslı, basit bir
noktadan başka neydi ?
Uzvî ve manevî
varlığı ile, koskoca bir hilkat âbidesi olan insanın da aslı, bir noktadan
başka nedir ?
Sonra mükevvenatın
azameti içinde, arz da bir nokta değil midir ?
Ya o, insanların vücuda
getirdiği eserler, mabedler, saraylar, âbideler, kervansaraylar, heykeller,
henüz vücuda getirilmeden evvel, yani daha insan kafasında, tasavvur halinde
iken, bir noktada gizlenmiş değil midir ?
Hasılı mana, noktadadır; tafsilât,
teşekkülât [meydana gelmeler.] ise kılükal [Dedikodu, söylenti:] ve
teferrüattır.sh:58
**
Su... hayat malzemesinin ruhu, lezzetten
tattan muarrâ, renksiz, kokusuz su... her şeyden, çeşnisi, kokusu olan her
şeyden bıkılır, fakat sudan bıkılmaz; ona doyum yoktur ki... O, her şeyin
aslidir, hayatıdır. Hamza, aşkla suyun arasında sıkı bir müşabehet bulduğu
için onu çok sever. Su da, aşk gibi, evsafı hiç bir şeyde olmayan yegâne
keyfiyettir. Hayatın mayesi su, ruhun mayesi de aşktır. Suda, kesif
unsurların evsafından bir hatıra olmadığı için sevgilidir. Aşkta da,
sevgiliden başka kasd olmadığı için nihayetsiz derecede şeriksizdir.
[ortaksız] sh: 60
**
Dinlenmek, uyumak için her kes bir köşeye
çekildi. Hamza yalnız kalınca, eşyaları arasından ihtimamla bir şişe çıkardı;
içindeki mayiden, yüzüne, gözlerine sürerek tekrar kapadı, kaldırdı. Bu şişe,
Meryem’in kendi eliyle eşyaları arasına yerleştirdiği gül suyu şişesi idi.
Bu anî seyahat haberi kızı ne kadar
şaşırtmıştı.. Hamza, Meryem’in bu haberi, belki de bir müjde gibi telakki
edeceğini düşünmüştü. Hâlbuki o, yenemediği bir şaşkınlıktan başka hiç bir
hissini belli etmemiş, Hamza’nın eşyaları hazırlanırken, yolda ihtiyacı
olabilecek bütün teferruatı düşünmüş, o meyanda bu gül suyu şişesini de bizzat
yerleştirmişti.
Konuk yerlerinde Hamza ne içerde ne de
çadır altında yatardı. Onun için gene çabucak hurma lifinden yatak yaptılar.
Esasen kafilenin mühim bir kısmı da açıkta yatacaklardı.
Hamza’nın derunî ve maddî süzişlerle
yorgun düşen vücudunu, çok geçmeden uyku kaptı, bu sefer de karşısına bir rüya
âlemi açıldı. Bu, öyle bir rüya idi ki, kalbe düşen bir ok gibi, Hamza’nın
yüreğini delip geçti:
Rüyasında meçhul bir el görüyor, meçhul
bir ses duyuyor, fakat bu elin ve bu sesin sahibini göremiyordu. Bu el ona,
semada, aya şiddetle yaklaşmış bir yıldızı ve ayı gösteriyor : Bak sevgilin
kimin sesinde ! diyordu.
Hamza o anda Meryem’i hakikaten, sevdiği
bir kimsenin sesinde görseydi de, ancak bu kadar harab olur, bu kadar perişan
edici bir kedere düşerdi.
Bu korku ile birden bire uyandı. Bu uyanış
ta, ona rüyadaki korkusunu tekzib [yalanlamak,
bir işe inanmayıp inkâr etmek, yalan olduğunu söylemek.] edecek mahiyette
değildi. Zira bir lâhzada uykunun afyonlu tesirinden silkinerek bakışlarıyla
gökyüzünün tarayınca, ziyadar bir yıldızın aya şiddetle yaklaşmış olduğunu
gördü. Demek ki bu manzara, rüyasını filen teyid ve tabir eden bir hakikat, acı
bir ihtardı.
Hamza biran, içinden çıkılması müşkül biı
şuur ihtilatına kapıldı. Gaybin bu sarih ihtarına rağmen, dimağı, hakikati tahrif
etmeye bu hadiseyi, aklî sebeblerle izah etmeye çabalıyordu. Meselâ, şimdi şu
gördüğü ay ve yıldız, biran uyanarak görüp, tekrar uykuya daldığı için unuttuğu
ve tahdeşsuuruna [şuuraltı] malettiği bir hîkâye olamaz mıydı ? Belki de bu
rüya, alelâde bir cevvî hadiseden mülhem olduğu bir hadise idi.
Hamza, aklının bu müdafaasından kuvvet,
teselli verici bir ümid bulmaya çabalıyor, fakat hakikatin sesini susturmaya
muvaffak olamıyordu. Zira genç adamı o manzaradan ziyade tedhiş eden bir
bedahet [açıklık, ispata ihtiyaç duymamak,
âşikâr] vardı ki bu: Bak sevgilin kimin göğsünde! Diyerek gök yüzüne uzanan el,
ve bu elin sahibinin sesi idi. Hamza’nın rüyada yarım yamalak şuurunun ne
bu eli, ne de o sesi icad etmesi
imkânsızdı. Çünkü o elde de, bu seste de öyle sadık bir mâna vardı ki, Hamza,
şimdi bile bu iki meçhul karşısında titriyordu. O el, kimin eli idi,
bilmiyordu. Fakat bildiği bir şey varsa, bu elin, hiç kimse de görmediği ruhanî
bir halâvetle manalaşmış, güzel bir el, oluşu idi.
Karanlık gecede güneş sanki bu elin üstüne
doğmuş, yahud güneş bu elden doğmuştu.
Bu elde ve seste, Hamza’yı, kaderin önüne
geçilmez buyruğuna alıştırmak isteyen müşfik ve himaye- kâr bir tatlık vardı.
Hamza bir kere daha gökyüzüne baktı. Muzî
ve hayatdar yıldız, zevkten ve hazdan mest, ayın sinesinde parlıyordu.
Ay ile dudak dudağa gelmek üzere olan ve
ona bu kadar mahrem bir imtiyazla sokulan bu yıldız, demek ki, sevgilisiydi,
Meryem’di. Tıpkı ayın kendi vücudundan kopmuş, ışrakı 8 Güneş doğmak. Işıklandırmak. Parlatmak. ] şiddetinden
sıçramış bir zerre gibi aşk heyecanlarıyla parlayan bu yıldızın tahtı kimdi ?
Hamza’nın bir lâhza bile temellük
edemediği sevgilisine, sinesinden taht düzen bu âsümanî 8 Beşerî olmayan. Semavî olan. Göğe âit ve müteallik.] vücud kimdi ? Bu
bahtlı insanı bilmek için Hamza şu anda canını verirdi.
Hamza, iradesiz bir hareketle başını sağa
sola çevirdi. Ancak bunu bir az evel rüyasında kendisine hitab eden sesten, o
nuranî elin sahibinden sorup öğrenebilirdi. Fakat genç adam etrafında kimseyi
göremedi.
Hamza, bütün vücudunun, topraktan bir
külçe gibi ağırlaştığını, yatağa yapıştığını, hissediyordu.
Artık yavaş yavaş sabah oluyor, etraftan
tek tük sesler başlıyordu. Nöbetçiler, dolaşarak kafileyi uyandırıyorlardı.
Hareket zamanını ihtar eden bu seslerin davetine icabet lâzımdı. Hamza,
yatağından kalkmadan evvel bir kere daha başını göke çevirdi. Bütün acı
ihtarına rağmen bir kere daha onları, Meryem’le sevgilisini temsil eden ayla
yıldızı görmek istiyordu. Fakat gözlerine dolan yaşlar, bu manzara ile bu gözlerin
arasını perdelemişti. Hamza bu yaşları silmeden yataktan fırladı kalktı.
**
Bu rüya hadisesini takibeden on günü, genç
adam çok hümmalı, ıztırablı geçirdi. Fıtraten kavî ve mukavim bir mizaca sahib
olmakla beraber, ıztırab onu, kuvvet ve mukavemet kabiliyetlerinden boşaltmış,
nasıl, demircinin bazusu demiri istediği şekle sokarsa, aşk ıztırablarının
pençesinde yumuşak bir demirden farkı olmayan Hamza da, bu kavî bazunun içinde
aynı zebun teslimiyetle ateşin günler geçiriyordu.
Gene bu aşk değil mi ki, yelesi kabarmış
nice aslanları bir kuzuya çevirir. Bir zamanlar Hamza da aslan gibi kükremiş,
fakat ne de çabuk bir kuzuya dönmüştü. Hatta şimdi bu işe gayb alemi bile
müdahale etmiş, bu yaralı adama, sevgilisinin elinden gittiğini işaret etmişti.
Bu rüyayı ona kim göstermişti ?
Meryem acaba hakikaten bir sevgilinin
sinesinde mi idi ?
Çöllerde eli, kolu bağlı Hamza, bunu nasıl
anlasın bunu nasıl öğrensin?
Genç adam, aşkının bir kasırga dehşetiyle
gönlü ağacından söküp kopardığı ümid yapraklarının şuraya buraya uçup
kayboluşunu melalle seyrediyor ve bir gün olup bu ağacın bir kış manzarası gibi
çırçıplak kalacağını da düşünüyordu.
Hamza, Meryem’i kaybettiğini itiraf etmek
için daha ne bekliyordu ?
Onu bu sevdadan döndürmek için işte,
sevgilisinin zahımlarına gayb âlemi de iştirak etmiş, Hamza’yı yaralamak için,
görünmeyen kuvvetler de Meryem’le birleşmişti.
Bu sevda ile genç adam, damla damla
eriyor, fakat her zamanki gibi bu duya duya ölmekte de gizli bir zevk
buluyordu.
Hayır, hayır, her şeye rağmen bu aşktan
vaz geçmeyecek, Meryem’in aşkına iftikar [Yoksulluğunu,
fakirliğini açığa vurmak. * Çok ihtiyacı olmak. * Tevazu'. Alçak gönüllülük. ] etmekten yüz
döndüremeyecekti.
Sh: 62-65
**
Meryem:
Gerçi o [Hamza] gelince, hayatım bir işkence olacaktır. Zira insanın,
manası olmayan bir kimseyle bulunması kadar büyük azab yoktur. Onunla bir evde
bulunmanın benim için cehennemi bir hayat olacağını biliyorum. Fakat insaniyet
duygusu bana bunları bile düşündürmüyor.
Sh:66
**
Meryem Hamza gittiğinden beri evinin içinde,
tam kendi istediği gibi sessiz, gürültüsüz bir hayat geçiriyordu. Arabın ateşin
erkekleri de, artık Harazanın karısı olan Meryemi taciz edemiyorlardı. Hatta
teyzesinin oğlu Halit bile ziyaretlerine nihayet vermişti. Hamza olmadığı
bahanesiyle Meryem, saray eğlencelerine de iştirak etmiyordu. Sh: 67
**
Hükümdar nadiren müsahibi Zeyyadın [Beraber sohbet eden. Arkadaş. Arkadaşlık eden. Birlikte
bulunan. ] evine gelir, bir kaç saat kalırdı.
Meryem daha yukarı çıkmadan koşarak bir
cariye geldi ve Hükümdarın Meryem’i çağırdığını söyledi.
Geldiği, ne de çabuk duyulmuştu...
Meryem kapıdan adımını atarken Hükümdar :
Vay ipekkurdu, nasıl oldu da kozanı delip
dışarı çıkabildin ? Diye lâtife ile karşıladı.
Hükümdar neş’eli zamanlarında Meryem’e,
ipekkurdu, diye hitab ederdi. Meryem de bu tabirden hoşlandığı için tebessümle
mukabele eder, ses çıkarmazdı. Fakat bu sefer gülmedi ve susmadı.
İpekkurdu, yani kendi kendini habseden mahlûk
demek değil mi Hükümdarım ? Niçin gülüyorsunuz?
Öyle.. Bu maksatla kullanılan bir hitab bu
!
Anlamadığım bir şey varsa, sizin gibi zekî
ve düşüncelerini tartabilen büyük bir kimsenin, tecerrüdün [sıyrılma, soyunma, çıplak olma. ] manasını anlamaması
ve onu istihfafla [hafife alma, küçük ve aşağı görme,
küçümseme. ] karşılamasıdır.
Ben, eas itibariyle dünyadan nefret
etmiyorum. Bilâkis dünyayı güzel, hem de pek güzel buluyorum. Şu kadar var ki,
her güzel şeyin, iğrenç cepheleri de olması tabiîdir, işte ben, dünyanın bu
mülevves [kirli, bulaşık. ] kısmından istikrah
[Bir şeyi kötü ve kerih görmek.
Beğenmemek, nefret etmek. Bir şeyi cebir ve ikrah ile işlemek. ] ediyorum. İşte ben
bundan tiksiniyor, bu taşkın, yorucu ve manasız hayattan uzak olmaya çabalıyorum.
İpekkurdu, diye hor
gördüğünüz o böceğin koza içinde geçen mahbus hayatı, manada azadlıktır. Zira göklere uçmaya
müstaid [istidat ve kabiliyet sahibi olan.
Zeki ve akıllı kimse, uyanık, anlayışlı. ] kanatları o, bu esarette tedarik eder.
Onun için bu tecerrüde, esaret değil, hürriyet demelidir.
Siz, ipekkurdunun havadan, güneşten, sudan,
hasılı her bir ihtiyaçtan müstağni olarak geçirdiği bu sarhoşluk âlemini neden
istihfaf ediyorsunuz?
O hayatın tadını, o sarhoşluğun zevkini
bilmediğiniz için değil mi ?
İpekkurdu kendini, kendinden başka sâkini
olmayan bu daracık hücreye, ihtiyariyle mukayyed [bağlı, kayıtlı, sınırlı. ] eder. Zira ona bu
yalnızlıkta, fezaların ihata edemeyeceği bir genişlik vardır.
**
Zeyyad, kızının dudaklarından birbirine
çengellenmiş gibi çıkan sözlerden korkuyor, hükümdara göstermeden susması
için işaretler ediyor, el ve göz hareketleriyle onu sükûta davet ediyordu.
Musahibin de hakkı vardı; çünkü Meryem
daha selâmlaşmadan söze başlamıştı. Hem de ne sözler ?
Zeyyad’ın zihniyetine göre, küstah, çirkin
bir ifade !
Çocukluğundan beri şekil perest olan
Zeyyad, Meryem’in laubali telakki ettiği sözlerinden dolayı onu daima suçlu
çıkarırdı. Halbuki Hükümdar, Zeyyad’ın kızının bu ölçüsüz ve merasimsiz
hareket ve sözlerine alışık ve memnundu. Meryem’in böyle açık ve samimî
konuşması ona, güzel bir besteden daha hoş gelirdi. Zira bu kızın sözlerinde
gönlünün harareti, sarahatle görünürdü. O, ya hiç konuşmaz, yahut da söylediği
vakit, duygularını tervih [Râyiha
verme. Kokutma. Kokusunu artırma. * Rahatlandırma. ] eden derunî bir
ibramla söylerdi.
Hükümdar, Meryem’in susmaması için
soluklarını bile yavaş yavaş alıp veriyordu. O şimdi başka bir mevzua girmişti:
Süratle cereyan eden bir nehri bir sed,
insan zekâsının düzdüğü bir hail durdurabilir. Fakat görünmeksizin akan ömür
nehrini durduracak bir kuvvet cihanda yoktur. Bu nehrin koşup gittiği son
merhale ölümdür.
Dünya ile sıkı fıkı dost olmadığım için
beni neden ayıplıyorsunuz ?
Dünya vefasızdır Hükümdarım!, bu böyle
olduğu , gibi dünyada bulunan her şey de tabiî olarak vefasızdır. Dünya dalına
sıkı yapışmaya gelmez, zira çürüktür ; en beklenmeyen zamanda kopar, tutunmuş
olan da düşüp parça parça olur. O, kedi gibi doğurduğunu yer.
Sonra karşınızda
rakseden bir güzelin yüzünde saltanat süren taravet ve gençlik, ariyet bir
libas gibidir. Müddeti gelince vefasız dünya onu çekip alır ve bir başkasına
giydirir. Dünya, ne güzeli çirkinleştirmeye ne zengini sokak dilencisi etmeye,
ne de mamureleri viran eylemeye sıkılmaz. Dünyanın durmadan dönen çarkı, her
saniyede bir can vücuda getirdiği gibi bir diğerini de alıp götürür.
Beni, fettan [Fitneci. Kurnaz. Fitne çıkaran. Karıştıran. * Hırsız. *
Şeytan. * Altın eriten kuyumcu.] bir kadına benzeyen, bu iki yüzlü dünyaya
gönül bağlamadığım için mi ayıplıyorsunuz ?
Bir az sabredin en beğendiğiniz bir
güzeli, senelerin hançeri o hale sokar ki, iki sevgili birbirinizi tanımaz
olursunuz. Bütün lâtif ve hoş şeyler, avdet edecekleri toprak tarafından
istihfafla beklenmektedir. Eğer bana payidar ve ebedî zevki bulup getirir de,
gene ona gönül vermezsem o vakit kellemi kesiniz razıyım...
Hükümdarım seni severim. Merdsin, adilsin;
hem hal inde saltanat kâbusu yoktur.. Onun için....
Artık Zeyyad dayanamadı, kızının
cür’etkârlığı hadden aşmıştı. Kaç defa Hükümdarla böyle arkadaşça
konuşmamasını ihtar etmişti. Bir Hükümdara karşı, seni severim merdsin... ne
demekti ?
Demek ki sevmese, seni sevmem., diyecekti.
Zeyyad, Hükümdarın şahsına olacak
hürmetsizlikten ziyade, günün birinde bu lâubaliliğin, kendi mevkiini
sarsacağından endişe ederek kızını böyle pervasızca konuşmaktan menetmek istiyordu.
Halbuki zavallı adam, asıl Hükümdarın Meryem’e olan sevgisinin, kendi mevkiini
kuvvetlendiren âmillerden biri olduğunu bilmiyordu.
Hükümdarım, müsaade edermisiniz Meryem bir
parça dışarıya çıksın. Yorgun geldi, ne söylediğini bilmiyor.
Ne istiyorsun Meryem’den ? Canın
sıkıldıysa sen çık.sh: 69-70
**
Arkadaş adın ne senin ?
Esir, Hamza’nın Arapça sorduğu suali
anlamış olacak ki tam bir Arap lehçesiyle :
Ömer ! dedi.
Arab esirlerindesin, demek ?
Arabım, fakat esir değilim.
Hamza, bir an bu söze inanır gibi oldu.
Mademki esir değilsin, neden seni bu zorlu
işde çalıştırıyorlar ?
Esir, karşısındakinin anlayışsızlığına
taaccub eder gibi onu süzdü ve :
Senin anlayacağın
manada esirim; fakat kalbim, yani hakikî varlığım her bir hürden daha azad,
daha şaddır. Hatta hükümdarınızdan da, senden de hürüm. Ben esir değilim
delikanlı... Esir, sizlersiniz. Zira siz, şeref şöhret, gurur, taazzum [Kibirlenmek. Büyüklük taslamak.] ve tahakkuku için
haris olduğunuz bin türlü ibtilanın, bin türlü zaafın kulu ve hizmetkârısınız.
Düşman hariçte olsa, onu ezmek kolaydır;
fakat içimizdeki düşmana çare yamandır. Hariçteki düşmanlar cismi tahrib eder,
cana ilişemez; içerdeki düşman ise canı çürütür, ruha aman vermez.
Esir sustu ve şakaklarından süzülen ter
hattını, parmağı yukardan aşağıya yüzünden geçirerek yere akıttı, tekrar taş
kırmaya devam etti.
Hamza şaşırmış kalmıştı. Bu adamın tekrar
konuşmasını, söylemesini istiyordu. Fakat gene hekim, şu kılıksız, esirin
karşısında adeta şaşırıp kalmıştı. Esirin çehresinde sarih bir asalet vardı;
esasen Hamza’ya alâka vererek ismini sorduran da bu mana olmuştu.
Gizli olan manayı
gammazlayan ayna, simadan başka ne olabilir?
Çehre, kalbin iğriliğini ve rastlığını
ifşa etmekte asla ketûm değildir. Hamza da, esirin yüzünde ruhanî asîl çizgiler
görmüştü. Ona biraz daha yaklaşarak :
Elindeki kazmayı bırak ta seninle
konuşalım! dedi.
Olmaz!
Niçin olmuyor ?
Merak etme sana bir şey yapamazlar, ben
muhafızlara söylerim.
Olmaz eliyorum sana !
Korkma canım., bir şey diyecek olsalar
bile ben müdahele ederim.
Ben insanların muahazesinden [Azarlama. Çıkışma. Darılma. Alay eder tarzda
karşısındakini küçümseme. Tenkid. ] korkmam, Allah Teâlâ’dan korkarım. Eğer
ben elimden kazmayı atar da burada seninle, yahut herhangi vazifemin haricinde
bir işle meşgul olursam, insanların itabına uğramasam bile Allah Teâlâ’nın
muahazesine ve hiç olmazsa kalbimin itabına müstahak olurum. Zira herkese
vazifesini veren Allah Teâlâ’dır, insanlar değil...
Beni bu zorlu işle
mükellef edenleri, sen insanlar mı zannediyorsun ?
Hayır, hayır... Bil
ki, Allahın tasarrufuna, insanlar birer alettir. Beni burada taş kırmıya memur
eden Firavun, yahut sırtıma kırbaç vuran şu biçare muhafızlar mı zannediyorsun
?
Hayır, bu nasibi bana
Allah’ım münasib görmüş ve onlar vasıtasıyla da bu arzusunu tahakkuk
ettirmiştir. Amma, senin gibi bir adama bu nasibi neden vermiş, diyebilirsin. Bu, onun
bileceği iştir. Bil ki Yaradan’ın iki türlü hikmeti vardır. Biri aşikâr ki
bunu, aklı olan herkes bilir, diğeri de gizli hikmetidir ki, onun sebebini
yalnız kendi bilir.
Kim bilir vaktiyle ne kabahat
işlemişimdir ki, beni burada taş kırdırmakla terbiye ediyor. Bil ki sebepsiz
hiç bir şey olmaz. Bütün çektiğimiz şeylere vaktiyle biz, kendimiz müşteri
olmuşuzdur. İnsana her ne gelirse kendinden gelir ve başkası tarafından maruz
kaldığı sitem ve cefalarla, gene kendi amellerinin neticesini çeker.
Binaenaleyh benim bu amelimin de mükteseb
[Kazanılmış. Elde edilmiş. ] bir vazife olduğuna
şüphe etme !
Hem, onlar, dediğin de kim oluyor ?
Onlar da, her kes te, birer vazife ile
tavzif olunmuş emir kullarıdır. Hakikatta işleyici ve buyurucu Yaradandır; sade
o...
Onun için delikanlı, beni, işimi
terletmeye teşvik etme. Zira insan, mükellef olduğu vazifede kusur ederse itaba
lâyık olur, insanlar tarafından muaheze edilip edilmemenin ehemmiyeti yoktur,
elverir ki o kimseden, vazife ve nasibini veren Allah hoşnutsuzluk getirmesin.
Mademki adıma, esir, diyorlar esaretin icabı taş kırmak ve bunun gibi zahmetli
işlerde çalışmaktır. Mademki esareti kabul etmişim, o halde onun icabatını da
seve seve ve kusur etmemeye çalışarak yapmayı da taahhüd etmişim demektir.
Kalbim, her nefes harekâtımı teftişten hali değildir; beni fiillerimden dolayı
o muatab [azarlama ] etmezse, gönlüm daima müsterih ve kaygusuzdur. Elverir ki
Yaradana karşı sözünden dönmüş olmayayım. O benden hoşnut olduktan sonra, ha
taş taşımış, kırmış, ha kaba döşekte yatmış, istirahat etmişim, bence ikisi de
birdir.
Ey, yeter artık, söyletme beni... Hem
benimle konuşup ne yapacaksın ?
Ben seninle konuşmak istemiyorum ki...
Esir gene sustu. Başından akan terler daha
çoğalmıştı. Bu ter izleri, patlayacakmış gibi kabarmış damarlarının üstünden
atlayarak geçiyor, yırtık, kirli gömleği bunları bir sünger gibi emiyordu.
Esirin semavî bir vecd ile çınlayan sesi,
hâlâ Hamza’nın kalbine batıp çıkıyor, gene hekim ne yapacağını bilmeden ona
bakıyordu.
Fakat esir, hiç te bir az evvelki derunî
ve değerli hitabeyi okuyan coşkun adama benzemiyordu. Siması tamamen kapanmış,
tabiî ve sâkin çizgilerle dolmuştu. Tıpkı, bulunduğu muhite göre renk
değiştirerek kendini, mütecessis nazarlardan gizlemenin yolunu bilen bukalemun
gibi, serî bir istihale ile değiştirivermişti. Hamza, en ummadığı yerde, en
umulmayan bir ağızdan işittiği bu sözlerden garib bir zevk, izah edemediği bir
incizab [cezb edilme, kapılma, çekilme. ] duymuştu. Gönlünde
uyanan bu müsbet ihtisasları, esire bir az daha sokulmakla ifade etmek istedi.
Esir şimdi hadid ve ciddî idi. Hamza’nın muhavereyi uzatmak isteyişini sezmiş
gibi sert ve şimşekli bir bakışla baktı.
Benden ne istiyorsun? Var işine git! siz
kim, biz kim ?
Sizin bir tek süslü pabucunuz, benim gibi
yüz esiri satın alır. Git kendi denginle konuş., senin mevziin esirler
karargâhı değil, kibar meclisleridir. Buraya yanlış gelmişin delikanlı...
Hamza, bu tavsiyeyi menfî cihetten tatbik
ederek güneşten ve heyecandan bitab düşmüş vücudunu kumların üstüne bıraktı.
Değil koğulmak, döğülse de buradan gidecek değildi.
Esir onun bu samimî hissini okumuş gibi
birdenbire tavrına miilayemet, sesine şefkat doldu ve söylemiye başladı :
Delikanlı, bak şu sırtım kırbaç
darbelerinden ne kadar sertleşmiş, nasırlanmıştır. Görünüşteki bu şedid esarete
rağmen, hiç bir yabancı eli değmiyen, değil kırbaç zahmı,[ Yara, ceriha ] hatta bir nazarın bile örseliyemiceği
kalbim, öyle bakir ve temiz bir aşkın karargâhıdır ki, işte oraya, mütecaviz
bir elin uzanması asla mümkün değildir.
Başım, vücudum, elim ayağım sille tokat
yiyebilir;, fakat kalbime kimse el uzatamaz, oradaki zevki, hiç bir buyruk
tatil edemez. Ben, şu gördüğün vücud değilim, ben bir görünmeyen zevk ve
hoşluğum. Mademki gizli olan hakikî hüviyetime tecavüz imkânı yoktur, O halde
ben nasıl esir olurum ?
Benim bir tek muharrikim,[ tahrik eden,
harekete geçiren. ] bir tek gayem, bir tek zevkim bir tek Allah’ım vardır : Aşk!
Hamza’nın dudakları da ihtiyarsız olarak (
aşk, aşk) diye kımıldadı ve gözlerinden, haberi olmadan iki damla düştü.
Esir, gene adamın bu suzişine şüpheli bir
bakışla baktı ve muhatıbının zaafını sezerek hararetli bir sesle sözüne devam
etti :
Aşkı sen hangi
manâda kabul ettin de, aşk, aşk., diyorsun ?
Bir güzelin ilham
ettiği aşktan mı bahsediyorsun yoksa ?
Aşkı, bir güzele mukayyed [bağlı, kayıtlı, sınırlı. ] görmek, onun
hakikatına karşı küfürdür. Bahçıvanın, bahçe çitinin dışına attığı bir gül,
gülistanın kemalini ifade eder mi hiç ?
Gerçi o gülde de lâtif bir koku vardır,
fakat zamanın tagallübatı [Zorbalıklar,
tahakkümler.] bunu ondan çarçabuk alır, soldurur, mahveder. Fakat çiti atlayıp gül
bahçesine girersen, orada, solan bir gülün yerine, pembe dudaklı yüz koncanın
açılmak için müheyya [hazır hale getirilmiş.] olduğunu görürsün.
Senin gönlün de o zaman bu güllerden bir gül olur ve aşkın ebedî bahar ile
ölmezlerden olur.
Şunu bil ki, aşkın hakikati bulunmadıkça,
hilkatin maksudu ele gelmez ve insan aşkının kemali derecesine göre mükemmel
olur. Hilkatin ve kâinatın manasını bulmak istersen aşkı bul. Çünkü insan aşkı
bulmak için dünyaya gelmiştir. Hayatın sebebi aşktır; mükevvenat ta aşkın
tekazası sebebiyle tekevvün [Vücuda
gelmek. Meydana geliş. * şekillenmek. * Var olmak. ] etmiştir. Ancak aşkı bulandır ki,
maksuduna ve hilkatinin manasına kavuşmuştur. Aşk deyip te geçme, zira kıyamet
tarihine, bir hudud vardır, ama aşka had ve gayet yoktur.
Cismi güzel gösteren ruh ve aşktır; aşkın
taalluku ise ruha ve ruhla husule gelen güzelliğedir. Bütün güzelliklerin
menba-ı aşktır; lâkin çok kimselere aşk mükevvenat aynalarından yüz
göstermiştir. O, herkese vasıtasız ve üryan olarak yüz göstermez, meğer ki o
kimse aşkın satvetinde kendini yok etmiş, aşk kesilmiş, yani onunla ölmüş,
onunla dirilmiş olsun!
Birçok kimseler gördükleri ve gönül
verdikleri güzellikleri ve hoşlukları bu müteayyin [Karar verilmiş. * İleri gelen kimse. Eşraftan olan kişi.
* Belli, âşikâr ve meydanda olan. Taayyün eden.] vücutlardan zannederek onların mesti ve
sevdalısı olurlar. Fakat şu demde ki bu vücutlar mahvolur ve aşkın hakikati
tezahür eder o kimse buna mülaki olunca, musavver olmayan hakikat ona der ki : Beşeriyet
kirleri ve iktizalarıyla zebun ve mest olan sen, o güzellikleri bu vücutlardan
sandın, halbuki o güzellikler benim mutlak, güzelliğimin aksinden ibaretti.
Asıl benim, halbuki sen onları asıl zannetmekle yanıldın !
Esirin tekrar susması, bir külçe halinde
oturan Hamza’ya biraz hareket verdi; sanki bu adamın sözlerde yaşadığı dünyayı
değiştirivermiş, havası, mürekkebatı [terkipler,
bileşikler. ] İlahî bir nefhadan ibaret olan tanımadığı bir seyareye [gezegen; gezen, dolaşan. ] atlayıvermiş gibi
idi. Hiç ummadığı bir kimse ile olan şu kısacık muhavere, Hamza için karanlık
bir gecenin bir şimşek çakmasıyla aydınlanıp, tekrar zulmete gömülmesi gibi
oldu. O, tekrar ve sürekli bir aydınlıkla nurlanmak istiyordu. Zira Hamza, bu
muvakkat fecir esnasında, ruhunun tanımadığı gizli bir köşesini görmüştü. Bu
köşede, esirin söylediği ebedî ve lâyemût [ölümsüz. ] aşk, inkişaf etmemiş
bir nüve halinde köhne, metruk duruyordu.
Esirin sözleri
hakikat kadar doğru idi. Zira Hamza biliyordu ki, kâzib [Yalancı. Yalan söyleyen. ] sözler, gönülde iz
bırakmadan geçip gider. Rast ve sadık sözleri ise, kalb, mihenk gibi haber
verir.
Esirin dediği gibi, hakikatin, kucağına
atılmak, orada muhalled [Ebedî. Dâimî. Bâki. Sürekli olarak
kalan. ] olmak ne cazib, ne doyulmaz bir hayaldi. Fakat bu hayali tahakkuk ettirmek
için Meryem'in aşkını feda etmek lâzımdı çünkü iki aşk bir kalbde olamazdı.
Halbuki bu-aşk onda, hâkim ve yenilmez bir şaşaa ile tekaza [Başa kakmak. * Sıkıştırmak. * Hakkını isterken borçluyu
zorlamak.] etmekte idi. Gerçi esirin sözleri baştan aşağı doğru idi, ne çare ki Hamza
için, Meryem'in aşkına hakikati bile tercih etmek bir emri muhaldi. Meryem’siz
Hamza, kışın kamçısını yemiş bir ağaç gibi çıplak, kuru ve mahsulsüz demekti.
Hiç Hamza’yı Meryem’in aşkından koparacak
bir kuvvet olabilir miydi ?
Gene adamın dimağı, bir taraftan bu
hükümleri vermeye çalışırken bir taraftan da esirin sözlerine bigâne
kalamıyordu. Zira onlardan gönlüne, bilmediği bir haz ve tesellî edici bir şifa
hüzmesi sızmıştı. Bu ziyadar yoldan esire doğru gizlice çekildiğini
hissediyordu.
Gene hekimin insicamı bozulmuş düşünceleri
başka bir safhaya atladı. Bir esir bu mânalı nükteleri nasıl ve ne suretle
öğrenmişti ?
Söyle bana Ömer, sana bu hakikati kim
aşıladı?
Yoksa, kendi kendine biten bir nebat gibi,
bütün bunları kendiliğinden mi buldun?
Bu sual, Ömer’in elinden kazmasını
düşürdü. Elleriyle beraber bütün vücudu da titremeye başladı. Esirin çehresi,
hasret, ıztırab, zevk ve aşkı aynı zamanda temsil eden bir mahşere dönmüştü.
Ruhunu dudaklarına bağlayan bir sesle :
Ben,
güneş gibi ziyayı kendinden neşreden bir varlık değilim. Ne bildim, ne buldumsa
hepsini, hatta kendimi, kendi hakikî varlığımı da ondan, kabilemin reisinden
iktibas ettim. Onun vücudu güneşinden kaptım. Sana onun...
Ömer sözünü
tamamlayamadan yüzü üstü düştü bayıldı.
Demindenberi fevkalbeşer bir kudret ve
salabetle çalışan esirin, en zaif, en hassas cebhesinin bu kabile reisi
olduğunu anlamakta Hamza tereddüd etmedi.
Esirin ayılması uzun sürmedi. Derin bir
haz âleminin sarhoşluğu içinde kendi kendine gözlerini açtı. Ömer’in
bayılması, Hamza’nın hekimlik gayretini tahrik ettiği için hiç olmazsa,
bileklerini, kollarını ovmak suretiyle iyileşmesine yardım ediyordu.
Ömer gözlerini açar açmaz, baş ucunda onu
görünce, bu rikkata[acıma; incelik; yufka yüreklilik,
yumuşaklık. ] gülümsedi ve Hamza’nın avuçları içindeki
ellerini yavaşça çekerek :
Üzülme delikanlı,
bana ilâç fayda vermez; benim dermanım kendi derdimdedir.
Dedi ve gene hekimin itimad veren samimî
tecessüsünden kurtulamayacağını anlamış gibi, daha o bir şey sormadan,
macerasını söylemeye başladı :
Ben bir tacirdim. Memleketim buraya çok
uzaktır, senede, yahut bir kaç senede bir ticaret etmek için Şap denizi
kıyılarına gider gelirdim. Gene bir defa kervanla henüz gelmiştik ki,
birdenbire bir karışıklık oldu, Araplarla Mısırlılar, çarpıştılar bu esnada ben
de esir düştüm. Tam iki sene oldu, Allah’ım bana burada taş kırdırıyor. Fakat
şunu da bil ki gönlümdeki zevk, ölçüsüz bir mebzuliyetle beni her şeyden
müstağni etmektedir. Yalnız hasret, yalnız o, işte bir şeye benzemiyor. Bu
gözlerin hakkını hiç bir zevk ödeyemiyor.
Hamza, ağlayacak kadar müteessirdi. Esire
son bir sual daha sormak için ellerini tuttu. Bu sefer Ömer kendine uzanan bu
dost ellerin içinden, bir ağaç kadar sertleşmiş, çatlamış, bütün evsafını
kaybetmiş ellerini çekmedi.
Nerelisin Ömer ?
Hayreliyim !
Hamza taaccübden bir an kekeledi. Hemen
kendini toplayarak acele ile :
Ben de Hayreliyim! dedi.
İkisinin de bakışları, birer sorgu çengeli
gibi birbirine kenetlenmiş kalmıştı. Hamza bu garib buluşmanın zevkiyle :
Ben hekim Hamza’yım, sarayın baş hekimi., dedi.
Ömer, rikkat dolu bir tebessümle
gülümsemişti.
Seni tanıdım şimdi delikanlı. Bir kaç defa
aramızda ismin geçmişti.
Kiminle ?
Aşiretimin reisile...
Hangi aşirettensin ?
Ebüşşettar aşireti...
Reisi kimdir?
Taaccüb etmek sırası Ömer’e gelmişti.
Nasıl oluyordu da bir Hayreli, bunu bilmiyordu ? Ömer, Hamza’nın merakla
açılmış gözlerine bakarak :
Yusuf, Yusuf ! dedi.
Hamza, memleketinde sanki bu ismi
işitmemiş miydi?
Hem yüzlerce defa... Yusuf’u herkes bilir,
herkes severdi... Fakat Hamza, Meryem’in sevdasından, biraz evvel Ömer’in
sayıp döktüğü unsurî ve beşerî kayıtlardan vakit bulup ta bir kerre bile,
herkesin sevdiği Yusuf’u görebilmiş miydi ?
Onu tanımıyor musun ?
Ömer’in bu sualine Hamza, hayır, derken,
yüzünün utançtan kıp kırmızı olduğunu hissetti.
Yusuf’un yüzünü görmenin kıymet ve
saadetini, o, Mısırın çöllerinde mi öğrenmeliydi?
Gene hellime bu aşiret reisinin ruhî
kemli, Ömer’in vücudundan aşikâr olmuştu. Ömer’in vücudu seli, Yusuf’un gönlü
deryasına müntehî [Sona eren. Son. Bir şeyi tamamlayan.
Biten] oluyordu. Hamza’nın vücudunu kapan bu sel, ona şimdiden bu deryanın inci
ve mercan hâzinelerinin kapağını açmıştı. Açmıştı, fakat Hamza bu hâzinelerden
istediği gibi istifade edebilecek miydi ?
Zira Meryem’in sevdası, onun elinin, kolunun
kavî kemendi idi. Hiç Hamza bu ibtilâdan baş çekip, kendini o deryanın
nihayetsiz derinliğine bırakabilir miydi ?
Fakat Ömer’in, hakikatin hudutsuz
azametinden kopup gelen sözleri ve gönlünün zevki tuğyanı da, Hamza’ya yabancı
ve ırak görünmüyordu.
Ne tuhaf Ömer, Hamza’ya ne Mısırda
bulunuşunun sebebini, ne de memleketinin haberlerini merak edip sormuyordu.
Ömer, bak ben sana bu kadar sualler
sordum; hâlbuki sen, yurdunun haberlerini bile sormuyorsun?
Sen Hayreden çıkalı iki sene olmuş; ben
çıkalı daha iki ay oldu. Sana taze, yeni havadisler verebilirim.
Ömer gönlünün süzişini toplayan bir adam
sonra :
Benim sana soracağım yegâne sual, Yusuf’a
aid olacakdır. Mademki sende buna verilecek cevap yoktur, o halde neyi sorayım
?
Beni dünyada ondan başka hiç bir şey
alâkalandırmaz; yalnız onu tanır, onu bilir, onu görürüm., ben onun yanık bir
sevdalısıyım.
Birden bire başlıyan bir davul sesi, bütün
sahayı dolduran esirleri birbirine karıştırdı. Her biri, ellerindeki
kazmaları, tokmakları, kürekleri atarak, yemek davulunun sesine doğru koşmaya
başladılar.
Ömer de, sanki, Hamza’dan kaçmak için
fırsat bekliyormuş gibi bir kelime söylemeden sür’atle bu kafileye karışarak
kaybolup gitti.
Hamza’nın: Dur gitme Ömer! diye bağıran
sesi, esirlerin uğultulu gürültüleri arasında, denize düşen bir damla gibi iz
bırakmadan yok oldu.
Bir anda bütün saha boşalmış, Hamza çölde
tek başına kalmıştı. sh: 83-94
**
— Asıl
akrabalık, ruh arkadaşlığıdır. İnsanın kendi manasını bulduğu kimsenin
yakınıdır; sh: 96
**
Fakat şu muhakkak ki Ömer, bu gene adamda,
hakikata karşı büyük bir istidad ve iştiyak, ruhunda bariz bir ulviyet
görmüştü. Hem Allah Teâlâ Ömer’i kurtarmak için Hamza’nın vücudunu vesile
intihab [Seçmek. Ayırıp beğenmek. İhtiyar ve
âmâde eylemek. * Bir şey yerinden çıkmak. ] etmişti. Onun için Ömer
kendini esaretten çekip kurtaran bu adamın selâmeti için ölünceye kadar ve
elinden gelirse ölümden sonraki hayatta da ne mümkünse yapmaya çalışacak, ona
dost ve yardımcı olacaktı. Zaten Yusuf Ömer’e ve daha nice yüzlerce Ömer’lere,
dustluk mefhumunu izah ederken, insanı Allah Teâlâ’ya yaklaştıran, bütün
yaratılmış olanlara şefkattir; halk Allah’ın ailesidir. Halka en sevgili olan, ailesi için fayda
verendir diyerek, bütün mahlûkata teşmil ettiği umumî bir dostluk fikri telkin
etmemiş miydi? Ömer şimdiye kadar
kime fenalık etmişti ki Hamza’ya bundan bir hisse çıkarabilsin ? sh:97
**
Burası, yüz binlerce insanın ruhanî
istinadgâhı olan muazzam Menfis mabedi! Ömer Hamza’yı kolundan tutarak çekti :
Şunlara bak Hamza.. Şu zavallılara bak!
Ümid ederim ki, sen bunların inandıkları manasızlıkların giriftarı değilsin I
Ateşe, öküze, taşa, güneşe tapan şu yavan
fikirlere bak ta onlara acı...
Hamza için putlara tapmaktan vaz geçmek
kolaydı. Çünkü bunların düzme ve ibtidaî vâhimelerin [Vehim veren, vesvese veren. ] mahsulü olduğunu
zaten biliyordu. Bunlara tapmaktan, kurtulmak bir şey değildi. O, Meryem’e
tapıyordu. İşte ondan vaz geçmek muhaldi.[
imkânsız; olması mümkün olmayan]
Ömer, Hamza’nın cevab vermek istemediğini
görerek tekrar sözüne devam etti :
Ey, İzislere,
Üzirislere, Pahtlara, Hapilere, daha yüzlerce mabudlara baş koyan insan!
Nedir bu senin dar
düşüncen, köhne fikrin ?
İnsan kendi
hizmetkârına, kendi muhayyelesinin icad ettiği şeylere tapar mı ?
O insan ki, mahlukat
içinde en kıymetli eser, hakikatin sırrı, hikmetlerin muammasıdır, başlı başına
bir âlem, uzvî, hissî ve manevî tezahürlerile bir kâinata bedeledir, nasıl
olur da, kendi hayalinin doğurduğu maymunlara bile tapacak kadar küçülür?
İşte bu secde, ne
tazîm ne de ümid veya korkudandır. Belki aşkın heybet ve istilasındandır ki,
baş, ihtiyarsız olarak yere düşer; bu yere kapanışında zemini bile yüksek
bulur ve tapmak için daha, daha alçamak, daha yok olmak, kendini unutmak ister.
Öleceğini düşünerek yaşamak, kalb
istirahatı, kalb zevki verir; fakat ölmüş gibi yaşamak, zevkin, istirahatın
kendisidir. İşte, Mabudu bilerek ve görerek tapan, ve onun için yere kapanan baş
ta, kendinden ölmüş, hakikî istirahata ve rahata kavuşmuştur.
Ömer, tekrar ibadet edenlere sözünü
çevirdi.
Kalkın ey zavallılar!
İşiten, gören, tasarruf ve tedebbür [Bir şeyin sonunu düşünmek, tefekkür etmek. Müdebbir
olmak, tedbirli olmak. * Arkasını dönmek. ] eden sade o dur. Kâinatı tedvir eden
buyruk, onun işaretinden ibarettir. Onun azameti, Ölçüye, hesaba gelmeyen
büyüklüğü, gözlere perde, onu görmeye muhkem hail olmuştur.
Bu hakikat ki sizi ve beni ve bütün
mükevvenatı, içinden dışından sarmış, azametine müstağrak etmiştir, işte bu
nihayetsiz büyüklük, onu gözlerden gizleyen perde olmuştur. Onu görmek
isterseniz, aşkla başınızı yere koyun. Onu görmek için, gene onun aşkı nurundan
gözlerinize fer, gönlünüze cevher isteyin. Suzişiniz beşeriyetin ari olan
gömleğini yaksın, sizi asıl insanlığınıza kavuştursun. sh: 99-101
**
Sh: 101
**
Gene hekim, bu düşüne« lerin tevlid ettiği
bir feveranla :
— Ömer,
senin dünyada mislin yok, ne hoş, ne güzel bir adamsın sen,.. Dedi.
— Sus,
sus Hamza.. Misilsiz olan, yalnız Allah Teâlâ’dır. Beni yaratan, benim gibi
nicelerini yaratmaya muktedirdir.
Hamza, bil ki Yaradan’ın, sahranın
kumlarından çok Ömerleri vardır. .
Hem benim nemi methetmek istiyorsun ?
Eğer şekil ve simamı methetmek istiyorsan,
bu taravet,[ Tazelik. Körpelik. ] en çok ölünceye
kadar sürer. Eğer sözlerimi methediyorsan, ölüm gelince bu da kalmaz. Fakat,
bende Allah’ımın aşkını görüp onu methetmek istiyorsan, şehade tinde sadıksın;
çünkü onun letafet ve taravetine halel gelmez, hiç bir suretle ona zeval ve
kesafet yoktur; Çünkü o, odur.
— Vaz
geçtim, vaz geçtim seni methetmiyorum. Gece oluyor biz hâlâ yollardayız, onu
düşünelim. Sh: 103
**
Ömer, Nil boyu nekadar güzeldi değil mi ?
Herkesin ölümden sonra aradığı cennet,
sanki onlardı.
Hayır Hamza hayır, ben sana cenneti iki kelime
ile söyleyeyim: Cennet, gönül zevkidir. Bu zevke kavuşmuş olanlar, her
yerde, her zaman cennettedirler. Cenneti bulmak için ölmeye hacet yok! Esasen
onu burada bulamamış olanlar, öldükten sonra da bulamazlar.
Beni korkutuyorsun Ömer...
Hakikata müteallik sözler korkunç olamaz
dostum.. her ne kadar düşündürücü iseler de, ümid ve tesellisi de içindedir.
Hakikattan korkma Hamza, zira yegâne fenalık görmeyeceğin dostun, hakikattir.
Korkulacak şey nedir, bilir misin?
Hakikati bilmemek ve yalnız cismin
muktezasının zebunu olmaktır.
sh: 105
**
Gülme Hamza.. bu kara cehalet, insanların
hemen her sınıfında türlü türlü şekillerde tezahür eder.
Bu küçük misali, hayatın her safhasına
tatbik edebiliriz.
Meselâ, kendi gayesinin hakikattan uzak
olan mahdud çemberi içine takılıp kalan her hangi medenî bir şehirlinin
bunlardan mana itibarile ne farkı vardır ?
Biri ibtidaî
cehalet, diğeri medenî cehalet. Fakat netice aynı.
Hattâ öyle akıllı geçinen kimseler vardır
ki, onlara hakikatin parlak yüzünü ne kadar göstersen, ne kadar anlatsan, arlar
gibi dururlar, fakat ne görür, ne de anlarlar. Belki, görüşlerinin
kısalığından, en şaşaalı bedahati [Şanı,
şerefi yüce, yüksek ve büyük olan.] bile tekzibe kalkışırlar. Fakat sen
bunları mazur bil Hamza!..
Zira
kişi, cahili olduğu şeyin münkiri olmakla beraber, hakikati işitmek ve anlamak
ta bir istidat meselesidir. Ruhları küçük olanlar kendileri büyük te olsalar
bir şey anlayamazlar.
İzah et Ömer!
Yani
demek istiyorum ki hayvanlık derecesinde olan kimselerin hisleri ve idrakleri
kendilerine mahsus dairenin dışarısına çıkamaz. Bunlar hayvaniyet hududunda
ilerisini görmeye muktedir olamazlar. Binaenaleyh, havas ve idrakleri mahsusat
basamağından yukarı çıkmadığı için kalbleri cehil karanlığı ve şuursuzluk
damgasile mühürlenmiştir de ondan...
Çalış Hamza, her iki dünya için de çalış.,
cemiyetin ve ailenin saadetine çalışmak ta ibadettir. Çalış Hamza, zira
insanın kıymeti, çalışmanın derecesiyle mütenasibdir. Bak ben meselâ memleketin
en çok iş yapan tacirlerinden biriydim ; fakat bu sayım hiç te kendimi ıslah
için olan sayime (çalışmama) ve kalb zevkime mani olmamıştır. Sonra Yusuf un bir nefes boş vakti yoktur. sh:
106-107
**
Yusuf’un evini uzaktan görmek, Hamza’ya
helecan vermişti. Burası bir katlı, üç odadan ibaret küçük bir evdi. Binanın
üstünde geniş bir sütun vardı. Hamza’ya bu ev, kendilerinin her biri birer
saraya benzeyen kâşaneleri yanında pek mütevazı, pek sade göründü.
Meryem de müphem bir heyecan hissediyordu.
Bu aşirete ilk gelişi idi. Belki de bu yabancı muhitte, tanımadığı kimseler
arasında sıkılacaktı. Fakat hem Hamza’nın arzusunu yerine getirmek, hem de
onunla baş başa kalmamak için bu ziyareti kabule mecbur olmuştu.
Ömer onları kapıda karşıladı. Meryem, bu
yanık yüzlü, muntazam beyaz dişli adamın yüzündeki itimad ve kalb rahatı veren
manaya bakarak bir az ferahladı. Ömer onları, kırk yıllık bir dost gibi
tehassürle [ hasret çekmek, elde edilmesi
istenen ve ele geçirilemeyen şeye üzülmek, kalben ve ruhen hissetmek] selâmladı.
— Hoş
geldiniz aziz misafirler... Gözüm yollarda idi. Meğerse sana ne kadar alışmışım
Hamza...
Ömer, Meryem’e de Hamza gibi ismile hitab
ederek selâmladı. Kızın bir az mütehayyir [Şaşmış,
hayrette kalmış. ] ve yadırgayan bakışlarını görünce, yarı ciddî, yarı lâtife İzahat vermeye
mecbur oldu :
— Sanki
bu memlekette Meryem’i kim tanımaz ki ben bilmeyeyim ? Hem, yolculuğumuz
esnasında Hamza’dan, gündüzleri terane, geceleri ninni yerine hep bu ismi
dinledim durdum. Yalnız Meryem bizi bilmez! diye gülümseyerek, yol göstermek
için önden yürümeye başladı. Hamza ile Meryem de onu takib ettiler.
Hep beraber, ceylan ve keçi derisiyle
döşenmiş uzunca bir dehlizden geçerek, sağda, baheye bakan bir odanın aralık
kapısının önünde durdular. Ömer içeri seslendi :
— Gelelim
mi Sidi ? iki kıymetli misafir geldi.
Bu sualin cevabını, içerden bir el filen
verdi. Yusuf kapıyı açmış, onları ayakta bekliyordu.
Bir nefeslik bir zaman, Hamza da, Meryem
de kapının eşiğinde kaldılar.
Hamza’nın gözleri, Yusuf’un musafaha için
kendisine uzattığı ele takılıp kalmıştı. O, bu eli tanıyordu.
— Ömerin
dostları, ocağımızı şereflendirdiniz, buyurun...
Hamza bu sesi de tanıyordu.
Bu el ona, rüyasında ayın koynundaki
yıldızı gösteren eldi. Bu ses te “işte sevgilin,, diye o işareti tekid
eden sesti.
Hamza ne yanılıyor, ne de evhama
kapılıyordu. Yusuf’un eli, o elin kendisi idi. Hamza’nın hükmü o kadar kat’î
idi ki, bu hususta ufak bir şüphe ve tereddüd bile geçirmedi. Yalnız onu
düşündüren, bu elin sahibine, çölde soramadığı suali hemen sorup soramamak
Meryem’in sevgilisi kimdir? Diye Yusuf’un malûmatına müracaat edip etmemekti.
Kimsenin bilmediği bu sırrı, onun bildiğinde Hamza şüphe etmiyordu. Sahrada o semavî hadiseyi işaret eden elin sahibi,
mutlaka Meryem’in sevgilisini, Hamza’nın rakibinin kim olduğunu biliyordu.
Esasen Ömer de bu rüya hakkında söz söylemeği Yusuf’a bırakmamış mıydı ?
Fakat yazık ki gene adam, kalbini
sıkıştıran bu tecessüsü yenmeye mecburdu. Hiç bu kadar sırasız, bu kadar damdan
düşme sual sorulur muydu ?
Yusuf cevabiyle Hamza’nın tecessüsünü
tatmin edecek olsa bile, daha ilk telâkide böyle bir şeyi sormak pek abes
olurdu.
Hamza, Yusuf’un başlı başına bir âlem olan
ellerine tekrar baktı. Zaten o geceden beri, bunları asla unutmamış, hayır
unutamamış, onlar kendilerini unutturmamışlardı. Bunlar hakikaten,
dertleşilecek, söz söylenecek, hitab edilecek birer varlıktılar.
Hamza bu tereddüd ve şaşkınlık anını
geçirinceye kadar, Yusuf’un eli musafaha için onu bekledi.
Meryem, Hamza’nın bu duruşunun ve ruhî bir
buhran geçirdiğinin farkında olmadı. Zira o da, anlaşılmaz bir saikle
sersemlemiş gibi idi.
Hamza Yusuf’la selâmlaştıktan sonra, ancak
başını kaldırıp bu asîl çehrede İlâhî bir tuhfe [Hediye,
armağan ] gibi çakan manaya, baktı.
Yusuf, Ömer’in bir buçuk aylık arkadaşlığı
esnasında her vesile ile andığı Yusuf, demek ki, bir bakışla gönülde mahşerî
bir telâş uyandıran, varlığı muzmahil [Çökmüş.
Darmadağın olmuş. Perişan olmuş. ] eden, tefekkürü kabzeden bu harika idi!
Hamza, Ömer’in Yusuf hakkında söylediği
sözleri, Yusuf’a nazaran sönük, hatta yavan buldu. Fakat Ömer’in de hakkı
vardı. Yusuf, anlatılmaktan balater [Pek
yüksek, daha yüksek ] bir mucize idi.
Ömer’in aylardan beri Hamza’ya aşılamaya
uğraştığı ilahî mefkure, bu gözlerin bir tek başında hülasa edilmişti.
Yusuf’un geniş omuzlarını ortasında
yükselen başı, hilkatin esrariyle yüklüydü. Bakışları, insana bir lâhzada
hudutsuz bir vüs’atın kapılarını açarak sonsuz, derin bir âleme götürüyordu.
Kaşlarının ortasında, tesbit olmuş bir şimşek remzi gibi, iki münkesir hattan
mürekkeb derin bir çizgi vardı. Sanki bu harikulâde çehrenin bütün esrarı bu
kati hattâ toplanmış, istediğine esrarını gammazlıyor, istemediğinden de
saklıyordu.
Yusuf’un sesi Hamza’nın düşüncelerini
tatil etti :
— Ömer’i
ne kadar memnun etmişsiniz. Onun gibi ben de sizi tehassürle bekliyordum.
— Ziyaretiniz
için ne kadar geç kalmış olduduğumu şimdi anlıyorum Sidi. Sizi Mısırda tanımak,
benim için yüz kızartıcı bir keyfiyettir. Bu mülâkat senelerce evel de
olabilirdi. Geçmiş zamanıma acıyorum..
— Her
şey için merhûn bir vakit vardır ve o şeyin vukuu, bu mukadder zamanın
gelmesine bağlıdır. Danenin başak olması, bir muayyen zamanın safahatına
tabi olduğu gibi, insan da vaki olacak şeyler vukuu anına kadar böylece,
zamanın tekallübatına [Bir halden başka bir hale değişmek.
] maruzdur.
Sonra, geçmiş zamana acımak, onunla
mukayyed olmak, vakit ziyamdan başka bir şey değildir. Geçmiş de, gelecek de
insanın malı olamaz, ancak yaşanan ânın faydalı geçirmenin çarelerini aramak
lâzımdır. Çünkü, geçmiş te, gelecek te, halin içindedir.
Sh: 114-116
**
Ziyarete vesile ve sebeb, sevgidir. Asıl
bahane ve vesile, ondan ibarettir. Muhabbeti olanın eli boş olamaz. Zira sevgi,
sebebin, vesilenin kendisidir Hamza...
— Fakat bu kılıç, aynı zamanda
düşmanlarınıza karşı iyi bir silâh ta olabilir diye düşünmüştüm.
Benim düşmanım yoktur ki Hamza. hem ben
hiç silâh taşımam. Çünkü muhafız hakikatta tedbir değil, takdirdir. Maamafih
kul tedbir eder Hâlık takdir eder ve ancak olan, onun istediğidir. Farzet ki sahranın bütün kumları
düşmanım olmuş, o, istemedikçe, hiç biri bir zarar yapamaz, zira mahlûk,
Yaradan’ın bu cihan meydanındaki tasarrufunun bir âletidir. Emri veren
Hâlıktır. Bu emri tatbik eden, file getiren âlet de insandır.
Ömer de daha Mısırda iken Hamza’ya böyle
söylemişti. Yusuf ise aynı umdeyi çok keskin ve parlak bir talâkatla müdafaa
ediyordu.
Yaradan, filiyle, kavliyle, gizli ve
aşikâr tasarrufuyla insandan zuhur etmiştir. Binaenaleyh Yaradan’ın gazabı da,
ihsanı da, insanlara gene insanlar vasıtasıyla gelir.
İşte insan, Yaradan’ın olan bu tasarrufu
kendinden bildiği için cahildir. Halbuki bu tasarruf, onda emanet ve ariyettir.
Bir gün olup Yaradan bunu o kimseden alınca ne tasarruf kalır, ne de vücud...
İnsan, fiilin, kavlin ve tasarrufun hep Ondan olduğunu bildiği vakit Yaradan’ı
bilmiş olur.
Yani, kendi vücudunun hakikatta bir vasıta
olduğunu bilen, Yaradan’ın varlığını bilmiş olur. İşte insan bu bilgiyi
iktisab etmek için yaratılmıştır.
Sh: 116-117
**
Yusuf gerçi Ebüşşettar kabilesinin reisi
idi. Fakat civarda bulunan bütün kabilelerin sevgi noktası idi. Onun mesaisi,
umumî ve ahenkdâr, ahlak sağlamlığı üzerine kurulmuş bir hayatın teminine
matuftu. Muhitine ihtiraslardan uzak, temiz, örselenmemiş yekpare bir sükûn
âlemi tesis etmişti.
Yusuf’un dostluğunun en değerli bir
sermaye olduğunu, bütün yakınları tadarak öğrenmişlerdi. Onun sevgisi, kaç
kişiyi melûf [Alışmış, huy edinmiş. ] oldukları fenalıklardan kurtarmış, onun
müdahalesi, birbirinin kanma susamış mütehevvirlerin [Hiddet ve kızgınlıkla neticeyi düşünmeden saldıran. ] ellerinden hançerlerini düşürmüştür. Ondan
gelen bir haber, bir selâm birçok kimseleri, doğru yola delâlet eden bir rehber
olmuştur. Çürümek üzere olan kalpler, onun sevgisiyle hayat bulmuş,
dirilmiştir.
Birbirleriyle döğüşe döğüşe gelenler, bu
sulh ve asayiş ocağından, iki candan dost olarak el ele çıkarlardı.
Bundan başka, Yusuf’un malen hayırhâh
olduğu kimselerin sayısını da kimse bilmezdi. Yusuf’a babası Malik bin
Halim’den büyük bir servet kalmıştı; fakat o, babası gibi debdebeli
yaşamaktan hoşlanmadığı için, istediği gibi muhitine yardım ederdi. Malik bin
Halim, malî vaziyetinin müsaadesinden istifade ederek oğlu için her taraftan
hocalar getirterek tahsiline ehemmiyet vermiş ve bu bilgisini takviye etmesi
için onu, uzun seneler komşu memleketlere göndermiştir.
Yusuf daha pek gene yaşında iken, beyaz
sakallı adamlar ondan akıl danışmaya gelirlerdi. Hatta Kocalarından biri:
Sen mi benim hocamsın, yoksa ben mi seninin hocanım aklım ermiyor, derdi.
Malik bin Halim mağrur ve ağır başlı bir adamdı, fakat o da gene oğlunun
hayranı olmaktan ve için için onu takdir etmekten kendini kurtarmazdı.
Babasının ölümünden sonra Yusuf aşirete
reis olmuş, fakat hayatını daha sadeleştirmiş, daha basit şeraite bağlamıştı.
Civar aşiretlerin reisleri muntazam günlerde Yusuf’un evinde toplanırlar, kabilelerinin
ticarî, ictimaî, bilhassa ahlâkî ve edebî cereyanları hak- kındaki
müzakerelerden «onrn, hükümdara bu nıüzakerelerin hülâsasını bildirmek için
içlerinden birini gönderirlerdi.
Yusuf’un aşireti, bilhassa şiir ve
fesahatta çok ilerlemişti. Yusuf nazariyatcı değildi. Takrir ve telkin ettiği
esasları, daima canlı misallerle izah eder, bilhassa şahsında tatbik ve filen
tahkik etmemiş olduğu umdeleri kimseye tavsiye etmezdi.
Ebüşşettar aşireti,
Hayrenin kalbiydi. Bu aşirette, Yusuf2u müteaddid seyahatleri esnasında takib etmiş
yabancıların sayısı da mühim bir yekûn teşkil ederdi. Bunlardan biri, Yesribli
Halil’di. Yusuf’u takib etmek için anasının babasının, hatta Yusuf’un
mümanaatını [engel olmak. ] kırarak, Yesrib’den kalkan kervana gizlice
iltihak etmiş, o zamandan beri Hayre’de yerleşip kalmıştı. Halil, lâübali
tavırlı, sözlerini düşünmeden söyleyen temiz yürekli bir adamdı. Konuşurken
kavga eder gibi bağırması, zorba ve teklifsiz halleri, hoşa giden
hususiyetlerindendi. Yusuf’la ekseriya pencereden konuşur, sözünü daima telâşlı
ve yüksek sesle söylerdi. Hemen bütün üzüntüsünü, çok sevdiği karısı ile, üç
çocuğunun hastalıkları teşkil ederdi.
Yusuf, zevcesi Ummül
Bedr, kölesi Mahbub ve Mahbubun karısı Sude ile otururdu. Yusuf’un, Billi
diye çağırdığı zevcesi Ummül Bedr, aynı zamanda akrabası idi. Yusuf, bu saf ve
güler yüzlü ve çocuk ruhlu kadınla, çocukluk refakatinin merbı tiyeti, temiz
kalbinin durgun ve teressübsüz [Dibe
çökmek. Tortulanmak, ayrılmak. Durulmak. Süzülmek. ] safiyeti için
evlenmişti. Ummül Bedr güzeldi de.. Fakat Yusuf kendi taşkın aşkının cevabını
bu sade ruhta bulamayacağını bildiği için zevcesini olduğu gibi kabul etmiş,
onun için Ümmül Bedr daima kaygusuz, neşeli ve telâşsız bir ömürle mesud
olmuştur.
Yusuf’la aynı çatı altında yaşayanlardan
biri de Mahbub’dur. Bu gene adama kim, köle, derse Yusuf’un canı sıkılır, o yüz
kere azadlıdır, derdi. Yusuf ona arazi ve ev bağışlayarak azad etmiş ve
evlendirmişti. Fakat Mabbub, Yusuf’un yanında kalmayı azadlığa ihtiyar ederek
karısıyla beraber bu çatının altında yerleşmişti. Mahbub, küçük bir çocuğun
anasına karşı mecbul [Yaratılmış. Yaratılışında bir hâl
veya sıfat bulunan ] olduğu zaaflarla Yusufa düşkündü.
Gerçi Mahbub da bir insandı, fakat masum
va müşfik mizacı, dost, dürüst, namuskâr hareketleri, onu şayanı hayret bir
itimadın sahibi etmişti. Her muhite intibak eder, kimseyi fena bilmez, dost,
düşman diye iki ayrı mefhum tanımazdı. Onun, hakikatta Yusuf’tan başka arzusu,
ondan başka vücudu yoktu.
Gece gündüz onun arzularına karşı uyanık
ve fevkalbeşer bir hassasiyetle nigehbandı.[
Gözcü, gözetici, bekçi.]
Mahbubun yegâne zaafı, gezmek, eğlenmek,
bilmediği yerleri görmekti. Her eğlence meclisine Yusuf onu gönderir, bir
şenlik, bir düğün ihtimali konuşulurken “Mahbubu da unutmayın !„ derdi.
Mahbubun karısı Sude, Ömer’in kızıdır.
Yusuf bu kızdaki İnsanî hislerin şayanı hayret tekâmülünü takdir ettiği için
onu çok sevdiği Mahbub’la evlendirmişti.
Fakat Sude de bu fazileti Yusuf’un
terbiyesinden bulmuş, onun telkin ettiği, mahlûkata şefkat düsturunu kendi
kabiliyetiyle karıştırarak, mükemmel bir insan numunesi olarak meydana
gelmişti.
Sude Yusuf’tan ne öğrendiyse, onu eksiksiz
olarak tatbik ederdi. Hastalara, çocuklara, garib ve muhtaçlara, hasılı
kendinden yardım ve şefkat isteyen her mahlûka, gaibane bir vecd ile atılır,
kudretini son damlasına kadar harcardı.
Sude, kimseden minnet ve karşılık
beklemez, ondan yardım ve iyilik görenler, asla minnet ve şükran yükleriyle
mahcub olup ezilmezlerdi.
Sude, sanki dünyaya Allah Teâlâ’nın rahmet
ve rikkatinden gönderilmiş bir mahlûktu. Kalbi, bu cihanın bütün ıztırabını ve
feryadlarını içine almak isterdi. Aleme bir muamma olan gönlü Yusufun ayaklan
uçundaydı., zira Sude Yusufu, kendini bile dehşete veren yenilmez bir aşkla
sever, fakat bu sevdasını, âlemden sakladığı kadar Yusuftanda gizlerdi. Sude
gönlünü ve aşkını da başkalarının sinelerinde yaşatırdı.
Ömer’in kızı Sude, işte böyle, hislerine
hükmedebilen feragat ve fedakârlık timsali bir kadındı.
Yusuf’un dostluğu ve sevgisi halkasında,
daha nice Sudeler, Ömerler, Mahbublar vardı ki, o, her birini bir fazilet ve
ahlâk abidesi olarak işlemiş, yetiştirmiş, hilkatin sinesine birer şaheser
olarak hediye etmişti. Bunların her biri, kıymette, fazilet ve kemalde,
yüzlerce insana bedel kimselerdi.
Bakış, insana bilmediğini öğretir,
bildiklerini de unuttururmuş. Meryem de yeni bir şey öğrenmiş ve pek çok şeyler
unutmuştu. Belki de bu unutulanlar kafilesinde, bizzat kendi de vardı. sh:
123-127
**
Ebüşşettar aşiretini ziyaretlerini takip
eden gece ve gün, Meryem hep Yusuf’un gözleriyle karşı karşıya yaşadı. Bu
gözler, Meryem’in ilk defa tesadüf ettiği, bakmasını bilen ve baktığı yeri
yakan gözlerdi. Aynı zamanda onların manasında, unsurî zaaflara hükmedebilen
şedit bir irade vardı..
Gene kız gördüğü andan beri bir lâhza
karşısından eksilmeyen bu bakışlardan korkarak gözlerini yumuyor, fakat gözleri
kapalı iken Yusuf’un gözlerini daha sarahatle görüyordu. Meryem ne yaptıysa bu
bakışların tesirinden kurtulamadı.
Yusuf’un “aşiretimize bu ilk gelişiniz
değil mi Meryem ? „ derken, bakışlarının kendi gözlerine bir an değip kaçan
ateşi, hâlâ gönlünde, hâlâ değdiği yerde müstakardı.
Bakış, insana bilmediğini öğretir,
bildiklerini de unuttururmuş. Meryem de yeni bir şey öğrenmiş ve pek çok şeyler
unutmuştu. Belki de bu unutulanlar kafilesinde, bizzat kendi de vardı.
Meryem yeni bir şey öğrenmişti, bu
muhakkaktı. Fakat öğrendiği şeyin mahiyetini bilmiyordu.
Gene kız o gece ağladı. Fakat o, bu
gözyaşlarının da mahiyetinden habersizdi.
Ebüşşettar aşiretini ilk ziyareti, başka ziyaretler
takibe başladı. Hamza hemen her gün ve yahut gece, bir fırsat bulup Yusuf’a
gidiyor, ekseriya Meryem’e de beraber gelmesini teklif ediyor, o da bu
teklifleri itirazsız kabul ediyordu.
Yusuf’la buluştuktan sonra Hamza ile
Meryem'in müşterek hayatlarının soğukluğu da bir cihetten tadil olmuş, gene
adam, sevdiği fakat konuşmak fırsatını bile bulamadığı bu kızla şimdi
Yusuf’tan, onun sözlerinden, muhitinden uzun uzun konuşabiliyordu. Artık eskisi
gibi karşı karşıya somurtup oturmuyorlar, birbirlerine söyleyecek söz
buluyorlardı. Hamza bu suretle, Meryem’in kendinden vahşetini bir zaman için
unutuyor, sevgilisiyle hiç olmazsa bir tek noktada, mutabık olduğu için
seviniyor, kendisine bu fırsatı kazandıran Yusuf’ta ayrıca minnet duyuyordu.
Yusuf’un namı ve yâdı, Meryem’le Hamza’nın anlaştıkları ve his müşareketi
buldukları tek nokta idi. Esasen Yusuf’un hayat felsefesi, tek mabuda iman
telakkisi, ve mükevvenattaki bütün keserata
[çokluk, sıklık. ] rağmen onun tek
vücud iddiası, kimseye gücenmeyen ve kimseyi gücendirmeyen siyaseti, şimdiye
kadar başıboş ve tabiî iktizalarının zebunu olarak yaşamış genç hekime, hayata
daha müsaid, daha nikbin [iyimser,
her. şeyin güzel tarafını gören ] bir adeseden [Uzağı yakın veya yakını uzakta görmeğe yarayan dürbün
veya mikroskop camı. ] bakmak ilminin halavetini bahşetmişti.
Artık Hamza, kendisini çekemeyenlere
kızmıyor, medih ve sitayiş tufanında da kalsa, bu mutasalliflerin dudaklarını
bir korkunun veya bir ümidin tahrik ettiğini biliyordu.
Halbuki o şimdi, yardım için elini
uzattığı her vücuda daha hasbî daha müşfik olarak muavenet ediyor, başlıca
zevki olan halkın şükran sadaları bile onu gurur sarhoşluğuna atmıyordu.
Hasılı, Yusuf’un varlığı, mihengine vuruldukça,
kalp olduğu meydana çıkan evsafından sıyrılarak, gittikçe hududu genişleyen
vicdanî bir zevkin müsbet inkişaflarına kendini bırakmaya çalışıyordu...
Hamza’yı, hakikati bu kadarcık görmedi bile, manevî bir şahsiyete, yeni ve
bambaşka bir hüviyete doğru çekmekte idi. Fakat o henüz kendini hakikatin
vüs'atına [genişliğine] terk etmekten çok uzak... Zira aşılacak manialar pek
çok., bunu kendi de biliyordu. Öyle ya gözdeki bir damla nem, rüyete mani
olduktan sonra, neden Meryem’in aşkı tufanı, bu manialardan büyüğünü teşkil
etmesin. Ne olur Hamza bir gün cesaret etse de, çöldeki rüyasını, o kâbusu da
Yusuf’a anlatabilseydi... Fakat söz bu noktaya gelince, bir türlü dili varıp
soramıyordu. Nitekim gene saraydan çıktıktan sonra sırf bu suali sorabilmek
için, Meryem’e haber vermeden Yusuf’un evine geldi. Fakat her vakit ki gibi
ondan çok mühim ve kıymetli şeyler konuştular.
Hamza hâlâ Ömer’in Mısırda çektiği
sıkıntıları unutamıyor, her fırsatta, Firavunun esirlere yaptığı zulümden
bahsediyordu. Gene:
Ne olurdu herkes iyi olsaydı... Benim
fenalığa ve fena insanlara asla tahammülüm yok Yusuf dedi.
— Yanılıyorsun
Hamza.. dünyada fena yoktur. Hattâ ne tam iyilik, ne de tam fenalık yoktur. Sana, fena olan bir
şey başkasına iyi olabilir; keza,
başkasına fena olan bir şey de sana iyi
olabilir. .Meselâ testinin kırılması senin için değildir; fakat testiciye iyidir. Sen teessüf ederken o bir testi daha
satacağım düşünerek memnun olur.
Ömer’in ve Ömer gibi
esirlerin taş kırmaları, toprak kazmaları, kendileri için müşkül ve nâhoştur;
fakat tasavvur ettiği abideyi başarmak isteyen Firavunun memnuniyetini
mucibdir.
Şunu da düşünmeli ki cefalar ve
zahmet1er ıztırab: elemler, ruhî
terbiyenin âmilleridir, Pek çok kimse tekâmülü, çektikleri meşakkatlere
borçludurlar. İyilik yapmak için
yaratılmış bir kimse, nasıl fenalık yapamaz ve fenalıktan hoşlanmazsa,
iyiliğin zıddı olan, yani fenalık denen şeyi işlemek için yaratılmış kimse de,
iyilik yapmaktan aynı suretle tevahhuş, eder.
Sakın fena zannettiğin kimse1erden
nefret etme. Sana düşen onlara benzememeye çalışmaktır, nefret değil.
Nasıl nefret edebilirsin ki, iyi, kötü
herkes aynı Hâlik tarafından bir vazife ile memur olarak yaratılmıştır. Zira
hilkat saltanatı, bütün bu zıdların çarpışmasıyla tezahür etmektedir. Dünya
hayatı için iyilik nasıl lâzımsa, kötülük te öylece lâzımdır.
Dünya insan vücuduna benzer. İnsan
vücudunda lüzumsuz ve manasız bir şey var mıdır? Süfli kısımlarından, ulvî
kısımlara kadar her bir uzuv birer vazife ile mükelleftir. Kalb, dimağ,
ciğerler, göz, ağız, kulak nasıl lâzımsa, necaset taşıyan bağırsaklar da öylece
lâzımdır. Saçlarını okşadığın, dudaklarını öptüğün güzelin de böyle kirli ve
süflî uzuvları vardır. Bunlara rağmen bütün varlığıyla sever ve taziz edersin.
O bağırsağı, kirlidir diye çıkarıp atabilir misin ?
Bu böyle olduğu
gibi, dünyada da fena görünen insanları hor ve zaid görmememiz icab eder. Zira
onlar da, dünya bünyesinin intizamı için yaratılmış birer uzuvdur.
Düşün ki insanlar bile her vücuda
getirdikleri şeyi bir ihtiyacı karşılamak zımınında, [iç taraf; maksat, gaye; açıktan söylenmeyip dolayısıyla
anlatılan. ] bir sebeb ve bir kasd ile yaparlar. Meselâ şu karşıdaki şamdan, geceleri
aydınlatan muma bir mevzidir. Şu rahle, üstünde kitapların ve ufak tefek
eşyanın durmasına mahsustur. Testi, minder, hâsılı kullanılan, giyilen her
şeyin vücuda getirilmesinde bir gaye ve bir maksad gözetilmiştir. O halde, her
şeyden mükemmel olan bu dünyayı da, insan aklından çok büyük olan bir aklın
icad ettiğinde şüphe olur mu ? İşte bu büyük akıl, Allah Teâlâ’dır. O halde, bu
akıl yakıcı azameti icad eden bu büyük aklın her hangi bir yaptığını ve icad
ettiğini abes görmek reva mıdır?
İşte bu anlaşılınca mahlûkat ve masnuatın
[sanatla yapılmış olan eserler,
varlıklar. ] en küçüğünden en büyüğüne kadar hiç birinin sebebsiz ve zâid olarak icad
olmadığında şüphe etmemek icab eder. Şunu da bil ki hiç bir şey yoktur ki
senin için bir nimet hâzinesi olmasın, fakat senin onu kullanmak hususunda
gösterdiğin dirayet veya dirayetsizlik, onu sana faydalı veya zararlı eyler.
Nasıl ki işte Ömer’in, esaret hayatında
çektiği zorlukları sahurla karşılaması, şikayet yerine zevkle tahammül
etmesi... yani dediğim gibi bu cefayı kullanmak hususunda gösterdiği dirayet,
ona, fenalık zannedilen bu esareti bir nimet hâzinesi eylemiştir. Bunun şahidi
de sensin !
Sırası gelmişken söyleyeyim. Bir gün şair
Ebufettah, şiir hakkında bazı garib mütalealarda bulunuyordu. Ona :
— Sence şiir nedir ? diye sordum.
Tabiatın güzelliklerine aid tahassüsat [Duygulanmalar, hislenmeler ] ve tecemmülat [Eşya, levâzım. Tetümmat. ] ne varsa, bunları
yazmak ve söylemektir, dedi.
Peki, dedim. Sade bunlar mı şiirdir? Ya
çirkinlikler, kederler, hüzünler, sefalet ve ıstıraplardan bahsetmek şiir
değil midir ?
Onlar acı kısımlardır, dedi.
Acaib ! Bunları o güzelliklerden tefrik mi
ediyorsun? Yalnız güzelliklerden bahsetmek şiir demek değildir; öteki kısım da
zevktir, o da güzelliktir.
EbuFettâh
belki do sözlerimin manasını kavrayamadığı için cevab vermedi.
Demek inliyorum kl, mükevvenatta olan acı
tatlı her şey, Mutlak güzelliğin bir parçası olmak itibariyle güzel ve iyidir.
Esasen her şeyden güzel yaratılan bu cihan, bütün bu zıtların ittihadıyla
güzelleşmiştir. Çok sevdiğin bir kadının kolunu, gerdanını sana kesilmiş olarak
getirseler, sevip okşayamaz, korkar kaçarsın.. İşte, kolda, ve gerdanda
süfliyete müteallik bir şey yok., sevsen, okşasan a...
Halbuki insan da, cihan da, kül [ bütün]
olarak güzeldir. Her ikisini de parçalara ayırmak, onları manasından ve
kıymetinden uzaklaştırmak demektir. Velevki intihab [Seçmek. Ayırıp beğenmek. İhtiyar ve âmâde eylemek. * Bir
şey yerinden çıkmak. ] ettiğin, güzel kısımlar da olsa, gene bu böyledir. Görmüyor musun, vücudun
zinde olarak kıyanı ve hayatı da, dört zıt unsurun uzlaşmasından, bir arara
gelmesinden hasıl olmuştur. Su ateşe, ateş havaya, hava toprağa zıd iken,
nasıl da aynı gayeye hizmet etmek hususunda iştirak ediyorlar ?
Bunlar cemad iken bu ittihadı hasıl edip
vücudun hayatdar [canlı] olmasına çalıştıkları halde, insanın, hislerinde ve
kanaatkarında aynı birliği bulmaması yazık değil midir ?
Her şey iyidir ; her şey güzeldir; zira
her şey Mutlak güzelliğin bir parçasıdır.
Bir adedi, diğer adedlerde nasıl sereyan
ediyor ve hiç bir aded vahidsiz [başlıbaşına] kalmıyorsa, sen de her nereye teveccüh
etsen, vicdanî bir zevk ile görürsün ki, yaradan türlü türlü varlıklar icad
etmiş ve muhtelif cisim ve şekillerde bir nevi gölge ve hayal göstermiştir. Halbuki
bütün bu varlıkların, şekil ve cisimlerin hareli et ve tasarrufatı, Yaradan’ın
buyruğu elinde olup, kendi, perde ardında gizlenmiştir.
Sen ve ben bu müteferrik varlıklarda
matlub olan birliğin ruhunu görmeliyiz. Bu kadar ihtilâflar, keşmekeşlerden
matlub, o birliğin yüzünü bu müteferrik varlıkların vücudları gölgesinde
itirazsız seyretmektir. İşte bilgi bu dur, anlayış bu dur maksud budur, senden
aranılan da budur Hamza.
Bunun için insanın, her nerede olursa
olsun, Yaradan’ın kendisiyle beraber bulunduğunu bilmesi lâzımdır. Bunu
bilince de her yerde onu görmesi ve ondan başka bir şey ihtiyar ve taleb
etmemesi icab eder. Kendinin ve bütün müteferrik varlıkların bir gölge ve hayal
olduğunu bilen ve bu bilgiyi kendine mal eden kimse, kemalini bulmuş ve kendini
bilmiş bir insandır.
Fakat Hamza, ne olsa insanın acı ile
tatlıyı, bir iğne batışının zahmı ile nüvâzişin [
"Okşayıcı, taltif edici, iyi edici" mânâsına kelimenin sonuna
gelebilir. ] lezzetini tefrik etmeyecek surette bu birliğe müstağrak olması müşkül
oluyor. Bunu yapabilmek için insandan yükselmiş, insanlığın fevkine çıkmış,
beşerî ahkâmdan kurtulmuş olmak lâzımdır. Fakat asıl hayat ta bunu yapabilmek,
bu itilaya [Yükselme, yücelme:] yükselebilmektir
Hamza...sh: 128-134
**
Aşk, ebedî sanatkâr!
Ancak ona zeval yok. Her şeyin terkibi
ondan, her şeyin mayesi o, her şey onun huruşundan kopmuş, her mevcudun canı,
varlığı, manası, ibtida ve intiham o... Arz parçalansa, onu istihlaf [Halef bırakmak. Birisini kendi yerine geçirmek. Kendi
yerine başkasını tayin etmek. Kuyudan su çekmek. ] edecek yüzlerce
seyyare, bu aşktan zuhur emrini bekler. O olduktan sonra Ademle Havva’nın
kıssası hiç te bitmez, tekerrür eder durur. Her şeyin bir nihayeti vardır,
onun asla.
Meryem ağlamak istiyordu. Fakat onun
sevdasına karşı göz yaşı ne olabilirdi?
Bulutlardan nem kapmak, denizlerden bir
damla çalmak gibi bir şey... Gene kızın bütün mesameleri birer göz olsa ve her
birinden binlerce yaş dökülse, gene bu aşkı ifade ve izah edemez, gönlünü
saran bu ateşin bir zerresini söndüremezdi. Ne göz yaşı ne feryad, hiç, kiç [arka bölümde olan ] bir tezahür, kabına sığmayan bu şahlanmış
kuvvete bir ifade, bir remiz olamazdı. Aşkı aşktan başka hiç, amma hiç tarif
eden yoktur. Ömer’in, “Yusuf’u bilmek için Yusuf olmalıdır „ dediği gibi,
aşkı söylemek, aşkı anlamak ve anlatmak için de aşk olmalıdır. Bir şeyin hakikati
olmayınca o şey, hakkiyle nasıl bilinebilir?
sh: 137
**
Gene kızın bütün varlığını yakan bu gizli
aşktan henüz kimsenin haberi yoktu; gönlündeki kıyameti, hayretengiz bir
tuğyanla taşıp kabaran bu sevdayı muhakkak ki yalnız ve yanlız Yusuf
biliyordu, bu gönül kıyametini koparanın ondan haberi olmaması kabil miydi ?
Onun aşkı ocağından sıçrayan bir ateş bu gönlü tutuşturmuştu.
Meryem, aşkı kuvvet ile Yusuf’un kendi
hakkındaki hislerini tecessüs ediyor ve kanaatlerinde aldanmadığını görüyordu,
çünkü bunları, aldanmayan aşkı teyid ediyordu.
“Beşçeri» anasırın muhkem bendinden çekip
kurtaran, onu ufuksuz dünya, hudutsuz cihana ulaştıran aşktır. Yalnız, yalnız
odur. Akılla öğrenilebilen bütün kisbî ilimler, aşk ilminin mebadis'ıne [Mebdeler, başlangıçlar, ilk unsurlar. * Çekirdekler. *
Prensipler. ] bile varamaz. Bir ilim ki dünyanın kışrından [Kışra, kabuğa dair. Dış yüce ait ve müteallik. Yüzünden.
Derinden ve esastan olmayan. Künhü ve esası olmayan. ] tecavüz etmez, o
ilmin cehilden farkı yoktur. Aklın bildiği ve bildirdiği ilimler anasır
hududundan ileri geçemez, çünkü yanar. Halbuki aşkın talim ettiği ilimde,
mütenahiyet [sonu belli olan, sınırlı. ] ve kıyasat [Benzetme ile olan. * Genel kaideye uygun ve muvafık
olan. ] kokusu yoktur, zira aşk hakîler [toprak] gibi zemin üzre seyr etmez ki ona
arıza ve hudud tasavvur olsun! O, taalluk ettiği vücudu da kendine benzetir;
kendi gibi İlahî ve lâyemût [ölümsüz] eyler...,,
sh. 138
**
Meryem’in Yusuf’la eriyen varlığı, muti ve
teslimiyetkâr bir kabiliyetle yumuşayan hisleri, ondan uzaklaşınca birdenbire
soğuyor, katılaşıyor, adeta donuyordu. İnkişaf etmek için güneşin doğmasını
bekleyen bir nüvenin iştiyakı gibi, gene kız, ne zamandan beri bu aşkı
bekliyor, bu aşk için yaşamıyor mıydı ?
Bu iştiyak, onu bulamamasının verdiği
hırçınlık, cemiyetten de şedid bir aksülamelle kaçmasına, teferrüd etmesine
sebeb oluyordu. Yusuf’tan başka Meryem için kim olabilirdi? Onu ilk gördüğü
günden beri, bu aşkın önüne geçilemeyen incizabına doğru, baş döndürücu bir
süratle ilerliyordu. Zaten Yusuf la bir mecliste: aşk yolu, gönül yoludur,
bu yolda giden yolcu sensin. Bu gitmekten maksat da kendini bulmak ona
kavuşmaktır, dememiş miydi ?
Meryem de berkî [Şimşek
çakması. Parlama.* Yıldırım. * Zinetlenme, süslenme. * Tas: Tecelli-i İlâhiye
ile kurbiyyete mazhariyyet. * Ahmak olmak. ] bir süratle sağını solunu görmeden gönlü
yolunu geçiyor ve Yusuf’a gidiyordu. Onun başka türlü kendini bulmasına imkân
var mıydı ?
Yusuf’un aşkında bütün mükevvenatın
hülâsasını bulmak için koşuyor, koşuyordu. Meryem artık hiç bir kayıtla
mükellef değildi. Zira varlığını saran bu ateş, onun Yusuf’tan başka herkese
kapalı olan kalbinden maada [başka] her şeyi yakıp kül etmişti.
Sh: 140
**
— Meryem,
Yusuf bize niçin bu kadar seyrek geliyor ?
— Bilmem
ki Hamza...
— Bu
akşam amcam gelecek, eğer erken giderse Yusuf’a gidelim.
— Niçin
cevap vermiyorsun; bir işin mi var ?
Ben kendi hesabıma onu göremeyince büyük
bir eksiklik duyuyorum. Şimdiye kadar onun icazkâr nefesi iden nasıl da uzak
yaşamışım ?
— Peki
Hamza gidelim.
Hamza Yusuf’u görmeyince büyük bir
eksiklik hissettiğini söylüyordu. Meryem ne desin, o ne söylesin ?
Gene kız Hamza’ya hislerini nasıl izah
edebilirdi ?
Neden Hamza Yusuf hakkındaki hislerini Meryem’e
söylemiş te, o kendi hislerini Hamza’dan saklıyordu?
Gerçi Meryem masumdu; çünkü aşkla
ismetlenmişti. [günahsızlık, günahsız oluş,
mâsumiyet, günahı olmamak. ] Meryem Yusuf’tan Hamza’yı telaşa ve
şüpheye düşürecek hiç bir şey istiyemezdi.
bu aşk temiz, tertemizdi, fakat gene kız hislerinden Hamza’ya bahsetse,
o bu aşktaki büyüklüğü, şüphe yok ki anlayamayacaktı. İşte bunun için mümkün
olduğu kadar Hamza’nın kendi hislerine aşina olmaması lâzımdı.
Meryem’e bu dakikaya kadar, Yusuf’la
aralarında maddî bir irtibatın tahakkuku, bir fikir halinde bile gelmemişti. O
Yusuf’tan ne istiyordu?
İşte ilk defa düşündüğü, fakat cevabını
bulamadığı bir sual ! Bostanların etrafını, her geçenin içeriye atlamaması için
çalı çırpıdan çitlerle örerler. Aşkın etrafı da, işte bu gibi ibtidaî mülâhaza
dikenlerde çevrilmiştir; taki oraya girmek müşkül ve can yakıcı düşünceler ve
korkularla haillenmiş [perde, mânia, iki şey arasını
ayıran. ] olsun diye... Fakat Meryem, ker kes gibi ne böyle bir çitten atlamış, ne de
eteğini çeken bir dikene tesadüf etmişti.. O, ilk solukta kendini aşkın mutlak
ve arızasız mihrakında bulmuştu. Oraya nasıl ve nelerden aşarak girmişti?
Burasını kendi de bilmiyordu. Bildiği bir
şey varsa, o da, her kesi içeri girmeye bırakmayan bu çitlerin, onu bir daha
dışarıya bırakmayacak gibi etrafını örmüş olması idi.
işte Meryem aşkı farkında, olmayarak
Hamza’dan gizlemişti ve daima da gizleyecekti. Gerçi onun Hamza’ya karşı bir
gönül borcu, mükellef olduğu bir sadakat vadi yoktu; bu izdivaç oyununda her
ikisi de kayıtsızdılar. Fakat ne de olsa gene kız bu temiz ve fedakâr adamın
aşkına hürmet etmeyi vicdanî bir emir telakki ediyordu.
Babası erken gittiği için Meryem
sevinmişti; bu neş’esini uzun zaman muhafaza etti. Yusuf’a giderken yolda Hamza
ile mutaddan [her zamankinden] fazla
konuştular. Gene adam bu beklenmeyen sıcaklık karşısında mes’uddu. Sık sık
ziyaretlerle etrafın dikkatini çekmemek için aşirete ekseri yaya gidiyorlardı.
Yusuf’un odasında Meryem her zamanki
yerine, şamdanın durduğu rahlenin yanına oturdu. Ummül Bedir’le Sude de onun
yanına oturarak üç kadın konuşmaya başladılar.
Ummül Bedr Meryem’i çok seviyordu. O da bu
sevimli kadının her halini, uysal ve çocuk safvetiyle dolu tabiî hâreketinin
her safhasını benimsemişti. Sude’ye gelince, bu hisli, fakat duygularına hâkim
kadınla anlaşmaları daha derin, daha şumullü idi. Sude Meryem’i şuurla seviyor,
Meryem onu anlayarak takdir ediyordu. Esasen dedikodu bilmeyen Meryem, bu her
biri bir fazilet örneği olan insanların içinde büsbütün muhitin bigânesi
olmuştu. Meryem bu gece konuşmaktan ziyade Yusuf’la Hamza’nın hararetle devam
ettikleri sözleri kaçırmamak istiyordu. Onun için Ummül Bedr’in masum başının
omuzuna doğru kayarak uyumaya hazırlanmasıyla adeta sevindi.
Yusuf’la Hamza hep konuşuyorlardı.
Meryem’in yanında duran şamdan, bu lahutî geceyi aydınlatan bu yarı erimiş
mumun titrek, mübhem [İyice belli olmayan. Mutlak âşikâr
olmayan. Belirsiz. Gizli ] ve sisli aydınlığı, odanın eşyasında
geziniyor, Yusuf’un çehresine sürtünerek sanki taabbüd ediyordu. Yanmakta kendi
gönlüyle iştiraki olan bu küçülmüş, yarı erimiş mumun etrafında, donuk
gözyaşları gibi damlacıklar vardı. Meryem uzandı, onları oh şadı. Parmaklarının
ucu heyecandan buz gibi olmuştu. Zira bu bitmek, can vermek üzere olan mum,
onu, yabancı bir düşüncenin gurbetine atmıştı : kim bilir bu şamdan bu mumdan
evvel daha nicelerini böyle, sinesinde yakıp eritmiş,, nicelerinin yokluğuna
şahid olmuştur... Kız, ihtiyarsız olarak gözleriyle Yusuf’u aradı. Bakışı
ıztırab ve şüphe ile dolu idi. Kim bilir bu odada Meryem’den evvel, daha nice
Meryemler gelip geçmiştir, diye düşündü.
Fakat bu bir düşünceden ziyade tufeyli [Sahte. * Dalkavuk. Çanak yalayıcı. * Başkasının
sırtından geçinen. Asalak. Parazit. Fazladan. ] bir histi; her makûs hissin ölümü olan
aşkın önünde bu menfî düşünce de çabucak sönüp gitti. Bu sırada Hamza Yusuf’a,
meşhur müneccim Ebunadire, hastalığından kurtulabilmesi için şarab içmemesini
tavsiye ettiği halde, müneccimin, “ içmiyeyim de öleyim mi ?„ dediğini
anlatıyordu. Yusuf:
Yaşamak, şarab içmek zevkinden mi
ibarettir,, zavallı Ebunadir? dedi. Fakat ayıplanmaz Hamza.. onun kalbinin daha
vasi manaları olmak için istiab [içine
alma, kaplama, yutma, taşıma.] kudreti yoktur ki, hayat telâkkisindeki
hükmü de, bu ibtidai görüşten yükselebilsin...
Bu adamın, zamanın büyük âlimlerinden
olduğuna şüphe yoktur; fakat ona âlim demek ne kadar gülünç bir şey değil mi ?
Zira ilim o dur ki,
insana kendi müşkülünü hallettirsin, kendisini tanıtsın ve bildirsin. Bütün
ilimlerin ruhu, ölümden sonraki hayatta kendinin ne olduğunu ve ne kıymette
bulunduğunu bilmektir.
Bir ilim ki mahsusattan [Gözle görülen, hisle anlaşılan şeyler.] ileri gitmez, bu
ilim, cehille müsavidir. Mahsus olan ve akılla idrâk edilen ilimler itibarî ve
İzafîdir; ruhun tekâmülüne hizmeti yoktur. İşte böyle, bir bardak şarabın
esaretinden kendini kurtaracak azmi, iradeyi bile tesis edemez.
Halbuki gönül hayatının bir nefeslik
zevkinde, fıçılarla şarabın hasıl edemeyeceği zevk genişliği vardır. Yaşamak
zevkini, yiyip içmeye tahsis etmek ruhun züğürtlüğünü, hattâ iflâsını ilân
eder.
Esasen mahsûs olan varlıkların üstünde
durmak ve onlara bel bağlamak boş bir emektir ; zira mahsûs olan her şey zevale
ayak basmıştır. İnsanın kendinden, kendi benliğini, kendi aslını tecessüsten
vaz geçip göklerdeki yıldızları, denizin ve yerin altındaki meçhulleri
araştırması ne garibdir. Hâlbuki ilk araştırılacak mevzu, kendi gönlü, manevî
hüviyeti, ardıdır. Eğer insan dikkatini bu noktada teksif ederse çok şeyler öğrenebilir.
Fakat insanın, Yaradan’ın varlığına temas etmesi için, aklı kâfi değildir. İnsan, ancak aşk nuruyla o
Yaradan’ı görebilir. Yoksa aklın-cüzî nuru, küllü görmeye kadir değildir. Eğer can, rabbanî
bir nur görmez ve ruhanî bir zevk tatmazsa, bil ki o ölüdür. İşte demin
söylediğin gibi, hayatın zevkini bir bardak şarabta veyahud meluf [Alışmış, huy
edinmiş. ] olduğu bir başka ibtilada farzederek, onu terk etmiyi, ölümle müsavî
sayar.
Akıl, kalb ilmini teftiş edemez Hamza.
Hâlbuki Ebunadir gibi bir çok kimseler, mahsusatı 8 Gözle görülen, hisle anlaşılan şeyler. ] kurcalayan, tabiî
hadisatı izah ve tahlil eden bilgiye ilim derler.
Biz de bu itibarla onlara âlim diyoruz.
Yani, bunlar ilmin, gözle görülen, elle tutulan, kulakla işitilen, hasılı
meşairimizle (şuur) hissolunan şeylerden ibaret olduğunu zannederler. Halbuki
bu ay, bu güneş, bu yıldızlar ki seyrediyoruz, bunların seyri yalandır.
Meselâ, tabiatın muhteşem manzaraları, türlü türlü renkleri ki görüyor ve
hayran olup kalıyoruz, hepsi yalandır. Bunlar muzlim [ karanlık, karanlıklı, siyah, siyahlık; zulmetli,
dehşetli. ] esirin harekâtından ibarettir.
Dünyada yalnız hareket vardır; bu
hareketin şiddeti, ziyayı ve rengi hasıl ediyor. Yalnız muzlim, esirî
hareketler ki âsabı başarımıza [göz damarlar;
sinirler. ] çarparak bu ihtisasları doğuruyor.
İşittiğimiz âhenkdar sesler de yalandır.
Hayır böyle şey de yok. Bu sesler, aslında sâkin mevcelerin [bir dalga, dalga. ] harekete gelmesinden ibarettir.
Meselâ ateşe bastığın zaman, ayağın
yanıyor; fakat bunu dimağında hissediyorsun.
Hâsılı hayat, ihtizazı hareketlerden
ibarettir. Bir varlığı olduğunu zannettiğin, mahsus ve mevcud gibi gördüğün bu
şeylere, bu yalanlara nasıl bel bağlarsın ? gözünle gördüğün bu yalanlara bile
bile nasıl tutunur da, bunlar bana yeter, dersin ? Hepsi yalan, hepsi serabı
bir varlıktan başka bir şey değildir.
Halbuki mükevvenatta gözle görünmeyen daha
bir çok şeyler vardır ki, onları görmemekle beraber mevcudiyetleri inkâr
olunamaz. Meselâ arzın etrafındaki buhar ve rüzgâr gözle görünmüyor, peki
bunları nasıl inkâr edersin? O halde gözünün görmediği ve aklının yetmediği
daha yüksek, daha büyük varlıkları da hemen inkâra kalkışma!
Demek isliyorum ki Hamza, ilim denen
mahsus bilgiler, bir insanın insanlığını bulması için kâfî değildir. Bunları
da öğrenmeli ve bilmeli, fakat onlara takılıp kalmamalıdır ; beşerin istihdaf
[Hedef edinmek, hedef saymak. *
Hedef gibi karşıda durmak. * Erişilmek istenilen netice ve gaye. ] ettiği gaye, bu
mahsus ilimlerin esaretine mukayyed [
bağlı, kayıtlı, sınırlı. ] olmamalıdır. Gönül Alemine gel ki, onun
hudutsuz. Vüs’ati içinde, maddiyet âleminin bir nokta kadar küçük kalan
hülâsası da vardır.
Beşeri insaniyet basamağına yükselten
kudret, aşkın hakikatidir. Şuuru aşk istilâ ettiği zaman, hakikatın yüzündeki
örtü düşer. Aşktan başka her_şeyden tecerrüd edenlerdir ki, hikmet ve hakikat
dalga1arını elsiz kaparlar.
İşte insan, ancak o vakit kendini, hakikat
âleminin hayret verici nihayetsizliği içinde zevk kesilmiş bulur.
Bu zevkin, maddî ve mahsus zevkler gibi
nihayeti yoktur. Çünkü o zaman sen zevk olur, kendin zevk kesilirsin. Ariyet;
arızî olan şeyler bir gün olup insandan kaybolur, gider; fakat sen, o şeyin
kendi olursan hiç bir şey aslından ayrılmaz.
Hamza, her zaman Yusuf’la bülbül gibi
konuşan Hamza bu gece yanlız dinliyordu. Düşünceli ve şaşkındı.
Söylediklerin doğru, hem pek doğru., fakat
tatbiki müşkül., dedi.
Gene adam duyduklarını hazmetmek,
sindirmek istiyor, ne çare ki Meryem’in aşkını hakikata bağışlıyamıyordu.
Hamza, şiddetlenmek istidadını gösteren
teheyyücünü dağıtmak için yerinden kalktı :
Biraz bahçeye çıkacağım Yusuf! dedi.
Odanın içinde bir tayf gibi sessiz dolaşan
Mahbub da Hamza’yı takib etti.
Meryem’in çehresi bu sözlerle öyle yüklü
ve zevk ifade eden çizgilerle örülmüştü ki Yusuf ihtiyarsız olarak: Deminden
beri ben bu kız için konuşmuşum ! diye düşündü.
Yusuf’taki büyüklüğe hayran olan Hamza,
ondaki mânayı tamamıyla anlayacak, onun şaşaalı ve cihanşümul aşkına ma’kes [Akis yeri. Akseden yer. (Ayna güneşin ma'kesi olduğu
gibi ] olacak kadar cilâlı ve uyanık bir ruha mâlik değildi. Fakat Meryem’de, göz
kamaştıran bir ruh safası, ele avuca sığmaz aşk teheyyüclerinin şiddeti vardı.
Meryem şimdi ayağa kalkmıştı. Sude de
kalkarak şamdandaki erimiş mumu değiştirdi. Ummül Bedr bu mumları kendi elile
yapar, tavanda ihtiyat saklardı. Onun eğlencesi de böyle ev ve el işleri idi.
Meryem hâlâ ayakta duruyor, halinden bir şeye karar vermek üzere olduğu
anlaşılıyordu. Yusuf da, kızın yüzünde dolaşan zevk dalgalarını, his ve zekâ
örneği Meryem’in aşk kadar suzişli ve aşina yüzünü seyrediyordu. Kız nihayet
kararını vermiş gibi tekrar yerine oturdu ve :
Yusuf, farz edelim ki Hamza buradadır.
Demin onunla konuştuğunuz bahse, gene o dinliyormuş gibi devam edemez miyiz ?
Ebedî, hakikî aşk, benim kendimi
hissettiğim zamanlardan beri dünyanın geçici zevkleriyle aramı açan ve beni
kendinden başkasına gönül verdirmeyen mabudumdur. Fakat bende şimdiye kadar bu
gayenin tebellür etmemiş bir taslağı vardı. Onu aklî cihazımla kendi kendine
tahakkuk ettirememiştim. Artık bu hayalı müphemleştiren kesafet kalkıyor ve o,
canlanarak meydana çıkıyor. Söyleyin, Hamza’ya söylediklerinizin mabadini bana
söylesin...
Yusuf Meryem’in ateşin mizacını daha ilk
günden gördüğü için, mümkün olduğu kadar bu kızın tehlikeli yakınlığından
çekiniyordu. Fakat şimdi bu katî arzusunu reddeder ve onu tatmin edecek
sözleri esirgerse belki de menfi bir tesirle onu daha açık konuşmaya sevketmiş
olacaktı. Onun için :
Konuşalım Meryem., dedi :
Aşk, üç isimle yad edilir. Seven,
sevilen ve sevgi. Fakat hakikatte her üçü de bir şeyi ifade eder. Sevilen sevenin aynası,
sevgi de mecmuudur. [ bütün, tamam, toplam. ] Aynaya bakan bir
kimsenin karşısında gördüğü şahsın bir vücudu yoktur; bu, bakanın gölgesidir.
Keza, sevenin de sevilene karşı incizab [cezb edilme, kapılma, çekilme. ] ve meftuniyeti gene
suretine, kendi aşkınadır. Yekdiğerini seven iki şahıs, bunun esas ve
mahiyetinden bigâne oldukları için bu muameleyi iki taraflı görürler. Halbuki seven, sevilen; sevilen
de sevendir. İşte aşk budur Meryem!
Bu ittihadı idrâk edemeyenlerin ise aşkı
cüz’idir. Bunlar, hakikatta kendilerinin bu işde tesirleri olmadığını ve
aşklarının kendilerinden kendilerine, daha doğrusu aşkın hakikatına aid
olduğuna ihtimal vermezler. Hasılı bir insan, mevhum olan varlığı ile mahlûk
ve aşkta mahv olduğu halde aynı haliktır.
Mahlûk, bizim zan ve zehabımızdır.[ Yanlış düşünce. Bir fikre uymak. Zan. ] Bütün kâinatta Yaratandan başka mevcut ondan
başka mutasarrıf olmadığı halde, bir de ayrıca mahlûkun mevcudüyetini isbat
etmek ise budalalıktır. Mahlûk denen şey, senin zannından ibarettir. Meselâ el
ve ayak vücudun eczasından oldukları halde, onları işleten dimağ ve kalptir.
Onlar, vâkıf olmayarak dimağ ve kalbin emirlerini yerine getirirler. Faraza
ayağında bir çıban çıkıyor, dimağ ve kalb bunu duyarak, hemen; oraya ilaç ve
merhem koy I diye emirler veriyor. Eller de farik [Tefrik eden, farkeden, ayıran. Ayrılmasına,
farkolunmasına sebeb olan alâmet. olmayarak bu emirleri yerine getiriyor.
İşte el ve ayağın ve sair azanın, o kalb
ve dimağ mecmuasından olduklarını bilmemeleri mahlûkiyettir. Dimağ ve kalbin
bilgisi ise hâlikiyettir.[
yaratıcılık, yaratıcı oluş.]
Bundan şu anlaşılıyor ki, insan da
insanlığını bulup irfan ve aşk noktasına dahil olarak kendinden tecerrût ettiği
vakit haktır. El ve ayak mesabesinde olan mahlûk bu bilgiyi idrâk edince
mahlûkiyetten çıkar.
Yusuf sustu. Meryem’in yüzü sermedi
zevkten örtülmüştü. Cevap verecek, yahut sual soracak kuvveti boşalmış, bitmiş
gibi idi. Yusuf ta onun gibi kendi aşkının zevkiyle mahmul [Yüklenilmiş. Hamlolunmuş. Bir şey arkasına yüklenmiş
olan. Üzerine alınmış. * Gr: Bir cümlede fâile yükletilen işi, oluşu veya hâli
gösteren fiil. ] ve sarhoştu.
Bir zaman konuşamadılar. Esasen bahçeye
çıkanlar da gülüşerek, şakalaşarak geliyorlardı. Vakit ilerlemişti.
Nitekim her zamanki gibi gitme zamanını
hatırlatan gene Hamza oldu :
Vakit geçti Yusuf.. bize müsaade et te
gidelim.
sh:140-149
**
Hayır, hayır..
Yusuf ve Meryem, diye iki ayrı varlık yok
ki... Cihanda ne Meryem var, ne de başka bir mevcud... Hattâ cihan da yok..
Meryem için yer, gole, her “şey yâlnız, yalnız Yusuf, yalnız o... Meryem Yusuf
tan başka bir şey görmüyor ve bilmiyor... Onun için Yusuf’tan başka bir şey yok
ki bilsin! Esasen hiç bir güzelliğin cazibesine iltifat etmeyen müstağni
nazarlarından bütün cihan silinmiş Yusuf’un istilakâr yarlığı, mükevvenatın
bütün nakışlarını silmiş götürmüş. Hat'tâ genç kızın kendi vücudu bile çoktan
bu adem kafilesinin arasına karışıp kaybolmuş...
sh: 154
**
İnsan, sahib olduğu mevkiin
salâhiyetlerini suiistimal etmemelidir. O esirler, cariyeler arasında ne temiz
kalbi i insanlar vardırki,-bir tanesi yüz asilzadeye bedeldir. Esasen esirle
efendinin, yaradılış itibarile bir farkı yoktur. Yaradan kalbe bakar, nesebe
değil., kimin gönlü temiz ise, Yaradan indinde efendi o dur, azad o dur, hür o
dur. Ömer gene dertlenmişti; fakat birden bire Hamza’nın içeri girmesiyle
sustu.
sh: 160
**
Zira cihanda vaki olan hiç bir hâdise tesadüfe
mübteni [Bina edilmiş, kurulmuş, kurulu. *
Dayanan, istinad eden, müstenid ] değildir. Her şey bir sebebe mübteni olduğu
gibi bir gayeye, o da daha yüksek bir başka gayeye müteveccihtir.
Binaenaleyh hiç bir şey tesadüfe
bırakılmamıştır. Her şeyde İlâhî bir sebeb ve varlık olmakla beraber onları, bu
şekilsiz maddeden, bu karışıklıklardan çıkarıp intizama sokan ve her olana
emir veren bir hakikî âmir vardır. Sana evvelce de söylediğim gibi bu hakikî
âmir, her yerde hazır ve galib ve her yerde mevcuttur. Demek oluyor ki,
tesadufî bir şey yoktur; her olan şey mutlak evvelden kararlaştırılmıştır. Her
olan şey, muazzam bir aklın emir ve hükmüne hizmet etmektedir. Onun emrinden
hariç bir şey olamaz.
Senin camid [Ruhsuz, sert, katı madde. Cansız] zannettiğin
taşlar, yahud her hangi bir cismin içi hayat doludur. Zira bütün mevcudattan
görünen Yaradandır. Hiç bir şey yoktur ki bundan hariç olsun.. Camîd
zannedilen her şey hayattadır. Güneşin etrafındaki yıldızlar gibi, bu zerrat
ta merkezine müncezib olarak harekettedir. Harekette olan her şey ise
hayattadır. Hayat ta, Yaradanla kaimdir. Hayatta olan her şeyden şüphesiz
Yaradan zuhur eder. İşte her şeyde Yaradanın bu hüviyetini gören yani her şeyde
o şeyin manasını seyreden, kâmil insanlardır. Demek oluyor ki, Allah Teâlâ
senin kurtulmanı istemiş, karşına o fakir kulunu çıkarmış, mes’ele bundan
ibaret!
sh: 162-163
**
Onun için, bir şey yapacağın vakit daima
düşünerek yap.
Dünkü günün âdil bir şahit olarak senden
ayrıldı. Girdiğin gün de seni gözetici olarak duruyor. Eğer giden günü
kötülükle geçirmişsen İkincisini iyilikle geçir yapacağını sakın yarına
bırakma, olur ki yarın gelirde seni bulamaz. Onun için her nefesini kendinin nigehbanı
[Bekçilik, gözcülük. ] olarak al ve her ne
yaparsan onu kendine yaptığını bil !
Eline batan dikene kızma, bil ki onu sen
kendin batırdın, bu zahmı tesadüften ve yahud başka bir şahıstan zannetme!...
Ya bir saniye, ya bir dakika, ya bir sene,
hasılı bir zaman evvel yapmış olduğun bir şey sebebiyle o zahmı, bu dikenden
yedin.
Hülâsa yaptığın şey,
iyilik olsun, fenalık olsun aslâ kaybolmadığı için zamanı gelir, seni bulur.
Çünkü her taraf aynadır; her ne suret bağlarsan o suretin bu aynada belireceği
aşikârdır. Aynaya karşı yumruk sıkarsan o da sana öyle yapar, gülersen o da
güler. Mademki bütün cihan insanın fiillerine ayna gibidir, o halde aynanın
önünden kaçmak elbette muhaldir.
Bu sözlerinden sonra tesadüf kelimesini
kullanmamak lâzım geliyor..
Kelimeyi değil, kelimenin delâlet ettiği
manayı kullanma !
Yusuf gitmeye hazırlanırken Hamza
gülümseyerek elinden tuttu :
Bitmedi; bir derdim daha var Yusuf.
Benden daima yardım gören birisi vardır ‘
belki siz de bilirsiniz, hekim Süleyman derler. Malî vaziyeti pek iyi değildir.
Her zaman benden yardım ister, eline para geçince de sarhoşlukla yer bitirir,
çoluğu çocuğu sefalet içindedir, gelip para isteyince, dayanamam veririm. Bu
defa yardım ederken bir az da nasihat ettim. Her halde buna canı sıkılmış
olacak ki gezdiği yerde benim için söylemediği fena söz yokmuş. Hâlbuki ben onu
hakikî bir dost zannederdim. Ama bilseniz bu adama ne müşkül vaziyetlerinde
yetiştim. Maksadım yaptığım, iyilikleri sayıp dökmek değildir; fakat hâlâ şuna
hayret ediyorum ki, yapılan iyiliğin cevabı neden böyle oluyor ?
Dünya dedikodu, hayat ise, can çekişmek demektir,
Hayatı takip edenler bunu her gün, her vesile ile görebilirler.
Dünyanın her hangi bir şeyine vefa ümidiyle
bağlanan kimse, mutlaka ondan cefa görür. Bu kaide değişmez, bunda herkes
müsavidir. Çünkü bütün hayat, gelmek, çekmek, ölmek kelimeleriyle ihtisar olunabilir
ve herkes ne ederse onu bulur. Yalnız, kimine er, kimine geç! Dünya vefasız
olduğu ve kedi gibi doğurduğunu yediği gibi tabiî olarak adamları da
vefasızdır. Onların sana yaklaşması, ya senden korkularından ve yahud da
senden bir şey beklediklerindendir.
Neden herkesin kendi meşrebinde olduğunu
istiyorsun ve olmayınca kızıyorsun?
Sen onu ayıbladığın gibi, o da seni
ayıblar. Bazı kimseye iyilik yapmak, ona tokat vurmak gibi gelir. İyi bir
kimseye fenalık yapmak ne tesir ederse, ona da bu iyilik aynı tesiri yapar,
çünkü meşrebi, istidadı buna müsaiddir.
Bir kimseden istidadının fevkinde bir şey
istemek, biberden şeker lezzeti aramak kadar muhal bir şeydir. Bir biber
fidanına ne kadar ihtimam etsen, onun zatındaki hasiyetini kemale getirmekten,
yani acılığını ziyadeleştirmekten başka bir şey yapamazsın. Dünya tezadlarla
doludur; bunlardan birine tesadüf ettiğin zaman taaccüb etme Hamza..
— Peki ama, madem ki herkes dünyada bir
vazife ile mükellef olarak yaradılmıştır; o halde fenalık eden neden ceza
görüyor ?
—Bu ince bir meseledir, Hamza. Dediğim
gibi dünyada namütenahi [sonsuz] zıd fiillerin vazifedarları vardır. Meselâ
zuliim yapan olduğu gibi, intikam alıcı da vardır. Şifa veren olduğu gibi,
zehir saçıcı da vardır.
Affeden olduğu gibi, kahreden de vardır. O
halde zulüm yaptığın vakit karşında intikam alıcıyı görürsün.
Onun için fenalık yapan bir kimseyi,
meselâ demin söylediğin adamı, neden böyle yaptı, ben olsam böyle yapmam,
diyemezsin. Doğru, sen olsan böyle yapmazdın, çünkü sen o vazife ile dünyaya
gelmemişsin. Yaradan seni o vazifenin memuru etmemiş. Herkesin kendi vazifesini
ifa ettiğini bildikten sonra davaya ve üzüntüye lüzum kalır mı ? Sen ona yardım
etmekle kendine düşen vazifeyi işledin; o da sana nankörlük etmekle kendine
düşen vazifeyi işledi. Neticede ikiniz de vazifenizi ifa etmiş oldunuz.
Bunun için, nasıl güzel bir musiki, güzel
şeyler, lâtif çehreler sende inşirah uyandırıyorsa, böyle birisi tarafından
zemmedilmek, tahkir ve tezyife maruz kal; makta da aynı o zevki duyman ve bu
muameleyi gördüğün kimseyi affetmen lâzımdır. Eğer bunu yapabilirsen, güzel
sesten, güzel yüzden, hasılı güzelliklerden bulduğun zevki, bu affedişte de
bulur ve kalbini cerihasız [Yara.
Çürüklük. ]bir sükûn ve istirahata kavuşturmuş olursun.
Bilsen Yusuf, karşına ne kadar derdli gelsem,
onları sen bir anda yok ediyorsun. Dünyanın bir çok yerlerini gezdim, dolaştım,
sayısız kitablar okudum. Fakat senin şifa verici sözlerine hiç bir tarafta
tesadüf etmedim. Hoş senin yüzünü görmek te, sözlerini dinlemek kadar kalb
sıkıntısını yok eder. Ne garib seni görür görmez gönlümdeki sıkıntı dağılıp
gidiyor.
Gerçi şimdi beni müskit [Düşüren, ıskat eden. ] bir cevabla ilzam [delille muhatabı susturma, söz ve düşüncede üstün gelme.
] ettin ; fakat “niçin sıkıldın Hamza?,, diye bir tek cümle, basit bir söz de
söyleseydin gene ferahlar, sükûn bulurdum.
Sana bunun da sebebini kısaca anlatayım
Hamza... Söz cisme, mana da ruha benzer. Ruhun cisme taalluku, lâfzın
manaya taalluku gibidir, ruh cismin ne içinde ne de dışındadır. Mananın da
lâfza münasebeti böyledir; mana ondan ne başkadır ne de onun aynıdır. Göz
manadan zevk alacak kuvveti haiz olursa, lâfzı dinlemeden de bu zevki alabilir.
İnsanın cismi bir kelime, bir sözdür; ondaki mana da aslıdır.
Fakat söz büyük şeydir ; nasıl ruh cisme lâzımsa mana için
de harf ve savt (ses) öylece lâzımdır.
O senin kitablarda bulamadığın ilâhî ilim,
aklın istidlalat [İstidlaller. Muhakemeler ] nazariyesine
müracaat edilmeksizin kesbolunan ve ancak aşk ile hasıl olan kalb ilmidir.
İnsan bizzat kendinden ve her şeyden samimî bir feragat ile geçtiği vakit gayb
âleminin nuruna müstağrak olur. Bu birliği bulan gönül sade enfüsü değil, afaki
bile tasarruf eder.
Mahsus olan eşyaya hükmetmek kolay ve
bayağı bir hünerdir. Dünyanın her tarafında, bilhassa Hindde bu hokkabazlardan
pek çok vardır. Eşyayı yerinden oynatmak hüner değildir Hamza, İş, gönülleri
yerinden oynatmakta, gönüllere hükmetmektedir.
Hasılı gerek bu dünyada, gerekse ötekinde
refah ve rahatın âmili, kendini bilmek ve kimseyi incitmemektir. Fazilet ve
kemâlin de en bariz alâmeti, kimsenin aybını görmemek ve söylememektir.
Yusuf, sözlerini tatbik edebilmek için
bana bir köşeye çekilmek ve bu alayişli hayatı terk etmek lazım gibi geliyor...
Niçin yanlış anlıyorsun Hamza? Bilâkis,
bilâkis.. Gönül hayatı, Hind fakirleri gibi aç kalmak, yırtık yamalı elbise
giymek, yoksul olmak veya bir köşeye çekilip miskin miskin oturmak değildir.
Ye, iç, gez, eğlen, cemiyete faydalı ol; istifade ettiğin güzellikler ve
faydan dokunan insanlar da Allah Teâlâ’nın varlığından birer parçadır. Bunu da
bil ki insanın kıymeti sayi nisbetinde yükselir.
Maksat bu alayişe, bu patırdılara kalben
bağlanmamak ve her el uzattığın ve her gördüğün şeyde Yaradan’ı görmektedir.
sh: 163-168
**
Bu dünya ne kahbedir bilmezsin Hamza...
Ben de bir vakitler bilmezdim; bana onun da kendimin de iç yüzünü Yusuf
gösterdi. Dünya, bir işvebaz kadın gibi insanı en ummadığı bir zamanda aldatır.
Binbir güzellikleri, cilveleriyle seni kendine ram eder. Halbuki o varlık
gösteren bir yokluktur. Arzularına ermemek üzere bu aldanışlar insan için
ne acıdır. Hanı hamurdan devecikler, oyuncaklar, beşikler, bebekler yaparak
şekere benzetirler; çocuklarda bunlara bayılır ve alıp yemek için çırpınırlar.
Hâlbuki onun tadı şeker değil, hamurdur; fakat bunu sen bilirsin, çocuğa
anlatamazsın ki...
Çocuk, şekerden deve, beşik yiyeceğim diye
onları ister.
Her ne kadar: bunlar hamurdur, şeker
değildir, desen de ikna edemezsin. Ancak ısırınca işi anlar ve atar.
Eğer sen de büyüyüp çocukluktan çıkarsan,
bu dünya zevklerinin bir aldatıştan ve bir avuç çamurdan ibaret olduğunu
anlar ve onları kendiliğinden atarsın.
sh: 169
**
Zeyyad, Hamzanın da, Meryem’in de Yusuf’u
sık sık ziyaretlerinden hiç memnun değildi. Çünkü o, her şeyden şüphe eden
gayrı samimi bir mizaca malikti. Tanıdığı ve kıymet verdiği şeyler, hayatın
yalnız maddî cebhesi, kabuğu idi. Zeyyad’ın duygu şebekesi, ham bir külçe gibi
İşlenmemişti. Maamafih mağşuş[Katışık. Karışık. Saf olmayan. ] ve zahmete delmez bir katılıkla oluşu yüzündün, işlenmek ihtimali do
pek azdı.
Yusuf’un dilden dile dolaşan mütevazı ve
sakin hayatını, o bir tuzak telakki ediyor, zengin Hamza’nın da bu tuzağa
düşürülmüş bir zavallı olduğuna iman ediyordu. Öyle ya., hiç bir şeye ihtiyacı
olmayan Hamza, kendinden İçtimaî derecesi dun [uzak] olan bir aşiret reisîne
neden iftikar ediyor, meclûb oluyordu ? Zeyyada göre ihtiyaç, daima maddî
şeylere olabilirdi. O halde Hamza’nın Yusuf’a değil, Yusuf’un Hamza’ya boyun
iğmesi, ihtiyaç göstermesi lâzımdı.
Zeyyad bu meseleyi daima kendi görgüşü ile
görüyor, başka nokta-i nazardan mütalâa ve izah edemiyordu. Hamza ise amcasının
kısa ve bulanık nazarlarını pekiyi tanıdığı için itirazlarına, bir sinek
vızıltısının müziç sadası kadar bile ehemmiyet vermezdi. Zaten onu sevmezdi ki
sözleri müessir olsun...
Hamza, gene amcasını ziyaret ettiği
sırada, Zeyyad onu karşısına almiş mutat sözlerini söylüyordu.
— Söyle
Hamza, senin neye ihtiyacın var ki Yusuf’a gidiyorsun ? Paraya mı, şöhrete mi,
neye, söyle bakayım hana ! Herkes çölleri, denizleri aşarak dünyanın herr
tarafından akın akın senden şifa bulmıya geliyorlar. Şöhretini uçan kuşlar bile
biliyor. Neye ihtiyacın var, ondan ne öğrenebilirsin ki gece demiyor, gündüz
demiyor gidiyorsun ? Söyle, bana makul sebeb göster! Seni niçin davet ediyor ?
Maksadın ilim ise, Şeyhülhikeme git..
Yaşlıdır, tecrübelidir, onunla konuş.. Yusuf’un putlara bile ibaret ettiği
malum değil. Dinsiz olduğuna hiç şüphe yok! Hamza, amcasının itirazlarını her
defasında sükutla, hazan da baştan savma sözlerle geçiştirirdi, Fakat bu defa
Zeyyad çok ileri gitmişti; gene adam dayanamadı:
— Amca,
sen ne söylüyorsun ? Şeyhülhikemdeki
ilim bende de var. Belki ben ilim cihetile ondan da üstünüm, benim bu ilimlere
ihtiyacım yok... Fakat Yusuf’taki ilim, ne Şeyhülhikemde, ne bende, neşende, ne
de bir başkasında var..
Yusuf’tan kaynayan ilim, senin benim
bileceğimiz bir menbadan gelmiyor. Onların usulleri ve kitablar ile, Yusuf’un
bilgisinin elifbasını öğrenmek için bile insanın ömrü kifayet etmez.
Şeyhülhikemlerin, Hamzaların sabahlara kadar rahle başında meşakkatle
öğrendikleri, kıylükali Yusuf’un ağzından çıkan basit bir kelimeye değişmem.
Sonra beni, onun çağırdığını mı
zannediyorsun ? Merak etme o, kimseyi çağırmaz. Ona ben, kendim gidiyorum.
Yusuf’un ne bana, ne sana ne de kimseye ihtiyacı yoktur ki çağırsın, davet
etsin ?
Yusuf’un babası Malik bin Halimi tanırsın;
zengin bir adam olduğunu da bilirsin. O, babası gibi ihtişamla yaşamıyorsa, bu
gidiş, fakrından ve başkalarına ihtiyacından değil, maddî varlıklara kıymet
vermeyişindendir.
Evet, senin tama ettiğin bilgilerden, tıb,
heyet ilimlerinden bende hesabsız bir mebzuliyet vardır. Ben bu ilimlerle
şimdiye kadar binlerce insanın cismine deva ve şifa oldum; fakat bir gönüle
asla ! Ben, kendi gönlümün, kendi derdimin illetini tedaviden acizim, nasıl
olur da başkalarına imdat eylerim ?
İşte Yusuf benim
canıma, ruhuma şifa veriyor. Ben, mahsus ve aşikâr olan dertlerin hekimiyim.
Yusuf ise ziyade gizli olan can derdinin hekimidir. Ben devayı
anasırdan toplarım ;o doğruca Allah’dan getirir. Benim dimağım bilgilerle dolu,
fakat gönlüm aç ve muhtacdır. Bu boşluğu Yusuf’tan başka dolduracak bir vücuda
tesadüf etmedim. İşte ona, bu boşluğu dolduracak hakikati aramaya gidiyorum.
O, dediğin gibi
dinsiz değildir ; belki din, kendisidir amca !
Kızın Meryem’e olan yenilmez düşkünlüğümü
bilirsin ne olur bir az da onun bana olan duygusuzluğunu, yabancılığını bilmiye
niyet etseydin!.
Meryem, Mısırdan avdetim [dönüş] günü,
bütün ümid ve hülyamı da son ve katî bir darba ile yıktı. İşte o gün kendimi
öldürmeye karar vererek bu kararla bir az sükunet bulmuş. Meryem’le son bir
gezinti yapmak arzusunun önüne geçemeyerek, ayağımın tozuyla Yusuf’a gitmiştim.
Fakat onu görmek, anî ve katî olarak vermiş olduğum hu kararı, bir nefeste yok
etti; sözleri bana yaşamak kuvveti verdi, hakikatin leziz çeşnisinden,
tattırdı. Yalnız ve yalnız Meryem’i gönlümden silemedi Bu da onun
kudretsizliğinden değil, benim iradesizliğimdendır.
Yusuf’un gönüllerde uyandırdığı şevkten ve
sermedi hayattan haberdar olsan, ona, gönlündeki suzişin şiddetinden, ayaklarınla
değil, başınla koşup giderdin.
İşte amca benden istediğin makûl cevabi
İstersen daha söyleyeyim.
Fakat Zeyyad yeğeninin bu hitabesinden,
fikirlerini değiştirmemiş bilâkis, Hamza’nın büyülendiğine hükmetmişti. Gene
hekim amcasının muannid [inatçı, inat eden.] sükûtu karşısında
Yusuf’un bir sözünü hatırladı. O, “insan, kendi manasını, kendi cinsiyetinin
cazibesini bulduğu kimselerin sözünden müteessir ve mütehassis olur, demişti.
İşte Hamza ile Zeyyad’ın aynı nesebden olmaları da ruhî ihtilâflarına mani
olmuyordu.
gene adam bunu düşünerek amcasına baktı.
Gerçi Zeyyad artık yeğenine mukabele etmiyor, cevab vermiyordu; fakat odanın
içinde titiz ve asabî adamlarla dolaşması, kendisine lâkırdı anlatmamasının
mecbur ettiği sinirli bir sükûttan başka bir şey olmadığını genç adanı
anlıyordu. Belli ki Zeyyad Yusuf’a kızdıkça kıyıyor ve onu ortadan kaldırmanın
bir çaresini arıyordu.
Zeyyad, yeğeninin söylediği yüksek
sözlerin mevzii değildi.
Onun için Hamza, sözlerinin aksülamelinin
amcasında galiz hisler şeklinde tecelli ettiğini görerek, keşki bu duygusuz
adamla konuşmasaydım, diye teessüf ediyordu.
Gitmek üzere ayağa kalkacağı sırada,
kapıda beliren bir köle, saray haznedarı Ebukasımın ziyarete geldiğini haber
verdi. Zeyyad, esasen Yusuf bahsinin istemediği bir şekilde devam etmesinden
bunalmıştı. Misafirin gelişini bir nimet telakki ederek köleye :
— Buyursun
! dedi ve geçip yerin oturdu.
Haznedar Ebukasım kalender bir adamdı. Boş
vakitlerinde basit şiirler yazar, etliye sütlüye karışmaz» her kesin itimadını
kazanmış hoş meşreb ve neşeli bir adamdı.
Herkes ona derdini söyler, fakat o,
kimsenin sırrını kimseye söylemezdi. Yegâne zaafı kadınlardı. Memlekette en çok
karısı olan Ebukasımdı.
Zeyyadın hem çoçukluk arkaşı, hem de aşağı
yukarı meslekdaşı idi. İkisi de uzun senelerden beri sarayda bulunmuyorlardı.
Ebukasım içeriye her vakitki gibi bol neşe
ile girdi. Fakat Zeyyad’la Hamza’nın birer köşeden cansız birer heykel gibi
kalkarak kendisini somurtmuş yüzle selâmlamaları, ona, bu odanın bir az evvel
bir mücadeleye sahne olduğunu haber verdi.
Sır söylemek için Ebukasımdan korkulmazdı.
Zeyyad nihayet kendisine müzaharet edebilecek bir arkadaş bulmakta bir az
canlandı. Bu inatcı gence belki o müessir olabilir, artık kendisinin anlatmakta
âciz olduğu şeyleri o ikmal edebilirdi. Zeyyad’ın demindenberi kendisine yardım
etmeleri için yalvardığı putlar, işte ona Ebukasım gibi bir yardımcı, eski bir
dost göndererek müzaharat etmişler, taaruz cebhesini kuvvetlendirmişlerdi.
Haznedarın, dost bir alâka ve ısrarla “
neniz var, söylesenize ne oldunuz?,, Diye soruşlarını Zeyyad fırsat bilerek,
biraz evvel Hamza’ya Yusuf hakkında söylediklerini, daha heyecanla, daha
hararetle anlattı.
Hamza, amcasının sözlerini ses çıkarmadan
dinlemişti. Ne desin, ne söylesin ki bu adam taşdan da berbad bir inad
gösteriyordu. Söz anlamakta taş, bu adamdan daha kabiliyetli idi; zira hiç
olmazsa o, akılla mücehhez değildi.
Zeyyad sözlerini tamamlayarak, arkadaşının
cevabını beklerken mesut ve rahattı. Hamza’nın mağlubiyeti ona şimdiden ölçüsüz
bir zevk veriyordu.
Ebukasım ciddileşti ve dedi ki :
— Bilirsin
ki Zeyyad, ben kimsenin sırrını kimseye anlatmam. Fakat bende bir sır vardır
ki, sahibinin izni olmamakla beraber onu size anlatacağım. Öyle tahmin ediyorum
ki bu vakanın delâlet ettiği hükümler, size bu mesele hakkında kâfi bir kanaat
verecektir.
Ne tuhaf, Ebukasım Hamza’ya değil Zeyyada
hitab ediyordu.
İyi ki gelmişim dostum Zeyyad.. çünkü bu
hususta seni tenvir edecek bilgilerim vardır.
Ben Yusuf’u çok eskiden tanırım.
Evvela şunu söyleyeyim ki, benim bildiğim
Yusuf, senin bildiğini zannettiğin Yusuf’tan bambaşkadır. Ben onun merd,
alicenab, hayırhah, cömerd ve cevval bir zekânın sahibi olduğunu biliyorum.
Putlara kurban kesib kesmemesi beni alâkadar etmez ; o kendi bileceği bir
iştir.
Bu sözleri Ebukasım mı söylüyordu ?
Zeyyad kulaklarına inanamıyor, hiddetini,
hıncını belli etmemek için avurdlarını ısırıyordu.
Ebukasım, başladığı söze telâşsız, emniyet
ve itidal dolu olan bir sesle devam etti •
Yusuf’u bana tanıtan, bir vakadır. Bundan
hemen yirmi sene evvel bir gece sabaha karşı bir eğlenceden dönüyordum. Yolda
iki kişiye tesadüf ettim; birisi yaşlıca, değeri çok gençti.
Yaşlıca olanın yedeğinde bir deve vardı;
hem yürüyor, hem de bağıra bağıra ağlıyordu. Gene, ona yavaşça bir şeyler
söylüyor, fakat bir türlü susturamıyordu. Tabiî gece yarısı bu garib manzara
beni alâkadar etmiş olduğu için bir türlü çekilip gidemiyordum. Meseleyi
anlamak için içimde iyice merak uyanmıştı. Deveyi çekenin ağlamasını bahane
ederek yanına sokuldum.
— Arkadaş,
ne oldun, çocuğun mu öldü, niçin ağlayorsun ? dedim.
— Daha
beter., keşki çocuğum ölseydi de, bu işi yapmasaydım! Adamın bu cevabı büsbütün
merakımı arttırdı. ‘Yanındaki gene, mütemadiyen onu susturmaya uğraşıyor, fazla
bir şey söylemesine mani olmak için kolundan çekerek benden uzaklaştırmaya
çalışıyordu. Öteki ise hâlâ bir çocuk gibi ağlayarak:
— Söyleyeceğim,
söyleyeceğim., bütün memlekete ilân edeceğini ! diyordu. Nihayet sert bir
hareketle kolunu gencin elinden kurtardı, süratle yanıma koştu. Sanki genç arkadaşı,
sözlerini dudaklarından kapacak, söyletmyecekmiş gibi acele ile ağzını kulağıma
yaklaştırdı. Zavallının halinden, kuvvetli bir huhran geçirdiği belli idi.
— Dinle
beni yolcu, iyi dinle ! sen dinlemezsen, dağa, taşa söyleyeceğim ! Dinle, beni
bir insan gibi dinle ve hakkımda hükmünü ver ! dedi.
Şu gördüğün genç, Ebüşşettar aşiretinin
reisi Malik bin Halimin oğlu Yusuftur. Ben de bu gece bu delikanlının devesini
çalmak istiyen hırsızım ! Bir az evvel bahçeye girdim; tam hayvanı alıp
götüreceğim zaman duyuldum kaçmaya vakit bulmadan yakaladılar. Köleler, başıma,
sırtıma vurdukları yumruklar, tekmelerle beni sersemlettiler. Bizim gürültümüz
bütün evi uyandırmış olacak ki, bu genç te geldi. Uşaklardan hâlâ dayak
yiyiyordum. Onun sesi bağırarak araya girdi :
—Ne yapıyorsunuz?,
biçare adama ne vuruyorsunuz ? O benim adamımdır; ben onunla bu gece gizlice
bir yere gidecektim, uyumuş kalmışım; kabahat bende, bırakın onu, bırakın!,
dedi ve beni uşakların elinden kurtardı.
Neye uğradığımı, ne söyleyeceğimi, ne yapacağımı
şaşırmıştım.
— Sen
bir az dur ! diye, beni bıraktı ve hemen giyinmiş olarak yanıma geldi. Ses
çıkaracak halim kalmamıştı. Evin civarından uzaklaşınca bana bir kese uzattı :
“ Bundan sonra rızkını helalden ara; bir şeye ihtiyacın olursa gel benden iste,
deve de senin olsun!,, dedi.
Bu gencin üluvvü cenabı beni bitirmişti;
ayaklarına kapandım kendisini evime çağırdım. Geldi, benim gibi bir hayduttan
korkmayarak geldi. Beşikte uyuyan oğlumu sevdi. Ona bir misafir gibi kahve
pişirdim, içti; sanki kırk yıllık dost imiş gibi benimle hep başka şeylerden
konuştu. Gene bir misafir gibi izin isteyerek kalktı. Ben, deveyi de, parayı da
geri vermek için yalvardım, yakardım, razı edemedim.
Sen söyle, sen hükmet ey yolcu ne yapayım?
diye ellerime sarıldı.
Benim kim olduğumu bilmediği halde bu
namus lekesini tereddütsüz söyleyen şu adam, hakikaten dediği gibi, onu dağa
taşa ve bütün âleme ilân etmekten çekinmeyecek kadar ruhen altüst olmuştu.
Ne söyleyeceğimi şaşırmıştım. Yusuf’a
dedim ki :
— Delikanlı,
deveni geri almazsan, bu adamın ev halkında uyandırdığı şüphe, teeyyüd [Kuvvetlenme. Kuvvet ve metânet bulma. Te'yid olunma. ] etmiş olur. Para
onda kalsın, senin dostluğun bundan sonra ona yüz deve satın alır..
Yusuf, bu ısrar üzerine devesini aldı.
Adamı orada? ağlayarak terk ettik, Yusuf la beraber yolumuza devam ettik. O, bu
İnsanî hareketini unutmuş gibi, hakikaten hırsızın da bir az evvel söylediği
gibi hep bu meseleye temas etmeyen şeylerden konuşmak istiyordu. Ben de hiç
olmazsa onu evine kadar takib ederek bir az olsun konuşmak, bu ulvî hareketini
izah edecek söz zemini arıyordum. Nihayet dedim ki
—
Ben, saray memurlarından Ebukasımım, müsaade eder inisin arasıra sana geleyim ?
— Hay,
hay., fakat bir şartla : bu geceki vakanın sırrı, üçümüzü tecavüz etmeyecek!
Yusuf bunu tebessümle, adeta rica ederek söylemişti.
— Peki,
dedim. Fakat bu ulüvvü cenaba seni sevkeden nedir ?
— Cemiyete
bir insan kazandırmak gayesi...
Eğer bu adamda kötülük aslî değil de arızî
ise, onun bu illetini tedayî etmek için şu acı ders, kâfidir.
sh: 175- 184
**
O zaman şüphe yok ki, bu adamı hem dünya
kazanacak, hem de o kendini ve Yaradanın sevgisini kazanacaktır. Ben ortada
bir âletim. Bana da, iyiliğe vesile olmanın zevki yeter:
Fakat o, eğer anadan doğma bir kör veya
sağır gibi bu derdle mayalanarak yaradılmış ise, onu kimse iyi edemez. Maamafih
bana düşen, vazifemi yapmaktır, ötesini Yaradan bilir. Belli olmaz ki, iyi
fena olur;, fena da iyi olur. Yani fenalığı ariyet olan, bir vesile zuhur
edince bu fenalıktan kurtulur. Keza iyiliği ariyet olan da gene bir sebep zuhur
edince bu iyilikten tecerrüd [sıyrılma,
soyunma, çıplak olma. ] edebilir.
Mademki insan olarak yaratılmışız, o halde
insaniyetin icabatiyle hareket etmek ve etrafımıza faydalı olmak, bizim
için bir hilkat ve limanlık taahhüdüdür.
Beşeriyet basamağı yüksek bir merhaledir;
büyük nimet ve fırsattır. İnsan, elinden gelen her iyiliği, bu fırsatı
bulmuşken yapmalıdır. Bu basamağa yükselmişken mevkiinin kadrini bilmemek,
ruhun nuranî çehresini çamurlu örtülerle perdelemek yazık değil midir?
Eğer insan öldüğü vakit cisminin,
hevasının, iktizalarının galebesile giderse, insan şekli de gaybolup türlü
türlü hayvan şekline girer ve o şekillerde muazzeb olur.
İnsanın dünyaya gelişi, birçok
taahhüdlerin, vazifelerin hamili olması demektir. Benim o adama karşı yaptığım
muamele, bu vazifelerin içinden küçük bir numunedir. Buna o kadar büyük bir
mahiyet vermeyiniz!
Yusuf, bu yüksek hareketini tabiî
göstermek için sözü, başladığımız noktaya çevirmişti. Maalesef evinin kapısına
da gelmiştik. Tan yeri yavaş yavaş ağarıyordu. Birden bire susmasıyla tatlı
bir rüyadan uyanmış gibi esef ettim.
İşte dostum Zeyyad, şimdiye kadar, bu
vakayı kimseye söylemedim. Fakat onu bir an da unutamadım.
Bu garib maceranın sonunu takib ettim.
Sonra bu hırsız, vaka gecesi uykuda Yusuf’un okşadığını söylediği küçük oğlunu
ona sattı. Bu çocuk, el’an Yusuf’un yanında bulunan Mahbubdur. Belki de
babasının macerasını bile bilmez. Mahbubun babası oğlunu Yusuf’a verdikten
sonra, kendi de o kapının en vefakâr bir dostu oldu. Yusuf en mühim işlerini bu
adama emniyet eder, yaptırırdı. Zavallı beş altı sene evvel öldü.
Bu vakadan sonra Yusuf’u ziyarete
başladım. Bazı bazı o da bana gelirdi.
Kasem ederim ki, onun bir sözü, bir
bakışı, putlara kesilen yüzlerce kurbandan daha tesirlidir.
Bir gün Yusuf’un evine gitmiştim. O,
karşısına, önüne gelene kafa tutan zorbalardan birini almış nasihat ediyordu.
Adam, bir meseleden dolayı suçlu idi.
Fakat kendini kurtarmak için :
Ne yapayım vaz geçemiyorum; Allah beni böyle
yaratmış, yapmamak elimde mi? diyordu. Yusuf ta ona :
Bak oğlum, diye
sokaktaki bir inek pisliğini gösterdi ve:
Dikkat ettim, şu
pisliğe dünden beri kimse basmadı, dedi. Onları bu pisliğe, iyiyi fenadan
temyiz ettiren cüzî irade bastırmıyor. Çünkü bastıkları takdirde ayaklarının
kirleneceğini biliyorlar. Fakat şuradan, iki üç yaşında küçük bir çocuk geçse
idi, o basar, belki de onunla oynardı bile... Çünkü ondaki cüzî irade kabiliyeti
inkişaf etmemiş bir haldedir. Bu harekette o mazurdur. Fakat madem ki sen
çocuk değilsin, fark ve temyiz edecek kabiliyetin var, bir pisliğe bile
basmayıp atlıyorsun, o halde neden, fenalığı yaptıran Allah’tır, diyorsun ? Bu
huausta da iradeni kullansana.
Bak meselâ, maişetini temin etmek, para
kazanmak için türlü türlü zahmetlere katlanıyor, keza zevkin için gözünü
daldan budaktan esirgemiyorsun. O halde, fenalık yapmamak hususunda da kendini
zorla sana Allah, iyi niyetle hareket edenlerin yardımcısıdır. Fakat evvelâ
senin feragat göstermen şarttır.
İnsan tıpkı bir gemi kaptanı gibi kendi
dümenini idare edici ve işine gelmeyen şeylerden baş döndürücüdür.
Söylediğim gibi bir pisliğe, bir uçuruma
basmak ve atılmak istemez. O kimsenin bir pisliğe basması, bir çukura atılması
için ya yürürken başka bir tarafa bakmış olması, yahud da âmâ olması lâzımdır.
Hâlbuki fenalık yapanlar, yani bu pisliğe
bile bile basanlar, uçuruma göre göre atılanlar, bu mülevvesat [kirli, bulaşık. ] ile melûf olanlar, iradelerini fenalık cihetinde
kullananlar, ve yahud iyiyi fenadan tefrik ettirmeyen manevî körlüğe mübtelâ
olanlar gibidir. Yahudda cismen büyümüş oldukları halde ruhen inkişaf
edememiş, çocuk kalmış ahmaklardır.
Suçlunun başı gittikçe öne düşüyordu. Onu
mevcutiyetimle büsbütün mahcub etmemek için, bu muhaverenin sonunu feda ederek
dışarı çıktım...
Benim çocukluk
arkadaşımsın Zeyyad.. Onun için sana acırım, Yusuf’a töhmet koymaktan vaz geç,
kendine yazık edersin. Çünkü öyle temiz bir adamı itham etmek,
kendini yakmak demektir. Tavsiye ederim biraz gururundan fedakârlık yap, onu
davet et, yahud kendin git evinde gör.. Emin ol ki onu görmek, hakkında
beslediğin bütün fena hislerini tekzib edecek ve seni sana kazandıracaktır.
Yusuf herkese karşı şefkatle mütehassistir; eğer, kendisi hakkında beslediğin
menfî hislerden haberdar olsa, seni bu yanlışlıklardan kurtarmak için bizzat
gelip düşüncelerini tashih etmek isterdi.
O, kin ve intikam bilmez. Bu yüzden kendi
de, etrafındakiler de daima müsterih ve sakin yaşarlar. O, ne sevilmekten
sevinir; ne de sevilmemekten yerinir.
Onun insaniyete hizmeti, herkese dürüst ve
sağlam ahlâk aşılamaktır. Bilhassa o, bu hayatın sonu kabirdir öteki hayatın
ise başı kabirdir. Allaha sevgili olmak isteyen güzel ahlâk sahibi olsun. Çünkü
bütün amellerin en iyisi, güzel ahlâktır; insanların hayırlısı güzel ahlâkı
olanlardır, der.
Sen onu görmedin Zeyyad o halde sus,
söylenme. Onun vücudu baştan ayağa bir mucizedir.
Zeyyad artık herkesten korkacaktı.
Çocukluktan beri tanıdığı Ebukasımın Yusuf hakkındaki düşüncelerini bugüne
kadar bilmedikten sonra, artık kime başvurabilir, kime dert yanabilirdi? Demek
ki memlekette kimin hislerini yoklarsa, kimin içini araştırsa, mutlaka Yusuf’un
muhabbeti çıkacaktı?
Zeyyad kendi kendine: Keşki dilim
tutulaydı da bu herife derd yanmayaydım diyordu.
Ebükasım, sözleriyle mütemerrid arkadaşını
yumuşatamadığını hissederek, burada daha ne duruyoruz, der gibi Hamza’ya baktı.
Gene hekim de bu bakışı bekliyormuş gibi haznedarın sözlerine bir kelime bile
ilâve etmeden ayağa kalktı. İkisi de Zeyyad’ı selâmlayarak müsterih ve pür
zevk, kapıdan çıktılar.
Mermerden bir heykel gibi hâlâ yerinde
donmuş duran Zeyyad, onların bu gidişiyle, kırbaç yemiş gibi yüzünü
buruşturarak olduğu yere çöktü.
sh:184-188
**
Sus Hamza, ileri gitme.. İşi, dedikoduya
döküyorsun. Başkasının aybını ne dilinle söyle, ne de içinde tut !
Kaç kere bunu sana söyledim, bir türlü bu
huyundan geçmiyorsun.
Hasılı ne kimseden incin, ne de
kimseyi incit, elinden geliyorsa onları doğruluğa çek, muvaffak olamayacağını
anlarsan sukût etti. Bu biçare, aklının kendine kâfi olduğunu zannederek hakikatten istiğna
gösteriyor. Halbuki, akıl da yaradılmıştır; Hiç yaradılmış olan şey,
Yaradan; görebilir mi ? Amma o, ben hakikat istemiyorum hayvan gibi yaşamak
benim için daha hoş, derse, pek âlâ! Dünya hayatından sonraki hayatta asıl
hayvan olmayı nazarı itibare aldıktan sonra ona kim ne der? Eğer hakikatin nuru
vücudu sararsa, akıl onunla kuvvet bulur, onunla nurlanır, ancak o zaman
Yaradanı görmek nasibini bulur. Yoksa aklına itimad gösterip, onun her şeye
kadir olduğunu zanneden kimsenin yanılması tabiîdir.
Tekrar ediyorum
Hamza, kimseyi ayıblama. Hayrı bilmeyip kötülükle yoldaş olan insanlara acı,
onların iyiliğine ve kendinin de onlar gibi olmamana dua et. Bir insanın,
insaniyetin manasına erişmemesi ne kadar hazindir.
O kimse, iyiliği iyilik olarak tamsa, onun
mukavemet kırıcı güzelliğine tahammül edemez derhal müncezib olur. Mukadderat
iyiyi bir anda fena, fenayı da gene bir anda iyi edebilir; insan kendinden
zuhurunu gördüğü hiç bir hayrın hakikî sahibi değildir. İnsan mukadderatın
müsehharıdır ve mayesi âcizle yoğrulmuştur. Evvel de âhır da âciz olduğunu
bilen kimse ne bahtiyardır! Aciz olduğunu bilmek insanı her iki dünya da da
bâlâter [Pek yüksek, daha yüksek. ] eder. Hakikî zevk,
aczini bilmek ve Yaradanın büyüklüğü ve kudreti karşısında hayretten hayrete
düşmektir.
Yoksa esaretten ibaret olan beşerî
zevkler, zevk değildir. ,
Maksad her umurda Allaha karşı aciz ve
iftikar göstermek ve her şeyde onu görmektir. Bütün ibadetlerin manası budur Hamza. Allah Teâlâ’ya muhtaç olan, bütün
ihtiyaçlardan kurtulmuş olur; dostu Allah olan, bütün düşmanlardan emin olmuş
olur...
Bir hikâyecik vardır, sözümü onunla
bitireyim: Bir deve ile yavrusu, sahibinin yedeğinde gidiyorlarmış. Yavru pek
ziyade yorulmuş, annesine: pek yorgun düştüm, şuraya otursak ta biraz
dinlensek, demiş,, Deve cevab vermiş : Çocuğum görmüyor musun yularım kimin
elinde? Eğer bu yular kendi elimde olsa buralara kim gelirdi? demiş. Onun
dediği gibi, mukadderatın ipi de, herkesi ne tarafa çekmeği kararlaştırmışsa,
oraya götürüyor.
sh: 189-191
**
Meryem Yusuf’un odasında bayıldığından
beri, Yusuf da, Meryem de, inkâr edemedikleri bu aşkı taziz ediyorlardı.
Meryem’in Yusuf’a akan, Yusuf’a giden aşkının kaynağı gene Yusuf’tu! Meryem,
onun aşkı huruşundan [Coşma. Gürültü. şamata. Tel ] kopmuş bir parçadan
başka bir şey değildi ki....
Ummandan ayrılan bir katra, bir müddet
bulutlar da, ırmaklarda çaylarda seyretse de, akibet varacağı son merhale, gene
denizden başka neresi olabilir ?
Meryem arasıra kimseye görünmeden Yusuf’a
geliyor, Sudenin yardımının bu yolda da büyük kıymeti oluyordu. Meryem’e,
Yusuf’un evde yalnız olduğu günleri hep o haber veriyordu.
Sude, fedakârlık ve feragat sahibi güzel
kadın, hayatının en müşkül safhasını yaşıyor, bizzat Meryem’in aşkına hizmet
etmekle, feragatin en müşkülüne katlanıyordu. Fakat o, bu gönül bacını, akla
hayret veren bir soğukkanlılık ve vazife hissi ile ödüyordu.
Sude’nin vücudu, tecessüd etmiş feragat ve
hayrın kendisi idi. Genç kız ona, minnet ve şükranın fevkinde bir hisle
mütehassisti. Meryem için Sude, samadanî bir deva idi.
Meryem’in elleri, Yusuf’un elleri içinde
yanıyor; başsız ayaksız sözleri, seke seke yürüyen yaramaz bir çocuğun ordan
oraya atlayışı gibi dudaklarından dökülüyordu. O söylüyor Yusuf dinliyor;
Yusuf söylüyor, o dinliyordu. Nihayet Meryem bu kesik sözlerden vazgeçerek :
Yusuf, sana bir şey soracağım, bana ruhun
bu dünyaya neden geldiğini söyler misin ? Dedi.
Dinle Meryem, vücudda iki türlü ruh
vardır. Biri ahlâtın letafetinden hasıl olandır ki, bu, hayvanı ruhtur.
İkincisi de ilâhi ruhtur ki, bedenden zuhur eden letafet, fesahat, belagat,
ilim, sanat, marifet, her ne varsa, hep bu ruhun malıdır.
Bir binayı kurmak
için, nasıl malzeme, taşlar vesaire lazımsa, bu hakikati anlamak için de lâzım
olan itibarî varlığından tecerrüd [sıyrılma,
soyunma, çıplak olma. ] etmektir. Çünkü bu işte en büyük gaye
yokluktur, işte o vakit gizli olan asıl varlığını gözle de görürsün.
Yusuf susmuştu.
Bu kadar mı söyleyeceksin Yusuf? Herkesle
o kadar derin ve uzun konuşuyorsun da..
Seninle konuşmaz olur muyum Meryem? Söyle,
ne istersen söyle de konuşalım...
Sözlerin beni tahmin etmedi, tahrik etti;
bana ruhun, bu endaze ve hesaba gelmeyen safînin,[ saf, temiz, pâk, duru. ] bu
kesif cisme mübdelâ olmasının, orada karar etmesinin sebebini söyle !
Yaradan, ruha cesed âlemine gelmek ve
orada ülfet ve karar etmek için şevk ve muhabbet verdi ve dedi ki :
Ey ruh, sana seyr ve sefer etmek gerektir.
İstical [Sonraya bırakılmasını istemek. ] et ki seferde
yoldaşın benim yardımımdır. Korku ve muhataralarda koruyucun gene benim
muavenetimdir. Ey ruh, ayrılık gamını tatmamış kimse, birlik zevkine ulaşamaz..
Hemen git ve bil ki her durakta sana ben yol göstericiyim. Senin vücudun daima
benim kudretim ve iradem elindedir.
Biçare ruh bu füsun ve kıssaları işitince,
ihtiyarsız olarak birlik âleminden hareket edip kalıba ve dünya yuvasına ülfet
etti. Bunların çokları da, geldikleri yeri, asıl vatanlarını unutarak hüsranda
kaldı.
Ruhtan, söz ve lisanla haber vermek mümkün
değildir Meryem . Şunu söyleyeyim ki safî ve mücerred ruhun bedene taallûk
etmesinde birçok faydalar vardır. Bir manayı, harf ve savttan uzak iken, bir
harfe bağlarsın hatta o harf lâfz ve savtu getirip, fikrinin mahzeninde mevcud
olan mana ve muradları muhataba bu suretle bildirirsin. Çünküharf, savt ve
lâfızsız, manada zuhur yoktur. Bir mimar da bir binayı kurmak için evvela onu
çizer; yani dimağındaki manayı bir şekle kaydettikten sonra onu tatbik eder.
Sen de mücerred manayı ve mukayyed olmayan
nefesleri, harfe ve lâfza bağlamıyor musun ? Bunu şüphesiz bir fayda için
yapıyorsun değil mi ? Madem ki ruh, mücerred mana gibi iken onun bedene gelişinin
sebebini soruyorsun, o halde, sözü işitmeye samia [Duyma, işitme duygusu, işitme kuvveti.] kuvveti lâzım
olduğu gibi, senin de bunu anlaman için kalb kulağının açık olması lâzımdır..
Biz insanlar, bir fayda ve lüzum görmesek,
bir manayı bir kelimeye talik etmez ve zamirimizde olan manayı, harf ve kelime
vasıtasıyla âleme söyleyemezdik. Madem ki mahlûk iken bizde bu fayda görülmüş
oldu. O halde Yaradan’ın, mana âleminde olan ruhları dünya hayatına
getirmesinde niçin fayda görülmesin? Ruhun bu toprağa taalluk etmesinde bir
fayda da budur ki, insanın kalıbı zemininde bir istidad vardır ki, ruhaniyet
tohumu, cisimler tarlasına saçılınca öyle aşk gülleri hâsıl olur ki, akıl, onun
miktarını idrâk edemez ve hesabını bilemez. Her ne kadar ruh, birlik âleminde
de zevkte, izzet ve şerefle idiyse de, bu istidadının tamamı, insan cesedine
taallûk edip, cisim zemininde tekâmül ettikten sonra hasıl olur ve aşk
lezzetinin kemali de, müfarekatın [İki
şeyin veya iki kişinin birbirinden ayrılması, uzaklaşma biryeri bırakıp gitme] acılarını çektikten
sonra duyulur.
İnsanın sair
mevcudattan mümtaz olması da, onda Allah Teâlâ’yı görmeye kabiliyet
olmasındandır. Binaenaleyh insan, Allah Teâlâ’yı görendir. Onu görmeyen göz,
göz olmaz ve göz derecesine çıkmayan insan da insan olmaz.
Ruhun cesede gelmesindeki faydayı sana bir
misalle daha izah edeyim Meryem..
Meselâ, safî billûrda, bakanın yüzü
temessûl [benzeşme, cisimleşme, şekillenme;
birşeyin bir yerde suret ve mâhiyetini aksettirmesi. ] eder mi? Aynanın bir
yüzüne kesafet gelmedikçe, o gösterici olmaz. Bunun gibi mücerred ve safî
ruhlar da, aynanın arkasındaki kesafet gibi, cisimler kesafetiyle
birleşmedikçe, onda, Yaradan’ın rabbani kemali görünmez.
Demek oluyor ki, safî ruhlar ve görünmeyen
İlahî vasıflar, insan cesedinde zuhura geldi ve bu vücud aynasında yüz
gösterdi.
Ruhun cesede gelmesinde sayısız faydalar
vardır; saymakla bitmez ki Meryem...
Safî ruh bedene gelmekle kemal tahsil
eder; zira onun vücudunda bilkuvve olan hasiyet, cisimler âleminde file gelir
ve sabit olur.
Hâsılı ruhun bedene gelmesi, Allah
Teâlâ’yı kemaliyle bilmesi içindir. Her ne kadar birlik âleminde de onu
istidadı kadar bilip ikrar etmişse de, icmali bilgi ile ikrar eylemiştir.
Tafsili ve bilgili ikrarın yeri, tabiat âlemidir. Esasen tabiat, Allah
kelimesinin şahsiyetinden ibarettir. Ruhun cesede gelmesinde fayda yoktur,
diyen kimseye “o halde sözün de söylenmesinde fayda yoktur, niçin söylüyorsun?
demek, kâfi bir cevabdır.
Bu insanların kalıplarına ve mükevvenatın
suretlerine bak ki, bunların her biri, kendinde mevzu olan manaya delâlet
eder. Eğer bilgin varsa bilgi sahiplerinin, öteki dünya, dediklerini bu âlemde
görürsün ve Allah Teâlâ’nın bu suretten ne murad ettiğine vakıf olursun.
Allah görülmez, derler; öyle şey olur mu?
Sen de göz olduktan sonra, Allah her
yerdedir. Bütün bu mükevvenat o dur. Ondan başka bir şey yoktur ki, görülmemiş
olsun ! Akil olan kimse, görülmemiş Allah Teâlâ’ya tapmaz, Çünkü hak, halktır
gözün varsa; halk, haktır, aklın varsa...
Yusuf Meryem’in fazla bir şey söylemesine
meydan bırakmadan devam etti :
Meryem, sen beni
okuyan ve anlayan sevgili bir vücudsun. Senin bana aşkın, bende aşkın mutlak
zuhurunu gördüğün içindir; benim sana aşkım da, sende kendimi gördüğüm içindir.
Sen o kadar ben olmuşsun ki çok defalar
sende söz söylenecek vücud bile göremem. Ben seni müşkülâtsız fethettim
Meryem.. Aşk seni evvelden pişirmiş, hazır bir hale sokmuştu. Onun için seni
ilk hamlede yanımda ve kendi canımda buldum. Seni henüz gözümle görmediğim
zamanlarda da daima benimleydin !
Dün Hamza gelmişti. Yalnız senden
bahsetti. Güzel Hamza aşkı yalnız senin vücudunda ezberlemiş ve senin cismine,
yani cisme mukayyed bilmiş. Halbuki aşkın hakikati ona üryan olarak yüz
gösterse, onun içinde cilve eden ne Meryemler görür ve bu tuğyan içinde garg
olup giderdi.
Maamafih [bununla
beraber. ] ona, sana söylediğim şu hakikati söylemedim. Esasen söylesem de anlamazdı;
nasıl ki şimdiye kadar bu yolda ne söyledimse anlayamadı.
O senin güzel gözlerinin, harikulade
endamının, hasılı cisminin meftunu... Sen de bunların zevalini görse, bu aşkın
da zevali mukarrerdir; çünkü onu avlayan, sırf bu geçici sermayedir. O, sendeki
cismi ruha, ruhu cisme mezceden, menbaını aşk göklerinden tutan ölmez
aşkı görmedi. Halbuki aşk budur Meryem! Fakat Hamza da mazurdur, zira o
henüz, madde dünyasının arızalarıyla kösteklenmekten kurtulamamıştır.
Hâlbuki aşkın hakikatini bulmak için bütün
bunlardan kendini sıyırarak ok gibi fırlaması, tabiatın mütenahî hududunu
aşıp, aşkın intihasızlığına [sonsuzluğa] atılması lâzımdır. Hamza bu hususta
istidadsız olmamakla beraber kendini tabiatın pençesinden kurtaramıyor.
Hakikî aşka sahib bir vücuddan hikmet ve hakikat
tefeccür [Yerden su kaynayıp akma. * Tan yeri
ağarma. * Çatlama, yarılma. ] eder. Perakende kuvvetleri, duyguları,
aşkın lâyemût ve tevhidkâr kudretinde temerküz eden vücud, nihayetsiz surette
kudretlidir. Eğer Hamza da bu kuvvete malik olsaydı, sana aşikâr olan
hakikatin, ona da yüz göstermesi icab ederdi.
Hâlbuki seven ve sevilen birbirlerinin
hakikatim bilmedikçe, aşk, sırf tene müteallik ihtisasattan ibaret kalır. O
kimseyi savdığının kaşının, gözünün verdiği zevk avlamıştır; halbuki onu avlayanın
hakikatte Yaradan’ın o vücuda akseden güzelliği olduğunu bilmez. Şu bastığın
topraklar içinde ne kadar güzelin gözü, kaşı, yanakları ve endamı vardır.
Dünyada ne kadar güzel şeyler varsa, hep
Yaradan’ın nurudur. Manayı bırakıp şekilden güzellik görenler, her türlü
şeklin geçici olduğuna göre, şüphesiz sonunda hüsrana atılırlar.
Maamafih Hamza’da
senin cinsiyetinden bir zerre olmasaydı, o senin maddî varlığını da sevemezdi. Zira her incizab,
kendi benzerine tesadüfün neticesidir, insan, kendi manasını gördüğü
kimselerin meclûb ve meczubudur ve bir kimse her neye meylederse, o şeyle
aralarında gizli bir ittihad olduğu muhakkaktır.
Meryem’in Yusuf’a bakan gözlerinde iki
ateş yol süzülerek iniyordu.
Niçin ağlıyorsun Meryem?
Sen bu vücud değilsin ki... Bu vücud,
akan suya çeşmedir. Su kesilince çeşmenin ne hükmü kalır?
Hamza o çeşmeye, Yusuf ta suya gönül
verdi. Bir gün olup çeşme yıkılıp, berrak ve lâtif su, bir zaman için toprak
altında mestur kalsa da, suyun cuşişi [Kaynama,
coşma. ] tekaza [sıkıştırarak] ederek başka bir yerden fışkırır. Böyle leziz ve saf
suya çeşme eksik olur mu Meryem ?
Meryem de ölümü düşünüyordu. Artık ölse de
ne gam ? Aşk bu vücudu ebedî bir kaftan gibi sarmış, Meryem bu ateşin içinde
yanmış, yanmış erimiş...
Bir el, varlığını örten bu ateşin kaftanı
çekip alsa Meryem’i altında bulamayacak. Ancak bu boş örtünün içinde aşkın
ebedi ve nuranî çehresi belirecek...
Meryem’in Yusuf’un yüzüne takılı duran
gözlerinden hâlâ büyük yaşlar düşüyor.
Yusuf ona tekrar soruyor.
Niçin ağlıyorsun, söyle bana Meryem ?
Korkuyorum Yusuf I
Neden, kimden korkuyorsun?
Senin için korku kaldı mı ?
Kimseden korkmuyorum. Cihanda benim için
kimse yok ki... Herkes, herşey sensin. Cihanın varlığı nedir?
Ben bu serabî ve itibarî cemiyet
bünyesinin nesinden korkayım ?
Esasen bana şimdiye kadar onlardan ne
müsbet, ne de menfî bir seyale, bir duygu geçmedi. Ben insanlarda vücud
görmedim ki, onlardan mütezevvik [Zevk
ve safâ eden. * Tadına bakan. Birkaç defa tadan. ] veya müteessir
olayım...
Bir ağacın rüzgarla ileri geri
sallanmasına kızmaz veya gülmezsek, keza hareketlerinde bir ağaç kadar hilkatin
fermanını dinlemekten başka kârı olmıyan mahlûka da kızmamak veya gülmemek icab
eder. İnsanların hareketlerine bel bağlamak, korkmak, kızmak veya sevinmek,
onların bir mevcudiyet, başlı başına bir varlık sahibi olduğu zannından ileri
gelir. Hâlbuki bunlar da, hareketlerinin hâkimi olan bir müteharrikin arzusuna
tabidirler.
Herkes yok. Yusuf! Yalnız, yalnız sen
varsın. Ben senden korkuyorum.
Ben korkunç muyum güzelim ?
Sen bilmezsin, benim korkumu, bilemezsin..
Onu anlatmak ta istemem...
Anlat, söyle Meryem.. Benden niçin
korkabilirsin ? Yazık göz yaşlarına, söyle niçin ağlıyorsun?
Ölümden korkuyorum.
Sen mi ?
Hiç Meryem, bu mütekâmil vücud, ölümden
korkar mı ?
Ölüm korkulacak bir şey değildir ki...
Ölüm, insanın sadık, vefalı bir yoldaşı ve müsteşarıdır. Sen, bu dünyada,
ölmüş bir insanın hiç bir şeyle mukayyed olmadan yaşayışının zevkini de
bilirsin..
Bana ölümün lezzetini anlatma Yusuf, onu
bana bildirdin ve tattırdın. Ben bu ölümden korkmuyorum...
Ölüm nedir bilir misin Yusuf?
Ölüm, sensizliktir. İşte ben bu ölümle
ölmekten korkuyorum. Sensiz kalmaktan korkuyorum.
Bir nefes sensiz yaşamak, asırlarca azab
çekmekten daha yaman, daha korkunç.. Benim sensiz kalmaktan başka hiç bir
korkum yok. Varlığım, hayatım senden ibaret.. Kaçacak, sığınacak bucağım sen,
gördüğüm bildiğim sade sen! Yüzüme bak Yûsuf! Ben senin bu uslu duruşundan, bu
kaçamaklı hallerinden de korkarım. Bak, yüzüme bak da gözlerini göreyim... Ben
onların ezelî perestişkârı,[
aşırı derecede bağlılık. Riyakâr gösterişten. ] esiri, kuluyum. Onlar benim mabudum,
mihrabımdır.
Niçin sesin çıkmıyor ?
Söyle, sen: beni aldatmazsın. Söyle, her
ne dersen inanacağını. Artık bu sözlerle beni lâübâli etme., bu kadarını
söyleyebilmek için her nefesde yüz kerre ölüyorum...
Yusuf düşünceli idi; kızın kirpiklerini
süsleyen yaşlara baktı. Başını, hafifçe bu tutuşmuş başa doğru kaydırarak :
Üzülme Meryem.. Sen
bensiz kalmazsın !. Çünkü sen bensin.. dedi.
Kızın hıçkıran başı, Yusuf’un dizlerinde
bitab ağladı, ağladı. Sanki bu gözyaşları onu maddiyetinden boşaltıyor, Meryem
hafifliyor, lâtif bir cisim gibi dünyadan Yusuf’un kalbi göklerine doğru
yükseliyordu.
sh: 191-200
**
Yusuf bilinmez, Yusuf tarif edilmez,
anlatılmaz söylenemezdi ki bu tehalükle gidişin sırrı da anlatılsın.
Meryem, kendine dil uzatacak olanlara:
Ey zavallılar, ben eğer Yaradan’ın nuru kandili olan Yusuf’a tapıyorsam beni
ayıblamayın ki, benim, Yaradanım, imanım, dinim hep aşktır. Onu görmek hayat,
onu görmemek ölümdür. Onu görmek en büyük zaferdir, onu görenler, vücutları aşk
derdiyle göz kesilmiş olanlardır. Zulmet, azab, cehennem, ondan uzak olanlar,
onu görmeyenler içindir. Gerçi onun da herkes gibi müteayyin bir varlığı
vardır; fakat bu çehrenin en bedi hatlarla çizilmiş müvazeneli güzelliği içinde
öyle teshir edilmez bir mana gizlidir ki, hiç bir beşer onu fethe muktedir
olmamıştır. Gerçi onun da bir sinesi vardır fakat mahşer bu sinenin yanında
tenha ve ıssız kalır.
sh: 204
**
Meryem! Benim şikâyetim, hadisattan ve
vakıattan değildir. Ben, aslımla olan istiğrakım [Allah aşkıyla dünyayı unutup bütün bütün kendinden
geçmek.]şiddetine sed çeken cüdalıklardan [ayrılık;
ayrılmış. ] şikâyet ederim. İstiğrakın mutlakıyetini hançerleyen şu müteayyin vücuddan
şikâyet ederim. Tıpkı kamışlıktan kesilen bir ney gibi, aslında birliğe
rnüstagrak olan ruh, burada müteayyin bir nakşın esiri olunca feryad etmeye,
tekrar geldiği yeri aratmaya başladığı gibi.
İnsanın hakikati, kâinat nakşına sebeb
olmuştur Meryem... Bu kâinat nakşının meydana gelmesi ve bir nokta gibi mücmel
olan mananın tafsil olması için de, insan aslından, bu birlik âleminden
koparılıp dünyaya getirildi. Kudret eli onu aslından koparıp anasıra, bu
gurbet diyarına attı..
İşte, mütekâmil ruhların aşıtlarına
iştiyakları bu yüzdendir ve bu iştiyak ta ruhun tekâmülü nisbetinde artar.
Aslı ile rabıtası ziyade olanın şüphesiz
iştiyakı da o nisbette ziyade olur. Ruh, bu müteayyin vücud içinde mukayyed
oldukça cüdalıklardan şikâyeti bir an eksik olmaz.
Birlik, yani asıl âleminde teayyün ve
teşahhus [şahıslanma; belirlenme; bir şekil
ve kimlik kazanma. ] yoktu. Ruh, aslından bu vücud âlemine gelinciye kadar geçtiği ecram [Ruhsuz büyük varlıklar. Cirmler. Yıldızlar.] , nebat, hayvan
âlemlerinin hiç birinde karar etmedi; hepsinden de bir hatıra ile ayrıldı, işte
buradaki şikâyet de, ruhun o acıklı safahatının hikâyesinden ibarettir.
Gurbet, tahassürü müstelzimdir; zira onda
sıla hasreti vardır.
Fakat kemale yetmiş insan da, bu şikâyet
ve feryadını söylemek için anlayışlı bir kulak, kendi gibi aynı duygularla
hislenmiş bir vücud ister. O zamirinde yanan bu ateşi ulu orta herkese
söylemez.
Gözlerinde nur, kulaklarında öğüt alacak
kabiliyet olmayanlar ruhun o büyük derdini ne bilir?
Meryem, sen bana aslımdan bir selâm, bir
yad, bir parçasın., ben seninle aram [Durma,
dinlenme. * Yerleşme, rahat etme, karar kılma. * Eğlenme. ] eder, dertlenir, hem
devalanırım. Sen bana, bu asıldan gelmiş mücellâ bir aynasın. Ben bu aynada
kendimi görür ve gördüğümü gene kendime söylerim. Ben Yaradan’ın söyleyici kelâmıyım.
Her şey değişir, her mahsus olan varlık için bir tebeddül ve tagayyür
mukadderdir; fakat her asrın her ânın muasırı olan aşk ve hakikat için bu
endişe yoktur. Allah daim olduğu gibi hakikât ve aşk ta daimdir Meryem.
Âlemin tekevvün ve intizamı, aşkın
huruşundan [Coşma] ileri gelmiştir.
Gökler, yer, ay, güneş, ateş, su, hava toprak hasılı çerçöpe gelinceye kadar ne
varsa, hepsi o aşk güneşinin nuruna batmış ve iştiyakı derdine yanmıştır. Ben
ancak aslından ayrılmış ve beşeriyet arızalarından kurtulmuş olanların hem
haliyim Meryem...
İnsan ile Yaradan’ın arasındaki perde,
zemin ve asuman değil, kendi varlığıdır. Binaenaleyh bu birliği hasıl etmek,
yani Allaha yaklaşmak için insanın varlığından, yani hayvan! hisleri
kayıtlarının esaretinden kurtulup hür olması lâzımdır ki, bu da ancak, kötü ahlâktan
kurtulup yerine iyisini getirmekle olur.
Kötü ahlâk ta nedir
bilir misin Meryem ?
Yaradandan seni az,
çok alıkoyan her şey!
Kalbi temizleyici ve beşerî ayıpları
yıkayıcı şey aşktır. İnsan bunlardan aşk ile kurtulur. Bu feragati ancak aşk
yaptırır.
Aşkın mahiyetinde ayrılık ve ikilik
yoktur. Lâkin bazı kimsenin, Yaradan’ın aşkına istidadı olmadığından Allah bu
kimseleri, gene kendi aşkına istidad peyda etmesi için bir surete mukayyed
eder, yani kendi gibi bir beşerin aşkına mübtelâ eyler. Elverir ki bu sureti
atlaya bilsin.
Yusuf bir an durdu.
Dörtyol ağzını geçmişlerdi.
Yusuf’un avucundaki
Meryem’in eli, havanın sıcağına rağmen buz gibi soğuktu. Kız bu eli sımsıkı tutuyor,
kaçmasından korkar gibi incecik parmaklarını bastırıyordu.
Aşk: zarfa ve harfa sığmaz
Meryem. O, intihasız bir deniz gibidir, ihata ve misâlden, tefsir ve ta’birden
uzaktır. Aşk, halinde olan vicdanî zevki söze getirmek ve söylemek istedikçe,
gene kendisi onu nişansız eder. Meryem, sana bu gece çok şeyler söyledim artık
susalım ve ben de döneyim ne dersin?
Hayır hayır, söyle Yusuf, bir az daha,
biraz daha konuşalım. Bahusus aşk faslında sözlerini imsâk etme ki ben ota susamışım.,
söyle, hep söyle.
Meryem, aşkım! Beni bu hususta fazla
söyletme, endaze ve hesabı aşma ki, aşkın sıcaklığı vücudunu varlık âleminden
çalmasın.. Senin gül gibi lâtif vücudun bundan fazlasına tahammül edemez;
korkarım ki bu dünyadan bağını koparır, birlik âleminin cazibesin? kapılırsın..
Halbuki bu vücud senin değil benimdir; onun bana lâzım olduğunu unutma canım!
Kıyamete kadar sen sorsan, ben de
söylesem, ne senin sualin ne de benim cevabım bitip tükenir...
Farkında olmadan mahalle aralarına kadar
yürümüşlerdi. Meryem Yusuf’u hâlâ bırakmak istemiyordu,
Meryem, şimdi bana müsaade et de döneyim,
istersen yarın Fırat kenarındaki ağaçlığa gel, orada gene konuşuruz
sh: 208-211
**
Fırat kıyısı, hurdebinî [gözle görülmeyecek kadar küçük, mikroskobik. ] nebatların
yekpareleşmiş kesafetiyle o kadar yeşil, o kadar taze idi ki...
Yalnız, murassa bir libas gibi toprağı
örten bu yeşillik, yer yer sürülmüş olduğu için zeminin tabiî rengi
görünüyordu.
Daracık vadiyi örten bol ve sık otlar,
âdeta iki yamacın arasında yeşil bir dere aktığı hissini veriyordu.
Bu mücessem lâvhanın içinde iki inek
otluyor, dişlerinin otları muntazam ve yeknesak seslerle koparışı, bu rustaî
şaheserin, tabiî ve hakikî musikisini teşkil ediyordu.
Meryem etrafı dinliyor, dinliyor, fakat bu
tecessüsüne, muannid ve ısrarlı bir sükût cevab veriyordu. Kızın vücudu zevk
içinde hafifleyerek, adeta maddiyetini kaybediyor, bir duman parçası, esirî bir
neşe gibi uçmak, yok olmak arzularda karışıyordu.
Nereye, nereye fakat ? Yusuf’un aşk çırağları
tutuşturan kalbi göklerine çekilmek, orada karar kılmak istiyor... Yusuf kimi
istese, kimi çağırsa, o vücud, yaktığı gönlünü meşale yaparak yollara düşer.
Meryem o »esin davetine, o güzelliğin incizabına mukavemet edecek bir vücud
tasavvur edemez ki..
Meryem Yusuf’un kolunu iki eliyle tutuyor,
böyle yapmasa hakikaten uçacak, görünmeyen bir el, görünmeyen bir Aleme
götürecek gibi geliyordu. Onun için Yusuf ekseri zaman bu gönlün istiğrakı
şiddetine mani oluyor, ondaki ezelî iştiyakın, her nefes yelpazelenen ve
tazelenen ateşinin önüne geçiyor, kızı ileri atılmaya bırakmıyordu.
Sen bana lâzımsın Meryem, o vücud senin değil
benim diyerek bu aşk selinin bir zaman için şiddetine mani oluyordu. Şimdi de
gene kızı zorla havaî mevzulara şevketmiş, Meryem de ona maziden bahsetmeye
başlamıştı.
Geçen gün seni bulmadan evvelki halimi
düşündüm Yusuf... Ham, basit, ruhî bünyesi teşekkül etmemiş, ibtidaî ve
işlenmemiş bu malzeme yığınından utandım. Şuur yok, mana, hakikat yok., yalnız
uzviyetiyle yaşayan, niçin ve neden yaşadığını bilmeyen, hayat dümeni şevki
tabiîsinin elinde bir mahlûk... Bu itibarla bütün mazim tarihsiz, intibasız [izlenimsiz], kitabesiz ve hatırasızdır. Zira bu mazi
o kadar kıymetsiz ve şuursuzdur ki, ona en küçük bir varlık bile izafe edemiyorum.
Onda yalnız bir fıtret devrinin ruhî ihtilâlleri, keşmekeşleri doludur. Bütün
bu hayat, medlulü acı ve ıztırablı vakaların birbirine karıştırılmış yekûnundan
ibaret... Geçmişi düşünmekle, kekremsi bir şey tatmış gibi yüzüm tekallüslerle
[kasılma. ] doldu.
Gerçi, bu hayat, bu manasız hayat ihtişam
içinde idi, eğlenceler, ziyafetler, her şey bir mecburiyet, sahnevî bir
sunîlikten ibaretti, Ben ise bütün bu safahata, mahkûmane bir itaatle baş
iğdim. İşte hayat mütıellesinin üç köşesi: gelmek, çekmek, ölmek ! Bu üç fiil
insanda ihtiyarî değil, sevkî bir hareket, ıztırarî bir itaat! Hiç kimse bu üç
emrin kemendinden boynunu kurtaramıyor.
Şu kadar ver ki, aşk hayatının keyfiyet
yakıcı zevkine ayak koyanlar için, ne gelmek ne çekmek, ne de gitmek, hiç, hiç
bir şey yok. Onlar ne doğuyor, ne çekiyor ne de ölüyor.. Yalnız aşkın mutlak
vücudunda seyrediyor. Yahud da “gelen de ben, giden de ben, bozulup toplanan da
ben” diyerek bütün mevcudatı tek vücud olarak görüyor.
Meryem gene gönlünün dizginlerini bırakmıştı.
Halbuki Yusuf onu bugün başı boş bırakmak istemiyordu.
Hani maziden bahsedecektin Meryem ? Gene
atladın, açıldın.. Şu maziyi tamamlasana...
Gerçi halin zevkini bırakıp maziyi
söylemek veya dinlemek istemem; fakat mademki o mazi sana aiddir, senin olan
her şeyi sever ve hürmet ederim... Söyle Meryem, bana geçmiş zamanlardan
bahset!
Doğru söylüyorsun Yusuf.. Halin kıymetini
bırakıp geçmişin yadıyla vakit geçirmek abes bir şey... Hatta onu düşünmek
bile manasızlık!.. Fakat ben bu maziyi niçin düşündüm, biliyor musun? Geçmişle
aramda iğbirar ve soğukluk vardı. Ben, değil mazime, hiç kimseye ve hiç bir
şeye karşı kinim, nefretim ve iğbirarım olmasına tahammül edemem. Bahusus bu
günkü Meryem, o mazi köprüsünden bu hale geçmiştir. Onun için bu dargınlığı, bulanık
bir su gibi tortulu olan bu geçmişe aid iğbirarı [Kırılmak. Gücenmek. * Toz ile paslanmak. * Boz benizli
olmak. ] temizlemek lâzımdı. İşte bu yüzden düşündüm ve bu ruhî tesviyeye lüzum
gördüm.
Ben bütün cihanla sulh yaptım Yusuf.,
nasıl olurda arkamda kalan bir hayat parçasiyle cenkte ve nefrette kalırım ?
Mademki seni buldum, acılıklar, teharrüşler [Tırmalanma.], elemler,
seyyieler, hep seni bulmak, seni görmekle tazmin olup gitti. Her fenalık
seninle söndü... O mazi de artık acısız, elemsiz, taharrüşsuz oldu. Ben artık
eski ben değilim ki... Çok defalar gayet samimî bir hisle kendimi ölmüş ve
yepyeni bir hayatla dirilmiş, geçmişinden bir iz bile kalmamış zannederim.
Beni sen Öldürdün! Eğer şimdi yaşıyorsam,
bu hayat sensin Yusuf !
Ben neyim Meryem ?
Sen aşksın, aşk
sensin Yusuf! Senden daha güzel bir şey yok ki seni ona benzeteyim..
Genç kızın dayandığı ağacın yaprakları,
birer aşk ilâmı gibi başının üstünden çarh [Çark,
tekerlek. * Felek, gök, sema. * Ok yayı. * Elbisede yaka. * Tef.* Devreden,
dönen. * Çakır doğan. * Talih.] çevire çevire düşüyordu.
Yusuf’la yan yana oturmuşlardı.
Konuşmalarındaki hararet ve şiddet, hangisinin söyleyen hangisinin dinleyen
olduğunu belli etmeyecek kadar yakıcı idi.
Filhakika görünüşteki bu iki vücuda
rağmen, ne mütekellim ne de muhatab vardı. Zira Yusuf Meryem, Meryem de
Yusuf’tu.
Bir zaman konuşmadılar. Gerçi bir gün
evvel Yusuf kızı buraya yarım kalan bahse devam etmek için çağırmıştı; fakat
onun gösterdiği şiddet ve tehalük, adeta Yusuf’u korkutmuş ve söylememeye
sevketmişti.
Gidelim mi Meryem ?
Yusuf...
Ne istedim Meryem ?
Sana bir şey söyleyeceğim..
Söyle güzelim..
Niçin söylemiyorsun ? Haydi gidelim öyle
ise...
Hayır, hayır sana bir şey söyleyeceğim..
Meryem Yusuf’un gideceğini hissettiği
zamanlar onu böyle, bu sözle oyalar, bir az daha beraber kalabilmek için bu
masum hileye baş vururdu. Yusuf ta bunu bilir, fakat bile bile gene bir an
beklemekten hâli olmazdı.
Hakikaten Meryem’in Yusuf’a söyleyeceği
birçok şeyler olsa bile, onunla olmak, onu görmek, dudaklarından bütün sözleri
kapıp kaçardı.
Fakat bu defa Meryem sözünde durdu; çünkü
söylemese, Yusuf’un hemen kalkıp gideceğini biliyordu.
Ana karnındaki cenin, naısıl bir tek
yoldan vücudunun gıdasını, takviye ve nemasını temin ediyorsa, ben de bu
dünyada yalnız, seninle yaşamak yolunu buluyorum. Zira beni dünyaya bağlayan
serrişte [başa kakmak; ipucu.] Sensin Yusuf...
Durağım, menzilim hep sensin. Senden benim, gölüm nur buldu, yüksek görücü
oldu. Onun için artık bu göze hiç bir güzellik kalmadı.
Ben Allah’tan nur istemiştim, sende nurun
nurunu gördüm. Bütün nurların merkezi ve eşsiz güneşi olan sana eriştim. Ben
bir Yusuf isterdim, senin vücudunda Yusufistan gördüm.
Ben, gönlümün ateşini dökmek için kemale
sahib bir vücud, mana ve hakikat dostu isterdim, senin vücudunda bütün
güzelliklerin, hakikat ve aşkın kaynağını gördüm. Bana senin her bir cüzünden
öyle bir cennet göründü ki, yarınki cennetlerle bir alâkam, onlara bir
ihtiyacım kalmadı.
Yusuf, Meryem’in harikulade bir letafetle
konuşan dudaklarına bakıyordu. Onları böyle perişan bir talaşla tahrik eden,
yalnız, yalnız aşkı idi, Bu ince vücud, lâtif bir hülya gibi güzeli.
Yusuf genç kızın söz silsilesini
durdurmamak için bir zaman dinledi. Fakat artık gitmeli idiler., ekseri zaman
yaptığı gibi birden bire ayağa kalktı ; Meryem’in de elinden tutarak kaldırdı.
Artık gidiyorlardı, çare yoktu.
Yollar taşlı ve bozuktu. Meryem Yusuf’un
elini tutmuş, iki masum mektep çocuğu gibi yan yana yürüyorlardı.
Yusuf, arasıra taşlara takılan kızın elini
avucunun içinde sıkıyordu. Böylece hurma fidanlığına kadar beraber geldiler.
Artık ayrı yollardan gitmeleri icab ediyordu. Yusuf gene birden bire kızın
elini bırakarak :
Haydi Meryem., dedi ve arkasına bakmadan
hemen ilerledi.
Ne de çabuk uzaklaşmıştı...
Yusuf, Yusuf !
O, genç kızın sesini duyarak durdu.
Yusuf sana bir şey söyleyeceğim..
Yusuf mütebessimdi :
Gene mi Meryem? Peki dinliyorum..
Haydi söyle, söyle canım, geç oldu gidiyorum.
Yanıma gel de söyleyeyim!
Yusuf Meryem’e baktı. Ondan ayrılmak
kendisi için de müşkül, her zorluğu yenen iradeli ve azimkâr Yusuf’a da zordu.
Tekrar kızın yanına geldi. Fakat Meryem’in dudakları sımsıkı kapalı, başı
hafifçe yukarı kalkmış, söyleyecek hiç bir şeyi olmadığını itiraf eden mazlum
bir duruşla duruyordu.
Yusuf’un başı eğildi, bu ateş dudakların
üstünde bir lahza durdu.
Aşk onlara ateşten damgasını bastırmıştı.
Onların raşedar [doğru yollarının] sathı, aşkın ateşin nakşıyla mühürlenmişti.
Bu dudaklar aşk göklerinden gelen ateşle yanıp kavruldu. Bu dudakların küçücük
cürmüne bir cihan sığdı. Onlar artık bir ziyaretgah kadar temiz ve masum oldu.
Bu ateş onlara, ebediyet serhadlerinden aşıp geldi. Meryem’in dudaklarını aşkın
germiyeti [Hararet, sıcaklık, kızgınlık.] , ezelî bir ocak
gibi bitip tükenmeyen alevlerin mihrakı [Çok
hareket eden. * Hareket âleti. Karıştıracak nesne. ] eyledi.
Sh:211-217
**
Bu hareket niçin ?
İşte cevabı olmayan bir sual! Yahud da
anlaşılması müşkül bir cevab: İnsana Yaradan’ın sevgisi, aslın kendine olan
sevgisi gibidir. İnsanın da Yaradana olan aşkı ve iştiyakı, “şey”in aslına olan
iştiyak ve aşkı gibidir.
Sh:234
**
Bak Meryem, şu böceğe bak...
‘Yusuf’un gösterdiği bu uçucu böcekler,
gölgede simsiyah göründükleri halde, güneş hattına doğru uçtukları zaman kumru
göğsü gibi yanar döner renklerle parlıyorlardı.
Yusuf! suyun sesini işitiyor musun ?
Evet Meryem...
— Aşk gibi keyfiyetsiz bir ifade değil mi
?
— Aşk gibi, evet onun gibi...
Aşkla hayat bulan ve terbiye görenin
hemdemi de Allah Teâlâ’dır Meryem... Herkes aşka lâyık olmaz, çünkü aşka
lâyık olan Allaha lâyık olur. Bu böyle olunca aşk kesilmiş vücuddan Allah
Teâlâ‘nın büyüklüklerinin zuhuru bedihi değil midir ? Eğer aşk insanı nağmesaz
[Ahenkle söyleyen, terennüm eden. ] etmeseydi, Allah
Teâlâ’nın esrarı nağmelerini kimseler işitemezdi. Bu vücud aşk encümeninde her
nefes haber söyleyici ve dünya çamuruna batmış olanları asıllarına manlarına
çağrıcıdır. Fakat her tab'ı [tabiat] buna kabil değildir ; her kabil de
arayıcı değildir. Bu da ezelî bir vergidir Meryem... iki dünyanın da zevk ve
bazlarından geçmiş olanlar, Yaradan’ın haberlerini verici aşk dudaklarıdırlar.
İşte, çarh ve eflâkin henüz olmadığı, su ateş ve toprağın henüz bulunmadığı gün
aşk vardı._
Aşk, aşk... bilirsin Yusuf, benim ömrümün
hasılı senin aşkından başka bir şey değildir. Alıp verdiğim her nefes senin
yardımınladır. Benim her iki âlemde de istediğim, taptığım aşkdır. Başka bir
şey, başka bir ilâh bilmiyorum. Yalnız, yalnız ona tapıyorum.
Seni yalnız Yusuf
bilir, değil mi Meryem ?
Evet, sade o bilir., nasıl bilmesin ki,
benim ölü vücudumu o diriltti gene onu aşkı ocağında başroldüm.
Yusuf birden bire bir şey hatırlamış gibi
Meryem'in sözünü kesti.
Sh: 242-243
**
Ömer uzaktan gene kızın güzel başını
toprakların üstünde zebun görürken, bu hadisenin yanı başında duran ve onu
böyle perişan eden kahhar aşkı da görmekte teahhur [Geri kalmak. Geciktirmek. Gecikmek. ] edemezdi. Ağaçların,
dalların hareketini gören Ömer, bunları tahrik eden rüzgârı görmez, her
müteharrikle bir muharrik olduğunu bilmez olur muydu ?
Meryem’in karşısında daima hürmet ve huşu
hisseden Ömer, onu ürkütmemek içini uzakça bir ağaç dibine oturdu. Meryem’e
müşfik bir alâka ile bağlı olan bu görmüş geçirmiş dost adam, Yusuf’un şelâle
gibi peyapey [peyderpey, ardarda] coşan hikmetlerini
liyakat ve istidatla kapmış olan Ömer, pek kısa bir zaman içinde, kendinin
yıllardan ben ögrendiklerini öğrenmiş olan bu genç vücudun karşısında,
ihtiyarsız olarak hayret ve heybet duyar ve Yusuf’un sevdiği Ömer, bu gene
kıza öğretilecek söylenecek bir söz bulamazdı. Düşüncelerinin kudretiyle
Mısırın çöllerinde Hamza’ya meşale tutan, yol gösteren bu adam, şu kızın
karşısında daima lâl olur, onu dinlemeyi tercih ederdi. Şüphe yok ki bu kız,
Yusuf’un en büyük eseri, meleklerin gıpta ettiği mübarek bir şaheserdi.
Sh: 245
**
Hükümdar:
— Pekâlâ
Yusuf, senin için putlara inanmaz diyenler de var, doğru mu bu ?
— Çok
doğru söylemişler Hükümdarım l
— Ya...
demek ki putlara inanmıyorsun? İnandığın bir şey yok mudur senin ?
— Allah!
— O
da ne dir ? Putlardan başka Allah mı var?
— Sen
var mısın Hükümdarım ?
— Tabiî
!
— O
halde Allah Teâlâ’nın mevcudiyeti de tabiîdir. Sen ki yaratılmışsın, her
yaratılmışın bir Yaradan’ı olmasından daha tabiî ne olabilir? Allah var mıdır?
demek, ben var mıyım, bu dünya ve gördüğüm şeyler var mıdır ? demek gibidir.
Allah olmasaydı ne sen ne de bu âlemler olmazdı.
Bir putun ne ye iktidarı vardır? Aya,
güneşe, öküze, ateşe tapan insan ne kadar biçare ve acınacak bir haldededir.
— Ben
de mi Yusuf?
— Eğer
putlara inanıyorsan sen de Hükümdarım !
— Bu
inancı benden kaldıracak iktidarın varsa göster de görelim 1
— İnsan,
kanaatlerinin yanlış olduğunu bilse de, doğup büyüdüğü muhitin tesirlerinden
zor kurtulur; bunda elbette mazursun Hükümdarım. Fakat asıl felâket, doğru yolu
gördükten sonra ondan baş çevirmektir.
— Siz
bahtlı insanlarsınız Yusuf. Sen de, Hamza da..
Bakarım da o, çok yerde beni ihtiras ve
zaaflarımın pençesine düşmekten alıkoyar. Hayatın acıları, benim kadar onun
canını yakmaz. Bana teselli verir, fikren yardım eder, ölümü bile istihkar
eder. Halbuki ben, Hayrenin ihtiyar Hükümdarı, ölmek istemiyorum. Çünkü ölümden
sonra bir hayat olup olmadığını bilmiyorum.
— Asıl
hayat, ölümden sonraki hayattır. Şimdiki hayat, o hayatın hazırlığıdır. Ölüm,
insanın dünyada kazandıklarının hesabı görüldüğü yerdir. Buradan oraya iyi
işler götürdüğü takdirde ölüm, korkulacak değil, arzu olunacak bir nimettir.
Zira tekâmül ölümdedir.
Tabiat, bu kaziyeyi
her nefes tekrarlamak suretiyle isbat etmektedir. Öyle değil mi, meselâ cemad,
cemadlıktan ötürü bir derece daha tekâmül ederek nebat olur. Nebat, nebatlıktan
ölür hayvan olur; hayvan hayvanlıktan ölür insan olur; insan da beşeriyetten
ölünce tekâmülü tamam olur ve aslına ulaşır.
Cemad olan toprağın nebat olması, nebatı
da hayvan ve hayvanı da insan yemek suretiyle, bir avuç toprağın bu suretle
insanlığa yükselmesi hep ölüm sayesinde değil mi? O halde niçin ölümden
korkmalı?
Mademki insan ne bulduysa ölmekle
bulmuştur o halde beşerî mukteziyatından yani nefsin, Yaradan’ı unutturucu
ifrat şehvet ve lezzetlerinden ölerek Yaradan’la kalanlara ne mutlu !
Bu kadar istihalelerden [bir şeyin terkib ve asıl şeklinin başka değişmesi,
başkalaşmak; imkânsızlık. ] sonra beşeriyete kavuşan insan, son ve
hakiki ihalesı olan bu ruhanî inkılâbı yapamaz, yani beşeriyetten ilâhiyete
atlayamazsa; o, Yaradan’ı unutup kendine ve mukteziyatına tapmış ve her vakitte
halkla cenkte ve mücadelede kalarak Yaradan’dan uzak kalmak ateşine kendini
atmış olur.
Fakat her kim ki Yaradan’ın nuruna
kavuşur, o kimse hakikate ermiş olduğundan, gamı unutmuş olmakla ebedî rahafa
kavuşmuştur. Hasılı Hükümdarın ölüm, Yaradan’ın insanlara verdiği en büyük
hayırdır. Ölümden korkma; kendinden, kendi fiillerinden kork! Eğer onlar
bozuksa, yani beşerî ibtilâların esareti altında isen, zaten, hayatta iken
ölüsün demektir. Kendini beşerî ahkâmın buyruğundan kurtaramamış kimseleri
sen diri mi zannediyorsun ? Hayır, ne gezer! Diriler ve ebediyen ölmeyecek
olanlar, hayatlarını Yaradanın varlığı ile birleştirmiş, kendini bu sonsuz
azmette yok etmiş kimselerdir.
Hükümdarım, eğer sen, Yaradan’ın mutlak
vücudu ile hayatlanırsan, o korktuğun ölüm sana ebediyen gelmez ve o vakit
ölüm, bir diyardan bir diyara gömmekten ibaret kalır. Eğer ölsen de gene diri,
bir avuç toprak olsan da gene idrakli ve
şuurlu kalırsın. Ölümden korkma, kendinden kork Hükümdarım !
Allah mevcudatı ibda ekerken bunların
tabiatlarının ihtilafı ve hallerinin tebayünü cihetiyle her birine garib
hassalar ve acib menfaatler koydu ve bu hassaların hepsini, kendini bilene,
ilhamı olarak bildirdi ve bu ilme sahib ettiği vücudu da insan nevinin baştacı
etti.
Bu dünyada görülen tasarruf, ve
tezahür eden eşyadan maksud Allah Teâlâ’dır.
Ya, bu görünen suret nedir, dersen
Hükümdarım, bunların hepsi deniz, üstündeki çerçöp gibidir. Çerçöpün su üstünde
olan raks ve cümbüşü, denizin hareketinden meydana gelir. Binaenaleyh
Yaradan’ın arzusu, kâinat suretlerinden birini susturmak istese, tıpkı deniz
çerçöpü sahile attığı ve sağa sola hareketten muattal bıraktığı gibi, onu hayat
denizinden çıkarıp ölüm sahiline atar.
Keza aşk denizi de bir, gönlün suzişini
susturmak istese, onun müteayyin olan gönlü köpüğünü beşeriyet sahiline çekip
buruştan alıkoyar ve tekrar onu tahrik etmek istese, aşk dalgaları bu gönlü
kapar ve huruşa bırakır.
Hareket ve sükûndan kimsenin elinde bir
şey yoktur Hükümdarım.
Cihan, ademde muzmahil [Çökmüş. Darmadağın olmuş. Perişan olmuş. ] ve türlü şeniyetler
[Gerçekler ] gaybın sinesinde gizli iken, gizlenmekten ve
aşikâr olmaktan müstağni olan mutlak aşk, güzelliğini, sununu ve kemalini
göstermek için birlik yuvasından kalkıp, vücud ve ademe aksederek, güzelliğini
türlü türlü şekillerde ve yüzlerde seyretti. Bu zuhurat dalgalarının kimi
seven, kimi sevilen kimi şeytan kimi insan, kimi sultan kimi köle, kimi zalim
kimi mazlum, kimi zengin kimi fakir, kimi gizli kimi aşikâr, zulmet nur,
ıztırab neşe, gözyaşı tebessüm ve bütün zıd isimler yüzlerinde ve muhtelif
görünüşler safhalarında meydana geldi ve bütün bunların hepsi, aşk mecmuasına
aşikâr oldu.
Eğrilik olsun, doğruluk olsun, iman olsun
küfür olsun, hepsi o birlik deryasının iradeti [irade, istek, dileme. ] dalgalarından harekete geldi. Fakat bu
birliğin yüzünü gören de gene kendi nurundan başkası olmadı. İşte bu nuru ele
getirmek için de kendini İzafî ve nisbî varlıklardan, bu müteayyin vücudun
evsafından, kirlerinden temizleyip safî, etmek ve aşk sahibi olmak lâzımdır;
zira Yaradan’dan haber veren ancak, aşkla cilalanmış gönüldür. Bu gibi kimseler
her bir nefeste bir güzellik görürler, bunlar ilmin nakşını ve kabuğunu koyup,
manasını ve aslını bulmuşlardır. Bunlar iki defa doğmuş kimselerdir ki, cenin
olarak ana rahminden doğdukları gibi, tabiat anasının da karanlık rahminden
doğarak beşeriyetin dar ve mahdud hududundan çıkmış hakikat dünyasının
hududsuzluğuna ayak basmış kimselerdir. Onun için Hükümdarım, biraz evvel de
söylediğim gibi, ölüm bunlara zevk ve nimettir. Zira ölüm, onların kalbine yol
bulmaz; zarar cisme gelir, ruha erişmez.
Sh:251-254
**
Hükümdar:
Senin medhedilen hallerin içinde hoşuma
gidenlerden biri de cömertliğindir. Ben de cömerdim, onun için cömertleri severim Yusuf’un çehresinde bir tebessüm oldu.
Cömertlik nedir Hükümdarım?
Cömertlik, herkesin kabul ettiği manada,
şuna buna para vermek, servetinden etrafını istifade ettirmek, haşılı, maddî
varlığından âleme hisse ayırmak değildir ki., bu, İnsanî hislere malik olan ve
malî kudrete sahib bulunan her insanın tabiî vazifelerinden biridir.
Parayı, malı sana veren Allah Teâlâ’dır. O
halde onun verdiğini, gene onun kullarına vermek, bir hayırda bulunmak, gururu
mucib olacak bir hareket midir? Buna nasıl cömertlik denebilir?
Şimdiye kadar sen
nerede idin Yusuf ?
Yok, yanlış
söyledim, ben nerede idim ?
Sh:258-259
**
Yusuf:
Hükümdarım! Sadakat
insan için, zannedildiği kadar yüksek ve değerli bir marhale değildir. Gördüğü
iyiliğe karşı bir köpek te sadakat gösterir. Hem yalnız sahibi için değil,
sahibinin dostlarını, dostlarının dostlarını tanır. Halbuki çok insan vardır
ki, doğrudan doğruya sahibine, yani Yaradan’a havlar ve onun bilvasıta uzattığı
eli, iyilik gördüğü kimsenin elini ısırır ve bir hayvanın bile çıkabileceği
basamağa yükselemez. Köpek, değil sahibi için, hatta onun bir emri için bile
canını vermekten çekinmez. O halde insan sadık, hem can verecek kadar sadık
bile olsa,, bir köpeğin yapabileceği bu hareketle iftihar etmesi gülünç olmaz
mı ?
İnsan, ancak hayvanların yapamayacağı
şeyle iftihar etmekte haklıdır. O da, bilgi ve aşktır. Bu varlığın evveli de
aşk, sonu da aşktır. İnsan, nihayette Yaradan’a kavuşacağını zannederken gözü
aşk nuru ile görmeye başlayınca, Allah Teâlâ’nın kendinde olduğunu görür ve bu
görgü onda, kenarı ve nihayeti olmayan bir zevk hasıl eder. Esasen zevk denen
şeyin hakikati aşktır; yani hakikî zevk, aşktır.
İhtirasları, ve nefsinin arzu ve zaafları
hususunda insan, ne kadar küçülür, ne kadar süfli olursa, faziletleri,
kıymetleri, kemale uzanmış manevî şahsiyeti ve aşkı ile de o nisbette yükselir
ve azamet bulur.
Bu iki insan, aynı cemiyet sırlarında,
aynı hayat şartları, aynı hilkat kanunları ile yaşar. Doğup büyüdükleri dünya
birdir, fakat aralarında o kadar büyük bir mana farkı, o kadar sonsuz bir
ayrılık vardır ki, üzerlerinden beşeriyet Örtüsünü kaldırsanız, onları, gece
ile gündüz kadar birbirlerinden ayrı ve farklı bulursunuz. Biri nur öteki
zulmettir.
İşte zulmetten başka bir şey olmayan
insanın, bu Zeyyadların, bir böcek kusuntusundan ibaret olan ipek
elbiselerinin, parmaklarında taşıdıkları ve aslı birer kömür parçası olan
mücevherlerinin guruda bir yangının, bir zelzelenin mahvedebileceği Kaşaneleri
içinde, dünyaya sığmayacak kadar büyük olduklarını, ihtirasları ve arzuları
için her uygunsuzluğu yapabilecek kadar gözlerinin hakikati görmekten kör
olmasını hayretle karşılamamalıdır.
İnsanı baştan çıkaran ve şaşırtan, maddeyi
asıl zannedişi, manaya verilecek kıymeti
maddeye bahşetmesidir. Halbuki suretin ve mahsusatın med ve cezirinde çalkanan
insan, işte bunu yapamıyor, bunu bilemiyor.
İnsanın her alıp verdiği nefes, vücudu
binasından bir taş düşürür ve bu mamureyi yavaş yavaş kemirir; her nefes, canı,
cihanın hepsinden azar azar uğurlar. Geçen, zaman değildir, kendisidir, fakat
bilmez. İşte, her nefesiyle ister istemez harcadığı canına mukabil, bir başka
solmayan ve kaybolmayan can almalı, gönül zevki ele getirmelidir ki, bir gün
olup iflâstan ve şuursuzluktan kurtulsun.. Zira cihanda tebeddül ve tahavvüle
uğramayan bir tek muzaffer varlık vardır: mana! Bu da, vicdanî zevkle bilinir.
O zevki de hasıl edecek aşktır!
Her şey, bütün varlıklar ondan doğmuş ve
ona ulaşmak için yaratılmıştır.
Bir insan karşısına bir taş alıp
dertleşemez. Ey taş, bak şu çiçek ne güzel! Yahud, bu gün başım ağrıyor!
Diyemez, dese de sözlerini mevziine sarf edemediğinden heba etmiş olur. Keza,
duyguları taşlaşmış, mana ve hakikatten nasibsiz yaratılmış kimselerde de taş
evsafı vardır.
Onlara da doğruluktan ve iyilikten, mana
ve hakikatten söyliyemezsiniz, söyleseniz de derdinizi anlatamazsınız. Nasıl ki
bir taş her hangi bir uzvunuza düştüğü zaman orada bir zahım [Yara, ceriha.] , bir ağrı hasıl ederse, onların da size
temasının keza bir ıztırab ve nahoş bir tesir bırakması tabiîdir.
Yoksa bu gibi kimseler, güzelliğin ve
iyiliğin, mana ve hakikatin zevkini tatmış olsalar ve iyiliğe müstaid olarak
yaratılmış bulunsalar, şüphe yok ki bu mukavemet kırıcı güzelliğe şiddetle
perestiş ederlerdi.
İlâhî muvazene, rabbani şuur, mana ve aşk
ile kıvam bulmuş bir vücuda malik olmayı kim istemez?
Onun zeval bulmayan satvet ve hükmüne
sahip olmayı kim dilemez?
Ancak bunu istemek te ezelî bir vergidir.
Güzelliği isteyen, mutlak güzeldir; zira
insan kendi benzerine meclûb [Celbolunmuş.
Çekilmiş. Kapılmış. * Tarafdarlığı kazanılmış kimse. * Aşık. Tutkun. ] olur ve kendi
manasını bulduğu şeyin hayran ve müsahibi olur; ülfet ve ünsiyeti de onunla
eder.
Binaenaleyh her kesin kendi cinsine
meyletmesi tabiîdir. Aşikâr ki bülbül bülbülle, karga da karga ile uçar.
Şimdi Hükümdarım, emrini yerine getirmek
için bana müsaade et te gideyim..
—Yolun açık olsun Yusuf., avdetini
[dönüşünü] sabırsızlıkla bekliyeceğiın.
Sh:259-262
**
Hamza Yusuf’u daha ilk gördüğü gün,
çöldeki rüyasını ona anlatmak ve cevabını öğrenmek sevdasına düşmüşken,
muhtelif ruhî sebeblerle bir türlü bu zamana kadar kendinde kuvvet bulup ondan
bahsedememişti.
Bu cesaretsizlik, Yusuf’un hakikati
saklaması korkusundan değil, bilâkis, duyacağı hakikate karşı kendinde,
tahammül kuvveti görmediğindendi.
İşte nitekim demindenberi Yusuf’la karşı karşıya oturdukları halde, hep
aynı cesaretsizliği gösteriyordu. Esasen bu sualin artık kıymeti de kalmamıştı;
ortada meçhul kalmamıştı ki istifham olsun ?
Hamza ihtiyarsız bir hareketle Yusuf’un
elini tutup öptü. Bu el de, bu elin sahibi de masumdu. Hamza bu aşk davasında
ona nasıl bir töhmet koyabilirdi İti, bu işi gayb kararlaştırmış ve kaderin bu
gizli sahifesi, ne kadar zaman evvel ona rüya halinde ilâm [bildirmek, öğretmek. ] edilmişti.
Artık Yusuf’a “Meryem’in sevgilisi
kimdir ?„ Diye soracak olsa, şüphe yok ki bu el geri dönecek ve kendini
göstererek : “Ben„ diyecekti.
Hamza’ya hayatın, hilkatin manasını ve
sırrını öğreten, onu şuursuzluk karanlığından, bilgi ve hakikat fecrine
kavuşturan Yusuf, ancak böyle merdce cevab verebilirdi. Meryem onundu. Onun
aşkı için yaratılmış bir vücud, hayır, hayır, Yusuf’un ruhundan kopmuş bir
nurdu. Hamza bu hakikati pek çok zamandır bildiği halde, bilmemezlikten
geliyordu.
Bu derunî badirede de ona gene Yusuf
yardım edebilirdi. Fakat bu gün Yusuf’un halinde, göze çarpan bir durgunluk
vardı. Genç adam bu mücadelede iken o :
— Ne
iyi ettin de geldin Hamza, ben de seni şimdi çağırtacaktım.. dedi ve kısa bir
düşünceden sonra sesine koyduğu büyük bir irade ile:
— Hükümdardan
aldığım emr üzerine bu akşam Medayin’e hareket edeceğim ve orada bir sene
kalacağım. Bundan kimsenin haberi yok, hem de olmamalıdır...
Hamza Yusuf’a niçin gelmiş ve nasıl
beklemediği bir emrivaki ile karşılaşmıştı...
Bu haber, genç hekimi yıldırımlamış,
divaneye döndürmüştü. Artık Yusuf’tan hiç bir şey saklayacak halde değildi.
Kendine bile korkunç gelen bir sesle
haykırdı :
— Medayinde
ne işin var ? Sen bizi nasıl bırakırsın ?
— Bu
meselenin teferrüratını Hükümdar sana bizzat anlatacak. Senin itimadını
kazanmış bir kimse olduğum için beni oraya memur etmek istedi; ben de kabul
ettim. Hamza, nihayet gönlünün en gizli yaprağını da açtı:
Hayır, benim bildiğim Yusuf, böyle bir işi
bir mecburiyet olmadıkça yüklenmez. Demek ki Hükümdar seni bunun için istemiş?
Niçin hemen razı oldun ? Bu meselde muhakkak gizli bir sebeb var, belki de bir
değil bir çok, pek çok sebebler var...
Yoksa Meryem'i bana bırakmak için mi gidiyorsun!
Gitme Yusuf.. sen gidersen o yaşamaz., gitme.. bize acı da bu işi yapma!
İstersen Hükümdara ben söyleyeyim, o beni kırmaz!
Olmaz Hamza söz verdim. Bilirsin ki
Yaradandan başka, kimse benim sözümü çeviremez.
O halde sebebini söyle, niçin, kimin için
gidiyorsun ? Eğer bu gidiş onu bana terketmek içinse, o, seni görmeden evvel
de, sen onunla benim aramda idin. Meryem seni tanımadığı zamanlarda da gene
senin için yaşıyordu. O sende, aşkını, manasını, aslını gördü. Evvelce de gene
bu manaya, aşka ve aslına gönül vermişti. Sen nereye gitsen, nerere kaçsan o
benim olamaz.
Bunu sen benden iyi bilirsin., o halde bu
gidiş niçin? Benim aşkım bu büyük fedakârlığa değmez. Sen gidersen Meryem
yanar, sevdiğim o güzel vücudu harab olur, biter.
Hamza, Yusuf’un sarsılmayan azimli, kararı
ve tabiî, sâkin çehresi karşısında büsbütün itidal ve sükûnetini kaybetmişti.
Sözünü yarım bırakarak telâşla yerinden kalktı, bir ok gibi hızala odadan
fırladı. Aynı telâşla kapıda duran atına bindi. Onun uçar gibi gidişini
görenler,
-Hekim Hamza gene bir canı, kurtarmaya
gidiyor! diye arkasından takdir ve minnetle bakıyorlardı. Hamza, hakikaten can
kurtarmaya gidiyordu. Bu kurtaracağı can, sevgilisinin canı idi. Şüphe yok ki
bu, onun en büyük muvaffakiyeti olacaktı.
Meryem’in odasına girdiği zaman
helecandan, yorgunluktan, telâş ve ıztırabdan konuşamıyor, büyük soluklarla
dinlenmeye uğraşıyordu.
Meryem onun bu aşırı heyecanından korkmuş,
mermer sütüne sırtını dayamış, bekliyordu. Nihayet gene adamın dudakları kımıldadı
:
—Meryem, gel! seni ilk defa Yusuf’a
götürdüğüm gibi gene götüreceğim., hem bu defa bir daha geri almamak üzere.,
zira sen benim için değil onun içinsin. Sus, olmaz, deme Meryem! gel diyorum
sana., yürü, yürü de gidelim. Siz, ikiniz birbiriniz içinsiniz,. Allah beni,
sizi birbirinize tanıştırmaya vesile ettiği için müteşekkirim. Şimdiye kadar
bile bile sana ıztırab çektirdiğim için beni affet Meryem...
Bugüne kadar seni,
aşkın manasına, hakikatına tercih ettim. Fakat artık sen, hakikat oldun, aşkın
manası, kendisi oldum. Biliyorum, artık Meryem’in vücudu kuru bir namdan
ibaret... O, hüviyetini aşkla tebdil etti. Gel Meryem, o büyük mananın zarfı olan şu
vücudu da o aşka götürelim. Bırak, bu şerefte benim olsun. Hem ben seni bu
suretle, kaybetmemek üzere kazanacağım Meryem. Sen, evvelden olduğundan fazla
şimdi benimsin. Zira, artık maddî olarak senden bir şey beklemiyorum...
Dudaklarımdaki ismin, artık bildiğim,
ihtirasla arzu ile sevdiğim Meryem’e aid değildir. Şimdiden sonra bu ismi
ibadetle anacağım ve seni özlediğim zaman, Yusuf’un kalbi mahşerinde arayıp
bulacağım...
Haydi Meryem., seni hemen, şimdi Yusuf’a
götürmem lâzım, yürü!
— Yalnız,
peki, de; başka söz istemem !
— Hayır Hamza !
Hayır mı ? Yusuf’tan çekiniyorsun; beni
muztarib etmemeyi sana o telkin etti, değil mi ?
—
…………….
— Fakat
ben artık muztarib değilim! Şu anda, yıllardanberi unuttuğum bir rahatlık
hissediyorum...
Haydi Meryem, çabuk ol, kaybedecek
zamanımız yok...
— Olmaz
Hamza I
— Olacak;
olması lâzım ! Yusuf bu memleketi terketmek üzre.., koş, yetişelim., seni bana
bırakmak için uzaklara gidiyor... Seri de, sen de onunla git! Bunu ben isliyorum, sana ben yalvarıyorum !
Hamza Meryem’in ıztırab ve şaşkınlığından
istifade ederek kolundan zorla sürüklemek istedi. Fakat o, bir adım bile
atmadı.
Hiç Meryem, bu müteayyin varlığı ile
Yusuf’a gidebilir miydi ? Ondan da ayrılamazdı. Hamza’nın dudaklarının tebliğ
ettiği bu haber, bir hançer gibi genç kızın kalbine saplandı.
— Haydi
Meryem çabuk ol.. Yusuf gidecek, belki de yola çıktı, gidiyor.
Genç kız yürek delici bir çığlık kopararak
ileri doğru atıldı.
Manası, Yusuf’un aşkı mahşerine [gitmesi
gereken toplanma yerine ]uçup gitmişti bile..
Beyaz elbiselerinin bir köpük gibi örttüğü
bu vücud, nurdan düzülmüş bir aşk tuhfesi gibi yere düştü.
Aşkın bu canlı belâgatı gene adamın
dudaklarını kat'î bir hükümle kımıldattı: İşte, “aşk bu imiş”, canın; aşka
vermekmiş, dedi.
O Meryem’i, bu mücessem aşk vecizesini,
bundan daha veciz bir kararla damgalıyamazdı.
Hamza, yağmalanan duygularının kıyameti içinde
perişan ve harab, bu büyük ölünün yanından, nereye gideceğini bilmeden fırlayıp
çıktı. O, şimdi, rüzgârın önüne düşmüş bir yaprak gibi çöllere doğru koşuyor,,
koşuyordu.
Sh: 266-271
**
Kaynak:
Sâmiha Ayverdi, AŞK BUDUR!, Marifet Basımevi, İSTANBUL, 1 9 3 8
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar