Print Friendly and PDF

AŞK BUDUR!, (Aşk Bu İmiş!) Sâmiha Ayverdi Hanımefendi

Bunlarada Bakarsınız



Roman nasıl vücuda geldi.
Sâmiha Ayverdi imzasıyla 1938 yılında yayınlanan ve yazarın daha sonra basılmasına izin vermediği AŞK BUDUR!, (Aşk Bu İmiş!) [Yazar, romanından Aşk Bu İmiş diye bahsediyor. (sh: 271)Kitabın kapağında ise, eserin adı [sehven] Aşk Budur şeklinde yazılmıştır.]isimli ilk romanı hakkında, kim ya da kimler tarafından ve nasıl yazıldığına dâir, uzun zamandan beri ortaya atılan bir rivâyet vardır. İlk defa elli küsur yıl önce […] H. Hanımdan duyduğum bu rivâyeti, […] iki hanımın […] hâtıralarında da gördüm. Şöyle ki:
“Aşk Bu İmiş adlı romanı, Ken’an Rifâî’nin talebelerinden Semiha Cemâl Hanım yazıyormuş, fakat ömrü vefâ etmeyince yarım kalan eseri tamamlama vazîfesini hocası Ken’an Rifâî, Sâmiha Ayverdi’ye vermiş, devâmını o yazmış.”
Bir müddet evvel yayınlanan S. Ayverdi’nin eserlerinden derlenmiş bir kitapta[(Özcan Ergiydiren, "Aşk Bu İmiş Romanını Kim Yazdı?” Akademi Mecmuası, Ekim 2012, s. 56-59)]  da şunlar yazılmış:
“ Aşk Budur Sâmiha Annenin ilk evlâdıdır. Semiha Cemâl Hanım’la ortak kitabıdır. Ve gene Sâmiha ve Semiha ilişkisinin iç içe geçmesiye zuhûr etmiş bir kitaptır.
Aşk Budur ortaya çıkışı îtibâriyle çok farklı bir eserdir. Eser, Ken’an Rifâî’nin öğrencilerinden Semiha Cemâl Hanım tarafından yazılmaya başlanır. Fakat kendisi çok genç yaşta Allah cebesine tutulup bu âlemden gider olunca, kitabı tamamlama görevi Sâmiha Ayverdi’ye verilir.
[…]
Romanın yayınlanmasından bu yana, ara sıra zuhûr eden ve yukarıdaki gibi çok hoş bir hâle bürünen bu hikâyenin aslı neydi?
[…]
Yazar [SA], kırk yıla yakın bir zaman boyunca talebeleriyle yaptığı sohbetlerde, ilk romanını neden yazdığını şöyle anlatmıştı:
“ Aşk Bu İmiş isimli romanımı beni rencîde eden bir yazıya aksülamel olarak on beş günde yazdım. Kendilerine [Ken’an Rifâî Hazretlerine ] götürdüm ve […] takdim ettim. […] Bu kitap basılsın.’ dediler. ‘Benim ismimle olmasın, müstear isim konsun’ diye istirham ettim; ‘Hayır, dediler, senin isminle çıksın.’ Bir müddet sonra basıldı.”
[…]
Yazar, Mülâkatlar adlı kitabında da bu konuya temas etmiş: 78. sayfada:
“Aşk Bu İmiş’i yazmadan evvel hislerimi rencîde eden bir kitap okumuştum. Bu, o tehevvürün tekaazasıyla [sıkıştırmasıyla] yazılmıştır.” diyor. 151. sayfada tekrarlıyor:
“İlk eserim olan “Aşk Bu İmiş”’i o zaman okuyup da hislerimi rencîde eden bir eserin reaksiyonu ile on beş günde yazmıştım. Neşretmeyi tasavvur etmezken, sözünden çıkamayacağım bir büyüğümün arzusu neticesi olarak neşrettim.”
Gazeteci Kandemir’in Sâmiha Ayverdi ile yaptığı 14 Temmuz 1949 târihinde Edebiyât Âlemi’nde yayınlanan bir röportajda da bu hakîkati teyit ediyor. Kandemir soruyor:
-İlk eser?
Düşüncelerimi, duygularımı rencîde eden bir kitap okumuştum… Tam on bir sene evvel…
-Neydi?
Şimdi hatırlamıyorum… Onun ilk reaksiyonu olarak, cevâbî mahiyette ilk kitabımı, gâyet kısa zamanda yazmıştım. […]
Yazar, kendisiyle yapılan mülâkatta “Tam on bir sene evvel” diyerek Aşk Bu İmiş romanını 1938 yılında yazdığını belirtiyor. Semiha Cemâl Hanım […] 1 Şubat 1936’da vefât etmiş, roman ise 1938’de yayınlanmış. Eğer gerçekten romanın yarısını Semiha Cemâl yazmış, Sâmiha Ayverdi tamamlamış olsaydı, 1936 yılında veya 1937 başlarında ve “Semiha Cemâl” imzasıla yayınlanırdı. Kendi kitaplarına dahi adını yazmak istemeyen bu müstesnâ insan, çocukluğundan beri çok sevdiği yol arkadaşının eserini asla kendine mâl etmezdi.
[…]
bâzı kimseler […] “dâimâ sessiz sedâsız kapı dibinde oturan”[ Bu ifade S. Ayverdi’nin kendisine âittir.] Sâmiha’nın bu kitabı yazmış olduğuna inanamamışlar; “Semiha Cemâl Hanım’ın yarım kalmış romanını, belki hocasının yardımıyla, Sâmiha tamamlamış, demişler.
Sâmiha Ayverdi’nin ardı ardına neşredilen eserleri, bu zannı, tamamıyla silmişse de, […] uzun yıllar İstanbul’dan uzakta kalmış birkaç kişi bu zannı günümüze kadar taşımışlar.
Netice: Aşk Bu İmiş romanını, Sâmiha Ayverdi 1938’de yazmış ve yazı hayâtına bu eserle başlamıştır; gerisi hikâyedir. [Rana Özkan ve Rüzgâr Özge]
*************
[Romanda Sâmiha Ayverdi Hanımefendinin, Hamza, Meryem ve Yusuf arasında vücuda gelen aşkın ulvî hallerini işlerken, hakikatlerini de remz [İşaret. İşaretle anlatmak. * Güç anlaşılır. * Gizli ve kapalı söyleme. ] eden yüce mertebesini fark edeceksiniz. Ayrıca ledünni bilgilere ulaşabileceğinizi düşünüyoruz. Hzl ]

Aşk, Ulûhiyet abidesidir. Aşk insan ve hilkat muammasının anahtarıdır. Var olan ancak aşktır, onsuz hayat yoktur.
Hamza demek sevgilisi, Meryem demekti. Meryem Hamza’nın hayatından çekilirse, o, bir ceset gibi cansız, manasız ve ifadesiz kalırdı. Onun bütün varlığı Meryem’den ibaretti.
Hamza’nın Meryem’e olan gönül bağı, hayatının te­merküz [bir yere toplanma; merkezleşme, birikme. ] ve istinat [dayanma, güvenme. ] noktası idi. Meryem onun için kalb gibi idi, malik olduğu diğer kıymetler ise birer cüz gibi idiler. Bu kalb dursa, diğer bütün uzuvlarda birer birer çürümeye mahkûm olmayacaklar mıydı ? sh: 6
**
Aşk..
İnsanı beşer kütlesinden temyiz eden kuvvet..
Aşk., tükenmez bir sermaye!.
Aşk, ölçüsüz sevgi..
Aşk, sevdanın kemâli..
Aşk, garezsiz muhabbet...
Hamza bir solukta bunları düşünürken birdenbire durdu. Zira o, sevgisinde garezsiz değildi. Sevilmek, sevgisine muka­bele görmek talebi değil miydi ki onu bir gölge gibi takip ediyor ve Hamza daima, aşkının bir taraflı olu­şundan muztarip oluyor, elem çekiyordu. sh: 7
**
Hasılı Meryem, memleket için en hara­retli bir mevzu, en parlak bir taçtı. Erkekler onun için «gönülsüz Meryem» derlerdi. O, gönülsüz değildi. Bilâkis bu gönül, pek nadir kimseye nasib olan şedid bir aşk duygusuyla hisli ve uyanıktı. Bu yakıcı duygu, bir kaftan gibi kızı baştan ayağa kaplamış, onun için­dir ki, muhitiyle arasına kavi bir hail olmuş ve onu yalnızlığa sürüklemişti. Sh. 11
**
Meryem bu gece gökten düşmüş bir melek gibi güzel!
Meryem, ebedî fecir..
Meryem hayat..
Meryem bizim tacımız..
Hayrenin kalbi Meryem...
Fakat Meryem’in kalbi kimin, aşkı kime bu belli değildi...
Arap şairlerinin ilham-kârı Meryem, varol bizim sevdamız...
Bir kadın sesi, kıskanç ve huysuz bir ses :
Hamza Meryem’den güzel !
Bir başka ses :
— Elbette güzel.. Ben Hamza ol­sam yüz Meryem’i etrafımda pervaneye döndürürüm.
Bir erkek sesi araya giriyor :
İyi ki olmamışsın.. Çünkü sen de bizim gibi onun etrafında pervaneye dönerdin.
Haydi oradan münasebetsiz.. Çok içmişsin ga­liba..
Keşki sarhoş olsaydım, sizi memnun edecek daha neler söylerdim.
Sh:14-15
**

Ya Meryem’le evlenmeli yahut ta ondan ayrılmalı, bu gülünç vaziyete bir nihayet ver­meli idi. Birinci ihtimali düşünürken, buna kendi bile güldü. Meryem’in kocası olmak, ona Kafdağı’nı aşmaktan da müşkül görünerek hemen ikinci şıkka atladı; yani Meryem’i terk etmek !
Fakat Meryem’i terk etmek, Hamza’nın elinde mi ki, bunu düşünebiliyor ve bunu velav bir an için olsun hatırına getirebiliyordu? Sevgilisini kendi ihtiyariyle bırakmak! Bu nasıl kabil olabilirdi? Sh:22-23
**
Meryem, bu hayat muammalarının menşeini bil­mek, öğrenmek istiyor. Zira bunlar bilinmedikçe, in­san kendini gurbete düşmüş bir yalancı hissediyor. Ben­liğine, ruhuna, hasılı hilkatin sırrına bigâne olan kim­senin bir diyar garibinden, bir yabancıdan ne farkı alabilir ?
Meçhuller içinde yaşamak, kendine, ve ken­dini yaratana yabancı olmak kadar azablı bir şey olurmu ?
Meryem işte daima bu azabı, bu üzüntüleri çeker. Fa­kat nerede ona bu yolda yardım edecek, bilgisi, bilgi­leri mağlûb edecek vücud nerede?
Meryem işte, has­retini çektiği bu vücudu arıyor ve kanmayan ruhu, tabiatın fevkindeki azamete yetişmek istiyor. Bu ateşin kabiliyetli kız, ancak o zaman rahat edecek, ken­dine sahib olacak...sh:47
**
Belli ki, Hamza’nın asıl söylemek istediği sözlere bu bir mukaddeme idi. O, sözlerini ezberlemiş, fakat bu ezberlenmiş sözleri de şimdi söylemek için müşkülât çekiyor, azım ve gayret sarf ettiği halde söyleyemiyordu. Nihayet kendine bile yabancı gelen titrek bir sesle başladı:
        Meryem... Seni ismen olsun karım olmaya icbar eden bu emrivakiden dolayı çok müteessifim. Şimdiye kadar gelip bu teessürümü bizzat anlatmadığım için beni affet. Özrüm senin malûmundur.
Bu izdivaçtan dolayı hissettiğim teessürün samimiyetini tahmin ettiğini bildiğim için fazla bir şey söylemek istemem.
Teessür, diyorum; zira seni müteessir eden bir vak’a, her ne kadar benim canla arzu hissettiğim bir şey de olsa, gene teessür duyarım. sh:49
**
“Kader, in­sanın kendi varlığı ile beraber yoğurulmuştur. Ondan içtinap [Sakınma, çekinme, kaçınma. ] edilemez. İnsan, kaçmak istediği kaderini bera­berinde götürür.,,
Sh: 52
**
Meryem’e mektup göndermek arzusu, bütün imkân­sızlığı ile gönlünde alevlendiği zaman, Hamza, avucuna noktalar koyuyor, bu noktalarda kalbinin bütün hara­retli ifadesi, bütün suzişi [Yakma. Yanma. * Dokunma, te'sir etme, etki yapma. * Büyük acı. Yürek yanması. ] ve aşkı mevcud olduğuna inanıyordu.
Bu noktalar sanki kendi kendine tafsil olacak, se­mada teker teker uçup, birer aşk namesi gibi Meryem’e kadar gidecekti.
Hamza, bu ruhî emirde büsbütün de haksız değildi.
Bütün bu mevcudatın bile aslı, basit bir noktadan başka neydi ?
Uzvî ve manevî varlığı ile, koskoca bir hilkat âbi­desi olan insanın da aslı, bir noktadan başka nedir ?
Sonra mükevvenatın azameti içinde, arz da bir nokta değil midir ?
Ya o, insanların vücuda getirdiği eserler, mabedler, saraylar, âbideler, kervansaraylar, heykeller, henüz vücuda getirilmeden evvel, yani daha insan kafasında, tasavvur halinde iken, bir noktada gizlenmiş değil midir ?
Hasılı mana, noktadadır; tafsilât, teşekkülât [meydana gelmeler.] ise kılükal [Dedikodu, söylenti:]  ve teferrüattır.sh:58
**
Su... hayat malzemesinin ruhu, lezzetten tattan muarrâ, renksiz, kokusuz su... her şeyden, çeşnisi, kokusu olan her şeyden bıkılır, fakat sudan bıkılmaz; ona doyum yoktur ki... O, her şeyin aslidir, hayatıdır. Hamza, aşkla suyun arasında sıkı bir müşabehet bul­duğu için onu çok sever. Su da, aşk gibi, evsafı hiç bir şeyde olmayan yegâne keyfiyettir. Hayatın mayesi su, ruhun mayesi de aşktır. Suda, kesif unsurların ev­safından bir hatıra olmadığı için sevgilidir. Aşkta da, sevgiliden başka kasd olmadığı için nihayetsiz dere­cede şeriksizdir. [ortaksız]  sh: 60
**
Dinlenmek, uyumak için her kes bir köşeye çekildi. Hamza yalnız kalınca, eşyaları arasından ihtimamla bir şişe çıkardı; içindeki mayiden, yüzüne, gözlerine sürerek tekrar kapadı, kaldırdı. Bu şişe, Meryem’in kendi eliyle eşyaları arasına yerleştirdiği gül suyu şişesi idi.
Bu anî seyahat haberi kızı ne kadar şaşırtmıştı.. Hamza, Meryem’in bu haberi, belki de bir müjde gibi telakki edeceğini düşünmüştü. Hâlbuki o, yenemediği bir şaşkınlıktan başka hiç bir hissini belli etmemiş, Hamza’nın eşyaları hazırlanırken, yolda ihtiyacı olabilecek bütün teferruatı düşünmüş, o meyanda bu gül suyu şişesini de bizzat yerleştirmişti.
Konuk yerlerinde Hamza ne içerde ne de çadır altında yatardı. Onun için gene çabucak hurma lifinden yatak yaptılar. Esasen kafilenin mühim bir kısmı da açıkta yatacaklardı.
Hamza’nın derunî ve maddî süzişlerle yorgun düşen vücudunu, çok geçmeden uyku kaptı, bu sefer de karşısına bir rüya âlemi açıldı. Bu, öyle bir rüya idi ki, kalbe düşen bir ok gibi, Hamza’nın yüreğini delip geçti:
Rüyasında meçhul bir el görüyor, meçhul bir ses duyuyor, fakat bu elin ve bu sesin sahibini göremiyordu. Bu el ona, semada, aya şiddetle yaklaşmış bir yıldızı ve ayı gösteriyor : Bak sevgilin kimin sesinde ! diyordu.
Hamza o anda Meryem’i hakikaten, sevdiği bir kimsenin sesinde görseydi de, ancak bu kadar harab olur, bu kadar perişan edici bir kedere düşerdi.
Bu korku ile birden bire uyandı. Bu uyanış ta, ona rüyadaki korkusunu tekzib [yalanlamak, bir işe inanmayıp inkâr etmek, yalan olduğunu söylemek.] edecek mahiyette değildi. Zira bir lâhzada uykunun afyonlu tesirinden silkinerek bakışlarıyla gökyüzünün tarayınca, ziyadar bir yıldızın aya şiddetle yaklaşmış olduğunu gördü. Demek ki bu manzara, rüyasını filen teyid ve tabir eden bir hakikat, acı bir ihtardı.
Hamza biran, içinden çıkılması müşkül biı şuur ihtilatına kapıldı. Gaybin bu sarih ihtarına rağmen, dimağı, hakikati tahrif etmeye bu hadiseyi, aklî sebeblerle izah etmeye çabalıyordu. Meselâ, şimdi şu gördüğü ay ve yıldız, biran uyanarak görüp, tekrar uykuya daldığı için unuttuğu ve tahdeşsuuruna [şuuraltı] malettiği bir hîkâye olamaz mıydı ? Belki de bu rüya, alelâde bir cevvî hadiseden mülhem olduğu bir hadise idi.
Hamza, aklının bu müdafaasından kuvvet, teselli verici bir ümid bulmaya çabalıyor, fakat hakikatin sesini susturmaya muvaffak olamıyordu. Zira genç adamı o manzaradan ziyade tedhiş eden bir bedahet [açıklık, ispata ihtiyaç duymamak, âşikâr] vardı ki bu: Bak sevgilin kimin göğsünde! Diyerek gök yüzüne uzanan el, ve bu elin sahibinin sesi idi. Hamza’nın rüyada yarım yamalak şuurunun ne bu eli, ne de o     sesi icad etmesi imkânsızdı. Çünkü o elde de, bu seste de öyle sadık bir mâna vardı ki, Hamza, şimdi bile bu iki meçhul karşısında titriyordu. O el, kimin eli idi, bilmiyordu. Fakat bildiği bir şey varsa, bu elin, hiç kimse de görmediği ruhanî bir halâvetle manalaşmış, güzel bir el, oluşu idi.
Karanlık gecede güneş sanki bu elin üstüne doğmuş, yahud güneş bu elden doğmuştu.
Bu elde ve seste, Hamza’yı, kaderin önüne geçilmez buyruğuna alıştırmak isteyen müşfik ve himaye- kâr bir tatlık vardı.
Hamza bir kere daha gökyüzüne baktı. Muzî ve hayatdar yıldız, zevkten ve hazdan mest, ayın sinesinde parlıyordu.
Ay ile dudak dudağa gelmek üzere olan ve ona bu kadar mahrem bir imtiyazla sokulan bu yıldız, demek ki, sevgilisiydi, Meryem’di. Tıpkı ayın kendi vücudundan kopmuş, ışrakı 8 Güneş doğmak. Işıklandırmak. Parlatmak. ] şiddetinden sıçramış bir zerre gibi aşk heyecanlarıyla parlayan bu yıldızın tahtı kimdi ?
Hamza’nın bir lâhza bile temellük edemediği sevgilisine, sinesinden taht düzen bu âsümanî 8 Beşerî olmayan. Semavî olan. Göğe âit ve müteallik.] vücud kimdi ? Bu bahtlı insanı bilmek için Hamza şu anda canını verirdi.
Hamza, iradesiz bir hareketle başını sağa sola çevirdi. Ancak bunu bir az evel rüyasında kendisine hitab eden sesten, o nuranî elin sahibinden sorup öğrenebilirdi. Fakat genç adam etrafında kimseyi göremedi.
Hamza, bütün vücudunun, topraktan bir külçe gibi ağırlaştığını, yatağa yapıştığını, hissediyordu.
Artık yavaş yavaş sabah oluyor, etraftan tek tük sesler başlıyordu. Nöbetçiler, dolaşarak kafileyi uyandırıyorlardı. Hareket zamanını ihtar eden bu seslerin davetine icabet lâzımdı. Hamza, yatağından kalkmadan evvel bir kere daha başını göke çevirdi. Bütün acı ihtarına rağmen bir kere daha onları, Meryem’le sevgilisini temsil eden ayla yıldızı görmek istiyordu. Fakat gözlerine dolan yaşlar, bu manzara ile bu gözlerin arasını perdelemişti. Hamza bu yaşları silmeden yataktan fırladı kalktı.
**
Bu rüya hadisesini takibeden on günü, genç adam çok hümmalı, ıztırablı geçirdi. Fıtraten kavî ve mukavim bir mizaca sahib olmakla beraber, ıztırab onu, kuvvet ve mukavemet kabiliyetlerinden boşaltmış, nasıl, demircinin bazusu demiri istediği şekle sokarsa, aşk ıztırablarının pençesinde yumuşak bir demirden farkı olmayan Hamza da, bu kavî bazunun içinde aynı zebun teslimiyetle ateşin günler geçiriyordu.
Gene bu aşk değil mi ki, yelesi kabarmış nice aslanları bir kuzuya çevirir. Bir zamanlar Hamza da aslan gibi kükremiş, fakat ne de çabuk bir kuzuya dönmüştü. Hatta şimdi bu işe gayb alemi bile müdahale etmiş, bu yaralı adama, sevgilisinin elinden gittiğini işaret etmişti. Bu rüyayı ona kim göstermişti ?
Meryem acaba hakikaten bir sevgilinin sinesinde mi idi ?
Çöllerde eli, kolu bağlı Hamza, bunu nasıl anlasın bunu nasıl öğrensin?
Genç adam, aşkının bir kasırga dehşetiyle gönlü ağacından söküp kopardığı ümid yapraklarının şuraya buraya uçup kayboluşunu melalle seyrediyor ve bir gün olup bu ağacın bir kış manzarası gibi çırçıplak kalacağını da düşünüyordu.
Hamza, Meryem’i kaybettiğini itiraf etmek için daha ne bekliyordu ?
Onu bu sevdadan döndürmek için işte, sevgilisinin zahımlarına gayb âlemi de iştirak etmiş, Hamza’yı yaralamak için, görünmeyen kuvvetler de Meryem’le birleşmişti.
Bu sevda ile genç adam, damla damla eriyor, fakat her zamanki gibi bu duya duya ölmekte de gizli bir zevk buluyordu.
Hayır, hayır, her şeye rağmen bu aşktan vaz geçmeyecek, Meryem’in aşkına iftikar [Yoksulluğunu, fakirliğini açığa vurmak. * Çok ihtiyacı olmak. * Tevazu'. Alçak gönüllülük. ] etmekten yüz döndüremeyecekti.
Sh: 62-65
**
Meryem:  Gerçi o [Hamza] ge­lince, hayatım bir işkence olacaktır. Zira insanın, manası olmayan bir kimseyle bulunması kadar büyük azab yoktur. Onunla bir evde bulunmanın benim için cehennemi bir hayat olacağını biliyorum. Fakat insa­niyet duygusu bana bunları bile düşündürmüyor.
Sh:66
**
Meryem Hamza gittiğinden beri evinin içinde, tam kendi istediği gibi sessiz, gürültüsüz bir hayat geçiriyordu. Arabın ateşin erkekleri de, artık Harazanın karısı olan Meryemi taciz edemiyorlardı. Hatta teyzesinin oğlu Halit bile ziyaretlerine nihayet vermişti. Hamza olmadığı bahanesiyle Meryem, saray eğlencelerine de iştirak etmiyordu. Sh: 67
**
Hükümdar nadiren müsahibi Zeyyadın [Beraber sohbet eden. Arkadaş. Arkadaşlık eden. Birlikte bulunan. ] evine gelir, bir kaç saat kalırdı.
Meryem daha yukarı çıkmadan koşarak bir cariye geldi ve Hükümdarın Meryem’i çağırdığını söyledi.
Geldiği, ne de çabuk duyulmuştu...
Meryem kapıdan adımını atarken Hükümdar :
Vay ipekkurdu, nasıl oldu da kozanı delip dı­şarı çıkabildin ? Diye lâtife ile karşıladı.
Hükümdar neş’eli zamanlarında Meryem’e, ipekkurdu, diye hitab ederdi. Meryem de bu tabirden hoşlan­dığı için tebessümle mukabele eder, ses çıkarmazdı. Fakat bu sefer gülmedi ve susmadı.
İpekkurdu, yani kendi kendini habseden mah­lûk demek değil mi Hükümdarım ? Niçin gülüyorsunuz?
Öyle.. Bu maksatla kullanılan bir hitab bu !
Anlamadığım bir şey varsa, sizin gibi zekî ve dü­şüncelerini tartabilen büyük bir kimsenin, tecerrüdün [sıyrılma, soyunma, çıplak olma. ] manasını anlamaması ve onu istihfafla [hafife alma, küçük ve aşağı görme, küçümseme. ] karşılamasıdır.
Ben, eas itibariyle dünyadan nefret etmiyorum. Bilâkis dünyayı güzel, hem de pek güzel buluyorum. Şu kadar var ki, her güzel şeyin, iğrenç cepheleri de olması tabiîdir, işte ben, dünyanın bu mülevves [kirli, bulaşık. ] kısmın­dan istikrah [Bir şeyi kötü ve kerih görmek. Beğenmemek, nefret etmek. Bir şeyi cebir ve ikrah ile işlemek. ] ediyorum. İşte ben bundan tiksiniyor, bu taşkın, yorucu ve manasız hayattan uzak olmaya ça­balıyorum.
İpekkurdu, diye hor gördüğünüz o böceğin koza içinde geçen mahbus hayatı, manada azadlıktır. Zira göklere uçmaya müstaid [istidat ve kabiliyet sahibi olan. Zeki ve akıllı kimse, uyanık, anlayışlı. ] kanatları o, bu esarette tedarik eder. Onun için bu tecerrüde, esaret değil, hürriyet demelidir.
Siz, ipekkurdunun havadan, güneşten, su­dan, hasılı her bir ihtiyaçtan müstağni olarak geçirdiği bu sarhoşluk âlemini neden istihfaf ediyorsunuz?
O hayatın tadını, o sarhoşluğun zevkini bilmediğiniz için değil mi ?
İpekkurdu kendini, kendinden başka sâkini olmayan bu daracık hücreye, ihtiyariyle mukayyed [bağlı, kayıtlı, sınırlı. ] eder. Zira ona bu yalnızlıkta, fezaların ihata edemeyeceği bir genişlik vardır.
**
Zeyyad, kızının dudaklarından birbirine çengellen­miş gibi çıkan sözlerden korkuyor, hükümdara gös­termeden susması için işaretler ediyor, el ve göz hare­ketleriyle onu sükûta davet ediyordu.
Musahibin de hakkı vardı; çünkü Meryem daha se­lâmlaşmadan söze başlamıştı. Hem de ne sözler ?
Zeyyad’ın zihniyetine göre, küstah, çirkin bir ifade !
Ço­cukluğundan beri şekil perest olan Zeyyad, Meryem’in laubali telakki ettiği sözlerinden dolayı onu daima suçlu çıkarırdı. Halbuki Hükümdar, Zeyyad’ın kızının bu öl­çüsüz ve merasimsiz hareket ve sözlerine alışık ve mem­nundu. Meryem’in böyle açık ve samimî konuşması ona, güzel bir besteden daha hoş gelirdi. Zira bu kızın söz­lerinde gönlünün harareti, sarahatle görünürdü. O, ya hiç konuşmaz, yahut da söylediği vakit, duygularını tervih [Râyiha verme. Kokutma. Kokusunu artırma. * Rahatlandırma. ] eden derunî bir ibramla söylerdi.
Hükümdar, Meryem’in susmaması için soluklarını bile yavaş yavaş alıp veriyordu. O şimdi başka bir mevzua girmişti:
Süratle cereyan eden bir nehri bir sed, insan zekâsının düzdüğü bir hail durdurabilir. Fakat görünmeksizin akan ömür nehrini durduracak bir kuvvet ci­handa yoktur. Bu nehrin koşup gittiği son merhale ölümdür.
Dünya ile sıkı fıkı dost olmadığım için beni neden ayıplıyorsunuz ?
Dünya vefasızdır Hükümdarım!, bu böyle olduğu , gibi dünyada bulunan her şey de tabiî olarak vefasızdır. Dünya dalına sıkı yapışmaya gelmez, zira çürüktür ; en beklenmeyen zamanda kopar, tu­tunmuş olan da düşüp parça parça olur. O, kedi gibi doğurduğunu yer.
Sonra karşınızda rakseden bir güzelin yüzünde saltanat süren taravet ve gençlik, ariyet bir libas gi­bidir. Müddeti gelince vefasız dünya onu çekip alır ve bir başkasına giydirir. Dünya, ne güzeli çirkinleştirmeye ne zengini sokak dilencisi etmeye, ne de ma­mureleri viran eylemeye sıkılmaz. Dünyanın durmadan dönen çarkı, her saniyede bir can vücuda getirdiği gi­bi bir diğerini de alıp götürür.
Beni, fettan [Fitneci. Kurnaz. Fitne çıkaran. Karıştıran. * Hırsız. * Şeytan. * Altın eriten kuyumcu.] bir kadına benzeyen, bu iki yüzlü dün­yaya gönül bağlamadığım için mi ayıplıyorsunuz ?
Bir az sabredin en beğendiğiniz bir güzeli, senele­rin hançeri o hale sokar ki, iki sevgili birbirinizi tanı­maz olursunuz. Bütün lâtif ve hoş şeyler, avdet ede­cekleri toprak tarafından istihfafla beklenmektedir. Eğer bana payidar ve ebedî zevki bulup getirir de, gene ona gönül vermezsem o vakit kellemi kesiniz razı­yım...
Hükümdarım seni severim. Merdsin, adilsin; hem hal inde saltanat kâbusu yoktur.. Onun için....
Artık Zeyyad dayanamadı, kızının cür’etkârlığı had­den aşmıştı. Kaç defa Hükümdarla böyle arkadaşça konuşmamasını ihtar etmişti. Bir Hükümdara karşı, seni severim merdsin... ne demekti ?
Demek ki sevmese, seni sevmem., diyecekti.
Zeyyad, Hükümdarın şahsına olacak hürmetsizlikten ziyade, günün birinde bu lâu­baliliğin, kendi mevkiini sarsacağından endişe ederek kızını böyle pervasızca konuşmaktan menetmek isti­yordu. Halbuki zavallı adam, asıl Hükümdarın Meryem’e olan sevgisinin, kendi mevkiini kuvvetlendiren âmil­lerden biri olduğunu bilmiyordu.
Hükümdarım, müsaade edermisiniz Meryem bir parça dışarıya çıksın. Yorgun geldi, ne söylediğini bil­miyor.
Ne istiyorsun Meryem’den ? Canın sıkıldıysa sen çık.sh: 69-70
**
Arkadaş adın ne senin ?
Esir, Hamza’nın Arapça sorduğu suali anlamış ola­cak ki tam bir Arap lehçesiyle :
Ömer ! dedi.
Arab esirlerindesin, demek ?
Arabım, fakat esir değilim.
Hamza, bir an bu söze inanır gibi oldu.
Mademki esir değilsin, neden seni bu zorlu işde çalıştırıyorlar ?
Esir, karşısındakinin anlayışsızlığına taaccub eder gibi onu süzdü ve :
Senin anlayacağın manada esirim; fakat kalbim, yani hakikî varlığım her bir hürden daha azad, daha şaddır. Hatta hükümdarınızdan da, senden de hürüm. Ben esir değilim delikanlı... Esir, sizlersiniz. Zira siz, şeref şöhret, gurur, taazzum [Kibirlenmek. Büyüklük taslamak.] ve tahakkuku için haris olduğunuz bin türlü ibtilanın, bin türlü zaafın kulu ve hizmetkârısınız.
Düşman hariçte olsa, onu ezmek kolaydır; fakat içimizdeki düşmana çare yamandır. Hariçteki düşman­lar cismi tahrib eder, cana ilişemez; içerdeki düşman ise canı çürütür, ruha aman vermez.
Esir sustu ve şakaklarından süzülen ter hattını, parmağı yukardan aşağıya yüzünden geçirerek yere akıttı, tekrar taş kırmaya devam etti.
Hamza şaşırmış kalmıştı. Bu adamın tekrar ko­nuşmasını, söylemesini istiyordu. Fakat gene hekim, şu kılıksız, esirin karşısında adeta şaşırıp kalmıştı. Esirin çehresinde sarih bir asalet vardı; esasen Hamza’ya alâka vererek ismini sorduran da bu mana olmuştu.
Gizli olan manayı gammazlayan ayna, simadan baş­ka ne olabilir?
Çehre, kalbin iğriliğini ve rastlığını ifşa etmekte asla ketûm değildir. Hamza da, esirin yüzünde ruhanî asîl çizgiler görmüştü. Ona biraz daha yak­laşarak :
Elindeki kazmayı bırak ta seninle konuşalım! dedi.
Olmaz!
Niçin olmuyor ?
Merak etme sana bir şey ya­pamazlar, ben muhafızlara söylerim.
Olmaz eliyorum sana !
Korkma canım., bir şey diyecek olsalar bile ben müdahele ederim.
Ben insanların muahazesinden [Azarlama. Çıkışma. Darılma. Alay eder tarzda karşısındakini küçümseme. Tenkid. ] korkmam, Allah Teâlâ’dan korkarım. Eğer ben elimden kazmayı atar da bu­rada seninle, yahut herhangi vazifemin haricinde bir işle meşgul olursam, insanların itabına uğramasam bile Allah Teâlâ’nın muahazesine ve hiç olmazsa kalbimin itabına müstahak olurum. Zira herkese vazifesini veren Allah Teâlâ’dır, insanlar değil...
Beni bu zorlu işle mükellef edenleri, sen insan­lar mı zannediyorsun ?
Hayır, hayır... Bil ki, Allahın tasarrufuna, insanlar birer alettir. Beni burada taş kırmıya memur eden Firavun, yahut sırtıma kırbaç vuran şu biçare muhafızlar mı zannediyorsun ?
Hayır, bu nasibi bana Allah’ım münasib görmüş ve onlar vasıtasıyla da bu arzusunu tahakkuk ettirmiştir. Amma, senin gibi bir adama bu nasibi neden vermiş, diyebilirsin. Bu, onun bileceği iştir. Bil ki Yaradan’ın iki türlü hik­meti vardır. Biri aşikâr ki bunu, aklı olan herkes bilir, diğeri de gizli hikmetidir ki, onun sebebini yalnız ken­di bilir.
Kim bilir vaktiyle ne kabahat işlemişimdir ki, beni burada taş kırdırmakla terbiye ediyor. Bil ki sebepsiz hiç bir şey olmaz. Bütün çektiğimiz şeylere vaktiyle biz, kendimiz müşteri olmuşuzdur. İnsana her ne gelirse ken­dinden gelir ve başkası tarafından maruz kaldığı sitem ve cefalarla, gene kendi amellerinin neticesini çeker.
Binaenaleyh benim bu amelimin de mükteseb [Kazanılmış. Elde edilmiş. ] bir vazife olduğuna şüphe etme !
Hem, onlar, dediğin de kim oluyor ?
Onlar da, her kes te, birer vazife ile tavzif olunmuş emir kullarıdır. Hakikatta işleyici ve buyurucu Yaradandır; sade o...
Onun için delikanlı, beni, işimi terletmeye teşvik etme. Zira insan, mükellef olduğu vazifede kusur ederse itaba lâyık olur, insanlar tarafından muaheze edilip edilmemenin ehemmiyeti yoktur, elverir ki o kimseden, vazife ve nasibini veren Allah hoşnutsuzluk getirmesin. Mademki adıma, esir, diyorlar esaretin icabı taş kır­mak ve bunun gibi zahmetli işlerde çalışmaktır. Ma­demki esareti kabul etmişim, o halde onun icabatını da seve seve ve kusur etmemeye çalışarak yapmayı da taahhüd etmişim demektir. Kalbim, her nefes harekâ­tımı teftişten hali değildir; beni fiillerimden dolayı o muatab [azarlama ] etmezse, gönlüm daima müsterih ve kaygusuzdur. Elverir ki Yaradana karşı sözünden dönmüş olmayayım. O benden hoşnut olduktan sonra, ha taş taşı­mış, kırmış, ha kaba döşekte yatmış, istirahat etmişim, bence ikisi de birdir.
Ey, yeter artık, söyletme beni... Hem benimle ko­nuşup ne yapacaksın ?
Ben seninle konuşmak istemiyorum ki...
Esir gene sustu. Başından akan terler daha çoğal­mıştı. Bu ter izleri, patlayacakmış gibi kabarmış da­marlarının üstünden atlayarak geçiyor, yırtık, kirli göm­leği bunları bir sünger gibi emiyordu.
Esirin semavî bir vecd ile çınlayan sesi, hâlâ Hamza’nın kalbine batıp çıkıyor, gene hekim ne yapaca­ğını bilmeden ona bakıyordu.
Fakat esir, hiç te bir az evvelki derunî ve değerli hitabeyi okuyan coşkun adama benzemiyordu. Siması tamamen kapanmış, tabiî ve sâkin çizgilerle dolmuştu. Tıpkı, bulunduğu muhite göre renk değiştirerek ken­dini, mütecessis nazarlardan gizlemenin yolunu bilen bukalemun gibi, serî bir istihale ile değiştirivermişti. Hamza, en ummadığı yerde, en umulmayan bir ağızdan işittiği bu sözlerden garib bir zevk, izah edemediği bir incizab [cezb edilme, kapılma, çekilme. ] duymuştu. Gönlünde uyanan bu müsbet ihtisasları, esire bir az daha sokulmakla ifade etmek istedi. Esir şimdi hadid ve ciddî idi. Hamza’nın muha­vereyi uzatmak isteyişini sezmiş gibi sert ve şimşekli bir bakışla baktı.
Benden ne istiyorsun? Var işine git! siz kim, biz kim ?
Sizin bir tek süslü pabucunuz, benim gibi yüz esiri satın alır. Git kendi denginle konuş., senin mevziin esirler karargâhı değil, kibar meclisleridir. Bu­raya yanlış gelmişin delikanlı...
Hamza, bu tavsiyeyi menfî cihetten tatbik ederek güneşten ve heyecandan bitab düşmüş vücudunu kum­ların üstüne bıraktı. Değil koğulmak, döğülse de bu­radan gidecek değildi.
Esir onun bu samimî hissini okumuş gibi birden­bire tavrına miilayemet, sesine şefkat doldu ve söylemiye başladı :
Delikanlı, bak şu sırtım kırbaç darbelerinden ne kadar sertleşmiş, nasırlanmıştır. Görünüşteki bu şedid esarete rağmen, hiç bir yabancı eli değmiyen, değil kırbaç zahmı,[ Yara, ceriha ] hatta bir nazarın bile örseliyemiceği kalbim, öyle bakir ve temiz bir aşkın karargâhı­dır ki, işte oraya, mütecaviz bir elin uzanması asla mümkün değildir.
Başım, vücudum, elim ayağım sille tokat yiyebilir;, fakat kalbime kimse el uzatamaz, oradaki zevki, hiç bir buyruk tatil edemez. Ben, şu gördüğün vücud de­ğilim, ben bir görünmeyen zevk ve hoşluğum. Madem­ki gizli olan hakikî hüviyetime tecavüz imkânı yoktur, O halde ben nasıl esir olurum ?
Benim bir tek muharrikim,[ tahrik eden, harekete geçiren. ] bir tek gayem, bir tek zevkim bir tek Allah’ım vardır : Aşk!
Hamza’nın dudakları da ihtiyarsız olarak ( aşk, aşk) diye kımıldadı ve gözlerinden, haberi olmadan iki damla düştü.
Esir, gene adamın bu suzişine şüpheli bir bakışla baktı ve muhatıbının zaafını sezerek hararetli bir sesle sözüne devam etti :
Aşkı sen hangi manâda kabul ettin de, aşk, aşk., diyorsun ?
Bir güzelin ilham ettiği aşktan mı bahsedi­yorsun yoksa ?
Aşkı, bir güzele mukayyed [bağlı, kayıtlı, sınırlı. ] görmek, onun hakikatına karşı küfürdür. Bahçıvanın, bahçe çitinin dışına attığı bir gül, gülistanın kemalini ifade eder mi hiç ?
Gerçi o gülde de lâtif bir koku vardır, fakat zamanın tagallübatı [Zorbalıklar, tahakkümler.] bunu ondan çarçabuk alır, soldurur, mahveder. Fakat çiti atlayıp gül bahçesine girersen, orada, solan bir gülün yerine, pembe dudaklı yüz koncanın açılmak için müheyya [hazır hale getirilmiş.] olduğunu görür­sün. Senin gönlün de o zaman bu güllerden bir gül olur ve aşkın ebedî bahar ile ölmezlerden olur.
Şunu bil ki, aşkın hakikati bulunmadıkça, hilkatin maksudu ele gelmez ve insan aşkının kemali derece­sine göre mükemmel olur. Hilkatin ve kâinatın mana­sını bulmak istersen aşkı bul. Çünkü insan aşkı bulmak için dünyaya gelmiştir. Hayatın sebebi aşktır; mükevvenat ta aşkın tekazası sebebiyle tekevvün [Vücuda gelmek. Meydana geliş. * şekillenmek. * Var olmak. ]  etmiş­tir. Ancak aşkı bulandır ki, maksuduna ve hilkatinin manasına kavuşmuştur. Aşk deyip te geçme, zira kıya­met tarihine, bir hudud vardır, ama aşka had ve ga­yet yoktur.
Cismi güzel gösteren ruh ve aşktır; aşkın taalluku ise ruha ve ruhla husule gelen güzelliğedir. Bütün gü­zelliklerin menba-ı aşktır; lâkin çok kimselere aşk mükevvenat aynalarından yüz göstermiştir. O, herkese vasıtasız ve üryan olarak yüz göstermez, meğer ki o kimse aşkın satvetinde kendini yok etmiş, aşk kesil­miş, yani onunla ölmüş, onunla dirilmiş olsun!
Birçok kimseler gördükleri ve gönül verdikleri güzellikleri ve hoşlukları bu müteayyin [Karar verilmiş. * İleri gelen kimse. Eşraftan olan kişi. * Belli, âşikâr ve meydanda olan. Taayyün eden.] vücutlardan zannederek onların mesti ve sevdalısı olurlar. Fakat şu demde ki bu vücutlar mahvolur ve aşkın hakikati tezahür eder o kimse buna mülaki olunca, musavver olmayan hakikat ona der ki : Beşeriyet kirleri ve iktizalarıyla zebun ve mest olan sen, o güzellikleri bu vücutlardan sandın, halbuki o güzellikler benim mut­lak, güzelliğimin aksinden ibaretti. Asıl benim, hal­buki sen onları asıl zannetmekle yanıldın !
Esirin tekrar susması, bir külçe halinde oturan Hamza’ya biraz hareket verdi; sanki bu adamın sözle­rde yaşadığı dünyayı değiştirivermiş, havası, mürekkebatı [terkipler, bileşikler. ] İlahî bir nefhadan ibaret olan tanımadığı bir seyareye [gezegen; gezen, dolaşan. ] atlayıvermiş gibi idi. Hiç ummadığı bir kimse ile olan şu kısacık muhavere, Hamza için karanlık bir gecenin bir şimşek çakmasıyla aydınlanıp, tekrar zul­mete gömülmesi gibi oldu. O, tekrar ve sürekli bir aydınlıkla nurlanmak istiyordu. Zira Hamza, bu mu­vakkat fecir esnasında, ruhunun tanımadığı gizli bir köşesini görmüştü. Bu köşede, esirin söylediği ebedî ve lâyemût [ölümsüz. ] aşk, inkişaf etmemiş bir nüve halinde köh­ne, metruk duruyordu.
Esirin sözleri hakikat kadar doğru idi. Zira Hamza biliyordu ki, kâzib [Yalancı. Yalan söyleyen. ] sözler, gönülde iz bırakmadan geçip gider. Rast ve sadık sözleri ise, kalb, mihenk gibi haber verir.
Esirin dediği gibi, hakikatin, kucağına atılmak, orada muhalled [Ebedî. Dâimî. Bâki. Sürekli olarak kalan. ] olmak ne cazib, ne doyulmaz bir ha­yaldi. Fakat bu hayali tahakkuk ettirmek için Merye­m'in aşkını feda etmek lâzımdı çünkü iki aşk bir kalbde olamazdı. Halbuki bu-aşk onda, hâkim ve yenil­mez bir şaşaa ile tekaza [Başa kakmak. * Sıkıştırmak. * Hakkını isterken borçluyu zorlamak.] etmekte idi. Gerçi esirin söz­leri baştan aşağı doğru idi, ne çare ki Hamza için, Meryem'in aşkına hakikati bile tercih etmek bir emri muhaldi. Meryem’siz Hamza, kışın kamçısını yemiş bir ağaç gibi çıplak, kuru ve mahsulsüz demekti.
Hiç Hamza’yı Meryem’in aşkından koparacak bir kuvvet olabilir miydi ?
Gene adamın dimağı, bir taraftan bu hükümleri vermeye çalışırken bir taraftan da esirin sözlerine bigâ­ne kalamıyordu. Zira onlardan gönlüne, bilmediği bir haz ve tesellî edici bir şifa hüzmesi sızmıştı. Bu ziya­dar yoldan esire doğru gizlice çekildiğini hissediyordu.
Gene hekimin insicamı bozulmuş düşünceleri baş­ka bir safhaya atladı. Bir esir bu mânalı nükteleri na­sıl ve ne suretle öğrenmişti ?
Söyle bana Ömer, sana bu hakikati kim aşıladı?
Yoksa, kendi kendine biten bir nebat gibi, bütün bun­ları kendiliğinden mi buldun?
Bu sual, Ömer’in elinden kazmasını düşürdü. Elle­riyle beraber bütün vücudu da titremeye başladı. Esi­rin çehresi, hasret, ıztırab, zevk ve aşkı aynı zamanda temsil eden bir mahşere dönmüştü. Ruhunu dudakla­rına bağlayan bir sesle :
Ben, güneş gibi ziyayı kendinden neşreden bir varlık değilim. Ne bildim, ne buldumsa hepsini, hatta kendimi, kendi hakikî varlığımı da ondan, kabilemin reisinden iktibas ettim. Onun vücudu güneşinden kap­tım. Sana onun...
Ömer sözünü tamamlayamadan yüzü üstü düştü ba­yıldı.
Demindenberi fevkalbeşer bir kudret ve salabetle çalışan esirin, en zaif, en hassas cebhesinin bu kabile reisi olduğunu anlamakta Hamza tereddüd etmedi.
Esirin ayılması uzun sürmedi. Derin bir haz âle­minin sarhoşluğu içinde kendi kendine gözlerini açtı. Ömer’in bayılması, Hamza’nın hekimlik gayretini tahrik ettiği için hiç olmazsa, bileklerini, kollarını ovmak suretiyle iyileşmesine yardım ediyordu.
Ömer gözlerini açar açmaz, baş ucunda onu gö­rünce, bu rikkata[acıma; incelik; yufka yüreklilik, yumuşaklık. ]  gülümsedi ve Hamza’nın avuçları için­deki ellerini yavaşça çekerek :
Üzülme delikanlı, bana ilâç fayda vermez; benim dermanım kendi derdimdedir.
Dedi ve gene hekimin itimad veren samimî teces­süsünden kurtulamayacağını anlamış gibi, daha o bir şey sormadan, macerasını söylemeye başladı :
Ben bir tacirdim. Memleketim buraya çok uzak­tır, senede, yahut bir kaç senede bir ticaret etmek için Şap denizi kıyılarına gider gelirdim. Gene bir defa kervanla henüz gelmiştik ki, birdenbire bir karışıklık oldu, Araplarla Mısırlılar, çarpıştılar bu esnada ben de esir düştüm. Tam iki sene oldu, Allah’ım bana burada taş kırdırıyor. Fakat şunu da bil ki gönlümdeki zevk, ölçüsüz bir mebzuliyetle beni her şeyden müstağni et­mektedir. Yalnız hasret, yalnız o, işte bir şeye benze­miyor. Bu gözlerin hakkını hiç bir zevk ödeyemiyor.
Hamza, ağlayacak kadar müteessirdi. Esire son bir sual daha sormak için ellerini tuttu. Bu sefer Ömer kendine uzanan bu dost ellerin içinden, bir ağaç ka­dar sertleşmiş, çatlamış, bütün evsafını kaybetmiş el­lerini çekmedi.
Nerelisin Ömer ?
Hayreliyim !
Hamza taaccübden bir an kekeledi. Hemen kendini toplayarak acele ile :
Ben de Hayreliyim! dedi.
İkisinin de bakışları, birer sorgu çengeli gibi bir­birine kenetlenmiş kalmıştı. Hamza bu garib buluş­manın zevkiyle :
Ben hekim Hamza’yım, sarayın baş hekimi., dedi.
Ömer, rikkat dolu bir tebessümle gülümsemişti.
Seni tanıdım şimdi delikanlı. Bir kaç defa ara­mızda ismin geçmişti.
Kiminle ?
Aşiretimin reisile...
Hangi aşirettensin ?
Ebüşşettar aşireti...
Reisi kimdir?
Taaccüb etmek sırası Ömer’e gelmişti. Nasıl olu­yordu da bir Hayreli, bunu bilmiyordu ? Ömer, Hamza’nın merakla açılmış gözlerine bakarak :
Yusuf, Yusuf ! dedi.
Hamza, memleketinde sanki bu ismi işitmemiş miydi?
Hem yüzlerce defa... Yusuf’u herkes bilir, her­kes severdi... Fakat Hamza, Meryem’in sevdasından, biraz evvel Ömer’in sayıp döktüğü unsurî ve beşerî kayıtlardan vakit bulup ta bir kerre bile, herkesin sevdiği Yusuf’u görebilmiş miydi ?
Onu tanımıyor musun ?
Ömer’in bu sualine Hamza, hayır, derken, yüzünün utançtan kıp kırmızı olduğunu hissetti.
Yusuf’un yüzünü görmenin kıymet ve saadetini, o, Mısırın çöllerinde mi öğrenmeliydi?
Gene hellime bu aşiret reisinin ruhî kemli, Öme­r’in vücudundan aşikâr olmuştu. Ömer’in vücudu seli, Yusuf’un gönlü deryasına müntehî [Sona eren. Son. Bir şeyi tamamlayan. Biten] oluyordu. Hamza’nın vücudunu kapan bu sel, ona şimdiden bu deryanın inci ve mercan hâzinelerinin kapağını açmıştı. Açmıştı, fakat Hamza bu hâzinelerden istediği gibi istifade edebile­cek miydi ?
Zira Meryem’in sevdası, onun elinin, kolu­nun kavî kemendi idi. Hiç Hamza bu ibtilâdan baş çe­kip, kendini o deryanın nihayetsiz derinliğine bıraka­bilir miydi ?
Fakat Ömer’in, hakikatin hudutsuz azametinden kopup gelen sözleri ve gönlünün zevki tuğyanı da, Hamza’ya yabancı ve ırak görünmüyordu.
Ne tuhaf Ömer, Hamza’ya ne Mısırda bulunuşunun sebebini, ne de memleketinin haberlerini merak edip sormuyordu.
Ömer, bak ben sana bu kadar sualler sordum; hâlbuki sen, yurdunun haberlerini bile sormuyorsun?
Sen Hayreden çıkalı iki sene olmuş; ben çıkalı daha iki ay oldu. Sana taze, yeni havadisler verebilirim.
Ömer gönlünün süzişini toplayan bir adam sonra :
Benim sana soracağım yegâne sual, Yusuf’a aid olacakdır. Mademki sende buna verilecek cevap yok­tur, o halde neyi sorayım ?
Beni dünyada ondan baş­ka hiç bir şey alâkalandırmaz; yalnız onu tanır, onu bilir, onu görürüm., ben onun yanık bir sevdalısıyım.
Birden bire başlıyan bir davul sesi, bütün sahayı dolduran esirleri birbirine karıştırdı. Her biri, ellerinde­ki kazmaları, tokmakları, kürekleri atarak, yemek da­vulunun sesine doğru koşmaya başladılar.
Ömer de, sanki, Hamza’dan kaçmak için fırsat bekliyormuş gibi bir kelime söylemeden sür’atle bu kafi­leye karışarak kaybolup gitti.
Hamza’nın: Dur gitme Ömer! diye bağıran sesi, esirlerin uğultulu gürültüleri arasında, denize düşen bir damla gibi iz bırakmadan yok oldu.
Bir anda bütün saha boşalmış, Hamza çölde tek başına kalmıştı. sh: 83-94
**
        Asıl akrabalık, ruh arkadaşlığıdır. İnsanın kendi manasını bulduğu kimsenin yakınıdır; sh: 96
**
Fakat şu muhakkak ki Ömer, bu gene adamda, hakikata karşı büyük bir istidad ve iştiyak, ruhunda bariz bir ulviyet görmüştü. Hem Allah Teâlâ Ömer’i kurtar­mak için Hamza’nın vücudunu vesile intihab [Seçmek. Ayırıp beğenmek. İhtiyar ve âmâde eylemek. * Bir şey yerinden çıkmak. ] etmişti. Onun için Ömer kendini esaretten çekip kurtaran bu adamın selâmeti için ölünceye kadar ve elinden gelirse ölümden sonraki hayatta da ne mümkünse yapmaya çalışacak, ona dost ve yardımcı olacaktı. Zaten Yusuf Ömer’e ve daha nice yüzlerce Ömer’lere, dustluk mef­humunu izah ederken, insanı Allah Teâlâ’ya yaklaştıran, bü­tün yaratılmış olanlara şefkattir; halk Allah’ın ailesidir. Halka en sevgili olan, ailesi için fayda verendir diyerek, bütün mahlûkata teşmil ettiği umumî bir dost­luk fikri telkin etmemiş miydi? Ömer şimdiye kadar kime fenalık etmişti ki Hamza’ya bundan bir hisse çıkarabilsin ? sh:97

**
Burası, yüz binlerce insanın ruhanî istinadgâhı olan muazzam Menfis mabedi! Ömer Hamza’yı kolundan tutarak çekti :
Şunlara bak Hamza.. Şu zavallılara bak! Ümid ederim ki, sen bunların inandıkları manasızlıkların gi­riftarı değilsin I
Ateşe, öküze, taşa, güneşe tapan şu yavan fikir­lere bak ta onlara acı...
Hamza için putlara tapmaktan vaz geçmek kolaydı. Çünkü bunların düzme ve ibtidaî vâhimelerin [Vehim veren, vesvese veren. ] mahsulü olduğunu zaten biliyordu. Bunlara tapmaktan, kurtulmak bir şey değildi. O, Meryem’e tapıyordu. İşte ondan vaz geçmek muhaldi.[ imkânsız; olması mümkün olmayan]
Ömer, Hamza’nın cevab vermek istemediğini göre­rek tekrar sözüne devam etti :
Ey, İzislere, Üzirislere, Pahtlara, Hapilere, daha yüzlerce mabudlara baş koyan insan!
Nedir bu senin dar düşüncen, köhne fikrin ?
İnsan kendi hizmetkârına, kendi muhayyelesinin icad ettiği şeylere tapar mı ?
O insan ki, mahlukat içinde en kıymetli eser, hakikatin sırrı, hikmetlerin muammasıdır, başlı başına bir âlem, uzvî, hissî ve manevî tezahürlerile bir kâinata bedel­edir, nasıl olur da, kendi hayalinin doğurduğu may­munlara bile tapacak kadar küçülür?
İşte bu secde, ne tazîm ne de ümid veya korkudandır. Belki aşkın heybet ve istilasındandır ki, baş, ihtiyarsız ola­rak yere düşer; bu yere kapanışında zemini bile yük­sek bulur ve tapmak için daha, daha alçamak, daha yok olmak, kendini unutmak ister.
Öleceğini düşünerek yaşamak, kalb istirahatı, kalb zevki verir; fakat ölmüş gibi yaşamak, zevkin, istira­hatın kendisidir. İşte, Mabudu bilerek ve görerek ta­pan, ve onun için yere kapanan baş ta, kendinden öl­müş, hakikî istirahata ve rahata kavuşmuştur.
Ömer, tekrar ibadet edenlere sözünü çevirdi.
Kalkın ey zavallılar!
İşiten, gören, tasarruf ve tedebbür [Bir şeyin sonunu düşünmek, tefekkür etmek. Müdebbir olmak, tedbirli olmak. * Arkasını dönmek. ] eden sade o dur. Kâinatı tedvir eden buyruk, onun işaretinden ibarettir. Onun azameti, Ölçüye, hesaba gelmeyen büyüklüğü, gözlere perde, onu görmeye muhkem hail olmuştur.
Bu hakikat ki sizi ve beni ve bütün mükevvenatı, içinden dışından sarmış, azametine müstağrak etmiştir, işte bu nihayetsiz büyüklük, onu gözlerden gizleyen perde olmuştur. Onu görmek isterseniz, aşkla başınızı yere koyun. Onu görmek için, gene onun aşkı nurundan gözlerinize fer, gönlünüze cevher isteyin. Suzişiniz beşeriyetin ari olan gömleğini yaksın, sizi asıl insanlığınıza kavuştursun. sh: 99-101
**
Sh: 101
**
Gene hekim, bu düşüne« lerin tevlid ettiği bir feveranla :
        Ömer, senin dünyada mislin yok, ne hoş, ne güzel bir adamsın sen,.. Dedi.
        Sus, sus Hamza.. Misilsiz olan, yalnız Allah Teâlâ’dır. Beni yaratan, benim gibi nicelerini yaratmaya muktedirdir.
Hamza, bil ki Yaradan’ın, sahranın kumlarından çok Ömerleri vardır. .
Hem benim nemi methetmek istiyorsun ?
Eğer şekil ve simamı methetmek istiyorsan, bu taravet,[ Tazelik. Körpelik. ] en çok ölünceye kadar sürer. Eğer sözlerimi methediyorsan, ölüm gelince bu da kalmaz. Fakat, bende Allah’ımın aşkını görüp onu methetmek istiyorsan, şehade tinde sadıksın; çünkü onun letafet ve taravetine halel gelmez, hiç bir suretle ona zeval ve kesafet yoktur; Çünkü o, odur.
        Vaz geçtim, vaz geçtim seni methetmiyorum. Gece oluyor biz hâlâ yollardayız, onu düşünelim. Sh: 103
**
Ömer, Nil boyu nekadar güzeldi değil mi ?
Her­kesin ölümden sonra aradığı cennet, sanki onlardı.
Hayır Hamza hayır, ben sana cenneti iki ke­lime ile söyleyeyim: Cennet, gönül zevkidir. Bu zevke kavuşmuş olanlar, her yerde, her zaman cennettedirler. Cenneti bulmak için ölmeye hacet yok! Esasen onu burada bulamamış olanlar, öldükten sonra da bula­mazlar.
Beni korkutuyorsun Ömer...
Hakikata müteallik sözler korkunç olamaz dos­tum.. her ne kadar düşündürücü iseler de, ümid ve tesellisi de içindedir. Hakikattan korkma Hamza, zira yegâne fenalık görmeyeceğin dostun, hakikattir.
Kor­kulacak şey nedir, bilir misin?
Hakikati bilmemek ve yalnız cismin muktezasının zebunu olmaktır.
sh: 105
**
Gülme Hamza.. bu kara cehalet, insanların he­men her sınıfında türlü türlü şekillerde tezahür eder.
Bu küçük misali, hayatın her safhasına tatbik edebi­liriz.
Meselâ, kendi gayesinin hakikattan uzak olan mahdud çemberi içine takılıp kalan her hangi medenî bir şehirlinin bunlardan mana itibarile ne farkı vardır ?
Biri ibtidaî cehalet, diğeri medenî cehalet. Fakat netice aynı.
Hattâ öyle akıllı geçinen kimseler vardır ki, onlara hakikatin parlak yüzünü ne kadar göstersen, ne kadar anlatsan, arlar gibi dururlar, fakat ne görür, ne de an­larlar. Belki, görüşlerinin kısalığından, en şaşaalı bedahati [Şanı, şerefi yüce, yüksek ve büyük olan.] bile tekzibe kalkışırlar. Fakat sen bunları ma­zur bil Hamza!..
Zira kişi, cahili olduğu şeyin münkiri olmakla beraber, hakikati işitmek ve anlamak ta bir istidat meselesidir. Ruhları küçük olanlar kendileri bü­yük te olsalar bir şey anlayamazlar.
İzah et Ömer!
Yani demek istiyorum ki hayvanlık derecesinde olan kimselerin hisleri ve idrakleri kendilerine mah­sus dairenin dışarısına çıkamaz. Bunlar hayvaniyet hu­dudunda ilerisini görmeye muktedir olamazlar. Bina­enaleyh, havas ve idrakleri mahsusat basamağından yukarı çıkmadığı için kalbleri cehil karanlığı ve şuur­suzluk damgasile mühürlenmiştir de ondan...
Çalış Hamza, her iki dünya için de çalış., cemiye­tin ve ailenin saadetine çalışmak ta ibadettir. Çalış Hamza, zira insanın kıymeti, çalışmanın derecesiyle mütenasibdir. Bak ben meselâ memleketin en çok iş ya­pan tacirlerinden biriydim ; fakat bu sayım hiç te kendimi ıslah için olan sayime (çalışmama) ve kalb zevkime mani ol­mamıştır.  Sonra Yusuf un bir nefes boş vakti yoktur. sh: 106-107
**
Yusuf’un evini uzaktan görmek, Hamza’ya helecan vermişti. Burası bir katlı, üç odadan ibaret küçük bir evdi. Binanın üstünde geniş bir sütun vardı. Hamza’ya bu ev, kendilerinin her biri birer saraya benzeyen kâşaneleri yanında pek mütevazı, pek sade göründü.
Meryem de müphem bir heyecan hissediyordu. Bu aşirete ilk gelişi idi. Belki de bu yabancı muhitte, tanımadığı kimseler arasında sıkılacaktı. Fakat hem Hamza’nın arzusunu yerine getirmek, hem de onunla baş başa kalmamak için bu ziyareti kabule mecbur olmuştu.
Ömer onları kapıda karşıladı. Meryem, bu yanık yüzlü, muntazam beyaz dişli adamın yüzündeki itimad ve kalb rahatı veren manaya bakarak bir az ferahladı. Ömer onları, kırk yıllık bir dost gibi tehassürle [ hasret çekmek, elde edilmesi istenen ve ele geçirilemeyen şeye üzülmek, kalben ve ruhen hissetmek] selâmladı.
        Hoş geldiniz aziz misafirler... Gözüm yollarda idi. Meğerse sana ne kadar alışmışım Hamza...
Ömer, Meryem’e de Hamza gibi ismile hitab ederek selâmladı. Kızın bir az mütehayyir [Şaşmış, hayrette kalmış. ] ve yadırgayan bakışlarını görünce, yarı ciddî, yarı lâtife İzahat vermeye mecbur oldu :
        Sanki bu memlekette Meryem’i kim tanımaz ki ben bilmeyeyim ? Hem, yolculuğumuz esnasında Hamza’dan, gündüzleri terane, geceleri ninni yerine hep bu ismi dinledim durdum. Yalnız Meryem bizi bilmez! diye gülümseyerek, yol göstermek için önden yürümeye başladı. Hamza ile Meryem de onu takib ettiler.
Hep beraber, ceylan ve keçi derisiyle döşenmiş uzunca bir dehlizden geçerek, sağda, baheye bakan bir odanın aralık kapısının önünde durdular. Ömer içeri seslendi :
        Gelelim mi Sidi ? iki kıymetli misafir geldi.
Bu sualin cevabını, içerden bir el filen verdi. Yusuf kapıyı açmış, onları ayakta bekliyordu.
Bir nefeslik bir zaman, Hamza da, Meryem de kapının eşiğinde kaldılar.
Hamza’nın gözleri, Yusuf’un musafaha için kendisine uzattığı ele takılıp kalmıştı. O, bu eli tanıyordu.
        Ömerin dostları, ocağımızı şereflendirdiniz, buyurun...
Hamza bu sesi de tanıyordu.
Bu el ona, rüyasında ayın koynundaki yıldızı gösteren eldi. Bu ses te “işte sevgilin,, diye o işareti tekid eden sesti.
Hamza ne yanılıyor, ne de evhama kapılıyordu. Yusuf’un eli, o elin kendisi idi. Hamza’nın hükmü o kadar kat’î idi ki, bu hususta ufak bir şüphe ve tereddüd bile geçirmedi. Yalnız onu düşündüren, bu elin sahibine, çölde soramadığı suali hemen sorup soramamak Meryem’in sevgilisi kimdir? Diye Yusuf’un malûmatına müracaat edip etmemekti. Kimsenin bilmediği bu sırrı, onun bildiğinde Hamza şüphe etmiyordu. Sahrada o     semavî hadiseyi işaret eden elin sahibi, mutlaka Meryem’in sevgilisini, Hamza’nın rakibinin kim olduğunu biliyordu. Esasen Ömer de bu rüya hakkında söz söylemeği Yusuf’a bırakmamış mıydı ?
Fakat yazık ki gene adam, kalbini sıkıştıran bu tecessüsü yenmeye mecburdu. Hiç bu kadar sırasız, bu kadar damdan düşme sual sorulur muydu ?
Yusuf cevabiyle Hamza’nın tecessüsünü tatmin edecek olsa bile, daha ilk telâkide böyle bir şeyi sormak pek abes olurdu.
Hamza, Yusuf’un başlı başına bir âlem olan ellerine tekrar baktı. Zaten o geceden beri, bunları asla unutmamış, hayır unutamamış, onlar kendilerini unutturmamışlardı. Bunlar hakikaten, dertleşilecek, söz söylenecek, hitab edilecek birer varlıktılar.
Hamza bu tereddüd ve şaşkınlık anını geçirinceye kadar, Yusuf’un eli musafaha için onu bekledi.
Meryem, Hamza’nın bu duruşunun ve ruhî bir buhran geçirdiğinin farkında olmadı. Zira o da, anlaşılmaz bir saikle sersemlemiş gibi idi.
Hamza Yusuf’la selâmlaştıktan sonra, ancak başını kaldırıp bu asîl çehrede İlâhî bir tuhfe [Hediye, armağan ] gibi çakan manaya, baktı.
Yusuf, Ömer’in bir buçuk aylık arkadaşlığı esnasında her vesile ile andığı Yusuf, demek ki, bir bakışla gönülde mahşerî bir telâş uyandıran, varlığı muzmahil [Çökmüş. Darmadağın olmuş. Perişan olmuş. ] eden, tefekkürü kabzeden bu harika idi!
Hamza, Ömer’in Yusuf hakkında söylediği sözleri, Yusuf’a nazaran sönük, hatta yavan buldu. Fakat Ömer’in de hakkı vardı. Yusuf, anlatılmaktan balater [Pek yüksek, daha yüksek ] bir mucize idi.
Ömer’in aylardan beri Hamza’ya aşılamaya uğraştığı ilahî mefkure, bu gözlerin bir tek başında hülasa edilmişti.
Yusuf’un geniş omuzlarını ortasında yükselen başı, hilkatin esrariyle yüklüydü. Bakışları, insana bir lâhzada hudutsuz bir vüs’atın kapılarını açarak sonsuz, derin bir âleme götürüyordu. Kaşlarının ortasında, tesbit olmuş bir şimşek remzi gibi, iki münkesir hattan mürekkeb derin bir çizgi vardı. Sanki bu harikulâde çehrenin bütün esrarı bu kati hattâ toplanmış, istediğine esrarını gammazlıyor, istemediğinden de saklıyordu.
Yusuf’un sesi Hamza’nın düşüncelerini tatil etti :
        Ömer’i ne kadar memnun etmişsiniz. Onun gibi ben de sizi tehassürle bekliyordum.
        Ziyaretiniz için ne kadar geç kalmış olduduğumu şimdi anlıyorum Sidi. Sizi Mısırda tanımak, benim için yüz kızartıcı bir keyfiyettir. Bu mülâkat senelerce evel de olabilirdi. Geçmiş zamanıma acıyorum..
        Her şey için merhûn bir vakit vardır ve o şeyin vukuu, bu mukadder zamanın gelmesine bağlıdır. Danenin başak olması, bir muayyen zamanın safahatına tabi olduğu gibi, insan da vaki olacak şeyler vukuu anına kadar böylece, zamanın tekallübatına [Bir halden başka bir hale değişmek. ] maruzdur.
Sonra, geçmiş zamana acımak, onunla mukayyed olmak, vakit ziyamdan başka bir şey değildir. Geçmiş de, gelecek de insanın malı olamaz, ancak yaşanan ânın faydalı geçirmenin çarelerini aramak lâzımdır. Çünkü, geçmiş te, gelecek te, halin içindedir.
Sh: 114-116
**
Ziyarete vesile ve sebeb, sevgidir. Asıl bahane ve vesile, ondan ibarettir. Muhabbeti olanın eli boş olamaz. Zira sevgi, sebebin, vesilenin kendisidir Hamza...
— Fakat bu kılıç, aynı zamanda düşmanlarınıza karşı iyi bir silâh ta olabilir diye düşünmüştüm.
Benim düşmanım yoktur ki Hamza. hem ben hiç silâh taşımam. Çünkü muhafız hakikatta tedbir değil, takdirdir. Maamafih kul tedbir eder Hâlık takdir eder ve ancak olan, onun istediğidir. Farzet ki sahranın bütün kumları düşmanım olmuş, o, istemedikçe, hiç biri bir zarar yapamaz, zira mahlûk, Yaradan’ın bu cihan meydanındaki tasarrufunun bir âletidir. Emri veren Hâlıktır. Bu emri tatbik eden, file getiren âlet de insandır.
Ömer de daha Mısırda iken Hamza’ya böyle söy­lemişti. Yusuf ise aynı umdeyi çok keskin ve parlak bir talâkatla müdafaa ediyordu.
Yaradan, filiyle, kavliyle, gizli ve aşikâr tasar­rufuyla insandan zuhur etmiştir. Binaenaleyh Yaradan’ın gazabı da, ihsanı da, insanlara gene insanlar vasıtasıyla gelir.
İşte insan, Yaradan’ın olan bu tasarrufu kendinden bildiği için cahildir. Halbuki bu tasarruf, onda emanet ve ariyettir. Bir gün olup Yaradan bunu o kimseden alınca ne tasarruf kalır, ne de vücud... İnsan, fiilin, kavlin ve tasarrufun hep Ondan olduğunu bildiği vakit Yaradan’ı bilmiş olur.
Yani, kendi vücudunun hakikatta bir vasıta oldu­ğunu bilen, Yaradan’ın varlığını bilmiş olur. İşte insan bu bilgiyi iktisab etmek için yaratılmıştır.
Sh: 116-117
**
Yusuf gerçi Ebüşşettar kabilesinin reisi idi. Fakat civarda bulunan bütün kabilelerin sevgi noktası idi. Onun mesaisi, umumî ve ahenkdâr, ahlak sağlamlığı üzerine kurulmuş bir hayatın teminine matuftu. Muhitine ihtiraslardan uzak, temiz, örselenmemiş yekpare bir sükûn âlemi tesis etmişti.
Yusuf’un dostluğunun en değerli bir sermaye olduğunu, bütün yakınları tadarak öğrenmişlerdi. Onun sevgisi, kaç kişiyi melûf  [Alışmış, huy edinmiş. ] oldukları fenalıklardan kurtarmış, onun müdahalesi, birbirinin kanma susamış mütehevvirlerin [Hiddet ve kızgınlıkla neticeyi düşünmeden saldıran. ]  ellerinden hançerlerini düşürmüştür. Ondan gelen bir haber, bir selâm birçok kimseleri, doğru yola delâlet eden bir rehber olmuştur. Çürümek üzere olan kalpler, onun sevgisiyle hayat bulmuş, dirilmiştir.
Birbirleriyle döğüşe döğüşe gelenler, bu sulh ve asayiş ocağından, iki candan dost olarak el ele çıkarlardı.
Bundan başka, Yusuf’un malen hayırhâh olduğu kimselerin sayısını da kimse bilmezdi. Yusuf’a babası Malik bin Halim’den büyük bir servet kalmıştı; fakat o, babası gibi debdebeli yaşamaktan hoşlanmadığı için, istediği gibi muhitine yardım ederdi. Malik bin Halim, malî vaziyetinin müsaadesinden istifade ederek oğlu için her taraftan hocalar getirterek tahsiline ehemmiyet vermiş ve bu bilgisini takviye etmesi için onu, uzun seneler komşu memleketlere göndermiştir.
Yusuf daha pek gene yaşında iken, beyaz sakallı adamlar ondan akıl danışmaya gelirlerdi. Hatta Kocalarından biri: Sen mi benim hocamsın, yoksa ben mi seninin hocanım aklım ermiyor, derdi. Malik bin Halim mağrur ve ağır başlı bir adamdı, fakat o da gene oğlunun hayranı olmaktan ve için için onu takdir etmekten kendini kurtarmazdı.
Babasının ölümünden sonra Yusuf aşirete reis olmuş, fakat hayatını daha sadeleştirmiş, daha basit şeraite bağlamıştı. Civar aşiretlerin reisleri muntazam günlerde Yusuf’un evinde toplanırlar, kabilelerinin ticarî, ictimaî, bilhassa ahlâkî ve edebî cereyanları hak- kındaki müzakerelerden «onrn, hükümdara bu nıüzakerelerin hülâsasını bildirmek için içlerinden birini gönderirlerdi.
Yusuf’un aşireti, bilhassa şiir ve fesahatta çok ilerlemişti. Yusuf nazariyatcı değildi. Takrir ve telkin ettiği esasları, daima canlı misallerle izah eder, bilhassa şahsında tatbik ve filen tahkik etmemiş olduğu umdeleri kimseye tavsiye etmezdi.
Ebüşşettar aşireti, Hayrenin kalbiydi. Bu aşirette, Yusuf2u müteaddid seyahatleri esnasında takib etmiş yabancıların sayısı da mühim bir yekûn teşkil ederdi. Bunlardan biri, Yesribli Halil’di. Yusuf’u takib etmek için anasının babasının, hatta Yusuf’un mümanaatını [engel olmak. ]  kırarak, Yesrib’den kalkan kervana gizlice iltihak etmiş, o zamandan beri Hayre’de yerleşip kalmıştı. Halil, lâübali tavırlı, sözlerini düşünmeden söyleyen temiz yürekli bir adamdı. Konuşurken kavga eder gibi bağırması, zorba ve teklifsiz halleri, hoşa giden hususiyetlerindendi. Yusuf’la ekseriya pencereden konuşur, sözünü daima telâşlı ve yüksek sesle söylerdi. Hemen bütün üzüntüsünü, çok sevdiği karısı ile, üç çocuğunun hastalıkları teşkil ederdi.
Yusuf, zevcesi Ummül Bedr, kölesi Mahbub ve Mahbubun karısı Sude ile otururdu. Yusuf’un, Billi diye çağırdığı zevcesi Ummül Bedr, aynı zamanda akrabası idi. Yusuf, bu saf ve güler yüzlü ve çocuk ruhlu kadınla, çocukluk refakatinin merbı tiyeti, temiz kalbinin durgun ve teressübsüz [Dibe çökmek. Tortulanmak, ayrılmak. Durulmak. Süzülmek. ] safiyeti için evlenmişti. Ummül Bedr güzeldi de.. Fakat Yusuf kendi taşkın aşkının cevabını bu sade ruhta bulamayacağını bildiği için zevcesini olduğu gibi kabul etmiş, onun için Ümmül Bedr daima kaygusuz, neşeli ve telâşsız bir ömürle mesud olmuştur.
Yusuf’la aynı çatı altında yaşayanlardan biri de Mahbub’dur. Bu gene adama kim, köle, derse Yusuf’un canı sıkılır, o yüz kere azadlıdır, derdi. Yusuf ona arazi ve ev bağışlayarak azad etmiş ve evlendirmişti. Fakat Mabbub, Yusuf’un yanında kalmayı azadlığa ihtiyar ederek karısıyla beraber bu çatının altında yerleşmişti. Mahbub, küçük bir çocuğun anasına karşı mecbul [Yaratılmış. Yaratılışında bir hâl veya sıfat bulunan ] olduğu zaaflarla Yusufa düşkündü.
Gerçi Mahbub da bir insandı, fakat masum va müşfik mizacı, dost, dürüst, namuskâr hareketleri, onu şayanı hayret bir itimadın sahibi etmişti. Her muhite intibak eder, kimseyi fena bilmez, dost, düşman diye iki ayrı mefhum tanımazdı. Onun, hakikatta Yusuf’tan başka arzusu, ondan başka vücudu yoktu.
Gece gündüz onun arzularına karşı uyanık ve fevkalbeşer bir hassasiyetle nigehbandı.[ Gözcü, gözetici, bekçi.]
Mahbubun yegâne zaafı, gezmek, eğlenmek, bilmediği yerleri görmekti. Her eğlence meclisine Yusuf onu gönderir, bir şenlik, bir düğün ihtimali konuşulurken “Mahbubu da unutmayın !„ derdi.
Mahbubun karısı Sude, Ömer’in kızıdır. Yusuf bu kızdaki İnsanî hislerin şayanı hayret tekâmülünü takdir ettiği için onu çok sevdiği Mahbub’la evlendirmişti.
Fakat Sude de bu fazileti Yusuf’un terbiyesinden bulmuş, onun telkin ettiği, mahlûkata şefkat düsturunu kendi kabiliyetiyle karıştırarak, mükemmel bir insan numunesi olarak meydana gelmişti.
Sude Yusuf’tan ne öğrendiyse, onu eksiksiz olarak tatbik ederdi. Hastalara, çocuklara, garib ve muhtaçlara, hasılı kendinden yardım ve şefkat isteyen her mahlûka, gaibane bir vecd ile atılır, kudretini son damlasına kadar harcardı.
Sude, kimseden minnet ve karşılık beklemez, ondan yardım ve iyilik görenler, asla minnet ve şükran yükleriyle mahcub olup ezilmezlerdi.
Sude, sanki dünyaya Allah Teâlâ’nın rahmet ve rikkatinden gönderilmiş bir mahlûktu. Kalbi, bu cihanın bütün ıztırabını ve feryadlarını içine almak isterdi. Aleme bir muamma olan gönlü Yusufun ayaklan uçundaydı., zira Sude Yusufu, kendini bile dehşete veren yenilmez bir aşkla sever, fakat bu sevdasını, âlemden sakladığı kadar Yusuftanda gizlerdi. Sude gönlünü ve aşkını da başkalarının sinelerinde yaşatırdı.
Ömer’in kızı Sude, işte böyle, hislerine hükmedebilen feragat ve fedakârlık timsali bir kadındı.
Yusuf’un dostluğu ve sevgisi halkasında, daha nice Sudeler, Ömerler, Mahbublar vardı ki, o, her birini bir fazilet ve ahlâk abidesi olarak işlemiş, yetiştirmiş, hilkatin sinesine birer şaheser olarak hediye etmişti. Bunların her biri, kıymette, fazilet ve kemalde, yüzlerce insana bedel kimselerdi.
Bakış, insana bilmediğini öğretir, bildiklerini de unuttururmuş. Meryem de yeni bir şey öğrenmiş ve pek çok şeyler unutmuştu. Belki de bu unutulanlar kafilesinde, bizzat kendi de vardı. sh: 123-127
**
Ebüşşettar aşiretini ziyaretlerini takip eden gece ve gün, Meryem hep Yusuf’un gözleriyle karşı karşıya yaşadı. Bu gözler, Meryem’in ilk defa tesadüf ettiği, bakmasını bilen ve baktığı yeri yakan gözlerdi. Aynı zamanda onların manasında, unsurî zaaflara hükmedebilen şedit bir irade vardı..
Gene kız gördüğü andan beri bir lâhza karşısından eksilmeyen bu bakışlardan korkarak gözlerini yumuyor, fakat gözleri kapalı iken Yusuf’un gözlerini daha sarahatle görüyordu. Meryem ne yaptıysa bu bakışların tesirinden kurtulamadı.
Yusuf’un “aşiretimize bu ilk gelişiniz değil mi Meryem ? „ derken, bakışlarının kendi gözlerine bir an değip kaçan ateşi, hâlâ gönlünde, hâlâ değdiği yerde müstakardı.
Bakış, insana bilmediğini öğretir, bildiklerini de unuttururmuş. Meryem de yeni bir şey öğrenmiş ve pek çok şeyler unutmuştu. Belki de bu unutulanlar kafilesinde, bizzat kendi de vardı.
Meryem yeni bir şey öğrenmişti, bu muhakkaktı. Fakat öğrendiği şeyin mahiyetini bilmiyordu.
Gene kız o gece ağladı. Fakat o, bu gözyaşlarının da mahiyetinden habersizdi.
Ebüşşettar aşiretini ilk ziyareti, başka ziyaretler takibe başladı. Hamza hemen her gün ve yahut gece, bir fırsat bulup Yusuf’a gidiyor, ekseriya Meryem’e de beraber gelmesini teklif ediyor, o da bu teklifleri itirazsız kabul ediyordu.
Yusuf’la buluştuktan sonra Hamza ile Meryem'in müşterek hayatlarının soğukluğu da bir cihetten tadil olmuş, gene adam, sevdiği fakat konuşmak fırsatını bile bulamadığı bu kızla şimdi Yusuf’tan, onun sözlerinden, muhitinden uzun uzun konuşabiliyordu. Artık eskisi gibi karşı karşıya somurtup oturmuyorlar, birbirlerine söyleyecek söz buluyorlardı. Hamza bu suretle, Meryem’in kendinden vahşetini bir zaman için unutuyor, sevgilisiyle hiç olmazsa bir tek noktada, mutabık olduğu için seviniyor, kendisine bu fırsatı kazandıran Yusuf’ta ayrıca minnet duyuyordu. Yusuf’un namı ve yâdı, Meryem’le Hamza’nın anlaştıkları ve his müşareketi buldukları tek nokta idi. Esasen Yusuf’un hayat felsefesi, tek mabuda iman telakkisi, ve mükevvenattaki bütün keserata  [çokluk, sıklık. ] rağmen onun tek vücud iddiası, kimseye gücenmeyen ve kimseyi gücendirmeyen siyaseti, şimdiye kadar başıboş ve tabiî iktizalarının zebunu olarak yaşamış genç hekime, hayata daha müsaid, daha nikbin [iyimser, her. şeyin güzel tarafını gören ] bir adeseden [Uzağı yakın veya yakını uzakta görmeğe yarayan dürbün veya mikroskop camı. ] bakmak ilminin halavetini bahşetmişti.
Artık Hamza, kendisini çekemeyenlere kızmıyor, medih ve sitayiş tufanında da kalsa, bu mutasalliflerin dudaklarını bir korkunun veya bir ümidin tahrik ettiğini biliyordu.
Halbuki o şimdi, yardım için elini uzattığı her vücuda daha hasbî daha müşfik olarak muavenet ediyor, başlıca zevki olan halkın şükran sadaları bile onu gurur sarhoşluğuna atmıyordu.
Hasılı, Yusuf’un varlığı, mihengine vuruldukça, kalp olduğu meydana çıkan evsafından sıyrılarak, gittikçe hududu genişleyen vicdanî bir zevkin müsbet inkişaflarına kendini bırakmaya çalışıyordu... Hamza’yı, hakikati bu kadarcık görmedi bile, manevî bir şahsiyete, yeni ve bambaşka bir hüviyete doğru çekmekte idi. Fakat o henüz kendini hakikatin vüs'atına [genişliğine] terk etmekten çok uzak... Zira aşılacak manialar pek çok., bunu kendi de biliyordu. Öyle ya gözdeki bir damla nem, rüyete mani olduktan sonra, neden Meryem’in aşkı tufanı, bu manialardan büyüğünü teşkil etmesin. Ne olur Hamza bir gün cesaret etse de, çöldeki rüyasını, o kâbusu da Yusuf’a anlatabilseydi... Fakat söz bu noktaya gelince, bir türlü dili varıp soramıyordu. Nitekim gene saraydan çıktıktan sonra sırf bu suali sorabilmek için, Meryem’e haber vermeden Yusuf’un evine geldi. Fakat her vakit ki gibi ondan çok mü­him ve kıymetli şeyler konuştular.
Hamza hâlâ Ömer’in Mısırda çektiği sıkıntıları unutamıyor, her fırsatta, Firavunun esirlere yaptığı zulüm­den bahsediyordu. Gene:
Ne olurdu herkes iyi olsaydı... Benim fenalığa ve fena insanlara asla tahammülüm yok Yusuf dedi.
 Yanılıyorsun Hamza.. dünyada fena yoktur. Hattâ ne tam iyilik, ne de  tam fenalık yoktur. Sana, fena olan bir şey  başkasına iyi olabilir; keza, başkasına  fena olan bir şey de sana iyi olabilir. .Meselâ testinin kırılması senin için değildir; fakat testiciye  iyidir. Sen teessüf ederken o bir testi daha satacağım  düşünerek memnun olur.
Ömer’in ve Ömer gibi esirlerin taş kırmaları, top­rak kazmaları, kendileri için müşkül ve nâhoştur; fa­kat tasavvur ettiği abideyi başarmak isteyen Firavunun memnuniyetini mucibdir.
Şunu da düşünmeli ki cefalar ve zahmet1er  ıztırab: elemler, ruhî terbiyenin âmilleridir, Pek çok kimse tekâmülü, çektikleri meşakkatlere borçludurlar.  İyilik yapmak için yaratılmış bir kimse, nasıl fe­nalık yapamaz ve fenalıktan hoşlanmazsa, iyiliğin zıd­dı olan, yani fenalık denen şeyi işlemek için yaratılmış kimse de, iyilik yapmaktan aynı suretle tevahhuş, eder.
Sakın fena zannettiğin kimse1erden nefret etme. Sana düşen onlara benzememeye çalışmaktır, nefret değil.
Nasıl nefret edebilirsin ki, iyi, kötü herkes aynı Hâlik tarafından bir vazife ile memur olarak yaratılmıştır. Zira hilkat saltanatı, bütün bu zıdların çarpışmasıyla tezahür etmektedir. Dünya hayatı için iyilik nasıl lâzımsa, kötülük te öylece lâzımdır.
Dünya insan vücuduna benzer. İnsan vücudunda lüzumsuz ve manasız bir şey var mıdır? Süfli kısımla­rından, ulvî kısımlara kadar her bir uzuv birer vazife ile mükelleftir. Kalb, dimağ, ciğerler, göz, ağız, kulak nasıl lâzımsa, necaset taşıyan bağırsaklar da öylece lâzımdır. Saçlarını okşadığın, dudaklarını öptüğün güzelin de böyle kirli ve süflî uzuvları vardır. Bunlara rağmen bütün varlığıyla sever ve taziz edersin. O bağırsağı, kirlidir diye çıkarıp atabilir misin ?
Bu böyle olduğu gibi, dünyada da fena görünen insanları hor ve zaid görmememiz icab eder. Zira on­lar da, dünya bünyesinin intizamı için yaratılmış birer uzuvdur.
Düşün ki insanlar bile her vücuda getirdikleri şeyi bir ihtiyacı karşılamak zımınında, [iç taraf; maksat, gaye; açıktan söylenmeyip dolayısıyla anlatılan. ] bir sebeb ve bir kasd ile yaparlar. Meselâ şu karşıdaki şamdan, gece­leri aydınlatan muma bir mevzidir. Şu rahle, üstün­de kitapların ve ufak tefek eşyanın durmasına mah­sustur. Testi, minder, hâsılı kullanılan, giyilen her şeyin vücuda getirilmesinde bir gaye ve bir maksad gözetilmiştir. O halde, her şeyden mükemmel olan bu dünyayı da, insan aklından çok büyük olan bir aklın icad ettiğinde şüphe olur mu ? İşte bu büyük akıl, Allah Teâlâ’dır. O halde, bu akıl yakıcı azameti icad eden bu büyük aklın her hangi bir yaptığını ve icad ettiğini abes görmek reva mıdır?
İşte bu anlaşılınca mahlûkat ve masnuatın [sanatla yapılmış olan eserler, varlıklar. ] en küçüğünden en büyüğüne kadar hiç birinin sebebsiz ve zâid olarak icad olmadığında şüp­he etmemek icab eder. Şunu da bil ki hiç bir şey yok­tur ki senin için bir nimet hâzinesi olmasın, fakat senin onu kullanmak hususunda gösterdiğin dirayet veya dirayetsizlik, onu sana  faydalı veya zararlı eyler.
Nasıl ki işte Ömer’in, esaret hayatında çektiği zor­lukları sahurla karşılaması, şikayet yerine zevkle tahammül etmesi... yani dediğim gibi bu cefayı kullan­mak hususunda gösterdiği dirayet, ona, fenalık zannedi­len bu esareti bir nimet hâzinesi eylemiştir. Bunun şahidi de sensin !
Sırası gelmişken söyleyeyim. Bir gün şair Ebufettah, şiir hakkında bazı garib mütalealarda bulunuyor­du. Ona :
— Sence şiir nedir ? diye sordum.
Tabiatın güzelliklerine aid tahassüsat [Duygulanmalar, hislenmeler ] ve tecemmülat [Eşya, levâzım. Tetümmat. ] ne varsa, bunları yazmak ve söylemektir, dedi.
Peki, dedim. Sade bunlar mı şiirdir? Ya çir­kinlikler, kederler, hüzünler, sefalet ve ıstıraplardan bahsetmek şiir değil midir ?
Onlar acı kısımlardır, dedi.
Acaib ! Bunları o güzelliklerden tefrik mi ediyorsun? Yalnız güzelliklerden bahsetmek şiir demek değildir; öteki kısım da zevktir, o da güzelliktir.
EbuFettâh  belki do sözlerimin manasını kavrayamadığı için cevab vermedi.
Demek inliyorum kl, mükevvenatta olan acı tatlı her şey, Mutlak güzelliğin bir parçası olmak itibariyle güzel ve iyidir. Esasen her şeyden güzel yaratılan bu cihan, bütün bu zıtların ittihadıyla güzelleşmiştir. Çok sevdiğin bir kadının kolunu, gerdanını sana kesilmiş olarak getirseler, sevip okşayamaz, korkar kaçarsın.. İşte, kolda, ve gerdanda süfliyete müteallik bir şey yok., sevsen, okşasan a...
Halbuki insan da, cihan da, kül [ bütün] olarak güzeldir. Her ikisini de parçalara ayırmak, onları manasından ve kıymetinden uzaklaştırmak demektir. Velevki intihab [Seçmek. Ayırıp beğenmek. İhtiyar ve âmâde eylemek. * Bir şey yerinden çıkmak. ] ettiğin, güzel kısımlar da olsa, gene bu böyledir. Görmüyor musun, vücudun zinde olarak kıyanı ve ha­yatı da, dört zıt unsurun uzlaşmasından, bir arara gel­mesinden hasıl olmuştur. Su ateşe, ateş havaya, hava toprağa zıd iken, nasıl da aynı gayeye hizmet etmek hususunda iştirak ediyorlar ?
Bunlar cemad iken bu ittihadı hasıl edip vücudun hayatdar [canlı] olmasına çalıştık­ları halde, insanın, hislerinde ve kanaatkarında aynı birliği bulmaması yazık değil midir ?
Her şey iyidir ; her şey güzeldir; zira her şey Mutlak güzelliğin bir parçasıdır.
Bir adedi, diğer adedlerde nasıl sereyan ediyor ve hiç bir aded vahidsiz [başlıbaşına] kalmıyorsa, sen de her nereye te­veccüh etsen, vicdanî bir zevk ile görürsün ki, yara­dan türlü türlü varlıklar icad etmiş ve muhtelif cisim ve şekillerde bir nevi gölge ve hayal göstermiştir. Hal­buki bütün bu varlıkların, şekil ve cisimlerin hareli et ve tasarrufatı, Yaradan’ın buyruğu elinde olup, kendi, perde ardında gizlenmiştir.
Sen ve ben bu müteferrik varlıklarda matlub olan birliğin ruhunu görmeliyiz. Bu kadar ihtilâflar, keşme­keşlerden matlub, o birliğin yüzünü bu müteferrik varlıkların vücudları gölgesinde itirazsız seyretmektir. İşte bilgi bu dur, anlayış bu dur maksud budur, sen­den aranılan da budur Hamza.
Bunun için insanın, her nerede olursa olsun, Yaradan’ın kendisiyle beraber bulunduğunu bilmesi lâzım­dır. Bunu bilince de her yerde onu görmesi ve ondan başka bir şey ihtiyar ve taleb etmemesi icab eder. Kendinin ve bütün müteferrik varlıkların bir gölge ve hayal olduğunu bilen ve bu bilgiyi kendine mal eden kimse, kemalini bulmuş ve kendini bilmiş bir in­sandır.
Fakat Hamza, ne olsa insanın acı ile tatlıyı, bir iğne batışının zahmı ile nüvâzişin [ "Okşayıcı, taltif edici, iyi edici" mânâsına kelimenin sonuna gelebilir. ] lezzetini tefrik etmeyecek surette bu birliğe müstağrak olması müşkül oluyor. Bunu yapabilmek için insandan yükselmiş, insanlığın fevkine çıkmış, beşerî ahkâmdan kurtulmuş olmak lâzımdır. Fakat asıl hayat ta bunu yapabilmek, bu itilaya [Yükselme, yücelme:] yükselebilmektir Hamza...sh: 128-134
**
Aşk, ebedî sanatkâr!
Ancak ona zeval yok. Her şeyin terkibi ondan, her şeyin mayesi o, her şey onun huruşundan kopmuş, her mevcudun canı, varlığı, ma­nası, ibtida ve intiham o... Arz parçalansa, onu istihlaf [Halef bırakmak. Birisini kendi yerine geçirmek. Kendi yerine başkasını tayin etmek. Kuyudan su çekmek. ] edecek yüzlerce seyyare, bu aşktan zuhur emrini bekler. O olduktan sonra Ademle Havva’nın kıssası hiç te bitmez, tekerrür eder durur. Her şeyin bir niha­yeti vardır, onun asla.
Meryem ağlamak istiyordu. Fakat onun sevdasına karşı göz yaşı ne olabilirdi?
Bulutlardan nem kapmak, denizlerden bir damla çalmak gibi bir şey... Gene kızın bütün mesameleri birer göz olsa ve her birinden binlerce yaş dökülse, gene bu aşkı ifade ve izah ede­mez, gönlünü saran bu ateşin bir zerresini söndüremezdi. Ne göz yaşı ne feryad, hiç, kiç [arka bölümde olan ] bir tezahür, kabına sığmayan bu şahlanmış kuvvete bir ifade, bir remiz olamazdı. Aşkı aşktan başka hiç, amma hiç tarif eden yoktur. Ömer’in, “Yusuf’u bilmek için Yu­suf olmalıdır „ dediği gibi, aşkı söylemek, aşkı anla­mak ve anlatmak için de aşk olmalıdır. Bir şeyin ha­kikati olmayınca o şey, hakkiyle nasıl bilinebilir?
sh: 137
**
Gene kızın bütün varlığını yakan bu gizli aşktan henüz kimsenin haberi yoktu; gönlündeki kıyameti, hayretengiz bir tuğyanla taşıp kabaran bu sevdayı mu­hakkak ki yalnız ve yanlız Yusuf biliyordu, bu gönül kıyametini koparanın ondan haberi olmaması kabil miydi ? Onun aşkı ocağından sıçrayan bir ateş bu gön­lü tutuşturmuştu.
Meryem, aşkı kuvvet ile Yusuf’un kendi hakkındaki hislerini tecessüs ediyor ve kanaatlerinde aldanmadı­ğını görüyordu, çünkü bunları, aldanmayan aşkı teyid ediyordu.
“Beşçeri» anasırın muhkem bendinden çekip kurta­ran, onu ufuksuz dünya, hudutsuz cihana ulaştıran aşktır. Yalnız, yalnız odur. Akılla öğrenilebilen bütün kisbî ilimler, aşk ilminin mebadis'ıne [Mebdeler, başlangıçlar, ilk unsurlar. * Çekirdekler. * Prensipler. ] bile varamaz. Bir ilim ki dünyanın kışrından [Kışra, kabuğa dair. Dış yüce ait ve müteallik. Yüzünden. Derinden ve esastan olmayan. Künhü ve esası olmayan. ] tecavüz etmez, o ilmin ce­hilden farkı yoktur. Aklın bildiği ve bildirdiği ilimler anasır hududundan ileri geçemez, çünkü yanar. Hal­buki aşkın talim ettiği ilimde, mütenahiyet [sonu belli olan, sınırlı. ] ve kıyasat [Benzetme ile olan. * Genel kaideye uygun ve muvafık olan. ] kokusu yoktur, zira aşk hakîler [toprak] gibi zemin üzre seyr etmez ki ona arıza ve hudud tasavvur olsun! O, taal­luk ettiği vücudu da kendine benzetir; kendi gibi İlahî ve lâyemût [ölümsüz] eyler...,,
sh. 138
**
Meryem’in Yusuf’la eriyen varlığı, muti ve teslimiyetkâr bir kabiliyetle yumuşayan hisleri, ondan uzak­laşınca birdenbire soğuyor, katılaşıyor, adeta donu­yordu. İnkişaf etmek için güneşin doğmasını bekleyen bir nüvenin iştiyakı gibi, gene kız, ne zamandan beri bu aşkı bekliyor, bu aşk için yaşamıyor mıydı ?
Bu iştiyak, onu bulamamasının verdiği hırçınlık, cemi­yetten de şedid bir aksülamelle kaçmasına, teferrüd etmesine sebeb oluyordu. Yusuf’tan başka Meryem için kim olabilirdi? Onu ilk gördüğü günden beri, bu aşkın önüne geçilemeyen incizabına doğru, baş döndürücu bir süratle ilerliyordu. Zaten Yusuf la bir mecliste: aşk yolu, gönül yoludur, bu yolda giden yolcu sensin. Bu gitmekten maksat da kendini bulmak ona kavuşmaktır, dememiş miydi ?
Meryem de berkî  [Şimşek çakması. Parlama.* Yıldırım. * Zinetlenme, süslenme. * Tas: Tecelli-i İlâhiye ile kurbiyyete mazhariyyet. * Ahmak olmak. ] bir süratle sağını solunu görme­den gönlü yolunu geçiyor ve Yusuf’a gidiyordu. Onun başka türlü kendini bulmasına imkân var mıydı ?
Yusuf’un aşkında bütün mükevvenatın hülâsasını bulmak için koşuyor, koşuyordu. Meryem artık hiç bir kayıtla mükellef değildi. Zira varlığını saran bu ateş, onun Yusuf’tan başka herkese kapalı olan kalbinden maada [başka] her şeyi yakıp kül etmişti.
Sh: 140
**
        Meryem, Yusuf bize niçin bu kadar seyrek geliyor ?
        Bilmem ki Hamza...
        Bu akşam amcam gelecek, eğer erken giderse Yusuf’a gidelim.
        Niçin cevap vermiyorsun; bir işin mi var ?
Ben kendi hesabıma onu göremeyince büyük bir eksiklik duyuyorum. Şimdiye kadar onun icazkâr nefesi iden nasıl da uzak yaşamışım ?
        Peki Hamza gidelim.
Hamza Yusuf’u görmeyince büyük bir eksiklik hissettiğini söylüyordu. Meryem ne desin, o ne söylesin ?
Gene kız Hamza’ya hislerini nasıl izah edebilirdi ?
Neden Hamza Yusuf hakkındaki hislerini Meryem’e söylemiş te, o kendi hislerini Hamza’dan saklıyordu?
Gerçi Meryem masumdu; çünkü aşkla ismetlenmişti. [günahsızlık, günahsız oluş, mâsumiyet, günahı olmamak. ] Meryem Yusuf’tan Hamza’yı telaşa ve şüpheye düşürecek hiç bir şey istiyemezdi.  bu aşk temiz, tertemizdi, fakat gene kız hislerinden Hamza’ya bahsetse, o bu aşktaki büyüklüğü, şüphe yok ki anlayamayacaktı. İşte bunun için mümkün olduğu kadar Hamza’nın kendi hislerine aşina olmaması lâzımdı.
Meryem’e bu dakikaya kadar, Yusuf’la aralarında maddî bir irtibatın tahakkuku, bir fikir halinde bile gelmemişti. O Yusuf’tan ne istiyordu?
İşte ilk defa düşündüğü, fakat cevabını bulamadığı bir sual ! Bostanların etrafını, her geçenin içeriye atlamaması için çalı çırpıdan çitlerle örerler. Aşkın etrafı da, işte bu gibi ibtidaî mülâhaza dikenlerde çevrilmiştir; taki oraya girmek müşkül ve can yakıcı düşünceler ve korkularla haillenmiş [perde, mânia, iki şey arasını ayıran. ] olsun diye... Fakat Meryem, ker kes gibi ne böyle bir çitten atlamış, ne de eteğini çeken bir dikene tesadüf etmişti.. O, ilk solukta kendini aşkın mutlak ve arızasız mihrakında bulmuştu. Oraya nasıl ve nelerden aşarak girmişti?
Burasını kendi de bilmiyordu. Bildiği bir şey varsa, o da, her kesi içeri girmeye bırakmayan bu çitlerin, onu bir daha dışarıya bırakmayacak gibi etrafını örmüş olması idi.
işte Meryem aşkı farkında, olmayarak Hamza’dan gizlemişti ve daima da gizleyecekti. Gerçi onun Hamza’ya karşı bir gönül borcu, mükellef olduğu bir sadakat vadi yoktu; bu izdivaç oyununda her ikisi de kayıtsızdılar. Fakat ne de olsa gene kız bu temiz ve fedakâr adamın aşkına hürmet etmeyi vicdanî bir emir telakki ediyordu.
Babası erken gittiği için Meryem sevinmişti; bu neş’esini uzun zaman muhafaza etti. Yusuf’a giderken yolda Hamza ile mutaddan [her zamankinden]  fazla konuştular. Gene adam bu beklenmeyen sıcaklık karşısında mes’uddu. Sık sık ziyaretlerle etrafın dikkatini çekmemek için aşirete ekseri yaya gidiyorlardı.
Yusuf’un odasında Meryem her zamanki yerine, şamdanın durduğu rahlenin yanına oturdu. Ummül Bedir’le Sude de onun yanına oturarak üç kadın konuşmaya başladılar.
Ummül Bedr Meryem’i çok seviyordu. O da bu sevimli kadının her halini, uysal ve çocuk safvetiyle dolu tabiî hâreketinin her safhasını benimsemişti. Sude’ye gelince, bu hisli, fakat duygularına hâkim kadınla anlaşmaları daha derin, daha şumullü idi. Sude Meryem’i şuurla seviyor, Meryem onu anlayarak takdir ediyordu. Esasen dedikodu bilmeyen Meryem, bu her biri bir fazilet örneği olan insanların içinde büsbütün muhitin bigânesi olmuştu. Meryem bu gece konuşmaktan ziyade Yusuf’la Hamza’nın hararetle devam ettikleri sözleri kaçırmamak istiyordu. Onun için Ummül Bedr’in masum başının omuzuna doğru kayarak uyumaya hazırlanmasıyla adeta sevindi.
Yusuf’la Hamza hep konuşuyorlardı. Meryem’in yanında duran şamdan, bu lahutî geceyi aydınlatan bu yarı erimiş mumun titrek, mübhem [İyice belli olmayan. Mutlak âşikâr olmayan. Belirsiz. Gizli ] ve sisli aydınlığı, odanın eşyasında geziniyor, Yusuf’un çehresine sürtünerek sanki taabbüd ediyordu. Yanmakta kendi gönlüyle iştiraki olan bu küçülmüş, yarı erimiş mumun etrafında, donuk gözyaşları gibi damlacıklar vardı. Meryem uzandı, onları oh şadı. Parmaklarının ucu heyecandan buz gibi olmuştu. Zira bu bitmek, can vermek üzere olan mum, onu, yabancı bir düşüncenin gurbetine atmıştı : kim bilir bu şamdan bu mumdan evvel daha nicelerini böyle, sinesinde yakıp eritmiş,, nicelerinin yokluğuna şahid olmuştur... Kız, ihtiyarsız olarak gözleriyle Yusuf’u aradı. Bakışı ıztırab ve şüphe ile dolu idi. Kim bilir bu odada Meryem’den evvel, daha nice Meryemler gelip geçmiştir, diye düşündü.
Fakat bu bir düşünceden ziyade tufeyli [Sahte. * Dalkavuk. Çanak yalayıcı. * Başkasının sırtından geçinen. Asalak. Parazit. Fazladan. ] bir histi; her makûs hissin ölümü olan aşkın önünde bu menfî düşünce de çabucak sönüp gitti. Bu sırada Hamza Yusuf’a, meşhur müneccim Ebunadire, hastalığından kurtulabilmesi için şarab içme­mesini tavsiye ettiği halde, müneccimin, “ içmiyeyim de öleyim mi ?„ dediğini anlatıyordu. Yusuf:
Yaşamak, şarab içmek zevkinden mi ibarettir,, zavallı Ebunadir? dedi. Fakat ayıplanmaz Hamza.. onun kalbinin daha vasi manaları olmak için istiab [içine alma, kaplama, yutma, taşıma.] kudreti yoktur ki, hayat telâkkisindeki hükmü de, bu ibtidai görüşten yükselebilsin...
Bu adamın, zamanın büyük âlimlerinden olduğuna şüphe yoktur; fakat ona âlim demek ne kadar gülünç  bir şey değil mi ?
Zira ilim o dur ki, insana kendi müşkülünü hallettirsin, kendisini tanıtsın ve bildirsin. Bütün ilimlerin ruhu, ölümden sonraki hayatta kendinin ne olduğunu ve ne kıymette bulunduğunu bilmektir.
Bir ilim ki mahsusattan [Gözle görülen, hisle anlaşılan şeyler.] ileri gitmez, bu ilim, ce­hille müsavidir. Mahsus olan ve akılla idrâk edilen ilimler itibarî ve İzafîdir; ruhun tekâmülüne hizmeti yoktur. İşte böyle, bir bardak şarabın esaretinden ken­dini kurtaracak azmi, iradeyi bile tesis edemez.
Halbuki gönül hayatının bir nefeslik zevkinde, fı­çılarla şarabın hasıl edemeyeceği zevk genişliği vardır. Yaşamak zevkini, yiyip içmeye tahsis etmek ruhun züğürtlüğünü, hattâ iflâsını ilân eder.
Esasen mahsûs olan varlıkların üstünde durmak ve onlara bel bağlamak boş bir emektir ; zira mahsûs olan her şey zevale ayak basmıştır. İnsanın kendinden, kendi benliğini, kendi aslını tecessüsten vaz geçip gök­lerdeki yıldızları, denizin ve yerin altındaki meçhul­leri araştırması ne garibdir. Hâlbuki ilk araştırılacak mevzu, kendi gönlü, manevî hüviyeti, ardıdır. Eğer in­san dikkatini bu noktada teksif ederse çok şeyler öğ­renebilir. Fakat insanın, Yaradan’ın varlığına temas etmesi için, aklı kâfi değildir. İnsan, ancak aşk nuruyla o Yaradan’ı görebilir. Yoksa aklın-cüzî nuru, küllü görmeye kadir değildir. Eğer can, rabbanî bir nur görmez ve ruhanî bir zevk tatmazsa, bil ki o ölüdür. İşte de­min söylediğin gibi, hayatın zevkini bir bardak şarabta veyahud meluf [Alışmış, huy edinmiş. ] olduğu bir başka ibtilada farzederek, onu terk etmiyi, ölümle müsavî sayar.
Akıl, kalb ilmini teftiş edemez Hamza. Hâlbuki Ebunadir gibi bir çok kimseler, mahsusatı 8 Gözle görülen, hisle anlaşılan şeyler. ] kurcalayan, tabiî hadisatı izah ve tahlil eden bilgiye ilim derler.
Biz de bu itibarla onlara âlim diyoruz. Yani, bunlar il­min, gözle görülen, elle tutulan, kulakla işitilen, hasılı meşairimizle (şuur) hissolunan şeylerden ibaret olduğunu zannederler. Halbuki bu ay, bu güneş, bu yıldızlar ki sey­rediyoruz, bunların seyri yalandır. Meselâ, tabiatın muhteşem manzaraları, türlü türlü renkleri ki görüyor ve hayran olup kalıyoruz, hepsi yalandır. Bunlar muz­lim [ karanlık, karanlıklı, siyah, siyahlık; zulmetli, dehşetli. ] esirin harekâtından ibarettir.
Dünyada yalnız hareket vardır; bu hareketin şid­deti, ziyayı ve rengi hasıl ediyor. Yalnız muzlim, esirî hareketler ki âsabı başarımıza [göz damarlar; sinirler. ] çarparak bu ihtisasları doğuruyor.
İşittiğimiz âhenkdar sesler de yalandır. Hayır böyle şey de yok. Bu sesler, aslında sâkin mevcelerin [bir dalga, dalga. ]  hare­kete gelmesinden ibarettir.
Meselâ ateşe bastığın zaman, ayağın yanıyor; fakat bunu dimağında hissediyorsun.
Hâsılı hayat, ihtizazı hareketlerden ibarettir. Bir varlığı olduğunu zannettiğin, mahsus ve mevcud gibi gördüğün bu şeylere, bu yalanlara nasıl bel bağlarsın ? gözünle gördüğün bu yalanlara bile bile nasıl tutunur da, bunlar bana yeter, dersin ? Hepsi yalan, hepsi se­rabı bir varlıktan başka bir şey değildir.
Halbuki mükevvenatta gözle görünmeyen daha bir çok şeyler vardır ki, onları görmemekle beraber mev­cudiyetleri inkâr olunamaz. Meselâ arzın etrafındaki buhar ve rüzgâr gözle görünmüyor, peki bunları nasıl inkâr edersin? O halde gözünün görmediği ve aklının yetmediği daha yüksek, daha büyük varlıkları da hemen inkâra kalkışma!
Demek isliyorum ki Hamza, ilim denen mahsus bilgiler, bir insanın insanlığını bulması için kâfî değil­dir. Bunları da öğrenmeli ve bilmeli, fakat onlara ta­kılıp kalmamalıdır ; beşerin istihdaf [Hedef edinmek, hedef saymak. * Hedef gibi karşıda durmak. * Erişilmek istenilen netice ve gaye. ] ettiği gaye, bu mahsus ilimlerin esaretine mukayyed [ bağlı, kayıtlı, sınırlı. ] olmamalıdır. Gö­nül Alemine gel ki, onun hudutsuz. Vüs’ati içinde, maddiyet âleminin bir nokta kadar küçük kalan hülâsası da vardır.
Beşeri insaniyet basamağına yükselten kudret, aşkın hakikatidir. Şuuru aşk istilâ ettiği zaman, hakikatın yüzündeki örtü düşer. Aşktan başka her_şeyden tecerrüd edenlerdir ki, hikmet ve hakikat dalga1arını elsiz kaparlar.
İşte insan, ancak o vakit kendini, hakikat âlemi­nin hayret verici nihayetsizliği içinde zevk kesilmiş bulur.
Bu zevkin, maddî ve mahsus zevkler gibi nihayeti yoktur. Çünkü o zaman sen zevk olur, kendin zevk kesilirsin. Ariyet; arızî olan şeyler bir gün olup insan­dan kaybolur, gider; fakat sen, o şeyin kendi olursan hiç bir şey aslından ayrılmaz.
Hamza, her zaman Yusuf’la bülbül gibi konuşan Hamza bu gece yanlız dinliyordu. Düşünceli ve şaş­kındı.
Söylediklerin doğru, hem pek doğru., fakat tat­biki müşkül., dedi.
Gene adam duyduklarını hazmetmek, sindirmek is­tiyor, ne çare ki Meryem’in aşkını hakikata bağışlıyamıyordu.
Hamza, şiddetlenmek istidadını gösteren teheyyücünü dağıtmak için yerinden kalktı :
Biraz bahçeye çıkacağım Yusuf! dedi.
Odanın içinde bir tayf gibi sessiz dolaşan Mahbub da Hamza’yı takib etti.
Meryem’in çehresi bu sözlerle öyle yüklü ve zevk ifade eden çizgilerle örülmüştü ki Yusuf ihtiyarsız olarak: Deminden beri ben bu kız için konuşmuşum ! diye düşündü.
Yusuf’taki büyüklüğe hayran olan Hamza, ondaki mânayı tamamıyla anlayacak, onun şaşaalı ve cihanşü­mul aşkına ma’kes [Akis yeri. Akseden yer. (Ayna güneşin ma'kesi olduğu gibi ] olacak kadar cilâlı ve uyanık bir ruha mâlik değildi. Fakat Meryem’de, göz kamaştıran bir ruh safası, ele avuca sığmaz aşk teheyyüclerinin şiddeti vardı.
Meryem şimdi ayağa kalkmıştı. Sude de kalkarak şamdandaki erimiş mumu değiştirdi. Ummül Bedr bu mumları kendi elile yapar, tavanda ihtiyat saklardı. Onun eğlencesi de böyle ev ve el işleri idi. Meryem hâlâ ayakta duruyor, halinden bir şeye karar ver­mek üzere olduğu anlaşılıyordu. Yusuf da, kızın yü­zünde dolaşan zevk dalgalarını, his ve zekâ örneği Meryem’in aşk kadar suzişli ve aşina yüzünü seyredi­yordu. Kız nihayet kararını vermiş gibi tekrar yerine oturdu ve :
Yusuf, farz edelim ki Hamza buradadır. Demin onunla konuştuğunuz bahse, gene o dinliyormuş gibi devam edemez miyiz ?
Ebedî, hakikî aşk, benim kendimi hissettiğim za­manlardan beri dünyanın geçici zevkleriyle aramı açan ve beni kendinden başkasına gönül verdirmeyen mabudumdur. Fakat bende şimdiye kadar bu gayenin te­bellür etmemiş bir taslağı vardı. Onu aklî cihazımla kendi kendine tahakkuk ettirememiştim. Artık bu hayalı müphemleştiren kesafet kalkıyor ve o, canlanarak meydana çıkıyor. Söyleyin, Hamza’ya söylediklerinizin mabadini bana söylesin...
Yusuf Meryem’in ateşin mizacını daha ilk günden gördüğü için, mümkün olduğu kadar bu kızın tehlikeli yakınlığından çekiniyordu. Fakat şimdi bu katî arzu­sunu reddeder ve onu tatmin edecek sözleri esirgerse belki de menfi bir tesirle onu daha açık konuşmaya sevketmiş olacaktı. Onun için :
Konuşalım Meryem., dedi :
Aşk, üç isimle yad edilir. Seven, sevilen ve sevgi. Fakat hakikatte her üçü de bir şeyi ifade eder. Sevilen sevenin aynası, sevgi de mecmuudur. [ bütün, tamam, toplam. ] Aynaya ba­kan bir kimsenin karşısında gördüğü şahsın bir vücu­du yoktur; bu, bakanın gölgesidir.
Keza, sevenin de sevilene karşı incizab [cezb edilme, kapılma, çekilme. ] ve meftuniyeti gene suretine, kendi aşkınadır. Yekdiğerini seven iki şahıs, bunun esas ve mahiyetinden bigâne oldukları için bu muameleyi iki taraflı görürler. Halbuki se­ven, sevilen; sevilen de sevendir. İşte aşk budur Meryem!
Bu ittihadı idrâk edemeyenlerin ise aşkı cüz’idir. Bunlar, hakikatta kendilerinin bu işde tesirleri olma­dığını ve aşklarının kendilerinden kendilerine, daha doğrusu aşkın hakikatına aid olduğuna ihtimal ver­mezler. Hasılı bir insan, mevhum olan varlığı ile mahlûk ve aşkta mahv olduğu halde aynı haliktır.
Mahlûk, bizim zan ve zehabımızdır.[ Yanlış düşünce. Bir fikre uymak. Zan. ]  Bütün kâinatta Yaratandan başka mevcut ondan başka mutasarrıf olmadığı halde, bir de ayrıca mahlûkun mevcudüyetini isbat etmek ise budalalıktır. Mahlûk denen şey, senin zannından ibarettir. Meselâ el ve ayak vücudun ecza­sından oldukları halde, onları işleten dimağ ve kalptir. Onlar, vâkıf olmayarak dimağ ve kalbin emirlerini ye­rine getirirler. Faraza ayağında bir çıban çıkıyor, di­mağ ve kalb bunu duyarak, hemen; oraya ilaç ve merhem koy I diye emirler veriyor. Eller de farik [Tefrik eden, farkeden, ayıran. Ayrılmasına, farkolunmasına sebeb olan alâmet. olmayarak bu emirleri yerine getiriyor.
İşte el ve ayağın ve sair azanın, o kalb ve dimağ mecmuasından olduklarını bilmemeleri mahlûkiyettir. Dimağ ve kalbin bilgisi ise hâlikiyettir.[ yaratıcılık, yaratıcı oluş.]
Bundan şu anlaşılıyor ki, insan da insanlığını bulup irfan ve aşk noktasına dahil olarak kendinden tecerrût ettiği vakit haktır. El ve ayak mesabesinde olan mahlûk bu bilgiyi idrâk edince mahlûkiyetten çıkar.
Yusuf sustu. Meryem’in yüzü sermedi zevkten ör­tülmüştü. Cevap verecek, yahut sual soracak kuvveti boşalmış, bitmiş gibi idi. Yusuf ta onun gibi kendi aş­kının zevkiyle mahmul [Yüklenilmiş. Hamlolunmuş. Bir şey arkasına yüklenmiş olan. Üzerine alınmış. * Gr: Bir cümlede fâile yükletilen işi, oluşu veya hâli gösteren fiil. ] ve sarhoştu.
Bir zaman konuşamadılar. Esasen bahçeye çıkanlar da gülüşerek, şakalaşarak geliyorlardı. Vakit ilerle­mişti.
Nitekim her zamanki gibi gitme zamanını hatırlatan gene Hamza oldu :
Vakit geçti Yusuf.. bize müsaade et te gidelim.
sh:140-149
**
Hayır, hayır..
Yusuf ve Meryem, diye iki ayrı var­lık yok ki... Cihanda ne Meryem var, ne de başka bir mevcud... Hattâ cihan da yok.. Meryem için yer, gole, her “şey yâlnız, yalnız Yusuf, yalnız o... Meryem Yusuf tan başka bir şey görmüyor ve bilmiyor... Onun için Yusuf’tan başka bir şey yok ki bilsin! Esasen hiç bir güzelliğin cazibesine iltifat etmeyen müstağni nazarla­rından bütün cihan silinmiş Yusuf’un istilakâr yarlığı, mükevvenatın bütün nakışlarını silmiş götürmüş. Hat'tâ genç kızın kendi vücudu bile çoktan bu adem ka­filesinin arasına karışıp kaybolmuş...
sh: 154
**
İnsan, sahib olduğu mevkiin salâhiyetlerini suiistimal etmemelidir. O esirler, cari­yeler arasında ne temiz kalbi i insanlar vardırki,-bir tanesi yüz asilzadeye bedeldir. Esasen esirle efendi­nin, yaradılış itibarile bir farkı yoktur. Yaradan kal­be bakar, nesebe değil., kimin gönlü temiz ise, Yara­dan indinde efendi o dur, azad o dur, hür o dur. Ömer gene dertlenmişti; fakat birden bire Hamza’nın içeri girmesiyle sustu.
sh: 160
**
Zira cihanda vaki olan hiç bir hâdise tesa­düfe mübteni [Bina edilmiş, kurulmuş, kurulu. * Dayanan, istinad eden, müstenid ] değildir. Her şey bir sebebe mübteni ol­duğu gibi bir gayeye, o da daha yüksek bir başka ga­yeye müteveccihtir.
Binaenaleyh hiç bir şey tesadüfe bırakılmamıştır. Her şeyde İlâhî bir sebeb ve varlık olmakla beraber onları, bu şekilsiz maddeden, bu karışıklıklardan çı­karıp intizama sokan ve her olana emir veren bir ha­kikî âmir vardır. Sana evvelce de söylediğim gibi bu hakikî âmir, her yerde hazır ve galib ve her yerde mevcuttur. Demek oluyor ki, tesadufî bir şey yoktur; her olan şey mutlak evvelden kararlaştırılmıştır. Her olan şey, muazzam bir aklın emir ve hükmüne hizmet etmektedir. Onun emrinden hariç bir şey olamaz.
Senin camid [Ruhsuz, sert, katı madde. Cansız] zannettiğin taşlar, yahud her hangi bir cismin içi hayat doludur. Zira bütün mevcudattan görünen Yaradandır. Hiç bir şey yoktur ki bundan ha­riç olsun.. Camîd zannedilen her şey hayattadır. Gü­neşin etrafındaki yıldızlar gibi, bu zerrat ta merkezine müncezib olarak harekettedir. Harekette olan her şey ise hayattadır. Hayat ta, Yaradanla kaimdir. Hayatta olan her şeyden şüphesiz Yaradan zuhur eder. İşte her şeyde Yaradanın bu hüviyetini gören yani her şeyde o şeyin manasını seyreden, kâmil insanlardır. Demek olu­yor ki, Allah Teâlâ senin kurtulmanı istemiş, karşına o fakir kulunu çıkarmış, mes’ele bundan ibaret!
sh: 162-163
**
Onun için, bir şey yapacağın vakit daima düşüne­rek yap.
Dünkü günün âdil bir şahit olarak senden ayrıldı. Girdiğin gün de seni gözetici olarak duruyor. Eğer giden günü kötülükle geçirmişsen İkincisini iyilikle geçir yapacağını sakın yarına bırakma, olur ki yarın gelirde seni bulamaz. Onun için her nefesini kendinin nigehbanı [Bekçilik, gözcülük. ] olarak al ve her ne yaparsan onu kendine yaptığını bil !
Eline batan dikene kızma, bil ki onu sen kendin batırdın, bu zahmı tesadüften ve yahud başka bir şa­hıstan zannetme!...
Ya bir saniye, ya bir dakika, ya bir sene, hasılı bir zaman evvel yapmış olduğun bir şey sebebiyle o zahmı, bu dikenden yedin.
Hülâsa yaptığın şey, iyilik olsun, fenalık olsun aslâ kaybolmadığı için zamanı gelir, seni bulur. Çünkü her taraf aynadır; her ne suret bağlarsan o suretin bu aynada belireceği aşikârdır. Aynaya karşı yumruk sıkarsan o da sana öyle yapar, gülersen o da güler. Mademki bütün cihan insanın fiillerine ayna gibidir, o halde aynanın önünden kaçmak elbette muhaldir.
Bu sözlerinden sonra tesadüf kelimesini kullan­mamak lâzım geliyor..
Kelimeyi değil, kelimenin delâlet ettiği manayı kullanma !
Yusuf gitmeye hazırlanırken Hamza gülümseyerek elinden tuttu :
Bitmedi; bir derdim daha var Yusuf.
Benden daima yardım gören birisi vardır belki siz de bilirsiniz, hekim Süleyman derler. Malî vaziyeti pek iyi değildir. Her zaman benden yardım ister, eline para geçince de sarhoşlukla yer bitirir, çoluğu çocuğu sefalet içindedir, gelip para isteyince, dayanamam veririm. Bu defa yardım ederken bir az da nasihat ettim. Her halde buna canı sıkılmış olacak ki gezdiği yerde benim için söylemediği fena söz yokmuş. Hâlbuki ben onu hakikî bir dost zannederdim. Ama bil­seniz bu adama ne müşkül vaziyetlerinde yetiştim. Mak­sadım yaptığım, iyilikleri sayıp dökmek değildir; fakat hâlâ şuna hayret ediyorum ki, yapılan iyiliğin cevabı neden böyle oluyor ?
Dünya dedikodu, hayat ise, can çekişmek de­mektir, Hayatı takip edenler bunu her gün, her vesile ile görebilirler.
Dünyanın her hangi bir şeyine vefa ümidiyle bağ­lanan kimse, mutlaka ondan cefa görür. Bu kaide değişmez, bunda herkes müsavidir. Çünkü bütün ha­yat, gelmek, çekmek, ölmek kelimeleriyle ihtisar olu­nabilir ve herkes ne ederse onu bulur. Yalnız, kimine er, kimine geç! Dünya vefasız olduğu ve kedi gibi doğurduğunu yediği gibi tabiî olarak adamları da vefasızdır. Onların sana yaklaşması, ya senden korkuların­dan ve yahud da senden bir şey beklediklerindendir.
Neden herkesin kendi meşrebinde olduğunu isti­yorsun ve olmayınca kızıyorsun?
Sen onu ayıbladığın gibi, o da seni ayıblar. Bazı kimseye iyilik yapmak, ona tokat vurmak gibi gelir. İyi bir kimseye fenalık yapmak ne tesir ederse, ona da bu iyilik aynı tesiri yapar, çünkü meşrebi, istidadı buna müsaiddir.
Bir kimseden istidadının fevkinde bir şey istemek, biberden şeker lezzeti aramak kadar muhal bir şeydir. Bir biber fidanına ne kadar ihtimam etsen, onun za­tındaki hasiyetini kemale getirmekten, yani acılığını ziyadeleştirmekten başka bir şey yapamazsın. Dünya tezadlarla doludur; bunlardan birine tesadüf ettiğin zaman taaccüb etme Hamza..
— Peki ama, madem ki herkes dünyada bir vazife ile mükellef olarak yaradılmıştır; o halde fenalık eden neden ceza görüyor ?
—Bu ince bir meseledir, Hamza. Dediğim gibi dünyada namütenahi [sonsuz] zıd fiillerin vazifedarları vardır. Meselâ zuliim yapan olduğu gibi, intikam alıcı da var­dır. Şifa veren olduğu gibi, zehir saçıcı da vardır.
Affeden olduğu gibi, kahreden de vardır. O halde zulüm yaptığın vakit karşında intikam alıcıyı görürsün.
Onun için fenalık yapan bir kimseyi, meselâ demin söylediğin adamı, neden böyle yaptı, ben olsam böyle yapmam, diyemezsin. Doğru, sen olsan böyle yapmazdın, çünkü sen o vazife ile dünyaya gelmemişsin. Yaradan seni o vazifenin memuru etmemiş. Herkesin kendi vazifesini ifa ettiğini bildikten sonra davaya ve üzüntüye lüzum kalır mı ? Sen ona yardım etmekle kendine düşen vazifeyi işledin; o da sana nankörlük etmekle kendine düşen vazifeyi işledi. Neticede ikiniz de vazifenizi ifa etmiş oldunuz.
Bunun için, nasıl güzel bir musiki, güzel şeyler, lâ­tif çehreler sende inşirah uyandırıyorsa, böyle birisi tarafından zemmedilmek, tahkir ve tezyife maruz kal; makta da aynı o zevki duyman ve bu muameleyi gör­düğün kimseyi affetmen lâzımdır. Eğer bunu yapabi­lirsen, güzel sesten, güzel yüzden, hasılı güzelliklerden bulduğun zevki, bu affedişte de bulur ve kalbini cerihasız [Yara. Çürüklük. ]bir sükûn ve istirahata kavuşturmuş olursun.
Bilsen Yusuf, karşına ne kadar derdli gelsem, onları sen bir anda yok ediyorsun. Dünyanın bir çok yerlerini gezdim, dolaştım, sayısız kitablar okudum. Fakat senin şifa verici sözlerine hiç bir tarafta tesadüf etmedim. Hoş senin yüzünü görmek te, sözlerini dinle­mek kadar kalb sıkıntısını yok eder. Ne garib seni gö­rür görmez gönlümdeki sıkıntı dağılıp gidiyor.
Gerçi şimdi beni müskit [Düşüren, ıskat eden. ] bir cevabla ilzam [delille muhatabı susturma, söz ve düşüncede üstün gelme. ] ettin ; fakat “niçin sıkıldın Hamza?,, diye bir tek cümle, basit bir söz de söyleseydin gene ferahlar, sükûn bulurdum.
Sana bunun da sebebini kısaca anlatayım Hamza... Söz cisme, mana da ruha benzer. Ruhun cisme taalluku, lâfzın manaya taalluku gibidir, ruh cismin ne içinde ne de dışındadır. Mananın da lâfza münasebeti böyledir; mana ondan ne başkadır ne de onun aynıdır. Göz manadan zevk alacak kuvveti haiz olursa, lâfzı dinlemeden de bu zevki alabilir. İnsanın cismi bir ke­lime, bir sözdür; ondaki mana da aslıdır.
Fakat söz  büyük şeydir ; nasıl ruh cisme lâzımsa mana için de harf ve savt (ses) öylece lâzımdır.
O senin kitablarda bulamadığın ilâhî ilim, aklın istidlalat [İstidlaller. Muhakemeler ] nazariyesine müracaat edilmeksizin kesbolunan ve ancak aşk ile hasıl olan kalb ilmidir. İnsan bizzat kendinden ve her şeyden samimî bir feragat ile geçtiği vakit gayb âleminin nuruna müstağrak olur. Bu birliği bulan gönül sade enfüsü değil, afaki bile tasarruf eder.
Mahsus olan eşyaya hükmetmek kolay ve bayağı bir hünerdir. Dünyanın her tarafında, bilhassa Hindde bu hokkabazlardan pek çok vardır. Eşyayı yerinden oynatmak hüner değildir Hamza, İş, gönülleri yerin­den oynatmakta, gönüllere hükmetmektedir.
Hasılı gerek bu dünyada, gerekse ötekinde refah ve rahatın âmili, kendini bilmek ve kimseyi incitmemektir. Fazilet ve kemâlin de en bariz alâmeti, kimsenin aybını görmemek ve söylememektir.
Yusuf, sözlerini tatbik edebilmek için bana bir köşeye çekilmek ve bu alayişli hayatı terk etmek lazım gibi geliyor...
Niçin yanlış anlıyorsun Hamza? Bilâkis, bilâkis.. Gönül hayatı, Hind fakirleri gibi aç kalmak, yırtık ya­malı elbise giymek, yoksul olmak veya bir köşeye çe­kilip miskin miskin oturmak değildir. Ye, iç, gez, eğ­len, cemiyete faydalı ol; istifade ettiğin güzellikler ve faydan dokunan insanlar da Allah Teâlâ’nın varlığından birer parçadır. Bunu da bil ki insanın kıymeti sayi nisbetinde yükselir.
Maksat bu alayişe, bu patırdılara kalben bağlan­mamak ve her el uzattığın ve her gördüğün şeyde Yaradan’ı görmektedir.
sh: 163-168
**
Bu dünya ne kahbedir bilmezsin Hamza... Ben de bir vakitler bilmezdim; bana onun da kendimin de iç yüzünü Yusuf gösterdi. Dünya, bir işvebaz kadın gibi insanı en ummadığı bir zamanda aldatır. Binbir güzel­likleri, cilveleriyle seni kendine ram eder. Halbuki o varlık gösteren bir yokluktur. Arzularına ermemek üzere bu aldanışlar insan için ne acıdır. Hanı hamur­dan devecikler, oyuncaklar, beşikler, bebekler yaparak şekere benzetirler; çocuklarda bunlara bayılır ve alıp yemek için çırpınırlar. Hâlbuki onun tadı şeker değil, hamurdur; fakat bunu sen bilirsin, çocuğa anlatamaz­sın ki...
Çocuk, şekerden deve, beşik yiyeceğim diye onları ister.
Her ne kadar: bunlar hamurdur, şeker değildir, de­sen de ikna edemezsin. Ancak ısırınca işi anlar ve atar.
Eğer sen de büyüyüp çocukluktan çıkarsan, bu dün­ya zevklerinin bir aldatıştan ve bir avuç çamurdan iba­ret olduğunu anlar ve onları kendiliğinden atarsın.
sh: 169
**
Zeyyad, Hamzanın da, Meryem’in de Yusuf’u sık sık ziyaretlerinden hiç memnun değildi. Çünkü o, her şeyden şüphe eden gayrı samimi bir mizaca malikti. Tanıdığı ve kıymet verdiği şeyler, hayatın yalnız maddî cebhesi, kabuğu idi. Zeyyad’ın duygu şebekesi, ham bir külçe gibi İşlenmemişti. Maamafih mağşuş[Katışık. Karışık. Saf olmayan. ] ve zahmete delmez bir katılıkla oluşu yüzündün, işlenmek ihtimali do pek azdı.
Yusuf’un dilden dile dolaşan mütevazı ve sakin hayatını, o bir tuzak telakki ediyor, zengin Hamza’nın da bu tuzağa düşürülmüş bir zavallı olduğuna iman ediyordu. Öyle ya., hiç bir şeye ihtiyacı olmayan Hamza, kendinden İçtimaî derecesi dun [uzak] olan bir aşiret reisîne neden iftikar ediyor, meclûb oluyordu ? Zeyyada göre ihtiyaç, daima maddî şeylere olabilirdi. O halde Hamza’nın Yusuf’a değil, Yusuf’un Hamza’ya boyun iğmesi, ihtiyaç göstermesi lâzımdı.
Zeyyad bu meseleyi daima kendi görgüşü ile görüyor, başka nokta-i nazardan mütalâa ve izah edemiyordu. Hamza ise amcasının kısa ve bulanık nazarlarını pekiyi tanıdığı için itirazlarına, bir sinek vızıltısının müziç sadası kadar bile ehemmiyet vermezdi. Zaten onu sevmezdi ki sözleri müessir olsun...
Hamza, gene amcasını ziyaret ettiği sırada, Zeyyad onu karşısına almiş mutat sözlerini söylüyordu.
        Söyle Hamza, senin neye ihtiyacın var ki Yusuf’a gidiyorsun ? Paraya mı, şöhrete mi, neye, söyle bakayım hana ! Herkes çölleri, denizleri aşarak dünyanın herr tarafından akın akın senden şifa bulmıya geliyorlar. Şöhretini uçan kuşlar bile biliyor. Neye ihtiyacın var, ondan ne öğrenebilirsin ki gece demiyor, gündüz demiyor gidiyorsun ? Söyle, bana makul sebeb göster! Seni niçin davet ediyor ?
Maksadın ilim ise, Şeyhülhikeme git.. Yaşlıdır, tecrübelidir, onunla konuş.. Yusuf’un putlara bile ibaret ettiği malum değil. Dinsiz olduğuna hiç şüphe yok! Hamza, amcasının itirazlarını her defasında sükutla, hazan da baştan savma sözlerle geçiştirirdi, Fakat bu defa Zeyyad çok ileri gitmişti; gene adam dayanamadı:
        Amca, sen ne söylüyorsun ?  Şeyhülhikemdeki ilim bende de var. Belki ben ilim cihetile ondan da üstünüm, benim bu ilimlere ihtiyacım yok... Fakat Yusuf’taki ilim, ne Şeyhülhikemde, ne bende, neşende, ne de bir başkasında var..
Yusuf’tan kaynayan ilim, senin benim bileceğimiz bir menbadan gelmiyor. Onların usulleri ve kitablar ile, Yusuf’un bilgisinin elifbasını öğrenmek için bile insanın ömrü kifayet etmez. Şeyhülhikemlerin, Hamzaların sabahlara kadar rahle başında meşakkatle öğrendikleri, kıylükali Yusuf’un ağzından çıkan basit bir kelimeye değişmem.
Sonra beni, onun çağırdığını mı zannediyorsun ? Merak etme o, kimseyi çağırmaz. Ona ben, kendim gidiyorum. Yusuf’un ne bana, ne sana ne de kimseye ihtiyacı yoktur ki çağırsın, davet etsin ?
Yusuf’un babası Malik bin Halimi tanırsın; zengin bir adam olduğunu da bilirsin. O, babası gibi ihtişamla yaşamıyorsa, bu gidiş, fakrından ve başkalarına ihtiyacından değil, maddî varlıklara kıymet vermeyişindendir.
Evet, senin tama ettiğin bilgilerden, tıb, heyet ilimlerinden bende hesabsız bir mebzuliyet vardır. Ben bu ilimlerle şimdiye kadar binlerce insanın cismine deva ve şifa oldum; fakat bir gönüle asla ! Ben, kendi gönlümün, kendi derdimin illetini tedaviden acizim, nasıl olur da başkalarına imdat eylerim ?
İşte Yusuf benim canıma, ruhuma şifa veriyor. Ben, mahsus ve aşikâr olan dertlerin hekimiyim. Yusuf ise ziyade gizli olan can derdinin hekimidir. Ben devayı anasırdan toplarım ;o doğruca Allah’dan getirir. Benim dimağım bilgilerle dolu, fakat gönlüm aç ve muhtacdır. Bu boşluğu Yusuf’tan başka dolduracak bir vücuda tesadüf etmedim. İşte ona, bu boşluğu dolduracak hakikati aramaya gidiyorum.
O, dediğin gibi dinsiz değildir ; belki din, kendisidir amca !
Kızın Meryem’e olan yenilmez düşkünlüğümü bilirsin ne olur bir az da onun bana olan duygusuzluğunu, yabancılığını bilmiye niyet etseydin!.
Meryem, Mısırdan avdetim [dönüş] günü, bütün ümid ve hülyamı da son ve katî bir darba ile yıktı. İşte o gün kendimi öldürmeye karar vererek bu kararla bir az sükunet bulmuş. Meryem’le son bir gezinti yapmak arzusunun önüne geçemeyerek, ayağımın tozuyla Yusuf’a gitmiştim. Fakat onu görmek, anî ve katî olarak vermiş olduğum hu kararı, bir nefeste yok etti; sözleri bana yaşamak kuvveti verdi, hakikatin leziz çeşnisinden, tattırdı. Yalnız ve yalnız Meryem’i gönlümden silemedi Bu da onun kudretsizliğinden değil, benim iradesizliğimdendır.
Yusuf’un gönüllerde uyandırdığı şevkten ve sermedi hayattan haberdar olsan, ona, gönlündeki suzişin şiddetinden, ayaklarınla değil, başınla koşup giderdin.
İşte amca benden istediğin makûl cevabi İstersen daha söyleyeyim.
Fakat Zeyyad yeğeninin bu hitabesinden, fikirlerini değiştirmemiş bilâkis, Hamza’nın büyülendiğine hükmetmişti. Gene hekim amcasının muannid [inatçı, inat eden.] sükûtu karşısında Yusuf’un bir sözünü hatırladı. O, “insan, kendi manasını, kendi cinsiyetinin cazibesini bulduğu kimselerin sözünden müteessir ve mütehassis olur, demişti. İşte Hamza ile Zeyyad’ın aynı nesebden olmaları da ruhî ihtilâflarına mani olmuyordu.
gene adam bunu düşünerek amcasına baktı. Gerçi Zeyyad artık yeğenine mukabele etmiyor, cevab vermiyordu; fakat odanın içinde titiz ve asabî adamlarla dolaşması, kendisine lâkırdı anlatmamasının mecbur ettiği sinirli bir sükûttan başka bir şey olmadığını genç adanı anlıyordu. Belli ki Zeyyad Yusuf’a kızdıkça kıyıyor ve onu ortadan kaldırmanın bir çaresini arıyordu.
Zeyyad, yeğeninin söylediği yüksek sözlerin mevzii değildi.
Onun için Hamza, sözlerinin aksülamelinin amcasında galiz hisler şeklinde tecelli ettiğini görerek, keşki bu duygusuz adamla konuşmasaydım, diye teessüf ediyordu.
Gitmek üzere ayağa kalkacağı sırada, kapıda beliren bir köle, saray haznedarı Ebukasımın ziyarete geldiğini haber verdi. Zeyyad, esasen Yusuf bahsinin istemediği bir şekilde devam etmesinden bunalmıştı. Misafirin gelişini bir nimet telakki ederek köleye :
        Buyursun ! dedi ve geçip yerin oturdu.
Haznedar Ebukasım kalender bir adamdı. Boş vakitlerinde basit şiirler yazar, etliye sütlüye karışmaz» her kesin itimadını kazanmış hoş meşreb ve neşeli bir adamdı.
Herkes ona derdini söyler, fakat o, kimsenin sırrını kimseye söylemezdi. Yegâne zaafı kadınlardı. Memlekette en çok karısı olan Ebukasımdı.
Zeyyadın hem çoçukluk arkaşı, hem de aşağı yukarı meslekdaşı idi. İkisi de uzun senelerden beri sarayda bulunmuyorlardı.
Ebukasım içeriye her vakitki gibi bol neşe ile girdi. Fakat Zeyyad’la Hamza’nın birer köşeden cansız birer heykel gibi kalkarak kendisini somurtmuş yüzle selâmlamaları, ona, bu odanın bir az evvel bir mücadeleye sahne olduğunu haber verdi.
Sır söylemek için Ebukasımdan korkulmazdı. Zeyyad nihayet kendisine müzaharet edebilecek bir arkadaş bulmakta bir az canlandı. Bu inatcı gence belki o müessir olabilir, artık kendisinin anlatmakta âciz olduğu şeyleri o ikmal edebilirdi. Zeyyad’ın demindenberi kendisine yardım etmeleri için yalvardığı putlar, işte ona Ebukasım gibi bir yardımcı, eski bir dost göndererek müzaharat etmişler, taaruz cebhesini kuvvetlendirmişlerdi.
Haznedarın, dost bir alâka ve ısrarla “ neniz var, söylesenize ne oldunuz?,, Diye soruşlarını Zeyyad fırsat bilerek, biraz evvel Hamza’ya Yusuf hakkında söylediklerini, daha heyecanla, daha hararetle anlattı.
Hamza, amcasının sözlerini ses çıkarmadan dinlemişti. Ne desin, ne söylesin ki bu adam taşdan da berbad bir inad gösteriyordu. Söz anlamakta taş, bu adamdan daha kabiliyetli idi; zira hiç olmazsa o, akılla mücehhez değildi.
Zeyyad sözlerini tamamlayarak, arkadaşının cevabını beklerken mesut ve rahattı. Hamza’nın mağlubiyeti ona şimdiden ölçüsüz bir zevk veriyordu.
Ebukasım ciddileşti ve dedi ki :
        Bilirsin ki Zeyyad, ben kimsenin sırrını kimseye anlatmam. Fakat bende bir sır vardır ki, sahibinin izni olmamakla beraber onu size anlatacağım. Öyle tahmin ediyorum ki bu vakanın delâlet ettiği hükümler, size bu mesele hakkında kâfi bir kanaat verecektir.
Ne tuhaf, Ebukasım Hamza’ya değil Zeyyada hitab ediyordu.
İyi ki gelmişim dostum Zeyyad.. çünkü bu hususta seni tenvir edecek bilgilerim vardır.
Ben Yusuf’u çok eskiden tanırım.
Evvela şunu söyleyeyim ki, benim bildiğim Yusuf, senin bildiğini zannettiğin Yusuf’tan bambaşkadır. Ben onun merd, alicenab, hayırhah, cömerd ve cevval bir zekânın sahibi olduğunu biliyorum. Putlara kurban kesib kesmemesi beni alâkadar etmez ; o kendi bileceği bir iştir.
Bu sözleri Ebukasım mı söylüyordu ?
Zeyyad kulaklarına inanamıyor, hiddetini, hıncını belli etmemek için avurdlarını ısırıyordu.
Ebukasım, başladığı söze telâşsız, emniyet ve itidal dolu olan bir sesle devam etti •
Yusuf’u bana tanıtan, bir vakadır. Bundan hemen yirmi sene evvel bir gece sabaha karşı bir eğlenceden dönüyordum. Yolda iki kişiye tesadüf ettim; birisi yaşlıca, değeri çok gençti.
Yaşlıca olanın yedeğinde bir deve vardı; hem yürüyor, hem de bağıra bağıra ağlıyordu. Gene, ona yavaşça bir şeyler söylüyor, fakat bir türlü susturamıyordu. Tabiî gece yarısı bu garib manzara beni alâkadar etmiş olduğu için bir türlü çekilip gidemiyordum. Meseleyi anlamak için içimde iyice merak uyanmıştı. Deveyi çekenin ağlamasını bahane ederek yanına sokuldum.
        Arkadaş, ne oldun, çocuğun mu öldü, niçin ağlayorsun ? dedim.
        Daha beter., keşki çocuğum ölseydi de, bu işi yapmasaydım! Adamın bu cevabı büsbütün merakımı arttırdı. ‘Yanındaki gene, mütemadiyen onu susturmaya uğraşıyor, fazla bir şey söylemesine mani olmak için kolundan çekerek benden uzaklaştırmaya çalışıyordu. Öteki ise hâlâ bir çocuk gibi ağlayarak:
        Söyleyeceğim, söyleyeceğim., bütün memlekete ilân edeceğini ! diyordu. Nihayet sert bir hareketle kolunu gencin elinden kurtardı, süratle yanıma koştu. Sanki genç arkadaşı, sözlerini dudaklarından kapacak, söyletmyecekmiş gibi acele ile ağzını kulağıma yaklaştırdı. Zavallının halinden, kuvvetli bir huhran geçirdiği belli idi.
        Dinle beni yolcu, iyi dinle ! sen dinlemezsen, dağa, taşa söyleyeceğim ! Dinle, beni bir insan gibi dinle ve hakkımda hükmünü ver ! dedi.
Şu gördüğün genç, Ebüşşettar aşiretinin reisi Malik bin Halimin oğlu Yusuftur. Ben de bu gece bu delikanlının devesini çalmak istiyen hırsızım ! Bir az evvel bahçeye girdim; tam hayvanı alıp götüreceğim zaman duyuldum kaçmaya vakit bulmadan yakaladılar. Köleler, başıma, sırtıma vurdukları yumruklar, tekmelerle beni sersemlettiler. Bizim gürültümüz bütün evi uyandırmış olacak ki, bu genç te geldi. Uşaklardan hâlâ dayak yiyiyordum. Onun sesi bağırarak araya girdi :
—Ne yapıyorsunuz?, biçare adama ne vuruyorsunuz ? O benim adamımdır; ben onunla bu gece gizlice bir yere gidecektim, uyumuş kalmışım; kabahat bende, bırakın onu, bırakın!, dedi ve beni uşakların elinden kurtardı.
Neye uğradığımı, ne söyleyeceğimi, ne yapacağımı şaşırmıştım.
        Sen bir az dur ! diye, beni bıraktı ve hemen giyinmiş olarak yanıma geldi. Ses çıkaracak halim kalmamıştı. Evin civarından uzaklaşınca bana bir kese uzattı : “ Bundan sonra rızkını helalden ara; bir şeye ihtiyacın olursa gel benden iste, deve de senin olsun!,, dedi.
Bu gencin üluvvü cenabı beni bitirmişti; ayaklarına kapandım kendisini evime çağırdım. Geldi, benim gibi bir hayduttan korkmayarak geldi. Beşikte uyuyan oğlumu sevdi. Ona bir misafir gibi kahve pişirdim, içti; sanki kırk yıllık dost imiş gibi benimle hep başka şeylerden konuştu. Gene bir misafir gibi izin isteyerek kalktı. Ben, deveyi de, parayı da geri vermek için yalvardım, yakardım, razı edemedim.
Sen söyle, sen hükmet ey yolcu ne yapayım? diye ellerime sarıldı.
Benim kim olduğumu bilmediği halde bu namus lekesini tereddütsüz söyleyen şu adam, hakikaten dediği gibi, onu dağa taşa ve bütün âleme ilân etmekten çekinmeyecek kadar ruhen altüst olmuştu.
Ne söyleyeceğimi şaşırmıştım. Yusuf’a dedim ki :
        Delikanlı, deveni geri almazsan, bu adamın ev halkında uyandırdığı şüphe, teeyyüd [Kuvvetlenme. Kuvvet ve metânet bulma. Te'yid olunma. ] etmiş olur. Para onda kalsın, senin dostluğun bundan sonra ona yüz deve satın alır..
Yusuf, bu ısrar üzerine devesini aldı. Adamı orada? ağlayarak terk ettik, Yusuf la beraber yolumuza devam ettik. O, bu İnsanî hareketini unutmuş gibi, hakikaten hırsızın da bir az evvel söylediği gibi hep bu meseleye temas etmeyen şeylerden konuşmak istiyordu. Ben de hiç olmazsa onu evine kadar takib ederek bir az olsun konuşmak, bu ulvî hareketini izah edecek söz zemini arıyordum. Nihayet dedim ki
 — Ben, saray memurlarından Ebukasımım, müsaade eder inisin arasıra sana geleyim ?
        Hay, hay., fakat bir şartla : bu geceki vakanın sırrı, üçümüzü tecavüz etmeyecek! Yusuf bunu tebessümle, adeta rica ederek söylemişti.
        Peki, dedim. Fakat bu ulüvvü cenaba seni sevkeden nedir ?
        Cemiyete bir insan kazandırmak gayesi...
Eğer bu adamda kötülük aslî değil de arızî ise, onun bu illetini tedayî etmek için şu acı ders, kâfidir.
sh: 175- 184
**
O zaman şüphe yok ki, bu adamı hem dünya ka­zanacak, hem de o kendini ve Yaradanın sevgisini ka­zanacaktır. Ben ortada bir âletim. Bana da, iyiliğe ve­sile olmanın zevki yeter:
Fakat o, eğer anadan doğma bir kör veya sağır gibi bu derdle mayalanarak yaradılmış ise, onu kimse iyi edemez. Maamafih bana düşen, vazifemi yapmak­tır, ötesini Yaradan bilir. Belli olmaz ki, iyi fena olur;, fena da iyi olur. Yani fenalığı ariyet olan, bir vesile zuhur edince bu fenalıktan kurtulur. Keza iyiliği ariyet olan da gene bir sebep zuhur edince bu iyilikten tecerrüd [sıyrılma, soyunma, çıplak olma. ] edebilir.
Mademki insan olarak yaratılmışız, o halde insaniyetin icabatiyle hareket etmek ve etrafımıza faydalı olmak, bizim için bir hilkat ve limanlık taahhüdüdür.
Beşeriyet basamağı yüksek bir merhaledir; büyük nimet ve fırsattır. İnsan, elinden gelen her iyiliği, bu fırsatı bulmuşken yapmalıdır. Bu basamağa yükselmiş­ken mevkiinin kadrini bilmemek, ruhun nuranî çehre­sini çamurlu örtülerle perdelemek yazık değil midir?
Eğer insan öldüğü vakit cisminin, hevasının, iktizaları­nın galebesile giderse, insan şekli de gaybolup türlü türlü hayvan şekline girer ve o şekillerde muazzeb olur.
İnsanın dünyaya gelişi, birçok taahhüdlerin, vazi­felerin hamili olması demektir. Benim o adama karşı yaptığım muamele, bu vazifelerin içinden küçük bir numunedir. Buna o kadar büyük bir mahiyet verme­yiniz!
Yusuf, bu yüksek hareketini tabiî göstermek için sözü, başladığımız noktaya çevirmişti. Maalesef evinin kapısına da gelmiştik. Tan yeri yavaş yavaş ağarıyor­du. Birden bire susmasıyla tatlı bir rüyadan uyanmış gibi esef ettim.
İşte dostum Zeyyad, şimdiye kadar, bu vakayı kimseye söylemedim. Fakat onu bir an da unutamadım.
Bu garib maceranın sonunu takib ettim. Sonra bu hırsız, vaka gecesi uykuda Yusuf’un okşadığını söyle­diği küçük oğlunu ona sattı. Bu çocuk, el’an Yusuf’un yanında bulunan Mahbubdur. Belki de babasının ma­cerasını bile bilmez. Mahbubun babası oğlunu Yusuf’a verdikten sonra, kendi de o kapının en vefakâr bir dostu oldu. Yusuf en mühim işlerini bu adama emni­yet eder, yaptırırdı. Zavallı beş altı sene evvel öldü.
Bu vakadan sonra Yusuf’u ziyarete başladım. Bazı bazı o da bana gelirdi.
Kasem ederim ki, onun bir sözü, bir bakışı, put­lara kesilen yüzlerce kurbandan daha tesirlidir.
Bir gün Yusuf’un evine gitmiştim. O, karşısına, önüne gelene kafa tutan zorbalardan birini almış na­sihat ediyordu.
Adam, bir meseleden dolayı suçlu idi. Fakat ken­dini kurtarmak için :
Ne yapayım vaz geçemiyorum; Allah beni böy­le yaratmış, yapmamak elimde mi? diyordu. Yusuf ta ona :
Bak oğlum, diye sokaktaki bir inek pisliğini gösterdi ve:
Dikkat ettim, şu pisliğe dünden beri kimse bas­madı, dedi. Onları bu pisliğe, iyiyi fenadan temyiz et­tiren cüzî irade bastırmıyor. Çünkü bastıkları takdirde ayaklarının kirleneceğini biliyorlar. Fakat şuradan, iki üç yaşında küçük bir çocuk geçse idi, o basar, belki de onunla oynardı bile... Çünkü ondaki cüzî irade kabili­yeti inkişaf etmemiş bir haldedir. Bu harekette o ma­zurdur. Fakat madem ki sen çocuk değilsin, fark ve temyiz edecek kabiliyetin var, bir pisliğe bile basmayıp atlıyorsun, o halde neden, fenalığı yaptıran Allah­’tır, diyorsun ? Bu huausta da iradeni kullansana.
Bak meselâ, maişetini temin etmek, para kazan­mak için türlü türlü zahmetlere katlanıyor, keza zev­kin için gözünü daldan budaktan esirgemiyorsun. O halde, fenalık yapmamak hususunda da kendini zorla sana Allah, iyi niyetle hareket edenlerin yardımcısı­dır. Fakat evvelâ senin feragat göstermen şarttır.
İnsan tıpkı bir gemi kaptanı gibi kendi dümenini idare edici ve işine gelmeyen şeylerden baş döndürücüdür.
Söylediğim gibi bir pisliğe, bir uçuruma basmak ve atılmak istemez. O kimsenin bir pisliğe basması, bir çukura atılması için ya yürürken başka bir tarafa bakmış olması, yahud da âmâ olması lâzımdır.
Hâlbuki fenalık yapanlar, yani bu pisliğe bile bile basanlar, uçuruma göre göre atılanlar, bu mülevvesat [kirli, bulaşık. ] ile melûf olanlar, iradelerini fenalık cihetinde kulla­nanlar, ve yahud iyiyi fenadan tefrik ettirmeyen manevî körlüğe mübtelâ olanlar gibidir. Yahudda cismen bü­yümüş oldukları halde ruhen inkişaf edememiş, çocuk kalmış ahmaklardır.
Suçlunun başı gittikçe öne düşüyordu. Onu mevcutiyetimle büsbütün mahcub etmemek için, bu muha­verenin sonunu feda ederek dışarı çıktım...
Benim çocukluk arkadaşımsın Zeyyad.. Onun için sana acırım, Yusuf’a töhmet koymaktan vaz geç, ken­dine yazık edersin. Çünkü öyle temiz bir adamı it­ham etmek, kendini yakmak demektir. Tavsiye ede­rim biraz gururundan fedakârlık yap, onu davet et, yahud kendin git evinde gör.. Emin ol ki onu görmek, hakkında beslediğin bütün fena hislerini tekzib edecek ve seni sana kazandıracaktır. Yusuf herkese karşı şef­katle mütehassistir; eğer, kendisi hakkında beslediğin menfî hislerden haberdar olsa, seni bu yanlışlıklardan kurtarmak için bizzat gelip düşüncelerini tashih et­mek isterdi.
O, kin ve intikam bilmez. Bu yüzden kendi de, et­rafındakiler de daima müsterih ve sakin yaşarlar. O, ne sevilmekten sevinir; ne de sevilmemekten yerinir.
Onun insaniyete hizmeti, herkese dürüst ve sağlam ahlâk aşılamaktır. Bilhassa o, bu hayatın sonu kabirdir öteki hayatın ise başı kabirdir. Allaha sevgili olmak isteyen güzel ahlâk sahibi olsun. Çünkü bütün amel­lerin en iyisi, güzel ahlâktır; insanların hayırlısı güzel ahlâkı olanlardır, der.
Sen onu görmedin Zeyyad o halde sus, söylenme. Onun vücudu baştan ayağa bir mucizedir.
Zeyyad artık herkesten korkacaktı. Çocukluktan beri tanıdığı Ebukasımın Yusuf hakkındaki düşüncelerini bugüne kadar bilmedikten sonra, artık kime başvurabilir, kime dert yanabilirdi? Demek ki memlekette kimin hislerini yoklarsa, kimin içini araştırsa, mutlaka Yusuf’un muhabbeti çıkacaktı?
Zeyyad kendi kendine: Keşki dilim tutulaydı da bu herife derd yanmayaydım diyordu.
Ebükasım, sözleriyle mütemerrid arkadaşını yumuşatamadığını hissederek, burada daha ne duruyoruz, der gibi Hamza’ya baktı. Gene hekim de bu bakışı bekliyormuş gibi haznedarın sözlerine bir kelime bile ilâve etmeden ayağa kalktı. İkisi de Zeyyad’ı selâmla­yarak müsterih ve pür zevk, kapıdan çıktılar.
Mermerden bir heykel gibi hâlâ yerinde donmuş duran Zeyyad, onların bu gidişiyle, kırbaç yemiş gibi yüzünü buruşturarak olduğu yere çöktü.
sh:184-188
**
Sus Hamza, ileri gitme.. İşi, dedikoduya dö­küyorsun. Başkasının aybını ne dilinle söyle, ne de içinde tut !
Kaç kere bunu sana söyledim, bir türlü bu huyun­dan geçmiyorsun.
Hasılı ne kimseden incin, ne de kimseyi incit, elinden geliyorsa onları doğruluğa çek, muvaffak olamayacağını anlarsan sukût etti. Bu biçare, aklının kendine kâfi olduğunu zannederek hakikatten istiğna gösteri­yor. Halbuki, akıl da yaradılmıştır; Hiç yaradılmış olan şey, Yaradan; görebilir mi ? Amma o, ben hakikat istemiyorum hayvan gibi yaşamak benim için daha hoş, derse, pek âlâ! Dünya hayatından sonraki ha­yatta asıl hayvan olmayı nazarı itibare aldıktan sonra ona kim ne der? Eğer hakikatin nuru vücudu sararsa, akıl onunla kuvvet bulur, onunla nurlanır, ancak o zaman Yaradanı görmek nasibini bulur. Yoksa aklına itimad gösterip, onun her şeye kadir olduğunu zan­neden kimsenin yanılması tabiîdir.
Tekrar ediyorum Hamza, kimseyi ayıblama. Hayrı bilmeyip kötülükle yoldaş olan insanlara acı, onların iyiliğine ve kendinin de onlar gibi olmamana dua et. Bir insanın, insaniyetin manasına erişmemesi ne kadar hazindir.
O kimse, iyiliği iyilik olarak tamsa, onun muka­vemet kırıcı güzelliğine tahammül edemez derhal müncezib olur. Mukadderat iyiyi bir anda fena, fenayı da gene bir anda iyi edebilir; insan kendinden zuhurunu gördüğü hiç bir hayrın hakikî sahibi değildir. İnsan mukadderatın müsehharıdır ve mayesi âcizle yoğrulmuştur. Evvel de âhır da âciz olduğunu bilen kimse ne bahtiyardır! Aciz olduğunu bilmek insanı her iki dünya da da bâlâter [Pek yüksek, daha yüksek. ] eder. Hakikî zevk, aczini bilmek ve Yaradanın büyüklüğü ve kudreti karşısında hayret­ten hayrete düşmektir.
Yoksa esaretten ibaret olan beşerî zevkler, zevk değildir.         ,
Maksad her umurda Allaha karşı aciz ve iftikar göstermek ve her şeyde onu görmektir. Bütün ibadet­lerin manası  budur Hamza. Allah Teâlâ’ya muhtaç olan, bü­tün ihtiyaçlardan kurtulmuş olur; dostu Allah olan, bütün düşmanlardan emin olmuş olur...
Bir hikâyecik vardır, sözümü onunla bitireyim: Bir deve ile yavrusu, sahibinin yedeğinde gidiyorlarmış. Yavru pek ziyade yorulmuş, annesine: pek yorgun düştüm, şuraya otursak ta biraz dinlensek, demiş,, De­ve cevab vermiş : Çocuğum görmüyor musun yularım kimin elinde? Eğer bu yular kendi elimde olsa buralara kim gelirdi? demiş. Onun dediği gibi, mukadderatın ipi de, herkesi ne tarafa çekmeği kararlaştırmışsa, oraya götürüyor.
sh: 189-191
**
Meryem Yusuf’un odasında bayıldığından beri, Yu­suf da, Meryem de, inkâr edemedikleri bu aşkı taziz ediyorlardı. Meryem’in Yusuf’a akan, Yusuf’a giden aş­kının kaynağı gene Yusuf’tu! Meryem, onun aşkı huruşundan [Coşma. Gürültü. şamata. Tel ] kopmuş bir parçadan başka bir şey değil­di ki....
Ummandan ayrılan bir katra, bir müddet bulutlar da, ırmaklarda çaylarda seyretse de, akibet varacağı son merhale, gene denizden başka neresi olabilir ?
Meryem arasıra kimseye görünmeden Yusuf’a geli­yor, Sudenin yardımının bu yolda da büyük kıymeti oluyordu. Meryem’e, Yusuf’un evde yalnız olduğu gün­leri hep o haber veriyordu.
Sude, fedakârlık ve feragat sahibi güzel kadın, ha­yatının en müşkül safhasını yaşıyor, bizzat Meryem’in aşkına hizmet etmekle, feragatin en müşkülüne katla­nıyordu. Fakat o, bu gönül bacını, akla hayret veren bir soğukkanlılık ve vazife hissi ile ödüyordu.
Sude’nin vücudu, tecessüd etmiş feragat ve hayrın kendisi idi. Genç kız ona, minnet ve şükranın fevkinde bir hisle mütehassisti. Meryem için Sude, samadanî bir deva idi.
Meryem’in elleri, Yusuf’un elleri içinde yanıyor; başsız ayaksız sözleri, seke seke yürüyen yaramaz bir çocuğun ordan oraya atlayışı gibi dudaklarından dökü­lüyordu. O söylüyor Yusuf dinliyor; Yusuf söylüyor, o dinliyordu. Nihayet Meryem bu kesik sözlerden vaz­geçerek :
Yusuf, sana bir şey soracağım, bana ruhun bu dünyaya neden geldiğini söyler misin ? Dedi.
Dinle Meryem, vücudda iki türlü ruh vardır. Biri ahlâtın letafetinden hasıl olandır ki, bu, hayvanı ruhtur. İkincisi de ilâhi ruhtur ki, bedenden zuhur eden letafet, fesahat, belagat, ilim, sanat, marifet, her ne varsa, hep bu ruhun malıdır.
Bir binayı kurmak için, nasıl malzeme, taşlar ve­saire lazımsa, bu hakikati anlamak için de lâzım olan itibarî varlığından tecerrüd [sıyrılma, soyunma, çıplak olma. ] etmektir. Çünkü bu işte en büyük gaye yokluktur, işte o vakit gizli olan asıl varlığını gözle de görürsün.
Yusuf susmuştu.
Bu kadar mı söyleyeceksin Yusuf? Herkesle o kadar derin ve uzun konuşuyorsun da..
Seninle konuşmaz olur muyum Meryem? Söyle, ne istersen söyle de konuşalım...
Sözlerin beni tahmin etmedi, tahrik etti; bana ruhun, bu endaze ve hesaba gelmeyen safînin,[ saf, temiz, pâk, duru. ]  bu ke­sif cisme mübdelâ olmasının, orada karar etmesinin sebebini söyle !
Yaradan, ruha cesed âlemine gelmek ve orada ülfet ve karar etmek için şevk ve muhabbet verdi ve dedi ki :
Ey ruh, sana seyr ve sefer etmek gerektir. İstical [Sonraya bırakılmasını istemek. ] et ki seferde yoldaşın benim yardımımdır. Korku ve muhataralarda koruyucun gene benim muavenetimdir. Ey ruh, ayrılık gamını tatmamış kimse, birlik zevkine ulaşamaz.. Hemen git ve bil ki her durakta sana ben yol göstericiyim. Senin vücudun daima benim kudre­tim ve iradem elindedir.
Biçare ruh bu füsun ve kıssaları işitince, ihtiyarsız olarak birlik âleminden hareket edip kalıba ve dünya yuvasına ülfet etti. Bunların çokları da, geldikleri yeri, asıl vatanlarını unutarak hüsranda kaldı.
Ruhtan, söz ve lisanla haber vermek mümkün de­ğildir Meryem . Şunu söyleyeyim ki safî ve mücerred ruhun bedene taallûk etmesinde birçok faydalar vardır. Bir manayı, harf ve savttan uzak iken, bir harfe bağ­larsın hatta o harf lâfz ve savtu getirip, fikrinin mahzeninde mevcud olan mana ve muradları muha­taba bu suretle bildirirsin. Çünküharf, savt ve lâfızsız, manada zuhur yoktur. Bir mimar da bir binayı kurmak için evvela onu çizer; yani dimağındaki manayı bir şekle kaydettikten sonra onu tatbik eder.
Sen de mücerred manayı ve mukayyed olmayan nefesleri, harfe ve lâfza bağlamıyor musun ? Bunu şüp­hesiz bir fayda için yapıyorsun değil mi ? Madem ki ruh, mücerred mana gibi iken onun bedene gelişinin sebebini soruyorsun, o halde, sözü işitmeye samia [Duyma, işitme duygusu, işitme kuvveti.] kuv­veti lâzım olduğu gibi, senin de bunu anlaman için kalb kulağının açık olması lâzımdır..
Biz insanlar, bir fayda ve lüzum görmesek, bir manayı bir kelimeye talik etmez ve zamirimizde olan manayı, harf ve kelime vasıtasıyla âleme söyleyemez­dik. Madem ki mahlûk iken bizde bu fayda görülmüş oldu. O halde Yaradan’ın, mana âleminde olan ruhları dünya hayatına getirmesinde niçin fayda görülmesin? Ruhun bu toprağa taalluk etmesinde bir fayda da budur ki, insanın kalıbı zemininde bir istidad vardır ki, ruhaniyet tohumu, cisimler tarlasına saçılınca öyle aşk gülleri hâsıl olur ki, akıl, onun miktarını idrâk edemez ve hesabını bilemez. Her ne kadar ruh, birlik âleminde de zevkte, izzet ve şerefle idiyse de, bu istidadının tamamı, insan cesedine taallûk edip, cisim zemininde tekâmül ettikten sonra hasıl olur ve aşk lezzetinin kemali de, müfarekatın [İki şeyin veya iki kişinin birbirinden ayrılması, uzaklaşma biryeri bırakıp gitme] acılarını çektikten sonra duyulur.
İnsanın sair mevcudattan mümtaz olması da, onda Allah Teâlâ’yı görmeye kabiliyet olmasındandır. Binaenaleyh insan, Allah Teâlâ’yı görendir. Onu görmeyen göz, göz olmaz ve göz derecesine çıkmayan insan da insan olmaz.
Ruhun cesede gelmesindeki faydayı sana bir mi­salle daha izah edeyim Meryem..
Meselâ, safî billûrda, bakanın yüzü temessûl [benzeşme, cisimleşme, şekillenme; birşeyin bir yerde suret ve mâhiyetini aksettirmesi. ] eder mi? Aynanın bir yüzüne kesafet gelmedikçe, o gösterici olmaz. Bunun gibi mücerred ve safî ruhlar da, ayna­nın arkasındaki kesafet gibi, cisimler kesafetiyle birleşmedikçe, onda, Yaradan’ın rabbani kemali görünmez.
Demek oluyor ki, safî ruhlar ve görünmeyen İlahî vasıflar, insan cesedinde zuhura geldi ve bu vücud aynasında yüz gösterdi.
Ruhun cesede gelmesinde sayısız faydalar vardır; saymakla bitmez ki Meryem...
Safî ruh bedene gelmekle kemal tahsil eder; zira onun vücudunda bilkuvve olan hasiyet, cisimler âle­minde file gelir ve sabit olur.
Hâsılı ruhun bedene gelmesi, Allah Teâlâ’yı kemaliyle bil­mesi içindir. Her ne kadar birlik âleminde de onu istidadı kadar bilip ikrar etmişse de, icmali bilgi ile ikrar eylemiştir. Tafsili ve bilgili ikrarın yeri, tabiat âlemidir. Esasen tabiat, Allah kelimesinin şahsiyetin­den ibarettir. Ruhun cesede gelmesinde fayda yoktur, diyen kimseye “o halde sözün de söylenmesinde fayda yoktur, niçin söylüyorsun? demek, kâfi bir cevabdır.
Bu insanların kalıplarına ve mükevvenatın suret­lerine bak ki, bunların her biri, kendinde mevzu olan manaya delâlet eder. Eğer bilgin varsa bilgi sahipleri­nin, öteki dünya, dediklerini bu âlemde görürsün ve Allah Teâlâ’nın bu suretten ne murad ettiğine vakıf olursun.
Allah görülmez, derler; öyle şey olur mu?
Sen de göz olduktan sonra, Allah her yerdedir. Bütün bu mükevvenat o dur. Ondan başka bir şey yoktur ki, gö­rülmemiş olsun ! Akil olan kimse, görülmemiş Allah Teâlâ’ya tapmaz, Çünkü hak, halktır gözün varsa; halk, haktır, aklın varsa...
Yusuf Meryem’in fazla bir şey söylemesine mey­dan bırakmadan devam etti :
Meryem, sen beni okuyan ve anlayan sevgili bir vücudsun. Senin bana aşkın, bende aşkın mutlak zuhurunu gördüğün içindir; benim sana aşkım da, sende kendimi gördüğüm içindir.
Sen o kadar ben olmuşsun ki çok defalar sende söz söylenecek vücud bile göremem. Ben seni müşkülâtsız fethettim Meryem.. Aşk seni evvelden pişirmiş, hazır bir hale sokmuştu. Onun için seni ilk hamlede yanımda ve kendi canımda buldum. Seni henüz gö­zümle görmediğim zamanlarda da daima benimleydin !
Dün Hamza gelmişti. Yalnız senden bahsetti. Gü­zel Hamza aşkı yalnız senin vücudunda ezberlemiş ve senin cismine, yani cisme mukayyed bilmiş. Halbuki aşkın hakikati ona üryan olarak yüz gösterse, onun içinde cilve eden ne Meryemler görür ve bu tuğyan içinde garg olup giderdi.
Maamafih [bununla beraber. ] ona, sana söylediğim şu hakikati söyle­medim. Esasen söylesem de anlamazdı; nasıl ki şimdi­ye kadar bu yolda ne söyledimse anlayamadı.
O senin güzel gözlerinin, harikulade endamının, hasılı cisminin meftunu... Sen de bunların zevalini gör­se, bu aşkın da zevali mukarrerdir; çünkü onu avlayan, sırf bu geçici sermayedir. O, sendeki cismi ruha, ruhu cisme mezceden, menbaını aşk göklerinden tutan öl­mez aşkı görmedi. Halbuki aşk budur Meryem! Fakat Hamza da mazurdur, zira o henüz, madde dünyasının arızalarıyla kösteklenmekten kurtulamamıştır.
Hâlbuki aşkın hakikatini bulmak için bütün bunlar­dan kendini sıyırarak ok gibi fırlaması, tabiatın mütenahî hududunu aşıp, aşkın intihasızlığına [sonsuzluğa] atılması lâ­zımdır. Hamza bu hususta istidadsız olmamakla bera­ber kendini tabiatın pençesinden kurtaramıyor.
Hakikî aşka sahib bir vücuddan hikmet ve hakikat tefeccür [Yerden su kaynayıp akma. * Tan yeri ağarma. * Çatlama, yarılma. ] eder. Perakende kuvvetleri, duyguları, aşkın lâyemût ve tevhidkâr kudretinde temerküz eden vücud, nihayetsiz surette kudretlidir. Eğer Hamza da bu kuvvete malik olsaydı, sana aşikâr olan hakikatin, ona da yüz göstermesi icab ederdi.
Hâlbuki seven ve sevilen birbirlerinin hakikatim bilmedikçe, aşk, sırf tene müteallik ihtisasattan ibaret kalır. O kimseyi savdığının kaşının, gözünün verdiği zevk avlamıştır; halbuki onu avlayanın hakikatte Yaradan’ın o vücuda akseden güzelliği olduğunu bilmez. Şu bastığın topraklar içinde ne kadar güzelin gözü, kaşı, yanakları ve endamı vardır.
Dünyada ne kadar güzel şeyler varsa, hep Yaradan’ın nurudur. Manayı bırakıp şekilden güzellik gö­renler, her türlü şeklin geçici olduğuna göre, şüphesiz sonunda hüsrana atılırlar.
Maamafih Hamza’da senin cinsiyetinden bir zerre olmasaydı, o senin maddî varlığını da sevemezdi. Zira her incizab, kendi benzerine tesadüfün neticesidir, in­san, kendi manasını gördüğü kimselerin meclûb ve mec­zubudur ve bir kimse her neye meylederse, o şeyle aralarında gizli bir ittihad olduğu muhakkaktır.
Meryem’in Yusuf’a bakan gözlerinde iki ateş yol sü­zülerek iniyordu.
Niçin ağlıyorsun Meryem?
Sen bu vücud değil­sin ki... Bu vücud, akan suya çeşmedir. Su kesilince çeşmenin ne hükmü kalır?
Hamza o çeşmeye, Yusuf ta suya gönül verdi. Bir gün olup çeşme yıkılıp, berrak ve lâtif su, bir zaman için toprak altında mestur kalsa da, suyun cuşişi [Kaynama, coşma. ] tekaza [sıkıştırarak] ederek başka bir yerden fışkı­rır. Böyle leziz ve saf suya çeşme eksik olur mu Mer­yem ?
Meryem de ölümü düşünüyordu. Artık ölse de ne gam ? Aşk bu vücudu ebedî bir kaftan gibi sarmış, Meryem bu ateşin içinde yanmış, yanmış erimiş...
Bir el, varlığını örten bu ateşin kaftanı çekip alsa Meryem’i altında bulamayacak. Ancak bu boş örtünün içinde aşkın ebedi ve nuranî çehresi belirecek...
Meryem’in Yusuf’un yüzüne takılı duran gözlerinden hâlâ büyük yaşlar düşüyor.
Yusuf ona tekrar soruyor.
Niçin ağlıyorsun, söyle bana Meryem ?
Korkuyorum Yusuf I
Neden, kimden korkuyorsun?
Senin için korku kaldı mı ?
Kimseden korkmuyorum. Cihanda benim için kimse yok ki... Herkes, herşey sensin. Cihanın varlığı nedir?
Ben bu serabî ve itibarî cemiyet bünyesinin nesinden korkayım ?
Esasen bana şimdiye kadar on­lardan ne müsbet, ne de menfî bir seyale, bir duygu geçmedi. Ben insanlarda vücud görmedim ki, onlardan mütezevvik [Zevk ve safâ eden. * Tadına bakan. Birkaç defa tadan. ] veya müteessir olayım...
Bir ağacın rüzgarla ileri geri sallanmasına kızmaz veya gülmezsek, keza hareketlerinde bir ağaç kadar hilkatin fermanını dinlemekten başka kârı olmıyan mahlûka da kızmamak veya gülmemek icab eder. İnsanların hareketlerine bel bağlamak, korkmak, kız­mak veya sevinmek, onların bir mevcudiyet, başlı ba­şına bir varlık sahibi olduğu zannından ileri gelir. Hâlbuki bunlar da, hareketlerinin hâkimi olan bir müte­harrikin arzusuna tabidirler.
Herkes yok. Yusuf! Yalnız, yalnız sen varsın. Ben senden korkuyorum.
Ben korkunç muyum güzelim ?
Sen bilmezsin, benim korkumu, bilemezsin.. Onu anlatmak ta istemem...
Anlat, söyle Meryem.. Benden niçin korkabilir­sin ? Yazık göz yaşlarına, söyle niçin ağlıyorsun?
Ölümden korkuyorum.
Sen mi ?
Hiç Meryem, bu mütekâmil vücud, ölümden korkar mı ?
Ölüm korkulacak bir şey değildir ki... Ölüm, insanın sadık, vefalı bir yoldaşı ve müste­şarıdır. Sen, bu dünyada, ölmüş bir insanın hiç bir şey­le mukayyed olmadan yaşayışının zevkini de bilirsin..
Bana ölümün lezzetini anlatma Yusuf, onu bana bildirdin ve tattırdın. Ben bu ölümden korkmuyorum...
Ölüm nedir bilir misin Yusuf?
Ölüm, sensizliktir. İşte ben bu ölümle ölmekten korkuyorum. Sensiz kalmaktan korkuyorum.
Bir nefes sensiz yaşamak, asırlarca azab çekmek­ten daha yaman, daha korkunç.. Benim sensiz kalmak­tan başka hiç bir korkum yok. Varlığım, hayatım sen­den ibaret.. Kaçacak, sığınacak bucağım sen, gördüğüm bildiğim sade sen! Yüzüme bak Yûsuf! Ben senin bu uslu duruşundan, bu kaçamaklı hallerinden de korkarım. Bak, yüzüme bak da gözlerini göreyim... Ben onların ezelî perestişkârı,[ aşırı derecede bağlılık. Riyakâr gösterişten. ]  esiri, kuluyum. Onlar benim mabudum, mihrabımdır.
Niçin sesin çıkmıyor ?
Söyle, sen: beni aldatmazsın. Söyle, her ne dersen inanacağını. Artık bu sözlerle beni lâübâli etme., bu kadarını söyleyebilmek için her nefesde yüz kerre ölüyorum...
Yusuf düşünceli idi; kızın kirpiklerini süsleyen yaşlara baktı. Başını, hafifçe bu tutuşmuş başa doğru kaydırarak :
Üzülme Meryem.. Sen bensiz kalmazsın !. Çün­kü sen bensin.. dedi.
Kızın hıçkıran başı, Yusuf’un dizlerinde bitab ağladı, ağladı. Sanki bu gözyaşları onu maddiyetinden boşaltıyor, Meryem hafifliyor, lâtif bir cisim gibi dün­yadan Yusuf’un kalbi göklerine doğru yükseliyordu.
sh: 191-200
**
Yusuf bilinmez, Yusuf tarif edilmez, anlatılmaz söylenemezdi ki bu tehalükle gidişin sırrı da anlatılsın.
Meryem, kendine dil uzatacak olanlara: Ey zaval­lılar, ben eğer Yaradan’ın nuru kandili olan Yusuf’a tapıyorsam beni ayıblamayın ki, benim, Yaradanım, imanım, dinim hep aşktır. Onu görmek hayat, onu görmemek ölümdür. Onu görmek en büyük zaferdir, onu görenler, vücutları aşk derdiyle göz kesilmiş olan­lardır. Zulmet, azab, cehennem, ondan uzak olanlar, onu görmeyenler içindir. Gerçi onun da herkes gibi müteayyin bir varlığı vardır; fakat bu çehrenin en bedi hatlarla çizilmiş müvazeneli güzelliği içinde öyle teshir edilmez bir mana gizlidir ki, hiç bir beşer onu fethe muktedir olmamıştır. Gerçi onun da bir sinesi vardır fakat mahşer bu sinenin yanında tenha ve ıssız kalır.
sh: 204
**
Meryem! Benim şikâyetim, hadisattan ve vakıattan değildir. Ben, aslımla olan istiğrakım [Allah aşkıyla dünyayı unutup bütün bütün kendinden geçmek.]şiddetine sed çeken cüdalıklardan [ayrılık; ayrılmış. ] şikâyet ederim. İs­tiğrakın mutlakıyetini hançerleyen şu müteayyin vücuddan şikâyet ederim. Tıpkı kamışlıktan kesilen bir ney gibi, aslında birliğe rnüstagrak olan ruh, burada müteayyin bir nakşın esiri olunca feryad etmeye, tek­rar geldiği yeri aratmaya başladığı gibi.
İnsanın hakikati, kâinat nakşına sebeb olmuştur Meryem... Bu kâinat nakşının meydana gelmesi ve bir nokta gibi mücmel olan mananın tafsil olması için de, insan aslından, bu birlik âleminden koparılıp dünya­ya getirildi. Kudret eli onu aslından koparıp anasıra, bu gurbet diyarına attı..
İşte, mütekâmil ruhların aşıtlarına iştiyakları bu yüzdendir ve bu iştiyak ta ruhun tekâmülü nisbetinde artar.
Aslı ile rabıtası ziyade olanın şüphesiz iştiyakı da o nisbette ziyade olur. Ruh, bu müteayyin vücud içinde mukayyed oldukça cüdalıklardan şikâyeti bir an eksik olmaz.
Birlik, yani asıl âleminde teayyün ve teşahhus [şahıslanma; belirlenme; bir şekil ve kimlik kazanma. ] yok­tu. Ruh, aslından bu vücud âlemine gelinciye kadar geçtiği ecram [Ruhsuz büyük varlıklar. Cirmler. Yıldızlar.] , nebat, hayvan âlemlerinin hiç birinde karar etmedi; hepsinden de bir hatıra ile ayrıldı, işte buradaki şikâyet de, ruhun o acıklı safahatının hikâyesinden ibarettir.
Gurbet, tahassürü müstelzimdir; zira onda sıla has­reti vardır.
Fakat kemale yetmiş insan da, bu şikâyet ve fer­yadını söylemek için anlayışlı bir kulak, kendi gibi aynı duygularla hislenmiş bir vücud ister. O zamirinde yanan bu ateşi ulu orta herkese söylemez.
Gözlerinde nur, kulaklarında öğüt alacak kabiliyet olmayanlar ruhun o büyük derdini ne bilir?
Meryem, sen bana aslımdan bir selâm, bir yad, bir parçasın., ben seninle aram [Durma, dinlenme. * Yerleşme, rahat etme, karar kılma. * Eğlenme. ] eder, dertlenir, hem devalanırım. Sen bana, bu asıldan gelmiş mücellâ bir ay­nasın. Ben bu aynada kendimi görür ve gördüğümü gene kendime söylerim. Ben Yaradan’ın söyleyici kelâ­mıyım. Her şey değişir, her mahsus olan varlık için bir tebeddül ve tagayyür mukadderdir; fakat her asrın her ânın muasırı olan aşk ve hakikat için bu endişe yoktur. Allah daim olduğu gibi hakikât ve aşk ta da­imdir Meryem.
Âlemin tekevvün ve intizamı, aşkın huruşundan [Coşma] ileri gelmiştir. Gökler, yer, ay, güneş, ateş, su, hava toprak hasılı çerçöpe gelinceye kadar ne varsa, hepsi o aşk güneşinin nuruna batmış ve iştiyakı derdine yanmıştır. Ben ancak aslından ayrılmış ve beşeriyet arızalarından kurtulmuş olanların hem haliyim Mer­yem...
İnsan ile Yaradan’ın arasındaki perde, zemin ve asuman değil, kendi varlığıdır. Binaenaleyh bu birliği hasıl etmek, yani Allaha yaklaşmak için insanın var­lığından, yani hayvan! hisleri kayıtlarının esaretinden kurtulup hür olması lâzımdır ki, bu da ancak, kötü ah­lâktan kurtulup yerine iyisini getirmekle olur.
Kötü ahlâk ta nedir bilir misin Meryem ?
Yaradandan seni az, çok alıkoyan her şey!
Kalbi temizleyici ve beşerî ayıpları yıkayıcı şey aşktır. İnsan bunlardan aşk ile kurtulur. Bu feragati ancak aşk yaptırır.
Aşkın mahiyetinde ayrılık ve ikilik yoktur. Lâkin bazı kimsenin, Yaradan’ın aşkına istidadı olmadığından Allah bu kimseleri, gene kendi aşkına istidad peyda etmesi için bir surete mukayyed eder, yani kendi gibi bir beşerin aşkına mübtelâ eyler. Elverir ki bu sureti atlaya bilsin.
Yusuf bir an durdu. Dörtyol ağzını geçmişlerdi.
Yusuf’un avucundaki Meryem’in eli, havanın sıca­ğına rağmen buz gibi soğuktu. Kız bu eli sımsıkı tu­tuyor, kaçmasından korkar gibi incecik parmaklarını bastırıyordu.
Aşk: zarfa ve harfa sığmaz Meryem. O, intihasız bir deniz gibidir, ihata ve misâlden, tefsir ve ta’birden uzaktır. Aşk, halinde olan vicdanî zevki söze getirmek ve söylemek istedikçe, gene kendisi onu ni­şansız eder. Meryem, sana bu gece çok şeyler söyledim artık susalım ve ben de döneyim ne dersin?
Hayır hayır, söyle Yusuf, bir az daha, biraz daha konuşalım. Bahusus aşk faslında sözlerini imsâk etme ki ben ota susamışım., söyle, hep söyle.
Meryem, aşkım! Beni bu hususta fazla söylet­me, endaze ve hesabı aşma ki, aşkın sıcaklığı vücu­dunu varlık âleminden çalmasın.. Senin gül gibi lâtif vücudun bundan fazlasına tahammül edemez; korkarım ki bu dünyadan bağını koparır, birlik âleminin cazibesin? kapılırsın.. Halbuki bu vücud senin değil benimdir; onun bana lâzım olduğunu unutma canım!
Kıyamete kadar sen sorsan, ben de söylesem, ne senin sualin ne de benim cevabım bitip tükenir...
Farkında olmadan mahalle aralarına kadar yürü­müşlerdi. Meryem Yusuf’u hâlâ bırakmak istemiyordu,
Meryem, şimdi bana müsaade et de döneyim, istersen yarın Fırat kenarındaki ağaçlığa gel, orada gene konuşuruz
sh: 208-211
**
Fırat kıyısı, hurdebinî [gözle görülmeyecek kadar küçük, mikroskobik. ] nebatların yekpareleşmiş kesafetiyle o kadar yeşil, o kadar taze idi ki...
Yalnız, murassa bir libas gibi toprağı örten bu ye­şillik, yer yer sürülmüş olduğu için zeminin tabiî rengi görünüyordu.
Daracık vadiyi örten bol ve sık otlar, âdeta iki yamacın arasında yeşil bir dere aktığı hissini veri­yordu.
Bu mücessem lâvhanın içinde iki inek otluyor, diş­lerinin otları muntazam ve yeknesak seslerle koparışı, bu rustaî şaheserin, tabiî ve hakikî musikisini teşkil ediyordu.
Meryem etrafı dinliyor, dinliyor, fakat bu tecessü­süne, muannid ve ısrarlı bir sükût cevab veriyordu. Kızın vücudu zevk içinde hafifleyerek, adeta maddiyetini kaybediyor, bir duman parçası, esirî bir neşe gibi uçmak, yok olmak arzularda karışıyordu.
Nereye, nereye fakat ? Yusuf’un aşk çırağları tu­tuşturan kalbi göklerine çekilmek, orada karar kıl­mak istiyor... Yusuf kimi istese, kimi çağırsa, o vücud, yaktığı gönlünü meşale yaparak yollara düşer. Meryem o »esin davetine, o güzelliğin incizabına mukavemet edecek bir vücud tasavvur edemez ki..
Meryem Yusuf’un kolunu iki eliyle tutuyor, böyle yapmasa hakikaten uçacak, görünmeyen bir el, görünmeyen bir Aleme götürecek gibi geliyordu. Onun için Yusuf ekseri zaman bu gönlün istiğrakı şiddetine ma­ni oluyor, ondaki ezelî iştiyakın, her nefes yelpazele­nen ve tazelenen ateşinin önüne geçiyor, kızı ileri atılmaya bırakmıyordu.
Sen bana lâzımsın Meryem, o vücud senin de­ğil benim diyerek bu aşk selinin bir zaman için şid­detine mani oluyordu. Şimdi de gene kızı zorla havaî mevzulara şevketmiş, Meryem de ona maziden bahsetmeye başlamıştı.
Geçen gün seni bulmadan evvelki halimi düşündüm Yusuf... Ham, basit, ruhî bünyesi teşekkül etmemiş, ibtidaî ve işlenmemiş bu malzeme yığınından utandım. Şuur yok, mana, hakikat yok., yalnız uzviyetiyle yaşa­yan, niçin ve neden yaşadığını bilmeyen, hayat dümeni şevki tabiîsinin elinde bir mahlûk... Bu itibarla bütün mazim tarihsiz, intibasız [izlenimsiz], kitabesiz ve hatırasızdır. Zira bu mazi o kadar kıymetsiz ve şuursuzdur ki, ona en küçük bir varlık bile izafe edemiyorum. Onda yalnız bir fıtret devrinin ruhî ihtilâlleri, keşmekeşleri dolu­dur. Bütün bu hayat, medlulü acı ve ıztırablı vakaların birbirine karıştırılmış yekûnundan ibaret... Geçmişi düşünmekle, kekremsi bir şey tatmış gibi yüzüm tekallüslerle [kasılma. ] doldu.
Gerçi, bu hayat, bu manasız hayat ihtişam içinde idi, eğlenceler, ziyafetler, her şey bir mecburiyet, sahnevî bir sunîlikten ibaretti, Ben ise bütün bu safahata, mahkûmane bir itaatle baş iğdim. İşte hayat mütıellesinin üç köşesi: gelmek, çekmek, ölmek ! Bu üç fiil insanda ihtiyarî değil, sevkî bir hareket, ıztırarî bir itaat! Hiç kimse bu üç emrin kemendinden boynunu kurtaramıyor.
Şu kadar ver ki, aşk hayatının keyfiyet yakıcı zev­kine ayak koyanlar için, ne gelmek ne çekmek, ne de gitmek, hiç, hiç bir şey yok. Onlar ne doğuyor, ne çe­kiyor ne de ölüyor.. Yalnız aşkın mutlak vücudunda seyrediyor. Yahud da “gelen de ben, giden de ben, bozulup toplanan da ben” diyerek bütün mevcudatı tek vücud olarak görüyor.
Meryem gene gönlünün dizginlerini bırakmıştı. Halbuki Yusuf onu bugün başı boş bırakmak istemi­yordu.
Hani maziden bahsedecektin Meryem ? Gene atladın, açıldın.. Şu maziyi tamamlasana...
Gerçi halin zevkini bırakıp maziyi söylemek veya dinlemek istemem; fakat mademki o mazi sana aiddir, senin olan her şeyi sever ve hürmet ederim... Söyle Meryem, bana geçmiş zamanlardan bahset!
Doğru söylüyorsun Yusuf.. Halin kıymetini bı­rakıp geçmişin yadıyla vakit geçirmek abes bir şey... Hatta onu düşünmek bile manasızlık!.. Fakat ben bu maziyi niçin düşündüm, biliyor musun? Geçmişle aram­da iğbirar ve soğukluk vardı. Ben, değil mazime, hiç kimseye ve hiç bir şeye karşı kinim, nefretim ve iğbi­rarım olmasına tahammül edemem. Bahusus bu günkü Meryem, o mazi köprüsünden bu hale geçmiştir. Onun için bu dargınlığı, bulanık bir su gibi tortulu olan bu geçmişe aid iğbirarı [Kırılmak. Gücenmek. * Toz ile paslanmak. * Boz benizli olmak. ] temizlemek lâzımdı. İşte bu yüz­den düşündüm ve bu ruhî tesviyeye lüzum gördüm.
Ben bütün cihanla sulh yaptım Yusuf., nasıl olurda arkamda kalan bir hayat parçasiyle cenkte ve nefrette kalırım ? Mademki seni buldum, acılıklar, teharrüşler [Tırmalanma.], elemler, seyyieler, hep seni bulmak, seni görmekle tazmin olup gitti. Her fenalık seninle söndü... O mazi de artık acısız, elemsiz, taharrüşsuz oldu. Ben artık eski ben değilim ki... Çok defalar gayet samimî bir hisle kendimi ölmüş ve yepyeni bir hayatla dirilmiş, geçmişinden bir iz bile kalmamış zannederim.
Beni sen Öldürdün! Eğer şimdi yaşıyorsam, bu ha­yat sensin Yusuf !
Ben neyim Meryem ?
Sen aşksın, aşk sensin Yusuf! Senden daha gü­zel bir şey yok ki seni ona benzeteyim..
Genç kızın dayandığı ağacın yaprakları, birer aşk ilâmı gibi başının üstünden çarh [Çark, tekerlek. * Felek, gök, sema. * Ok yayı. * Elbisede yaka. * Tef.* Devreden, dönen. * Çakır doğan. * Talih.] çevire çevire düşü­yordu.
Yusuf’la yan yana oturmuşlardı. Konuşmalarındaki hararet ve şiddet, hangisinin söyleyen hangisinin din­leyen olduğunu belli etmeyecek kadar yakıcı idi.
Filhakika görünüşteki bu iki vücuda rağmen, ne mütekellim ne de muhatab vardı. Zira Yusuf Meryem, Meryem de Yusuf’tu.
Bir zaman konuşmadılar. Gerçi bir gün evvel Yu­suf kızı buraya yarım kalan bahse devam etmek için çağırmıştı; fakat onun gösterdiği şiddet ve tehalük, adeta Yusuf’u korkutmuş ve söylememeye sevketmişti.
Gidelim mi Meryem ?
Yusuf...
Ne istedim Meryem ?
Sana bir şey söyleyeceğim..
Söyle güzelim..
Niçin söylemiyorsun ? Haydi gidelim öyle ise...
Hayır, hayır sana bir şey söyleyeceğim..
Meryem Yusuf’un gideceğini hissettiği zamanlar onu böyle, bu sözle oyalar, bir az daha beraber kalabilmek için bu masum hileye baş vururdu. Yusuf ta bunu bi­lir, fakat bile bile gene bir an beklemekten hâli ol­mazdı.
Hakikaten Meryem’in Yusuf’a söyleyeceği birçok şeyler olsa bile, onunla olmak, onu görmek, dudakla­rından bütün sözleri kapıp kaçardı.
Fakat bu defa Meryem sözünde durdu; çünkü söylemese, Yusuf’un hemen kalkıp gideceğini biliyordu.
Ana karnındaki cenin, naısıl bir tek yoldan vü­cudunun gıdasını, takviye ve nemasını temin ediyorsa, ben de bu dünyada yalnız, seninle yaşamak yolunu bu­luyorum. Zira beni dünyaya bağlayan serrişte [başa kakmak; ipucu.] Sensin Yusuf... Durağım, menzilim hep sensin. Senden benim, gölüm nur buldu, yüksek görücü oldu. Onun için artık bu göze hiç bir güzellik kalmadı.
Ben Allah’tan nur istemiştim, sende nurun nurunu gördüm. Bütün nurların merkezi ve eşsiz güneşi olan sana eriştim. Ben bir Yusuf isterdim, senin vücudunda Yusufistan gördüm.
Ben, gönlümün ateşini dökmek için kemale sahib bir vücud, mana ve hakikat dostu isterdim, senin vü­cudunda bütün güzelliklerin, hakikat ve aşkın kayna­ğını gördüm. Bana senin her bir cüzünden öyle bir cennet göründü ki, yarınki cennetlerle bir alâkam, on­lara bir ihtiyacım kalmadı.
Yusuf, Meryem’in harikulade bir letafetle konuşan dudaklarına bakıyordu. Onları böyle perişan bir talaşla tahrik eden, yalnız, yalnız aşkı idi, Bu ince vücud, lâ­tif bir hülya gibi güzeli.
Yusuf genç kızın söz silsilesini durdurmamak için bir zaman dinledi. Fakat artık gitmeli idiler., ekseri zaman yaptığı gibi birden bire ayağa kalktı ; Meryem’in de elinden tutarak kaldırdı. Artık gidiyorlardı, çare yoktu.
Yollar taşlı ve bozuktu. Meryem Yusuf’un elini tut­muş, iki masum mektep çocuğu gibi yan yana yürü­yorlardı.
Yusuf, arasıra taşlara takılan kızın elini avucunun içinde sıkıyordu. Böylece hurma fidanlığına kadar beraber geldiler. Artık ayrı yollardan gitmeleri icab edi­yordu. Yusuf gene birden bire kızın elini bırakarak :
Haydi Meryem., dedi ve arkasına bakmadan hemen ilerledi.
Ne de çabuk uzaklaşmıştı...
Yusuf, Yusuf !
O, genç kızın sesini duyarak durdu.
Yusuf sana bir şey söyleyeceğim..
Yusuf mütebessimdi :
Gene mi Meryem? Peki dinliyorum..
Haydi söyle, söyle canım, geç oldu gidiyorum.
Yanıma gel de söyleyeyim!
Yusuf Meryem’e baktı. Ondan ayrılmak kendisi için de müşkül, her zorluğu yenen iradeli ve azimkâr Yusuf’a da zordu. Tekrar kızın yanına geldi. Fakat Meryem’in dudakları sımsıkı kapalı, başı hafifçe yukarı kalkmış, söyleyecek hiç bir şeyi olmadığını itiraf eden mazlum bir duruşla duruyordu.
Yusuf’un başı eğildi, bu ateş dudakların üstünde bir lahza durdu.
Aşk onlara ateşten damgasını bastırmıştı. Onların raşedar [doğru yollarının] sathı, aşkın ateşin nakşıyla mühürlenmişti. Bu dudaklar aşk göklerinden gelen ateşle yanıp kavruldu. Bu dudakların küçücük cürmüne bir cihan sığdı. On­lar artık bir ziyaretgah kadar temiz ve masum oldu. Bu ateş onlara, ebediyet serhadlerinden aşıp geldi. Meryem’in dudaklarını aşkın germiyeti [Hararet, sıcaklık, kızgınlık.] , ezelî bir ocak gibi bitip tükenmeyen alevlerin mihrakı [Çok hareket eden. * Hareket âleti. Karıştıracak nesne. ] eyledi.
Sh:211-217
**
Bu hareket niçin ?
İşte cevabı olmayan bir sual! Yahud da anlaşılması müşkül bir cevab: İnsana Yaradan’ın sevgisi, aslın kendine olan sevgisi gibidir. İnsanın da Yaradana olan aşkı ve iştiyakı, “şey”in aslına olan iştiyak ve aşkı gibidir.
Sh:234
**
Bak Meryem, şu böceğe bak...
‘Yusuf’un gösterdiği bu uçucu böcekler, gölgede simsiyah göründükleri halde, güneş hattına doğru uç­tukları zaman kumru göğsü gibi yanar döner renklerle parlıyorlardı.
Yusuf! suyun sesini işitiyor musun ?
Evet Meryem...
— Aşk gibi keyfiyetsiz bir ifade değil mi ?
— Aşk gibi, evet onun gibi...
Aşkla hayat bulan ve terbiye görenin hemdemi de Allah Teâlâ’dır Meryem... Herkes aşka lâyık olmaz, çünkü aşka lâyık olan Allaha lâyık olur. Bu böyle olunca aşk kesilmiş vücuddan Allah Teâlâ‘nın büyüklüklerinin zuhuru bedihi değil midir ? Eğer aşk insanı nağmesaz [Ahenkle söyleyen, terennüm eden. ] etmeseydi, Allah Teâlâ’nın esrarı nağmelerini kimseler işitemezdi. Bu vücud aşk encümeninde her nefes haber söyleyici ve dünya çamuruna batmış olanları asıllarına manlarına çağrıcıdır. Fakat her tab'ı [tabiat] buna kabil değildir ; her kabil de arayıcı değildir. Bu da ezelî bir vergidir Meryem... iki dünyanın da zevk ve bazlarından geçmiş olanlar, Yaradan’ın haberlerini verici aşk du­daklarıdırlar. İşte, çarh ve eflâkin henüz olmadığı, su ateş ve toprağın henüz bulunmadığı gün aşk vardı._
Aşk, aşk... bilirsin Yusuf, benim ömrümün ha­sılı senin aşkından başka bir şey değildir. Alıp verdi­ğim her nefes senin yardımınladır. Benim her iki âlemde de istediğim, taptığım aşkdır. Başka bir şey, başka bir ilâh bilmiyorum. Yalnız, yalnız ona tapıyorum.
Seni yalnız Yusuf bilir, değil mi Meryem ?
Evet, sade o bilir., nasıl bilmesin ki, benim ölü vücudumu o diriltti gene onu aşkı ocağında başroldüm.
Yusuf birden bire bir şey hatırlamış gibi Merye­m'in sözünü kesti.
Sh: 242-243
**
Ömer uzaktan gene kızın güzel başını toprakların üstünde zebun görürken, bu hadisenin yanı başında duran ve onu böyle perişan eden kahhar aşkı da gör­mekte teahhur [Geri kalmak. Geciktirmek. Gecikmek. ] edemezdi. Ağaçların, dalların hareke­tini gören Ömer, bunları tahrik eden rüzgârı görmez, her müteharrikle bir muharrik olduğunu bilmez olur muydu ?
Meryem’in karşısında daima hürmet ve huşu hisseden Ömer, onu ürkütmemek içini uzakça bir ağaç dibine oturdu. Meryem’e müşfik bir alâka ile bağlı olan bu görmüş geçirmiş dost adam, Yusuf’un şelâle gibi peyapey [peyderpey, ardarda] coşan hikmetlerini liyakat ve istidatla kap­mış olan Ömer, pek kısa bir zaman içinde, kendinin yıllardan ben ögrendiklerini öğrenmiş olan bu genç vücudun karşısında, ihtiyarsız olarak hayret ve hey­bet duyar ve Yusuf’un sevdiği Ömer, bu gene kıza öğretilecek söylenecek bir söz bulamazdı. Düşüncelerinin kudretiyle Mısırın çöllerinde Hamza’ya meşale tu­tan, yol gösteren bu adam, şu kızın karşısında daima lâl olur, onu dinlemeyi tercih ederdi. Şüphe yok ki bu kız, Yusuf’un en büyük eseri, meleklerin gıpta et­tiği mübarek bir şaheserdi.
Sh: 245
**
Hükümdar:
        Pekâlâ Yusuf, senin için putlara inanmaz diyenler de var, doğru mu bu ?
        Çok doğru söylemişler Hükümdarım l
        Ya... demek ki putlara inanmıyorsun? İnandığın bir şey yok mudur senin ?
        Allah!
        O da ne dir ? Putlardan başka Allah mı var?
        Sen var mısın Hükümdarım ?
        Tabiî !
        O halde Allah Teâlâ’nın mevcudiyeti de tabiîdir. Sen ki yaratılmışsın, her yaratılmışın bir Yaradan’ı olmasından daha tabiî ne olabilir? Allah var mıdır? demek, ben var mıyım, bu dünya ve gördüğüm şeyler var mıdır ? demek gibidir. Allah olmasaydı ne sen ne de bu âlemler olmazdı.
Bir putun ne ye iktidarı vardır? Aya, güneşe, öküze, ateşe tapan insan ne kadar biçare ve acınacak bir haldededir.
        Ben de mi Yusuf?
        Eğer putlara inanıyorsan sen de Hükümdarım !
        Bu inancı benden kaldıracak iktidarın varsa göster de görelim 1
        İnsan, kanaatlerinin yanlış olduğunu bilse de, doğup büyüdüğü muhitin tesirlerinden zor kurtulur; bunda elbette mazursun Hükümdarım. Fakat asıl felâket, doğru yolu gördükten sonra ondan baş çevirmektir.
        Siz bahtlı insanlarsınız Yusuf. Sen de, Hamza da..
Bakarım da o, çok yerde beni ihtiras ve zaaflarımın pençesine düşmekten alıkoyar. Hayatın acıları, benim kadar onun canını yakmaz. Bana teselli verir, fikren yardım eder, ölümü bile istihkar eder. Halbuki ben, Hayrenin ihtiyar Hükümdarı, ölmek istemiyorum. Çünkü ölümden sonra bir hayat olup olmadığını bilmiyorum.
        Asıl hayat, ölümden sonraki hayattır. Şimdiki hayat, o hayatın hazırlığıdır. Ölüm, insanın dünyada kazandıklarının hesabı görüldüğü yerdir. Buradan ora­ya iyi işler götürdüğü takdirde ölüm, korkulacak de­ğil, arzu olunacak bir nimettir. Zira tekâmül ölümdedir.
Tabiat, bu kaziyeyi her nefes tekrarlamak suretiyle isbat etmektedir. Öyle değil mi, meselâ cemad, cemadlıktan ötürü bir derece daha tekâmül ederek nebat olur. Nebat, nebatlıktan ölür hayvan olur; hayvan hayvanlıktan ölür insan olur; insan da beşeriyetten ölünce tekâmülü tamam olur ve aslına ulaşır.
Cemad olan toprağın nebat olması, nebatı da hay­van ve hayvanı da insan yemek suretiyle, bir avuç top­rağın bu suretle insanlığa yükselmesi hep ölüm sayesin­de değil mi? O halde niçin ölümden korkmalı?
Mademki insan ne bulduysa ölmekle bulmuştur o halde beşerî mukteziyatından yani nefsin, Yaradan’ı unutturucu ifrat şehvet ve lezzetlerinden ölerek Yaradan’la kalanlara ne mutlu !
Bu kadar istihalelerden [bir şeyin terkib ve asıl şeklinin başka değişmesi, başkalaşmak; imkânsızlık. ] sonra beşeriyete kavuşan insan, son ve hakiki ihalesı olan bu ruhanî inkılâbı yapamaz, yani beşeriyetten ilâhiyete atlayamazsa; o, Yaradan’ı unutup kendine ve mukteziyatına tapmış ve her vakitte halkla cenkte ve mücadelede kalarak Yaradan’dan uzak kalmak ateşine kendini atmış olur.
Fakat her kim ki Yaradan’ın nuruna kavuşur, o kimse hakikate ermiş olduğundan, gamı unutmuş ol­makla ebedî rahafa kavuşmuştur. Hasılı Hükümdarın ölüm, Yaradan’ın insanlara verdiği en büyük hayırdır. Ölümden korkma; kendinden, kendi fiillerinden kork! Eğer onlar bozuksa, yani beşerî ibtilâların esareti al­tında isen, zaten, hayatta iken ölüsün demektir. Ken­dini beşerî ahkâmın buyruğundan kurtaramamış kimseleri sen diri mi zannediyorsun ? Hayır, ne gezer! Di­riler ve ebediyen ölmeyecek olanlar, hayatlarını Yaradanın varlığı ile birleştirmiş, kendini bu sonsuz azmette yok etmiş kimselerdir.
Hükümdarım, eğer sen, Yaradan’ın mutlak vücudu ile hayatlanırsan, o korktuğun ölüm sana ebediyen gelmez ve o vakit ölüm, bir diyardan bir diyara göm­mekten ibaret kalır. Eğer ölsen de gene diri, bir avuç toprak olsan da gene idrakli  ve şuurlu kalırsın. Ölüm­den korkma, kendinden kork Hükümdarım !
Allah mevcudatı ibda ekerken bunların tabiat­larının ihtilafı ve hallerinin tebayünü cihetiyle her bi­rine garib hassalar ve acib menfaatler koydu ve bu hassaların hepsini, kendini bilene, ilhamı olarak bildirdi ve bu ilme sahib ettiği vücudu da insan nevinin baştacı etti.
Bu dünyada görülen tasarruf, ve tezahür eden eş­yadan maksud Allah Teâlâ’dır.
Ya, bu görünen suret nedir, dersen Hükümdarım, bunların hepsi deniz, üstündeki çerçöp gibidir. Çerçöpün su üstünde olan raks ve cümbüşü, denizin hare­ketinden meydana gelir. Binaenaleyh Yaradan’ın arzusu, kâinat suretlerinden birini susturmak istese, tıpkı deniz çerçöpü sahile attığı ve sağa sola hareketten muattal bıraktığı gibi, onu hayat denizinden çıkarıp ölüm sa­hiline atar.
Keza aşk denizi de bir, gönlün suzişini susturmak istese, onun müteayyin olan gönlü köpüğünü beşeriyet sahiline çekip buruştan alıkoyar ve tekrar onu tahrik etmek istese, aşk dalgaları bu gönlü kapar ve huruşa bırakır.
Hareket ve sükûndan kimsenin elinde bir şey yok­tur Hükümdarım.
Cihan, ademde muzmahil [Çökmüş. Darmadağın olmuş. Perişan olmuş. ] ve türlü şeniyetler [Gerçekler ]  gaybın sinesinde gizli iken, gizlenmekten ve aşikâr olmak­tan müstağni olan mutlak aşk, güzelliğini, sununu ve kemalini göstermek için birlik yuvasından kalkıp, vücud ve ademe aksederek, güzelliğini türlü türlü şekil­lerde ve yüzlerde seyretti. Bu zuhurat dalgalarının kimi seven, kimi sevilen kimi şeytan kimi insan, kimi sultan kimi köle, kimi zalim kimi mazlum, kimi zengin kimi fakir, kimi gizli kimi aşikâr, zulmet nur, ıztırab neşe, gözyaşı tebessüm ve bütün zıd isimler yüzle­rinde ve muhtelif görünüşler safhalarında meydana geldi ve bütün bunların hepsi, aşk mecmuasına aşi­kâr oldu.
Eğrilik olsun, doğruluk olsun, iman olsun küfür ol­sun, hepsi o birlik deryasının iradeti [irade, istek, dileme. ] dalgalarından ha­rekete geldi. Fakat bu birliğin yüzünü gören de gene kendi nurundan başkası olmadı. İşte bu nuru ele ge­tirmek için de kendini İzafî ve nisbî varlıklardan, bu müteayyin vücudun evsafından, kirlerinden temizleyip safî, etmek ve aşk sahibi olmak lâzımdır; zira Yaradan’dan haber veren ancak, aşkla cilalanmış gönüldür. Bu gibi kimseler her bir nefeste bir güzellik görürler, bun­lar ilmin nakşını ve kabuğunu koyup, manasını ve as­lını bulmuşlardır. Bunlar iki defa doğmuş kimselerdir ki, cenin olarak ana rahminden doğdukları gibi, tabiat anasının da karanlık rahminden doğarak beşeriyetin dar ve mahdud hududundan çıkmış hakikat dünyası­nın hududsuzluğuna ayak basmış kimselerdir. Onun için Hükümdarım, biraz evvel de söylediğim gibi, ölüm bunlara zevk ve nimettir. Zira ölüm, onların kalbine yol bulmaz; zarar cisme gelir, ruha erişmez.
Sh:251-254
**
Hükümdar:
Senin medhedilen hallerin içinde hoşuma giden­lerden biri de cömertliğindir. Ben de cömerdim, onun için cömertleri severim Yusuf’un çehre­sinde bir tebessüm oldu.
Cömertlik nedir Hükümdarım?
Cömertlik, herkesin kabul ettiği manada, şuna buna para vermek, servetinden etrafını istifade ettirmek, haşılı, maddî varlığından âleme hisse ayırmak değildir ki., bu, İn­sanî hislere malik olan ve malî kudrete sahib bulunan her insanın tabiî vazifelerinden biridir.
Parayı, malı sana veren Allah Teâlâ’dır. O halde onun verdiğini, gene onun kullarına vermek, bir hayırda bulunmak, gururu mucib olacak bir hareket midir? Buna nasıl cömertlik denebilir?
Şimdiye kadar sen nerede idin Yusuf ?
Yok, yanlış söyledim, ben nerede idim ?
Sh:258-259
**
Yusuf:
Hükümdarım! Sadakat insan için, zannedildiği kadar yüksek ve değerli bir marhale değildir. Gördüğü iyiliğe karşı bir köpek te sadakat gösterir. Hem yalnız sahibi için değil, sahibinin dostlarını, dostlarının dostlarını tanır. Halbuki çok insan vardır ki, doğrudan doğruya sahibine, yani Yaradan’a havlar ve onun bilvasıta uzattığı eli, iyilik gördüğü kimsenin elini ısırır ve bir hayvanın bile çıkabileceği basamağa yükselemez. Köpek, değil sahibi için, hatta onun bir emri için bile canını vermekten çekinmez. O halde insan sadık, hem can verecek kadar sadık bile olsa,, bir köpeğin yapabileceği bu hareketle iftihar etmesi gülünç olmaz mı ?
İnsan, ancak hayvanların yapamayacağı şeyle iftihar etmekte haklıdır. O da, bilgi ve aşktır. Bu varlığın evveli de aşk, sonu da aşktır. İnsan, nihayette Yaradan’a kavuşacağını zannederken gözü aşk nuru ile görmeye başlayınca, Allah Teâlâ’nın kendinde olduğunu görür ve bu görgü onda, kenarı ve nihayeti olmayan bir zevk hasıl eder. Esasen zevk denen şeyin hakikati aşktır; yani hakikî zevk, aşktır.
İhtirasları, ve nefsinin arzu ve zaafları hususunda insan, ne kadar küçülür, ne kadar süfli olursa, faziletleri, kıymetleri, kemale uzanmış manevî şahsiyeti ve aşkı ile de o nisbette yükselir ve azamet bulur.
Bu iki insan, aynı cemiyet sırlarında, aynı hayat şartları, aynı hilkat kanunları ile yaşar. Doğup büyüdükleri dünya birdir, fakat aralarında o kadar büyük bir mana farkı, o kadar sonsuz bir ayrılık vardır ki, üzerlerinden beşeriyet Örtüsünü kaldırsanız, onları, gece ile gündüz kadar birbirlerinden ayrı ve farklı bulursunuz. Biri nur öteki zulmettir.
İşte zulmetten başka bir şey olmayan insanın, bu Zeyyadların, bir böcek kusuntusundan ibaret olan ipek elbiselerinin, parmaklarında taşıdıkları ve aslı birer kömür parçası olan mücevherlerinin guruda bir yangının, bir zelzelenin mahvedebileceği Kaşaneleri içinde, dünyaya sığmayacak kadar büyük olduklarını, ihtirasları ve arzuları için her uygunsuzluğu yapabilecek kadar gözlerinin hakikati görmekten kör olmasını hayretle karşılamamalıdır.
İnsanı baştan çıkaran ve şaşırtan, maddeyi asıl zannedişi,  manaya verilecek kıymeti maddeye bahşetmesidir. Halbuki suretin ve mahsusatın med ve cezirinde çalkanan insan, işte bunu yapamıyor, bunu bilemiyor.
İnsanın her alıp verdiği nefes, vücudu binasından bir taş düşürür ve bu mamureyi yavaş yavaş kemirir; her nefes, canı, cihanın hepsinden azar azar uğurlar. Geçen, zaman değildir, kendisidir, fakat bilmez. İşte, her nefesiyle ister istemez harcadığı canına mukabil, bir başka solmayan ve kaybolmayan can almalı, gönül zevki ele getirmelidir ki, bir gün olup iflâstan ve şuursuzluktan kurtulsun.. Zira cihanda tebeddül ve tahavvüle uğramayan bir tek muzaffer varlık vardır: mana! Bu da, vicdanî zevkle bilinir. O zevki de hasıl edecek aşktır!
Her şey, bütün varlıklar ondan doğmuş ve ona ulaşmak için yaratılmıştır.
Bir insan karşısına bir taş alıp dertleşemez. Ey taş, bak şu çiçek ne güzel! Yahud, bu gün başım ağrıyor! Diyemez, dese de sözlerini mevziine sarf edemediğinden heba etmiş olur. Keza, duyguları taşlaşmış, mana ve hakikatten nasibsiz yaratılmış kimselerde de taş evsafı vardır.
Onlara da doğruluktan ve iyilikten, mana ve hakikatten söyliyemezsiniz, söyleseniz de derdinizi anlatamazsınız. Nasıl ki bir taş her hangi bir uzvunuza düştüğü za­man orada bir zahım [Yara, ceriha.] , bir ağrı hasıl ederse, onların da size temasının keza bir ıztırab ve nahoş bir tesir bırak­ması tabiîdir.
Yoksa bu gibi kimseler, güzelliğin ve iyiliğin, ma­na ve hakikatin zevkini tatmış olsalar ve iyiliğe müstaid olarak yaratılmış bulunsalar, şüphe yok ki bu mu­kavemet kırıcı güzelliğe şiddetle perestiş ederlerdi.
İlâhî muvazene, rabbani şuur, mana ve aşk ile kı­vam bulmuş bir vücuda malik olmayı kim istemez?
Onun zeval bulmayan satvet ve hükmüne sahip olmayı kim dilemez?
Ancak bunu istemek te ezelî bir vergi­dir.
Güzelliği isteyen, mutlak güzeldir; zira insan ken­di benzerine meclûb [Celbolunmuş. Çekilmiş. Kapılmış. * Tarafdarlığı kazanılmış kimse. * Aşık. Tutkun. ] olur ve kendi manasını bulduğu şeyin hayran ve müsahibi olur; ülfet ve ünsiyeti de onunla eder.
Binaenaleyh her kesin kendi cinsine meyletmesi tabiîdir. Aşikâr ki bülbül bülbülle, karga da karga ile uçar.
Şimdi Hükümdarım, emrini yerine getirmek için bana müsaade et te gideyim..
—Yolun açık olsun Yusuf., avdetini [dönüşünü] sabırsızlıkla bekliyeceğiın.
Sh:259-262
**
Hamza Yusuf’u daha ilk gördüğü gün, çöldeki rüyasını ona anlatmak ve cevabını öğrenmek sevdasına düşmüşken, muhtelif ruhî sebeblerle bir türlü bu zamana kadar kendinde kuvvet bulup ondan bahsedememişti.
Bu cesaretsizlik, Yusuf’un hakikati saklaması korkusundan değil, bilâkis, duyacağı hakikate karşı kendinde, tahammül kuvveti görmediğindendi.
İşte nitekim demindenberi  Yusuf’la karşı karşıya oturdukları halde, hep aynı cesaretsizliği gösteriyordu. Esasen bu sualin artık kıymeti de kalmamıştı; ortada meçhul kalmamıştı ki istifham olsun ?
Hamza ihtiyarsız bir hareketle Yusuf’un elini tutup öptü. Bu el de, bu elin sahibi de masumdu. Hamza bu aşk davasında ona nasıl bir töhmet koyabilirdi İti, bu işi gayb kararlaştırmış ve kaderin bu gizli sahifesi, ne kadar zaman evvel ona rüya halinde ilâm [bildirmek, öğretmek. ] edilmişti.
Artık Yusuf’a “Meryem’in sevgilisi kimdir ?„ Diye soracak olsa, şüphe yok ki bu el geri dönecek ve kendini göstererek : “Ben„ diyecekti.
Hamza’ya hayatın, hilkatin manasını ve sırrını öğreten, onu şuursuzluk karanlığından, bilgi ve hakikat fecrine kavuşturan Yusuf, ancak böyle merdce cevab verebilirdi. Meryem onundu. Onun aşkı için yaratılmış bir vücud, hayır, hayır, Yusuf’un ruhundan kopmuş bir nurdu. Hamza bu hakikati pek çok zamandır bildiği halde, bilmemezlikten geliyordu.
Bu derunî badirede de ona gene Yusuf yardım edebilirdi. Fakat bu gün Yusuf’un halinde, göze çarpan bir durgunluk vardı. Genç adam bu mücadelede iken o :
        Ne iyi ettin de geldin Hamza, ben de seni şimdi çağırtacaktım.. dedi ve kısa bir düşünceden sonra sesine koyduğu büyük bir irade ile:
        Hükümdardan aldığım emr üzerine bu akşam Medayin’e hareket edeceğim ve orada bir sene kalacağım. Bundan kimsenin haberi yok, hem de olmamalıdır...
Hamza Yusuf’a niçin gelmiş ve nasıl beklemediği bir emrivaki ile karşılaşmıştı...
Bu haber, genç hekimi yıldırımlamış, divaneye döndürmüştü. Artık Yusuf’tan hiç bir şey saklayacak halde değildi.
Kendine bile korkunç gelen bir sesle haykırdı :
        Medayinde ne işin var ? Sen bizi nasıl bırakırsın ?
        Bu meselenin teferrüratını Hükümdar sana bizzat anlatacak. Senin itimadını kazanmış bir kimse olduğum için beni oraya memur etmek istedi; ben de kabul ettim. Hamza, nihayet gönlünün en gizli yaprağını da açtı:
Hayır, benim bildiğim Yusuf, böyle bir işi bir mecburiyet olmadıkça yüklenmez. Demek ki Hü­kümdar seni bunun için istemiş? Niçin hemen razı oldun ? Bu meselde muhakkak gizli bir sebeb var, bel­ki de bir değil bir çok, pek çok sebebler var...
Yoksa Meryem'i bana bırakmak için mi gidi­yorsun! Gitme Yusuf.. sen gidersen o yaşamaz., git­me.. bize acı da bu işi yapma! İstersen Hükümdara ben söyleyeyim, o beni kırmaz!
Olmaz Hamza söz verdim. Bilirsin ki Yaradandan başka, kimse benim sözümü çeviremez.
O halde sebebini söyle, niçin, kimin için gidi­yorsun ? Eğer bu gidiş onu bana terketmek içinse, o, seni görmeden evvel de, sen onunla benim aramda idin. Meryem seni tanımadığı zamanlarda da gene senin için yaşıyordu. O sende, aşkını, manasını, aslını gör­dü. Evvelce de gene bu manaya, aşka ve aslına gönül vermişti. Sen nereye gitsen, nerere kaçsan o benim olamaz.
Bunu sen benden iyi bilirsin., o halde bu gidiş niçin? Benim aşkım bu büyük fedakârlığa değmez. Sen gi­dersen Meryem yanar, sevdiğim o güzel vücudu harab olur, biter.
Hamza, Yusuf’un sarsılmayan azimli, kararı ve tabiî, sâkin çehresi karşısında büsbütün itidal ve sü­kûnetini kaybetmişti. Sözünü yarım bırakarak telâşla yerinden kalktı, bir ok gibi hızala odadan fırladı. Aynı telâşla kapıda duran atına bindi. Onun uçar gibi gi­dişini görenler,
-Hekim Hamza gene bir canı, kurtarmaya gidiyor! diye arkasından takdir ve minnetle bakıyorlardı. Ham­za, hakikaten can kurtarmaya gidiyordu. Bu kurtara­cağı can, sevgilisinin canı idi. Şüphe yok ki bu, onun en büyük muvaffakiyeti olacaktı.
Meryem’in odasına girdiği zaman helecandan, yorgunluktan, telâş ve ıztırabdan konuşamıyor, büyük soluklarla dinlenmeye uğraşıyordu.
Meryem onun bu aşırı heyecanından korkmuş, mermer sütüne sırtını dayamış, bekliyordu. Nihayet gene adamın dudakları kımıldadı :
—Meryem, gel! seni ilk defa Yusuf’a götürdüğüm gibi gene götüreceğim., hem bu defa bir daha geri almamak üzere., zira sen benim için değil onun içinsin. Sus, olmaz, deme Meryem! gel diyorum sana., yürü, yürü de gidelim. Siz, ikiniz birbiriniz içinsiniz,. Allah beni, sizi birbirinize tanıştırmaya vesile ettiği için müteşekkirim. Şimdiye kadar bile bile sana ıztırab çektirdiğim için beni affet Meryem...
Bugüne kadar seni, aşkın manasına, hakikatına tercih ettim. Fakat artık sen, hakikat oldun, aşkın manası, kendisi oldum. Biliyorum, artık Meryem’in vücudu kuru bir namdan ibaret... O, hüviyetini aşkla tebdil etti. Gel Meryem, o büyük mananın zarfı olan şu vücudu da o aşka götürelim. Bırak, bu şerefte benim olsun. Hem ben seni bu suretle, kaybetmemek üzere kazanacağım Meryem. Sen, evvelden olduğundan fazla şimdi benimsin. Zira, artık maddî olarak senden bir şey beklemiyorum...
Dudaklarımdaki ismin, artık bildiğim, ihtirasla arzu ile sevdiğim Meryem’e aid değildir. Şimdiden sonra bu ismi ibadetle anacağım ve seni özlediğim zaman, Yusuf’un kalbi mahşerinde arayıp bulacağım...
Haydi Meryem., seni hemen, şimdi Yusuf’a götürmem lâzım, yürü!
        Yalnız, peki, de; başka söz istemem !
         Hayır Hamza !
Hayır mı ? Yusuf’tan çekiniyorsun; beni muztarib etmemeyi sana o telkin etti, değil mi ?
    …………….
        Fakat ben artık muztarib değilim! Şu anda, yıllardanberi unuttuğum bir rahatlık hissediyorum...
Haydi Meryem, çabuk ol, kaybedecek zamanımız yok...
        Olmaz Hamza I
        Olacak; olması lâzım ! Yusuf bu memleketi terketmek üzre.., koş, yetişelim., seni bana bırakmak için uzaklara gidiyor... Seri de, sen de onunla git!  Bunu ben isliyorum, sana ben yalvarıyorum !
Hamza Meryem’in ıztırab ve şaşkınlığından istifade ederek kolundan zorla sürüklemek istedi. Fakat o, bir adım bile atmadı.
Hiç Meryem, bu müteayyin varlığı ile Yusuf’a gidebilir miydi ? Ondan da ayrılamazdı. Hamza’nın dudaklarının tebliğ ettiği bu haber, bir hançer gibi genç kızın kalbine saplandı.
        Haydi Meryem çabuk ol.. Yusuf gidecek, belki de yola çıktı, gidiyor.
Genç kız yürek delici bir çığlık kopararak ileri doğru atıldı.
Manası, Yusuf’un aşkı mahşerine [gitmesi gereken toplanma yerine ]uçup gitmişti bile..
Beyaz elbiselerinin bir köpük gibi örttüğü bu vücud, nurdan düzülmüş bir aşk tuhfesi gibi yere düştü.
Aşkın bu canlı belâgatı gene adamın dudaklarını kat'î bir hükümle kımıldattı: İşte, “aşk bu imiş”, canın; aşka vermekmiş, dedi.
O Meryem’i, bu mücessem aşk vecizesini, bundan daha veciz bir kararla damgalıyamazdı.
Hamza, yağmalanan duygularının kıyameti içinde perişan ve harab, bu büyük ölünün yanından, nereye gideceğini bilmeden fırlayıp çıktı. O, şimdi, rüzgârın önüne düşmüş bir yaprak gibi çöllere doğru koşuyor,, koşuyordu.
Sh: 266-271
**
Kaynak: Sâmiha Ayverdi, AŞK BUDUR!, Marifet Basımevi, İSTANBUL, 1 9 3 8


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar