BERTRAND RUSSELL- 4-
Çeviri: Nermin
Arık
Okuyucularıma, üzerinde hoşgörü ile düşünmeleri
için, belki de son derece paradoksal ve yıkıcı görünebilecek bir doktrin sunmak
istiyorum. Söz konusu doktrin şudur: Doğru olduğuna dair herhangi bir kanıt
bulunmayan bir önermeye inanmak sakıncalıdır. Böyle bir görüşün genel kabul
görmesi durumunda bütün sosyal yaşamımızın ve politik sistemimizin tümüyle
değişeceğini kabul etmeliyim; şu anda ikisinin de kusursuz olmasının bunu
güçleştireceğini de kabul ediyorum. Ayrıca (ve daha önemli olarak) bu görüşün,
bu dünyada ve sonrasında başarılı olmayı haketmek için hiçbir şey yapmamış
insanların akıldışı umutlarından çıkar sağlayan kişilerin (gaipten haber
verenler, çifte bahisçiler ve din adamları gibi) gelirlerinin azalmasına yol
açacağının da farkındayım. Bu önemli düşüncelere karşın, ileri sürdüğüm
paradoksun savunulabileceği kanısındayım ve şimdi bunu yapmaya çalışacağım.
İlkönce, aşırılığa kaçtığım düşüncesine karşı kendimi savunmak isterim. Ben
İngilizlerin ılımlılık ve uzlaşmaya olan tutkularını paylaşan bir İngiliz
Whig’iyim (Whig: 17. ve 18. yüzyıllarda hükümdara karşıi Parlamento’nun
üstünlüğünü savunan (ve sonradan yerini Liberal Partiye bırakan) siyasal parti
üyesi. (C.N.)). Pyhrrhonizm (kuşkuculuğun/skeptisizmin eski adı)’in kurucusu
olan Pyhrro hakkında bir öykü anlatılır. Pyhrro, bir eylemin diğerinden daha
akıllıca olduğundan emin olmamız için asla yeterince bilgiye sahip olmadığımızı
ileri sürmüştü.
Öyküye göre gençliğinde bir akşam yürüyüşü
sırasında, felsefe hocasını (ilkelerini ondan almıştı) kafası bir çukura
sıkışmış ve kendini kurtaramayacak bir durumda görür. Bir süre onu seyrettikten
sonra, yaşlı adamı dışarı çekmenin bir yararı olacağını düşünmek için yeterli
neden olmadığına karar verip yoluna devam eder. Onun kadar kuşkucu olmayan
çevredeki insanlar hocayı kurtarırlar ve Pyhrro’yu acımasızlıkla suçlarlar.
Ancak hocası, kendi öğretisine sadık kalarak,
onu tutarlılığından dolayı kutlar. Ben bu ölçüde abartılı bir kuşkuculuk
önermiyorum. Teoride olmasada pratikte, sağduyudan kaynaklanan gündelik inançları
kabul edebilirim. Bilim alanında tam kabul görmüş bir sonucu, kesin doğru
olarak değil ama rasyonel bir eylem için yeterince olası bir temel olarak
kabule hazırım.
Falan tarihte bir ay tutulması olacağı
söylenirse bunu, gerçekleşip gerçekleşmediğini görmek için gökyüzüne bakmaya
değer bulurum. Pyhrro ise farklı düşünürdü. Bu nedenle, bir orta yol
benimsediğimizi söylememin yerinde olacağını sanıyorum. Ay ve Güneş tutulması
örneğinde olduğu gibi, araştırmacıların üzerinde anlaştığı konular vardır. Uzmanların
tam anlaşamadığı konular da vardır. Bütün uzmanlar hemfikir olduklarında bile
yanılabilirler.
Einstein’ın ışığın yerçekimi etkisiyle
sapmasının niceliği konusundaki savı bundan yirmi yıl önce, bütün uzmanlar
tarafından rededildi; ama doğru olduğu ortaya çıktı. Yine de, uzman olmayanlar,
uzmanların görüş birliği içinde oldukları bir savın doğru olmasını,
olmamasından daha olası kabul etmelidirler.
Benim savunduğum kuşkuculuk şundan ibarettir:
(1) Uzmanlar bir görüşte hemfikir ise, bunun
tersinin doğru olduğundan emin olunamaz.
(2) Uzmanların hemfikir olmadığı bir görüş
uzman olmayanlarca kesin doğru olarak kabul edilemez.
(3) Bütün uzmanlar, doğru olması için yeterli
neden bulunmadığını kabul ediyorlarsa, sıradan bir kimsenin karar vermekte
çekingen davranması akıllıca olur.
Bu öneriler her ne kadar ılımlı görünüyorlarsa
da, eğer kabul edilirlerse insan yaşamını kökünden değiştirebilirler.
İnsanların uğrunda savaşmayı ve zulmetmeyi göze
aldıkları fikirler bu kuşkuculuğun reddettiği yukarıdaki üç gruptan biri içinde
yer alır. Herhangi bir görüş rasyonel nedenlere dayanmaktaysa, insanlar bu
nedenleri ortaya koyar ve etkilerini beklerler. Böyle durumlarda bunları ateşli
bir şekilde savunmazlar; sükunetle benimserler ve nedenleri soğukkanlılıkla
açıklarlar. Ateşli bir şekilde savunulan görüşler asla iyi bir temele
dayanmayan görüşlerdir; gerçekten de şiddetli duygusallık, görüş sahibinin
rasyonel kanıtlardan yoksun olduğunun bir göstergesidir. Politika ve din
konularındaki görüşler hemen hemen tümüyle aşırı duygusallık ile bağıntılı olan
türdendir. Bu konularda güçlü inançları olmayan kişiler, Çin’in dışındaki
ülkelerde zavallı yaratıklar olarak düşünülür; kuşkuculardan, kendilerininkine
tümüyle karşıt olan düşüncelere sahip kişilerden daha çok nefret edilir. Günlük
yaşamın bu konularda fikir sahibi olmayı gerektirdiği ve daha rasyonel
davranmanın toplum yaşamını olanaksız kılacağı düşünülür. Ben bunun tam tersine
inanıyorum; nedenini de açıklamaya çalışacağım.
1920 sonrasındaki işsizlik sorununu ele alalım.
Siyasal partilerden biri, bunun sendikaların suçu olduğu kanısındaydı. Bir
diğeri, nedenin Kıta Avrupa’sındaki kargaşa olduğuna inanıyordu. Bir üçüncüsü
de, bunların rolü olduğunu kabul etmekle beraber, sıkıntının temel nedenini,
İngiltere Bankası’nın sterlin değerini yükseltme politikasına bağlıyordu. Bana
anlatıldığına göre, uzmanların çoğu bu üçüncü partiye mensuptu; ama partide
uzmanlar dışında kimse de yoktu. Politikacılar parti edebiyatlarına uygun
olmayan görüşlere ilgi duymazlar; sıradan insanlarsa felaketleri düşmanların
entrikalarına atfetmeyi yeğlerler. Sonuçta da insanlar konu ile ilgisi olmayan
şeyler için veya o şeylere karşı savaşırlar. Rasyonel düşünce sahibi birkaç
kişiye ise, hiç kimsenin hislerine hizmet etmediklerinden, kulak asılmaz. Bu
üçüncü partinin, yandaş toplamak için insanları İngiltere Bankası’nın kötü
olduğuna inandırması; işçileri kendi saflarına çekmek için İngiltere Bankası
yöneticilerinin sendika hareketine düşman olduğunu göstermesi; Londra
Piskoposu’nu saflarına almak için de bu yöneticilerin “ahlaksız” olduklarını
göstermesi gerekirdi. Para konusunda tutumlarının yanlış olması da tüm bunların
bir sonucu olarak görülürdü.
Bir başka örnek ele alalım. Sosyalizmin insan
doğasına ters düştüğü sık sık dile getirilir. Bu sav sosyalistler tarafından,
karşıtlarından aşağı kalmayan bir şiddetle reddedilir. Bu konu, ölümü çok büyük
bir kayıp olan Dr. Rivers’ın University College’de verdiği bir derste
irdelenmiş ve ölümünden sonra yayınlanan Psychology and Politics (Psikoloji ve
Politika) kitabında yer almıştır. Bildiğim kadarıyla, bu konunun bilimsel
denebilecek tek tartışması da budur. Yazar, sosyalizmin Melanesia’da insan
doğasına ters düşmediğini gösteren bazı antropolojik veriler ortaya koymakta;
sonra da, Melanesia’da insan doğasının Avrupa’daki ile aynı olup olmadığını
bilmediğimize işaret etmekte ve sosyalizmin Avrupa insanının doğasına ters
düşüp düşmediğini anlamanın tek yolunun önü denemek olduğu sonucuna
varmaktadır. Ulaştığı bu sonuç nedeniyle İşçi Partisi’nden adaylığa istekli
olması ilginçtir. Ancak bu adayın, politik tartışmaları genellikle saran hırs
ve öfke havasını artırıcı bir etki yapmayacağı kuşku götürmez.
Şimdi de, insanların serinkanlılıkla tartışmada
güçlük çektikleri bir konuya, evlilik törelerine el atacağım. Her ülkede
insanların büyük bir bölümü, kendilerininkinden farklı olan evlilik törelerinin
ahlaka aykırı olduğuna inanmışlardır; bu görüşe karşı çıkanların ise kendi
sorumsuz yaşam tarzlarını haklı kılmayı amaçladıklarına. Hindistan’da
geleneklere göre dul kadınların yeniden evlenmeleri, akılalmaz ölçüde korkunç
birşey sayılır. Katolik ülkelerde boşanmak çok büyük bir günah olarak
düşünülürken evlilikte sadakat kurallarına yapılan bazı ihlaller, en azından
erkeklerce yapılmışsa, hoşgörüyle karşılanır. Amerika’da boşanmak kolaydır, ama
evlilik dışı ilişkiler şiddetle kınanır. Müslümanlar, bize çok değersiz gelen
çok eşliliğe inanır. Bütün bu farklı görüşler aşırı bir şiddetle savunulur ve
bunlara karşı gelenler çok acımasızca cezalandırılır. Ancak yine de, bu ülkelerden
hiç kimse kendi ülkesindeki törenin insan mutluluğuna katkısının diğerlerinden
daha çok olduğunu göstermek için en ufak bir çaba sarf etmez.
Bu konuda yazılmış herhangi bir bilimsel
çalışmaya, örneğin Westermarck’in History of Humcin Marriage (İnsan Evliliği
Tarihi) adli kitabına baktığımızda, benimsenmiş önyargılı yaklaşımdan çok
farklı olan bir hava ile karşılaşır, insan doğasına ters geleceğini sandığımız
birçok geleneğin var olduğunu görürüz. Çok eşliliğin, saldırgan erkeklerin
kadınlara zorla kabul ettirdiği bir örf olarak açıklanabileceğini düşünürüz.
Peki, bir kadının birden fazla kocasının olduğu
Tibet gelenekleri için ne söylenebilir?
Tibet’i
görenler oradaki aile yaşamının en az Avrupa’daki kadar uyumlu olduğu konusunda
bize güvence veriyorlar. Bu tür yazılardan birkaçını okumak konuya açık
kalplilikle yaklaşan herkesi tam bir kuşkuculuğa yöneltecektir; çünkü öyle
görünüyor ki, bir evlilik geleneğinin bir diğerinden daha iyi veya daha kötü
olduğunu söylememizi sağlayan herhangi bir veri mevcut değil. Yerel kurallara
karşı gelenlere hoşgörüsüzlük ve acımasızlık içermeleri dışında ortak bir
yanları yok. Günahın coğrafi birşey olduğu anlaşılıyor. Bu sonuçtan hemen başka
bir sonuç ortaya çıkıyor: “Günah” gerçek olmayan yanıltıcı bir kavramdır ve onu
cezalandırmak için uygulanagelen zulüm gereksiz birşeydir. Çoğu kimseye hoş
gelmeyen de işte bu sonuçtur. Çünkü vicdan rahatlığıyla yapılan zulüm
moralistler için bir zevktir. Cehennemi de bu nedenle icadettiler.
Milliyetçilik de kuşku götürür konularda ateşli
inanç sahibi olmanın bir üç örneğidir. Şunu rahatça söyleyebilirim: Büyük
Savaşın tarihini günümüzde ele alan bilimsel bir tarihçinin yazdıklarında, eğer
bunlar savaş sırasında yazılmış olsalardı, çarpışan ülkelerin her birinde
tarihçinin hapse atılmasına neden olacak ifadeler bulunması kaçınılmazdır.
İnsanların kendileri hakkındaki gerçeklere tahammül gösterdikleri, Çin dışında,
hiçbir ülke yoktur. Gerçekler normal zamanlarda sadece kabalık olarak, savaş
halinde ise suç olarak algılanırlar. Birbirinin karşıtı katı inanç sistemleri
oluşur; bu sistemlere yalnızca aynı ulusal eğilimi taşıyanların inanmaları,
bunların yapay olduğunu açıkça ortaya koyar. Ancak bu inanç sistemlerine mantık
uygulamak, vaktiyle dinsel dogmalara mantık uygulamanın günah olduğu kadar
günahtır. Bu tür konularda kuşkuculuğun neden kötücül olduğunu açıklamaları
istendiğinde insanların verdikleri yanıt, mitlerin savaşı kazanmaya yardım
ettiği, bu nedenle de rasyonalizmi benimseyen ulusların başkalarını
öldüremeyeceği, tersine, kendilerinin öldürüleceği, yolundadır. Yabancılara
tümden iftira yoluyla insanın kendisini korumasının utanç verici olduğu
düşüncesi, bildiğim kadarıyla, şimdiye dek Quaker’ler (17. yüzyıl ortalarında
kurulan, savaşa ve askerliğe karşı, Hristiyan oldukları halde kiliseye
gitmeyen, Dostlar Derneği üyeleri.(C.N.)) dışında ahlaki destek bulamamıştır.
Rasyonel bir ulusun savaşa hiç girmemenin yollarını bulabileceği öne
sürüldüğünde alınan yanıt ise genellikle hakaretten ibarettir.
Rasyonel bir kuşkuculuğun yayılmasının etkileri
ne olabilir?
İnsanoğlu ile ilgili olaylar güçlü tutkulardan
kaynaklanır; bu da onları destekleyen birtakım mitlerin doğmasına yol açar.
Psikanalizciler bu sürecin kişisel görünümünü, vesikalı ve vesikasız deliler
üzerinde incelemişlerdir.
Bazı aşağılamalara maruz kalmış bir kişi
kendisinin İngiltere Kralı olduğu yolunda bir kuram benimser ve kendisine bu
yüce konumunun gerektirdiği saygı ile davranılmamasını mazur göstermek için de
zekice işlenmiş bir sürü açıklama icadeder. Bu örnekte, komşuları onun bu
hayallerine sıcak bakmazlar ve kendisini bir timarhaneye kapatırlar. Fakat o
kendi büyüklüğünü değil de ulusunun veya sınıfının veya mezhebinin büyüklüğünü
ileri sürerse, görüşleri, dışarıdan bakan tarafsız bir kişiye timarhanede karşılaşılanlar
kadar abes gelse bile, birçok yandaş kazanır; bir siyasal veya dinsel önder
olur. Bu yolla, kişisel delilikle benzer kuralları izleyen bir toplumsal
delilik gelişir. Kendini İngiltere Kralı sanan bir deli ile tartışmanın
tehlikeli olduğunu herkes bilir; fakat tek başına olduğu için onun hakkından
gelinebilir. Bütün bir ulus bir kuruntuya kapıldığı zaman, savlarına karşı
gelindiğinde kapıldıkları öfke tek bir delininkiyle aynıdır; fakat o ulusun
aklını başına getirecek tek şey savaştır. Entellektüel etkenlerin insan
davranışını ne ölçüde etkilediği konusunda ruhbilimciler arasında büyük görüş
ayrılıkları vardır. Burada birbirinden tamamen ayrı iki soru söz konusudur:
(1) İnançlar, eylemlerin nedeni olarak, ne
ölçüde etkindirler?
(2)
İnançlar ne ölçüde mantıksal açıdan yeterli delillerden kaynaklanırlar ve
kaynaklanabilirler?
Bu iki
soruda söz konusu olan entellektüel faktörün etkisine ruhbilimciler, sıradan
insanların vereceklerinden çok daha küçük bir yer vermekte uyum içindedirler;
ancak bu genel uyum alanı içinde önemli ölçüde derece farkları yer almaktadır.
Bu iki soruyu sırayla ele alalım.
(1) İnançlar eylemlerin nedeni olarak ne ölçüde
etkindirler?
Bu
soruyu kuramsal olarak değil, sıradan bir insanın sıradan bir günde
yaşadıklarını ele alarak tartışacağız. Güne sabah yataktan kalkmakla başlar.
Büyük olasılıkla bunu hiçbir inancın etkisi olmadan, alışkanlık nedeniyle
yapar. Kahvaltı eder, trenine biner, gazetesini okur, işyerine gider; bütün
bunları yine alışkanlık nedeniyle yapar. Geçmişte bu alışkanlıkları edindiği
bir dönem olmuştur; en azından işyerinin seçiminde inancın bir etkisi vardır.
Belki de vaktiyle o işyerinde teklif edilen işin, bulabileceği en iyi iş
olduğunu düşünmüştür. Çoğu kişide mesleği ilk seçtiği zaman inancın bir rolü olmuştur;
bu nedenle de, o seçimin yol açtığı herşeyde inancın payı vardır. Eğer küçük
bir görevli ise iş yerinde etkin irade kullanmaksızın ve inancın açık katkısı
olmaksızın, sadece alışık olduğu şekilde davranmayı sürdürebilir. Sütünlarla
rakamı toplarken uyguladığı aritmetik kurallarına inandığı düşünülebilir. Ancak
bu doğru değildir; bu kurallar salt bedensel alışkanlıklardır; bir tenis
oyuncusunda olduğu gibi. Bu alışkanlıklar, onların doğru olduklarına dair
bilinçli bir inanç nedeniyle değil, bir köpeğin arka ayakları üzerinde durarak
yiyecek istemeyi öğrenmesi gibi öğretmeni hoşnut kılmak için gençlikte
edinilmiş alışkanlıklardır. Bütün eğitimin bu türden olduğunu söylemiyorum;
ancak üç R öğreniminin (Okuma, Yazma, Aritmetik) çoğu kesinlikle öyledir. Söz
konusu kişi iş yerinde bir ortak veya bir yönetici konumundaysa günlük işleri
arasında bazı zor yönetimsel kararlar alması gerekebilir. Bu kararlarda inancın
da bir etkisi bulunması olasıdır. Bazı hisselerin yükselip bazılarının
düşebileceğine veya falan kişinin güvenilir olduğuna, falanın da iflas eşiğinde
olduğuna inanmaktadır. Bu inançlar doğrultusunda kararlar alır. Salt
alışkanlıkla değil, inandığı şeylere göre davrandığı içindir ki bir sekreterden
daha üstün bir kişi olarak düşünülür ve çok daha fazla para kazanır -tabii eğer
inandığı şeyler doğru çıkarsa.
Eylem nedeninin inançtan kaynaklandığı durumlar
özel yaşamı için de aynı ölçüde geçerlidir. Normal zamanlarda, karısına ve
çocuklarına davranışlarını alışkanlıklar veya alışkanlıkla değişime uğramış
olan içgüdü yönetecektir. Önemli durumlarda -evlenme teklif ederken, oğlunu
hangi okula göndereceğine karar verirken veya karısının kendisine sadık olup
olmadığından kuşkulandığında- salt alışkanlığın etkisiyle davranamaz. Evlenme
teklifinde yalnızca içgüdüsü veya hanımın zengin olduğu sanısı etken olabilir.
Eğer kararda içgüdü etken olmuşsa, kuşkusuz, hanımın her türlü erdeme sahip
olduğuna inanır. Bu da ona, kararının bir nedeni gibi gelebilir; ancak gerçekte
bu da içgüdünün değişik bir etkisinden başka bir şey değildir ve içgüdü tek
başına eylemin yeterli nedenidir.
Oğluna okul seçerken izlediği yol büyük
olasılıkla önemli iş kararları alırken izlediğinin aynıdır; burada da inanç
önemli bir rol oynar. Karısının sadakatsızlığı hakkında bir bilgi edinmişse
davranışı büyük olasılıkla salt içgüdüsel olacaktır; ancak bu içgüdü sonradan
olacakların temel nedenini de oluşturan bir inanç etkisiyle harekete geçmiştir.
Demek oluyor ki, inançlar eylemlerimizin
yalnızca ufak bir bölümünden doğrudan sorumlu olsalar da sorumlu oldukları
eylemler en önemli olan ve yaşamımızın genel yapısını belirleyen eylemler
arasında yer alır. Siyasal ve dinsel eylemlerimiz özellikle inançlarımızla
bağıntılıdır.
(2) Şimdi ikinci sorumuza geliyorum. Bu soru
iki yönlüdür:
(a) İnançlar gerçekten ne ölçüde kanıtlara
dayanır?
(b) Öyle
olmaları ne ölçüde olanaklı veya arzu edilen birşeydir?
(a) İnançların
kanıtlara dayanma oranı onlara inananların sandıklarından çok daha düşüktür.
Oldukça rasyonel bir eylem ele alalım: zengin bir işadamının parasal yatırım
yapması. İşadamının, örneğin Fransız Frankinin iniş çıkışı konusundaki
görüşünün, politik eğilimine bağımlı olduğunu görürsünüz; ve de bu görüşü
öylesine benimsemiştir ki parasını o yolda riske sokmaktan kaçınmaz. İflas
olaylarında, çoğu kez, felaketin nedeninin bazı duygusal etkenlerden
kaynaklandığı ortaya çıkar. Politik görüşler, onları açıklamaları yasaklanmış
olan devlet görevlilerine ait olanları dışında, nadir olarak kanıtlara
dayanırlar. Bazı istisnalar kuşkusuz vardır. Yirmi beş yıl önce başlamış olan
gümrük resimleri reformu tartışmalarında sanayicilerin çoğunun desteklediği
taraf, kendi gelirlerini artıracak taraftı. Bu, görüşlerinin gerçekten
kanıtlara dayandığını gösteriyor; ancak, ifadelerinde bunu ima eden en ufak bir
şey yoktu. Freudcular bizi “rasyonalize etme” süreciyle, yani gerçekte
irrasyonel olan bir görüş veya karar için kendimize rasyonel görünen nedenler
uydurma süreciyle tanıştırdı. Ancak, özellikle İngilizce konuşulan ülkelerde
“irrasyonalize etme” denebilecek bir de ters süreç var.
Kurnaz bir kişi bir sorunun lehinde ve
aleyhinde olan yönleri az veya çok bilinç-altı bir yolla, bencil bir açıdan
değerlendirebilir (İnsanın kendi çocuklarının söz konusu olması dışında, bencil
olmayan düşünceler çoğu zaman bilinç-altına inmezler). Bilinç-altının
yardımıyla sağlam bir bencil karara vardıktan sonra kişi nasıl büyük
fedakarlıklarla kamu yararını gözettiğini gösteren büyük büyük laflar uydurur
veya başkalarından alıntılar yapar. Bu lafların, sahibinin gerçek nedenlerini belirttiğine
inananlar o kişinin gerçek kanıtları değerlendirebilmekten yoksun olduğunu da
düşünecektir; çünkü, o kişinin eylemleri, kamu yararına olan bir şeye yol
açmayacaktır. Bu durumdaki bir kişi, öldüğündan daha az rasyonel görünür. Daha
da ilginç olanı, onun irrasyonel yönünün bilinçli, rasyonel yönünün ise
bilinç-dışı olmasıdır. İngiliz ve Amerikalıları bu denli başarılı kılan da bu
özelliktir.
Kurnazlık, gerçek olduğu zaman, insan doğasının
bilincinden çok bilinç-dışına ait bir şeydir ve sanırım ki iş aleminde başarı
için gereken en önemli özelliktir. Ahlaki açıdan ise, her zaman bencil olduğu
için, küçümsenen bir özelliktir; bununla birlikte insanları en kötü suçlardan
alıkoymayı da başarabilir. Bu özellik eğer Almanlarda var olsaydı sınırsız
denizaltı harekatına girişmezlerdi; eğer Fransızlarda var olsaydı Ruhr’da
yaptıklarını yapmazlardı; eğer Napolyon’da olsaydı Amiens Antlaşması’ndan sonra
tekrar savaşa girmezdi. Bazı istisnaları olsa da, ortaya şöyle bir genel kural
koyabiliriz: İnsanlar neyin kendi yararlarına olduğu konusunda yanılırlarsa,
akla uygun olduğunu sandıkları tutum, başkaları için, gerçekten akla uygun olan
tutumdan çok daha fazla kötülüğe yol açar. Bu nedenle, insanları kendi
çıkarlarını iyi değerlendirecek duruma getiren her şey yararlıdır. Ahlaki
nedenlerle, kendi çıkarlarına ters olduğuna inandıkları şeyleri yaptıkları
halde çok zengin olmuş sayısız insan vardır.
Örneğin ilk-dönem Quaker’lerden bazı dükkan
sahipleri, başkalarının sürekli olarak yaptığı gibi her müşteriyle pazarlık etmek
yerine, sattıkları mallar için kabul edebilecekleri en düşük miktardan daha çok
para istememe yolunu tutmuşlardır. Bu kararı almalarının nedeni, razı
olduklarından çok para istemeyi yalan söylemek saymalarıydı. Ancak müşteriye
sağlanan bu kolaylık öylesine büyüktü ki herkes onların dükkanlarına koştu;
sonuçta zengin oldular (Bunu nerede okuduğumu unuttum; ancak, belleğim beni
yanıltmiyorsa güvenilir bir kaynaktı). Aynı amaca açıkgözlülük yaparak da
ulaşmak olanaklıydı; ancak hiç kimse yeterince açıkgöz değildi. Bilinç-dışımız
göründüğünden daha kötü niyetlidir. Bu nedenle, ahlaki gerekçelerle, kendi
yararlarına ters düşen şeyleri bilerek yapan kişiler kendi yararlarına olanı
tam olarak yapan kişilerdir. Onların arkasından, şiddetli duyguları olabildiğince
safdışı ederek, kendi yararlarını bilinçli ve rasyonel olarak düşünmeye çaba
gösterenler gelir. Üçüncü olarak, içgüdüsel olarak açıkgöz olan kişiler gelir.
Bunlar başkalarının mahvolmasını amaçladıkları yollarda kendilerini
mahvederler. Bu son grup Avrupa nüfusunun yüzde doksanını kapsar.
Biraz konu dışına çıkmış görünebilirim; ancak
açıkgözlülük dediğimiz bilinç-dışı mantığını bilinçli türlerinden ayırmam
gerekliydi. Normal eğitim yöntemlerinin bilinç-dışına hiçbir belirgin etkisi
yoktur. Öyleyse, açıkgözlülük bugünkü teknik olanaklarımızla öğretilebilir
birşey değildir. Yalnızca alışkanlıktan kaynaklanan ahlak dışında, ahlakın da
bugünkü yöntemlerle öğretilmesi olanaksız görünüyor; en azından, ben şahsen
sıkça öğütlenen kişilerde iyiye doğru bir etki farketmedim. Bu nedenle,
günümüzde bilinçli olarak yapılmak istenen her ıslahatin rasyonel yollar
kullanarak yapılması zorunludur. İnsanlara açıkgöz veya erdemli olmayı nasıl
öğreteceğimizi bilmesek de onlara rasyonel olmayı öğretmeyi bir ölçüde
biliyoruz: Eğitimden sorumlu olanların her konuda uyguladıklarının tam tersini
yapmak bunun için yeterlidir. Gelecekte, iç salgı bezleriyle oynayarak,
salgılarını azaltıp çoğaltarak, erdem yaratmayı da öğrenebiliriz. Ancak
günümüzde rasyonalizmi yaratmak erdem yaratmaktan daha kolaydır - rasyonalizm
sözcüğü ile, eylemlerimizin etkilerini önceden tahmin etme sürecinde bilimsel
düşünme alışkanlığını kastediyorum.
(b) Bu,
bizi şu soruya getiriyor: İnsanların eylemleri ne ölçüde rasyonel olabilir veya
olmalıdır?
Önce
“olmalı mı” sorusunu ele alalım. Kanımca rasyonalizmin uygulama alanını
belirleyen kesin sınırlar vardır; yaşamın en önemli bölümlerinden bazıları
mantığın ise karışmasıyla mahvolurlar. Leibniz son yıllarında bir muhabire
yaşamında yalnız bir kere, o da elli yaşındayken, bir bayana evlenme teklif
ettiğini anlatmış; sonra da şunu eklemiş: “Şükürler olsun ki düşünmek için
zaman istedi. Bu bana da düşünme fırsatı verdi ve teklifimi geri aldım.”
Davranışının çok rasyonel olduğu kuşku götürmez; ancak beğendiğimi söyleyemem.
Shakespeare “deli, aşık ve şair”i “yoğunlaşmış
hayal gücü” olarak biraraya getirir. Sorun deliyi salıverip aşık ve şairi bir
arada tutmaktır. Bir örnek vereceğim: 1919 yılında Old Vic’de oynanan The
Trojan Women (Truvali Kadınlar) oyununu seyrediyordum. Büyüyünce ikinci bir
Hector olur korkusuyla Greklerin Astyanax’i öldürdükleri, dayanılmaz ölçüde
acıklı bir sahne vardır. Tiyatroda bütün gözler yaşlıydı; seyirciler Greklerin
bu gaddarlığını akılalmaz buluyorlardı. Ama orada ağlayan bu insanlar, aynı
anda, aynı gaddarlığı Euripides’in bile hayal gücünü aşan bir ölçüde kendileri
uyguluyorlardı. Kısa bir süre önce, ateşkesten sonra Almanya’ya uygulanmakta
olan ablukayı uzatan ve Rusya’ya da abluka öngören kararı alan bir hükümete
-büyük çoğunluğu- oy vermişlerdi. Bu ablukaların çok sayıda çocuğun ölümüne
neden olduğu biliniyordu; ama düşman ülkelerin nüfusunun azalmasını
arzuluyorlardı: çocuklar, Astyanax gibi, büyüyüp babalarının yolundan
gidebilirlerdi. Şair Euripides seyircilerin hayalinde aşık’ı canlandırmıştı.
Ancak tiyatro kapısında aşık ve şair unutulmuşlardı; ve kendilerini iyi yürekli
ve erdemli sayan bu bay ve bayanların siyasal eylemleri deli’nin (çıldırmış
katil kişiliğinde) egemenliğine girmişti.
Aynı zamanda deli’yi de alıkoymadan şair ve aşık’ı
alikoymak olanaklı mıdır?
Her
birimizin içinde onların üçü de değişik ölçülerde mevcuttur. Bunlar, birisi
kontrol altına alındığında diğer ikisinin yok olmasını gerektirecek ölçüde,
birbirlerine bağlı mıdırlar?
Öyle
olduğunu sanmıyorum. Hepimizin içinde mantıktan esinlenmeyen eylemlerle
tüketilmesi gereken bir miktar enerji olduğuna inanıyorum; bu, çıkış yolunu,
koşullara göre sanatta, tutkulu aşkta veya tutkulu nefrette bulur. Saygınlık,
düzen ve rutin -yani modern endüstri toplumunun demir gibi katı disiplini-
sanatsal dürtüyü köreltmiş ve aşkı verimli, özgür ve yaratıcı olmak yerine
bunalıma veya gizliliğe mahkum etmiştir.
Haset, gaddarlık ve nefret hemen bütün
piskoposlar sınıfı tarafından takdış edilirken, özellikle özgür olmaları
gereken şeyler baskı altında tutulmuştur. İçgüdüsel yapımız iki bölümden
oluşur; birisi kendimizin ve çocuklarımızın yaşamını geliştirmeye, diğeri ise
rakip gördüğümüz kişilerin yaşamını engellemeye yönelir.
Birincisi yaşama aşkını, sevgiyi ve psikolojik
olarak sevginin bir kolu olan sanatı içerir; ikincisi de rekabeti,
milliyetçiliği ve savaşı. Geleneksel ahlak birincisini bastırmak, ikincisini
yüreklendirmek için herşeyi yapar. Gerçek ahlak bunun tam tersini gerektirirdi.
Sevdiklerimizle ilgili davranışlar içgüdüye güvenle bırakılabilir. Akıl
kapsamına alınması gerekli olan ise nefret duyduğumuz kişilere karşı olan
davranışlardır.
Günümüz dünyasında etkin olarak nefret
ettiklerimiz bizden uzak olan gruplar, özellikle de yabancı uluslardır. Onları
soyut olarak algılarız ve gerçekte nefretin ta kendisi olan eylemleri, adalete
olan aşkımız ve benzeri yüce amaçlar için yaptığımızı ileri sürerek kendimizi
kandırırız. Bu gerçeği bizden saklayan perdeyi ancak, büyük ölçüde kuşkuculukla
kaldırabiliriz. Bunu ve kıskançlık çılgınlığının tedavisini gerçekleştirdikten
sonra, kıskançlıklara ve sınırlamalara dayalı olmayan, dopdolu bir yaşam
arzusuna ve başka insanların birer engel değil, birer yardımcı olacağının
idrakine dayalı yeni bir ahlak oluşturmaya başlayabiliriz. Bu ütopik bir
beklenti değildir; Elizabeth İngiltere’sinde kısmen gerçekleşmişti. Eğer
insanlar bir başkasının mutsuzluğu peşinde koşmak yerine kendi mutluluklarının
peşine düşmeyi öğrenirlerse, bu beklenti hemen yarın gerçekleşebilir. Bu, hiç
de uygulanmayacak kadar sert bir ahlak töresi değildir; ama benimsenmesi
dünyayı cennete dönüştürebilir.
I
Arzularımızın inanışlarımız üzerindeki etkisi
herkesçe bilinen ve gözlenen bir olgudur; ancak bu etkinin niteliği çoğu zaman
yanlış algılanır. İnançlarımızın büyük bölümünün bazı rasyonel temellere
dayandığını; arzunun ise yalnız arada bir işi karıştırdığını varsaymak
alışkanlık haline gelmiştir. Bunun tam karşıtı gerçeğe daha yakın olsa gerek.
Günlük yaşamla ilgili inançlarımızın büyük bir bölümü arzularımızın
şekilleşmesinden ibarettir; ancak orada burada bazı izole noktalarda, gerçeğin
sert darbesiyle doğru yola yöneltilirler. İnsan genelde bir düş aleminde yaşar;
dış dünyadan gelen aşırı zorlayıcı bir etkiyle bir an için uyanır; ancak çok
geçmeden düş aleminin tatlı uykusuna yeniden dalar. Freud geceleri gördüğümüz
düşlerin, büyük ölçüde, arzularımızın görüntü şeklinde gerçekleşmesi olduğunu
göstermiş; bunun, gündüz gördüğümüz düşler için de aynı ölçüde doğru olduğunu
söylemiştir. İnançlar dediğimiz gündüz düşlerini de buna eklemesi yerinde
olurdu.
Doğru olduğuna inandığımız şeylerin bu rasyonel
olmayan kökenini göz önüne serecek üç yöntem vardır: deli ve isterik kişilerin
incelenmesinden yola çıkıp, giderek bu hastaların temelde normal sağlıklı
kişilerden pek az farklı olduğunu ortaya koyan psikanaliz yöntemi; ikincisi, en
değerli görüşlerimizin rasyonel kanıtlarının ne kadar zayıf olduklarını
gösteren kuşkucu filozofların yöntemi; son olarak da, insanları genel olarak
gözlemleme yöntemi. Ben yalnız bu sonuncusu üzerinde duracağım.
Antropologların uzun çalışmalarından
öğrendiğimize göre, en ilkel insanlar anlamadıklarının farkında oldukları
olaylarla karşılaştıklarında cahilliklerinin bilinci içinde çırpınıp durmazlar;
tersine, bütün önemli eylemlerini yönetecek ölçüde sıkıca bağlandıkları sayısız
inançları vardır. Bir hayvanın veya savaşçının etini yemekle, kurbanın yaşarken
sahip olduğu erdemleri elde edebileceklerine inanırlar. Birçoğu, kabile
reisinin adını ağızlarına almanın insanı hemen öldürecek büyük bir günah
olduğuna inanır, hatta ismin bir hece olarak yer aldığı bütün sözcükleri
değiştirecek kadar ileri giderler. Örneğin John adında bir kralınız varsa
Jonquil yerine George-quil veya dungeon yerine dün-george demeniz gerekir.
Tarım düzeyine geldiklerinde yiyecek üretimi nedeniyle hava durumu önem
kazanıyor; bazı büyülerin yağmur getireceğine veya ufak ateşler yakmakla güneş
açacağına inanılıyor. Bir kişi öldürüldüğünde kanının veya hayaletinin öç almak
için öldüreni izlediğine, onun ancak yüzü kırmızıya boyama veya matem tutma
gibi basit yöntemlerle aldatılabileceğine inanıyorlar. Bu inancın ilk bölümünün
öldürülmekten korkanlardan, ikinci bölümünün de öldürenlerden kaynaklandığı
açıkça görülüyor.
Rasyonel olmayan inançlar ilkel insanlara özgü
değildir. İnsan ırkının büyük bir bölümü bizimkilerden farklı olan, bu nedenle
de doğal olarak, aslı esası bulunmayan dinsel inançlara sahiptir.
Önyargısız herhangi bir insan için rasyonel bir
sonuca varmanın olanaksız olduğu birçok konuda politikayla ilgilenen ama
politikacı olmayan kişiler çok güçlü kanılara sahiptirler.
Çekişmeli bir seçimde görev alan gönüllüler hep
kendi taraflarının kazanacağına inanırlar; kaybetme olasılığına işaret eden
birçok neden bulunmasının bir önemi yoktur. 1914 sonbaharında Alman ulusunun
çok büyük bir bölümünün Almanya’nın zaferinden kesinlikle emin olduğu kuşku
götürmez. Bu örnekte gerçek ise karışmış, düşleri altüst etmiştir. Alman
olmayan bütün tarihçilerin önümüzdeki yüz yıl boyunca yazmaları önlenebilseydi
yine düşler canlanır, sadece başlangıçtaki zaferler anımsanır ve savaşın
sonunda yaşanan felaketler unutulurdu.
Nezaket, bir kişinin, kendisinin veya
çevresindekilerin meziyetlerine ilişkin görüşlerine saygılı olma
alışkanlığıdır. Herkes, her gittiği yerde, rahatlatıcı bir kanılar bulutu ile
sarılmıştır; bu kanılar, yazın uçuşan sinekler gibi, kendisiyle beraber hareket
eder. Bunların bazıları kişiseldir; kişiye, kendi erdemlerinden ve
üstünlüklerinden, arkadaşlarının sevgisiden ve tanıdıklarının saygısından,
mesleğinin parlak geleceğinden, pek iyi olmayan sağlığına karşın tükenmeyen
enerjisinden söz ederler. Onun ardından ailesinin olağanüstü yüceliği
hakkındaki inançlar gelir: babasının şimdilerde ender rastlanan dürüstlüğü ve
çocuklarının şimdiki modern ana-babalarda bulunmayan bir disiplinle yetiştirmiş
olması; oğullarının okul sporlarında herkesi nasıl geride bıraktığı; kızının
kendini uygunsuz bir evliliğe atacak kızlardan olmadığı gibi. Daha sonra, ait
olduğu toplumsal sınıf hakkındaki inançları gelir. Toplumdaki konumuna bağlı
olarak bu sınıf bütün sınıflar içinde ya sosyal açıdan en iyisidir; ya en
bilgilisidir, ya da ahlak yönünden en değerlisidir - her ne kadar bu
değerlerden birincisinin ikincisinden, ikincisinin de üçüncüsünden daha çok
aranılan nitelikler olduğu konusunda herkes hemfikir ise de. Ulus konusunda da,
hemen herkes kendi ulusu hakkında rahatlatıcı kuruntular beşler. “Yabancı
uluslar ne yazık ki ısrarla kendi bildikleri gibi davranıyorlar.” Mr. Podsnap
bu sözleriyle insan kalbinin en köklü duygularından birini dile getirmiş
oluyordu.
Son olarak da
genel olarak insanlığı, mutlak olarak veya karşılaştırmayla “hayvanı
yaratıklar”dan üstün tutan kuramlara geliyoruz: İnsanın ruhu vardır, ama
hayvanın yoktur; insan “rasyonel bir hayvan”dır. Aşırı acımasız veya anormal
bir eylem “hayvan gibi”, veya “vahşi” olarak nitelenir (halbuki böyle eylemler
kesinlikle insanlara özgüdür, Tanrı insanı kendi görüntüsünden yarattı ve
evrenin nihai amacı İnsan’ın mutluluğudur.
Böylece, bizi rahatlatan aşamalı bir inançlar
dizisine sahip bulunuyoruz: kişiye ait olanlar, ailesi ile paylaştıkları,
sınıfında veya ulusunda yaygın olanlar, son olarak da bütün insanlığa aynı
ölçüde hoş gelenler. Bir kimseyle iyi ilişkilerimiz olmasını istiyorsak onun
inandıklarına saygı göstermemiz beklenir. Bu nedenle de insanların yüzlerine
karşı, arkalarından konuştuğumuz gibi konuşmayız. Bu fark, onların bizim
kişiliğimizden olan farkları arttıkça daha da belirginleşir. Kardeşimizle
konuşurken ana-babalar konusunda bilinçli bir nezaket göstermeye gerek
görmeyiz. Yabancı ülke insanlarıyla konuşurken nazik olma gereği doruk
noktasındadır ve yalnız kendi vatandaşlarına alışık olanlara dayanılmaz ölçüde
sıkıcı gelir.
Bir keresinde, ülkesinden hiç çıkmamış bir
Amerikalıya İngiliz Anayasası’nın birkaç önemsiz noktada Amerikalılarınkinden
daha iyi olabileceğini söylemiştim. Hemen büyük bir öfkeye kapıldı; bu türden
bir düşünceyi daha önce hiç duymamış olduğundan, bir kimsenin gerçekten böyle
bir şey düşünebileceğini aklı almamıştı. İkimiz de nezaketi ihmal etmiştik;
sonuç da bir felaket olmuştu.
Sosyal amaçlı toplantılarda nezakette kusur her
ne kadar hoş değilse de mitleri yok etme bakımından çok yararlıdır. Doğal
kanılarımızı düzeltmenin iki yolu vardır; biri, zehirli bir mantarı yenebilir
bir mantar sanıp sonuçta acı çekmek gibi, gerçekle yüzleşmek; diğeri de
kanılarımızın, gerçek olgulara değil, diğer insanların inançlarına ters düşmesi
durumudur. Bazıları domuz eti yemenin helal, dana eti yemenin haram olduğunu
düşünür; başkaları ise tam tersine inanır. Bu görüş ayrılığı çoğu zaman kan
dökülmesine yol açmıştır. İkisinin de belki gerçekten günah olmadığı yolunda
rasyonel bir görüş yavaş yavaş oluşmaya başlamış bulunuyor. Nezaket ile
yakından bağıntılı olan alçakgönüllülük, kendimizi ve kendimizde olan şeyleri,
karşımızdakilerden veya onlarda bulunan şeylerden üstün tutmuyor gibi
davranmayı gerektirir. Bu hüner sadece Çin’de tam olarak anlaşılmıştır.
Bana anlattıklarına göre, Çin’de bir Mandarın’e
karısının ve çocuklarının sağlığını sorarsanız size şöyle cevap verirmiş:
“Zatıalilerinin sormaya tenezzül buyurdukları o pasaklı aşağılık kadın ve
iğrenç yumurcakları tam bir sağlık içindedirler.” Ne var ki, böyle incelikler
sakin ve dingin bir yaşam tarzı gerektirir; iş ve politika dünyasının hızlı ve
önemli ilişkilerinde ise bu olanaksızdır. Başka insanlarla olan ilişkiler, en
başarılı olan kişiler dışında kalan herkesin mitlerini birer birer yıkmaktadır.
Kişisel övünçleri kardeşler, aile övünçlerini okul arkadaşları, sınıfsal
övünçleri politika, milli övünçleri de savaşlar ve ticari başarısızlıklar
ortadan kaldırmaktadır. Ancak insan olmanın övüncü varlığını sürdürür; ve
sosyal sohbetler sırasında, mit-yaratma yetisi bu alanda serbestçe at koşturur.
Bilim bu tür hayallerin düzeltilmesinde bir ölçüde etkilidir. Ancak bu düzeltme
hiçbir zaman kısmı olmaktan öteye gidemez; çünkü biraz safdillik olmazsa
bilimin kendisi de çöker.
II
İnsanların kişisel ve sınıfsal düşleri gülünç
olabilir; ancak toplumsal düşler insanlık çemberi dışına çıkamayan bizler için
hüzün vericidir. Astronominin ortaya koyduğu Evren çok büyüktür. Teleskopla
gördüklerimizin ötesinde daha neler var, bilemiyoruz; ancak bilebildiğimiz
kadarı akılalmaz büyüklüktedir. Samanyolu bu bilinebilen evrende çok küçük bir
yer kaplar. Bu ufak bölümün içindeki Güneş Sistemi sonsuz küçüklükte minik bir
benek, gezegenimiz ise beneğin mikroskopik bir noktasıdır. Bu nokta üzerinde,
karmaşık yapılı ve kendilerine özgü fiziksel ve kimyasal özellikleri olan, şu
ve saf olmayan karbon karışımı minik topaklar birkaç yıl sürüklenir durur; ta
ki bileşimi oluşturan elementlere tekrar ayrılıp yok olana kadar. Vakitlerini
iki iş arasında bölüştürürler: kendilerinin yok olma anını ertelemek ve telaşlı
bir çaba ile, kendi türlerinden olan başkaları için bu ani çabuklaştırmak.
Doğal sarsıntılar belirli aralıklarla binlercesini, hatta milyonlarcasını yok
eder; hastalık daha birçoğunu vaktinden önce alıp götürür. Bu olaylar felaket
olarak değerlendirilir; ancak insanlar aynı yok edişi kendi çabalarıyla
başarırlarsa çok sevinir ve
Tanrı’ya şükranlarını sunarlar. İnsan yaşamının
fiziksel olarak var olabileceği süre Güneş Sistemi’nin toplam ömrünün çok ufak
bir bölümüdür. Ancak insanların birbirlerini yok etme çabalarıyla, bu süre
dolmadan da kendi sonlarını getireceklerini düşündüren nedenler var. Dışarıdan
bakıldığında insan yaşamı böyle görünüyor.
Yasama böyle bir bakışın dayanılmaz olduğunu,
bunun, insanların var olmalarını sağlayan içgüdüsel enerjiyi yok edeceğini
söyleyenler var. Onların buldukları kaçış yolu din ve felsefedir.
Dışdünya her ne kadar yabancı ve duyarsız
görünse de, bizi teselli edenlerin verdikleri güvenceye göre, görünüşteki bu
çatışmaların gerisinde bir uyum vardır. İlk nebüladan bu yana süregelen uzun
gelişimin, en son aşama olarak insanoğluna eriştiği varsayılmaktadır. Hamlet
çok ünlü bir yapıttır; ancak onu okuyanların pek azı Birinci Denizci’nin “Tanrı
sizi kutsasın, efendim” şeklindeki dört sözcükten oluşan rolünü anımsar.
Yaşamdaki tek uğraşları bu rolü oynamak olan bir topluluk düşünelim; onların
Hamlet’lerle, Horatio’larla, ve hatta Guildenstern’lerle hiç bir temasları
olamayacak bir şekilde izole edilmiş olduklarını varsayalım. Bu kişiler Birinci
Denizci’nin dört sözcüğünün bütün oyunun temelini oluşturduğu yolunda bir takım
edebi eleştiriler icadetmezler miydi?
İçlerinden biri öteki rollerin de belki aynı
ölçüde önemli olabileceğini öne sürseydi, onu aşağılama veya dışlamayla
cezalandırma yoluna gitmezler miydi?
Evrende
insanoğlunun yaşamı Birinci Denizci’nin Hamlet’te aldığı rolden çok daha az yer
tutmaktadır. Ancak sahnenin arkasındaki oyunun gerisini dinlememiz
olanaksızdır; oyunun konusu ve kişileri hakkında da çok az şey biliyoruz.
İnsanlık denince onun bir temsilcisi olarak
daha çok kendimizi düşünürüz. Bu nedenle de insanlık konusunda olumlu hisler
beşler, korunmasını önemli buluruz. Nonkonformist (İngiltere Kilisesi’nden
ayrılmış bir tarikatın mensubu. (C.N.)) bakkal Mr. Jones kendisinin ölümsüzlüğe
layık olduğundan emindir; bunu kendisinden esirgeyecek bir evrenin de
dayanılmaz ölçüde kötü olduğu kanısındadır. Ancak şekere kum karıştıran ve
pazar günleri kiliseyi ihmal eden Anglikan (İngiltere Kilisesi mensubu. (C.N.))
rakibi Mr. Robinson’u düşündüğünde, evrenin gereğinden fazla merhametli
davrandığı görüşündedir. Mutluluğunun eksiksiz olması, Mr. Robinson için
yakılacak bir cehennem ateşine bağlıdır. Bu şekilde hem insanın evrensel önemi
korunmuş, hem de dost ve düşman arasındaki yaşamsal farklılık evrensel
merhametin zaafı yüzünden ortadan kalkmamış olur. Mr. Robinson da aynı
kanıdadır; ancak roller değişmiş olarak. Sonuçta herkes mutludur.
Körpenik’ten önceki çağlarda insan-merkezli
dünya görüşünü savunmak için felsefi oyunlara gerek yoktu. Gök kubbesinin dünya
çevresinde döndüğü gözle görülüyordu; dünyada da insan, çevresindeki bütün
hayvanlara hükmetmekteydi. Ancak dünya merkezi konumunu yitirince insan da
bulunduğu doruktan indirildi. Bunun üzerine, bilimin “kabalığını” düzeltecek
bir metafiziğe gerek duyuldu. Bu görev de ..idealist” denilen kişilerce yerine
getirildi. Onlara göre maddesel dünya gerçek olmayan bir görünümden ibarettir;
gerçek olan ise Akıl veya Ruh’tur; o, filozofun akıl ve ruhundan üstündür;
tıpkı filozofun sıradan insandan üstün olduğu gibi. “İnsanın evi gibisi yoktur”
deyiminin tersine, bu düşünürler bize her yerin kendi evimiz gibi olduğu
güvencesi verirler. En iyi olan her şeyimizde, yani söz konusu filozofla
paylaştığımız her şeyde, evrenle uyum içindeyiz. Hegel bize evrenin, onun
dönemindeki Prusya Devleti’ne benzediği güvencesini de verir; onun İngiliz
ardılları da evreni daha çok iki meclisli plütokratik bir demokrasiye
benzetirler. Bu görüşler için öne sürülen gerekçelerde, bunların insancıl
özlemlerle olan bağıntısı, o görüşün sahiplerinden bile gizlenecek biçimde
kamufle edilmiştir: bu gerekçeler görünüşte mantık ve önermelerin tartışılması
gibi kuru kaynaklardan çıkarılmıştır. Ancak hep tek bir doğrultuda yanlışlar
yapılmış olması, özlemlerin etkisini açığa vurmaktadır. Bir aritmetik toplaması
yaparken insanın kendi lehine yanlış yapması, aleyhine olanı yapmasından daha
olasıdır. Bunun gibi, bir kimsenin mantık yürütürken kendi özlemleri yönünde
yanlışlar yapması, özlemlerine ters olan yönde yanlışlar yapmasından daha
olasıdır. Demek oluyor ki, soyut düşünür olarak adlandırılan kişilerin
incelenmesinde, kişiliklerinin anahtarı yaptıkları yanlışlardan anlaşılabilir.
Çok kişi insanların icadettiği sistemlerin,
gerçek olmasalar bile zararsız ve rahatlatıcı olduklarını ve onlara
dokunulmaması gerektiğini savunur. Ancak onlar gerçekte zararsız değildirler ve
insanları önlenebilecek acılara katlanmaya yönelttikleri için getirdikleri
rahatlık çok pahalıya malolmaktadır. Yaşamdaki
kötülükler kısmen doğal nedenlerden, kısmen de insanların birbirlerine olan
düşmanlığından kaynaklanmaktadır.
Eskiden rekabet ve savaşlar, yiyecek sağlamak
için gerekliydi; bu yiyecekler de sadece galip gelenlerce elde edilebiliyordu.
Şimdi bilim sayesinde doğal güçlere egemen olma yoluna girildiğine göre,
insanlar birbirlerini yenmek yerine kendilerini doğayı fethetmeye adarlarsa
herkes daha rahat ve mutlu olur. Doğanın bir dost, bazen de başka insanlarla
kavgalarımızda bir müttefik olarak takdim edilmesi, insanın dünyadaki gerçek
konumunu belirsizleştirmekte ve insanoğlunun kalıcı mutluluğunu sağlayacak
yegane savaşım olan bilimsel güç arayışına giden çabaları saptırmaktadır. Bütün
bu faydacı gerekçeler yanında gerçekdışı inançlara dayalı bir mutluluk
arayışının yüce ve yetkin bir yönü yoktur. Dünyadaki gerçek konumumuzu
korkusuzca algılamakta tam bir mutluluk, ve mit duvarları arkasına
saklananların görebileceklerinden çok daha canlı bir dram vardır. Düşünce
dünyasında, kendi fiziksel güçsüzlükleriyle yüzleşmeye hazır olanların
açılabilecekleri “engin denizler” vardır. Bütün bunlardan daha önemli olarak da
gün ışığını karartan, insanları kavgacı ve acımasız yapan Korku’nun zulmünden
kurtuluş vardır. Dünyadaki konumunu olduğu gibi görme yürekliliği göstermeyen
hiç kimse bu korkudan kurtulamaz; kendisine, kendi küçüklüğünü görme olanağı
vermeyen hiç kimse muktedir olduğu yüceliğe erişemez.
Modern yaşam iki yönden bilim temeline
oturmaktadır. Hepimiz ekmek parası, rahatımızı sağlayan araçlar ve eğlence
gereksinimlerimizi karşılamada bir bakıma bilimsel buluş ve keşiflere
bağımlıyızdır. Öte yandan son üç yüzyıl içinde bilimsel görüşle ilintili olan
bazı zihinsel alışkanlıklar bir avuç üstün yetenekli kişiden giderek toplumun
büyük bir bölümüne yayılmıştır. Yeterince uzun süreler gözönüne alındığında,
bilimin bu iki özelliğinin birbiriyle bağıntılı olduğu görülür; ancak her ikisi
de, ötekisi olmadan yüzyıllarca var olabilirler. Bilimsel düşünce tarzı
onsekizinci yüzyıl sonlarına kadar günlük yaşamı pek etkilemedi; çünkü sınai
teknolojide devrim yapan büyük buluşlara henüz yol açmamıştı. Öte yandan,
bilimin getirdiği yaşam tarzı, bilimin sadece pratikteki bazı uygulamalarını
öğrenmiş toplumlarca da benimsenebilir. Böyle toplumlar başka yerlerde
keşfedilmiş makineleri yapabilir, kullanabilir ve hatta onlarda bazı ufak tefek
gelişmeler gerçekleştirebilir. Ortak insanlık zekası bir gün yozlaşsa bile,
bilimin sağladığı teknik ve günlük yaşam, büyük olasılıkla, nesiller boyu var
olmayı sürdürebilir. Ancak bu durum sonsuza dek süremez; çünkü eğer bir felaket
sonucu ciddi şekilde zedelenirse bir daha yerine gelmesi olanaksızdır.
Demek oluyor ki, olumlu ya da olumsuz, bilimsel
görüş insanlık için önemli bir konudur. Sanat alanında olduğu gibi bilimsel
görüşün kendisi de iki yönlüdür. Yaratanlar ile değerlendirenler aynı kişiler
değildir ve birbirinden farklı zihinsel alışkanlıklar gereksinirler. Her yaratıcı
gibi bilimsel yaratıcı da entellektüel bir yolla ifade edilen güçlü duygulardan
esinlenir; bu ifade açıklanmamış bir inancı da içerir; eğer bu inanç olmasa
bilimci belki de pek bir şey başaramaz. Değerlendiricinin böyle bir inanca
gereksinimi yoktur; o her şeyi yerli yerinde görür; kendince gerekli noktaları
değerlendirir; belki de yaratıcıyı kendisine kıyasla kaba ve ilkel bir kişi
olarak düşünür. Uygarlık daha yaygın ve daha olağan bir aşamaya geldiğinde
değerlendirenin düşünce tarzında, yaratıcı olabilecek kişilere karşı bir
hükmetme eğilimi başgösterir. Sonuçta söz konusu uygarlık Bizanşlaşır ve geriye
dönük bir hal alır. Bilimde bu tür bir gelişim başlamakta gibi görünüyor.
Öncülere güç veren inanç, özünden çürümeye başlamıştır.
Rusya, Japonya ve Yeni Çin gibi Uzakdoğu
ülkeleri bilimi hala onyedinci yüzyıldaki coşku ile karşılamaktadır. Batılı
uluslar halklarının çoğunluğu da böyledir. Ancak basrahipler, kendilerinin
resmen adandıkları bu ibadetten artık usanmaya başlamışlardır. Vaktiyle
dinibutun genç Luther, hastalıktan kurtulmak için Kapitol’de Jüpiter’e kendi
adına öküz kurban edilmesine ses çıkarmayan serbest-düşünceli Papa’ya
saygılarını sunmuştu. Bunun gibi, günümüzde de kültür odaklarından uzakta
olanlar bilime, onun kahinlerinin artık duymadıkları saygıyı beslemektedir.
Bolşeviklerin “bilimsel” maddeciliği de, vaktiyle ilk dönem Alman
Protestanlarında olduğu gibi, bu sofuluğu dost düşman herkesin yenilik sayacağı
bir şekil içinde devam ettirmeye yönelik bir çabadır.
Ancak onların Newton’un öğretilerine hararetle
ve harfi harfine bağlı olmaları, Batı’nın “burjuva” bilimcileri arasında
kuşkuculuğun yayılmasını hızlandırmaktan başka sonuç vermemiştir. Tennessee
gibi, devletin bilim-öncesi bir aşamada kalmış olduğu yerler dışında, bilim
devlet tarafından tanınan ve teşvik edilen bir faaliyet olarak siyasal açıdan
tutucu bir nitelik almıştır. Günümüz bilimadamlarının çoğunluğunun temel imanı
statükoyu korumanın önemine dayanmaktadır. Bunun sonucunda bilim için
hakettiğinden fazlasını ileri sürmemek ve diğer tutucu güçlerin, örneğin dinin,
istemlerini yerine getirmek konularına aşırı yatkındırlar.
Ancak bu bilimciler büyük bir zorlukla karşı
karşıyadırlar. Bilimcilerin çoğunluğunun tutucu olmasına karşın bilim hala
dünyadaki en hızlı değişim aracıdır. Asya’daki, Afrika’daki ve Avrupa’nın
sanayi toplumlarındaki değişimin yol açtığı heyecan, tutucu görüşlü kişilerde
çoğu kez hoşnutsuzluk yaratmaktadır. Bundan da bilimin değeri konusunda, Büyük
Rahiplerin kuşkuculuğuna da katkıda bulunan tereddütler ortaya çıkmaktadır. Bu
kadarla kalsa önemli olmayabilirdi. Ancak durum gerçek-entellektüel
sıkıntılarla daha da ağırlaşmıştır. Bu zorlukların, eğer asılmazlarsa, bilimsel
kesif çağını sona erdirmeleri olasılığı vardır. Bu hemen bir anda oluverecek
demek istemiyorum. Rusya ve Asya, Batı’nın yitirmekte olduğu bilimsel imanı bir
yüzyıl daha sürdürebilirler. Ancak eninde sonunda, bu inanca karşı öne sürülen
savın reddedilemeyeceği ortaya çıkarsa bu, herhangi bir nedenle bir an için,
usanç duyan insanları ikna edecek, bu kimseler bir kere inandıktan sonra da
eski mutlu güvencelerine bir daha kavuşamayacaklardır. Bilimsel imana karşı
ileri sürülen bu sav, bu nedenle, büyük bir titizlikle incelenmelidir.
Bilimsel imandan söz ederken bilimin, esas
itibariyle, doğru olduğu yolundaki bir mantıksal sonucu kastetmiyorum. Daha az
rasyonel olan ama daha heyecan verici bir şeyi, yani kişinin büyük bir bilimsel
kaşif olmasına yol açan inanç ve duygular sistemini kastediyorum. Soru şudur:
bilimsel kesifler için gereken zihinsel güce sahip insanlar arasında bu türden
duygu ve inançlar var olmayı sürdürebilirler mi?
Yeni yayınlanmış çok ilginç iki kitap bize bu
problemin yapısını anlamada yardımcı olacaktır. Bunlar Burtt’un Metaphysical
Foundations of Modern Science (Modern Bilimin Metafiziksel Temelleri) (1924) ve
Whitehead’in Science and the Modern World (Bilim ve Çağdaş Dünya) (1926) adli
kitaplarıdır. Bu kitapların ikisi de çağdaş dünyanır. Kopernik Galileo ve
Newton’dan esinlenmiş olduğu düşünce sistemlerini eleştirmektedir -birincisi
hemen hemen tümüyle tarihsel açıdan, ikincisi hem tarihsel hem de mantıksal
açıdan. Dr. Whitehead’in kitabı daha önemlidir; çünkü yalnız eleştirel değil,
aynı zamanda yapıcıdır; ayrıca geleceğin bilimi için, insanlığın bilimdışı
özlemleri yönünden de doyurucu olacak bir entellektüel temel bulmayı
amaçlamaktadır. Dr. Whitehead’in teorisinin hoş diyebileceğimiz bölümleri için
öne sürdüğü mantıksal argümanları kabul edemem. Bilimsel kavramların yeni bir
entellektüel yapılanmaya gereksinimi olduğunu kabul etmekle beraber bu yeni
kavramların entellektüel olmayan duygularımıza eskileri kadar itici geleceğini
ve bu nedenle yalnızca bilim lehinde güçlü önyargısı olanlarca kabul
edilecekleri yolundaki görüşe de katılıyorum. Şimdi ileri sürülen tezin ne
olduğunu görelim.
İşe tarihsel bakış açısıyla başlayalım. Dr.
Whitehead “Nesneler arasında düzen, özellikle de bir doğa düzeni’nin var olduğu
hakkında yaygın bir içgüdüsel inanç olmadan yaşayan bilim de olamaz,” diyor.
Ona göre bilim ancak böyle bir inanca sahip olan insanlarca yaratılabilirdi; bu
nedenle de inancın başlangıçtaki kaynağı bilim-öncesi dönem olmalıydı. Bilimin
gelişmesi için gerekli olan karmaşık zihinsel yapının oluşmasında başka
öğelerin de katkısı olmuştu. Whitehead, Greklerin yaşama bakış açısının daha
çok dramatik olduğunu, bu nedenle de başlangıçtan çok sonu vurguladığını, bunun
da bilim açısından sakıncalı olduğu ileri sürüyor. Öte yandan, Grek tragedyası,
olayların doğa yasalarının zorunlu sonucu olarak ortaya çıktığı yolundaki Kader
kavramının oluşmasına yardımcı olmuştur. “Grek tragedyasındaki Kader, çağdaş
düşünce sisteminde Doğa düzenine dönüşmüştür.” Gerekirci (necessitarian) görüş
Roma hukuku ile desteklenmiştir. Roma Devleti (hiç olmazsa teoride), Doğulu
despotlardan farklı olarak keyfi değil, önceden belirlenmiş kurallara göre
hareket etmişti. Bunun gibi, Hristiyanlık da Tanrı’nın yasalar uyarınca hareket
ettiği inancındaydı; her ne kadar bu yasaları Tanrı’nın kendisi koysa da. Bütün
bunlar bilimsel düşünce biçiminin zorunlu bir öğesi olan Doğal Yasalar
kavramının oluşmasını kolaylaştırmıştır.
Onaltıncı ve onyedinci yüzyıl öncülerinin
çalışmalarını esinleyen bilim-dışı inançlar Dr. Burtt tarafından övgüye değer
bir biçimde ortaya konmuştur; kendisi bunun için, pek az bilinen birçok orjinal
kaynaktan yararlanmıştır. Örneğin Kepler, gençliğinin kritik bir döneminde,
Zerdüst dininden olanların Güneş’e tapma şeklindeki ibadetlerini kısmen
benimsemiş gibidir. “Özellikle Güneş’in tanrılaştırılması ve ona yaraşır
konumun evrenin merkezi olduğu yolundaki düşünceler Kepler’i, gençlik coşkusu
ve coşkulu hayal gücünün etkisiyle, yeni sistemi kabule yöneltmiştir.” Bütün
Rönesans dönemi boyunca Hristiyanlığa karşı, esas itibariyle Pagan çağı
uygarlığına duyulan hayranlıktan kaynaklanan bir tür düşmanlık var olmuştur. Bu
düşmanlık, kural olarak açıkça dile getirilemediyse de örneğin, fiziksel
belirlenimcilik (determinizm) içerdiği gerekçesiyle Kilise’nin kınadığı
astrolojinin yeniden canlanmasına yol açmıştır.
Hıristiyanlığa karşı olan bu başkaldırı bilimle
olduğu kadar boş-inanla da ilintilidir ve Kepler örneğinde olduğu gibi bazen
her ikisiyle de içiçedir.
Eskıçağ’da yaygın olmayan, Ortaçağ’da ise hiç
görülmeyen çok önemli bir öğe daha vardır: “çözülemeyen ve tekrarlanan”
olgulara duyulan ilgi. Rönesans öncesinde olgulara karşı merak duyulması
kişilere özgüydü; örneğin İmparator 2. Frederick ve Roger Bacon. Ancak Rönesans
döneminde bu merak aydınlar arasında birden yaygınlaştı. Montaigne’de bu, Doğal
Yasalara ilgi duymaksızın var olan bir meraktır; bu nedenle de Montaigne bir
bilim adamı değildir. Bilim uğraşı, kendine özgü bir genel ve özel ilgiler
karışımını içerir; özel durum, genel durumu aydınlatabileceği umuduyla
incelenir. Ortaçağ’da özel durumun, teorik olarak, genel ilkelerden
çıkarılabileceği düşünülürdü; Rönesans döneminde genel ilkeler gözden düştü ve
eski çağlara olan tutku özel olaylara karşı güçlü bir ilgiye yol açtı. Bu ilgi
Grek, Roma ve skolastik geleneklere göre eğitilmiş beyinlerde, sonunda Kepler
ve Galileo gibi bilimsel kişiliklerin ortaya çıkışını olanaklı kılan düşünsel
atmosferi yarattı. Doğaldır ki bu atmosfer onların çalışmalarını sarmalamış ve
günümüzdeki izleyicilerine kadar gelmiştir. “Bilim, kökenini Rönesans
sonlarının tarihsel başkaldırışından hiç ayırmamıştır; daha çok, ilkel bir
inanca dayalı, rasyonalizm-karşıtı bir hareket olarak sürmüştür. Gerek duyduğu
üslamlama sistemini, tümdengelim yöntemini uygulayan Grek rasyonalizminin
yaşayan bir yadigarı olan matematikten almıştır. Bilim felsefeyi reddeder.
Başka bir deyişle, inancını haklı kılmaya veya açıklamaya hiç gerek duymamış,
Hume’un onu yadsımasına da sessizce kayıtsız kalmıştır.”
Emekleme dönemindeyken onu beslemiş olan
boş-inanlardan ayırırsak bilim var olmayı sürdürebilir mi?
Bilimin
felsefeye karşı gösterdiği kayıtsızlık, kuşkusuz, bilimin şaşırtıcı başarısı
nedeniyledir. Bilim, insanın güçlü olduğu duygusunu kuvvetlendirmiş; bu nedenle
de, teolojik geleneklerle kimi zaman çatışmasına karşın, genelde iyi kabul
görmüştür. Ancak son zamanlarda, kendi iç sorunları onu felsefeyle ilgilenmeye
yöneltmiştir. Bu, özellikle uzay ve zamanı bir uzay-zaman düzeninde birleştiren
görecelik teorisi için söz konusu olmuştur. Bunun yanısıra, sürekli olmayan
harekete gereksinimi varmış gibi görünen kuantum teorisi için de geçerlidir. Yine,
bir başka alanda, fizyoloji ve biyokimya, felsefeyi can alıcı bir noktasında
tehdit eden psikolojinin alanına el uzatmaktadır. Dr. Watson’un davranışçılığı
bu saldırının bir öncü kuvvetini oluşturmakta; felsefi gelenek için saygılı
sayılamayacak şeyler içermekte; buna karşın kendine özgü yeni bir felsefeye de
gerek duymaktadır. Bütün bu nedenlerden dolayı bilim ve felsefenin bu soğuk
savaşı sürdürmeleri artık olanaksızdır; düşman ya da dost olmak zorundadırlar.
Bilim, temelleri konusunda felsefenin ona yönelttiği soruları yanıtlayamazsa
dost olamazlar. Dost olmaları durumunda ise birbirlerini yok ederler; yalnız
birinin tek başına alana egemen olması artık olanaksızdır.
Bilimin felsefi açıdan kendini kanıtlaması için
Dr. Whitehead iki şey önermektedir. Bir yandan yeni bazı kavramlar ortaya
atmaktadır ki onlar sayesinde görecelik ve kuantum fiziği, eski katımadde
kavramında yapılacak bölük pörçük değişikliklerle elde edilecek sonuçlara göre,
zihinsel bakımdan daha doyurucu olan bir yapılanma olanağı bulacaktır. Eserin
bu bölümü henüz arzu edilen ölçüde geliştirilmiş olmamakla beraber geniş
anlamıyla bilim kapsamına girmektedir ve bizleri bazı olgular hakkındaki teorik
bir yorumu bir başkasına tercih etmeye yönelten alışılmış kanıtlama yöntemine
de olanak vermektedir.
Tekniğinin zor olduğunu belirtmek dışında bu
konuya değinmeyeceğim. Şu anda ilgilendiğimiz konu yönünden önemli olan, Dr.
Whitehead’in eserinin daha felsefi olan bölümüdür. Bize sadece daha iyi bir
bilim önermekle yetinmeyip, aynı zamanda Hume’dan bu yana bir anlamda rasyonel
olmayan geleneksel bilimi rasyonel kılacak bir de felsefe öneriyor. Bu felsefe
temelde Bergson’unkine çok benzer. Burada karşılaştığım zorluk şudur: Dr.
Whitehead’in yeni kavramları, normal bilimsel ve mantıksal sınamalara olanak
veren formüllerle ifade ediliyorlarsa da öne sürdüğü felsefeyi gerektirmiyorlar
gibi görünüyor.
Bu nedenle felsefesi kendi içerdiği değerlere
göre kabul edilmelidir. Onu, eğer doğru ise, bilimi haklı kıldığı
(justification) için kabul etmemeliyiz; çünkü tartıştığımız sorun bilimin haklı
kılınmasının olanaklı olup olmadığıdır. Onu olduğu gibi, bize gerçekten doğru
gelip gelmediği bakımından incelemeliyiz; ancak bunda da kendimizi eski kargaşa
ile yüzyüze buluyoruz.
Şimdi sadece tek bir nokta, ama çok önemli bir
nokta üzerinde duracağım. Bilindiği gibi Bergson geçmişin bellekte yaşamayı
sürdürdüğü, hiç bir şeyin asla gerçekten unutulmadığı kanısındadır. Bu
noktalarda Dr. Whitehead onunla hemfikir görünüyor. Bu şairane bir ifade olarak
çok hoş olmakla beraber, benim düşünüşüme göre, olayları bilimsel netlikle dile
getirdiği kabul edilemez. Geçmişteki bir olayı -diyelim ki Çin’e varışımı-
anımsıyorsam, yeniden Çin’e vardığımı söylemem sadece mecazi bir ifadedir.
Anımsadığım zaman bazı sözcükler ve imgeler belirir. Bunların anımsadığım
şeylerle nedensellik ve benzerlik ilişkisi vardır ve bu benzerlik genellikle
mantıksal yapı benzerliğinden öte bir şey değildir. Anının, geçmişteki olayın
varlığını sürdürmesi olduğunu söylesek bile bu, olayın kendisi ile anısı arasındaki
ilişki hakkındaki bilimsel soruya bir yanıt oluşturmaz. Çünkü öyle söylesek
bile, yine de, aradan geçen sürede olayın değiştiğini kabul etmek zorundayız;
bu sefer de değişimin hangi bilimsel yasalar uyarınca gerçekleştiği sorusuyla
karşı karşıya kalırız. Anıyı yeni bir olay olarak veya oldukça değişmiş eski
bir olay olarak adlandırmanın bilimsel problem açısından bir farkı yoktur.
Hume’dan bu yana bilim felsefesinde yer alan
iki büyük skandal nedensellik ve tümevarımdır. Bu iki yönteme hepimiz güveniriz;
ancak Hume bu inancın hiçbir rasyonel temele dayanmayan, bilinçsiz bir inanç
olduğu yolunda bir kanı uyandırmıştır. Dr. Whitehead kendi felsefesinin Hume’a
bir yanıt olanağı sağladığına inanıyor. Kant da aynı şeyi düşünmüştü. Ben her
ikisini de kabul edemiyorum. Ancak herkes gibi ben de bir yanıt olması
gerektiğine inanmaktan da kendimi alamıyorum. Bu durum derin bir rahatsızlık
kaynağıdır; bilim ile felsefe karıştırılmaya devam ettikçe rahatsızlık
artacaktır. Bir yanıt bulunabileceğini ummak durumdayız; ancak ben yanıtın
bulunmuş olduğuna inanamıyorum.
Bilim günümüzdeki durumuyla kısmen olumlu,
kısmen de olumsuz olarak düşünülebilir. Bize çevremizi düzenleme gücü vermesi
ve küçük de olsa önemli bir azınlık için zihinsel doyum olanağı sağlaması bakımından
da olumludur. Ölümsüzdür; çünkü ne kadar maskelemeye çalışsak da insan
eylemlerini, teorik olarak, önceden tahmin etme olanağını içeren bir
gerekirciliği varsaymakta, bu bakımdan da sanki insanın gücünü azaltmaktadır.
Doğal olarak insanlar bilimin olumlu yönünü alıkoyup olumsuz yönünden
kurtulmayı arzular; ancak bunu başarma çabaları şimdiye dek boşa çıkmıştır.
Nedensellik ve tümevarıma inancımızın irrasyonel olduğunu vurgularsak, bilimin
doğru olup olmadığını bilmediğimiz ve bize onu olumlu kılan, çevremize egemen
olma olanağının her an yok olabileceği sonucuyla karşılaşırız. Ancak bu sonuç
tümüyle teorik olup, çağdaş bir insanın uygulamada benimseyeceği birşey
değildir. Öte yandan bilimsel yöntemin savlarını kabul edersek nedensellik ve
tümevarımın, herşeye olduğu gibi, insan iradesine de uygulanabilir olduğunu
kabulden kaçınamayız. Yirminci yüzyılda fizik, fizyoloji ve psikoloji
alanlarındaki gelişmeler bu sonucu güçlendirmektedir. Sonunda öyle görünüyor
ki, bilimin rasyonel kanıtlaması teorik olarak yetersiz ise de, bilimin olumsuz
yönlerini bırakıp olumlu olanlarını alıkoymamızı sağlayan bir yöntem mevcut
değildir. Durumun mantığıyla yüzleşmekten kaçınarak kuşkusuz bunu
başarabiliriz. Ancak o zaman dünyayı anlamayı amaç edinmiş olan bilimsel kesif dürtüsünü
de daha kaynağında kurutmuş oluruz. Geleceğin bu karmaşık probleme daha
doyurucu bir çözüm getirmesini umalım.
Kendimi hep bir rasyonalist olarak düşünürüm;
ve bana göre bir rasyonalist, insanların rasyonel olmasını isteyen kişidir.
Rasyonellik günümüzde birtakım sert eleştirilere uğramış bulunuyor; öyle ki, ne
anlama geldiğinin bilinmesi, bilinmesi durumunda da insanların elde
edebilecekleri bir şey olup olmadığını kestirmek zordur. Rasyonelliği tanımlama
sorununun biri teorik, öteki de pratik olmak üzere iki yönü vardır: Rasyonel
düşünce nedir?
Rasyonel
davranış nasıldır?
Faydacılık (pragmatizm) kanıların irrasyonel
olduğunu, psikanaliz de davranışların irrasyonel olduğunu vurgular. Bu iki
yaklaşım çoğu kimseyi, düşünce ve davranışların olumlu bir şekilde uyum
gösterecekleri ideal bir rasyonelliğin var olmadığı görüşüne yöneltmiştir. Bu
da şöyle bir sonuca yol açar görünmektedir: Eğer siz ve ben değişik kanılara
sahipsek, bunu tartışmanın ya da tarafsız bir kişinin hakemliğine başvurmanın
yararı yoktur. Yapabileceğimiz tek şey, parasal ve askeri gücümüz ölçüsünde,
etkili konuşma, reklam, ya da savaş yollarıyla birbirimizle mücadele etmektir.
Böyle bir bakış açısının çok tehlikeli, uzun dönemde ise uygarlık için yökedici
nitelikte olduğu kanısındayım. Bu nedenle, rasyonellik idealinin, onu yok
edeceği düşünülen fikirlerden etkilenmediğini, düşünce ve yaşama bir yol
gösterici olarak eskiden taşıdığı bütün önemi koruduğunu göstermeye
çalışacağım.
Önce kanıların rasyonelliğini ele alalım. Bunu,
basit olarak, bir kanaate varmadan önce, konuyla ilgili bütün kanıtları dikkate
alma olarak tanımlıyorum. Rasyonel bir kişi kesinliğin olanaklı olmadığı
durumlarda olasılığı en kuvvetli olan görüşe en büyük ağırlığı verir, yabana atılamayacak
ölçüde olasılığı olanları da varsayım olarak aklında tutar; çünkü bunların
tercihini gerektiren bazı kanıtlar sonradan ortaya çıkabilir. Doğaldır ki
burada, gerçeklerin ve olasılıkların çoğu durumda nesnel bir yöntemle -yani iki
dikkatli kişiyi aynı sonuca götürecek bir yöntemle- saptanabileceği
varsayılmaktadır. Bu varsayım sık sık sorgulanmaktadır. Çok kimse aklın tek
işlevinin kişinin kendi özlem ve gereksiniminin doyumunu kolaylaştırmak
olduğunu söylemektedir. Pelebs Ders Kitapları Komitesi’nin yayınladığı Outline
of Psychology (Psikolojinin Anahatları) kitabında (sayfa 68) “Zihin her,şeyden
çok bir taraf tutma aracıdır. İşlevi kişiye ya da türe yararlı olacak
eylemlerin gerçekleşmesini ve daha az yararlı olanlarının engellenmesini güven
altına almaktır,” denilmektedir. Ancak aynı yazarlar yine aynı kitapta (sayfa
123) ve yine italik harflerle “Marksistlerin inancı ile dinsel inanç arasındaki
fark pek derinlerdedir; dinsel inanç özlem ve gelenek temeline, diğeri ise
nesnel gerçeklerin bilimsel analizine dayanır,” demektedirler. Eğer amaçları
kendilerini Marksist inancı seçmeye yönelten şeyin akıl olmadığını öne sürmek
değilse, bu sözler akıl için söylemiş oldukları sözlerle çelişmektedir.
Amaçları ne olursa olsun “nesnel gerçeklerin bilimsel analizinin” olanaklı
olduğunu kabul ettiklerine göre, nesnel anlamda rasyonel olan görüşlerin de
olanaklı olduğunu kabul etmeleri gerekir.
İrrasyonel bir bakış açısı öneren daha bilge
yazarlar, örneğin faydacı filozoflar, bu kadar kolay açık vermiyorlar. Onlar,
kanılarımızın, doğru olmaları için uymaları gereken nesnel gerçek diye bir
şeyin var olmadığını ileri sürüyorlar. Onlar için kanılar yalnızca varolma
savaşında kullandığımız silahlardır ve insanin yaşamını sürdürmesine yardımcı
olanlarına “doğru” denilmelidir. Bu görüş İ.Ş. altıncı yüzyılda, budizm
Japonya’ya ilk eriştiği zamanlar, Japonya’da yaygın olan görüştü. Yeni dinin
doğruluğundan kuşku duyan iktidar, deneme olarak, saray mensuplarından birine
bu dini kabul etmesini emretti; eğer bu kişi başkalarından daha başarılı olursa
yeni din herkesçe kabul edilecekti. Bu yöntem faydacıların bütün din
tartışmalarında -günümüze uyum sağlayacak değişikliklerle- benimsedikleri
yöntemdir; ancak ben, insanı zenginliğe, bütün öteki dinlerden daha çabuk
götürdüğü anlaşılan Museviliğe geçen bir kimse duymadım.
Faydacılar “doğru”yu bu şekilde tanımlasalar da
günlük yaşamda zaman zaman ortaya çıkan ve bu denli incelikli olmayan
sorunlarda hep çok değişik bir standart uygularlar. Bir cinayet davasının
jürisinde yer alan bir faydacı, kanıtları herhangi bir insan gibi
değerlendirecektir; ancak eğer kendisine özgü ölçütü uygulayacak olsa, toplumda
kimin idam edilmesinin daha karlı olacağını düşünmesi gerekir. Tanım gereği o
kişi cinayetin de suçlusudur; çünkü başka birisinin değil de onun suçlu
olduğuna inanmak daha yararlı, bu nedenle de daha “doğru”dur. Bu tür faydacılık
ne yazık ki bazen gerçekten uygulanıyor. Amerika ve Rusya’da bu tanıma uygun
“düzmece suçlamalar” yapıldığını duymuştum. Ancak böyle durumlarda, gerçeği gizlemek
için hiç bir çaba esirgenmiyor; başarılı olunamazsa da rezalet çıkıyor. Gizleme
için gösterilen bu çaba, bir cinayet olayında polisin bile nesnel gerçeğe
inandığını göstermektedir. Bilimde aranan da bu türden -çok alelade ve tatsız-
bir nesnel gerçektir. İnsanlar, onu bulma umudunu taşıdığı sürece, dinde aranan
gerçek de bu türdendir. İnsanlar ancak dinin gerçek olduğunu doğrudan
kanıtlamaktan umut kestiği zamandır ki, onun sözümona yeni-moda bir anlamda
“gerçek” öldüğünü kanıtlamaya koyulmuşlardır.
Genel olarak ifade etmek gerekirse,
irrasyonalizm, yani nesnel gerçeği yadsımak, hemen her zaman, hiçbir kanıtı
olmayan birşeyde ısrar etmek; ya da çok sağlam kanıtları olan birşeyi yadsımak
arzusundan kaynaklanır. Ancak, yatırım yapmak gibi, bir hizmetçi tutmak gibi
pratik konularda hep nesnel gerçeğe olan inanç egemen olur. Eğer herhangi bir
konudaki inancımızın doğru olup olmadığı gerçek olgularla sınanabiliyorsa,
başka konularda da aynı sınama yapılmalıdır. Bunun uygulanmadığı durumlar bizi
bilinemezciliğe (agnostisizme) götürür.
Konuları göz önüne alındığında bu düşünceler
kuşkusuz çok yetersiz kalmaktadır. Gerçek olguların nesnelliği sorunu,
filozofların şaşırtmacaları nedeniyle çok zorlaşmıştır. Bu konuyu başka bir
yerde daha detaylı olarak ele almış bulunuyorum. Şimdilik, gerçek olguların var
olduğunu, bunların bazılarının bilinebildiğini, diğer bazıları için ise bilinen
gerçek olgulara göre bir olasılık derecesi saptanabileceğini varsayacağım.
Ancak kanılarımız çoğu kez gerçeklere ters düşer; hatta belirli kanıtlara göre
bir şeyin olası olduğunu söylediğimizde bile, aynı kanıtlara göre o şeyin olası
olmadığı da söylenebilir. Bu durumda rasyonelliğin kuramsal yani, gerçek
olgulara ilişkin kanılarımızı özlemlere, önyargılara, geleneklere değil, kanıtlara
dayandırmaktan ibarettir. Rasyonel bir kimse, konuya bağlı olarak, bir
hukukçudan ya da bir bilimciden farksızdır.
Bazı kimseler, insanların en çok değer verdiği
kanılarının tuhaf, hatta çılgınca denebilecek kökenlerine dikkat çekerek
psikanalizin, kanılarımızın rasyonel olmasının olanaksızlığını saptadığını
düşünürler. Psikanalize derin bir saygım vardır ve son derece yararlı
olabileceğine inanırım. Ancak Freud ve ardıllarına esin kaynağı olan bakış
açısı bir ölçüde gözden kaçırılmaktadır. Onların yöntemlerinin temel amacı,
tedavi etmeye, isteri ve çeşitli türden akıl bozukluklarını iyileştirmeye
yöneliktir. Savaş sırasında ortaya çıkan savaş nevrozunun en etkili tedavi
yönteminin psikanaliz olduğu kanıtlanmıştır. Rivers’ın daha çok “mermi şoku”
hastalarıyla olan deneyimlerine dayanarak yazdığı Instinct and Unconşçious
(İçgüdü ve Bilincotesi) kitabında, açıkça kabullenilmediği zaman korkunun yol
açtığı kötü etkiler çok güzel bir şekilde incelenmektedir. Bu etkiler, doğal
olarak, çeşitli tiplerde felçler, görünürde fiziksel olan hastalıklar gibi,
daha çok zihinsel olmayan türdendir. Şimdilik bunlarla ilgilenmeyeceğiz;
konumuz zihinsel bozukluklardır. Delilerdeki kuruntuların çoğunun içgüdüsel
engellemenin bir sonucu olduğu ve tümüyle zihinsel yollarla -yani hastaya,
anısını baskı altında tuttuğu gerçekleri anımsatmak yoluyla- tedavi
edilebildikleri anlaşılmıştır. Bu çeşit bir tedavi ve onu çağrıştıran durum,
hastanın yitirmiş olduğu sağlıklı bir ruh halinin var olduğunu ve unutmayı en
çok istedikleri de dahil olmak üzere, bütün ise yarar gerçekleri bilinç yüzüne
çıkarmakla bunun tekrar kazanılabileceğini varsayar. Bu, bazı kişilerce ısrarla
önerildiği üzere, irrasyonelliği karşı koymadan kabullenme yönteminin tam
tersidir.
Bu kişilerin tek bildiği, yalnız
psikanalizin, irrasyonel kanıların etkinliğini ortaya çıkardığıdır; onun
amacının bu etkinliği belirli bazı tıbbi yöntemlerle azaltmak olduğunu
unuturlar veya gözardı ederler. Benzer bir yöntemle delilikleri pek belirgin
olmayan kişilerin irrasyonel tutumları da tedavi edilebilir; yeter ki hastalar
kendi kuruntularını paylaşmayan bir hekimin tedavisine rıza göstersinler. Ancak, cumhurbaşkanları,
bakanlar, önemli şahsiyetler bu koşulu nadiren yerine getirirler; ve tedavi
görmeden yaşamlarını sürdürüp giderler.
Buraya kadar rasyonelliğin teorik yönünü ele
aldık. Şimdi üzerinde duracağımız pratik yönü ise daha da büyük bir zorluk
sergiler. Pratik konulardaki fikir ayrılıklarının iki kaynağı vardır: Birincisi
tartışmacıların arzuları arasındaki farklılık, ikincisi de arzularını
gerçekleştirme araçlarını değerlendirmedeki farklılıktır. İkinci tur
farklılıklar gerçekte teoriktir; ancak sonuçları açısından uygulamaya
dönüktürler. Örneğin bazı yetkililer ilk savunma hattımız için savaş gemileri
gerektiğini ileri sürerken, diğerleri de uçakların gerekliliğini vurgular.
Burada önerilen sonuç, yani ulusal savunma konusunda bir farklılık yoktur;
fark, bunun hangi araçlarla yerine getirileceğindedir. Bu nedenle tartışma salt
bilimsel bir yöntemle çözümlenebilir; çünkü anlaşmazlığa neden olan fikir
ayrılığı gerçeklerle; geçmiş veya gelecek, kesin veya olası gerçeklerle
ilgilidir. Buna benzer bütün durumlarda söz konusu olan, her ne kadar
uygulamaya yönelik bir konuysa da, teorik olarak nitelendirdiğimiz türden bir
rasyonellik ise karışır.
Ancak bu sınıfa dahil edebileceğimizi
düşündüğümüz birçok olayda, uygulamada büyük önem taşıyan bir zorluk ortaya
çıkmaktadır. Belirli bir şeyi yapmak isteyen bir kimse, böyle yapmakla yararlı
saydığı bir sonuca ulaşacağına kendini inandırır; o arzusu olmasaydı böyle bir
inanç için hiç bir neden olmayacağını bilse bile. Gerçekler ve olasılıklarla
ilgili konulardaki yargıları da, kendisininkine karşıt arzuları olan bir başka
kişininkinden çok farklı olacaktır.
Herkesin bildiği gibi kumarbazlar uzun dönemde
kesinlikle kazandıracak sistemler konusunda irrasyonel inançlarla doludurlar.
Politikayla ilgilenenler kendi partilerinin başkanının, rakip politikacıların
düzenbazlığına düşmeyeceğine kendilerini inandırırlar. Yönetmeyi sevenler halk
tabakasına koyun sürüsü gözüyle bakmanın onların yararına olduğunu düşünürler;
sigaradan hoşlananlar sigaranın sinirleri yatıştırdığını, alkolden hoşlananlar
da alkolün zihni uyardığını söylerler. Bu tür gerekçelerin yol açtığı yargılar,
olayların değerlendirilmesinde önlenmesi zor olan yanılgılara yol açar. Alkolün
sınır sistemi üzerindeki etkisi konusunda yazılmış bilimsel bir makale bile
çoğu kez, satır aralarında içerdiği kanıtlarla, yazarın alkole karşı kişisel
tutumunu açığa vurur; her iki olasılıkta da, olaylara kendi alışkanlığını
destekleyici bir gözle bakmak eğilimi vardır. Bu tür düşünceler politika ve din
konularında büyük önem taşır.
Çoğu kimse politik görüşlerini belirlerken
toplumun iyiliği isteğiyle yola çıktığını düşünür; ancak on kişiden dokuzunun
politik eğilimi onun geçimini nasıl kazandığına bakarak kestirilebilir. Bu
durum bazı kimseleri bu tür konularda objektif davranılamayacağı, karşıt
eğilimli sınıflar arasında şiddetli rekabet dışında bir yöntem bulunamayacağı
görüşünü savunmaya; birçoklarını da gerçekten öyle olduğuna inanmaya
yöneltmiştir. Psikanaliz işte böyle konularda yararlıdır; çünkü insanların o
zamana kadar bilinç-altında olan önyargılarının farkına varmalarını sağlar.
Bize kendimizi, başkalarının bizi gördüğü gibi görmemize olanak veren bir
teknik; ayrıca, bu görünümümüzün sandığımız kadar da haksız olmadığını gösteren
bir neden sağlar. Bu yöntem, olgulara bilimsel yaklaşım alışkanlığı ile
birlikte yaygın olarak öğretilirse insanları, gerçek olayları değerlendirme ve
eylemlerin olası etkileri hakkındaki inançları konusunda, daha rasyonel
olmalarını olanaklı kılar. Eğer insanlar bu konularda anlaşmazlığa düşmezse,
geri kalan anlaşmazlıklara uyumlu çözümler bulabilecekleri hemen hemen
kesindir.
Ancak yine de tümüyle zihinsel yöntemlerle çözümlenemeyecek
bir tortu kalacaktır. Bir kimsenin arzuları başka bir kişininkiyle tam tamına
uyum içinde olmaktan çok uzaktır. Borsada iki rakip şu veya bu eylemin etkileri
konusunda tümüyle aynı fikirde olabilirler; ancak bu pratikte de uyuma yol
açmaz; çünkü ikisi de ötekinin zararı pahasına zengin olmayı arzu etmektedir.
Ancak bu durumda bile, doğacak olumsuz sonuçların büyük bölümü rasyonellik
sayesinde önlenebilir. Yüzünü beğenmediği için öfkeyle burnunu kesen bir
kişinin davranışının irrasyonel olduğunu söyleriz. İrrasyoneldir; çünkü
duygularına kapılarak o anda şiddetle hissettiği arzusunu yerine getirmekle,
kendisi için uzun vadede daha önemli olan özlemlerinin engelleneceğini
unutmuştur. İnsanlar rasyonel olsalardı, kendilerine neyin yararlı olduğunu
şimdikinden çok daha doğru olarak görürlerdi.
Eğer bütün insanlar bilinçli olarak kişisel
çıkarları doğrultusunda davransalardı dünya da şimdiki durumuna kıyasla bir
cennet olurdu. Hareketlerimizi yönlendirme açısından kişisel çıkarlardan daha
iyi birşey olmadığını söylemiyorum; ancak kişisel çıkarın da, başkalarının
iyiliği için özveride bulunma örneğinde olduğu gibi, bilerek gözetildiğinde,
bilmeden gözetildiği durumdakinden daha iyi olduğunu düşünüyorum. Düzenli bir
toplumda, başkalarının zararına olan bir şeyin, onu yapan kişinin çıkarına
olması pek enderdir. Bir insan rasyonellikten uzaklaştığı ölçüde, başkalarını
inciten şeylerin kendisini de inciteceğini göremez; çünkü nefret ve haset onu
körleştirmiştir. Bu nedenle, bilerek gözetilen kişisel çıkarın en yüce ahlak
ilkesi olduğunu savunmuyorsam da, eğer yaygın olarak benimsenirse dünyanın
şimdi olduğundan çok daha iyi bir dünya olacağında ısrar ediyorum.
Günlük yaşamda rasyonellik, sadece o anda güçlü
olan arzularımızı değil, içinde bulunulan duruma ilişkin bütün isteklerimizi
anımsama alışkanlığı olarak tanımlanabilir. Fikirlerin rasyonelliğinde olduğu
gibi bu da bir ölçü sorunudur. Tam bir rasyonellik, kuşkusuz, erişilmesi
olanaksız bir idealdir. Bununla beraber, bazı insanları deli olarak nitelediğimiz
sürece, bazı insanların diğerlerinden daha rasyonel olduğunu varsaydığımız
ortadadır. Dünyadaki elle tutulur her türlü iyiye gidişin, pratik ve teorik
rasyonalizmin güçlenmesinden kaynaklandığı kanısındayım. Altruistik (Kendi
yararını gözetmeksizin başkalarının iyiliğini düşünme; bencilliğin
karşıtı.(C.N.)) bir ahlak öğütlemek, bana biraz da yararsız görünüyor; çünkü
böyle bir öğüt onu zaten benimsemiş olanlar dışında kimseye çekici
gelmeyecektir. Ancak rasyonelliği öğütlemek biraz farklıdır; çünkü, bizim kendi
arzularımız her ne ise, rasyonellik genellikle onları gerçekleştirmemize
yardımcı olur. Bir kimse, aklının arzularını algıladığı ve onlara egemen olduğu
ölçüde rasyoneldir. Sonuç olarak inanıyorum ki, en önemli şey aklımızın
eylemlerimize egemen olmasıdır; bilim, birbirimize zarar verme olanaklarını
artırdıkça toplumsal yaşamın sürmesini olanaklı kılan da bu olacaktır. Eğitim,
basın, politika, din -kısacası dünyanın en etkili güçleri- şu anda
irrasyonellikle eleledir. Bu güçler Kral Demos’u yoldan çıkarmak için ona
övgüler yağdıran kişilerin elindedir. Çare, gerçekleştirilmesi çok zor olan
sosyal ve siyasal değişimlerde değil; bireylerin komşuları ve dünya ile olan
ilişkilerine daha akıllıca ve dengeli bir bakış açısı getirme çabalarında
yatmaktadır. Dünyamızın çekmekte olduğu sıkıntıların çözümünü, günden güne
yaygınlaşmakta olan rasyonalizmde aramamız gerekir.
Ortaçağ’ın sonlarından bu yana felsefenin
sosyal ve politik önemi giderek azalmıştır. Ortaçağ’ın en büyük filozoflarından
olan William Ockham (1300¬1349), Keiser (962-1806 yıllarında Kutsal Roma
Hükümdarlarına verilen unvan. (C.N.)) tarafından Papa’ya karşı broşürler yazmak
üzere tutulmuştu. O dönemlerin en ateşli sorunları okullarla ilgili
tartışmalardı. Onyedinci yüzyılda felsefede görülen gelişmelerin tümü Katolik
Kilisesine muhalefetle az çok bağlantılıydı. Malebranche (1638-1715) gerçi bir
rahipti; ancak şimdilerde rahipler onun felsefesini kabulden menedilmişlerdir.
Locke’un (1632-1704) ardılları onsekizinci yüzyıl Fransasında, Bentham
(1748-1832) yanlıları ondokuzuncu yüzyıl İngilteresinde, politikada çoğunlukla
aşırı tutucu görüşleri benimsemişler; çağdaş lıberal burjuva görüşünün de
yaratıcısı olmuşlardır. Ancak felsefi ve politik görüşler arasındaki karşılıklı
ilişki zamanla daha belirsiz bir duruma gelmektedir. Hume (1711-1776) felsefede
aşırı tutucu olduğu halde politik yönden bir Tory (Şimdiki adı Muhafazakar
Parti olan İngiliz siyasal partisi mensubu. (C.N)) idi. Yalnızca, Devrim’e
kadar bir Ortaçağ ülkesi olan Rusya’da politika ve felsefe arasında açık bir
ilinti var olmayı sürdürdü. Bolşevikler materyalist, Beyazlar ise
idealisttirler. Tibet’te bu ilinti daha da güçlüdür; devlet yönetiminde en
büyük ikinci kişi « baş metafizikçi » olarak adlandırılır. Başka yerlerde
felsefe artık böylesine saygın bir konumdan yoksundur.
Yirminci yüzyıl akademik felsefesi başlıca üç
grupta toplanmış bulunuyor. Birincisi genellikle Kant (1724-1804), bazen de
Hegel (1770-1830) yanlılarını içine alan klasik Alman felsefesidir. İkinci
grup, pragmatistler ile Bergson’dan oluşur. Üçüncü grupta ise bilim yanlıları
yer alır; bunlara göre felsefede ne özel bir gerçek çeşidi, ne de ona erişmeyi
sağlayan belirli bir yöntem vardır. Bunlara kısaca gerçekçiler (realistler)
denebilir; ancak aralarında bu sıfata tam olarak uymayan çok kişi vardır. Bu
farklı ekoller arasındaki ayrım belirgin değildir; ve kişiler bazı konularda
birine, bazı konularda da diğerine mensup olabilirler. William James
(1842-1910) hem gerçekçiliğin hem de pragmatizmin kurucusu sayılabilir. Dr.
Whitehead’in son kitapları gerçekçilerin yöntemlerini uygulayarak, az çok
Bergsoncu denilebilecek bir metafiziğin savunmasını yapar. Birçok filozof,
epeyce bir mantık gösterisinden de kaçınmayarak, Einstein’ın doktrinlerinin Kant’ın
zaman ve uzayın öznel olduğu yolundaki kanısına bilimsel bir temel oluşturduğu
görüşünü benimsemektedir.
Görülüyor ki olgulardaki belirginlik,
mantıktaki belirginlik kadar net değildir. Bununla beraber, mantıktaki
belirginlik, düşüncelerin sınıflandırılmasını olanaklı kılan bir çerçeve
oluşturması açısından yarar sağlar.
Alman idealizmi yirminci yüzyıl boyunca
savunmada kalmıştır. Yeni ekolleri profesör olmayan kişilerin önemli bulduğu
kitaplar temsil etmiştir. Bu kitaplar hakkındaki eleştirilere göre
değerlendirme yapan bir kimse, bu ekollerin diğerlerinden etkin olduğunu
düşünebilir. Ancak, Amerika’da olmasa bile, Almanya, Fransa ve İngiltere’de
felsefe öğretenlerin çoğunluğu hala klasik geleneğe bağlıdırlar. Bu gruba dahil
olan bir gencin iş bulması, dahil olmayan birine göre çok daha kolaydır. Klasik
geleneğe karşı çıkanlar ise « Alman » olan her şeydeki kötülükte bu felsefenin
de payı olduğunu ve Belçika’nın işgalinden de bir anlamda sorumlu olduğunu
göstermeye çalıştılar. Ancak onu destekleyen öylesine ünlü ve saygılı kişilerdi
ki bu saldırılar başarılı olamazdı. Bu kişilerden ikisi, Emile Boutroux ve
Bernard Boşanquet, ölümlerine kadar uluslararası toplantılarda sırasıyla
Fransız ve İngiliz felsefelerinin resmi sözcülüğünü yapmışlardır.
Dinci ve tutucu kesimler de Hristiyanlığa
aykırı akımlara ve devrimlere karşı kendilerini savunmada daha çok bu ekolden
yararlanmaktadırlar. Bunlar statükoculara özgü güç ve zaaflara sahiptirler;
gelenekten kaynaklanan güç ile yeni düşünce yokluğundan kaynaklanan zaafa.
İngilizce konuşulan ülkelerde bu konuma
yirminci yüzyıl başlarından az önce gelinmiştir. Ben ciddi olarak felsefe
çalışmaya 1893 yılında, Mr. Bradley’in Appearance and Reality (Görünüm ve
Gerçek) kitabının çıktığı yılda başladım. Mr. Bradley Alman felsefesinin
İngiltere’de de kabulü için savaşanlardan biriydi; yaklaşımı ise geleneksel
inançları savunanlardan çok başkaydı. Onun Logic (Mantık) ve Appearance and
Reality kitapları, çağdaşlarım üzerinde olduğu gibi bende de çok derin bir etki
yapmıştı. Onlarda ileri sürülen tezlerle uzun süreden beri uyuşmadığım halde bu
kitaplara büyük saygı duyarım.
Hegel yanlılarının görüşleri, gerçek dünya
hakkında bizlere sadece mantığın çok şeyler anlatabileceği inancına dayanır.
Mr. Bradley de bu düşünceye katılmaktadır. Görünürdeki dünyanın kendi
kendisiyle çeliştiğini; bu nedenle de aldatıcı olduğunu; gerçek dünyanın ise,
mantıksal olma zorunluluğu yüzünden, şaşırtıcı bazı özelliklere sahip olmasının
doğal olduğunu öne sürmektedir. Gerçek dünya zamanda ve uzayda olamaz;
birbiriyle içiçe ilintili çeşitli şeyler içeremez; ayrı ayrı benlikler
içeremez; hatta bilme olgusundaki özne ve nesne arasındaki ayrılık şeklinde bir
bölünme içeremez. Bu nedenle o, düşünceden ve istemden çok duyguya benzeyen bir
şeyle bağlantılı olan, zamandan bağımsız, tek bir Mutlak’tan ibarettir. Şu
dünyamız bütünüyle bir görüntüdür; ve de üstünde oluyor gibi görünen şeylerin
gerçekte bir önemi yoktur. Bu doktrin ahlak kavramını yok edebilir. Ancak ahlak
duygusaldır; mantıkla bağdaşmaz. Gerçekten de Hegel yanlıları, temel ilkeleri
olarak, Hegel felsefesini doğru kabul ederek davranmamız gerektiğini ısrarla
vurgularlar; ancak şunu gözden kaçırıyorlar: eğer bu felsefe doğru ise nasıl
davrandığımızın da hiç önemi yoktur.
Bu felsefe iki yönden eleştirilmişti. Bir yanda
mantıkçılar vardı; bunlar Hegel’in yanlışlarına dikkat çektiler; ilişkilerin ve
çokluğun, zaman ve uzayın gerçekte kendileriyle çelişir şeyler olmadığını ileri
sürdüler. Öte yanda da mantık ürünü bir dünyada var olan kalıplaşmayı ve düzenliliği
beğenmeyenler vardı; onların başında da William James ve Bergson yer alıyordu.
Bu iki ayrı eleştirinin yandaşları, önemli olmayan bazı rastlantısal durumlar
dışında, mantıksal açıdan birbirlerine aykırı düşmüyorlardı; ancak mizaçları
farklıydı ve başka başka bilgilerden esinleniyorlardı. Bunun yanısıra ilgi
alanları da farklıydı; birinin ilgisi akademik, ötekinin ise insancildi.
Akademik açıdan bakanlara göre Hegelcilik doğru değildi; insancıl açıdan
bakanlara göre ise hoş değildi. Doğal olarak bu ikinciler daha yaygın bir
başarıya ulaştılar.
İngilizce konuşulan dünyada Alman idealizminin
tahttan indirilmesinde en büyük etken William James olmuştur. Bunu Psychology
(Psikoloji) adli eserinde söyledikleriyle değil, yaşamının son yıllarında ve
ölümünden sonra yayınlanan bir dizi küçük kitapta ortaya koyduklarıyla
başarmıştır. 1884 yılında Mind dergisinde yayınlanmış olup ölümünden sonra
basılan Eşsays in Radical Empiriçişim (Radikal Deneycilik Üzerine Denemeler)
kitabında yer alan bir makalesinde (sayfa 276-8) kişisel eğilimini olağanüstü
bir sevimlilikle dile getirmektedir:
« Bizler temelde kuşkucu olmadığımıza göre,
çeşitli inançlarımızın arkasında yatan güdüleri birbirimize açıkta itiraf
edebiliriz. Ben kendiminkini içtenlikle itiraf ediyor ve bütün güdülerimin
mantıksal değil, estetik türden olduğunu düşünmekten kendimi alamıyorum.
İnceden inceye detaylı olan evren, yanılmaz ve kusursuz enginliğiyle sanki
nefesimi kesiyor. Olanakları olmayan gerekliliği, özneleri olmayan ilişkileri
sanki bana hiçbir çekince hakkı bırakmayan bir anlaşma yapmışım, veya daha
doğrusu, sanki diğer konuklardan kaçarak sığınabileceğim kişisel bir odası
olmayan büyük bir sahil pansiyonunda yaşamak zorunda kalmışım hissini veriyor.
Ayrıca günahkarlarla ferişiler (Yazılı yasalara ve örf hukukuna titizlikle
uymayı öngören eski bir Musevi tarikatı mensubu. (C.N.)) arasındaki eski
anlaşmazlığın da bu konuyla bir ilişkisi olduğunu açıkça görmekteyim. Bildiğim
kadarıyla, Hegelcilerin hepsi kendini beğenmiş ukalalar değildirler; ancak öyle
sanıyorum ki bütün kendini beğenmiş ukalalar geliştikçe sonunda Hegelci
oluyorlar. Aynı cenaze için tören yapmak üzere yanlışlıkla çağrılan iki papazla
ilgili bir fıkra vardır: Önce birisi gelir ve duada Ben Yeniden-dirilişim; ben
Yaşamım sözcüklerinden öteye gidemeden ikincisi içeri girer: O da
Yeniden-diriliş benim, Yaşam benim, diye bağırır. İnceden inceye felsefesi,
gerçekte var olduğu haliyle, çoğumuza bu papazı çağrıştırır. Korkunç
derinlikleri, bilinmeyen akıntılarıyla ağır ağır nefes alan engin, bilinçsiz
Kozmos’u temsil etmek için fazla sıkı düğmeli olduğu söylenebilir.
William James gibi, Hegelciliği bir sahil
pansiyonuna benzeten başka bir kimse olmadığına bahşe girilebilir sanırım. Bu
makale 1884 yılında hiçbir etki yaratmadı; çünkü o zamanlar Hegelcilik giderek
artan bir saygınlık görmekteydi; filozoflar da kendi mizaçları ile kanıları
arasında bir bağlantı olabileceğini kabullenmeyi hala öğrenmemişlerdi. 1912’de
(ikinci baskı tarihi) ortam çeşitli nedenlerle değişmiş bulunuyordu. William James’in
öğrencileri üzerindeki etkisi de bu nedenlerden biridir. Yazıları dışında onu
sadece yüzeysel olarak tanıdım; ancak, onun doğasında, görüşlerini oluşturmakta
katkısı olan üç öğenin ayırdedilebilir olduğu kanısındayım. Bunlardan, zaman
açısından en sonda, felsefi katkı açısından ise en önde geleni, gördüğü
fizyoloji ve tıp eğitiminin etkisidir. Bu ona esinlerini Platon’dan,
Aristoteles’ten, ve Hegel’den alan tümüyle yazınsal filozoflara kıyasla daha
bilimsel ve biraz da materyalist bir eğilim vermiştir.
Özgür iradeyi irdelediği bölüm gibi önemli
birkaç bölüm dışında Psychology kitabında bu öge egemendir. Felsefi yapısındaki
ikinci etken, babasından geçen ve kardeşinde de var olan mistik ve dindar
eğilimdir. Bu eğilim onun Will to Believe (İnanma Arzusu) kitabına ve pşisik
araştırmalara olan ilgisine yol açmıştır. Üçüncü etken, yine kardeşiyle
paylaştığı aşırı titiz yapısından kurtulup yerine Walt Whitman usulü demokratik
bir yaklaşım benimsemek için, New Englandlı benliğinin bütün içtenliğiyle
giriştiği bir çabadır. Yukarıdaki alıntıda hiç bir kişisel odası olmayan
pansiyondan duyduğu dehşet (Walt Whitman buna bayılırdı), titiz yapısını açıkça
ortaya koyuyor. Demokratik olma arzusu da kendisini bir ferisi değil bir
günahkar yerine koymasında görülmektedir. Bir ferisi olmadığı kesindi; ancak en
az günah işlemiş kimselerden biri olsa gerek. Bu konudaki tutumu her zamanki
alçakgönüllülüğüne pek de uymamaktadır.
En kusursuz insanlar genellikle bu
kusursuzluklarını birbiriyle bağdaşmaz sayılan bazı özelliklerin karışımına
borçludurlar; bu, çağdaşlarının çoğunun farkettiğinden daha önemli bir kişi
olan James için de geçerlidir. Kendisi faydacılığı, dinsel umutları bilimsel
varsayımlar olarak ifade etmenin yöntemi olarak savundu; ve, madde ile ruh
arasındaki karşıtlığı, bunlardan birine üstünlük tanımadan önlemenin bir aracı
olarak « bilinç » diye bir şeyin var olmadığı yolundaki devrimci bir görüşü
benimsedi. Felsefesinin bu iki bölümünde farklı yandaşları oldu. Birincisini
Schiller ve Bergson, ikincisini yeni gerçekçiler destekledi. Ünlüler arasında
yalnızca Dewey (1859-1952) her ikisinde de ona katılıyordu.
Farklı tarihçeleri ve farklı bağlantıları
olduğu için bu iki bölümün ayrı olarak ele alınmaları gerekir. James’in
yapıtlarından Will to Belieue 1897, Pragmatışm 1907 tarihlidir. Schiller’in
Hümanışm, Dewey’in Theories in Logical Theory (Mantık Teorisi Üzerinde
İncelemeler) kitapları ise 1903 tarihlidir. Yirminci yüzyılın ilk yıllarında
felsefe dünyası faydacılık konusuyla canlanmıştı; daha sonraları aynı beğenilere
hitap eden Bergson onun tahtına geçti. Faydacılığın üç kurucusu kendi
aralarında büyük farklılıklar gösterirler; James, Schiller ve Dewey’i bu
felsefenin, sırasıyla dinci, edebi ve bilimsel temsilcileri olarak
tanımlayabiliriz. Çünkü James her ne kadar çok-yönlü idiyse de faydacılıkta,
onun dindar yönü kendine bir çıkış yolu bulmuştur.
Şimdi bu farklılıkları bir yana bırakarak savı
bir bütün olarak ele alalım. Savın temeli belli bir tür kuşkuculuktur.
Geleneksel felsefe, dinin temel savlarını kanıtladığı iddiasındaydı. Bu
felsefenin karşıtları ise bu kanıtlamanın geçersiz olduğunu
kanıtlayabileceklerini; veya, en azından Spencer (1820-1903) gibi, bunların
kanıtlanamaz olduğunu kanıtlayabileceklerini iddia ettiler. Ancak, eğer bunlar
kanıtlanamazlarsa geçersizlikleri de kanıtlanamaz gibi görünüyordu. Spencer
gibi kişilerin çok sağlam saydıkları birçok sav; nedensellik, hukukun
üstünlüğü, belleğin genel güvenirliği, tümevarımın geçerliği gibi doktrinler bu
durumdaydı. Bütün bunlar rasyonel bir bakış açısından bilinmezcilik
(agnostisizm) kapsamına girmeli, hüküm vermekten kaçınılmalıdır. Çünkü,
görebildiğimiz kadarıyla bunlar doğruluğu veya yanlışlığı kanıtlanabilir şeyler
değildirler. James, pratik kişiler olarak, eğer yaşamayı sürdüreceksek, bu
konularda kuşku içinde kalmamızın olanaksız olduğu savını ileri sürdü. Örneğin,
geçmişte bizi beslemiş olan yiyeceklerin gelecekte bizi zehirlemeyeceklerini
varsaymamız gerekir. Bazen de yanılırız; ve de oluruz. Bir fikrin doğruluğu
onun « gerçek-olgu’larla » uyum içinde olup olmasıyla sınanamaz; çünkü bu
gerçek- olgulara hiçbir zaman ulaşamayız. Sınama onun yaşamımızı
iyileştirmedeki ve arzularımızı gerçekleştirmedeki başarısını ölçmekle yapılır.
Bu bakış açısıyla James Varieties of Religious Experience (Dinsel Deneyimlerde
Çeşitlilik) kitabında dinsel inançların çoğunlukla bu sınamayı başarıyla
geçtiğini; bu nedenle de « doğru » olarak nitelendirilmeleri gerektiğini
göstermeye çalıştı. Ona göre, en genel kabule kavuşmuş olan bilimsel teorilere
de ancak bu anlamda « doğru » denebilir: uygulamada geçerli sonuçlar verirler;
haklarında bildiğimiz tek şey de budur.
Bu görüşün bilim ve dinin genel varsayımlarına
uygulanması konusunda söylenecek çok şey vardır. Geçerli olmanın anlamı
dikkatle tanımlanır ve yalnızca gerçeğin, gerçekten bilinmediği durumların söz
konusu olması koşulu eklenirse, o zaman bu konularda bu savla tartışmaya gerek
yoktur. Ancak, şimdi gerçek doğruyu saptamanın zor olmadığı daha basit
örnekleri ele alalım. Bir şimşek çaktığını gördünüz. Gök gürültüsünü duymayı
bekleyebilirsiniz; veya ışığın, gürültüsü duyulamayacak kadar uzakta olduğunu
düşünebilirsiniz; ya da bu konuyu hiç düşünmezsiniz. En akla yakını bu sonuncu
olasılık olmakla beraber ilk iksinden birini seçtiğinizi varsayalım. Gök
gürültüsünü işittiğinizde düşüncenizin doğruluğu ya da yanlışlığı ortaya çıkmış
olur. Bu da size sağlanan bir avantaj veya dezavantaj nedeniyle değil, bir «
gerçek-olgu nedeniyle, yani gök gürültüsünü duyup duymama olgusuyla
gerçekleşir. Faydacılar dikkatlerini, daha çok, hakkında deneyim sahibi
olduğumuz olgularla doğrulanamayan inançlar üzerinde toplarlar. Günlük uğraşlar
hakkındaki inançlarımızın çoğunun -örneğin filanca kişinin adresinin filanca
olduğu- doğru olup olmadığı, deneyimlerimizle ortaya çıkarılabilir; ve bu gibi
durumlarda bir faydacının kullandığı ölçütlere gerek yoktur. Yukarıdaki gök
gürültüsü örneğinde olduğu gibi, birçok durumda bu ölçütün uygulanma olanağı
yoktur; çünkü doğru olan inancın yanlış olana göre pratik bir avantajı
bulunmadığı gibi, ikisi de başka birşey düşünmek kadar yarar sağlamaz. Günlük
yaşamda karşılaştıklarımıza değil de « büyük » örneklere sempati duymak
felsefecilerin ortak bir kusurudur.
Faydacılık, nihai felsefi gerçeği içermese de
bazı önemli meziyetlere sahiptir. Birincisi bizim ulaşabileceğimiz gerçeğin
yalnızca insanı gerçek olduğunu; bu gerçeğin de, insanı olan her şeyde olduğu
gibi yanılınabilir ve değişebilir olduğunu görmesidir. İnsana özgü olanlarının
dışında kalan olaylar gerçek değil, gerçek-olgulardır (belirli türlerden). Gerçeklik
inançlara özgü bir özelliktir, inançlar da psikolojik olaylardır. Bundan başka,
inançların olgularla olan bağlantılarında mantığın varsaydığı sistematik
basitlik yoktur; buna da işaret etmiş olması faydacılığın ikinci meziyetidir.
İnançlar belirsiz ve karmaşıktır; kesin tek bir olguya değil, birçok ve
belirsiz türden olgularla ilintilidirler. Bu nedenle, mantığın sistematik
önermelerinden farklı olarak, inançlar doğru veya yanlış gibi iki mutlak karşıt
değil, doğru ve yanlışın bir karışımıdır. Hiçbir zaman siyah ya da beyaz
değildirler; grinin değişik tonlarını taşırlar. « Gerçek »ten büyük bir
saygıyla söz edenler gerçek-olgu dan söz etseler ve önünde eğildikleri saygın
özelliklerin insan inançlarında bulunmadığını görseler daha yerinde olur. Bunun
teorik olduğu kadar pratik yararları da vardır. Çünkü insanlar « gerçeği »
kendilerinin bildiklerini sandıkları için birbirlerine zulmederler.
Psikanalitik açıdan bakıldığında, insanların büyük saygıyla söz ettikleri
herhangi bir « büyük ideal »in, gerçekte düşmanlarına eziyet etmek için
buldukları bir bahane olduğu söylenebilir.
Uygulamada ise faydacılığın daha da karanlık
bir yönü ortaya çıkıyor. Bu felsefeye göre, doğru olan inanç çıkar sağlayan
inançtır. Ceza yasalarıyla oynayarak bir inanç kazançlı hale getirilebilir.
Onyedinci yüzyılda protestan ülkelerde protestanlık, katolik ülkelerde de
katoliklik avantajlıydı. Enerjik insanlar hükümeti ele geçirip kendilerinden
farklı düşünenleri cezalandırarak « gerçek » üretebilirler. Bu sonuçlar
faydacılığın içine düştüğü abartıdan kaynaklanmaktadır. Gerçeklik faydacıların
işaret ettiği gibi, bir derece sorunu ve salt beşeri olayların, yani inançların
bir niteliği ise, bu bir inançta var olan doğruluğun derecesinin salt beşeri
koşullara bağımlı olması anlamına gelmez. İnançlarımızdaki doğruluk derecesini
artırırken bir ideale yaklaşmaktayız. Bu ideali de gerçek, yani ancak çok
sınırlı ölçüde kontrolümüz altında olan, bir gezegenin üzerinde ya da yüzeyine
yakın bir yerindeki bazı önemsiz koşullarla ilişkili gerçek-olgu saptamış olur.
Faydacıların kuramı reklamcıların uygulamalarının bir soyutlamasıdır. Reklamcı,
hapların gerçek değerinin, kutu başına bir guinea olduğunu tekrar tekrar
söyleyerek insanları altı-peni ödemeye ikna eder (1 guinea = 42 tane altı peni);
böylece de söylediklerini, daha az güvenle söylendiği duruma göre, gerçeğe
yakınlaştırmış olur. Bu tür insan ürünü « gerçek » örnekleri ilginçtir; ancak
kapsamları çok sınırlıdır. Bunların kapsamlarını genişletmekle insanlar
kendilerini çılgın bir propagandaya kaptırır, bu çılgınlık da sonunda savaş,
salgın hastalık, kıtlık şekillerinde kendini gösteren acı gerçeklerle
birdenbire son bulur. Avrupa’nın yakın tarihi bu tür bir faydacılığın
yanlışlığını ortaya koyan bir ibret dersidir.
Bergson’un faydacı görüş yanlısı olarak
alkışlanması tuhaftır; çünkü yüzeysel olarak onun felsefesi faydacıların
tezinin tam tersidir. Faydacıların öğretisine göre gerçeğin ölçütü yararlılık
olduğu halde Bergson bunun tam tersini öğretir. Pratik gereksinmelerle
şekillenmiş olan aklımız, dünyanın çıkarımıza olmayan bütün yönlerini yok sayar
ve gerçeğin algılanmasını engeller. « Önsezi » denilen bir yeteneğimiz
olduğunu; istersek onu kullanabileceğimizi; ve onun, en azından teorik olarak,
gelecek için olmasa da, geçmiş ve şimdiki zaman hakkında her şeyi bilmemizi
sağlayabileceğini öne sürer. Bu kadar bilgiyi taşımak pek elverişli olmayacağı
için, işlevi unutmak olan bir beyin geliştirdik. Beyin olmasaydı her şeyi
hatırlayacaktık; onun bir süzgeç gibi çalışması sayesinde genellikle yalnızca
yararlı olan şeyleri ve yanlışları hatırlıyoruz. Bergson’a göre fayda hataların
kaynağıdır ve gerçeğe ancak pratik yararın tümüyle dışlandığı mistik düşünceyle
erişilebilir. Ancak yine de, faydacılar gibi, eylemi akıl yürütmeye, Othello’yu
Hamlet’e tercih eder. Önsezi ile Desdemona’yı öldürmenin, akıllıca davranarak
kralın yaşamasına izin vermekten daha iyi olduğu kanısındadır. Faydacıların ona
bir yandaş gözüyle bakmalarının nedeni budur.
Bergson’un Donnes İmmediates de la Conscience
(Bilincin Dolaysız Verileri) kitabı 1898’de, Matiere et Memoire (Madde ve
Bellek) kitabı da 1896’da yayınlandı. Ancak onun büyük unu 1907’de yayınlanan
L’Evolution Creatrice (Yaratıcı Evrim) ile başladı -bu kitap diğerlerinden daha
iyi olduğu için değil, daha az tartışma ve daha çok retorik içerdiği, böylece
de daha ikna edici olduğu için. Bu kitap baştan sona hiçbir tartışma,
dolayısıyla da tatsız tartışmalar içermez; sadece, düşgücünü okşayan şiirsel
resimler çizer. İçinde bizi, öngördüğü felsefenin doğru mu yanlış mı olduğu
sorusuna götüren hiçbir şey yoktur. Önemsiz sayılamayacak bu soruyu Bergson
başkalarına bırakmıştır. Ancak kendi felsefesine göre böyle yapmakta haklıdır
da; çünkü gerçek, akılla değil önseziyle elde edilir; bu nedenle de bir
tartışma konusu değildir.
Bergson’un felsefesinin büyük bölümü geleneksel
mistisizmin biraz yeni bir dille ifadesinden ibarettir. Farklı şeylerin
gerçekte farklı olmadığı, ancak analitik akıl tarafından öyle algılandığı
yolundaki doktrin Parmenides (İ.Ş. beşinci yüzyıl)’ten Mr. Bradley
(1846-1924)’e kadar bütün Doğu ve Batı mistiklerinde görülür. Bergson iki yolla
bu sava bir yenilik havası getirmiştir. İlk olarak, « önsezi » ile hayvanların
içgüdüleri arasında bir bağlantı kurar. Bir Ammophila arısının, içine
yumurtalarını bıraktığı larvayı etkisiz hale getirecek, ama öldürmeyecek bir
şekilde sokabilmesini sağlayan şeyin önsezi olduğunu ileri sürmektedir (Bu
talihsiz bir örnektir; çünkü Dr. ve Mrs. Peckham bu zavallı arının şaşkın bir
bilimciden daha kusursuz davranmadığını göstermişlerdir). Bu yaklaşım onun
savlarına modern-bilim havası vermekte ve, verdiği örneklerle dikkatsiz
kişilerde, görüşlerinin en son biyolojik araştırmalara dayandığı sanısının
uyanmasını sağlamaktadır. İkinci olarak, nesnelerin analitik zekaya göründükleri
durumlarındaki ayrılığa « uzay » adını, onların önseziye görünümlerinin
yorumlanmasına da « zaman » ya da « süre » adını vermektedir. Bu da onun «
zaman » ve « uzay » hakkında kulağa çok hoş ve derin gelen, ancak bu
sözcüklerin normal anlamlarınca çağrıştırılan birçok şey söylemesine olanak
vermektedir. « Uzay »da olan şey olarak tanımlanan « madde » kuşkusuz aklın
yarattığı bir kurgudur; öyle olduğu da, kendimizi önsezinin bakış açısına
uyarlayınca hemen görülür.
Felsefesinin bu bölümünde Bergson, ifade tarzı
dışında, Plotinüs (İ.Ş. 205-270)’a hiçbir şey eklememiştir. Bu ifade biçiminin
keşfedilmesi gerçekten büyük bir yeteneğin sonucuysa da bu yetenek bir
filozofunkinden çok bir ortaklık yöneticisinin yeteniğidir. Ancak ona yaygın
bir popülerlik kazandıran, felsefesinin bu bölümü değildir. Bu popülerliği elan
vital (yasama coşkusu) ve gerçek oluşum savlarına borçludur. Onun getirdiği
önemli ve ilginç yenilik zamanın ve ilerlemenin gerçek olduğu inancını
mistisizm ile birleştirmesindedir. Bunu nasıl başardığını görmek için biraz
zaman harcamaya değer.
Geleneksel mistisizm derin düşünceye dayanır;
zamanın gerçek dışı olduğuna inanır; ve temelde bir tembel insan felsefesidir.
Mistik aydınlanmanın başlangıcı « ruhun karanlık gecesi »dir; bu da insanın
günlük eylemlerinde umutsuzca engellendiği, veya bazı nedenlerle onlara olan
ilgisini yitirdiği zamanlar ortaya çıkar. Eylem böylece söz konusu olmaktan
çıkınca o da kendini derin düşünceye verir. Koşullar elverdiğinde kendimize
olan saygıyı korumamızı sağlayacak inançlara sarılmak, özbenliğimizin bir
yasasıdır. Psikanalitik yazın bu yasanın çarpıcı örnekleriyle doludur. Böylece,
derin düşünceye yönelen kişi, çok geçmeden, bunun yaşamın gerçek amacı
olduğunu; gerçek dünyanın günlük işlerle uğraşan kişilerden gizlendiğini
keşfeder. Geleneksel mistisizmin diğer savları da bu temelden çıkarılabilir.
Büyük mistiklerin belki de ilki olan Lao-Tze (İ.O. 604- 531)’nin, kitabını bir
gümrük binasında bagajının muayene edilmesini beklerken yazdığı rivayet edilir.
Kitap tahmin edilebileceği gibi, her türlü eylemin yararsız olduğu savı ile
doludur.
Bergson ise mistisizmi eyleme, « yaşam »a,
gelişmenin gerçekliğine inanan ve bu dünyada bulunmaktan düş kırıklığına
uğramamış olan kişilere uyarlamayı amaçladı. Mistik, genel olarak, mizaç
bakımından hareketli, ancak hareketsizliğe zorlanmış olan kişidir; vitalist de
mizaç yönünden hareketsiz, ancak eyleme romantik bir hayranlık duyan kişidir.
1914 öncesinde dünya böyle insanlarla, « Kırık Kalpler Yuvası » insanlarıyla
doluydu. Bu insanların mizaçlarının temelinde can sıkıntısı ve kuşkuculuk
vardır. Bu da heyecan tutkusuna ve irrasyonel bir inanca özlem duymaya yol
açar. Sonunda bu inancı buldular; o da görevlerinin insanları birbirine
kırdırmak olduğu inancında saklıydı. Ancak 1907’de bu çıkış yolu daha
bulunmamıştı; Bergson ise bu boşluğu iyi doldurdu.
Bergson görüşlerini bazen yanlışlığa yol
açabilecek bir dille ifade etmiştir; çünkü kurgusal olarak tanımladığı
şeylerden, arada bir, onların gerçek olduklarını düşündürecek bir şekilde söz
eder. Eğer bu yanlış anlaşılabilecek şeyleri bir yana bırakırsak zaman savı
sanırım şöyledir: Zaman ayrı ayrı anlar ya da olaylar serisi değil, gerçekte
sürekli bir oluşumdur. Bu gelişme sırasında geleceği önceden görmek
olanaksızdır; çünkü gelecek, gerçekten yenidir ve bu nedenle de kestirilemez.
Ağacın büyümesinde oluşan içiçe halkalar gibi gerçekten vuku bulan her şey
kalıcıdır (bu benzetme ona ait değildir). Yani dünya hiç durmadan daha dolu ve
daha zengin olacak şekilde gelişir. Vuku bulan her şey önsezinin katiksiz
belleğinde saklanır; beyindeki bellek ise, tersine, aldatıcıdır. Önsezi
belleğindeki bu saklama « kalıcılık »tır; yeni yaratma güdüsü de elan
vital’dir. Önsezinin katiksiz belleğindekileri tekrar şu üstüne çıkarmak bir
kendini eğitme konusudur. Bunun nasıl yapılacağı anlatılmıyor; herhalde
Yogi’lerin yaptığına benzer bir şekilde olsa gerek.
Eğer Bergson’un felsefesine mantık gibi
yeterince ulu olmayan bir şey uygulamaya kalkışılırsa bu değişim felsefesi bazı
sıkıntılarla karşılaşır. Bergson, zamanı birbirinden bağımsız parçalardan
oluşan bir seri olarak gören matematikçileri aşağılamaktan hiç usanmaz. Ancak,
eğer dünyada onun öne sürdüğü gibi, gerçek yenilik gerçekten de varsa -eğer
yoksa onun felsefesi çekici özelliklerini yitirir- ve eğer dünyaya gerçekten
gelen her şey kalıcı ise -kalıcılık savının yalın özü de budur- daha önceki bir
zamandaki toplam varlık daha sonra gelen herhangi bir zamandaki toplamın bir
parçası olur. Bütün ile parça arasındaki bu ilişki nedeniyle, dünyanın farklı zamanlardaki
toplam durumları bir seri oluşturur ve bu da matematikçilerin aradığı ve
Bergson’un reddettiği serinin bütün özelliklerine sahiptir. Dünyanın daha
sonraki durumlarında devreye giren unsurlar eski unsurların dışında değilse
gerçek bir yenilik yoktur; yaratıcı gelişim bir şey yaratmamıştır; biz de
Plotinüs sistemine geri dönmüş oluruz. Bergson’un bu ikilem karşısında vardığı
yanıt şudur: olan şey, her şeyin değiştiği ve yine de aynı kaldığı bir «
gelişim »dir. Bu kavram sıradan insanların anlamayı umudedemeyecekleri ölçüde
derin bir gizemdir. Temelinde mantık değil, mistik inanca çağrı yatar; ancak
biz inancın mantıktan üstün olduğu alanlara, onun peşisıra gidemeyiz.
Bu arada, birçok yerde « gerçekçilik » adı
verilen bir felsefe gelişti. Gerçekte bu felsefenin özelliği yöntem olarak
analizci, metafizik olarak da çoğulcu (plüralist) olmasıdır. Bu felsefe tam
olarak gerçekçi değildir; çünkü bazı yönleri Berkeley (1685¬1735) idealizmi ile
uyum içindedir. Kant ve Hegel idealizmi ile bağdaşmaz; çünkü bu sistemlerin
temel aldığı mantığı reddeder. Bu felsefe James’in görüşünü gittikçe daha çok
benimsemeye ve onu geliştirmeye yönelmektedir: dünyanın temel içeriği ne
maddesel ne de zihinseldir; madde ve aklın kendisinden yapıldığı daha basit ve
daha temel bir şeydir.
Doksanlı yıllarda, çok yaşlı filozoflar
dışında, Alman idealizmine karşı durmakta kararlı olan yegane sima James’di.
Schiller ve Dewey kendilerini duyurmaya daha başlamamışlardı; James bile
felsefede pek de ciddiye alınması gerekmeyen bir psikolog olarak görülüyordu.
Ancak 1900 yılı ile birlikte Alman idealizmine karşı bir ayaklanma başladı. Bu
karşı gelme faydacı bakış açısından değil, ciddi teknik nedenlerden
kaynaklanıyordu. Almanya’da Freğe’nin övgüye değer çalışmalarının (bu
çalışmalar 1879’da başlamış, ancak son yıllara kadar hiç okunmamışlardı)
yanısıra, Husserl’in 1900’da yayınlanan anıtsal bir eseri olan Logische
Üntersuchungen (Mantık İncelemeleri) kitabı kısa sürede büyük etkiler doğurmaya
başladı. Meinong’un Ueber Annahmen (Varsayımlar Hakkında-1902) ve
Gegenstands-theorie und Psychologie (Nesne Kuramı ve Nesne Psikolojisi- 1904)
aynı yönde etkili oldular. G.E. Moore ve ben, benzer görüşleri savunmaya
başladık. Onun Nature of Judgement (Hükümlerin Yapısı) makalesi 1899’da,
Principia Ethica (Etik İlkeleri) 1903’te yayınlandı. Benim yazdığım Philosophy
of Leibniz (Leibniz Felsefesi) 1900’de, Principles of Müthematıcs (Matematik
İlkeleri) 1903’te basıldı. Fransa’da da aynı tür felsefe Couturat tarafından
güçlü bir şekilde temsil edildi.
Amerika’da William James’in radikal görgücülüğü
(ampirizmi) -faydacılığı içermeden- yeni mantıkla karışarak Yeni Gerçekçilerin
felsefesini doğurdu. Bu felsefe, yukarıda sözü geçen Avrupa’daki çalışmalardan
biraz daha sonra, ancak daha devrimci nitelikte ortaya çıktı. Yalnızca Mach’ın
Anczlyse der Empfındungen (Sanıların Analizi) bu felsefenin öğretilerinin bir
kısmını daha önceden haber vermişti.
Böylece başlayan yeni felsefe henüz son şeklini
almamış, bazı bakımlardan hala olgunlaşmamıştır. Bundan başka, savunucuları
arasında bir hayli görüş ayrılıkları vardır. Bazı bölümlerinin anlaşılması
oldukça güçtür. Bütün bu nedenlerle onun çarpıcı bazı özelliklerini
belirtmekten öte yapılabilecek bir şey yoktur.
Yeni felsefenin birinci özelliği yeni bir
felsefi yöntem geliştirme; ya da öyle bir yöntem kullanarak yeni bir tür bilgi
getirme gibi iddiaları terketmesidir. Felsefeyi temelde bilimden farklı olarak
görmez; sadece, problemlerinin genel olmasıyla ve deneysel kanıtların henüz
bulunmadığı alanlarda varsayımlar oluşturmasıyla özel bilimlerden ayrılır.
Bütün bilgileri bilimsel bilgi olarak; bilimsel yöntemlerle saptanıp
kanıtlanabilen bilgi olarak kabul eder. Daha önceki felsefenin genellikle
yaptığı gibi, bütün evreni kapsayan sonuçlar bulmayı, veya her şeyi içeren bir sistem
kurmayı amaçlamaz. Kendi mantığına dayanarak, dünyanın bölük pörçük, karman
çorman görünen doğasını reddetmek için bir neden olmadığına inanır. Dünyayı «
organik » olarak ele almaz; şu anlamda ki, tek bir kemiğe bakarak nesli
tükenmiş bir hayvanın iskeletini zihnimizde canlandırabildiğimiz gibi,
yeterince anlaşılmış bir parçayı ele alarak ondan bütünün anlaşılabileceğini
düşünmez. Özellikle de Alman idealistlerinin yaptığı gibi, bilginin yapısından,
bir bütün olarak dünyanın doğasını çıkarmaya çalışmaz. Bilgiye, mistik bir
anlamı ve kozmik önemi olmayan herhangi bir doğa olgusu gözüyle bakar.
Yeni felsefe başlangıçta üç temel kaynağa
dayanıyordu: bilgi teorisi, mantık ve matematik ilkeleri. Kant’tan bu yana
bilgi bizim onu bilmemizle bir değişime uğrayan, bu nedenle de bilgimizden
kaynaklanan bazı özelliklere sahip, karşılıklı bir etkileşim olarak
algılanmıştır. Ayrıca, bilinmeyen bir şeyin var olabilmesinin mantıksal
bakımdan olanaksız olduğu kabul edilmiştir (Kant buna katılmamıştır). Bu
nedenle, bilindikleri için sahip olunan nitelikler her şeyde bulunması zorunlu
olan özelliklerdir. Bu yolla, yalnızca bilginin koşullarını inceleyerek gerçek
dünya hakkında çok şey öğrenebileceğimiz ileri sürülmüştü. Yeni felsefe, tam
tersine, kural olarak, bilginin bilinen şeyi hiç etkilemediğini, ve hiç
kimsenin bilmediği şeylerin var olmaması için en ufak bir neden olmadığını
kabul etmektedir. Bunun sonucu olarak, bilim teorisi evrenin gizemlerine giden
kapının sihirli anahtarı olmaktan çıkmıştır ve bizler de bilimin zahmetli ve
ağır ilerleyen araştırmalarına geri dönmüşüzdür.
Bunun gibi, mantıkta da organik görüşün yerini
atomizm almıştır. Daha önce, her şeyin öz doğasının, diğer her şeyle olan
ilişkisinden etkilendiği; böylece, bir şey hakkında tam bilginin tüm evren
hakkındaki tam bilgiye bağımlı olduğu düşüncesi kabul görmekteydi. Yeni mantık,
bir şeyin öz karakterinin, onun başka şeylerle olan ilintilerini mantıksal
olarak bulmamız olanağını bize sağlamadığı görüşündedir. Bir örnek bu noktayı
açıklığa kavuşturacaktır. Leibniz (1646-1716) bir yazısında, Avrupa’daki bir
adamın karısının Hindistan’da ölmesi durumunda, karısının olduğu anda adamın
öz-doğasında bir değişim olacağını öne sürer (Bu konuda modern idealistlerle
aynı düşüncededir). Sağduyu da, karısını kaybettiğini öğreninceye kadar adamın
öz-doğasında bir değişim olmayacağını söyler. Yeni felsefe bu görüşü
benimsemiştir; bunun da sonuçları ilk göründüğünden çok daha ötelere uzanır.
Matematik ilkelerinin, her zaman felsefe ile
önemli bir bağlantısı olmuştur. Matematik büyük ölçüde kesinliği olan önsel
bilgiler içerir; filozofların çoğu da önsel bilgiye çok heveslidirler. Eleali
Zeno (İ.O. beşinci yüzyıl)’dan bu yana idealist eğilimli filozoflar
matematikçilerin gerçek matematiksel doğruya ulaşamadıklarını; filozofların
daha iyisini yapabileceklerini göstermek için çelişkiler üreterek
matematikçileri gözden düşürmeye uğraşmışlardır.
Kant felsefesi bu türden birçok şey içerir;
Hegel felsefesi ise daha fazlasını. Ondokuzuncu yüzyılda matematikçiler Kant
felsefesinin bu yönünü çürüttüler. Kant’ın deney-üstü (transcendental) estetik
hakkındaki matematiksel savları Lobatchevski (1793-1856)’nin Euclid-dışı
geometriyi icadetmesiyle temelinden sarsıldı; Weierstrass (1815-1897)
sürekliliğin sonsuz- küçükleri içermediğini kanıtladı; George Cantör
(1845¬1918) bir süreklilik, bir de sonsuzluk teorisi geliştirerek filozofların
pek de işlerine gelen bütün eski paradoksları ortadan kaldırdı. Freğe
aritmetiğin mantığın bir sonucu olduğunu gösterdi; Kant ise bunu reddetmişti. Bütün
bu sonuçlar normal matematiksel yöntemlerle elde edildiler ve bir çarpım
tablosu kadar da kesindirler. Filozoflar bu duruma, söz konusu yazarların
yapıtlarını okumayarak karşılık verdiler. Sadece yeni felsefe bu yeni sonuçları
özümsedi; böylece de sürmekte olan bilgisizliğin yandaşlarına karşı kolay bir
tartışma zaferi kazandı.
Yeni felsefe sadece eleştirel değil, yapıcıdır;
ama bilimin yapıcı olduğu anlamda, yani adım adım ve deneyerek. Özel bir
yapılanma yöntemi vardır; o da, matematiğin yeni bir kolu olan ve felsefeye
diğer bütün geleneksel kollardan daha yakın olan, matematiksel mantıktır.
Matematiksel mantık, belli bilimsel savların felsefe yönünden hangi sonuçlara
yol açtığını, nelerin varsayılması gerektiğini ve aralarında ne gibi
bağlantılar olduğunu bulmaya, daha önce hiçbir zaman olmadığı ölçüde olanak
sağlar. Bu yöntem sayesinde matematik ve fizik felsefesi çok büyük ilerlemeler
kaydetmiştir. Fizikteki sonuçların bir kısmı Dr. Whitehead (1861 -1947)’in son
üç çalışmasında ortaya konulmuştur.
Yöntemin diğer alanlarda da aynı ölçüde verimli
olacağını ummak için yeterli neden vardır; ancak bu, burada ele alınamayacak
kadar teknik bir konudur. Modern çoğulcu felsefenin büyük bir bölümü
önermelerin mantıksal analizinden esinlenmiştir. Bu yöntem önceleri gramer
kurallarına büyük önem verilerek uygulandı. Örneğin, Meinong sunu ileri
sürüyordu: « yuvarlak kare yoktur, » diyebildiğimize göre, yuvarlak kare diye
bir şey var olmalıdır -her ne kadar o, var olmayan bir şey olsa da. Bu
satırların yazarı başlarda bu tür usavurmalara bağışık sayılmazdı. Ancak
1905’te « betimleme » kuramı sayesinde bundan nasıl kaçınacağını keşfetti.
Bu kurama göre, « yuvarlak kare yoktur, »
dediğimizde yuvarlak kareden söz edilmediği anlaşılıyor. Yuvarlak kare gibi
saçma konularla zaman harcamak anlamsız bulunabilir; ne var ki, bu gibi konular
çoğu kez mantık teorilerini sınamak için en iyi yöntemi oluşturur. Birçok
mantık teorisi saçma sonuçlara yol açmakla suçlanırlar. Öyleyse, mantıkçı da bu
anlamsız sonuçları görmeli ve onlara karşı tetikte bulunmalıdır. Çoğu
laboratuvar deneyleri konuyla ilgisini bilmeyen kişilere önemsiz görünür;
saçmalıklar da mantıkçının deneyleridir.
Yeni felsefe ilk dönemlerinde, önermelerin
mantıksal analizleriyle uğraşırken Platon ve Ortaçağ gerçekçiliğinden güçlü
izler taşıyor, soyutların da somutlarla aynı tür varlığa sahip olduğunu kabul
ediyordu. Kendi mantık sistemi kusurlardan arındıkça felsefesi de yavaş yavaş
bu görüşten kurtuldu. Geriye de sağduyuya çok ters gelecek bir tortu kalmadı.
Yeni felsefenin ilk dönemlerinde en etkilenen
bilim matematik olduysa da günümüzde en büyük etkisi fizik üzerinedir. Bu
durum, en başta uzay, zaman, madde kavramlarını değiştiren Einstein’ın
çalışmaları ile ortaya çıkmıştır. Görecelik teorisini açıklamanın yeri burası
olmamakla beraber onun felsefi sonuçlarından biraz söz etmek kaçınılmazdır.
Görecelik teorisinde felsefi bakış açısından özellikle önemli olan iki öğe
sunlardır: (1) İçinde evrendeki bütün olayların kendi yerlerini aldığı, her
şeyi kucaklayan tek bir zaman yoktur. (2) Fiziksel olguların tarafımızdan
gözlenmesi sürecinde geleneksel, ya da öznel (sübjektif) öğeler, her ne kadar
önceleri sanıldığından daha fazla olsalar da, Tensor hesabı denilen
matematiksel yöntemle yok edilebilirler. Aşırı teknik olması nedeniyle bu son
konuya girmeyeceğim.
Zaman konusuna gelince, ilk olarak, felsefi
spekülasyonlarla değil, deneysel sonuçların gerektirdiği ve matematiksel bir
formülle ifade edilen bir teoriyi ele aldığımız unutulmamalıdır.
Montesquieu’nun teorileriyle Amerikan Anayasası arasındaki fark ne kadarsa, bu
ikisi arasındaki fark da o kadardır. Ortaya çıkan şudur: Belli bir madde
parçacığıyla birlikte hareket eden bir gözlemcinin bakış açısından, bu
parçacığa etki yapan olayların belirli bir zaman sıralaması olduğu halde,
farklı yerlerdeki madde parçacıklarına etki yapan olaylar her zaman belirli bir
sıraya sahip değildirler.
Daha açık bir örnek alalım: Eğer bir ışık
sinyali dünyadan güneşe gönderilir ve tekrar dünyaya yansıtılırsa,
gönderildikten 16 dakika kadar sonra dünyaya varacaktır. Bu 16 dakika içinde
dünyada gerçekleşen olaylar ışık sinyalinin güneşe varmasından ne daha önce, ne
de daha sonra yer almıştır. Güneşe ve dünyaya göre olası her yönde hareket
eden, bu 16 dakika içinde dünyadaki olayları ve sinyalin güneşe varmasını
izleyen gözlemciler olduğunu; bütün bu gözlemcilerin ışığın hızını dikkate
aldıklarını ve zamanı tam olarak doğru gösteren kronometreleri olduğunu
varsayalım. O zaman, bazı gözlemciler bu 16 dakika içinde dünyada geçen
herhangi bir olayın ışık sinyalinin güneşe varmasından önce, bazıları aynı
anda, bazıları da daha sonra gerçekleştiği sonucuna varacaklardır. Hepsi de
aynı ölçüde haklı ya da aynı ölçüde haksızdırlar. Fiziğin tarafsız bakış
açısından bakıldığında, bu 16 dakika içinde dünyada geçen olaylar ışık
sinyalinin güneşe varmasından ne daha önce, ne daha sonra, ne de eş zamanlıdır.
Bir cisimdeki bir A olayında ve başka bir cisimdeki B olayında, eğer ışık A’dan
B’ye doğru ilk olay olduğu anda -A’nın saatine göre- yola çıkıp daha sonraki olay
olduğu anda -B’nin saatine göre varmışsa, bir cisimdeki A olayının başka bir
cisimdeki B olayından daha önce olduğunu söyleyemeyiz. Veya, bu iki olayın
zaman sıralaması gözlemciye göre değişecek ve bu nedenle de fiziksel bir
gerçeği temsil etmeyecektir.
Işık hızına yakın hızdaki şeyler yaşantımızda
yaygın olsaydı, fiziksel dünya bilimsel yöntemlerle başedilemeyecek ölçüde
karmaşık olurdu; biz de hala büyücü-hekimlerle yetinmek durumunda kalırdık. Ama
eğer fizik daha önce keşfedilmiş olsaydı, bu fizik Einstein fiziği olmak
zorunda olurdu; çünkü Newton fiziğinin uygulama olanağı olmadığı açıkça
görülürdü. Radyoaktif maddeler ışık hızına yakın hızla hareket eden parçacıklar
salarlar. Yeni görecelik fiziği olmadan bu parçacıkların davranışları
açıklanamazdı. Eski fiziğin kusurlu olduğu konusunda kuşku yoktur; bunun «
yalnızca küçük bir kusur » öldüğünü söylemek de felsefi yönden bir mazeret
değildir.
Farklı yerlerde gerçekleşen olaylar için, belli
sınırlar içinde, belirli bir zaman sıralaması olmadığı gerçeğine kendimizi
alıştırmalıyız. « Uzay » ve « zaman » denilen iki ayrı kavram yerine bir «
uzay- zaman » kavramının ortaya atılmasına yol açan da işte bu gerçektir.
Evrensel olarak düşündüğümüz zaman, gerçekte « yerel zaman »dir; dünyanın
hareketine bağımlı olan bir zaman için « evrenseldir » demek,
Atlantiği geçerken saatlerini değiştirmeyen bir
geminin evrensellik iddiasından farksızdır.
Bütün günlük kavramlarımızda zamanın oynadığı
rolü düşündüğümüzde, fizikçilerin yaptığı şeyin ne olduğunu düş gücümüzü kullanarak
gerçekten algılayabilirsek, bakış açımızın çok derinden etkileneceği ortadadır.
« İlerleme » kavramını ele alalım: Zaman-sıralaması rastgele olursa, zaman
ölçümü için kabul edilen düzene bağlı olarak, bir ilerleme veya gerileme
olacaktır. Kuşkusuz, uzaydaki uzaklık kavramı da değişmiştir: Dakik ölçümler
için olanaklı her aygıtı kullanan iki gözlemci, eğer göreceli olarak hızlı
hareket halinde iseler, iki yer arasındaki uzaklık için farklı değerler
bulacaklardır. Uzaklık kavramının kendisinin çok belirsizleştiği açıkça
görülüyor; çünkü uzaklık boş uzaydaki noktalar -bu noktalar hayalidir- arasında
değil, somut şeyler arasında olmalıdır; belirli bir zamandaki uzaklık
olmalıdır; çünkü herhangi iki cismin arasındaki uzaklık sürekli değişir.
Belirli bir zaman öznel bir kavramdır; gözlemcinin nasıl hareket ettiğine
bağlıdır. Belirli bir zamandaki bir cisimden artık söz edemeyiz; sadece bir
olaydan söz edebiliriz.
İki olay arasında, herhangi bir gözlemciden
bağımsız olan « aralık » denilen belirli bir ilişki vardır. Farklı
gözlemcilerce yapılan analizlerle bu aralığın uzay ve zaman bileşenleri
hesaplandığında sonuçlar farklı olacaktır; ancak bu analizlerin hiçbir nesnel
geçerliliği yoktur. Aralık, nesnel bir fiziksel gerçektir; ancak onun uzay ve
zaman bileşenlerine ayrıştırılması nesnel değildir.
Bizim eski, alışılmış « katı madde » kavramının
da varlığını artık sürdüremeyeceği ortadadır. Bir madde parçası belirli
yasalara bağımlı olan bir olaylar dizisinden başka bir şey değildir. Madde
kavramı, filozofların toz (substance) kavramının geçerliliği konusunda hiçbir
kuşkuları olmadığı bir dönemde ortaya çıkmıştır. Madde, uzay ve zamanda var
olan toz, akıl ise sadece zaman içinde var olan toz idi. Daha sonraları, toz
kavramı metafizikte berraklığını kaybetti; ama fizikte varlığını sürdürdü.
Çünkü bir zararı yoktu -görecelik ortaya çıkıncaya kadar. Toz, geleneksel
olarak, iki öğeden oluşan bir kavramdır.
Birincisi tozun bir önermede, yüklem olarak
değil, yalnız özne olarak yer alabileceği yolundaki mantıksal özelliktir.
İkincisi de zaman içinde kalıcı olması, Tanrı için ise, tümüyle zaman dışında
olmasıydı. Bu iki özellik arasında bir bağıntı gerekli değildir. Ancak bunun
farkına varılmamıştı; çünkü fizik, madde parçalarının olumsuz olduğunu, teoloji
de ruhun olumsuz olduğunu öğretiyordu. Bu nedenle, her ikisinin de tozun her
iki özelliğini taşıdığı düşünülüyordu.
Ancak şimdi fizik bizi çok kısa ömürlü
olaylara, mantıksal anlamda toz olarak, yani yüklemi olmayan özneler olarak
bakmaya zorluyor. Tek bir kalıcı varlık sandığımız bir madde parçası, tıpkı
sinemada kalıcı görünen nesneler gibi, gerçekte bir dizi varlıktır. Akıl için
de aynı şeyi söylememek için bir neden yoktur; kalıcı benlik, kalıcı atom kadar
düş ürünü gibidir. Her ikisi de, birbirleriyle ilginç ilişkileri olan olaylar
dizisinden ibarettir.
Modern fizik bizlere Mach ve James’in, zihinsel
ve fiziksel dünyaların « içeriğinin » birbirinin aynı olduğu yolundaki
önerilerini şekillendirme olanağı veriyor. « Katı madde »nin düşüncelerden ve
kalıcı egodan çok farklı olduğu açıktır. Ancak eğer madde ve ego uygun olaylar
dizileri iseler, onların aynı şeyden yapılmış olduklarını düşünmek çok daha
kolaydır. Bundan başka, şimdiye kadar aklın en belirgin özelliği olarak görünen
öznellik, ya da bir görüşe sahip olma, şimdi fiziğe de yayılmış ve akıl
içermediği ortaya çıkmıştır; farklı konumlardaki fotoğraf makinaları « aynı »
olayı görüntüler; ancak çıkan fotoğraflar birbirinden farklıdır. Modern fizikte
kronometreler ve cetveller bile öznelleşmektedir; doğrudan gösterdikleri şey,
fiziksel bir durum değil, fiziksel durumla olan ilişkileridir. Böylece fizik ve
psikoloji birbirlerine yakınlaşmış, akıl ve madde arasındaki eski ikilik
(dualizm) ortadan kalkmıştır.
Modern fiziğin eski veya popüler anlamdaki «
kuvvet » diye bir şey tanımadığına da dikkat çekmek yerinde olur. Eskiden
güneşin dünya üzerinde bir « kuvvet » uyguladığını düşünürdük. Şimdi ise şöyle
düşünüyoruz: uzay-zaman güneşin yakınlarında öyle şekillenmiştir ki dünya böyle
hareket etmeyi diğer bütün yollara göre daha az zahmetli bulmaktadır. Modern
fiziğin büyük ilkesi « en az eylem ilkesi » (principle of least action) yani
bir yerden bir yere giderken cismin en az eylem içeren yolu seçmesi ilkesidir
(Eylem teknik bir terimdir; ancak anlamı bizi şimdilik ilgilendirmiyor).
Gazeteler ve güçlü görünmek isteyen bazı yazarlar « dinamik » sözcüğünü
kullanmaktan hoşlanırlar. Dinamik biliminde « dinamik » olan hiçbir şey yoktur;
tersine bu bilim her şeyin bir evrensel tembellik yasasından çıkarılabileceğini
dile getirir. Ayrıca, bir cismin hareketini « idare eden » başka bir cisim diye
bir şey de yoktur. Modern bilimin evreni « büyük yasalar » ve « doğal kuvvetler
»den söz edenlerin değil, daha çok Lao-Tze’nin evrenine benzer.
Modern çoğulculuk ve gerçekçilik felsefeleri
bazı bakımlardan eski felsefelerden daha az şeyler sunuyorlar. Ortaçağ’da
felsefe teolojinin bir yardımcısıydı; günümüzde bile kitap kataloglarında aynı
başlık altında yer alırlar. Dinin büyük doğrularını kanıtlamanın genellikle
felsefenin görevi olduğu düşünülmüştür. Yeni gerçekçilik onları
kanıtlayabileceğini, hatta yanlış olduklarını kanıtlayabileceğini söylemez.
Onun amacı sadece, bilimlerin temel ereklerini açıklığa kavuşturmak ve çeşitli
bilimlerin bir sentezini yaparak dünyanın, bilimin incelemeyi başardığı
bölümünün, geniş kapsamlı bir görünümünü elde etmekten ibarettir.
Daha ötelerde ne olduğunu
bilmez; cehaleti bilgiye dönüştürecek bir tılsımı yoktur. Anlayanlara entellektüel
coşkular sunar; ancak çoğu felsefenin yaptığı gibi insanların büyüklük duygularını
okşamaya kalkışmaz. Eğer biraz yavan ve teknik ise, bunun suçunu, şair ve
mistiklerin arzu ettikleri gibi değil de, matematiksel çalışmayı seçen evrene
atar. Bu belki üzülecek bir şey; ancak bir matematikçinin bu üzüntüye
katılmasını beklemek de haksızlık olur.
Makineler mi duyguları, yoksa duygular mı
makineleri yok edecek?
Bu soru
uzun zaman önce Samuel Butler tarafından Erewhon’da ortaya atılmış ve makine
imparatorluğunun büyümesiyle de gittikçe daha güncel bir hal almıştır. İlk
bakışta, makineler ile duygular arasında neden bir karşıtlık olması gerektiği
sorusunun yanıtı açık değildir. Her normal erkek çocuk makinelere bayılır;
büyüyüp güçlendikçe de onları daha çok sever. Japonlar gibi uzun ve yetkin bir
sanat geleneğine sahip uluslar, ilk karşılaştıklarında, Batı’nın mekanik
yöntemlerinin büyüsüne kapılır ve bizleri olabildiğince çabuk taklit etmeye can
atarlar. Eğitim görmüş ve dünyayı dolaşmış bir Asyalıyı hiçbir şey “Doğu’nun
bilgeliği”nden, ya da Asya uygarlığının geleneksel erdeminden söz edilmesi
kadar sinirlendiremez; kendini oyuncak otomobiller yerine bebeklerle oynaması
istenmiş bir erkek çocuk gibi hisseder. Ve her erkek çocuk gibi, oyuncak
otomobil yerine gerçeğini ister, ezilebileceğini hiç düşünmeden.
Makineler henüz yeniyken, birkaç şair ve
estetikçiyi saymazsak, Batı’da da aynı coşku vardı. Ondokuzuncu yüzyıl kendini
daha çok mekanik ilerleme nedeniyle öncekilerden daha üstün sayardı. Peacock
(Thomas Love Peacock (1785-1866): İngiliz şair ve romancı. (C.N.)) gençliğinde
“buhar beyinli toplum” ile alay eder; çünkü kendisi bir yazın adamıdır ve ona
göre uygarlığı Grek ve Romalı yazarlar temsil ederler. Ancak, o dönemde yaygın
olan eğilimlerden uzak olduğunun da farkındadır. Doğaya dönüşleri ile
Rousseau’nun (Jean Jacques Rousseau (1712-1778): Fransız yazar, filozof ve
toplum teorisyeni. (C.N.) müritleri, Ortaçağlılıkları ile Gol Şairleri (Gol
Şairleri: İngiltere’de Goller Bölgesi’nde yaşamış İngiliz şairleri Wordsworth
(1770-1850), Coleridge (1772-1834) ve Southey (1774-1843). (C.N)), News from
Nowhere (Olmayan Ülkeden Haberler) (zamanın hep haziran olduğu ve herkesin
harman kaldırdığı bir ülke) kitabı ile William Morris: (William Morris
(1834-1896): İngiliz şair, ressam ve sosyalist. (C.N.) bunların hepsi tümüyle
duygusal ve tepkisel olan bir çıkışı temsil ederler. Makinelere karşı duygusal
olmayan rasyonel bir karşıtlığı ilk ortaya koyan Samuel Butler olmuştur. Ancak
bu onun için belki de bir jeu d’esprit’den (kelime oyunundan) başka bir şey
değildi -bunun köklü bir kanı olmadığı kesindir. Onun gününden bugüne, en çok
makineleşmiş uluslardan çok kişi Erewhon-vari’ bir görüşü içtenlikle benimseme
eğilimindedir; yani bu görüş, uygulanmakta olan sanayi yöntemlerine karşı
olanların tavırlarında, açık veya kapalı şekilde, kendini gösterir.
Makinelere tapılır, çünkü güzeldirler; değer
verilir, çünkü güç sağlarlar; onlardan nefret edilir, çünkü çok çirkindirler;
onlardan tiksinilir, çünkü kölelik getirirler. Bu tutumlardan birinin “doğru”
ötekinin “yanlış” öldüğünü düşünmeyelim. Bu, insanların kafası olduğu doğrudur
ama ayakları olduğu yanlıştır demeye benzer; gerçi Lilliputluların bu soruyu
Gulliver hakkında tartıştıkların kolayca düşleyebiliriz. Bir makine Binbir Gece
Masallarındaki Çin gibidir; sahibi için güzel ve yararlı; düşmanları için
çirkin ve tehlikeli. Ancak günümüzde hiç bir şeyin kendisini bu denli belirgin
bir yalınlıkla göstermesine izin verilmez. Makine sahibinin, ondan uzakta
oturduğu, gürültüsünü işitmediği, gözleri rahatsız eden atık yığınlarını görmediği,
zararlı dumanlarını koklamadığı doğrudur; eğer makineyi görmüşse, o da
çalıştırılmaya başlamadan önce, çıkardığı toz ve sıcaktan rahatsız olmasına
gerek kalmadan, gücü ya da bir saat gibi işlemesini gururla seyrettiği
zamandır. Makineye, onunla yaşayıp onunla çalışanların görüş açısından bakması
istenirse de cevabı hazırdır. Makinenin çalışması sayesinde bu insanların,
büyük dedelerinden daha fazla -çoğu zaman çok çok daha fazla- şey satın
alabildiklerine dikkat çekebilir. Öyleyse, hemen herkesçe yapılan bir varsayımı
kabul edersek, büyük dedelerinden daha mutludurlar.
Bu varsayıma göre insanları mutlu eden, maddi
şeylere sahip olmaktır. İki odası, iki yatağı ve iki ekmeği olan bir kişinin
bir odası, bir yatağı ve bir ekmeği olan kişiden iki kat mutlu olduğu;
kısacası, mutluluğun gelirle orantılı olduğu düşünülmektedir. Bazı kişiler, her
zaman da tam içtenlikle olmadan, din ve ahlak adına bu fikre karşı çıkar; ama
vaazlarının dokunaklılığı sayesinde gelirleri artarsa ona da sevinirler. Benim
karşı çıkmak istemem din ya da ahlak bakımından değil, psikoloji ve yaşamın
gözlemlenmesi açısındandır.
Eğer mutluluk gelirle orantılı ise makinenin
üstünlüğü kuşku götürmez; değil ise sorunun tümüyle irdelenmesi gerekir.
İnsanların fiziksel gereksinimleri, ayrıca bir de duyguları vardır. Fiziksel
gereksinimler karşılanmamışsa, onlar önceliklidir; ama eğer karşılanmışlarsa,
bir insanın mutlu ya da mutsuz olmasını saptamada, gereksinimlerle bağlantısı
olmayan duygular önem kazanır. Bugünkü sanayi toplumlarında zorunlu fiziksel
gereksinimleri karşılanmamış pek çok kadın, erkek ve çocuk vardır; onlar
bakımından mutluluğun ilk koşulunun gelir artışı olduğunu inkar etmiyorum.
Ancak öyle kimseler azınlıktadırlar; hepsinin yaşamsal gereksinimlerini
sağlamak da zor değildir. Ben onlar hakkında değil, yaşamlarını sürdürmek için
gerekenden fazlasına sahip olanlar -sadece çok fazlasına değil, aynı zamanda
biraz fazlasına sahip olanlar- hakkında konuşmak istiyorum.
Hemen hepimiz, gelirimizi artırmayı gerçekte
neden isteriz?
İsteklerimiz ilk bakışta maddi şeyler gibi
görünebilir. Gerçekte ise bunları daha çok komşularımızı etkilemek için
isteriz. Daha iyi bir mahallede daha büyük bir eve taşınan bir adam karısını
“daha iyi” insanların ziyaret edeceğini; eski ve yoksul komşularla ilişkilerin
artık kesilebileceğini düşünür. Oğlunu iyi bir okula ya da pahalı bir
üniversiteye gönderdiğinde, ödediği yüksek harçlara karşılık kazanılacak sosyal
saygınlığı düşünerek kendini teselli eder.
Amerika’da olsun Avrupa’da olsun bütün büyük
şehirlerde bazı mahallelerdeki evler, sadece kibar insanlar arasında revaçta
oldukları için, öteki mahallelerdeki aynı nitelikleri taşıyan evlerden daha
pahalıdır. En güçlü tutkularımızdan biri de başkalarının takdir ve saygısını
kazanma arzusudur. Bugünlerde takdir ve saygı, zengin görünen insanlara karşı
duyulmaktadır. İnsanların zengin olmak istemelerinin başlıca nedeni budur.
Paraları ile satın aldıkları mallar ikinci dereceden önem taşır. Örneğin, bir
resmi ötekinden ayırdedemeyen ve uzmanlar yardımıyla eski ustaların bir galeri
dolusu resmini toplamış olan bir milyoneri ele alalım. Aldığı yegane zevk,
başkalarının onların kaça mal olduğunu bilmesidir. Halbuki dergilerin Noel
sayılarındaki dokunaklı posterlerden daha dolaysız ve daha çok zevk alabilir;
ancak o yolla egosu için aynı doyumu elde edemez.
Bütün bunlar başka türlü de olabilir; birçok
toplumda olmuştur da. Aristokratik dönemlerde insanlara soylarına bakarak değer
biçilirdi. Tuhaf gelebilir ama Paris’te bazı çevrelerde insanlar resim ve
edebiyat alanlarındaki yetkinlikleri nedeniyle değerli görülürler. Bir Alman
üniver sitesinde, insan, bilgisinden dolayı takdir edilir. Hindistan da
ermişlik, Çin de bilgelik saygınlık uyandırır. Bu değişik örneklerin
incelenmesi tanımızın doğru olduğunu gösteriyor; çünkü hepsinde insanların
büyük bir yüzdesi, yaşamlarını sürdürecek ölçüde sahip olduklarında, paraya
karşı ilgisizdirler. Ancak onlar da çevrelerinde saygınlıklarını sağlayacak
meziyetlere sahip olmayı yürekten arzu ederler.
Bu örneklerin önemi, günümüzdeki zenginlik
özleminin insan doğasından gelmemesinde, çeşitli sosyal kuruluşlarca ortadan
kaldırılabilir olmasında yatar. Yasa gereği hepimizin geliri aynı olsaydı
komşularımızdan üstün olmanın başka yollarını arardık; maddi şeylere
sahiplenmeye olan şimdiki şiddetli arzularımızın çoğu da son bulurdu. Bu
arzular rekabet niteliği taşıdıklarından, rakibimize üstünlük sağladığımız
zaman bize mutluluk, ona da aynı ölçüde acı verir. Gelirlerde yapılacak genel
bir artış rekabet açısından bir avantaj sağlamaz; bu yüzden de rekabetten
kaynaklanan bir mutluluk vermez. Kuşkusuz, satın alınan şeyleri kullanmaktan
bir ölçüde zevk de alınır; ancak, gördüğümüz gibi bu, zenginliği isteme
nedenimizin önemsiz bir bölümüdür. Arzumuz rekabete dayalı olduğu sürece
zenginliğin artması, ister genel olarak ister belli konularda, sonuçta insan
mutluluğunu artırmaz. -Makinelerin mutluluğu artırdığını savunacaksak,
yukarıdaki nedenlerden dolayı makinelerin getirdiği maddi refah artışı, mutlak
yoksulluğu önlemede kullanıldıkları durumlar dışında, önemli bir etken
değildir. Yoksulluğu gidermek için kullanılmalarını gerektiren zorunlu bir
neden de yoktur.
Nüfusun durağan olması halinde yoksulluk makine
olmadan da önlenebilir; Fransa bunun bir örneğidir; orada Amerika’dan,
İngiltere’den ve savaş öncesi Almanya’sından çok daha az makine olduğu halde
yoksulluk çok azdır. Tersine, makinenin çok olduğu bir yerde yoksulluk da çok
olabilir.
Bunun da örnekleri yüz yıl kadar öncesi
İngilteresinin sanayi bölgeleri ile bugünkü Japonya’dır. Yoksulluğun önlenmesi
makineye değil başka etkenlere bağlıdır -kısmen nüfus yoğunluğuna, kısmen de
siyasal koşullara. Serveti artırmanın yoksulluğu önleme dışında fazla bir
değeri yoktur.
Makineler bizi insan mutluluğunun önemli
ögeleri olan iki şeyden, doğal davranma rahatlığından ve çeşitlilikten yoksun
bırakır. Makinelerin kendilerine özgü bir işleyişleri ve kendilerine özgü
vazgeçilmez istemleri vardır: pahalı bir fabrikası olan bir kimse onu sürekli
çalıştırmak durumundadır. Duygular açısından, makinenin yarattığı en büyük
sıkıntı onun düzenliliğidir. Ve doğaldır ki makineler açısından da, duygularda
bulunan en büyük kusur, tersine, düzensiz olmalarıdır. Kendilerini “ciddi”
sayan kişilerin düşüncelerine makineler egemen olduğundan bu kişilerin bir
insan hakkında dile getirecekleri en büyük övgü onun makine gibi olması; yani
güvenilir, dakik, kesin olmasıdır. Artık “düzensiz” bir yaşam kötü bir yaşamla
eş anlamlı olmuştur. Bergson’un felsefesi bu görüşe karşı bir protestoydu;
entellektüel açıdan çok sağlam olmamakla beraber sanırım, insanların gittikçe
daha çok makineye dönüştürülmelerine karşı duyulan sağlıklı bir endişeden
esinlenmişti.
Yaşamımızda, makineleşmenin egemenliğine karşı
içgüdülerimizin şimdiye kadar gösterdiği başkaldırı talihsiz bir doğrultuya
yönelmiştir. İnsanlar toplum halinde yaşamaya başladığından bu yana savaş
dürtüsü her zaman var olmuştur. Ancak bu, geçmişte, günümüzdeki kadar yoğun ve
kahredici değildi. Onsekizinci yüzyılda İngiltere ve Fransa dünya egemenliğini
elde etmek için sayısız savaşlara girdiler; ancak birbirlerini hep sevip
saydılar. Esir subaylar, kendilerini esir alanların sosyal yaşantılarına
katıldı; ziyafetlerde onur konukları oldular.
1665’te Hollanda ile yaptığımız savaşın
başlarında, Afrika’dan gelen bir kişi Hollandalıların orada yaptıkları zulmü
anlatmıştı. Biz -İngilizler bu hikâyenin düzmece olduğuna kendimizi inandırdık;
adamı cezalandırdık ve Hollandalıların yalanlamasını yayınladık. Son savaşta
olsaydı o adama şövalyelik verir, söylediklerinin doğruluğuna kuşkuyla
bakanları da hapse atardık. Modern savaşlarda vahşetin artması üç yönden
makinelerin etkisine bağlanabilir. İlk olarak, daha büyük ordular kurulmasına
olanak sağlarlar. İkinci olarak, insanların daha alt düzey duygularına
hitabeden ucuz yayınları kolaylaştırırlar. Üçüncü olarak -bizi ilgilendiren de
bu noktadır- insan doğasının derinlerinde yatan, içinden geldiği gibi ve
kuralsız yaşamak isteyen yönünü baskı altında tutarlar; Bu, belirsiz bir
huzursuzluğa yolaçar; bu huzursuzluktan kurtulmanın olası yolu olarak da akıllara
savaş fikri gelir.
Son savaş gibi büyük bir kargaşayı yalnızca
politikacıların makineleşmesine yüklemek yanlış olur. Belki Rusya için böyle
bir açıklama yerinde olabilir. Rusya’nın isteksiz savaşmasının ve barışı
sağlamak için devrim yapmasının bir nedeni de budur. Ancak İngiltere, Almanya
ve Amerika Birleşik Devletleri’ndeki yaygın savaş arzusunun -1917’de- önünde
hiçbir hükümet duramazdı. Bu tür bir genel isteğin içgüdüsel bir temeli
olmalıdır ve ben şahsen günümüzdeki savaş yanlısı güdülerin artmasının, modern
yaşamdaki düzenlilik, monotonluk ve güdümlü yaşamanın yolaçtığı -genellikle
bilinç-dışı- hoşnutsuzluktan kaynaklandığına inanıyorum.
Bu duruma makineleri yok ederek çare
bulamayacağımız açıktır. Böyle bir yöntem tepkisel olur ve uygulama olanağı hiç
yoktur. Günümüzde makineleşmenin beraberinde gelen sakıncaları önlemenin tek
yolu, çalışma aralarında heyecan verici uğraşlar için olanak sağlayarak
monotonluğu kırmaktır. Alplere tırmanma yoluyla yaşamlarını tehlikeye atma
olanağı bulsalar çoğu insanın savaş özlemi de yok olur. Tanımak mutluluğuna
eriştiğim en gayretli ve yetenekli barış gönüllülerinden biri, yazlarını
Alplerin en tehlikeli doruklarına tırmanarak geçirmeyi adet edinmişti. Eğer
çalışan herkese yılda bir aylık zaman vererek kendi arzusu doğrultusunda, uçak
kullanmak öğretilse; veya Büyük Sahra’da zümrüt aramaya yöneltilse; ya da kendi
insiyatifini kullanacağı herhangi başka bir tehlikeli ve heyecan verici uğraşa
olanak sağlansa, yaygın savaş arzusu sadece kadınlarla ve eli ayağı tutmayanlarla
sınırlı kalır. Bu kişileri de barışçıl yapacak bir yöntem bilmediğimi itiraf
ederim; fakat eğer işi ciddiyetle ele alırsa, bilimsel psikolojinin bir yöntem
bulacağından eminim.
Makineler yaşam tarzımızı değiştirmiştir ama
içgüdülerimizi değil. Bunun sonucunda uyum bozukluğu yaşanmaktadır. Duygu ve
içgüdü psikolojisi henüz bebeklik evresinde. Psikanalizle bir başlaniç yapılmış
bulunuyor; ancak bu sadece bir başlangıç. Psikanalizden öğrendiklerimize göre
şu gerçeği kabul edebiliriz ki, insanların hareketlerinde yöneldikleri amaçlar,
bilinçli olarak seçtikleri amaçlar değildir; bu bütünüyle irrasyonel birtakım
fikirleri de beraberinde getirir ve insanlara neden öyle yaptıklarının farkında
olmaksızın, bu amaçların peşinden gitme olanağı verir. Ancak, geleneksel
psikanaliz çok çeşitli olan ve kişiden kişiye değişen bilinç-dışı amaçlarımızı
gereğinden çok basitleştirmiştir.
Yakın zamanda sosyal ve siyasal olguların bu
bakış açısından anlaşılması; böylece de insan doğasına ışık tutması umulur.
Anarşik güdülerimizle başetmek için istem kullanmak ve zararlı eylemlere dış
yasaklar koymak elverişli yöntemler değildirler. Elverişsiz olmalarının nedeni
de bu güdülerin Ortaçağ efsanelerindeki Şeytan kadar çok kılığa girebilmeleri
ve bu kılıklardan bazılarının en aklı başında olanları bile yanıltmasıdır.
Elverişli olacak tek yöntem önce içgüdüsel doğamızın gereksinimlerini saptamak;
sonra da onları karşılamanın en zararsız yolunu aramaktır. Makinelerin en çok
engellediği şey içten geldiği gibi davranmak olduğuna göre, yapılabilecek tek
şey fırsat sağlamaktır; fırsatı değerlendirmek de kişinin isteğine
bırakılmalıdır. Bu, kuşkusuz, bir hayli masraf gerektirir; ama bu bedel bir
savaşın giderleriyle kıyaslanamaz. Bilim fiziksel dünyanın yasalarını
kavramakta harikalar yaratmıştır; ama şimdiye kadar, kendi doğamızı,
yıldızların ve elektronların doğasına kıyasla çok daha az anlamış bulunuyoruz.
Bilim, insanın doğasını anlamayı öğrendiğinde, makinelerin ve fiziksel
bilimlerin yaratamadığı mutluluğu yaşamımıza
getirebilir.
Ciddi bir Amerikan dergisinde dünyada bir tek
davranışçı olduğu, onun da Dr. Watson (John Broadüs Watson (1878-1958):
Amerikalı Psikolog. (C.N) öldüğü yolunda bir ifadeye rastlamıştım. Ben, çağdaş
düşünceli olan ne kadar insan varsa o kadar da davranışçı olduğunu söylerdim.
Bu, davranışçıların üniversitelerde daha yaygın olduğu, ya da bizzat benim bir
davranışçı olduğum anlamına gelmez - Rusya ve Çin’i gördükten sonra, zamana
ayak uyduramamış olduğumu farkettim. Ancak nesnel (objektif) özeleştiri beni
çağdaşlaşmamın yerinde olacağını kabule zorluyor. Bu makalede, benim gibi,
bilimde çağdaş olan şeyleri kabul ettikleri halde, yaşamaya değer şeyler
konusunda kendini Ortaçağlılıktan kurtaramayan kişilerin karşılaştıkları bazı
güçlükleri ortaya koymak istiyorum. Davranışçılığın yalnızca değerler ile olan
mantıksal ilişkisini değil; ana hatlarıyla benimsenmesi durumunda bu doktrinin
sıradan insanlar üzerindeki etkisinin ne olacağını da sorgulamak istiyorum.
Davranışçılık, psikanaliz gibi bir çılgınlık
haline henüz gelmemiştir; ancak bir gün gelirse, popüler şekli, kuşkusuz, Dr.
Watson’un öğretilerinden değişik olacaktır -popüler Freudculuk Freud’dan ne
kadar farklıysa o kadar farklı.
Davranışçılığın popüler versiyonu sanırım şöyle
bir şey olacak: Eskiden hissetmek, bilmek ve istemek gibi üç işlevi yürütebilen
akıl diye bir şeyin var olduğu düşünülürdü. Şimdi ise, akıl diye bir şeyin var
olmadığı, yalnızca bedenin var olduğu kesinlik kazanmıştır. Bütün eylemlerimiz
bedensel süreçlerden ibarettir. “Hissetme” özellikle iç salgı bezleri gibi iç
organlarla ilgili bir olaydır. “Bilme” gırtlağın hareketlerinden ibarettir.
“İsteme” işe uzun kaslara bağımlı bütün diğer hareketlerden oluşur. Geçenlerde,
ünlü bir entellektüel ile bir dansöz evlendiğinde, onların birbirlerine
uygunluğu konusunda kuşkularını dile getirenler oldu. Bir davranışçının bakış
açısından bu kuşku yersizdir; biri kol ve bacak kaslarını, öteki de gırtlak
kaslarını geliştirmiştir.
Demek oluyor ki, mesleğin farklı dallarında
olmakla beraber, her ikisi de birer akrobattır. Yapabildiğimiz tek şey
bedenimizi hareket ettirmek olduğuna göre, bu öğretinin popüler yandaşlarının,
bundan, vücudumuzu olabildiğince çok hareket ettirmemiz gerektiği sonucuna
varmaları beklenebilir. Bu noktada göreceliğe ilişkin bazı güçlükler ortaya
çıkacaktır. Bedenin değişik bölümleri birbirlerine göre mi hareket edecektir;
yoksa beden bir bütün olarak içinde bulunduğu araca göre mi hareket edecektir?
Veya,
erdemin ölçütü dünyaya göre olan hareket midir?
İdeal insan
birinciye göre bir akrobat; ikinciye göre, aşağıya doğru hareket eden bir
yürüyen merdivenden yukarıya koşan bir insan; üçüncüye göre de, yaşamını bir
uçak içinde geçiren insandır. Ortaya çıkacak anlaşmazlıklarda hangi ilkeye göre
karar verileceğini bilmek kolay değildir; ancak ben şahsen pilotlardan yanayım.
En güçlü ülkelerdeki en güçlü kesimlerde egemen
olan, insanın kusursuzluğu anlayışının değişik biçimlerine bakarsak,
davranışçılığın temelde var olan inançlara teorik bir gerekçe sağlamaktan öteye
gitmediği sonucuna varırız. Beden eğitimine inananlara ve bir ulusun
“erkekliğinin” onun sporculuğuna bağlı olduğu görüşünü benimseyenlere göre
akrobat ideal insandır; İngiliz yönetici sınıfında yaygın olan görüş de
böyledir. Yürüyen merdivenlerden yukarıya koşan kişi, zevklerden uzak
durabilmek koşuluyla, kasları geliştirmeyi en yüce erdem olarak gören
Hristiyanların beau ideal’idir. Bu, YMCA’in (YMCA: Genç Erkekler Hıristiyan
Birliği. (C.N.)) Çin’de yerleştirmeye çalıştığı ve yöneticilerimizin egemenliğimiz
altında olan bütün ırklar ve sınıflar için uygun bulduğu görüştür. Pilot,
mekanik güç kullananlara özgü, daha aristokratça bir idealin temsilcisidir.
Ancak, bütün bunların üstünde, Aristoteles’ın hareketsiz-olan-hareket
ettiricisini anımsatan yüce bir kavram vardır. Ona göre, merkezde hareketsiz
duran bir ulu varlık vardır; geriye kalan her şey ve herkes onun çevresinde
değişik hızlarla dönerler ve böylece o kişiye mutlak en büyük göreceli hareketi
sağlarlar. Bu merkezde olma rolü süpermenlerimiz için, özellikle de finans
kesimi mensupları için ayrılmıştır.
İnsanın kusursuzluğu konusunda Greklerden ve
Ortaçağ’dan günümüze kadar gelen değişik bir kavram daha vardır; ancak
makinelerin düş gücüne egemen olması sonucu ortaya çıkan görüş yavaş yavaş onun
yerini almaktadır. Kanımca bu eski görüş mantıksal olarak, davranışçılıkla
bağdaştırılabilir; ancak, psikolojik açıdan, sade vatandaşın davranışıyla
bağdaştırılamaz. Bu eski görüşe göre hissetmek ve bilmek eylem kadar önemlidir;
sanat ve derin düşüncenin, uzayda büyük miktarda kütlenin yerini değiştirmek
kadar övgüye değer olduğu düşünülür. Cheribüm (Tevrat’ta adı geçen bir melek.
(C.N)) Tanrı’yı sever, Seraphim (İncil’de adı geçen üç çift kanatlı melek.
(C.N.)) Tanrı’yı derin düşünce yoluyla anlamaya çalışır; onların yüce
kusursuzlukları da bunda yatar. Bu ideal tümüyle statiktir. Cennette ilahiler
söylenip arp çalındığı doğrudur. Ancak her gün aynı ilahiler söylenir; arpların
yapısında hiçbir gelişmeye izin yoktur. Böyle bir yaşam çağdaş insana sıkıcı
gelir. Teolojinin ilgi yitirmesinin bir nedeni de, cenneti her gün gelişen
makinelerle donatmamasında yatar; Milton5 cehennem için bunu başarmıştı.
Her etik sistemin bir tür non sequitür’a
(önerme veya kanıtlara uygun olmayan sonuç) dayandığı söylenebilir. Filozof önce
nesnelerin doğası hakkında yanlış bir teori icadeder; bundan da, kendi
teorisinin yanlış olduğunu gösteren eylemlerin kötü eylemler olduğu sonucunu
çıkarır. İlk olarak geleneksel Hristiyanlığı ele alalım. Her şey her zaman Tanrı’nın iradesine tabi olduğundan,
günahkarlığın Tanrı iradesine karşı gelmek olduğunu iddia eder. Hegel
yandaşlarına gelince, onlar da evrenin kusursuzca örgütlenmiş, uyum içindeki
parçalardan oluştuğunu; bu nedenle, kötülüğün bu uyumu azaltan davranışlar
bütünü olduğunu iddia ederler. Ne var
ki, uyum metafiziksel bir sorun olduğu halde uyum dışı davranışların nasıl
olanaklı olduğunu anlamak zordur. Fransız halkı için yazan Bergson,
davranışları ile kendisine karşı çıkanları ahlaki suçlamadan daha korkunç
birşeyle, yani gülünç olmayla tehdit ediyor. Önce insanların asla mekanik
davranmadıklarını gösteriyor; sonra da gülme üzerine yazdığı kitabında
(Lczughter) bizi güldüren şeyin mekanik olarak davranan bir insan görmek
olduğunu ileri sürüyor. Bu demektir ki, Bergson felsefesinin yanlış olduğunu
gösteren bir şey yaparsanız o zaman ve ancak o zaman gülünç olursunuz.
Umarım bu örnekler metafiziğin, herhangi bir
etik sonuca yol açamayacağını, varabileceği tek sonucun, kendi yanlışlığının
yol açtığı aşağıdaki sonuç olduğunu açıkça göstermiştir: Eğer metafizik doğru
olsaydı günah olarak tanımladığı eylemler olanaksız olurdu.
Bu açıklamaları davranışçılığa uygulayarak şu
sonucu çıkarıyorum: Etik sonuçları varsa ve olduğu ölçüde metafiziğin yanlış
olması gerekir; öte yandan, doğru ise de davranışlarla hiçbir ilişkisi olamaz.
Popüler davranışçılığa -tam anlamıyla bilimsel şekline değil- bu açıdan
baktığımızda onun yanlış olduğuna ilişkin çeşitli kanıtlar buluyorum. İlk
olarak, eğer destekleyicileri herhangi bir etik sonucu olmadığını düşünselerdi,
hemen hepsi bütün ilgilerini yitirirlerdi.
Burada bir ayrım yapma gereği doğuyor. Doğru
bir doktrinin pratik sonuçlar doğurması olasıdır; ama etik sonuçlar yaratması
olanak dışıdır. İki madeni para atarak çalıştırılan bir makineden siz tek bir
para atarak birşey almak isterseniz gerçeğin pratik bir sonucu olur; yani bir
para daha atmanız gerekir. Ancak hiç kimse bu sonucu “etik” olarak
değerlendirmez; bu sadece arzumuzu nasıl gerçekleştirebileceğimizle ilgilidir.
Bunun gibi, Dr. Watson’un kitabında bu başlık altında işlendiği şekliyle
davranışçılığın, özellikle eğitim alanında pek çeşitli ve önemli sonuçları
vardır. Eğer bir çocuğa belirli bir şekilde davranmayı öğretmek istiyorsanız,
örneğin Freud’un değil de Dr. Watson’un öğütlediği yola başvurmanız çoğu zaman
akıllıca olur. Ancak bu da etik değil, bilimsel bir konudur. Etik, sadece, bir
eylem belli bir hedefi amaçladığı zaman; veya bazı eylemler, getirdikleri
sonuçlara bakılmaksızın, iyi ve kötü olarak sınıflandırıldıkları zaman söz
konusu olur.
Burada davranışçılığın -mantığa ters düşse de-
sözcüğün gerçek anlamında bir ahlak kuralı koyma eğiliminde olduğu sonucuna
varıyorum. Konu şöyle görünüyor; yapabileceğimiz tek şey maddeyi hareket
ettirmek olduğuna göre, olabildiğince çok şey hareket ettirmeliyiz; bu nedenle
sanat ve düşünce maddeyi harekete geçirmeye yardımcı oldukları ölçüde değerli
sayılırlar. Bu, günlük yaşam için aşırı ölçüde metafiziksel bir ölçektir;
pratik ölçek ise gelirdir. Dr. Watson’dan aşağıdaki alıntıyı ele alalım:
“Kişilik, karakter ve yeteneği değerlendirmede en önemli öğelerden biri,
kanımca, bir kimsenin yıllık başarısının tarihçesidir. Bunu, kişinin değişik
işlerde kaldığı süreler ve gelirindeki yıllık artışlarla nesnel olarak
ölçebiliriz...
Eğer bu kişi bir yazarsa, yazılarına ödenen
ücretin yıllara göre bir grafiğini çizmek isteriz. Eğer otuz yaşındayken
yazıları için önde gelen dergilerden kelime basına aldığı ortalama ücret, yirmi
dört yaşındayken aldığının aynı ise, onun sudan bir yazar olması, daha öteye de
gidemeyeceği olasıdır.”
Bu ölçütü, Buda, İsa ve Muhammed’e; Milton ve
Blake’e uygularsak, bu kişilerin değerleri hakkındaki görüşlerimizde ilginç
değişiklikler yapmak gerektiğini görürüz. Daha önce değinilenler dışında bu
alıntıda iki ahlaki özdeyiş saklıdır. Bir -kusursuzluk kolayca ölçülür
olmalıdır; iki -yasalarla uyumlu olmalıdır. Bunların ikisi de etiği fiziğe
dayalı bir sistemden elde etmeye çalışmanın doğal sonuçlarıdır. Yukarıdaki
paragrafta Dr. Watson’un öne sürdüğü etik, benim kabul edebileceğim etik
değildir. Erdemin gelirle orantılı olduğuna; kalabalığa uyum sağlamakta güçlük
çekmenin günah olduğuna inanmam olanaksızdır. Yoksul ve aksi bir kişi
olduğumdan, bu konularda önyargılı düşündüğüm kuşku götürmez; bunun bilincinde
olmama rağmen düşüncelerim yine de değişmiyor.
Şimdi de davranışçılığın bir başka yönünü,
eğitim konusundaki görüşlerini ele alacağım. Burada, eserlerinden anlaşıldığı
kadarıyla, bu konudaki görüşleri kusursuz görünen Dr. Watson’dan alıntı
yapamıyorum. O eğitimin daha sonraki aşamalarına değinmiyor; benim en çok kuşku
duyduğum konular ise orada. Açık bir şekilde davranışçı olmamakla beraber
davranışçılıkla ilintili görüşten çokça etkilenmiş olan bir kitabı ele
alacağım: The Child: His Nature and His Needs (Çocuk: Doğası ve Gereksinimleri)
6. Bu kitap temelde, psikolojik yönden çok değerli olması nedeniyle oldukça
takdir ettiğim bir kitaptır; ancak bana göre, estetik ve etik yönden eleştiriye
açıktır. Estetik eksikliği göstermek için aşağıdaki bölümü alıyorum (sayfa
384):
“Yirmi beş yıl önce öğrencilere on ila ön beş
bin kelimenin nasıl yazıldığı öğretiliyordu. Son yirmi yılda yapılan
araştırmalar göstermiştir ki, tipik bir lise mezununun, okul çalışmalarında,
eğer özel ve teknik sözcük bilgisi gerektiren teknik bir işle ayrıca
uğraşmıyorsa, daha sonraki yaşamında da üç bin sözcükten fazlasını öğrenmesine
gerek yoktur. Tipik bir Amerikalı, mektuplarında ve gazetelere yazdığı
yazılarda çoğu zaman bin beş yüzden fazla değişik sözcük kullanmamaktadır; çoğu
kişi ise bunun yarısından fazlasını hiç kullanmaz. Bu gerçeklerden dolayı
günümüzde, okullardaki yazın kuralları dersleri günlük yaşamda kullanılan
sözcüklerin, otomatik olarak yazılabilecek şekilde, iyice öğretilmeleri
ilkesine göre düzenlenmekte; daha önceleri öğretilen ve belki de hiç
kullanılmayan teknik ve alışılmış sözcükler eğitim programından
çıkarılmaktadır. Bugünkü yazın derslerinde hiç bir sözcüğe, belleği geliştirmek
bakımından yararlı olacağı düşüncesiyle, yer verilmemektedir.”
Son cümlede, ezberleme yanlışı eski gerekçenin
yanlışlığını ortaya koymak için, psikolojiye yerinde bir yardım çağrısı
yapılıyor. Anlaşılan ezberleme belleği geliştirmiyor. Öyleyse, hiçbir şey, o
şeyin bilinmesi gerekliliği dışında bir gerekçeyle ezberlenmemelidir. Bunu
belirledikten sonra yukarıdaki alıntının akla getirdiği bazı şeyleri
irdeleyelim. İlk olarak, bir şeyin nasıl yazılacağını bilmenin hiçbir yararı
yoktur. Shakespeare ve Milton doğru heceleyemezlerdi; Maria Corelli ve Alfred
Austen ise bunu yapabilirlerdi. Doğru heceleme, biraz, “eğitimli”yi “eğitimsiz”den
ayırdetmenin kolay bir yolu olarak, snopça nedenlerle; biraz, iyi giyinmek
gibi, kalabalığın baskısıyla; biraz da, doğal-yasa düşkünü kimselerin, kişisel
özgürlüğün hala var olmayı sürdürdüğü bir alan görmekten acı duymalarına bağlı
olarak aranan bir şeydir. Hiç olmazsa, yazılı basının, sözcükleri alışılmış
biçimde yazması gerektiği düşünülürse bu amaç için okuyucu sağlamak her zaman
olanaklıdır.
İkinci olarak, Çin dışındaki ülkelerde yazı
dili, edebiyatın bütün estetik güzelliğini içeren konuşma dilinin yerini
almıştır. İnsanlar, dilin güzel olabileceği ve olması gerektiği duygusunu
korudukları çağlarda yazın kurallarına pek aldırmazlardı; ama telaffuza dikkat
ederlerdi. Şimdilerde üniversite eğitimi görmüş kişiler bile en sıradan
sözcükler dışındaki sözcükleri telaffuz etmeyi bilmiyorlar; ve bu nedenle de
şiirlerin çoğunu vezne uygun olarak okuyamıyorlar. Profesyonel edebiyat
öğrencileri dışında, kırk yaşının altında olup da bazı şiirleri veznine uygun
olarak okuyabilecek belki de tek bir Amerikalı yoktur. Eğer eğitimde bir
ölçüde, estetik de söz konusu ise çocuklara heceleme öğretileceğine yüksek
sesle okuma öğretilmesi gerekir. Eskiden aile reisinin İncil’i yüksek sesle
okuması bu gereksinimi çok iyi giderirdi; ancak şimdilerde bu uygulamanın nesli
neredeyse tükenmiştir.
Doğru telaffuzu öğrenmek önemli olduğu gibi,
estetik yönden, geniş bir sözcük bilgisi de gereklidir. Yalnızca bin beş yüz
sözcük bilenler, basit konular ve şansın yaver gittiği ender durumlar dışında,
kendilerini tam olarak ve güzel bir şekilde ifade edemezler. Bugünkü Amerikan
nüfusunun yarısı eğitimi için, Shakespeare’in harcamış olduğu zaman kadar zaman
harcar; ama sözcük sayısı onunkinin onda birine ancak varır. Yine de, onun
sözcükleri, ticari başarı sağlamak zorunda olan oyunlarında kullanıldığına
göre, zamanın sıradan vatandaşları tarafından da anlaşılıyor olmalıydı. Çağdaş
görüşe göre, eğer kişi kendisini anlaşılır kılabiliyorsa dile yeterince hakim
sayılır; eski görüşte ise, kişinin konuşma ve yazma dilinde estetik zevk
sağlaması aranırdı.
Bu satırların yazarı gibi, pratik nedenlerle
davranışçılığın bilimsel yanını kabul edip, etik ve estetik sayılan sonuçlarını
reddeden bir kişi sonunda nereye varır?
Dr.
Watson’u çok takdir ederim; kitaplarını da son derece önemli bulurum.
Günümüzde teorik uğraşların en önemlisinin
fizik, sosyal olguların en önemlisinin sanayileşme olduğu görüşündeyim. Ama
yine de, “yararsız” bilgiye ve haz vermek dışında bir amacı olmayan sanata
hayranlık duymaktan kendimi alamıyorum. Sorun mantıksal değildir; çünkü
gördüğümüz gibi, eğer davranışçılık doğruysa, hangi amaç için ne gibi araçlar
kullanılacağını göstermeye yardım etme gibi ikincil konular dışında, değer
yargılarına ilişkin konularda bir etkisi olamaz. Sorun, geniş anlamda
politiktir: İnsanoğlunun büyük bölümünün hata yaptığı kesin ise, doğru
önermelerden yanlış sonuçlar çıkarmak mı, yoksa yanlış önermelerden doğru
sonuçlar çıkarmak mı daha iyidir?
Bu tür
bir problemin çözümü yoktur. Tek doğru çözüm, sanırım sıradan insanlara mantık
öğretmek; böylece onlara yalnızca doğru görünen sonuçlara varmaktan kaçınma
olanağı vermektir.
Örneğin, Fransızların “mantıklı” öldüğü
söylendiğinde kastedilen şudur: bir önermeyi kabul ediyorlarsa; incelikli
mantıktan yoksun bir kişinin, yanlış olarak bu önermeden çıkaracağı yanlış her
türlü sonucu da kabul ederler. Bu en istenmeyecek türden bir özelliktir;
İngilizce konuşan uluslar geçmişte, genel olarak, bu duruma diğer uluslardan
daha az düşmüşlerdir. Ancak, bu duruma düşmemeye devam edeceklerse eskiden
olduğundan daha çok felsefe ve mantık öğrenmelerine gerek olduğunu gösteren
işaretler vardır. Eskiden mantık çıkarım yapma sanatıydı. Şimdi ise, doğal
olarak, yapma alışkanlığında olduğumuz çıkarımların ender olarak doğru olduğu
anlaşıldığından, mantık da bir çıkarım yapmaktan sakınma sanatı olmuştur. Bu
nedenle mantığın, okullarda insanlara akıl yürütmemeyi öğretmek amacıyla
öğretilmesi gerektiğine inanıyorum. Çünkü akıl yürütürlerse yanlış
yürütecekleri kesin gibidir.
Wells’in Zaman Makinesi’ni herkes bilir;
makine, ona sahip olan kişinin zaman içinde ileriye veya geriye gitmesini,
geçmişin neye benzediğini, geleceğin nasıl olacağını şahsen görmesini sağlar.
İnsanlar Wells’in makinesinin sağladığı yararların birçoğunun, günümüzde de,
dünyanın çeşitli yerlerine seyahat ederek sağlanabileceğini pek farketmiyorlar.
New York’a ya da Chicago’ya giden bir Avrupalı geleceği, eğer ekonomik bir
felaket ortaya çıkmazsa Avrupa’nın ulaşması olası geleceği görecektir. Öte
yandan, eğer Asya’ya gidecek olursa geçmişi görecektir. Bana anlatıldığına göre
Hindistan’da Ortaçağ’ı, Çin’de (1920) onsekizinci yüzyılı görecektir.
Eğer George Washington yeryüzüne geri gelseydi,
yarattığı ülke onu da şaşırtırdı. İngiltere’de biraz daha az, Fransa’da ise
ondan daha da az yabancılık çekerdi. Ancak Çin’e ulaşmadan kendini tam olarak
ülkesinde hissetmezdi. Hayali yolculukları boyunca ilk kez orada, “yaşam,
özgürlük ve mutluluk arayışı”na hala inanan, bunları Bağımsızlık Savaşı’nın
Amerikalılarına benzer şekilde algılayan insanlarla karşılaşırdı. Çin’e
cumhurbaşkanı olması da sanırım pek uzun zaman almazdı.
Batı uygarlığı Kuzey ve Güney Amerika’yı, Rusya
dışındaki Avrupa’yı ve özerk İngiliz dominyonlarını içine alır. Bu uygarlıkta
Amerika başı çeker; Batı’yı Doğu’dan ayırdeden bütün özellikler en çok
Amerika’da belirgin ve gelişmiş durumdadır. İlerlemeyi doğal karşılamaya
alışkınız: Son yüzyılda gerçekleşen değişimlerin daha iyiye doğru olduğundan,
iyiye doğru başka değişimlerin de hep süregeleceğinden hiç kuşku duymuyoruz.
Savaş ve onun sonuçları Kıta Avrupasında bu güvenli inanca bir darbe indirdi;
insanlar 1914 öncesine, yüzyıllar boyu tekrar dönmeyecek bir altın çağ gözüyle
bakmaya başladılar.
İyimserliğin uğradığı bu sarsıntı İngiltere’de
daha hafif, Amerika’da ise daha da hafif olarak gerçekleşti. İçimizde,
ilerlemeyi doğal karşılama alışkanlığında olan kişilerin, bizim yüz elli yıl
önce bulunduğumuz konumda olan Çin gibi bir ülkeyi ziyaret etmeleri ve
geçirdiğimiz değişikliklerin bize gerçek bir iyileşme getirip getirmediğini
kendi kendilerine sormaları özellikle ilginç olacaktır. Herkesin bildiği gibi
Çin uygarlığı, Confucius’un İsa’dan beş yüz yıl önce yaygınlaşan öğretilerini
temel almıştır. Grekler ve Romalılar gibi Confucius da insan toplumunun
gelişmesinin doğa gereği olduğu görüşünde
değildi; tersine, çok eski çağlarda hükümdarların bilge kişiler olduğuna ve de
insanların, yozlaşmış günümüzün hayranlık duyduğu ancak ulaşamadığı ölçüde
mutlu olduklarına inanıyordu. Bu kuşkusuz bir yanılgıydı. Ama ne olursa olsun
Confucius, çağının diğer hocaları gibi, hep yeni başarılar peşine düşmek
yerine, belli bir nitelik düzeyini koruyan kararlı bir toplum yaratılmasını
amaçlıyordu. Bu konuda, şimdiye kadar gelmiş geçmiş herkesten daha başarılı
oldu. Kişiliği o çağlardan günümüze dek Çin uygarlığına damgasını vurmuştur.
Onun zamanında Çin bugünkü topraklarının yalnız
küçük bir bölümünü kaplıyordu ve birbirleriyle çarpışan eyaletlere bölünmüş
durumdaydı. Çinliler, bunu izleyen üç yüz yıl içinde şimdi Çin olarak bilinen
topraklara yayıldılar ve son elli yıla gelinceye kadar yüzölçümü ve nüfus
bakımından dünyanın en büyüğü olan bir imparatorluk kurdular. Barbarların
işgallerine, Moğol ve Mançu hanedanlarına ve arada yaşanan uzun veya kısa
süreli iç savaş ve karışıklıklara karşın Confucius’un sistemi varlığını
sürdürdü; beraberinde sanat, edebiyat ve uygar bir yaşama biçimi getirdi. Batı
ve batılılaşmış Japonya ile temaslar sonucunda bu sistem ancak yeni yeni
çökmeye başlamıştır.
Bu kadar olağanüstü bir varolma gücüne sahip
bir sistemin pek üstün nitelikleri olması gerekir; saygı ve ilgimizi de
hakeder. Bu sistem kelimenin bizim algıladığımız anlamında bir din değildir;
çünkü doğa üstü veya mistik inançlarla bir ilişkisi yoktur. Tamamen ahlaki bir
sistem olmakla beraber kuralları, Hristiyanlığın kurallarından farklı olarak,
sıradan insanların uygulayamayacağı ölçüde yüce değildir. Confucius’un
öğretileri, temelde, modası geçmiş onsekizinci yüzyıl “beyefendi” idealine
benzer şeylerdir. Deyişlerinden biri bunu açıklamaktadır (Lionel Giles’in
Sayıngs of Confucius - Confucius’un Deyişleri-,nden alıntı): “Gerçek beyefendi
hiçbir zaman | kavgacı değildir. Eğer ortada kaçınılmaz bir rekabet varsa, bu
bir atış-yarışması gibi çözümlenir. Burada bile, yerini almadan önce ve
kaybettikten sonra rakibini kibarca selamlar; kaybetmişse ceremesini de çeker.
Böylece, çekişirken bile gerçek beyefendiliğini korur.”
Çoğunlukla, bir ahlak hocasından beklendiği
gibi, sorumluluktan, erdemden ve bu tür şeylerden söz eder; ancak kişiyi,
doğaya ve doğal sevgiye aykırı olan herhangi bir şeye zorlamaz. Bu da aşağıdaki
konuşmada görülüyor:
“She Dükü Confucius’a şunları söyledi:
Ülkemizde dürüst bir adam var. Babası bir koyun çaldı ve oğlu ona karşı
tanıklık etti. Confucius şöyle yanıtladı: Bizim ülkemizde dürüstlük bundan
farklı bir şeydir. Baba oğlunun suçunu, oğlan da babasının suçunu gizler.
Gerçek dürüstlük ancak böyle davranışlarda bulunur.” Confucius her şeyde, hatta
erdem konusunda bile, ılımlı bir kişiydi. Kötülüğü iyilikle yanıtlamamız
gerektiğine inanmazdı. Bir keresinde kötülüğe iyilikle karşılık verme ilkesi
hakkındaki düşüncesi sorulduğunda yanıtı şu olmuştu: “O zaman iyiliğin
karşılığı ne olacak?
Haksızlığa adaletle, iyiliğe iyilikle karşılık
vermelisiniz.” Onun zamanında Çin’de kötülüğe iyilikle karşılık verme ilkesi,
öğretileri Hristiyanlığa Confucius’unkinden daha yakın olan taoistlerce
öğütleniyordu. Taoizmin kurucusu Lao-Tze (Confucius’un daha yaşlı bir çağdaşı
olduğu sanılır) şöyle diyor: “İyiye iyi, iyi olmayana da, onu iyiliğe yöneltmek
için, yine iyi davranmalıyım. İnanç sahibi olanlara saygı duyarım; olmayanlara
da saygı duyarım; çünkü belki bu yolla onlar da inanç sahibi olurlar. Bir insan
kötü bile olsa onu dışlamak doğru olabilir mi?
Kötülüğe
iyilikle karşılık veriniz.” Lao-Tze’nin bazı sözleri Dağdaki Vaaz’ın (İsa
tarafından müritlerine verilen, Hristiyanlığın temel ilkelerini içeren vaaz.
(C.N)) bazı bölümlerine inanılmaz derecede benzer. Örneğin şöyle diyor:
“Alçakgönüllü olanlar oldukları gibi
kalacaklardır. Eğriler düzeltilecektir. Boşlar doldurulacaktır. Yıpranmışlar
yenilenecektir. Yoksullar başarılı olacaktır. Çok fazla şeye sahip olanlar
yollarını şaşıracaktır.”
Lao-Tze’nin değil de Confucius’un ulusal bilge
haline gelmesi Çin’e has bir özelliktir. Taoizm de varlığını sürdürdü: ancak
cahil halk arasında ve sihir niteliğinde. Onun öğretileri İmparatorluğu yöneten
uygulamacılara hayal ürünü gibi geliyordu. Confucius’un öğretileri ise
sürtüşmeleri önleme bakımından çok iyi hesaplanmıştı.
Lao-Tze eylem karşıtı bir sav öğütlüyor, şöyle diyordu:
“İmparatorluk, işlerin kendi doğal haline bırakılmasıyla kazanılmıştır. Her
zaman birşeyler yapmak zorunda olan kimseler imparatorluk sahibi olmaya layık
değildirler.” Ancak, doğal olarak, Çin’in yöneticileri Confucius’un, kendine
hakim olma, hayırseverlik, nezaket ilkelerini yeğlediler; aynı zamanda, bilge
hükümetlerin sağlayacağı yararlara büyük önem verdiler. Beyaz ırka mensup
modern ulusların hepsinin yaptığı gibi, kuramsal olarak bir tür ahlak
sistemini, uygulamada ise başka bir ahlak sistemini benimsemeyi Çinliler hiçbir
zaman akıllarına getirmediler. Onlar her zaman kendi kuramlarına uygun
davranmışlardır demek istemiyorum; ancak öyle davranmaya çaba göstermişler,
kendilerinden de öyle davranmaları beklenmiştir. Halbuki Hristiyan ahlak kurallarının
büyük bir bölümünün, bu günahkar dünyada uygulanamayacak ölçüde yücelik
öngördüğü, genelde kabul edilen bir husustur.
Gerçekte, bizim yanyana giden iki tür ahlak
sistemimiz vardır: birisi öğütlediğimiz ama uygulamadığımız ahlak; öteki de
uyguladığımız ama sadece arasıra öğütlediğimiz ahlak. Mormonizm dışındaki bütün
dinler gibi Hristiyanlık da Asya kökenlidir. Hıristiyanlık, ilk yüzyıllarında,
Asya mistisizmine özgü olan bireycilik ve öbür-dünya kavramlarına ağırlık
vermiştir. Karşı-koymama doktrini bu açıdan bakıldığında bir anlam taşıyordu.
Ancak Hristiyanlık güçlü Avrupa prensiplerinin resmi dini olunca bazı
metinlerin sözcük anlamına göre algılanmaması gerekli görüldü.
Öte yandan, “Sezar’ın hakkını Sezar’a veriniz”
gibilerinden bazı ifadeler çok yaygınlaştı. Günümüzde ise rekabete dayalı
sanayinin etkisiyle, karşı-koymama ilkesine en ufak bir eğilim aşağılanmakta,
herkesin kendi yolunda gitmesi beklenmektedir. Uygulamada, geçerli olan ahlak
ilkemiz mücadele yoluyla elde edilen maddi başarıdır ve bu husus bireyler için
olduğu kadar uluslar için de geçerlidir. Bunun dışındaki her şey bize safdillik
ve saçma olarak görünür.
Çinliler bizim ne teorik ne de pratik ahlak
kurallarımızı benimsiyorlar. Teoride, kavganın yerinde olacağı durumların
varlığını; uygulamada ise bu hale çok ender rastlandığını kabul ediyorlar.
Bizlere gelince, teorik olarak, dövüşmeyi gerektirecek hiç bir durum
olamayacağını; pratikte ise, bu durumların sık sık ortaya çıktığını
düşünüyoruz. Çinliler de bazan kavga ederler; ancak savaşçı bir ırk
değillerdir. Savaşta olsun iş yaşamında olsun başarıyı uzun boylu övmezler.
Geleneksel olarak, öğrenmeye herşeyden çok değer verirler; ondan sonra, ve
genellikle onunla birlikte, inceliğe ve nezakete.
Çok uzun yıllar boyunca, Çin’de yönetim görevlerine
atamalar yarışma sınavı yoluyla yapılmıştır. İki bin yıl boyunca, babadan oğula
geçen bir aristokrasi var olmadığı için (bunun tek istisnası Confucius
ailesidir, aile reisine Dük denir) bilim, salt kendisi için topladığı saygının
yanısıra, feodal Avrupa’da güçlü soylulara gösterilene benzer bir saygıya
kavuşmuştur. Ancak, eski bilim çok dar kapsamlıydı; Çin klasiklerinin ve
onların ünlü yorumcularının, eleştiriden uzak olarak öğreniminden ibaretti.
Batı’nın etkisiyle coğrafya, ekonomi, jeoloji, kimya vb.’nin eski çağların
ahlak öğretilerinden daha pratik yararları olduğu farkedildi. Yeni Çin (yani
Avrupa standartları doğrultusunda eğitim görmüş olan gençler) çağdaş
gereksinimlerin farkındadır ve belki de, eski geleneklere yeterince saygı
duymamaktadır. Ancak yine de, en modern olanları bile, az sayıda istisna
dışında, ılımlılık, nezaket ve barışçılık gibi geleneksel erdemlerini
korumaktadırlar. Önümüzdeki birkaç on- yıllık süre içinde Batı’dan ve
Japonlardan alınan dersler sonunda bu erdemlerin varlıklarını sürdürmeleri ise
kuşku götürür.
Eğer Çinliler ile aramızdaki farkı tek bir
cümle ile özetlemem gerekirse şunu söyleyebilirim ki, temelde, zevk almayı amaç
edinmişlerdir; bizler ise, temelde, güçlü olmayı. Biz diğer insanlara ve Doğa
ya karşı güçlü olmaktan hoşlanıyoruz. Bunlardan ilki için güçlü devletleri,
ikincisi için de Bilimi geliştirdik. Çinliler bu tür uğraşlar için fazlasıyla
tembel ve fazlasıyla yumuşak huyludurlar. Onlara tembel demek yalnız bu anlamda
doğrudur. Rusların olduğu türden tembel değildirler; yani geçimlerini kazanmak
için çok çalışırlar. Patronları onları olağanüstü çalışkan bulur. Ancak onlar
Batı Avrupalılar ve Amerikalılar gibi, boş durmaktan sıkıldıkları için veya
salt koşuşturmayı sevdikleri için çalışmazlar. Geçimlerine yetecek kadar
kazandıklarında onunla yetinirler; daha çok çalışarak kazançlarını artırmaya
çaba göstermezler. Tiyatroya gitmek, çaylarını içerek sohbete dalmak, eski
çağlardaki Çin sanatına hayranlık duymak veya güzel manzaralı yerlerde dolaşmak
gibi eğlencelerle zaman geçirmek konusunda yetenekleri sonsuzdur. Bizim düşünce
tarzımıza göre insanın yaşamını böyle geçirmesi gereğinden çok rehavet ifade
eder; bizler her gün bürosuna giden bir insana, orada yaptığı işler zararlı da
olsa, daha çok saygı duyarız.
Beyazlar için Doğu’da yaşamanın belki de kötü
bir etkisi oluyor. Ancak itiraf etmeliyim ki, Çin’i tanıdıktan sonra tembelliğe
insanların toplu olarak sahip olabilecekleri en iyi özellik olarak bakmaya
başladım. Çalışkanlık sayesinde gerçi bazı şeyler kazanıyoruz; ancak bu
başardığımız şeylerin sonuç olarak bir değer ifade edip etmediği, sorgulanmaya
değer. Üretimde eşsiz beceriler geliştiriyoruz. Ürettiklerimizin de bir
bölümünü gemiler, otomobiller, telefonlar ve lüks ve hızlı yaşamın başka
gereçleri olarak kullanıyoruz; bir bölümünü ise birbirimizi toplu halde
öldürecek silahlar, zehirli gazlar ve uçaklara ayırıyoruz. Çok iyi bir yönetim
ve vergi sistemimiz var. Bu vergilerin de bir bölümü eğitim, sağlık ve benzeri
yararlı şeyler için, geriye kalanı da savaş amaçları için kullanılmaktadır.
Günümüz İngilteresinde milli gelirin en büyük
bölümü geçmiş ve gelecek savaşlara ayrılmakta, yararlı şeylere ise ancak bundan
geri kalan bölüm harcanmaktadır. Kıta Avrupasındaki ülkelerin çoğunda oran daha
da kötüdür. Benzersiz etkinlikte bir polis örgütümüz var. Bunun bir bölümü suçu
ortaya çıkarmak ve önlemek için, bir bölümü de yeni, yapıcı siyasal düşünceleri
olan kişileri hapse atmak için kullanılıyor. Son zamanlara kadar Çin de
bunların hiçbiri yoktu.
Sanayi otomobil veya bomba yapamayacak kadar
verimsiz, devlet kendi vatandaşlarını eğitemeyecek ve başka ülke insanlarını
öldüremeyecek kadar etkisiz; polis haydutları veya bolşevikleri yakalamayacak
kadar güçsüzdü. Bunların sonucu olarak Çin’de, hiçbir beyaz adamın ülkesinde
bulunmayan ölçüde, herkes için özgürlük; ufak bir azınlık dışındaki bütün
insanların fakir olduğu düşünüldüğünde çok çarpıcı olan, yaygın bir mutluluk
vardı. Orta sınıftan bir Çinli ile orta sınıftan bir Batilinin olaylara bakış
açılarını karşılaştırdığımızda iki farklılık göze çarpar: Birincisi, Çinlilerin
yararlı bir amaca hizmet etmeyen hiçbir eyleme değer vermemeleri; ikincisi,
kendi itilerimizi kontrol altında tutup başkalarınınkine karışmayı ahlaklılık
saymamalarıdır. Bunların birincisini daha önce tartışmış bulunuyoruz; ancak
ikincisi de sanırım aynı ölçüde önemlidir.
Ünlü sinolog Profesör Giles’in “Confucianizm ve
Karşıtları” konusunda Gifford’da verdiği konferanslarda savunduğu görüşe göre,
Hristiyan misyonerlerin Çin’deki başarılarının başlıca engeli, doğuştan
günahkarlık doktrini olmuştur. Uzak Doğu’da çoğu misyonerler tarafından hala
öğretilmekte olan kalıplaşmış Hristiyan doktrinine göre hepimiz günahkar
olarak, sonsuza dek cezalandırılmayı hakedecek ölçüde günahkar olarak
doğmuşuzdur. Çinliler bu savın, beyazlar için geçerli olmasını kolaylıkla kabul
edebiliyorlar. Ancak kendi ana- babalarının ve büyük ana-babalarının cehennem
ateşinde yandığı söylendiğinde kızıyorlar. Confucius insanların iyi olarak
doğduğunu, eğer sonradan günahkar olurlarsa bunun kötü örneklerden ya da kötü
terbiyeden kaynaklandığını öğretmişti.
Batı’nın geleneksel katı inançları ile bunun
arasındaki farklılığın Çinlilerin bakış açısı üzerinde derin etkisi vardır.
Bizde, ellerinde ahlak meşalesi taşıdığı varsayılan kişiler, kendilerini normal
zevklerden mahrum eden ve bunun acısını başkalarının zevklerine karışarak
çıkaran kişilerdir. Bizim erdem anlayışımızda başkalarının işine burun sokma
özelliği vardır: Bir kimse eğer kalabalığın rahatını bozmuyorsa onun olağanüstü
iyi bir insan olabileceğini düşünmeyiz. Bu bizim Günah anlayışımızdan
kaynaklanıyor.
Bu tavır yalnızca özgürlükleri kısıtlamakla
kalmıyor; ikiyüzlülüğe de yol açıyor. Çünkü geleneksel ölçütlere uyum sağlamak
çoğu kişiye fazlasıyla güç geliyor. Çin de işe durum böyle değildir. Orada
ahlak kuralları olumsuz yönde değil, olumlu yöndedir. İnsanın ana-babasına
saygılı, çocuklarına şefkatli, fakir akrabalarına cömert ve herkese nazik
davranması beklenir. Bunlar da gerçekleştirilmesi çok zor beklentiler değildir;
halkın çoğunluğu tarafından gerçekten uygulanır. Sonuç da, galiba, çoğumuzun
yerine getiremediği bizim ölçütlerimize göre daha olumludur.
Günah kavramının yokluğunun bir başka sonucu da
insanların, aralarındaki görüş ayrılıklarını, Batı’da olduğundan daha fazla,
mantığa ve tartışmaya açık tutma eğiliminde olmalarıdır. Bizde fikir
ayrılıkları hemen bir “ilke” sorununa dönüşür: iki taraf da diğer tarafın kötü
olduğunu, ona katılmanın suçluluğu paylaşmak demek olduğunu düşünür. Bu da
anlaşmazlıkları şiddetlendirir ve uygulamada hemen kuvvete başvurmayı akla
getirir. Çin’de kuvvete başvurmaya hazır silahlı kuvvetler var olmuşsa da
onları kimse, hatta askerlerin kendileri bile ciddiye almamıştır. Hemen hemen
kansız denebilecek savaşlar yapmışlar, bizim Batı’daki daha şiddetli
çatışmalarımızdan edindiğimiz deneyimlere bakılırsa, beklenenden çok daha az
zarar vermişlerdir. Sivil yönetim de dahil olmak üzere halkın çoğunluğu sanki
bu generaller ve orduları hiç yokmuş gibi günlük yaşamlarını sürdürmüşlerdir.
Günlük yaşamda anlaşmazlıklar, çoğunlukla üçüncü bir kişinin dostça
arabuluculuğu ile çözümlenir. Kabul gören ilke uzlaşmadır; çünkü her iki
tarafın da aşağılanmaması gereklidir. Bazı yönleri yabancılara komik gelse
bile, bu görünüşü-kurtarma ilkesi son derece değer verilen ulusal bir kurumdur;
sosyal ve siyasal yaşamı, bizdekinden çok daha az acımasız kılar.
Çin sisteminde tek bir kusur, ama önemli bir
kusur vardır ve bu da sistemin, Çin’in daha kavgacı uluslara karşı koymasını
engellemesidir. Bütün dünya Çin gibi olsaydı bütün dünya mutlu olurdu. Diğer
uluslar kavgacı ve kuvvetli olduğu sürece, Çinliler de, eğer ulusal
bağımsızlıklarını koruyacaklarsa, artık dış dünyadan soyutlanmış olmadıkları
için, bizim kötülüklerimizi bir ölçüde taklit etme zorunda kalacaklardır. Bu
taklidin bir gelişme olduğunu sanıp gururlanmaya kalkışmamalıyız.
Yüz
yıl kadar önce herkesin çok kötü bir insan olarak tanıdığı Jeremy Bentham
adında bir filozof yaşadı. Daha çocukken adını ilk duyduğum anı bugüne kadar
hiç unutmadım. Bu, Muhterem Peder Sydney Smith’in, Bentham’ın insanların ölmüş
büyükannelerinden çorba yapmaları gerektiğini düşündüğü yolundaki sözlerini
duyduğum andı. Böyle bir uygulama bana aşçılık yönünden olduğu kadar ahlak
yönünden de tatsız gelmişti. Bu nedenle Bentham hakkında kötü bir kanaat
edinmiştim. Bu sözlerin, saygıdeğer insanların erdem uğruna söyleme
alışkanlığında oldukları sorumsuz yalanlardan biri olduğunu çok sonraları
keşfettim. Bundan başka, Bentham’a karşı gerçek suçlamanın ne olduğunu da
anladım. Aşağı yukarı şöyle bir şeydi:
“İyi”
insanı, iyilik yapan insan olarak tanımlamıştı. Aklı başında bir okuyucunun
hemen anlayacağı gibi bu tanımlama gerçek ahlak ilkelerini altüst eden
birşeydi. Bir iyiliğin, ondan yararlanan kişiye duyulan sevgiden
kaynaklanıyorsa erdemli olmadığını, sadece ahlak kurallarından esinlenmişse
erdemli olduğunu ortaya koyan Kant’ın düşüncesi çok daha yücedir. Aynı
kurallar, doğaldır ki, ters yönde, acımasız hareketlere de yol açabilir.
Erdemli olmanın ödülünün erdemin kendisi olduğunu biliyoruz. Bundan galiba şu
sonuç çıkıyor ki, ona katlanmak da onun cezasını oluşturmaktadır. Bu nedenle
Kant, Bentham’dan daha yüce bir moralisttir ve erdemi erdem olduğu için
sevdiğini söyleyen herkes onun tarafını tutar.
Bentham’ın
kendi iyi insan tanımına göre davrandığı doğrudur: çok iyilik yapmıştır.
Ondokuzuncu yüzyılın ortalarındaki kırk yıl, İngiltere’nin maddi yönden, fikir
ve ahlak yönlerinden inanılmaz ölçüde ilerleme gösterdiği yıllardır. Bu dönemin
başlarında, daha önce aristokrasiyi temsil eden Parlamento’yu, orta sınıfı
temsil eder duruma getiren Reform Yasası çıkmıştır.
Yasa
İngiltere’de demokrasiye doğru atılan adımların en zoru olmuştur. Hemen
arkasından da, Jamaica’da köleliğin kaldırılması gibi, başka önemli reformlar
gelmiştir. Bu dönemin başında adi hırsızlığın cezası asılarak idamdı. Çok
geçmeden ölüm cezası yalnız adam öldürme ve vatana ihanet suçlarıyla
sınırlandırıldı. Yiyecek fiyatlarını korkunç sefalete yol açacak ölçüde artıran
Hububat Yasaları 1846’da yürürlükten kalktı. 1870’de zorunlu eğitim getirildi.
Victoria dönemini kötülemek bugün moda haline gelmiştir; ama ben bizim
çağımızın, onların çağının yarısı kadar iyi not almasını dilerim. Ancak şimdiki
konumuz bunlar değil. Gelmek istediğim nokta şudur: o yıllardaki ilerlemenin
çok büyük bir bölümünün Bentham’ın etkisi sayesinde gerçekleştiği kabul
edilmelidir. Geçen yüzyılın ikinci yarısında İngiltere’de yaşayan insanların
onda dokuzunun, Bentham olmasaydı yaşayabileceklerinden daha mutlu yaşadıkları
kuşku götürmez. Felsefesi öylesine yalındı ki, ona yaptıklarının bir gerekçesi
olarak bakmış olabilir. Bizler, şimdiki daha aydın çağımızda, onun fikirlerinin
abes olduğunu görebiliriz. Ancak, Bentham’ınki gibi pek de onurlu olmayan bir
faydacılık ilkesini reddetme nedenlerine bir göz atmak bizi yüreklendirebilir.
2
Hepimiz
“iyi” insandan ne anladığımızı biliriz. İdeal iyi insan içki ve sigara içmez,
küfretmez, yalnız erkeklerin bulunduğu bir toplantıda orada hanımlar varmış
gibi konuşur, kiliseye aksatmadan gider, her konuda isabetli fikirleri vardır.
Haksızlığa karşı derin bir nefret duyar ve Günah’ı cezalandırmanın bizim acı
bir görevimiz olduğunu bilir. Yanlış düşünmeye karşı daha da büyük bir nefret
duyar ve genellikle orta yaşlı başarılı yurttaşlarının benimsediği görüşlerin
isabetli olup olmadığını sorgulayan kişilerden gençleri korumanın bir devlet
görevi olduğu kanısındadır. Titizlikle yürüttüğü mesleki faaliyetleri yanında
hayır işlerine de hayli zaman ayırır: yurtseverliği ve askeri eğitimi teşvik
eder; işçilerin ve onların çocuklarının çalışkan, serinkanlı ve erdemli
olmalarını destekleyebilir ve bunu o konulardaki başarısızlıkların gereğince
cezalandırılmasını sağlayarak yapar; belki bir üniversitenin mütevelli heyeti
üyesidir ve yıkıcı fikirleri olan profesörlere görev vermeyerek eğitime
yönelecek saygısızlığı önler. Kuşkusuz, her şeyden çok da, dar anlamıyla
“kişisel ahlakı” kusursuzdur.
Bu anlamda “iyi” olan
bir adamın, genelde, “kötü” bir adamdan daha çok iyilik yaptığı kuşku götürür. “Kötü”
adam ile yukarıda tanımlananın tersi olan adamı kastediyorum. “Kötü” bir adam
sigara, arada bir de içki içer; hatta damarına basıldığında ağzını bile
bozabilir. Sohbetleri her zaman ağza alınacak türden değildir; güzel havalarda
bazı pazar günleri kiliseye gitmek yerine kırlarda dolaşır. Yıkıcı fikirleri de
vardır; örneğin, barış istiyorsanız savaşa değil barışa hazırlanmanız
gerektiğini düşünebilir. Hatalara karşı tutumu bilimseldir; tıpkı arıza yapan
otomobiline olan tutumu gibi. Vaazların ve hapis cezasının, patlak bir otomobil
lastiğinin tamirine yararı neyse, kötü alışkanlıkları düzeltmekte de yararının
o kadar olduğunu iddia eder. Yanlış düşünce konusunda daha da terstir. Ona göre
“yanlış düşünme” sadece düşünme, “doğru düşünme” de sözcükleri papağan gibi
tekrarlamaktır. Bu durum, onun her türden garip fikirleri olan kişilere
yakınlık duymasına yol açar.
Çalışma
saatleri dışında yaptıkları, sadece hoşlandığı şeylerle uğraşmaktan; ya da,
daha kötüsü, iktidar sahiplerinin rahatına dokunmayan bazı önlenebilir
kötülükler konusunda huzursuzluk yaratıp ortalığı karıştırmaktan ibarettir. Ve
hatta olasıdır ki, “kişisel ahlak” konusundaki bazı kusurlarını, gerçekten
erdemli olan kişiler gibi özenle gizlemez; kendini, dürüst olmanın iyi bir
örnek olmaktan daha iyi olduğu gibi yanlış bir düşünce ile savunur. Sıradan ve
saygın bir vatandaşın sözünü ettiğimiz bu niteliklerin bir veya birkaçını
taşıyan bir kişi hakkındaki kanaati olumsuzdur; bu nedenle bir hakim, bir
öğretmen veya bir vali gibi yetkileri olan görevler almasına izin verilmez. Bu
tür işler yalnız “iyi” insanlara açıktır.
Bütün
bu durum son zamanlara özgüdür. Cromwell zamanında Püritenlerin kısa süren
egemenliği sırasında da durum böyleydi ve onlar tarafından Amerika’ya
aşılanmıştı. İngiltere’de tekrar ortaya çıkışı Fransız Devrimi’nden sonra,
Jacobinizm’e -yani şimdilerde Bolşevizm diyebileceğimiz şeye- karşı mücadelede
yararlı olabileceği düşüncesiyle olmuştur. Wordsworth’ün yaşamı bu değişikliğe
bir örnektir.
Gençliğinde
Fransız Devrimi’ne yakınlık duymuş, Fransa’ya gitmiş, güzel şiirler yazmış ve
evlilik dışı bir kızı olmuştu. Bu dönemde “kötü” adamdı. Daha sonra “iyi” oldu;
kızını terketti, doğru ilkeler edindi ve kötü şiirler yazdı. Coleridge de
benzer bir değişimden geçmiştir: kötü olduğu zaman Kubla Khan’ı yazdı; iyi
olduğu zamanlar da teolojik yazılar.
İyi
şiirler yazdığı zamanlar “iyi” olan bir şair örneği bulmak zordur. Dante yıkıcı
propaganda yaptığı gerekçesiyle sınır dışı edilmişti. Sonelerine bakarak hüküm
verilirse Amerikan göçmen bürosu yetkililerince Shakespeare’e New York’da
karaya çıkma izni verilemezdi. “İyi” insanın özünde hükümet yanlısı olması
yatar. Bu nedenle Milton, Cromwell’in egemenliği döneminde iyi, ondan önce ve
sonraki dönemlerde kötü bir kişiydi; ancak şiir yazması bu önceki ve sonraki
dönemlere rastlar -gerçekten de şiirlerinin çoğu bir bolşevik olarak idam
edilmekten kıl payı kurtulduğu sonraki dönemde yazılmıştır. Donne, St.Paul
Katedrali ruhani meclis başkanlığına getirildikten sonra erdemli oldu; ancak
bütün şiirleri daha önce yazılmıştı ve bu nedenle, atanması bir skandala yol
açtı. Swinburne gençliğinde, özgürlük için savaşanları öven Songs Before
Sunrise (Şafak Öncesi Şarkılar)’ı yazdığı dönemde kötü adamdı; yaşlılığında,
aşağılık tecavüzlere karşı özgürlüklerini savundukları için Boerlere oldukça
saldırgan yazılar yazdığı zaman ise, erdemli bir kişiydi. Örnekleri artırmaya
gerek yok; günümüzde geçerli olan erdem ölçütlerinin iyi şiir üretmekle
bağdaşmadığına işaret eden yeterince söz söylenmiş bulunuyor.
Aynı
şey başka alanlarda da geçerlidir. Hepimiz biliriz ki Galileo ve Darwin kötü
kişilerdi. Ölümünden yüz yıl sonrasına kadar Spinoza’nın çok günahkâr bir adam
olduğu düşünülüyordu. Descartes kovuşturmaya uğrayacağı korkusuyla yurt dışına
kaçmıştı. Hemen bütün Rönesans sanatçıları kötü insanlardı. Daha hafif konulara
gelince, önlenebilir ölümlere karşı çıkanlar mutlaka kötü kişilerdi. Ben
Londra’nın bir bölümü çok zengin, bir bölümü de çok yoksul olan bir bölgesinde
oturdum. Burada bebek ölümü oranları anormal derecede yüksektir ve zenginler
rüşvet veya yıldırma yoluyla yerel yönetimi ellerinde tutarlar. Zenginler
güçlerini kamu sağlığı ve bebeklere yardım giderlerini azaltmak; düşük ücretle
yarı-zamanlı çalışacak sağlık görevlisi tutmak için kullanırlar. Zenginlerin sofralarının
zenginliğini yoksulların çocuklarının yaşamından daha önemli saymayan hiç kimse
o yöredeki önemli kişilerin saygısını kazanamaz.
Dünyanın
bildiğim her yerinde aynı şey geçerlidir. Bunlara bakarak, iyi bir insanı
oluşturan nitelikleri basite indirgeyebiliriz: İyi insan, düşünceleri ve
eylemleri iktidar sahiplerine hoş gelen kişidir.
3
Geçmişte
kötü oldukları halde maalesef yüceliğe erişmiş olan insanlar üzerinde durmamız
hayli üzücü oldu. Şimdi de, daha iç açıcı bir konu olan erdemli insanlara geçelim.
3.
George tipik bir erdemli kişiydi. Pitt (1759-1806): 1783-1801 ve 1804-1806
yıllarında başbakanlık yapan İngiliz devlet adamı) ondan katoliklere özgürlük
vermesini istediğinde -o dönemde katoliklerin oy hakları yoktu- taç giyme
töreninde yaptığı yemine ters düşeceği düşüncesiyle bunu reddetti. Onlara
özgürlük vermenin iyi bir şey olduğu gerekçesine uyarak yanılgıya düşmekten
haklı olarak kaçındı. Ona göre sorun yararlı olup olmamak değil, soyut olarak
“doğru” olup olmamaktı. Amerika’nın bağımsızlık istemine yol açan siyasette
onun politikaya müdahalesinin payı büyüktür; ancak müdahalesi her zaman en yüce
amaçlardan kaynaklanmıştır. Aynı şey, çok dindar olan ve düşüşüne kadar
Tanrı’nın kendi tarafında olduğuna içtenlikle inanmış ve -bildiğim kadarıyla-
kişisel kötülüklerden tamamen arınmış bir kişi olan sabık Kaiser için de
söylenebilir. Ama yine de, insanların acı çekmesine ondan daha çok yol açmış
olan başka bir günümüz insanı bulmak kolay değildir.
İyi insanlar politikacılara bazı yararlar
sağlarlar. Bu yararların başında da, başkalarının kuşku uyandırmadan işlerini
yürütmelerine olanak veren bir duman perdesi oluşturmaları gelir. İyi insan
arkadaşlarının karanlık işler yapabileceğini aklına getirmez; bu onun iyi
yönüdür. Halk da bir insanın, iyiliğini kötüleri gizlemek -için
kullanabileceğini hiç düşünmez; bu da onun yararlı yönüdür. Kamu gelirlerinin,
onları hakeden zenginlerin eline geçmesine itiraz eden dar kafalı halkın söz
konusu olduğu her durumda bu iki özelliğin iyi insanı son derece çekici kılacağı
ortadadır. Bana söylendiğine göre -ama ben
kesinlikle katılmıyorum- iyi insan olan ve bu amaca göre hareket eden bir
Amerika Cumhurbaşkanı varmış. İngiltere’de de Whittaker Wright ününün doruğunda
olduğu sıralarda, çevresini, erdemleri onun aritmetiğini anlamalarını ve
anlamadıklarını farketmelerini önleyen kusursuz soylular doldurmuştu.
İyi
insanın işe yaradığı bir başka alan da istenmeyen kişileri skandallarla
politikadan uzak tutabilmeleridir. Yüz kişiden doksan dokuzu ahlak kurallarını
ihlal eder; ancak bu gerçek, genellikle gün ışığına çıkmaz. Doksan dokuzuncu
kişinin yaptığı ortaya çıktığında, yüz kişi içinde gerçekten masum olan bir
kişi yürekten duyduğu nefreti dile getirir; öbür doksan sekizi de,
kendilerinden de kuşkulanılabilir korkusuyla, onun peşinden giderler. Bu
nedenle, hoşa gitmeyen görüşleri olan bir kimse politikaya atılıyorsa, toplumun
geleneksel kurumlarını korumayı amaç edinmiş olan kişilerin, açığa vurulduğunda
yeni politikacının kariyerini sona erdirecek birşeyler bulana kadar o kimsenin
özel yaşamını geriye doğru adım adım kurcalamaları yeterlidir. O zaman üç
seçenekleri olacaktır: gerçekleri açıklayarak onun bir utanç bulutu içinde
gözlerden uzaklaşmasını sağlamak; veya açıklama tehditleriyle onu politikadan
çekilmeye zorlamak; ya da şantaj yoluyla kendilerine iyi bir gelir sağlamak. Bu
seçeneklerden ilk ikisi halkı korur; üçüncüsü de halkı koruyanları korur. Bu
nedenle her üçü de övülmeye değer; her üçünü de olanaklı kılan iyi insanların
varlığıdır.
Şimdi
de örneğin zührevi hastalık konusunu ele alalım. Bunun önceden alınacak uygun
önlemlerle hemen hemen tamamen önlenebileceği bilinmektedir. Ancak iyi
insanların çabalarıyla bu bilgi mümkün olduğunca dar bir alana yayılır ve
uygulanmasında her türlü engel yaratılır. Sonuçta günah yine “doğal” cezasına
çarptırılır ve yine İncil’in emirleri uyarınca çocuklar babalarının günahlarını
çekmeyi sürdürürler. Bunun tersi olsaydı durum ne kadar da korkunç olurdu.
Çünkü eğer günah cezalandırılmazsa, yaptıkları günah değilmiş gibi davranacak kadar
ahlaksız kişiler ortaya çıkabilirdi; ve eğer ceza masumları da kapsamazsa o
denli korkutucu olmazdı. Bu nedenle, bilim adamlarının edindikleri derme çatma
bilgilere rağmen, Doğa’nın bizler daha cehalet çağındayken koyduğu katı ceza
yasalarının bugün bile işlemesini sağlayan bu iyi adamlara ne kadar minnettar
olsak azdır.
Acılara
neden olsun veya olmasın, kötü bir eyle”min kötü olduğunu, doğru düşünen herkes
bilir. Ancak herkesin salt ahlak kurallarına uygun hareket etmesi olanaklı
olmadığına göre, erdemin güvence altına alınması açısından, günahı acının
izlemesi çok arzulanan birşeydir. İnsanların günahlara bilim öncesi çağlarda
verilen cezalardan kaçınma yollarını öğrenmeleri engellenmelidir. Hayırsever
insanlar bizleri bu tehlikeli bilgilerden korumamış olsalar da fiziksel ve
zihinsel sağlığın korunması konusunda ne çok bilgi sahibi olabileceğimizi
düşünmek beni dehşete düşürüyor. İyi insanlar bir de kendilerini katlettirerek
yararlı olabilirler. Almanya Çin’in Shantung eyaletini iki misyonerin orada öldürülmesi
sayesinde ele geçirmiştir. Saraybosna’da öldürülen Arşidük sanırım iyi bir
insandı; ona ne kadar minnettar olsak azdır! Eğer o şekilde ölmeseydi savaş
çıkmayabilirdi; dünya demokrasi için güvenli bir hale gelemezdi; militarizm
yıkılmazdı; şimdi de İspanya, İtalya, Macaristan, Bulgaristan ve Rusya’daki
askeri despotizmin keyfini çıkarıyor olmazdık.
Şaka bir tarafa, kamuoyunca genellikle kabul gören “iyilik”
ölçütleri dünyayı daha mutlu kılmak için düşünülmüş şeyler değildir. Bunun
çeşitli nedenleri vardır; başlıcası da gelenektir.
Ondan
sonra en güçlü neden olarak egemen sınıfların sahip olduğu, haksız güçler
gelir. İlkel ahlak kuralları tabu kavramından çıkmışa benziyor; bunlar
başlangıçta tamamen boş-inan durumdaydılar ve tamamen zararsız olan bazı
eylemler -örneğin kabile reisinin tabağından yemek yemek- bilinmez yollarla
felakete yol açtıkları düşüncesiyle yasaklanmıştı. Yasaklar bu şekilde başladı
ve başlangıçta varsayılan nedenler unutulduktan sonra da insanların duyguları
üzerinde etkisini sürdürdü. Günümüzde geçerli olan ahlak kurallarının büyük bir
bölümü hala bu türdendir: bazı davranış biçimleri, etkilerinin kötü olup
olmadıklarına bakılmaksızın, dehşet hissi uyandırırlar. Birçok olayda, dehşet
uyandıran bu davranış gerçekten de zararlıdır; öyle olmasaydı ahlak
ölçütlerimizi düzeltme gereksinimi daha yaygın kabul görürdü.
Örneğin,
uygar bir toplumda cinayetin hoşgörüyle karşılanmayacağı ortadadır; ancak
cinayetin yasaklanmasının kökeninde yatan şey, tümüyle boş-inandır. Öldürülen
kişinin kanının -veya daha sonra hayaletinin- öç almak isteyeceği ve yalnız
suçluyu değil, ona yakınlık gösteren herkesi cezalandıracağı düşünülüyordu.
Cinayetin yasaklanmasının boş-inan niteliği şundan da anlaşılıyor ki, belli
dini ayinlerle kan suçundan temizlenmek olanaklıydı; başlangıçta bu ayinlerin
amacı ise, hayaletin kendisini tanımaması için suçlunun kılık değiştirmesini
sağlamaktı. En azından Sir J. G. Frazex’in teorisi böyledir. Pişmanlığın, suçu
“arındırmasından” söz ederken yaptığımız mecaz çok eski zamanlarda kan
lekelerini temizlemek için yıkama yapılmasından kaynaklanmaktadır. “Suç” ve
“günah” gibi kavramların çok eski çağlardaki bu uygulama ile ilişkili duygusal
bir kökeni vardır.
Rasyonel
bir ahlak kuralı cinayet konusunda bile olaya değişik bir açıdan bakacak;
hastalık için olduğu gibi, suç, ceza ve kefaret yerine önleme ve iyileştirme
ile ilgilenecektir. Günümüzde ahlak ilkeleri boş-inan ve rasyonalizmin garip
bir karışımıdır. Cinayet çok eski bir suçtur; ona uzun yıllar ötesine uzanan
nefret ve korkunun oluşturduğu bir sis perdesi arkasından bakarız. Sahtekarlık modern bir suçtur; onu rasyonel bakış açısıyla ele
alırız. Sahtekarları cezalandırırız; ama onları, canilere yaptığımız gibi,
tuhaf yaratıklar olarak dışlamayız. Teoride nasıl düşünürsek düşünelim,
toplumsal yaşamda erdemi, birşeyi yapmak olarak değil, yapmamak olarak
algılarız. “Günah” olarak adlandırılan şeylerden kaçınan bir kimse,
başkalarının yararına hiçbir şey yapmasa da, iyi insandır. İncil’de
telkin edilen tutum kuşkusuz bu değildir: “Komşunu kendini sevdiğin gibi sev”
olumlu bir yönergedir. Ancak bütün Hristiyan toplumlarda bu emre uyan kişi
kovuşturulur; en azından yoksulluk, genellikle hapis ve bazen de ölümle
cezalandırılır. Dünya haksızlıklarla doludur. Ödülleri ve cezaları verecek
konumda olanlar da bu haksızlıklardan yarar sağlayanlardır. Ödüller eşitsizlik
için çok ustaca gerekçeler bulanlara, cezalar ise ona çare arayanlara verilir.
Komşusunu içtenlikle seven bir kimsenin halkın yergisinden uzun süre
kaçınabileceği bir ülke bilmiyorum. Fransa da savaştan hemen önce Fransa’nın en
iyi yurttaşı olan Jean Jaures öldürülmüş, katil ise, bir kamu hizmeti yaptığı
gerekçesiyle, beraat etmişti. Bu çok çarpıcı bir örnektir; ancak bu tür şeyler
dünyanın her yerinde olagelmektedir.
Geleneksel
ahlakı savunanlar onun kusursuz, olmadığını bazen kabul ederler; ancak herhangi
bir eleştirinin ahlakı toptan çökerteceğini ileri sürerler. Eleştiri olumlu ve
yapıcıysa bu çöküntü gerçekleşmez; ancak, bir anlık bir zevkin ötesinde birşey
için yapılmamış olması koşuluyla. Bentham’a dönersek, o ahlak kurallarına temel
olarak “en çok insanın en fazla mutluluğu”nu savundu. Bu ilke doğrultusunda
davranan bir kimsenin, yalnız geleneksel kurallara uyan bir kişiye göre çok
daha çetin bir yaşamı olacaktır.
Kendisini
ezilmişlerin savunucusu yapacak ve böylece güçlülerin düşmanlığına hedef
olacaktır. Gücü elinde tutanların saklamak istediği gerçekleri açıklayacak;
şefkate gereksinimi olanları ondan mahrum etmek için uydurulmuş yalanları
reddedecektir. Böyle bir davranış gerçek ahlakın çöküşüne yol açmaz. Resmi
ahlak her zaman olumsuz ve baskıcı olmuştur; “yapmayacaksın” der ve kuralların
yasaklamadığı eylemlerin etkisini araştırmaya gerek görmez. Bütün büyük
mistikler ve din öğreticileri böyle bir ahlak anlayışına boşuna karşı
gelmişlerdir: müritleri onların en açık beyanlarını bile dikkate almamışlardır.
Bu nedenle, onların yöntemlerinin büyük ölçüde bir iyileşmeye yol açması pek
olası görünmüyor.
Düşünce
ve bilimdeki ilerlemenin bu konuya katkısı, sanırım, daha umut verici
olacaktır. İnsanlar yavaş yavaş şunun bilincine varacaklardır ki, durumları
haksızlık ve nefret temeline dayalı olan bir dünya, mutluluğu yaratma olasılığı
en büyük olan bir dünya olamaz. Son savaş az sayıda kişiye bu dersi
öğretmiştir; eğer beraberlikle sonuçlanmasaydı daha fazlasını da öğretebilirdi.
Bizler için
gerekli olan, yaşama sevinci, gelişmenin getireceği mutluluk ve olumlu
başarılar üzerine kurulmuş bir ahlaktır; yasak ve baskı temeline değil. Bir
insan eğer mutluysa, coşkuluysa, cömertse ve başkalarının mutluluğuna
seviniyorsa “iyi” insan sayılmalıdır. Bu durumda, ufak tefek kabahatler
pek de önemsenmemelidir. Fakat sömürü ve gaddarlık yoluyla servet kazanan bir
kişiye, şimdi “ahlaksız” olarak nitelediğimiz kişiler gibi bakmalıyız; düzenli
olarak kiliseye gitse de, kötülükle elde ettiği kazancının bir bölümünü kamu
amaçlarına bağışlasa da aynı şekilde değerlendirilmelidir.
Bunu
sağlamak için, önemli kişiler arasında hala geçerli olan boş-inan ve baskı
karışımı bir “erdem” yerine, ahlak sorunlarına karşı rasyonel bir tutum
getirmek yeterlidir. Günümüzde mantıksal düşünce hafife alınmaktadır; ancak ben
yine de uslanmaz bir rasyonalist olmakta direniyorum. Mantık belki zayıf bir
güç olabilir; ama değişmezdir ve hep aynı yönde işler. Mantıksızlığın
kuvvetleri ise boş yere didişerek birbirlerini yok eder. Bu nedenle
mantıksızlığın -her taşkınlığı, sonunda mantık yanlılarını güçlendirir ve
insanlığın yegane gerçek dostlarının onlar olduğunu tekrar tekrar gösterir.
Savaş sırasında bütün ülkelerin iktidarları,
halkın işbirliğini sağlamak için, rüşvet verircesine, alışılmamış ödünler
vermeye gerek duydular. İşçi ücretleri artırıldı, Hindulara onların da insan ve
kardeş oldukları söylendi, kadınlara oy hakkı tanındı; gençlere de, yaşlıların
ahlak adına onlardan hep esirgedikleri masum zevkler için izin çıktı. Savaşı
kazandıktan sonra ise galipler geçici olarak sağlanmış olan bu avantajları geri
alma çabasına girdiler. 1921 ve 1926’daki kömür grevlerinde işçiler sindirildi;
Hindular değişik kararlarla eski konumlarına gönderildi; kadınların oy hakları
geri alınamadıysa da, Parlemento kararlarında tersi tavsiye edildiği halde
evlenen kadınlar işten atıldılar. Bütün bunlar “politik” konulardır; başka
deyişle, İngiltere’de bu konularla ilişkisi olan sınıfları temsil eden seçmen
grupları, Hindistan’da da örgütlü pasif direnişçiler vardır. Buna karşılık,
kadın olsun erkek olsun, insanların kimseye zarar vermeyen zevklerinde özgür
olmaları gerektiğini savunacak örgütlü herhangi bir grup yoktur. Bu nedenle
püritenler ciddi bir muhalefetle karşılaşmamış; bu zalimliklerinin politik bir
konu olduğu düşünülmemiştir.
Püriteni, şu şekilde tanımlayabiliriz: bazı
eylemlerin, başkaları üzerinde gözle görülür kötü bir etkisi olmasa bile,
özünde günah olduğuna; günah olduğu için de etkili her yolla -olanak varsa ceza
yasası ile, bu olmazsa ekonomik baskıyla desteklenen kamuoyu yoluyla-
engellenmesi gerektiğine inanan kişidir. Bu, eski çağlara ait bir görüştür;
belki de ceza hukukunun doğuşu bu yüzdendir. Ancak başlangıçta yasaların
faydacı temeli ile bağdaşıyordu: bazı suçların, o suçları hoşgörü ile
karşılayan toplumlara karşı olan tanrıları öfkelendirdiğine, bu nedenle de
toplum için zararlı olduklarına inanılıyordu. Bu bakış açısı Sodom ve Gomorrah
(İncil’de halklarının günahkarlığı yüzünden ilahi yangınla harab olan iki komşu
şehir.) hikayesinde somutlaşmıştır. Bu hikayeye inananlar, o şehirlerin yok
edilmelerine yol açan suçları cezalandıran yasaları, faydacı nedenlerle haklı
görebilirler. Ancak günümüzde püritenlerden bile bu görüşe katılanlar azdır.
Londra Piskoposu bile, Tokyo’daki depreme orada oturanların belirli bir
günahlarının neden olduğunu ileri sürmedi. Bu nedenle söz konusu yasalar,
sadece intikam amaçlı ceza teorisi ile savunulabilir: bazı günahlar, onları
işleyenlerden başkasına zarar vermese de, suçluya acı çektirmeyi görevimiz
yapacak kadar iğrençtirler. Bu görüş Benthamızmın etkisiyle ondokuzuncu
yüzyılda gücünü yitirmişti.
Ancak, liberalizmin gerilemesiyle yitirdiği
önemi son yıllarda yeniden kazandı ve Ortaçağ’dakinden aşağı kalmayan bir
acımasızlık tehlikesi, işaretlerini vermeye başladı.
Bu yeni hareket gücünü çoğunlukla Amerika’dan
almaktadır ve savaşın tek galibinin Amerika olmasının sonuçlarından biridir.
Püritenizmin gelişimi ilginçtir. Onyedinci yüzyılda İngiltere’de kısa bir süre
egemen olmuş; ancak, sıradan vatandaş kütlesini öylesine bezdirmiştir ki, onun
tekrar hükümeti kontrol etmesine izin vermemişlerdir. İngiltere’de baskı
altında kalan püritenler Amerika’da önce New England’da, sonra da Orta Batı’da
koloniler kurdular. Amerikan İç Savaşı, İngiliz İç Savaşı’nın bir devamıydı.
Güney eyaletleri çoğunlukla püriten karşıtlarının yerleşim bölgesiydi. Ancak
İngiliz İç Savaşı’nın tersine, savaş püriten partisinin kalıcı zaferiyle
sonuçlandı. Bunun sonucunda dünyanın en güçlü devleti Cromwell’in
İronşide’larının görüşlerini miras alan kişilerin kontrolü altına girdi.
Püritenizmin insanlığa yaptığı hizmetleri
teslim etmeden sadece kusurları üzerinde durmak haksızlık olur. İngiltere’de
onyedinci yüzyıldan başlayarak son yıllara kadar krallığın ve aristokrasinin
despotluğuna karşı demokrasiden yana olmuştur. Amerika’da, kölelerin
özgürlüğünü savunmuş ve Amerika’nın bütün dünyanın demokrasi şampiyonu olmasına
büyük katkıda bulunmuştur. Bunlar insanlığa yapılan büyük hizmetlerdir; ancak
geçmişte kalmışlardır. Günümüzün sorunu, siyasal demokrasiden çok, azınlıklara
özgürlük verilmesi ile düzenin bağdaştırılmasıdır.
Bu sorun püritenizminkinden değişik bir bakış
açısı, ahlaki heyecandan çok hoşgörü ve yaygın bir karşılıklı anlayış
gerektirir. Yaygın karşılıklı anlayış puritenlerde hiçbir zaman güçlü
olmamıştır. Püritenlerin en önemli zaferlerinden, yani İçki Yasağı’ndan söz
etmeyeceğim. Her ne ise, Yasak karşıtları itirazlarını pek de bir ilke sorunu
yapamazlar; çünkü onların da çoğunluğu, aynı ilke sorununa yol açan kokain
yasağını desteklerler.
Fanatikliğin her türüne olduğu gibi,
püritenliğe yapılan pratik itiraz, bazı kötülükleri diğerlerinden çok daha kötü
olarak niteleyip onların ne pahasına olursa olsun bastırılması gerektiğini
savunmasıdır. Fanatik bir kişi, gerçekten kötü olan bir hareketin, eğer
gerektiğinden fazla şiddetle bastırılacak olursa, daha da büyük başka
kötülüklere yol açacağını görmez. Müstehcen yayınlara karşı konulmuş olan
yasayı buna bir örnek olarak gösterebiliriz. Hiç kimse müstehcenlikten
hoşlanmanın aşağılık bir şey olduğunu, ya da bu yayınların zarar verdiğini
reddetmez. Ancak, bu yayınlar yasa yoluyla ortadan kaldırmaya kalkışılırsa
birçok değerli şey de onunla birlikte yasaklanmış olur. Birkaç yıl önce, ünlü
bir Hollandalı ressamın bazı resimleri bir İngiliz müşteriye postayla
gönderilmişti. Posta idaresi yetkilileri, onları iyiden iyiye inceleme zevkine
erdikten sonra, müstehcen olduklarına karar verdiler (Devlet memurlarının sanat
değerlerinden anlaması da beklenemez). Bu nedenle onları imha ettiler; müşteri
de hiçbir tazminat alamadı.
Yasa, posta idaresine postayla gönderilen
şeylerden müstehcen bulduklarını imha yetkisi vermektedir; kararlarına itiraz
da edilemez. Püriten yasalarla ilgili sakıncalara daha önemli bir örnek de
doğum kontrolüdür. “Müstehcen”ligin kesin bir yasal tanımlamaya elverişli
olmadığı ortadadır. Mahkemelerdeki uygulamada bu, “yargıcı şoke eden herhangi
bir şey” anlamına gelmektedir. Doğum kontrolü konusundaki bilgiler pahalı bir
kitapta uzun sözcükler ve dolambaçlı tümcelerle verilmişse sıradan bir yargıç
bundan söke olmaz; ama ucuz bir broşürde, eğitimsiz insanların anlayacağı sade
bir dille anlatılmışlarsa durum farklıdır. Bu yüzden, günümüz İngilteresinde
doğum kontrolü konusundaki bilgiler eğitim görmüş insanlara verilirse yasaldır;
yoksul kesime verilirse de yasalara aykırıdır. Oysa bu bilgiler en çok yoksul
kesim için önemlidir. Görülüyor ki, tıp kitapları gibi birkaç belirli konu hakkında
yayınlanmış olanları dışında yasa, yayınlanan eserin amacını hiç dikkate
almıyor. Yalnız şuna bakılıyor: eğer bu kitap edepsiz bir çocuğun eline geçerse
ona zevk verir mi?
Eğer
verirse, içerdiği bilgilerin sosyal bakımdan önemi ne olursa olsun, hemen yok
edilmelidir. Bunun sonucu olarak zorla yaratılan bilgisizliğin verdiği zarar
akılalmaz ölçüdedir. Yoksulluk, kronik kadın hastalıkları, sakat çocuk
doğumları, aşırı nüfus artışı, püriten yasa koyucularca, birkaç yaramaz çocuğun
olası zevklerinden daha önemsiz kötülüklerdir.
Yürürlükte olan yasanın yeterince etkili
olmadığı da düşünülmektedir. The Times gazetesinin 17 Eylül 1923 tarihli
sayısında yazıldığı gibi, Milletler Cemiyeti’nin gözetiminde düzenlenen
Müstehcen Yayınlar Uluslararası Konferansı, Amerika’da ve Milletler Cemiyeti’ne
üye bütün ülkelerde yasaların daha sertleştirilmesi yolunda tavsiye kararı
almıştır. Anlaşıldığına göre bu hayırlı çalışmanın en gayretli üyesi de İngiliz
delegesidir. Çok geniş kapsamlı yasalar için gerekçe olarak kullanılan bir
başka konu da beyaz kadın ticaretidir. Buradaki gerçek kötülük çok ciddidir ve
tam anlamıyla ceza hukuku kapsamına girer. Gerçek kötülük, cahil genç
kadınların yalan vaadlerle yoldan çıkarılıp, sağlıklarının çok ciddi
tehlikelere açık olduğu, kölelik koşullarına sürüklenmeleridir. Bu, temelde bir
Çalışma sorunudur.
İşyeri Güvenliği Yasası’nda, Yük Vagonları
Yasası’nda olduğu gibi ele alınmalıdır. Ancak bu konu, beyaz kadın ticareti
kötülüklerinin hiç söz konusu olmadığı durumlarda da, kişisel özgürlüklere
yapılan çirkin müdahalelere mazeret olarak kullanılmıştır. Birkaç yıl önce
İngiliz gazetelerinde, birisinin bir fahişeye aşık olup onunla evlendiği haberi
çıkmıştı. Habere göre, bir süre mutlu yaşadıktan sonra kadın eski mesleğine
dönmeye karar verir. Bunu ona kocasının önerdiği, ya da bu işi onayladığını
belirten hiçbir kanıt yoktur; sadece, kocasının hemen kavga çıkarıp onu kapı
dışarı atmadığı bilinmektedir. Adam bu suçundan dolayı kırbaçlanıp hapse
atılmış, cezası da o zamanlar yeni yasalaşmış olan ve hala yazılı yasalar
sicilinde yer alan bir yasaya göre verilmiştir.
Amerika’ya gelince, benzer bir yasaya göre
metres tutmak yasaya aykırı değil, ama onunla bir eyaletten bir başkasına
seyahat etmek yasaya aykırıdır. Bir New Yorklu, metresini Brooklyn’e
götürebilir, ama Jersey City’ye götüremez. Sade vatandaş için bu iki eylem
arasındaki ahlaksızlık farkını anlamak zordur.
Milletler Cemiyeti de bu konuda daha sert
yasalar getirilmesine çalışmaktadır. Bir süre önce Milletler Cemiyeti
Komisyonu’ndaki Kanada delegesi, yaşı ne olursa olsun bir kadının, kocası ya da
anne veya babasından biri eşlik etmedikçe, vapur yolculuğu yapmasına izin
verilmemesini önerdi. Bu öneri kabul edilmedi; ancak hangi yolda ilerlediğimizi
çok iyi gösteriyor. Bu tür eylemler bütün kadınları “beyaz köle”ye
indirgemektedir. Kadınlar, bazılarının “ahlaksızlık” amacıyla kullanma riski
olmadan, hiçbir özgürlüğe sahip olamazlar. Bu reformcuların tek mantıksal amacı
çarşaf peçe olabilir.
Püriten görüşe karşıt olarak ileri sürülen daha
genel bir görüş daha var. İnsan doğası değişmediği sürece, insanlar yaşamdan
biraz zevk almak arzusundan vazgeçmezler. Zevkleri, pratik olarak, kabaca iki
gruba ayırabiliriz: temelde duygulardan kaynaklananlar ve temelde zihinsel
olanlar. Geleneksel bir ahlakçı birincileri aşağılayarak ikinci tur zevkleri
üstün tutar; ya da, daha doğrusu, ikincileri zevk olarak düşünmediği için
aşağılar. Onun bu sınıflandırması, kuşkusuz, bilimsel açıdan savunulamaz; zaten
çoğu durumda kendisi de kuşku içindedir. Sanattan duyulan haz duygusal midir,
yoksa zihinsel mi?
Platon
ve bazı rahipler gibi gerçekten hoşgörüsüzce, sanatı ın toto (tümüyle)
reddeder.
Az çok geniş görüşlü ise, bir “ruhani amaç”a
yönelik olması koşuluyla, sanatı hoşgörüyle karşılar; bu da genellikle kalitesiz
sanat demektir. Tolstoy bu görüştedir. Evlilik de başka bir sorunlu konudur.
Katı ahlakçılar onu esefle karşılarlar; daha az katı olanlar, genellikle hoş
olmadığı için overler; hele onu çözülemez yapmayı başarmışlarsa. Ancak, benim
üstünde durmak istediğim nokta bu değil. Bu, bir püritenin elinden gelen her
şeyi yaptıktan sonra geriye kalan zevklerin, mahkum ettiği zevklerden daha
zararlı olduğunu belirtmek istiyorum. Kendimize zevk veren şeylerden sonra en
çok keyiflendiğimiz şey, başkalarının zevk almasını önlemek; ya da, daha genel
olarak, güç sahibi olmaktır. Sonuçta, püritenizmin egemenliği altında
yaşayanlar güç sahibi olmaya aşırı düşkün olurlar. Halbuki güç duygusu, içkiye
ya da püritenlerin karşı olduğu herhangi bir şeye düşkün olmaktan çok daha fazla
kötülüğe yol açar. Doğaldır ki, güçlü olma tutkusu erdemli kişilerde kendini
iyilik yapma tutkusu şeklinde gizler. Ancak bunun sosyal etkileri pek az
farklıdır; bu, kurbanlarımızı, düşmanımız oldukları için değil, günahkar
oldukları için cezalandırıyoruz demekten başka bir şey değildir. Her iki
durumda da sonuç zulüm ve savaştır.
Ahlaki öfke çağdaş dünyanın en zararlı
kuvvetlerinden biridir. Daha da kötüsü, bu gücün propagandayı elinde tutanlarca
kötü amaçlar için saptırılabilmesidir.
Sanayinin gelişmesiyle ekonomik ve siyasal
örgütlenmenin artması da kaçınılmaz olmuştur. Eğer sanayileşme bir çöküntüye
uğramazsa, daha da artması kaçınılmaz olacaktır. Dünya gittikçe daha
kalabalıklaşmakta, komşularımıza bağımlılığımız da gittikçe daha güçlü hale
gelmektedir. Bu koşullar altında, toplumu açıkça ilgilendirmeyen konularda
birbirimizin işine karışmamayı öğrenmezsek yaşam dayanılmaz olacaktır.
Birbirimizin özel yaşamına saygı duymayı ve ahlak ölçütlerimizi başkalarına
zorlamamayı öğrenmek zorundayız. Püritenler kendi ahlak ölçütlerinin yegane
ahlak ölçütü olduğunu düşünürler. Başka çağların, başka ülkelerin, hatta kendi
ülkelerindeki başka grupların, kendilerininkinden farklı ahlak ölçütleri
olduğunu; kendilerinin püriten olmaya hakları olduğu kadar onların da kendi
ölçütlerini seçmeye hakları olduğunu anlamamaktadırlar. Ne yazık ki, kendi
zevklerinden vazgeçmenin doğal bir sonucu olan güç tutkusu püritenleri
başkalarından daha etkili kılmakta; onların karşı durmalarını
zorlaştırmaktadır. Umalım ki daha kapsamlı bir eğitim ve insan doğası hakkında
daha çok bilgi sayesinde, bizim pek erdemli efendilerimizin hızı giderek
azalsın.
Dünyanın İngilizce konuşan bölümünün tuhaf
özelliklerinden biri de siyasal partilere olan olağanüstü ilgi ve güvendir.
İngilizce konuşan insanların çok büyük bir bölümü, belirli bir partinin
iktidarda olması durumunda çektikleri sıkıntıların çözümleneceğine gerçekten
inanır. Sarkacın salınımının nedeni budur. Bir kişi bir partiye oy verir, ama
mutsuzluğu sürer; bunun üzerine de millenium’u (Kıyametten önceki, mutluluk ve
refahın süreceğine inanılan bin yıllık dönem. (C.N)) getirecek olanın öteki
parti olduğu sonucuna varır. Bütün partilerin büyüsünden kurtulduğunda ise
artık ölümün eşiğinde yaşlı bir kimsedir; gençliğinin inancını oğlu devam
ettirir ve tahterevalli hareketi böylece sürüp gider.
Eğer politikada ise yarar birşeyler yapmak
istiyorsak politik sorunlara tamamen değişik bir açıdan bakmamız gerektiğini
belirtmek isterim. Demokrasilerde bir parti iktidara gelmek için ulusun
çoğunluğunun ilgi duyacağı çağrılar yapmak zorundadır. Tartışmalarımız
sırasında açıklanacak olan nedenlerden dolayı, şimdiki demokratik sistemde,
geniş ölçüde başarılı olan bir çağrının zarar getirmemesi neredeyse olanaksızdır.
Bu nedenle, büyük bir siyasal partinin yararlı bir programa sahip olması pek
olası değildir. Eğer yararlı yasalar çıkarılacaksa bunların parti-hükümeti
dışında bir mekanizma ile çıkarılması zorunludur. Böyle bir mekanizmanın
demokrasi ile nasıl bağdaştırılacağı da günümüzün en öncelikli sorunlarından
birisidir.
Günümüzde politik sorunlar konusunda
birbirinden çok farklı iki tür uzman vardır. Bir yanda partilerin
politikacıları; öte yanda da çoğunlukla bürokrat olan uzmanlar ve onlarla
birlikte ekonomistler, finans kesimi, tıp bilimcileri, vb. Bu iki uzman
sınıfının herbirinin özel becerileri vardır. Politikacının becerisi insanları,
kendi yararlarına olduğuna inandıracak şeylerin ne olduğunu kestirmek;
uzmanların becerisi ise, halkın inandırılması koşuluyla neyin gerçekten yararlı
olduğunu saptamaktır. (Bu koşul elzemdir; çünkü, değerleri ne olursa olsun
büyük tepkilere yol açan önlemler nadiren yarar sağlar.) Demokrasilerde
politikacının gücü, sokaktaki adama doğru gibi görünen fikirlere sahip
çıkmasına bağlıdır. Politikacılardan, uzmanlarca isabetli bulunan fikirlerin
iyi fikirler olduğunu savunma yüce gönüllülüğünü beklemek boşunadır. Çünkü bunu
yaparlarsa meydanı başkalarına kaptırırlar. Öte yandan, başkalarının ne
düşündüklerini kestirmek için gerekli olan sezgisel beceri, bizzat kendi
fikirlerini oluşturma konusunda
becerileri olduğu anlamına gelmez. Bu nedenle
en yetenekli olanlarının çoğu (parti politikacılığı bakımından), çoğunluğun iyi
saydığı ama uzmanların kötü olduğunu bildiği önlemleri içtenlikle savunmak
durumunda kalırlar. Bu nedenle politikacılara, kaba deyimiyle rüşvet almamayı
öğütlemek dışında, tarafsız olmaları yolunda uyarılarda bulunmanın hiçbir
yararı yoktur.
Parti politikacılığının var olduğu her yerde,
bir politikacının çağrısı belli bir kesime, rakibinin çağrısı da karşıt kesime
yöneliktir. Politikacının başarısı kendi kesimini çoğunluğa dönüştürmesine
bağlıdır. Bütün kesimlere aynı ölçüde çekici gelecek önlemler öteki partilerce
de benimsenebilecek; bu nedenle de parti- politikacısına bir yararı
olmayacaktır. Sonuçta politikacı bütün dikkatini, rakibini destekleyenlerin
çekirdeğini oluşturan kesimin hoşlanmadığı önlemler üzerinde yoğunlaştırır.
Bundan başka, bir öneri her ne kadar övgüye değer olursa olsun, meydan
konuşmalarında sokaktaki adama inandırıcı gelecek mantıktan yoksun ise onun
politikacıya bir yararı olmaz.
Böylece, parti politikacılarının ağırlıkla
vurguladıkları önlemler şu iki koşulu yerine getirmek zorundadır: (1) Ulusun
bir kesiminin yararına hizmet ediyor görünmelidirler; (2) Bunun için verilen
kanıtlar olabildiğince basit olmalıdır. Kuşkusuz bu hususlar savaş hallerinde
geçerli değildir. Çünkü o zaman dış düşmanlarla olan anlaşmazlıklar karşısında
parti anlaşmazlıkları askıya alınır. Savaş sırasında politikacının hüneri
normal politikadaki kararsız seçmenin yerine geçen tarafsız ülkelere yönelir.
Beklendiği gibi son savaş, demokrasinin tarafsızlara hitap etme konusunda
harika bir eğitim sağladığını gösterdi. Savaşı demokrasinin kazanmasının
başlıca nedenlerinden biri de bu olmuştur. Gerçi barışı kaybetmiştir; ama bu
başka bir konudur.
Politikacıların özel becerisi hangi tutkuların
en kolay tahrik edilebileceklerini, tahrik olunduklarında da politikacının
kendisine ve çevresine vereceği zararın nasıl önleneceğini bilmekten ibarettir.
Politikada da para için geçerli olana benzer bir Gresham Yasası vardır:
Bunlardan daha yüce hedefleri amaçlayan kimseler bir kenara atılırlar
-ihtilallerde olduğu gibi idealizmin güçlü bir kişisel hırsla birleştiği
hareketlerin yer aldığı ender zamanlar dışında. Dahası, politikacılar, rakip
gruplara bölünmüş olduklarından ulusu da bölmeye çalışırlar; eğer savaşta ulusu
başka bir ulusa karşı birleştirme şanslılığına erişmemişlerse. Bu kimseler
“anlamı olmayan ses ve öfke” düsturuyla yaşarlar. Açıklaması zor olan, veya
bölünme (uluslar arasında veya bir ulus içinde) içermeyen, ya da
politikacıların bir sınıf olarak gücünü azaltacak hiçbir şey üzerine
eğilemezler.
Uzman’a gelince, ilginç denecek ölçüde değişik
bir tiptir. Kural olarak, politik güç amaçlayan bir kimse değildir. Politik bir
soruna karşı doğal tepkisi, neyin popüler olacağını değil, neyin yararlı
olacağını araştırmaktır. Belirli konularda olağanüstü teknik bilgi sahibidir.
Bir kamu görevlisi ise veya büyük bir işletmenin başında bulunuyorsa, bireyler
hakkında hayli deneyimlidir; nasıl davranacaklarını iyi değerlendirir. Bütün
bunlar olumlu özelliklerdir ve uzmanlık alanına giren konulardaki görüşlerinin
saygıyla karşılanmasını sağlar.
Ancak,
genellikle, bunlara karşılık oluşturan bazı kusurları da vardır. Özel konularda
uzman olduğundan bölümünün önemini abartabilir. Eğer uzman bir dişçiye, bir göz
hastalıkları uzmanına, bir kalp uzmanına, bir akciğer uzmanına, bir sınır
uzmanına vb. ardarda giderseniz onların her biri size kendi alanlarındaki
rahatsızlıkların nasıl önleneceği hakkında değerli öğütler verirler. Eğer
hepsinin de öğütlerini yerine getirirseniz yirmi dört saatinizin tümünü
sağlığınızı korumakla geçirir, bu sağlığınızdan yararlanmaya ise hiç
zamanınızın kalmadığını görürsünüz. Politika uzmanlarıyla da kolaylıkla aynı
şey olabilir; hepsinin sözü dinlenirse ulusun normal yaşamını sürdürmeye vakti
kalmaz.
Becerikli kamu görevlisinin ikinci bir kusuru
onun perde arkasından ikna yöntemini kullanmak zorunda olmasından kaynaklanır.
Ya insanları makul olmaya ikna olasılığını aşırı abartacaktır; ya da sinsi
yöntemlerle politikacıları, ne yaptıklarını anlamadan çok önemli yasaları
geçirmeye ikna edecektir. Bürokrat genellikle birinci hatayı gençliğinde,
ikincisini de orta yaşlılıkta yapar.
Uzmanın üçüncü bir kusuru, eğer yönetici
yetkilerine sahipse, popüler tutkuları değerlendirememesidir. Bir komisyonun
önerilerini genellikle iyi anlar; ancak bir kalabalığı anlayamaz. İyi niyetli
ve bilgili herkesin yararlı olduğunu kabul edeceği bir önlem saptadığında şunu
göremez ki, eğer bu önlem halk önünde açıkça savunulursa, ondan zarar görecek
güçlü kişiler halkı, söz konusu öneriyi savunan kişiyi linç etmeye varacak bir
ölçüde galeyana getirebilir.
Söylendiğine göre, Amerika’da büyük patronlar
sevmedikleri kişilerin peşine detektif takarlar, ve eğer kişi olağanüstü uyanık
değilse, kısa sürede, onu yola getiren düzenler çevirirlermiş. Tabii sonunda o
kişi ya politikasını değiştirmek zorunda kalır, ya da basında ahlaksız bir
insan olarak teşhir edilir. İngiltere’de bu yöntemler henüz o ölçüde gelişmiş
değildir; ancak olasıdır ki çok geçmeden gelişecektir. Hiçbir kötülük olmadığı
zaman bile, çoğu kez toplumsal heyecan, hazırlıksız olanları şaşırtacak
ölçülere varır.
Herkes Hükümet’in giderlerini azaltmasını
genellikle ister; ancak hiçbir kısıntı çoğunlukça hoş karşılanmaz; çünkü bazı
kimseler işlerini kaybederler ve halkın sempatisini toplarlar. Çin’de onbirinci
yüzyılda Whan An Shih adında bir kamu görevlisi vardı. İmparatoru ikna ettikten
sonra sosyalizmi getirme işine girişti. Ancak düşüncesiz bir anında okumuşlar
takımını (o günün Northcliffe” Yayıncılarını) gücendirdi, yerinden
uzaklaştırıldı ve modern zamanlara kadar, bütün Çin tarihçileri tarafından
kınandı. Dördüncü bir kusur bununla bağlantılıdır; yani uzmanların, alınacak
yönetimsel önlemlerin halk tarafından kabul görmesinin önemini küçümsemeleri ve
halka hoş gelmeyen bir yasanın uygulama zorluklarını bilmezlikten gelme
eğiliminde olmaları. Tıp adamları, iktidarda olsalar, yapacakları yasalara
uyulmak koşuluyla, bulaşıcı hastalıkları yok edici çareleri bulabilirler. Ancak
yasalar kamuoyunun çok ilerisinden giderse onlardan kaçınma yolları bulunur.
Savaş sırasında yönetimin kolay olması insanların savaşı kazanmak için çok şeyi
kabullenmeleri sayesinde gerçekleşmiştir; halbuki normal barış yasalarının
böyle güçlü bir çekiciliği yoktur.
Hemen hiçbir uzman salt tembelliği ve
ilgisizliği yeterince hesaba katmaz. Bariz tehlikelerden kaçınma zahmetine bir
ölçüde katlanırız; ancak, yalnız uzmanın görebileceği tehlikeler için bunu
yaptığımız pek söylenemez. Parayı sevdiğimizi düşünürüz; yaz saati uygulaması
da bize her yıl milyonlar kazandırır. Fakat bir savaş önlemi olarak zorunlu
kalıncaya kadar bunu uygulamadık. Alışkanlıklarımızı gelirimizden daha çok
seviyoruz; çoğu kez hayatımızdan da çok. Bazı alışkanlıklarımızın zararları
konusunda kafa yoran bir insana bu durum inanılmaz gelir.
Uzmanların çoğu galiba şunu farkedemiyorlar:
eğer yönetim gücüne sahip olurlarsa güdüleri onları zorbalığa yöneltecek ve şimdiki
sevimlilik ve yüce fikirliliklerini yitireceklerdir. Koşulların karakterleri
üzerindeki etkisini çok az kimse önleyebilir.
Bütün bu
nedenlerden dolayı, iktidarı bürokratlara devrederek politikacılarımızın
kötülüklerinden kolayca kurtulamayız. Ancak yine de, gittikçe daha karmaşık
hale gelen toplumumuzda uzmanların şimdikinden daha etkili olmaları zorunlu
görünüyor. Günümüzde, güçlü içgüdüsel istemler ile sınai gereksinimler
arasında şiddetli bir çatışma var. Gerek kişisel, gerek maddi çevremiz sanayileşme
ile birlikte birdenbire değişti. İçgüdülerimiz ise pek değişmemiş olsa gerek;
düşünce alışkanlıklarımızı bu değişik koşullara göre uyarlamak için de hemen
hiçbir şey yapılmadı. Çalışma odalarında kunduz besleyen akılsız kişiler,
yağışlı hava yaklaşırken, yaşam ortamları dere kenarları olan kunduzların
kitaplarla su setleri yaptıklarını görürler. Bizler de yeni çevremizle
neredeyse aynı uyumsuzluğu yaşıyoruz. Eğitim sistemimiz bize hala Homeros
çağında biyolojik açıdan yararlı olan özelliklere, şimdi zararlı ve saçma
olduklarına aldırmadan, hayranlık duymayı öğretiyor. Her başarılı politik
hareket içgüdüsel olarak kıskançlığı, rekabeti veya nefreti körüklüyor; asla
işbirliğine olan gereksinimi değil. Bu bizim bugünkü politik yöntemlerimizin
doğasında vardır; endüstri öncesi alışkanlıklarla da uyum içindedir. İnsanların
bu konudaki düşünce alışkanlıkları ancak bilinçli bir gayretle
değiştirilebilir.
Bahtsızlığı bir başkasının kötü niyetine
atfetmek doğal bir eğilimdir; fiyatlar düştüğünde de vurguncunun neden etkisiz
olduklarını sorgulamaz. Ücretlerin ve fiyatların beraberce inip çıktığını da
görmez. Eğer kendisi bir sermayedarsa ücretlerin düşmesini, fiyatların
yükselmesini; eğer işçi ise tersini ister. Para konularında uzman olan birisi
vurguncuların, sendikaların ve sıradan işverenin bu olanlarla pek az ilişkisi
olduğunu açıklamaya çalışırsa herkesi öfkelendirir; tıpkı Alman zulmünden kuşku
duyan birisiymiş gibi. Düşmanımızın elimizden alınmasından hoşlanmıyoruz; acı
çektiğimiz zaman nefret edecek birilerini arıyoruz. Acıları akılsızlığımız
yüzünden çektiğimizi düşünmek bile çok düş kırıcı; fakat insanlığı bir bütün
olarak aldığımızda gerçek bu. Bu nedenle de, hiçbir siyasal parti nefret
dışında bir itici güce sahip olamıyor; suçlayacak birilerinin olması gerekiyor.
Eğer falancanın kötülüğü acılarımızın tek nedeni ise onu cezalandıralım, mutlu
oluruz. Bu tür politik düşüncenin en çarpıcı örneği Versailles Antlaşması’dır.
Ama çoğu kişi Almanların yerini alacak yeni bir günah keçisi aramaktadır.
Bu noktayı uluslararası sosyalizmi savunan iki
kitabı karşılaştırarak açıklayacağım: Marx’ın Kapital ve Şalter’in Allıed
Shipping Control (Müttefik Deniz Taşımacılığı) (Sır Arther Şalter kuşkusuz
kendisine sosyalist demez; ama yine de öyledir) eserleri. Bu iki kitabın,
sırasıyla, ekonomik değişim yanlısı olan bir politikacı ile bir kamu
görevlisinin yöntemlerini temsil ettiğini varsayabiliriz. Marx’ın amacı,
sonunda bütün partileri bastıracak bir parti yaratmakken Şalter’in amacı da
mevcut sistem içinde yetkilileri etkilemek ve toplumun yararı savı ile
kamuoyunu değiştirmektir.
Marx, sonuç olarak, kapitalizm düzeninde
ücretle çalışanların korkunç yoksulluk çektiğini kanıtlar. Komünizm altında hiç
acı çekmeyeceklerini veya daha az çekeceklerini kanıtlamaz, kanıtlamaya da
çalışmaz. Bu, gerek üslubundan gerek bölümlerin sıralanmasından açıkça
anlaşılan bir varsayımdır. İşçi sınıfı önyargısıyla kitabı okumaya başlayan bir
okuyucu, okudukça bu varsayımı paylaşacak ve onun kanıtlanmadığını hiç
farketmeyecektir. Marx ahlaki sorunlara ilişkin düşüncelerin sosyal gelişme ile
herhangi bir ilgisi olduğunu kesinlikle reddeder; bu gelişmenin Ricardo ve
Malthus tarafından öne sürüldüğü gibi acımasız ekonomi yasalarından
kaynaklandığını varsayar. Ancak Ricardo ve Malthus bu acımasız yasaların kendi
sınıflarına mutluluk, çalışan sınıfa da sefalet getirdiğini söylemişlerdi; Marx
ıse, Tertullian gibi, kendi sınıfı sirklerde gönül eğlendirirken burjuvaların
yerlerde köpekler gibi uluyacağı bir gelecekten haberler verir.
Marx her ne kadar insanları iyi ya da kötü
olarak ayırmamış, onları sadece ekonomik etkenlerin şekillendirdiğini ifade
etmişse de gerçekte burjuvaları kötü kişiler olarak göstermiş, ücret erbabında
onlara karşı şiddetli bir nefret uyandırmaya çalışmıştır. Marx’ın Kapital’i temelde,
Bryce Raporu gibi, düşmana karşı savaş ateşini körüklemeyi amaçlayan vahşet
öykülerinin bir koleksiyonudur. Doğal olarak, düşmanın da savaş ateşini
körükler; böylece de, çıkacağını haber verdiği sınıf savaşını başlatır. Marx
büyük bir politik güç olmaya, nefreti körüklemesi ve kapitalistleri ahlaki
bakımdan iğrenç kişiler olarak göstermeyi başarması sayesinde ulaştı.
Şalter’in Allıed Shfipping Control kitabında
ise bununla taban tabana zıt bir hava görüyoruz. Şalter’in, uluslararası
sosyalizm sisteminin uygulamasıyla bir süre ilgilenmiş olmak gibi Marx’da
bulunmayan bir avantajı vardır. Bu sistem kapitalistleri öldürmek değil,
Almanları öldürmek arzusundan ortaya çıkmıştır. Ancak ekonomik konularda
Almanlar söz konusu olmadıklarından, Şalter’in kitabında arka planda kalırlar.
Ekonomik sorun, askerlerin, savaş gereçlerini imal eden işçilerin ve bu
gereçlere hammadde sağlayanların çalıştırılmayıp, toplumun geri kalan bölümünün
bütün işleri yapmak zorunda kalması gibi bir durumda karşılaşılacak olan sorunla
aynıydı. Veya başka bir ifadeyle, sanki birdenbire herkesin daha önce
çalıştığının yarısı kadar çalışması emredilmişti.
Savaş deneyimi bu soruna teknik bir çözüm
getirmişse de psikolojik bir çözüm getirmemişti. Çünkü savaş, barış zamanında
yapılacak işbirliği için, savaş yıllarında Almanlara karşı duyulan nefret ve
korkunun yolaçtığı ölçüde destek verecek bir güdü sağlayamamıştır. Şalter söyle
demektedir (sayfa 19):
“Şu anda, profesyonel iktisatçıların,
dikkatlerini üzerinde herşeyden çok yoğunlaştırmaları gereken şey herhalde
savaş döneminin gerçek sonuçlarının araştırılmasıdır; bu soruna devlet
kontrollerine ilke olarak yandaş veya karşıt olma gibi önyargılar taşımadan,
tam bilimsel bir açıdan yaklaşmalıdırlar. İlk ağızda ele alacakları olgular
normal ekonomik sisteme en azından bir meydan okuma oluşturacak kadar
çarpıcıdır. Sonuçlarda çeşitli etkenlerin katkısı olduğu bir gerçektir...
Önyargısız profesyonel bir araştırma bunların ve daha başka etkenlerin
ağırlığnı tam olarak saptayabilir; belki de yeni örgütleme yöntemlerinden yana
çok şeyler bulabilir. Bu yöntemlerin savaş koşullarında sağladığı başarı
tartışma götürmez. Ilımlı bir değerlendirme ile ve savaştan önce boş gezen
kişilerin üretimini de dikkate alarak denebilir ki, ülkenin üretim gücünün yarısı
ile üçte ikisi arasında bir bölümü savaşa veya savaşa yardımcı hizmetlere
ayrılmıştı.
Ama yine de bütün savaş süresince İngiltere her
türlü askeri çabayı sürdürdü; sivil halkın geçim standardını da dayanılamayacak
ölçüde düşük olmayan bir düzeyde, bazı dönem ve bazı sınıflar için ise belki de
barış zamanındaki kadar rahat olan bir düzeyde tuttu. Ülke bunu, başka
ülkelerden hiçbir yardım almadan yaptı. Ödünç alınmış para ile Amerika’dan
yaptığı dışalım, müttefiklerine ödünç verdiği parayla yaptığı dışsatımdan çok
daha az oldu. Görüldüğü gibi, hem cari savaş tüketimini hem sivil halkın cari
tüketimini üretim gücünün geri kalanıyla, cari üretimiyle karşıladı.”
Barış zamanındaki normal ticaret sistemini
tartışırken de şunları söylüyor (sayfa 17):
“Barış-zamanı ekonomik sisteminin temeli,
hiçbir bilinçli yönlendirme ve kontrolün olmayışıdır. Savaş koşullarının
yarattığı zorlayıcı gereksinimler için bu sistemin, en azından o koşullarda,
ciddi biçimde yetersiz olduğu ortaya çıktı. Yeni standartlara göre, bilinçsiz
ve savurgan kalıyordu. Çok az üretiyordu, yanlış şeyler üretiyordu ve onları
yanlış kişilere dağıtıyordu.”
Savaşın baskısıyla yavaş yavaş oluşturulan
sistem, 1918’de, bütün önemli özellikleriyle, tam bir uluslararası sosyalizm
haline geldi. Birlikte hareket eden müttefik devletler gıda ve hammaddelerin
tek alıcısı oldu; yalnız kendi ülkelerine değil tarafsız Avrupa ülkelerine de
neyin ithal edileceği hakkında tek karar organı haline geldiler. Hammaddeyi
kontrolleri altındaki fabrikalara istedikleri gibi dağıttıkları için üretimi de
kesin olarak kontrolleri altına aldılar. Gıda maddeleri konusunda ise perakende
dağıtımı bile düzenlediler. Yalnız fiyatları değil miktarları da onlar
saptıyorlardı. Yetkilerini temel olarak Müttefik Deniz Nakliyat Konseyi kanalıyla
kullanıyorlardı; bu Konsey de, sonuç olarak hemen hemen tüm deniz nakliyatını
yönetiyor, dolayısıyla da dışalım ve dışsatım koşullarını dikte edebiliyordu.
Böylece, bu sistem bütün özellikleriyle daha çok dış ticarette uygulanan bir
uluslararası sosyalizm oluşturuyor; ve bu da siyasal sosyalistler için en büyük
sıkıntıyı yaratıyordu.
Bu sistemin tuhaf bir yanı da kapitalistlerin
muhalefetini çekmeksizin getirilmiş olmasıydı. Toplumun hiçbir önemli kesiminin
ne pahasına olursa olsun muhalefetini davet etmemek savaş dönemi politikasının
gerekli bir özelliğiydi. Örneğin, deniz taşımacılığında en büyük sıkışıklığın
yaşandığı dönemde, sivil toplumda hoşnutsuzluk yaratmak korkusuyla, gıda
maddelerinde değil, savaş malzemesinde kesinti yapılması gerektiği savunuldu.
Kapitalistleri dışlamak çok tehlikeli
olabilirdi; gerçekten de, yeni sisteme dönüşüm ciddi bir sürtüşme olmadan
gerçekleştirildi. Tutum “falan kesimler kötüdür, cezalandırılmaları gerekir”
yerine “barış zamanındaki sistem verimsizdi; herkese en az sıkıntı verecek yeni
bir sistem oluşturulmalıdır” şeklinde oldu. Ulusal tehlikenin baskısı
altındayken, hükümetin gerekli gördüğü önlemlerin onaylanmasını sağlamak normal
dönemlerdeki kadar zor değildi. Normal zamanlarda bile, eğer önlemler sınıf
karşıtlığı yerine bir idareci bakışıyla sunulurlarsa kabul görmeleri daha az
zorlukla karşılaşır.
Savaşta edinilen idari deneyimlere göre,
sosyalizmden beklenen avantajların birçoğunun, hükümetin hammaddeleri, dış
ticareti ve bankacılığı kontrol altına almasıyla elde edilebileceği
görülmektedir. Bu bakış açısı Lloyd’un Stabilizations (İstikrar) adli değerli
kitabında işlenmiştir. Bu kitap, problemin bilimsel açıdan incelenmesi
konusunda kesin bir ilerleme sayılabilir; savaş koşullarının kamu görevlilerini
yapmak zorunda bıraktığı deneylerin bu alanda büyük yardımı olmuştur.
Pratik açıdan Sır Arthur Şalter’in kitabındaki
en ilginç şeylerden biri, uygulamada da en iyi sonuçları veren uluslararası
işbirliği yöntemlerinin analizidir. Ülkelerin tek tek kendi başlarına her
sorunu ele almaları, sonra da diplomatik temsilciler aracılığıyla diğer
devletlerle pazarlığa girişmeleri usulden değildi. Uygulama her sorun için ayrı
bir uluslararası uzmanlar komitesi oluşturmak şeklindeydi; sonunda görüş
ayrılıkları uluslar arasında değil, mal gurupları arasında oluyordu. Buğday
komitesi kömür komitesiyle, vb. mücadele ediyor; ancak her biri hakkındaki
tavsiye kararları müttefik ülkelerin uzman temsilcileri arasında yapılan
müzakereler sonunda alınıyordu.
Gerçekte durum, Yüksek Savaş Konseyi’nin
olağanüstü yetkileri dışında, hemen hemen bir uluslararası sendikalizm gibiydi.
Bundan alınacak ders şudur: Başarılı bir uluslararası işbirliği isteniyorsa,
bu, ulusal kuruluşların birbiriyle çatışan istemlerini bağdaştıracak tek bir
uluslararası yüksek kuruluş yerine, her konuda ayrı ayrı uluslararası
örgütlenmeye gidilerek gerçekleştirilmelidir.
Şaltex’in kitabını okuyan herkes, savaş
sırasında müttefikler arasında kurulan böyle bir uluslararası hükümetin, barış
zamanında dünya çapında kurulması durumunda, hemen tüm dünya nüfusunun maddi,
fikri ve ahlaki yönlerden yaşam düzeyini yükselteceğini hemen görecektir. Bu,
işadamlarına zarar vermez; son üç yılın karlarının ortalaması, onlara emekli
maaşı gibi, sürekli gelir olarak vaadedilebilir. İşsizliği, savaş korkusunu,
yoksulluğu, kıtlığı ve aşırı üretimi önler. Bu sav ve yöntem Mr. Lloyd’un
kitabında açıklanmıştır. Ancak aşikar ve evrensel olan bu avantajlara rağmen,
bu tür bir şeyin gerçekleşmesi umudu, eğer olanaklıysa, evrensel devrimci
sosyalizmin kurulmasından da çok daha uzak bir olasılıktır. Devrimci
sosyalizmin karşılaştığı zorluk onun çok büyük bir muhalefete yol
açmasındandır; bürokratların sosyalizminin zorluğu ise çok az destek
toplamasındadır. Politik bir atılıma muhalefet, kişinin kendisinin zarar
görmesi korkusundan kaynaklanır; destek ise kişinin düşmanlarının zarar
göreceği umudu (genellikle bilinç- altı) sayesinde elde edilir.
Bu nedenle, hiç kimseye zarar vermeyen bir
politika destek görmez; çok fazla destek gören bir politika ise şiddetli
muhalefet uyandırır. Sanayileşme, dünya çapında işbirliği için yeni bir
gereksinim yarattı; bir yandan da düşmanlıklarla birbirimizi incitmek için yeni
kolaylıklar getirdi. Ancak parti politikasında içgüdüsel olarak olumlu yanıt
alan tek hitap tarzı düşmanca duygulara yöneltilen hitaptır; işbirliği gereğini
idrak eden kişiler ise güçten yoksundurlar. Eğitim bir nesil boyunca yeni
kanallara yöneltilinceye, basın da nefreti körüklemekten vazgeçinceye kadar,
günümüzdeki politik yöntemlerle uygulamada yalnızca zararlı politikaların
benimsenme şansları bulunuyor.
Ancık politik sistem değişmeden eğitim ve
basını değiştirmek için belirgin bir yol da mevcut değil. Normal yollarla, en
azından uzun bir süre için, bu ikilemden çıkış yoktur. Kanımca, bu konuda umabileceğimiz
en iyi şey şudur: olabildiğince çoğumuzun, zaman zaman önümüze konulan çekici
parti programlarına inanmaktan kesinlikle geri durması, politik kuşkucular
olmasıdır. Mr. H.G. Wells’den bu yana birçok aklı başında kişi son savaşın,
savaşları sona erdirecek bir savaş olduğuna inanıyordu. Şimdi düş kırıklığına
uğramışlardır. Yine birçok aklı başında kişi Marx’ın sınıf savaşının, savaşları
sona erdirecek bir savaş olacağına inanmaktadır. Eğer bu savaş gerçekleşirse
onlar da düş kırıklığına uğrayacaklardır -tabii aralarında sağ kalan olursa.
Herhangi güçlü bir siyasal harekete inanan iyi niyetli herkes uygarlığımızı
mahvetmekte olan bu örgütlü mücadelenin sadece uzamasına yardım etmiş olur.
Doğaldır ki, bunu mutlak bir kural olarak öne
sürmüyorum; kendi kuşkuculuğumuz hakkında bile kuşkucu olmalıyız. Ancak, eğer
siyasal bir partinin sonuçta elde edilecek yarar uğruna büyük zararlara yol
açacak bir programı varsa (ki çoğunun vardır), bütün siyasal hesapların
belirsizliği göz önüne alındığında, kuşkuculuğa büyük bir gereksinim var
demektir. Psikanalitik -görüş açısından bakıldığında, bu parti programını
gerçekten çekici kılan şeyin o arada açtığı kötülükler olduğundan ve sonuçtaki
yararın da “rasyonalize etme” türünden birşey olduğundan -kuşku duymakta haksız
sayılmayız.
Yaygın bir politik kuşkuculuk mümkündür;
psikolojik olarak, düşmanlığımızı başka uluslar veya sosyal sınıflar yerine
politikacılar üzerinde yoğunlaştırmak anlamına gelir. Düşmanlıklar ancak
politikacılar yoluyla etkili olduğundan, onları hedef alan düşmanlık da
psikolojik olarak kişiyi tatmin eder; ancak bunun sosyal açıdan bir zararı
olamaz. Bunun Willam James’in arzusunu, “savaşın manevi eşdeğerlisi”ni
gerçekleştirmek için gerekli koşulları sağladığını düşünüyorum. Politikayı bazı
dalaverecilere (yani sizin ve benim hoşlanmadığımız kişilere) bıraktığı
doğrudur; ama bu bir kazanç da olabilir. The Freeman’ın 26 Eylül 1923 s
ayısında siyasal dalaverenin yararlarını gösterebilecek bir yazı okudum.
İmparatora danışmanlık yapan emekli bir Japon devlet adamıyla arkadaş olan bir
İngiliz, ona Çinli tüccarlar dürüst olduğu halde, Japon tüccarların neden
dürüst olmadığını sorar ve şu yanıtı alır:
“Bir zamanlar Çin’in siyasal yaşamında pek
parlak bir rüşvet dönemi yaşandı; mahkemelerde, alay konusu oldular. Ticareti
bu kaos ve durgunluk halinden çıkarmak için Çinli tüccarlar en sıkı ahlak
ölçülerini uygulamak zorunda kaldılar. O günden bu yana, sözleri senet kadar
sağlamdır. Japonya’da ise tüccar böyle bir sorunla karşılaşmadı; çünkü bizde
belki de dünyanın en iyi hukuk yasaları vardır. Bu nedenle, bir Japonla iş
yaparken riskini de göze almalısın.” Bu öykü, dürüst olmayan politikacının
dürüst olandan daha az zarar verebileceğini gösterir.
“Dürüst politikacı” kavramı pek de basit bir
kavram değildir. En kabul edilebilir tanımı şöyledir: politik eylemleri kendi
gelirini artırma arzusuyla yönlendirilmeyen kişi. Bu anlamda, Mr. Lloyd George
dürüsttür. Bundan sonra politik eylemleri ne parasal amaçlarla, ne de güç
edinme veya mevcut gücünü koruma arzusuyla yönlendirilen kişiler gelir. Bu
anlamda, Lord Grey dürüst bir politikacıdır. Son ve en dar kapsamlı tanım da
şöyledir: Dürüst politikacı, halkla ilişkili eylemlerinde tarafsız olmanın
yanında, dostlararası ilişkilerde normal sayılan şeref ve dürüstlük ölçüsünün
de çok altına düşmeyen kişidir. Bu anlamda, Lord Morley dürüst bir
politikacıydı; en azından, her zaman dürüsttü ve dürüstlüğü onu politikadan
uzaklaştırıncaya kadar da politikacıydı. Ancak, en iyi anlamda dürüst olan bir
politikacı bile çok zararlı olabilir; örnek olarak da 3. George gösterilebilir.
Akılsızlık ve bilinçsiz önyargı, çoğu kez,
görevi kötüye kullanmaktan daha zararlı olur; kaldı ki, dürüst bir politikacı,
eğer Devonshire Dükü gibi fazlaca budala değilse, demokrasilerde pek de makbul
değildir; çünkü ancak çok budala bir insan, bir ulusun yarısından çoğunun
önyargılarını candan paylaşabilir. Bu nedenle, hem yetenekli olan hem de
kamunun yararını kollayan bir kişi, eğer politikada başarılı olacaksa, iki
yüzlü olmak durumundadır; ancak bu ikiyüzlülük zamanla onun kamu yararını
kollama niteliğini yok eder.
Günümüz demokrasisinin kötü yanlarını
hafifletmenin bariz bir yolu, kamu görevlilerini çok daha fazla tanıtım yapma
ve inisiyatif kullanma yolunda teşvik etmektir. Bu kişilerin kendi başlarına
yasa tasarıları hazırlama ve gerekçelerini halka açıklama konusunda yetkileri,
bazen de görevleri olmalıdır. Bugünlerde finans ve işçi kesimleri uluslararası
toplantılar düzenlemektedirler; ancak, bu yöntemi çok yaygınlaştırmalı ve
değişik ülkelerde aynı anda uygulanacak önlemler üzerinde sürekli olarak
çalışacak uluslararası bir sekreterya oluşturmalıdırlar. Dünya tarım
kuruluşları birbirleriyle doğrudan müzakereler yapmak ve ortak bir politika
belirlemek için bir araya gelmelidir. Diğer konularda da benzer çalışmalar
yapılabilir. Demokratik parlamentolardan vazgeçmek arzu edilecek birşey
değildir; olanağı da yoktur. Çünkü, alınan önlemler başarıya ulaşacaksa
uzmanlarca tartışılıp yayınlanmalı ve sıradan vatandaşın benimseyip
kabullenebileceği bir nitelik taşımalıdır. Ancak günümüzde, çoğu konuda,
sıradan vatandaşın uzmanların etraflıca değerlendirilmiş düşüncelerinden
haberleri yoktur; uzmanların hepsinin ya da çoğunluğunun bir görüş üzerinde
birleşmesini sağlayacak mekanizma da pek yoktur.
Özellikle de kamu görevlileri bazı durumlar ve
politik olmayan yöntemler dışında, görüşlerini halka açıklamaktan men
edilmişlerdir. Eğer kararlar uluslararası müzakereler sonucunda, uzmanlarca
alınırsa, bu kişiler parti kademelerini asarlar ve aralarında, şimdi olağan sayılandan
çok daha az fikir ayrılığı olduğu görülür. İnanıyorum ki, örneğin uluslararası
sermaye ve işçi kesimleri karşılıklı güvensizliklerini aşabilirlerse,
gerçekleştirilmesi şu anda ulusal parlamentoların yıllarını alacak olan ve
dünyayı sınırsız ölçüde iyiye götürecek olan bir program üzerinde
anlaşabilirler. Birlikte hareket ettikleri takdirde onlara direnmek de zordur.
İnsanlığın birçok önemli ortak çıkarı vardır;
ancak, mevcut politik mekanizma, değişik uluslar ve çeşitli partiler arasındaki
iktidar mücadelesi sonucu ortaya çıkan karmaşa, onları karanlıkta
bırakmaktadır. Hiçbir yasal veya yapısal değişiklik gerektirmeyen ve
gerçekleştirilmesi çok zor olmayan farklı bir mekanizma, ulus ve parti
hırslarını yok eder; dikkatleri düşmanlara zararlı olacak kararlar üzerinde
değil, herkese yararlı olacak kararlar üzerinde toplar. Uygarlığı halen tehdit
etmekte olan tehlikeden çıkış yolunun yukarıda belirtilen doğrultularda hareket
etmekle bulunacağını sanıyorum; yurt içinde parti hükümetleri, yurt dışında da
dışişleri diplomasisi ile değil. Bilgi ve iyi niyet olsa da, kendilerini
duyuracak uygun araçlara sahip oluncaya kadar, bunların ikisi de aciz
kalmaktadır.
(1922 Moncure Conway konferansı)
Bugün onuruna toplanmış olduğumuz Moncure
Conway yaşamını iki amaca vakfekmişti: düşünce özgürlüğü ve bireyin özgürlüğü.
O zamandan bu yana bu iki konuda bazı şeyler kazanılmış, ancak bazı şeyler de
kaybedilmiştir. Geçmiş dönemlerdekinden biraz değişik şekillerde olmakla
beraber bugün bazı yeni tehlikeler bu iki tür özgürlüğü tehdit etmektedir; ve
bunları savunacak güçlü ve uyanık bir kamuoyu oluşturulamazsa, bundan yüz yıl
kadar sonra, her iki özgürlükten de şimdikine göre çok daha azı kalmış
olacaktır. Bu makalede yeni tehlikeleri vurgulamak ve onlarla nasıl başa
çıkılacağını tartışmak istiyorum.
Önce, “özgür düşünce” ile ne kastettiğimizi
açığa kavuşturmaya çalışalım. Bu deyimin iki anlamı vardır. Dar anlamıyla,
geleneksel dinsel dogmaları kabul etmeyen düşünce demektir. Bu anlamda, Hristiyan
veya müslüman veya budist veya şintoist olmayan; ya da herhangi bir akideyi
benimsemiş bir topluluğun üyesi olmayan bir kimse “özgür düşünür”dur.
Hıristiyan ülkelerde “özgür-düşünür” diye, Tanrı’ya kesin bir şekilde inanmayan
insana denir; ancak bu nitelik budist bir ülkede insani “özgür- düşünür”
yapmaya yeterli değildir.
Bu anlamdaki özgür düşüncenin önemini
küçümsemek istemiyorum. Ben şahsen bilinen dinlerin hiç birini kabul etmem ve
her tür dinsel inancın giderek yok olmasını ümidederim. Dinsel inancın, sonuçta
yarar sağladığına inanmıyorum. Bazı zamanlarda ve bazı durumlarda birtakım
yararlı etkiler yapmış olduğunu kabul etmekle beraber, insan aklının bebeklik
dönemine, şimdi geride bırakmaya başladığımız bir evresine ait olduğu
kanısındayım.
“Özgür düşünce”nin bir de, daha da önemli
bulduğum, daha geniş bir anlamı vardır. Geleneksel dinlerin yol açtığı zararlar
bu geniş anlamdaki özgür düşünceyi engellemiş olmalarıyla bağıntılıdır. Bu
geniş anlam, dar anlam kadar kolaylıkla tanımlanamaz; özüne varmak için biraz
zaman harcamak yerinde olur.
“Özgür” olan bir şeyden söz ederken onun hangi
şeyden özgür olduğunu belirtmezsek söylediklerimizin taşıdığı anlam
belirsizleşir. “Özgür” olan şey veya kişi bir dış zorlamayla karşı karşıya
değildir. Ne demek istediğimize kesinlik kazandırmak için de bu dış zorlamanın
ne türden olduğunu belirtmemiz gerekir. O halde düşünce, çoğu zaman var olan
birtakım dış yönlendirici etkenlerden bağımsız ise özgür olur.
Düşüncenin özgür olabilmesi için yök olmaları
gereken yönlendirici etkenlerin bazıları kendilerini açıkça gösterirler;
bazıları ise daha yanıltıcı ve belirsiz, daha karmaşıktırlar.
En belirgin olanlarından başlayalım: bazı
fikirleri benimsemek veya onlara karşı olmak; ya da bazı konularda birşeye
inandığımızı veya inanmadığımızı dile getirmek ceza yaptırımlarına yol açıyorsa
düşünce “özgür” değildir. Bu ilkel tur özgürlük bile bugün çok az ülkede
vardır. İngiltere’de, küfür yasalarına göre, Hristiyan dinine inançsızlığı dile
getirmek yasalara aykırıdır -her ne kadar uygulamada varlıklı kişiler için bu
yasa işletilmese de. İsa’nın pasif direniş konusundaki öğütlerini öğretmek de
yasalara aykırıdır. O halde, bir kimse eğer suçlu durumuna düşmek istemiyorsa,
İsa’nın öğretilerine inandığını kabul etmeli, ama bu öğretilerin ne olduğunu
söylemekten kaçınmalıdır.
Amerika’da hiç kimse anarşiye ve polığamiye
karşı olduğunu kesin biçimde beyan etmeden ülkeye giremez; girdikten sonra,
komünizme inanmaktan da vazgeçmesi gerekir. Japonya’da Mikado’nun
tanrısallığına inanmamak yasaya aykırıdır. Görülüyor ki dünya çevresinde
yapılacak yolculuk tehlikeli bir yolculuktur. Bir müslüman, bir Tolstoy
yanlısı, bir bolşevik veya bir Hristiyan bir yerde suçlu durumuna düşmeden veya
önemli gerçekler saydığı şeyler hakkında dilini tutmadan böyle bir yolculuk
yapamaz. Doğaldır ki bu kural yalnızca güverte yolcularına özgüdür; yoksa
kamara yolcuları istedikleri şeylere inanabilirler; yeter ki patavatsızca
saldırılarda bulunmasınlar.
Görülüyor ki, eğer düşünce özgür olacaksa bunun
ilk koşulu düşünceyi açıklamaya karşı konmuş olan yasal cezaların
kaldırılmasıdır. Her ne kadar çoğu öyle düşünmüyorsa da, büyük ülkelerin hiç
biri henüz bu düzeye erişmemiştir. Halen kovuşturma konusu olan fikirler
topluma öylesine korkunç ve ahlaksızca geliyor ki, genel hoşgörü ilkesinin
onlar için geçerli olması düşünülemez. Ancak bu Engizisyon işkencelerine yol
açan bir bakış açısının aynısıdır. Bir zamanlar protestanlık şimdiki
bolşeviklik kadar günah sayılıyordu. Bu söylediklerimden dolayı benim bir
protestan ya da bolşevik olduğum sonucunu lütfen çıkarmayınız.
Bütün bunlara karşın çağdaş dünyada yasal
cezalar düşünce özgürlüğüne engel olan şeylerin en önemsizidir. İki büyük engel
ekonomik cezalar ve kanıtların çarpıtılmasıdır. Eğer bir fikrin açıklanması
insanın geçimini kazanmasını olanaksız kılıyorsa düşüncenin özgür olmadığı
açıktır. Eğer bir tartışmada taraflardan birinin bütün argümanları sürekli
olarak olabildiğince çekici gösteriliyor, karşı tarafta olanlarınki ise ancak
büyük çabalarla ortaya konabiliyorsa, yine düşüncenin özgür olmadığı açıktır.
Bu iki engel özgürlüğün son sığınağı olan (ya da olmuş olan) Çin’in dışında,
bildiğim bütün büyük ülkelerde mevcut bulunuyor. Şimdi bu engeller üzerinde;
bunların günümüzdeki boyutları, büyüme olasılıkları ve hafifletilme
olasılıkları üzerinde durmak istiyorum.
Eğer düşünce inançlar arası rekabete açıksa,
yani bütün inançlar açıkça dile getirilebiliyor ve hiçbir yasal veya parasal
çıkara ya da kayba konu olmuyorsa düşünce özgürdür diyebiliriz. Bu, değişik
nedenlerle, tam olarak gerçekleşemeyecek bir idealdir; ama yine de, ona şimdi
olduğundan çok daha fazla yakınlaşma olanağı vardır.
Kendi yaşamımdaki üç olay, günümüz
İngilteresinde, terazinin Hristiyanlık kefesinin nasıl ağır bastığını
göstermeye yardım edecektir. Bunlardan söz etmemin nedeni, çoğu kimsenin,
agnostik (Maddi şeyler dışında, Tanrı hakkında hiçbir şey bilinemeyeceği
yolundaki düşünce sistemi. (C.N)) fikirlerini açıkça söyleyenlerin hala
karşılaştıkları olumsuzlukların hiç farkında olmamasıdır.
İlk olay yaşamımın ilk dönemlerine aittir.
Babam bir özgür-düşünürdü. Ben daha üç yaşındayken olmuş. Boş-inanlara bağlı
olmadan yetişmemi istediğinden iki özgür-düşünürü bana vası tayin etmiş. Ancak
mahkeme onun vasiyetini bir yana bırakıp benim Hristiyan inancına göre
eğitilmemi sağlamış. Korkarım sonuç beklendiği gibi olmadı; ancak bu yasanın
suçu değildir. Eğer benim bir İsa veya Muğgleton yanlısı olarak, ya da Seventh
Day Adventist (protestanlığın bir mezhebinin İşanın dünyaya gelmesinin yakın
olduğuna inanan kolu.) olarak yetiştirilmemi isteseydi, ona engel olmak
mahkemenin aklından bile geçmezdi. Bir baba her türlü boş-inanın kendi
ölümünden sonra çocuklarına asılanmasına izin verebilir; ama boş-inandan,
olanak varsa, uzak tutulmalarını söylemeye hakkı yoktur.
İkinci olay 1910’da oldu. O tarihte bir liberal
olarak Parlamento seçimlerine katılmak istedim. Parti yöneticileri de beni bir
seçim bölgesi için önerdiler.
Liberaller Birliği’nde yaptığım konuşma olumlu
karşılandı. Bu durumda adaylığımın kabulü kesin görünüyordu. Ancak ben küçük
bir parti yetkili kurulu toplantısında agnostik olduğumu doğruladım. Bana bunun
açığa çıkıp çıkmayacağı sorulduğunda, duyulmasının olası olduğunu söyledim. Ara
sıra kiliseye gitmeye istekli olup olmayacağım soruldu; olmayacağımı söyledim.
Sonunda başka bir adayı seçtiler; o da beklendiği gibi seçimi kazandı. O günden
bu yana Parlemento’dadır ve şimdiki (1922) hükümetin de bir üyesidir.
Üçüncü olay bundan hemen sonra yer aldı.
Cambridge Üniversitesi’nde Trinity College’e okutman olarak çağrıldım; fellow
olarak değil. Aradaki fark parasal değildir. Fellow fakültenin yönetiminde söz
sahibidir ve çok ağır ahlaki suçlar dışında sözleşme süresince işten
çıkarılamaz. Bana fellow’lük teklif edilmemesinin nedeni dinci grubun,
muhaliflerinin oylarının artmasını istemeyişiydi. Sonunda, savaş konusundaki
görüşlerimden hoşlanmayarak 1916’da işime son verdiler. Geçimim için
okutmanlığa bağımlı olsaydım açlıktan ölmüştüm.
Bu üç olay günümüz İngilteresinde bile özgür-
düşünür olduğunu açıklayanların karşılaştıkları çeşitli olumsuzlukları göz
önüne sermektedir. Özgür-düşünür olduğunu açığa vuran başka kimseler de, çoğu
kez çok daha ciddi nitelikte olan benzer olayların örneklerini verebilir. Açık
sonuç şudur ki, mali durumları iyi olmayan insanlar dinsel inançları konusunda
açık sözlü olmaya cesaret edemezler.
Kuşkusuz, özgürlüğün tam olmadığı tek alan, ve
hatta başlıca alan, din ile sınırlı değildir. Komünizm veya serbest aşk yanlısı
bir inanç, kişiyi agnostisizmden çok daha fazla engeller. Böyle görüşlere sahip
olmak bir kusurdur; lehlerindeki argümanları ortaya koymak ise çok daha güçtür.
Öte yandan, bunların olumlu ve olumsuz yönleri Rusya’da tam tersinedir; ateist,
komünist, özgür aşk yanlısı olduğunu beyan etmekle rahat bir yaşama erişilir,
güç kazanılır; bu görüşlere karşıt propaganda olanağı ise hiç yoktur. Sonuçta,
Rusya’dan bazı fanatikler aslında çok kuşku götüren bazı önermelerin
doğruluğundan kesinlikle emindirler. Bu arada, dünyanın geri kalan bölümünde
başka bazı fanatikler de aynı ölçüde kuşku götüren, taban tabana zıt
önermelerin doğruluğundan kesinlikle emindirler. Böyle bir durumun, her iki
tarafta da savaşı, öfkeyi ve zulmü körüklemesi kaçınılmaz olmaktadır.
William James “inanma arzusu” konusunda öğütler
vermiştir. Ben, şahsen “kuşku duyma arzusu”nu öğütlemek isterdim.
İnançlarımızın hiçbiri tam olarak doğru sayılmaz; hepsinde en azından bir
belirsizlik, bir hata gölgesi mevcuttur. İnançlarımızdaki doğruluk payını
artırma yöntemlerini herkes bilir. Bunlar da, ilgili bütün tarafları dinlemek,
konuya ilişkin bütün olguları saptamaya çalışmak, karşıt görüşte olan kişilerle
tartışarak kendi önyargılarımızı kontrol altında tutmak ve yetersiz olduğu
ortaya çıkan herhangi bir hipotezi bir yana bırakmaya kendimizi alıştırmaktır.
Bu yöntemler bilimde uygulanmaktadır ve bilimsel bir bilgi birikimini
oluşturmakta başarılı olmuşlardır.
Bakış açısı gerçekten bilimsel olan bir bilim
adamı günümüzde bilimsel bilgi sayılan şeylerde, keşiflerin gelişmesiyle
düzeltmelere gerek olacağını tereddütsüz kabul eder. Ama yine de bu bilgi,
tümüyle olmasa da, günlük uygulamada yararlanma bakımından, gerçeğe yeterince
yakındır. Gerçek bilgiye en yakın şeylerin yalnız bilim alanında
bulunabilmesine rağmen, bilimcilerin tutumu kuşku doludur ve zamanla
değişebilir.
Din ve politikada ise tam tersi söz konusudur;
bilimsel bilgi denebilecek hiç bir şey olmadığı halde, herkes dogmatik bir
inanca sahip olmaya kendini zorunlu hisseder ve bu inancın açlık, hapis, savaş
pahasına desteklenmesi ve farklı düşüncelerle tartışmalı rekabetten korunması
gerektiğine inanır. Eğer bu konularda insanlara geçici olarak agnostik düşünce
yapısı benimsetilebilseydi çağdaş dünyadaki kötülüklerin onda dokuzuna çare
bulunabilirdi. Savaşlar da olanaksız olurdu; çünkü her iki taraf da hataların karşılıklı
olduğunu görürdü. Zulüm sona ererdi. Eğitim zihni daraltmayı değil,
genişletmeyi amaçlardı.
Kişiler, yöneticilerin irrasyonel duygularını
kabul ettikleri için değil, o işin ehli oldukları için ise alınırlardı.
Rasyonel kuşku tek başına, eğer oluşturulabilseydi, kıyamet öncesinde
geleceğine inanılan, İncil’deki bin yıllık refah çağını getirmeye yeterli
olabilirdi.
Son yıllarda, görecelik teorisi ve onun bütün
dünyada gördüğü kabul, bize, bilimsel kafanın doğası hakkında parlak bir örnek
vermiştir. Savaş karşıtı bir Alman-İsviçreli-musevi olan Einstein savaşın ilk
yıllarında Alman hükümetince araştırmacı profesör olarak atanmıştı. Onun güneş
tutulması hakkındaki hesaplamaları Ateşkes’ten hemen sonra, 1919’da, bir
İngiliz gözlem heyeti tarafından doğrulandı. Teorileri geleneksel fiziğin bütün
teorik yapısını altüst etti;
geleneksel dinamiğe indirdiği darbe hemen hemen
Darwin’in Yaradılış’a indirdiği darbe ölçüsünde şiddetli oldu. Kanıtların da
teorisini desteklediğinin görülmesi üzerine bütün fizikçiler bu teoriyi hemen
benimsediler. Ancak bu fizikçilerin hiç biri, özellikle de Einstein’ın kendisi,
onun söylediklerinin bir son söz olduğunu iddia etmedi. Einstein, sonsuza kadar
ayakta kalacak bir dogma anıtı dikmedi. Çözemediği bazı sorunlar hala var. Onun
savları da, zamanı gelince, Newton’unkiler gibi, muhakkak bazı değişikliklere
uğrayacak. Bilimin gerçek tutumu da dogmatik olmayan bu eleştirel yaklaşımdır.
Eğer Einstein din ve politika alanında, aynı
ölçüde yeni olan birşeyler öne sürseydi ne olurdu?
İngilizler
onun teorisinde Prusyalılık öğeleri bulurlar, yahudi düşmanları buna bir
siyonist entrika olarak bakarlar, bütün ülkelerdeki milliyetçiler de bu teoride
korkakça bir barışseverliğin izlerini sezip onun askerlikten kaçmak için bir
bahane olduğunu ilan ederlerdi. Bütün eski kafalı profesörler ise,
yazdıklarının yurda sokulmasını yasaklatmak için Scotland Yard’a başvururdu.
Onun tarafını tutan öğretmenler işten atılırdı. Bütün bunlar olurken o da geri
kalmış bir ülkenin hükümetini ele geçirir, orada kendisininki dışında bir
doktrin öğretilmesinin yasalara aykırı sayılmasını sağlardı; böylece doktrini
de kimsenin anlamadığı gizemli bir dogmaya dönüşürdü.
En sonunda doktrinin doğru veya yanlış olduğu,
yanında ve karşısında toplanan yeni kanıtlarla değil, savaş alanlarında
saptanırdı. Bu yöntem William James’in, “inanma arzusu” kavramının mantıksal
bir sonucudur. Gerekli olan ise inanma arzusu değil, tam tersi olan öğrenme
arzusudur.
Eğer rasyonel kuşku koşulunun iyi bir şey
olduğu kabul ediliyorsa, dünyada bu kadar çok irrasyonel kesinliğin var olma
nedenlerinin araştırılması büyük önem kazanır. Bu kesinliğin büyük kısmı,
normal insanda var olan irrasyonellikten ve safdillilikten kaynaklanır. Ancak
doğuştan var olan bu zihinsel ilk-günah tohumu başka faktörlerce de beslenip
geliştirilir. Bu faktörlerden üçü içlerinde en etkili olanlarıdır: eğitim,
propaganda, ekonomik baskı.
(1) Eğitim.
Gelişmiş bütün ülkelerde ilk öğretim devletin sorumluluğundadır.
Öğretilenlerden bazılarının doğru olmadığı, onları düzenleyen yetkililerce de
bilinir. Yine birçoğunun yanlış olduğu, en azından kuşku götürür olduğu,
önyargısız herkes tarafından bilinir. Tarih eğitimini ele alalım. Tarih ders
kitaplarında her ulus yalnızca kendini yüceltmeyi amaçlar. Bir kimse kendi
yaşam öyküsünü yazarsa, ondan biraz alçakgönüllü olması beklenir; ama bir ulus
kendi yaşamını yazarken, övüncün ve aşırı kendini beğenmişliğin artık sınırı
yoktur. Benim çocukluğumda okul kitapları Fransızların fesat, Almanların
erdemli olduğunu öğretirdi; şimdi tam tersini öğretiyorlar. Her iki durumda da
gerçeğe en ufak bir saygı gösterilmemektedir. Waterloo Savaşı hakkındaki Alman
kitaplarında, Wellington’un (Wellington Dükü (1769-1852): Napolyon’a karşı
yapılan Waterloo Savaşı’nda İngiliz komutan, general; daha sonra başbakan.
(C.N.)) savaşı hemen hemen kaybettiği bir sırada Blucher’in (Gebhard Leberecht
von Blucher (1742-1819): Waterloo Savaşında Prusyalı general. (C.N.)) gelip
durumu kurtardığı anlatılır; İngiliz kitaplarında da Blucher’in pek önemli bir
rol oynamadığı. Bu İngiliz ve Alman kitaplarının yazarları gerçeği
söylemediklerini kendileri de bilirler. Amerikan okul kitapları eskiden aşırı
derecede İngiliz karşıtıydılar; savaştan bu yana aynı ölçüde İngiliz yanlısı
oldular.
Her iki durumda da amaçlanan şey gerçek
değildi. Başlangıçta olduğu gibi şimdilerde de amaç Birleşik Amerika’da karışık
kökenli göçmen çocukları kütlesini “iyi Amerikalı”ya dönüştürmek olmuştur. Bir
“iyi Alman” veya bir “iyi Japon” gibi, bir “iyi Amerikalı”nın da daha çok kötü
bir insan olması gerektiği kimsenin aklına gelmez. “İyi Amerikalı” dünyadaki en
güzel ülkenin Amerika olduğu ve her kavgada coşkuyla desteklenmesi gerektiği
inancıyla şişirilmiş bir kadın ya da bir erkektir. Bu önermelerin doğru olması
da pekala olasıdır; o zaman rasyonel hiç kimse ona karşı gelmez. Ancak, eğer
doğru iseler yalnız Amerika’da değil her yerde öğretilmelidirler. Bu tür
önermelere, yücelttikleri ülkeler dışında hiçbir yerde inanılmaması kuşku
uyandırıcı bir durumdur. Bu arada, bütün ülkelerde devlet mekanizmaları
savunmasız çocukların böyle saçma önermelere inandırılması yolunda
işletilmektedir. Bunun sonucu, bu çocukları doğruluk ve hak uğruna savaştıkları
sanısıyla, sinsi çıkarları korumak uğruna ölmeyi göze almaya hazır yapmaktır.
Bu da eğitimi gerçek bilgi vermek yerine,
insanların efendilerinin arzularına boyun eğmesini sağlayacak şekilde
düzenlemenin sayısız yollarından birisidir. İlkokullarda inceden inceye
düzenlenen bir kandırmaca sistemi olmadan, demokrasinin kamuflajını korumak
olanaksız olurdu.
Eğitim konusunu bitirmeden önce Amerika’dan bir
örnek daha vereceğim. -Amerika’nın öteki ülkelerden daha kötü olması nedeniyle
değil; onun, en çağdaş ülke olması ve oradaki tehlikelerin hafiflemek yerine
ağırlaşma eğilimi göstermeleri nedeniyle. New York eyaletinde, tümüyle özel
sermaye ile desteklense bile, eyalet izni alınmadan okul açılamaz. Yeni çıkan
bir yasa “iş başındaki hükümetlerin kuvvet, şiddet veya yasal olmayan yollar
ile düşürülmesini öğütleyen doktrinlerin öğretilmesine eğitim programları içinde
yer verdiği anlaşılan” hiç bir okula bu iznin verilmemesini hükme bağlamıştır.
The New Republic dergisi, iş başındaki hükümet derken, şu veya bu hükümet diye
bir sınırlama yapılmadığına dikkat çekmektedir. Bu nedenle, savaş sırasında
Kaiser hükümetinin güç kullanarak devrilmesini veya, daha sonra, Sovyet
hükümetine karşı Kolchak ve Denikin’in desteklenmesini öğreten doktrin de, bu
yasaya göre, illegal olacaktır. Bu tür sonuçlar, kuşkusuz, amaçlanmamış, sadece
kötü kaleme alınma yüzünden ortaya çıkmıştı.
Gerçekte neyin amaçlanmış olduğu, devlet
okullarındaki öğretmenlerle ilgili olarak aynı dönemde çıkarılan bir başka
yasadan anlaşılmaktadır. Bu yasa devlet okullarında öğretmenlik yapmak için
gerekli olan izin belgelerinin yalnızca “eyalet ve Birleşik Devletler
hükümetlerine sadık ve itaatkar” olduklarını tatmin edici bir şekilde
kanıtlayan” kişilere verileceğini; nerede ve ne koşulla olursa olsun “eyaletin
ya da Birleşik Devletler’in hükümet şeklinden farklı bir hükümet şeklini”
savunanlara verilmeyeceğini hükme bağlamaktadır. The New Republic dergisinde
yer alan alıntıya göre, bu yasaları hazırlayan komite “şimdiki sosyal sistemi
onaylamayan öğretmenin ise devam etmemesi” ve “sosyal değişiklik teorilerine
karşı koymaya amade olmayan kimselere, genç ve yaşlı insanları vatandaşlık
sorumluluğuna hazırlama görevinin emanet edilmemesi” kuralını koymuştur.
Demek oluyor ki, New York eyaletinin bu
yasasına göre, ne İsa ne de George Washington, ahlaki yönden uygun kimselerdir.
İsa New York’a gidip “Küçük çocukların bana gelmesine izin verin,” deseydi New
York Okullar Yönetim Kurulu başkanından şu yanıtı alırdı: “Bayım, sosyal
değişim teorilerine karşı koymaya istekli olduğunuzun hiçbir kanıtını
göremiyorum. Üstelik bana söylendiğine göre siz, kendi deyiminizle, semavi
krallık diye bir şeyi savunuyormuşsunuz. Halbuki, Tanrı’ya şükürler olsun, bu
ülke bir cumhuriyettir. Görülüyor ki sizin semavi kirallığınızın hükümet şekli
New York eyaletininkinden esaslı şekilde farklıdır. Bu nedenle, hiçbir çocuğun
size gelmesine izin verilemez.” Eğer başkan böyle bir yanıt vermekte kusur
ederse, yasanın uygulanmasından sorumlu bir görevli olarak, görevini yerine
getirmemiş olurdu.
Bu tür yasaların etkileri çok ciddidir. New
York eyaletindeki hükümet şekli ve sosyal sistemin bu gezegende var olmuş
olanlarının en iyisi olduğunu kabul etsek bile, her ikisinin de daha iyi hale
gelmesi olanaklı olabilir. Çok aşikar olan bu savı kabul eden bir kişinin bir
eyalet okulunda öğretim yapması yasal olarak olanaksızdır. Görüldüğü gibi, yasa
öğretmenlerin ya iki yüzlü, ya da aptal olmalarını emretmektedir. New York
yasası otoritenin tek bir örgüt elinde toplanmasının giderek artmakta olan
tehlikesine bir örnek oluşturmaktadır; bu örgütün bir devlet, bir vakıf ya da
bir vakıflar federasyonu olması farketmez. Eğitim konusunda otorite,
benimsemediği doktrinlerin gençlerce duyulmasını engelleyebilen devletin
elindedir. Demokratik bir devletin halktan pek farkı olmadığını düşünen
kişilerin hala var olduğunu sanıyorum. Ancak bu bir hayalden başka bir şey
değildir.
Devlet değişik amaçlarla bir araya gelmiş olan
ve statüko korunduğu sürece iyi bir gelir elde eden çeşitli görevlilerden
oluşan bir topluluktur. Statükoda isteyebilecekleri tek değişiklik bürokrasinin
genişlemesi ve gücünün artmasıdır. Bu nedenle, örneğin savaşların yarattığı
heyecanı fırsat bilip, kendilerine karşı gelenleri açlığa mahkum etme hakkı da
dahil olmak üzere, emirleri altındaki kimseler üzerinde engizisyon benzeri
güçler elde etmeleri doğaldır. Zihinsel konularda, örneğin eğitimde, bu durum
bir felakettir; gelişme, özgürlük ve entellektüel girişim olanaklarını kökünden
yok eder. Bütün bunlar ilköğretimi tümüyle tek bir örgütün idaresine bırakmanın
doğal sonucudur.
Dinsel hoşgörüye, bir ölçüde erişilmiştir;
çünkü artık insanlar dini eskiden sanıldığı kadar önemli bulmamaya
başlamışlardır. Bir zamanlar dinin işgal ettiği yeri alan politika ve ekonomi
alanlarında gittikçe artan, ve şu veya bu parti ile sınırlı olmayan bir
cezalandırma eğilimi başgöstermiştir. Rusya’da düşünceye yapılan baskı bütün
kapitalist ülkelerdekinden çok daha ağırdır.
Petersburg’da, daha sonraları yoksulluktan ölen
ünlü Rus ozanı Alexander Block ile tanışmıştım. Bolşevikler onun estetik
dersleri vermesine izin vermişlerdi; ancak konuyu “Marx’ci bakış açısından” öğretmesi
koşulundan şikayet ediyordu.
Ritm teorisinin Markısizmle olan bir
bağıntısını bulmakta zorlanıyordu; yine de, açlıktan ölmemek için, elinden
geleni yapmaya çalışmıştı. Doğal olarak, bolşeviklerin iktidara gelmesini
izleyen uzun yıllar boyunca rejimlerinin temelini oluşturan dogmaları herhangi
bir şekilde eleştiren bir şey yayınlamak olanaksızdı.
Amerika ve Rusya örnekleri, varmakta olduğumuz
sonucu bize açıkça göstermektedir: insanlar politikanın önemi hakkındaki
şimdiki fanatik inançlarını devam ettirdikleri sürece, politik konularda özgür
düşünce olanaksızdır; Rusya’da olduğu gibi, özgürlük kısıtlamasının bütün öteki
alanlara yayılma tehlikesi çok büyüktür. Bizi bu felaketten ancak bir ölçüde
politik kuşkuculuk kurtarabilir.
Eğitimden sorumlu bürokratların gençlerin
eğitilmesini arzuladıkları sanılmamalıdır. Tersine, onların sorunları, zihinsel
yetenek kazandırmaksızın, sadece bilgi aktarmaktır. Eğitimin iki amacı
olmalıdır: birincisi okuma-yazma, dil bilgisi, matematik gibi alanlarda kesin
bilgiler vermek; ikincisi de, kendi başlarına bilgi edinmeye ve sağlıklı
değerlendirme yapmaya olanak veren zihinsel alışkanlıklar kazandırmaktır.
Bunlardan birincisine bilgi, ikincisine de zeka (intelligence) diyebiliriz.
Bilginin gerek teorik gerek pratik yararlılığı, bilinen birşeydir.
Okumuş bir halk olmadan modern devlet
olanaksızdır. Ancak, zekanın sadece teorik yararı olduğu, pratik bir yararı
olmadığı kabul edilmektedir. Sıradan kişilerin kendi başlarına düşünmeleri
istenmez; çünkü düşünen insanları yönetmek güçtür; yönetimde sorunlar
çıkarırlar. Platon’un deyişiyle, yalnız yöneticiler düşünmeli, geri kalanlar
sadece itaat etmeli, köyün sürüsü gibi liderlerini izlemelidirler. Bu doktrin,
siyasal demokrasinin kabulünden sonra da, çoğu kez bilinç-dışında varlığını
sürdürmüş ve bütün ulusal eğitim sistemlerini temelden sarsmıştır.
Zekayı geliştirmeden bilgi vermeyi en iyi
başaran ülke çağdaş uygarlığa son katılan ülke olan Japonya’dır. Japonya’daki
ilköğretimin eğitim açısından övgüye değer olduğu söylenir. Ancak, bilgi
vermenin yanısıra, Mikado’ya tapmayı öğretmek gibi bir başka amacı daha vardır;
bu da, günümüzde çağdaşlaşma öncesi Japonyasında olduğundan çok daha güçlü bir
itikattır. Böylece, okullar aynı zamanda hem bilgi vermek hem de boş-inanı
geliştirmek için kullanılmış olmaktadır. Biz Mikado’ya tapmaya pek hevesli
olmadığımız için, Japon eğitiminde nelerin abes olduğunu açıkça görebiliyoruz.
Bizim ulusal boş- inanlarımız bize doğal ve akla uygun geliyor. Bu nedenle
onları Japon boş-inanını değerlendirdiğimiz gibi değerlendirmiyoruz. Fakat,
dünyayı dolaşmış bir Japon, bizim okullarımızda, Mikado’nun tanrı olduğu inancı
kadar akla ters düşen boş-inanlar öğretildiğini söylerse, sanırım yerinde bir
gözlem yapmış olur.
Ben şimdilik bu duruma çare aramıyorum; sadece
hastalığa bir tanı koymak istiyorum. Eğitimin, rasyonalizmin ve düşünce
özgürlüğünün önündeki başlıca engellerden biri olması gibi paradoksal bir
durumla karşı karşıyayız. Bu durum, temel olarak devletin eğitim tekelini
elinde tutması yüzünden ortaya çıkmaktadır; ancak bu yegane neden değildir.
(2) Propaganda. Bizim eğitim sistemimiz okuyabilen, ancak
çoğunlukla olayları değerlendirmeyi ve bağımsız bir görüş edinmeyi beceremeyen
gençler yetiştirir. Daha sonra, bu genç insanlar, yaşamları süresince, onları
her türlü saçma önermelere inandırmaya yönelik ifadelerin saldırısına uğrarlar.
Örneğin Blanks’in hapları her türlü hastalığı iyileştirir; Spitzbergen adaları
sıcak ve verimlidir; Almanlar ölülerin cesetlerini yerler. Günümüz
politikacıları ve hükümetleri tarafından uygulandığı şekliyle propaganda sanatı
reklamcılık sanatından türemiştir. Psikoloji bilimi reklamcılara çok şey
borçludur. Bir insanın, kendi mallarının kusursuz olduğunu ısrarla dile
getirmekle birçok kişiyi onların kusursuz olduğuna ikna etmesi, eskiden
psikologlarca pek olanaklı sayılmazdı. Ancak, deneyimler onların bu konuda
yanıldıklarını ortaya koymaktadır.
Halkın topluca bulunduğu bir
yerde ayağa kalkıp dünyadaki en alçakgönüllü insan olduğumu bir kez söylesem
herkes bana güler. Ama yeterince para bulabilirsem, ve bu sözleri bütün
otobüslerde tekrarlar, demiryolları boyunca pankartlara geçirirsem; insanlar,
çok geçmeden, benim reklamdan anormal şekilde kaçınan bir kimse olduğuma
inanmaya başlarlar. Küçük bir dükkan sahibine “Karşıdaki rakibine dikkat et:
senin müşterilerini çeliyor. Dükkandan çıkıp yolun ortasında dursan ve o seni
vurmadan şen onu vurmaya çalışsan iyi olmaz mı?
” desem, dükkan sahibi benim
deli olduğumu düşünür. Fakat aynı sözleri devlet bando eşliğinde ısrarla
söylerse küçük dükkan sahipleri gayrete gelirler; sonra da, işlerinin
bozulduğunu farkedip şaşırırlar.
Reklamcılarca başarılı olduğu saptanmış
yöntemlerle yapılan propaganda, şimdilerde, bütün gelişmiş ülkelerin
yönetimlerince benimsenen yöntemlerden biri haline gelmiştir; buna, özellikle
de demokratik yollarla kamuoyu oluşturulmasında başvurulur.
Propagandanın, şimdi uygulandığı şekliyle,
birbirinden çok farklı iki kötülüğü vardır. Bir kere, ciddi kanıtlar öne
sürmekten çok, inançlarımızın irrasyonel kaynaklarını harekete geçirir. İkinci
olarak da, para veya güç kullanarak en çok reklam yapana haksız bir üstünlük
sağlar. Bana gelince, ben propagandanın mantıktan çok duygulara hitap ettiği
konusunun gereğinden çok abartıldığını sanıyorum. Duygu ve mantık arasındaki çizgi
bazılarının düşündüğü kadar kesin değildir. Dahası, kurnaz bir adam, benimsenme
olanağı gördüğü herhangi bir konuda, o konu lehinde yeterince rasyonel olan
kanıtlar bulabilir.
Gerçek yaşamda karşılaşılan herhangi bir
sorunda, lehte ve aleyhte geçerli argümanlar her zaman öne sürülebilir.
Gerçeğin göz göre göre saptırılmasına haklı olarak karşı gelmek olanaklıdır;
ancak gerçeğin saptırılmasına her zaman gerek de olmayabilir. “Pears sabunu’
sözcükleri, hiçbirşey iddia etmedikleri halde insanların bu sabunu satın
almalarına neden olmaktadır. Eğer bu sözcüklerin yazıldığı yerlere onların
yerine “İşçi Partisi” yazılsa, ilan parti lehine hiçbir iddiada bulunmadığı
halde, milyonlarca insan İşçi Partisine oy vermeye yönelir. Bir anlaşmazlıktaki
karşıt taraflar, ünlü mantıkçılardan oluşan bir komite tarafından uygun ve
doğru oldukları saptanan deyimler kullanmaya yasa emriyle zorlansalar bile,
propagandanın günümüzde uygulandığı şekliyle ortaya çıkan temel sakınca yine de
var olurdu. Böyle bir yasanın olduğunu ve aynı ölçüde geçerli önerileri ileri
süren iki partiden birinin propaganda giderleri için bir milyon sterlini,
ötekinin de yüz bin sterlini olduğunu varsayalım. Daha zengin olan partinin
lehindeki kanıtların yoksul olan partinin lehine olanlara göre daha geniş bir
kütle tarafından duyulacağı açıktır. Bu nedenle de kazanan, zengin parti
olacaktır. Doğaldır ki, partilerden birisi iktidarda ise bu durum daha da
belirgin olur. Rusya’da propaganda hemen tümüyle devlet tekelindedir; ama bu
gerekli de değildir. Eğer olağanüstü kötü bir durum yoksa, rakiplerine karşı
sahip olduğu avantaj onun kazanması için genellikle yeterlidir.
Propagandaya yapılan itirazlar sadece onun,
insanların irrasyonel düşüncelerine seslenmesine değil, daha çok, zenginlere ve
güçlülere haksız avantajlar sağlamasına yöneliktir. Eğer gerçek düşünce
özgürlüğü var olacaksa, değişik görüşler arasında fırsat eşitliğinin olması da
zorunludur; fikirler arası fırsat eşitliği de ancak bu amaca yönelik titiz
yasalarla elde edilebilir. Bu yasaların çıkmasını beklemek için ise akla uygun
hiçbir neden yoktur. Çare, öncelikle böyle yasalarda değil, daha iyi bir eğitim
ve daha kuşkucu bir kamuoyunda aranmalıdır. Şimdilik çareler üzerinde durmak
istemiyorum.
(3) Ekonomik
Baskı. Düşünce özgürlüğü önündeki bu engelin bazı yönlerini daha önce ele
almıştım. Şimdi, bu konuyu, önleyici önlemler alınmadığı takdirde gittikçe
büyüyen bir tehlike olarak, daha genel hatlarıyla ele almak istiyorum. Düşünce
özgürlüğüne karşı ekonomik baskı uygulamanın en çarpıcı örneği Rusya’dır.
Rusya’da, çalışma anlaşması öncesinde devlet,
düşüncelerini beğenmediği kişileri açlığa mahkum edebilirdi ve etti de, örneğin
Kropotkin’i. (Rus coğrafyacısı; anarşist) Ancak bu konuda Rusya öbür ülkelerden
sadece biraz daha baskındır. Fransa’da Dreyfüs (Alfred Dreyfüs (1859-1935):
Vatana ihanet suçuyla önce mahkum olan, sonra serbest bırakılıp hakları geri
verilen Fransız subay. (C.N)) davası sırasında herhangi bir öğretmen
başlangıçta Dreyfüs yanlısı, işin sonunda da karşıtı ise ısinden olabilirdi. Günümüz
Amerikasında Standard Petrol Şirketi’ni eleştiren bir üniversite profesörünün,
ne denli ünlü olursa olsun, iş bulabileceğini pek sanmam. Çünkü bütün
üniversite rektörleri Mr. Rockefeller’den ya malı destek alır ya da almayı
umar. Amerika’nın her yerinde sosyalistler damgalanmıştır ve çok yetenekli
değillerse, iş bulmaları son derece güçtür.
Sanayileşmenin iyice gelişmiş olduğu yerlerde
kendini gösteren, tröstlerin ve tekellerin bütün iş kollarını kontrol etme
eğilimi işverenlerin sayıca azalmasına yol açmaktadır. Sonuçta, büyük
şirketlere boyun eğmeyen kişilerin açlığa sürüklenmesini sağlayan gizli
kara-defterler tutmak gittikçe kolaylaşmaktadır. Tekellerin güçlenmesi
Rusya’daki devlet sosyalizmine ilişkin kötülüklerin birçoğunu Amerika’da da
ortaya çıkarmaktadır. Tek işverenin devlet veya bir tröst olması kişinin
özgürlüğü açısından bir fark yaratmaz.
Sanayileşmede en ileri ülke olan Amerika’da ve
koşulları Amerika’dakilere benzer olan öteki ülkelerde ise biraz daha az ölçüde
olmak üzere, sıradan bir vatandaş, eğer geçimini sağlamak istiyorsa bazı büyük
adamların düşmanlığını kazanmaktan kaçınmalıdır. Bu büyük adamların dinsel,
siyasal, ahlaki- bazı görüşleri vardır ve kendi çalışanlarının bunları kabul
etmelerini, en azından kabul etmiş görünmelerini beklerler. Hıristiyanlığı
açıkça inkar eden, veya evlilik yasalarının biraz yumuşatılması gerektiğine
inanan, ya da büyük şirketlerin sahip oldukları güce karşı olan bir kişi için
Amerika, eğer çok ünlü bir yazar değilse, hiç de huzurlu bir ülke değildir.
Ekonomik örgütlenmenin uygulamada tekelleşme
noktasına vardığı bütün ülkelerde, düşünce özgürlüğü üzerinde aynı
kısıtlamaların ortaya çıkması kaçınılmazdır. Bu nedenle, gelişen dünyamızda
özgürlüklerin korunması, serbest rekabetin gerçekten var olduğu ondokuzuncu
yüzyıla göre çok daha güçtür. Aklın özgürlüğüne önem veren herkesin bu durumla
tam olarak ve içtenlikle yüzleşmesi; sanayileşme henüz başlangıç çağındayken
yeterli olan önlemlerin artık geçersiz olduğunu anlaması gerekir. İki basit
ilke, benimsendikleri takdirde, hemen hemen bütün sosyal sorunları çözebilir.
Birincisine göre eğitimin amaçlarından biri, insanlara, sadece doğru
olduklarına dair bazı mantıksal nedenler bulunan önermelere inanmalarını
öğretmek olmalıdır. İkincisi de, bir işe adam alınırken, sadece, o ise uygun
olup olmadığına bakılması gerekliliğidir.
Bunlardan önce ikincisini ele alalım: bir
kimseye bir görev verilirken, ya da o kişi bir işe alınırken onun dinsel,
siyasal, ve ahlaki düşüncelerini dikkate alma alışkanlığı, insanlara fikirlerinden
dolayı zulmetmenin çağdaş biçimidir; sonunda da Engizisyon kadar etkili
olabilir. Eski özgürlükler, yasal olarak var olsalar da hiçbir işe yaramazlar.
Eğer uygulamada bazı fikirler insanı açlığa mahkum ediyorsa, bu fikirlerinin
yasalarca cezalandırılmamaları pek zayıf bir tesellidir. İngiltere Kilisesi’ne
bağlı olmayan veya politikada alışılagelmişin biraz dişinda kalan fikirlere
sahip insanların açlıktan ölmelerine karşı toplumda, bir ölçüde duyarlık
vardır.
Ancak ateistlerin, Mormonların, (1830’da
Amerika’da kurulmuş bir dinsel örgütün üyeleri. (C.N.)) aşırı komünistlerin,
serbest aşkı savunan kişilerin toplumdan dışlanmasına karşı toplumsal bir
duyarlık yok gibidir. Böyle kişilerin zararlı oldukları, onları ise almamanın
doğal olduğu kabul edilir. İleri derecede sanayileşmiş bir ülkede, böyle bir
tutumun çok etkili bir zulüm oluşturduğunu insanlar henüz pek
farketmemektedirler.
Bu tehlike yeterince anlaşılırsa kamuoyunun
harekete geçirilmesi, bir kimsenin ise alınmasında onun inançlarının dikkate
alınmaması sağlanabilir. Azınlıkların korunmasının yaşamsal önemi vardır.
Kurallara en bağlı olanlarımız bile birgün kendilerini azınlıkta bulabilirler.
O nedenle, çoğunluğun zulmünün sınırlanmasında hepimizin yararı vardır.
Kamuoyundan başka hiçbir şey bu sorunu çözemez. Sosyalizm sorunu biraz daha
belirgin hale getirir; çünkü, ender de olsa, bazı işverenlerce sağlanabilen
fırsatlar sosyalizmde söz konusu değildir. Sanayi işletmelerinde
gerçekleştirilen her büyüme, bağımsız işveren sayısını azalttığından, durumu
daha da kötüleştirir. Bu konuda dinsel hoşgörü için verilen savaşla aynı türden
bir savaş verilmelidir. Fikirlerdeki sivriliklerin azalması bu savaşta da,
öncekinde olduğu gibi, belirleyici etken olabilir. İnsanlar katolikliğin veya
protestanlığın mutlak doğru olduğuna inanırlarken onlar uğruna zulüm yapmaktan
kaçınmamışlardır.
İnsanlar, bulundukları çağda geçerli olan
inanların doğruluğundan kuşkulanmadıkları sürece, onlar uğruna zulüm de
yaparlar. Hoşgörülü olmak için, teoride olmasa da, uygulamada bir ölçüde kuşku
gereklidir. Bu da bizi eğitimin amaçları hakkındaki ikinci ilkeye götürür.
Eğer dünyada hoşgörü olacaksa, okullarda
öğretilmesi gereken şeylerden biri de, kanıtları değerlendirme alışkanlığı,
doğru olduklarına dair bir kanıt bulunmayan önermeleri olduğu gibi kabul etmeme
alışkanlığı olmalıdır. Örneğin, gazete okuma sanatı öğretilmelidir. Öğretmen,
yıllar önce geçmiş ve politik tartışmalara yol açmış olan bir olayı ele almalı;
çocuklara önce bir tarafı destekleyen gazetelerde yazılanları, sonra karşı
taraftakileri destekleyenlerin yazdıklarını, en sonra da gerçekten ne olup
bittiğini tarafsız bir şekilde aktaran yazıları okumalıdır. Deneyimli bir
okuyucunun her iki taraftaki önyargılı haberlerden gerçekte ne olduğunu nasıl
çıkarabileceğini göstermeli; gazetelerde yazılanların az veya çok gerçek dışı
olduğunu öğrencilerin anlamasını sağlamalıdır. Bu öğreti sonunda edinilen
kuşkuculuk, iyi niyetli insanların idealist yönlerine seslenen bu türden
soytarıların dalaverelerine karşı, ilerideki yıllarda öğrencilere bağışıklık
kazandıracaktır.
Tarih de buna benzer bir yöntemle
öğretilmelidir. Örneğin, Napolyon’un bütün çarpışmalarda perişan ettiği -resmi
bültenlere göre Müttefiklerin Paris surlarına dayanmasıyla Paris halkını
şaşkınlığa uğratan 1813 ve 1814 seferleri Moniteur’den okutulmalıdır. Daha
ileri sınıflarda, ölümden korkmamayı öğretmek için, çocuklardan Trotsky’nin
Lenin’e kaç kez suikast düzenlediğini saymaları istenmelidir.
Son olarak da öğrencilere hükümetçe onaylanmış
bir tarih kitabı verilmeli; Fransızlarla yaptığımız savaşlar hakkında bir
Fransız tarih ders kitabında neler yazılmış olabileceğini tahmin etmeleri
istenmelidir. Bütün bunlar, bazı kişilerin kamu sorumluluğu aşılayabileceğini
sandığı, basmakalıp ahlaki sloganlardan çok daha iyi bir vatandaşlık eğitimi
sağlar.
Sanırım, dünyadaki kötülüklerin, akıl
kullanmamak kadar ahlaki kusurlardan da kaynaklandığını kabul etmek gerekiyor.
Ancak insanoğlu ahlaki kusurları giderecek bir yöntemi şimdiye kadar
bulamamıştır; vaazlar ve öğütler eski kötülükler listesine bir de ikiyüzlülüğün
eklenmesinden başka bir işe yaramamıştır. Buna karşılık, akıl kullanmak, işinin
ehli her eğitimcinin bildiği yöntemlerle kolayca geliştirilebilecek bir
özelliktir. Bu nedenle, erdemli olmayı öğretecek bir yöntem keşfedilinceye
kadar, ilerleme ahlaktan çok aklın geliştirilmesinde aranmalıdır. Rasyonalizmin
önündeki başlıca engellerden biri de kolayca kandırılabilir olmak ve bu
anlamdaki bir saflıktır; bu da yaygın kandırma yöntemlerinin öğretilmesiyle
büyük ölçüde giderilebilir. Günümüzde bu türden saflık eskiye göre çok daha
önemli bir illet haline gelmiştir ve büyük bir sakıncadır. Çünkü eğitimin
yaygınlaşmasıyla haber yaymak da çok daha kolaylaşmış; demokrasi sayesinde
yanlış haberler çıkarılması iktidardakiler için daha büyük bir önem taşır
olmuştur. Gazete tirajlarındaki artışın nedeni de budur.
Eğer, bu iki ilkenin, yani (1) işlerin
insanlara yalnızca o işi yapma yetilerine bakılarak verilmesi, (2) eğitimin
insanları, kanıtı olmayan önermelere inanma alışkanlığından kurtarmayı
amaçlaması ilkelerinin bütün dünyada kabulünün nasıl sağlanacağı sorulursa,
bunun yalnızca aydın bir kamuoyu oluşturulmasıyla gerçekleşebileceğini
söyleyebilirim. Aydın bir kamuoyu da ancak onun var olmasını isteyenlerin
çabalarıyla oluşturulabilir. Sosyalistlerin öne sürdükleri ekonomik
değişikliklerin, söz etmekte olduğumuz sakıncaları gidermek konusunda, kendi
başlarına etkili olacaklarını sanmıyorum. Kanımca kamuoyu, işverenin, işçisinin
iş dışındaki yaşamına karışmamasında ısrarlı olmadığı sürece, politikada ne
olursa olsun, ekonomik kalkınma düşünce özgürlüğünü daha da zorlaştıracaktır.
Eğer istenirse, eğitim özgürlüğü, devletin işlevini denetleme ve ödenek sağlama
ile sınırlayarak, denetimi de kesin şeylerin öğretimine hasretmekle kolaylıkla
sağlanabilir.
Ancak bugünkü koşullarda bu da, eğitimi
kilisenin ellerine bırakmak demek olur; çünkü, ne yazık ki, onların kendi
inançlarını öğretme arzusu, özgür- düşünürlerin kuşkularını öğretme arzusundan
çok daha kuvvetlidir. Ancak böyle bir uygulama yine de özgür bir ortam yaratır
ve eğer gerçekten isteniyorsa, açık fikirli bir eğitime olanak sağlar. Bundan
fazlası da yasalardan beklenmemelidir.
Bu makale boyunca bilimsel bakış açısının
yaygınlaştırılması konusunu savundum. Bu da, bilimsel sonuçların bilinmesinden
çok farklı birşeydir. Bilimsel görüş insanlığı yeni baştan şekillendirmeyi
olanaklı kılar ve bütün sıkıntılarımıza bir çıkış yolu sağlar. Makineleşme,
zehirli gazlar, çığırtkan basın gibi bilimin getirdiği bazı şeyler bütün
uygarlığımızı yerle bir edecek gibi görünüyor. Bu, bir Marslının aldırmadan
gülümseyerek seyredeceği bir çelişki olabilir; ancak, bizim için bir ölüm-kalım
sorunudur. Torunlarımızın daha mutlu bir dünyada mı yaşayacakları, yoksa
birbirlerini bilimsel yöntemlerle yokedip insanlığın kaderini Papualılara mı
bırakacakları, bu sorunun çözümüne bağlıdır.
Topluluklar halinde yaşayan insanlar için
özgürlük ne ölçüde olanaklı ve ne ölçüde arzu edilir bir şeydir?
Bu genel
sorun üzerinde durmak istiyorum.
Konuya tanımlarla başlamak yerinde olacaktır.
“Özgürlük” birçok anlamda kullanılan bir sözcüktür; tartışmanın yararlı olması
için bunlardan biri üzerinde karar kılmak gerekir.
“Toplum” sözcüğü daha az belirsizdir; ancak
onun da bir tanımını yapmak fena olmaz. Sözcükleri hoşumuza giden anlamlarda
kullanmanın iyi bir şey olduğunu sanmıyorum. Örneğin, Hegel ve onun ardılları
“gerçek” özgürlüğün genelde “ahlak yasası” olarak adlandırılan polise itaat
hakkından ibaret olduğunu düşünürler. Kuşkusuz, polis de kendi üstlerine itaat
etmelidir. Ancak, bu tanım bize devletin kendisinin nasıl hareket edeceği
konusunda yardımcı olmuyor. Bu görüşü savunanlar devletin de temelde ve tanımı
gereği kusursuz olduğunu ileri sürerler. Bu anlayış, demokrasinin var olduğu ve
hükümet şeklinin siyasal partilere dayandığı ülkelere uygun düşmüyor. Çünkü
böyle ülkelerde ulusun belki yarısı hükümetin kötü olduğu kanısındadır.
Öyleyse, özgürlük yerine “gerçek” özgürlüğü koyarak işin içinden çıkamayız.
Özgürlük, en soyut anlamıyla, isteklerin
gerçekleşmesini önleyen dış engellerin yokluğu demektir. Bu soyut anlamda, gücü
en üst düzeye çıkararak, veya istekleri en alt düzeye indirerek özgürlük
artırılabilir. Birkaç gün yaşayıp sonra da soğuktan ölen bir böcek bu tanıma
göre tam özgür sayılabilir. Soğuk onun isteklerini değiştirebileceği için,
olanaksızı başarmak gibi bir isteği bir an bile olmayacaktır. Bu tür bir
özgürlüğe kavuşmak insanlar için de olanaklıdır. Sonradan komünizmi benimseyip
Kızıl Ordu’da Komiser olan genç bir Rus aristokrat bana İngilizlerin Ruslar
gibi fiziksel bir deli-gömleğine gerekleri olmadığını; çünkü onlara zihinsel
bir deli- gömleği giydirilmiş bulunduğunu, ruhlarının eli kolu bağlı olduğunu
söylemişti.
Galiba bunda bir gerçek payı var.
Dostoyevsky’nin konu aldığı kişiler, kuşkusuz, gerçek Ruslara tamı tamına
benzemezler. Ancak onlar sadece bir Rusun yaratabileceği kişilerdir; her türlü
garip ve şiddetli isteklere sahiptirler, normal bir İngiliz ise bunlardan
bağımsızdır -en azından bilinçli yaşamında. Herkesin birbirini boğazlamak
istediği bir toplumun daha barışçıl istekleri olan bir toplum kadar özgür
olamayacağı ortadadır. O halde, istekleri değiştirmekle de güç artışı kadar
özgürlük artışı sağlanabilir. Bu görüşler siyasal düşüncenin her zaman
karşılayamadığı bir gereksinime, yani “psikolojik dinamikler” denilebilecek bir
gereksinime işaret ediyor. Politikada, insan doğası hep dış koşulların ona
uydurulması gereken bir başlangıç noktası olarak kabul edilegelmiştir. Gerçekte
ise, dış koşullar insan doğasını değiştirir; karşılıklı etkileşim ile
aralarında bir uyum sağlamaya çalışılır. Bir ortamdan alınıp birdenbire bir
başka ortama konulan bir kimse özgür değildir. Ama bu yeni ortam, ona alışmış
olanlara özgürlükler sağlayabilir. Bu nedenle, özgürlük konusunu, değişen
ortamla birlikte isteklerin de değişebileceğini hesaba katmadan ele alamayız.
Bu durum, bu özgürlüğe ulaşmayı bazen daha da
güçleştirir. Çünkü yeni bir ortam, eski istekleri gerçekleştirse bile,
karşılanması olanaksız yeni isteklere yol açabilir. Birçok yeni gereksinime yol
açan sanayileşmenin doğurduğu psikolojik etkiler bu olasılığa örnektir. Kişi
bir otomobil alamadığı için hoşnutsuz olabilir; yakında hepimiz birer özel
uçağımız olmasını isteyeceğiz. Kişi bilinç-dışı isteklerden dolayı da hoşnutsuz
olabilir. Örneğin Amerikalıların da dinlenmeye gereksinimleri vardır; ama onlar
bunun farkında değildirler. Bu durumun, Amerika’daki suç dalgasının önemli bir
nedeni olduğu kanısındayım.
İnsanların özlemleri değişir nitelikte olsa da,
evrensel diyebileceğimiz bazı temel gereksinimler vardır: yemek, içmek, sağlık,
giyinme, barınma, seks ve çocuk sahibi olma bunların başlıcalarıdır. Giyinme ve
barınma sıcak iklimlerde mutlaka gerekli değildir; ancak tropik bölgeler
dışındaki yerlerde listeye alınmalıdırlar. Özgürlük başka şeyler de içerse
bile, özgürlük için zorunlu olan bu listedekilerin birinden yoksun olan kişi
kesinlikle özgür değildir.
Bu da bizi “toplum”un tanımına götürüyor.
Yukarıda sözü edilen asgari özgürlüğün toplum içinde yaşayan bir insan için, bir
Robinson Crusoe’dan daha iyi bir şekilde sağlanabileceği açıktır. Gerçekten,
cinsellik ve çocuk sahibi olmak temelde toplumsal olaylardır. “Toplum” bazı
ortak amaçlar için işbirliği yapan bireylerin topluluğu olarak tanımlanabilir.
İnsanlar açısından en ilkel toplumsal grup ailedir. Ekonomik toplumsal gruplar
oldukça eskidir; savaşta işbirliği içinde olan gruplar pek o kadar ilkel
sayılmaz. Ekonomi ve savaş, çağdaş dünyada toplumsal birleşmenin başlıca
nedenleridir. Aile veya kabileden daha büyük toplumsal birimler sayesinde hemen
hepimiz fiziksel gereksinimlerimizi daha iyi karşılayabiliyoruz.
Toplum bu anlamda özgürlüğü artırmıştır.
Örgütlü devletin düşmanlarımızca öldürülmemiz olasılığını azalttığı da
düşünülür; ancak bu kuşku götürür bir konudur.
Bir insanın isteklerini bir başlangıç noktası
olarak alırsak, yani psikolojik dinamikleri gözardı edersek, onun özgürlüğüne
karşı olan engellerin iki tür olduğunu görürüz: fiziksel ve toplumsal. Çok
basit bir örnek alalım: Toprak insanların yaşaması için yeterli miktarda ürün
vermeyebilir; ya da öbür insanlar onların yiyecek bulmalarına engel olabilir.
Toplum özgürlük önündeki bu fiziksel engelleri azaltır; buna karşı toplumsal
engeller koyar. Ancak burada toplumun isteklerimiz üzerinde yaptığı etkileri
dikkate almazsak yanılgıya düşeriz. Karıncaların ve arıların, her ne kadar
örgütlenmiş toplumlarda yaşıyorlarsa da, toplumsal görevleri olan eylemleri her
zaman kendiliğinden gerçekleştirdikleri varsayılabilir. Aynı şey sürü halinde
yaşayan üst türden hayvanların çoğu için geçerlidir. Rivers’a göre Melanesia
yerlileri için de geçerlidir. Bu durum büyük ölçüde kolay-etki-altında- kalma
ile, ve az çok ipnotizma olayına benzeyen etkenler ile bağıntılıymış gibi
görünüyor.
Bu yapıdaki insanlar özgürlüklerini yitirmeden
işbirliğine girebilirler; yasalara da pek gerek duymazlar. Tuhaftır ki,
yerlilerden çok daha ileri toplumsal örgütlenmeye sahip oldukları halde, uygar
insanlar içgüdüsel eylemlerinde daha az toplumsal davranmaktadırlar. Toplumun
onların eylemleri üzerindeki etkisi yerlilerde olduğundan çok daha yüzeyseldir.
Özgürlük sorununu tartışmalarının nedeni de budur.
En uygar toplumlarda bile toplumsal
işbirliğinin içgüdüsel bir nedeni olduğunu yadsımıyorum. İnsanlar komşuları
gibi olmak, onlar tarafından sevilmek isterler; taklit ederler ve etki altında
kalarak yaygın olan davranış tarzlarını onlar da benimserler. Bununla beraber,
insanların uygarlık düzeyi yükseldikçe bu etkenlerin gücü azalıyor gibi. Söz
konusu etkenler okul çocuklarında büyüklerde olduğundan çok daha güçlüdürler;
genellikle de zeka düzeyi en düşük olanlar üzerinde en büyük güce sahiptirler.
Toplumsal işbirliği, sürü içgüdüsü diye adlandırılan şey yerine, bu
işbirliğinin yararlarının kavranmasına gittikçe daha çok bağlı olmaktadır.
İlkel yerliler arasında kişisel özgürlük sorunu yoktur; çünkü öyle bir
gereksinimleri yoktur. Bu sorun uygar insanlar için vardır ve uygarlık arttıkça
sorun da daha acil bir hal almaktadır. Özgürlük önündeki fiziksel engellerden
kurtulmada devletin yardımcı olabileceğinin giderek açıklık kazanmasına paralel
olarak, insanların yaşamlarını düzenlemede devletin oynadığı rol de sürekli
artmaktadır. Uygarlaşmayı durdurmadığımız sürece, toplum içinde özgürlük
sorununun daha da ağırlaşması olasıdır.
Yalnızca devleti küçültmekle özgürlüğün
artırılamayacağı ortadadır. Bir kimsenin istekleri çoğu zaman bir
başkasınınkiyle bağdaşmaz; anarşi güçlü için özgürlük, zayıf için de kölelik
demektir. Devlet olmasaydı açlık ve çocuk ölümleri nüfus artışını önler, dünya
nüfusu şimdikinin onda biri kadar bile olamazdı. Bu da uygar toplumlarda normal
zamanlarda var olan toplumsal köleliğin en kötüsünden çok daha vahim olan
fiziksel köleliği getirmek demek olurdu. Üzerinde durmamız gereken sorun
devletten nasıl kurtulunacağı değil, onun yararlarının, özgürlükleri en az
zedeleyecek şekilde nasıl güvenceye alınabileceğidir. Bu da fiziksel ve
toplumsal özgürlükler arasında bir denge sağlamak demektir. Daha yalın olarak
ifade edersek: daha iyi beslenme ve sağlık için ne ölçüde devlet baskısını göze
almalıyız?
Bu sorunun yanıtı, uygulamada, çok basit olan
bir başka soruya dönüşür: Sağlık ve yiyeceğe biz mi sahip olacağız, yoksa bir
başkası mı?
Kuşatma
altındaki 1917 İngilteresindeki halkın ne ölçüde olursa olsun devlet baskısına
razı oldukları görülür. Çünkü bunun herkesin yararına olduğu ortadaydı. Ancak
bir kimse devlet baskısı altında kalır, yiyecek de bir başkasına giderse soru
çok değişik bir görünüm alır. Bu da bizi kapitalizm ile sosyalizm arasındaki
tartışmalara götürür. Kapitalizmi savunanlar hep liberalizmin kutsal ilkelerini
öne sürerler; bunlar da şu düsturda ifadesini bulur: Şanslılar Şanssızlara
zulüm yapmaktan alıkonulmamalıdır.
Bu duştura dayanan laissez-faire (bırakınız
yapsınlar) liberalizmi anarşi ile karıştırılmamalıdır. Liberalizm şanssızların
cinayet işlemelerini ve silahlı ayaklanmalarını önlemek için yasalara sığındı;
cesaret edebildiği ölçüde de sendikalaşmaya karşı geldi; devletin hareket
alanını en aza indirdikten sonra, gerisini de ekonomik güç kullanarak başarmayı
amaçladı. Liberalizm işverenin işçisine “açlıktan öleceksin” demesine ses
çıkarmadı; ama bir işçinin “önce sen bir kurşunla öleceksin” yanıtını haklı
bulmadı. Bu iki tehdit arasında, yasal bilgiçlik taslamak dışında, bir ayırım
yapmanın saçmalığı ortadadır. Her ikisi de asgari temel özgürlüğü aynı ölçüde
ihlal etmektedir; biri ötekinden daha az veya daha çok değil. Bu eşitsizlik
yalnız ekonomik alanda var olmakla kalmadı. Kocaların eşleri üzerindeki,
babaların çocukları üzerindeki zorbalığını haklı çıkarmak için de özgürlüğün
kutsal ilkelerine başvuruldu. Ancak, liberalizmin bu zorbalıklardan birincisini
hafifletmeye yöneldiğini de eklemek gerekir. Babaların çocukları üzerindeki,
onları fabrikalarda çalıştırmak şeklindeki zorbalığı ise, liberallerin karşı
gelmesine rağmen azalmıştır.
Bunlar bilinen şeylerdir; ben de üzerinde uzun
boylu durmayacağım. Şimdi şu genel soruya geçmek istiyorum: Toplum bir bireye,
başka bir bireyin yararı için değil, toplumun yararı için ne ölçüde
karışmalıdır?
Ve hangi
amaçlar için karışmalıdır?
Her şeyden önce, asgari özgürlüklere sahip olma
isteminin, yani yeme, içme, sağlık, barınma, giyim, seks ve çocuk sahibi olma
özgürlüklerinin, bütün diğerlerinden öncelikli olduğunu söylemeliyim. Asgari
istemler biyolojik yaşamı sürdürmek için, yani arkada çocuklar, torunlar
bırakmak için zorunludur. Öyleyse bu saydıklarıma zorunlu olanlar denebilir.
Bunların ötesinde olanlara da, koşullara göre, rahatlık ya da lüks yaşam
sağlayanlar diyebiliriz. Bir kişinin zorunlu gereksinimleri için başka bir
kişinin rahatlık sağlayan olanaklardan mahrum edilmesini a priori haklı
bulduğumu belirtmek isterim. Bu, belli bir toplumda, belli bir zamanda politik
bakımdan akıllıca, ekonomik bakımdan da olanaklı olmayabilir; ancak özgürlükler
öne sürülerek reddedilemez. Çünkü bir kimsenin zorunlu gereksinimlerinden
mahrum edilmek yoluyla özgürlüğünü sınırlamak, onu birçok gereksiz şey
biriktirmekten alıkoyma ile yapılandan çok daha büyük bir sınırlamadır.
Eğer kabul edilirse, bu bize çok şey sağlar.
Örneğin sağlığı ele alalım. Belediye seçimlerinde dikkate alınan hususlardan
biri kamu sağlığı, ana ve çocuk sağlığı gibi konulara ne kadar kamu parası
harcanacağıdır. İstatistikler bu amaçla yapılan harcamaların hayat kurtarmada
önemli etkisi olduğunu göstermektedir. Londra’nın her ilçesinde varlıklı
kesimler bir araya gelmiş; bu yöndeki harcamaların artmasını önlemeye, olanak
varsa da bir kesintiye gidilmesine çalışmışlardır. Bu, kendi güzel sofralarının
ve otomobillerinin sefasını sürdürebilmek için binlerce insanı ölüme mahkum etmekten
çekinmedikleri anlamına gelmektedir.
Basın da hemen tümüyle onların kontrolünde
olduğundan, kurbanlarının gerçekleri öğrenmesini önlerler. Psikanalizcilerin
çok iyi bildikleri yöntemlerle, kendilerini bile gerçeği öğrenmekten
alıkoyarlar. Bütün çağlarda bütün aristokrasilerin uyguladığı bu davranışta
şaşılacak bir şey yoktur. Benim tek söylemek istediğim, eylemlerinin özgürlük
gerekçesiyle savunulamayacağıdır.
Seks ve çocuk sahibi olma hakkını
tartışmayacağım. Sadece, bir cinsin diğerinden çok fazla olduğu bir ülkede,
mevcut kurumların bu hakları güvence altına almayı pek düşünmediğini,
Hristiyanlıktaki asetişizm (din uğruna dünya zevklerinden vazgeçme)
geleneğinin, insanları, bu hakkı beslenme hakkı gibi kabul etmekten ne yazık ki
alıkoyduğunu söylemekle yetineceğim. İnsan doğasını tanımaya zamanı olmayan
politikacılar ise normal kadınları ve erkekleri etkileyen isteklerden akılalmaz
ölçüde habersizdirler. Liderleri biraz psikoloji bilen herhangi bir parti
seçimleri silme kazanabilir.
Toplumun, herkesin zorunlu biyolojik
gereksinimlerini karşılamak için bireylere müdahalesini bir hak olarak kabul
etsem de; bir kişinin, başkasının zararı pahasına olmadan sahip olduğu şeyler
konusunda müdahale hakkını kabul edemem. Fikir, bilgi, sanat türü şeyleri kastediyorum.
Bir toplumdaki çoğunluğun bir fikri benimsememesi, onlara, o fikri
benimseyenlere müdahale hakkını vermez. Aynı şekilde, toplumun çoğunluğu bazı
gerçekleri bilmek istemiyorsa, bu, bilmek isteyenleri hapse atma hakkını onlara
vermez. Texas’taki aile yaşamı üzerinde, toplum açısından çok değerli bulduğum,
uzun bir kitap yazmış olan bir hanım tanıyorum. İngiliz polisi hiç kimsenin
hiçbir şey hakkında bir şey bilmesini istemez; bu nedenle sözü geçen kitabı
posta ile göndermek yasalara aykırıdır. Psikanalizcilerin, bastırdıkları bazı
gerçekleri şu yüzüne çıkararak hastalarını çoğu kez iyileştirdiklerini hepimiz
biliriz. Toplum da bazı bakımlardan bu hastalara benzer; ancak tedaviye izin
vermek yerine, bazı tatsız gerçeklere dikkat çeken doktoru hapse atar. Bu,
özgürlüklere müdahalenin en istenmeyen şeklidir. Kişisel ahlak kurallarına
müdahale konusunda da aynı şey geçerlidir: bir adam iki kadınla, veya bir kadın
iki erkekle evlenmek istiyorsa bu onların sorunudur; başka hiç kimse kendini bu
konuda önlem almakla görevli saymamalıdır.
Buraya kadar, özgürlüklere getirilen haklı
kılınabilir müdahalelerin hangi sınırlar içinde kalması gerektiğine ilişkin
tamamen soyut bazı savları gözden geçirdik. Şimdi de psikolojik yönleri daha
ağır basan bazı tartışmaları ele alacağız.
Gördüğümüz gibi, özgürlüğün önündeki engeller
iki çeşittir: toplumsal ve fiziksel. Aynı ölçüde özgürlük yitimine yol açan
sosyal ve fiziksel engellerden sosyal nitelikte olanı daha zarar vericidir;
çünkü insanda öfke uyandırır. Bir çocuk bir
ağaca çıkmak ister ve siz de yasaklarsanız çok öfkelenir. Eğer
tırmanamayacağını kendisi anlarsa fiziksel olanaksızlığı kabullenir. Öfkeyi
önlemek için, özü itibariyle zararlı olan şeylere -bir salgın hastalık
sırasında kiliseye gitmek gibi- izin vermek çoğu kez yerinde olur. Öfkeyi
önlemek için hükümetler kötü sonuçları doğal nedenlere; muhalefet de,
hoşnutsuzluk yaratmak için, insan kökenli nedenlere atfederler.
Ekmek fiyatları arttığında,
hükümet neden olarak o yıl hasatın iyi olmamasını, muhalefet ise vurguncuları
gösterir. Sanayileşmenin etkisiyle insanlar kişinin her şeye kadir olduğuna
gittikçe daha çok inanır olmuşlardır. Doğal afetleri önlemede insanın
yapabileceklerinin sınırı olmadığını düşünürler. Sosyalizm de bu türden bir
inançtır: yoksulluğu artık Tanrı’nın bir takdiri olarak değil, insanların
budalalık ve acımasızlığının bir sonucu olarak algılıyoruz. Bu durum doğal
olarak, işçi sınıfının “üsttekiler”e olan tavrını da etkilemiştir. İnsanın
kudretine olan bu inanç bazen çok aşırı olabilir. Aralarında Sağlık Bakanı’nın
da bulunduğu birçok sosyalist, nüfus artışı nedeniyle yeryüzünde sadece ayakta
durmaya yetecek kadar yer kalsa bile, sosyalizm sayesinde herkes için bol
yiyecek bulunacağına inanmış görünüyor. Korkarım, bu bir abartmadır. Ne olursa
olsun, insanın mutlak gücüne olan çağdaş inanç, işler ters gittiği zaman
duyulan öfkeyi artırmıştır. Çünkü talihsizlikler Tanrı’dan veya Doğa’dan gelmiş
olsalar bile artık onlara atfedilmemektedir. Bu durum çağdaş toplumları
yönetmeyi eski toplumlara kıyasla daha zorlaştırmıştır.
Yönetici sınıfların olağanüstü
dindar olma eğilimleri de bu yüzdendir: Kurbanlarının talihsizliklerini
Tanrı’nın takdiri olarak görmek isterler. Bu durum, asgari özgürlüğe müdahaleye
gerekçe bulmayı eski günlere göre daha zorlaştırmaktadır. Her ne kadar The
Times gazetesi, eski oyunbazlıkları canlandırmaya çalışan ruhban sınıfının
gönderdiği mektupları her gün yayınlıyorsa da, bu müdahaleler artık değişmez
yasalar şeklinde kamufle edilemezler.
Sosyal özgürlüğe müdahalenin öfke yaratması
yanında, onu istenmez kılan iki neden daha vardır. Birincisi, insanların
başkalarının iyiliğini istememesi; ikincisi de, bu iyiliğin neleri içerdiğini
bilmemeleridir. Belki bu nedenlerden ikisi de temelde aynı şeydir. Çünkü biz
bir insanın iyiliğini gerçekten istiyorsak onun nelere gereksinimi olduğunu
öğrenmeyi de başarırız. İnsanlar hem kötü, hem bilgisiz oldukları için de zarar
verseler, sonuç aynıdır. Öyleyse ikisini birlikte ele alabilir ve hiçbir kişiye
veya sınıfa bir başkasının çıkarlarının emanet edilemeyeceğini söyleyebiliriz.
Demokrasi lehindeki savın temelinde yatan da kuşkusuz budur. Çağdaş devlette
demokrasi resmi görevliler eliyle yürütülür; yani birey açısından dolaylı ve
uzaktır. Resmi görevliler, genellikle, yaşamlarına yön verdikleri halktan uzak
bürolarda masa başında çalıştıkları için özel bir tehlike oluştururlar. Örnek
olarak eğitimi ele alalım. Öğretmenler çocuklarla temas halinde oldukları için
genellikle onları anlarlar ve onlarla ilgilenirler. Ancak öğretmenler,
uygulamada deneyimleri olmayan, çocukları belki de küçük başbelası yumurcaklar
olarak gören yöneticilerin kontrolü altındadırlar. Bu nedenle yöneticilerin
öğretmenlerin özgürlüğüne müdahalesi genellikle sakıncalıdır. Aynı şey başka
alanlarda da geçerlidir: Güç paranın nereye sarfedilmesi gerektiğini bilende
değil, parayı elinde tutanlardadır.
Buna göre gücü elinde tutanlar genellikle
bilgisiz ve kötü niyetlidirler ve bu gücü ne kadar az kullanırlarsa o kadar iyi
olacaktır. Zorlamayı en çok haklı gösteren şey, zorlamaya uğrayan kişinin bu
zorlamayı kabullenmesi durumudur. Bu kişi, elinden gelse, görev bildiği şeyi
ihmal edecektir. Hepimiz vergi ödemeyi yolların yapılmamasına tercih ederiz;
ama eğer bir mucize olur ve vergi tahsildarı bizi gözden kaçırırsa çoğumuz onu
varlığımızdan haberdar etmeyiz. Ayrıca, kokainin yasaklanması gibi bazı
önlemleri kabul ederiz. Alkol yasağı ise daha kuşku götürür bir önermedir. En
iyi örnek çocukların tutumudur. Çocuklar otorite altında olmalıdırlar. Her ne
kadar arada bir karşı gelme oyunu oynamaktan hoşlanırlarsa da, bunu kendileri
de bilir. Çocukların durumu şu yönden benzersizdir ki, onlar üzerinde otorite
sahibi olanlar bazen onları severler de. Durum böyle olunca çocuklar, bazı özel
durumlarda karşı gelseler bile, genelde öfkeye karşı öfke duymazlar.
Öğretmenlerin tersine, eğitimden sorumlu makamlar bu meziyetten yoksundurlar ve
gerçekte çocuklara “yurtseverliği”, yani önemsiz nedenlerle ölmeye ve öldürmeye
gönüllü olmayı öğreterek, devletin yararına olduğunu düşündükleri şeyler için
çocukları feda ederler.
Otorite, kontrol ettiği
insanların iyiliğini düşünenlerin elinde olsaydı göreceli olarak zararsız
olurdu. Ancak böyle bir durumu güvence altına alacak bir yöntem henüz
bilinmemektedir. Zorlamanın en kötü olduğu durum, kurbanın emredilen işin kötü
ve zararlı olduğuna kesin inanması halidir. Bir müslümanı domuz eti, bir
hinduyu dana eti yemeye zorlamak, eğer mümkün olsa bile, iğrenç olurdu. Asi
karşıtları aşılanmaya zorlanmamalıdır; bebeklerine aşı yapılmasına zorlanmaları
ise başka bir sorudur; ben zorlanmasınlar derdim. Ancak burada söz konusu olan
özgürlük sorunu değildir; çünkü her iki durumda da bebeğin fikri sorulmuyor.
Sorun devletle ana-baba arasındadır ve hiçbir genel ilke ile bir sonuca
varılamaz. Vicdanı inançlar nedeniyle eğitime karşı olan ana-babaların
çocuklarını eğitimsiz bırakmalarına izin verilmez; ancak yine de genel ilkeler
bakımından her iki durum birbirinin aynıdır.
Bir kimsenin, bir başkasının zararına sahip
olduğu değerler ile o kimsenin başkasının zararına olmaksızın sahip olduğu
değerler arasında ayırım yapmak özgürlük konusundaki en önemli husustur. Eğer
hakkım olandan fazla yiyecek tüketirsem bir başkası aç kalır.
Ama eğer anormal denebilecek bir düzeyde
matematik öğrenirsem, ve eğer eğitim fırsatlarını tekelime almamışsam, hiç
kimseye zararım dokunmaz. Bir nokta daha var: Yiyecek, barınak, giyecek gibi
şeyler yaşam için zorunludur; bunların gerekliliği konusunda insanlar arasında
fikir ayrılığı ve anlaşmazlık pek yoktur. Bu nedenle demokrasilerde bu konular
devlete bırakılmaya elverişlidir. Bütün bu konularda adalet ilkesi egemen
olmalıdır. Çağdaş bir demokratik toplumda, adalet eşitlik anlamına gelir. Ancak
sınıf hiyerarşisinin var olduğu ve bunun yukarıdakiler kadar aşağıdakilerce de
kabul gördüğü toplumlarda adalet, eşitlik anlamına gelmez. Kralın kendilerinden
daha çok şatafata sahip olmaması gerektiğini öne sürsem, çağdaş İngiltere’de
bile, çalışan kesimin büyük çoğunluğu söke olur. Bu nedenle adaleti en az haset
uyandıracak düzen olarak sınırlamak isterim. Bu, önyargısız toplumlarda eşitlik
anlamına gelir; toplumsal eşitsizliğe sıkıca inanan toplumlarda ise bu anlamı
taşımaz.
Ancak görüşler, düşünce, sanat, vb. konularda
bir kişinin sahip olduğu değerler bir başkasının zararına elde edilmez. Ayrıca,
bu alanlarda iyinin ne olduğu da kuşkuludur. Eğer Lazarus kuru ekmek yerken
Dives ziyafet sofralarında karın doyuruyor ve yoksulluğun erdemlerinden söz
ediyorsa Dives’in ikiyüzlünün biri olduğu düşünülür. Buna karşılık, eğer ben
matematikten, bir başkası da müzikten hoşlanıyorsak, birbirimizle çatışmayız;
birbirimizin yaptığını övmek de sadece nezakettir. Görüşler konusunda gerçeğe
ulaşmanın tek yolu serbest rekabettir.
Liberallerin eski sloganları yanlış alana,
ekonomiye uygulanmıştır; onların asıl uygun düştükleri alan zihinsel alandır.
Serbest rekabete ticarette değil, fikirlerde gerek vardır. Burada şöyle bir
güçlük ortaya çıkıyor: Ticaret alanında serbest rekabetin zayıflamasına paralel
olarak, kazançlı çıkanlar ekonomik güçlerini zihinsel ve ahlaki alanlarda kullanmakta,
doğru yolda yaşamanın ve doğru düşünmenin geçim sağlamak için bir koşul
olmasında ısrarlıdırlar. Bu bir talihsizliktir; çünkü “doğru yolda yaşama”
ikiyüzlülük, “doğru düşünme” de budalalık anlamına gelmektedir. Burada şu büyük
tehlike söz konusudur: İster plütokrat ister sosyalist yönetim altında olsun,
ekonomik baskı her türden zihinsel ve ahlaki gelişmeyi olanaksız kılar. Eğer
eylemleri doğrudan, açıkça ve kesin olarak başkalarına zarar vermiyorsa kişinin
özgürlüğüne saygı gösterilmelidir. Aksi halde, baskı içgüdümüz, onaltıncı
yüzyıl İspanyasına benzeyen, durağan bir toplum oluşmasına yol açar. Bu tehlike
gerçek ve büyüktür. Amerika bu yolda öncü durumundadır; ancak biz İngilizlerin,
gerekli alanlarda özgürlüğün değerini takdir etmemeniz durumunda, onları
izleyeceğimiz hemen hemen kesindir.
Aradığımız özgürlük başkalarına baskı yapma
hakkı değil; istediğimiz gibi yaşamak, istediğimiz gibi düşünme hakkıdır,
yeterki eylemlerimiz başkalarının da aynı şeyi yapmasını engellemesin.
Son olarak, daha önce “psikolojik dinamikler”
dediğim şey hakkında birkaç söz söylemek istiyorum. Tek bir karakterin egemen
olduğu bir toplum özgür olma olanağına, birçok karakterden kişilerin
oluşturduğu bir toplumdan daha çok sahiptir. Kaplanlardan ve insanlardan
oluşmuş bir toplumda fazla özgürlük olamaz; ya kaplanlar ya da insanlar boyun
eğer. Bu nedenle beyazların renkli ırkları yönetimleri altında tuttuğu yerlerde
hiçbir özgürlük olamaz.
Maksimum özgürlüğe sahip olmak için eğitim
yoluyla karakter oluşturmak gereklidir; o zaman insanlar mutluluklarını baskıcı
olmayan eylemlerde bulabilirler. Bu da, yaşamın ilk altı yılında karakter
oluşturmaya bağlıdır. Bayan McMillan, Deptford’da, özgür bir toplum yaratma
yetişine sahip çocuklar yetiştirmektedir.
Onun yöntemleri, zengin ve yoksul, bütün
çocuklara uygulanırsa toplumsal sorunlarımızı çözmek için bir nesil yeterlidir.
Ancak bilgi aktarmasına ağırlık verilmesi, eğitimde neyin önemli olduğu
konusunda bütün partileri duyarsız kılmıştır. İleri yaşlarda istekler sadece
baskı altına alınabilir, temelden değiştirilemezler. “Arzunca yasa ve bırak
yaşasın” (live and let live) kuralı erken çocuklukta öğretilmelidir. İnsanlar
sadece başkalarının mutsuzluğu pahasına elde edilebilecek şeylere sahip olmayı
istemekten vazgeçtiğinde, toplumsal özgürlük önündeki engeller de yok
olacaktır.
Her alanda olduğu gibi eğitimde özgürlük de bir
ölçü konusudur. Bazı özgürlükler hoş karşılanmaz. Çocukların herhangi bir şeyi
yapmasının kesinlikle yasaklanmamasını; çünkü çocuğun kendi öz-doğasını
geliştirmesi gerektiğini savunan bir hanımla tanışmıştım. “Eğer doğası onu bir
iğne yutmaya yöneltirse ne olacak?
” diye sorduğumda, üzülerek belirtmeliyim ki,
yanıt yerine azar işittim. Fakat kendi başına bırakılan her çocuk eninde sonunda
ya iğne yutar, ya ilaç şişesinden zehir içer, ya üst kat penceresinden düşer,
ya da başka türden zararlı bir sonla karşılaşır.
Biraz daha büyüyünce, erkek çocuklar fırsat
bulduklarında yıkanmaktan kaçınır, aşırı ölçüde aburcübür yer, midesi
bulanıncaya kadar sigara içer, ıslak ayaklarla dolaşıp soğuk alır vb; dahası,
bir Elisha (Elisha: İncil’de adı geçen bir İsrail peygamberi. (C.N)) gibi
karşılık verme yeteneğine sahip olmayan yaşlı beyleri kızdırarak eğlenirler. Bu
nedenlerle, eğitim özgürlüğünü destekleyen bir kişi çocukların gün boyu, her
istediklerini yapabilmeleri gerektiğini kastetmiş olamaz. Bir ölçüde otorite ve
disiplin uygulanmalıdır. Sorun bunun ölçüsünde ve nasıl uygulanacağındadır.
Eğitim konusu çeşitli yönlerden, devletin,
kilisenin, öğretmenin, ana-babanın ve hatta çocuğun kendisinin -genellikle
unutulsa bile- bakış açılarından ele alınabilir. Bunların hiçbiri tarafsız
değildir; hepsi eğitim idealine katkıda bulunur, ama olumsuz öğelere de katkı
yaparlar. Bunları sırasıyla inceleyip olumlu ve olumsuz yanları hakkında neler
söylenebileceğini görelim.
Çağdaş eğitimin nasıl olması gerektiğine karar
veren en güçlü etken olan devlet ile başlayalım. Devletin eğitimle ilgilenmesi
çok yenidir. Eski ve Ortaçağ’da hiç ilgilenmezdi; Rönesans’tan önce eğitime
yalnız kilise önem verirdi.
Rönesans yüksek öğretime karşı bir ilgi
uyandırdı. Bu da, kiliseye bağlı Sorbonne’a karşı bir denge sağlamayı
amaçlayan, College de France gibi kurumların açılmasına yol açtı. Almanya ve
İngiltere’deki Reformasyon hareketi, lise ve üniversitelerin “köhne Papalık”ın
sığınak yerleri olarak kalmalarını önlemek üzere, devlette, onları bir ölçüde
denetim altına alma eğilimine de yol açtı; ancak bu ilgi çok sürmedi. Oldukça
yeni olan zorunlu yaygın eğitim hareketine kadar da devlet sürekli ve
belirleyici bir rol üstlenmedi. Bununla beraber günümüzde, eğitim kurumları
konusunda devlet bütün öteki etkenlerin toplamından daha çok söz hakkına
sahiptir.
Yaygın zorunlu eğitimin ardında yatan çeşitli
dürtüler vardı. Onun en güçlü savunucuları, okuma- yazma bilmenin başlıbaşına
arzu edilir bir şey olduğu, cahil bir toplumun uygar bir ülke için yüzkarası
olduğu, eğitim olmadan demokrasinin olanaksız olduğu gibi duygular
taşıyorlardı. Başka dürtüler de bu duyguları güçlendirdi. Eğitimin ticarette
üstünlükler sağladığı, gençlerde suç oranını azalttığı, gecekondu halkını bir
düzen içine sokmayı olanaklı kıldığı kısa sürede anlaşıldı. Kiliseye karşı
olanlar, devlet eğitiminin kilise ile mücadelede bir olanak sağladığını
gördüler; İngiltere ve Fransa’da bu dürtü oldukça ağır basıyordu.
Milliyetçiler, özellikle Fransa Prusya savaşından sonra, yaygın eğitimin ulusal
gücü artırdığı görüşündeydiler. Ancak, bütün bu saydığımız nedenler başlangıçta
ikinci dereceden önem taşıyorlardı. Yaygın eğitimin benimsenmesinin ana nedeni
okuma-yazma bilmemenin utanç verici olduğu duygusuydu.
Yaygın eğitim bir kere sağlamca kurumlaştıktan
sonra, devlet ondan birçok konuda yararlanma olanağı bulmuştur. Gençleri hem
iyi hem de kötü yolda, daha uysal yapar. Davranışları düzenler ve suç oranını
düşürür; kamu yararına olan toplu eylemleri kolaylaştırır; toplumu bir
merkezden yönlendirilmeye daha açık kılar. Bu olmadan demokrasi yalnızca içi
boş bir şekil olarak kalır. Politikacıların anladığı şekliyle demokrasi bir yönetme
biçimidir; yani insanlara, kendi istediklerini yaptıkları sanısıyla liderlerin
istediklerini yaptırma yöntemidir. Böylece, devlet eğitimi belirli bir eğilime
yönelmiştir. Bu eğitim gençlere toplumdaki kurumlara saygılı olmalarını, egemen
güçleri işin özüne ilişkin olarak eleştirmekten sakınmalarını, başka uluslara
kuşku ve nefretle bakmalarını -elinden geldiğince- öğretir. Bu eğitim,
uluslararası birlik ruhu ve kişisel gelişme pahasına, ulusal dayanışmayı
güçlendirir. Kişisel gelişmeye verilen zarar otoriteye gereğinden çok yer
verilmesinden kaynaklanmaktadır. Kişisel duygular yerine, daha çok toplumsal
duygular teşvik edilir ve toplumda yaygın olan inançlara karşı gelmek şiddetle
bastırılır.
Tekdüzelik aranılan bir özelliktir; çünkü
yöneticiye kolaylık sağlar; bedelinin zihinsel tembellik olmasının bir önemi
yoktur. Meydana gelen zararlar o denli büyüktür ki, yaygın eğitimin şimdiye
kadarki yararlarının mı yoksa sakıncalarının mı ağır bastığı ciddi olarak
sorgulanabilir. Kilisenin eğitim konusuna bakış açısı, uygulamada
devletinkinden pek farklı değildir. Ancak aralarında önemli bir ayrılık vardır:
kilise sıradan halkın hiç eğitilmemesini yeğler, onlara ancak devlet dayattığı
için eğitim verir. Hem devlet hem de kilise, özgür bir sorgulama karşısında hemen
yok olabilecek türden fikirleri aşılamaya çalışırlar. Devletin dogmalarının
gazete okuyabilen bir topluma aşılanması daha kolaydır; oysa kilisenin
dogmalarının hiç okuma-yazma bilmeyen bir topluma aşılanması daha kolaydır.
Devlet ve kilisenin her ikisi de düşünceye düşmandır; ama kilise -açıkça öyle
görünmese de- aynı zamanda öğretime de karşıdır. Kilise yetkilileri zihinsel
faaliyeti uyarmadan bilgi aktarma tekniğini -çok eskiden Cizvit kesişlerinin
öncülüğünü yaptıkları tekniği- geliştirdikçe bu da geçecektir; geçmektedir de.
Çağdaş dünyada öğretmenin kendine özgü bir
bakış açısına sahip olmasına nadiren izin verilir. Öğretmen eğitimden sorumlu
bir makam tarafından atanır; eğer eğitim yaptığı anlaşılırsa da “kapı dışarı”
edilir. Bu ekonomik etken dışında, öğretmenin, belki kendisinin de bilincinde
olmadığı bazı eğilimleri vardır. Kiliseden ve devletten de çok disiplin
yanlısıdır. Öğrencilerin neleri bilmediğini, işi gereği, kendisi bilmektedir.
Bir ölçüde disiplin ve otorite olmazsa sınıfta düzeni sağlamak zordur. Dersten
sıkılan bir çocuğu cezalandırmak dersi ilgi çekici yapmaktan daha kolaydır.
Dahası, en iyi öğretmenin bile kendi önemini abartması olasıdır. Öğrencilerin,
kendisinin uygun bulduğu biçimde birer kişi olacak şekilde yoğrulmalarının
olanaklı ve iyi bir şey olduğu kanısındadır.
Lytton Strachey (1880-1932), Dr. Arnold’un Como
Golü kıyısında yürürken “ahlaki kötülükler” konusunda düşündüklerini anlatır.
Onun için “ahlaki kötülük” öğrencilerinde değiştirmek istediği şeylerdi. Bu
şeylerin çocukların birçoğunda bulunduğuna inanması, güç kullanılmasını ve
kendini sevgiden çok ceza vermekle yükümlü bir hükümdar gibi algılamasını haklı
kılıyordu. Bu tutum, değişik dönemlerde değişik şekillerde dile getirilir ve
kendini çok önemli görmenin aldatıcı etkisinin farkında olmayan, gayretli her
öğretmen için doğal bir davranıştır. Bütün bunlara karşın, eğitimde etkili olan
güçler arasında en iyisi yine de öğretmenlerdir. İlerlemeyi de hepsinden çok
onlardan beklemek durumundayız.
Öğretmen, bir de okulun ününü düşünür. Bu
nedenle öğrencilerinin spor karşılaşmalarında, burs sınavlarında başarı
sağlamasını ister; bu ise üstün yetenekli öğrencilere özen göstermesine,
ötekilerin de dışlanmasına yol açar. Sıradan öğrenciler için sonuç ölümsüzdür.
Bir çocuk iyi top oynamasa bile, kendisinin oynaması, iyi oynayanları
seyretmesinden çok daha yararlıdır.
Mr. H.G. Wells The life of Şanderson of Oundle
(Oundle’li Şanderson’un Yaşamı) adli kitabında, gerçekten kusursuz olan bu
öğretmenin, normal bir öğrencinin yeteneklerini ortaya çıkarmayan, onları ihmal
eden her şeye nasıl karşı çıktığını anlatır. Müdür olarak atandığında, okul
kilisesinde yalnız seçme öğrencilerin ilahi söylemesine izin verildiğini görür.
Bu seçme öğrenciler bir koro oluşturacak şekilde eğitilmişlerdir; ötekiler de
onları dinlerler. Şanderson müzik yeteneği olsun olmasın hepsinin ilahi
söylemesinde ısrarlıdır. Bunu yapmakla bir öğretmen için doğal olan, kendi
ününü öğrencilerininkinden önde tutma eğilimini aşmış oluyordu. Eğer saygınlık
denilen payeyi akıllıca dağıtırsak doğaldır ki bu iki dürtü arasında bir
çatışma söz konusu olmaz; öğrencileri için en iyi olanı yapan okul en büyük
saygınlığı kazanır. Bu hareketli dünyada göze çarpıcı başarılara önemleriyle
orantılı olmayan ölçüde değer verilmekte; bu yüzden de, bu iki dürtü arasındaki
çatışmayı önlemek pek de olası görünmemektedir.
Şimdi de ana-babanın bakış açısını ele
alacağım. Bu bakış açısı ana-babanın ekonomik durumuna göre değişir. Sıradan
bir işçinin, sıradan bir serbest meslek sahibinden çok farklı beklentileri
vardır. Ortalama bir işçi, çocuklarıyla evde daha az uğraşmak düşüncesiyle,
onların okula olabildiğince erken başlamasını; kazançlarından yararlanmak için
de, okulu olabildiğince çabuk bırakmasını ister.
Kısa bir süre önce, eğitim giderlerini azaltmak
isteyen İngiliz Hükümeti çocukların okula altı yaşından önce başlamamalarını;
on üç yaşından sonra da okulda kalmaya zorlanmamalarını gündeme getirmişti.
Birinci öneri o ölçüde gürültü kopardı ki geri almak zorunda kalındı; rahatı
kaçan annelerin -oy hakkına yeni kavuşmuşlardı- öfkelerine karşı koymak
olanaksızdı. Okulu terketme yasını küçülten ikinci öneriye ise fazla karşı
gelen olmadı. Daha iyi eğitim yanlısı parlamento adayları toplantılarda,
katılan herkesin alkışlarıyla karşılaşıyorlar, kapı kapı dolaşarak yaptıkları
soruşturmalarda ise, politika dışında olan işçilerin -onlar çoğunluktaydı-
paralı işlerde çalışabilmeleri için çocuklarının olabildiğince kısa sürede
serbest bırakılmasını istediklerini görüyorlardı. İstisnalar ise, genellikle, daha
iyi bir eğitimle çocuklarının sosyal basamakta yükselebileceğini umudeden
işçilerdi.
Serbest meslek sahiplerinin yaklaşımları bundan
çok farklıdır. Kendi gelirleri, ortalamanın üstünde bir eğitim görmüş
olmalarına bağlıdır; çocuklarına da bu avantajı sağlamak isterler. Bu amaca
ulaşmak için büyük fedakarlıktan kaçınmazlar. Ancak rekabete dayalı günümüz
toplumunda genelde ana-babaların istediği, eğitimin kendisinin iyi olması
değil, başkalarınınkinden daha iyi olmasıdır. Genel eğitim düzeyinin düşük olması
bu işi kolaylaştırdığı için, meslek erbabı kişilerin, işçi çocuklarına yüksek
öğrenim olanakları sağlanmasına pek hevesli olmaları beklenemez. Ailesi ne
denli yoksul olursa olsun, eğer her isteyen tıp eğitimi görebilirse, bir yandan
rekabetin artması, bir yandan da sağlık düzeyinin yükselmesine bağlı olarak
doktorların daha az kazanacakları ortadadır. Aynı şey hukuk, devlet memurluğu,
vb. için de geçerlidir.
Demek ki meslek sahibi kişi, eğer olağanüstü
toplumsal duyarlılık sahibi değilse, kendi çocukları için istediği iyi şeylere
toplumun büyük çoğunluğunun sahip olmasını istemez.
Rekabete dayalı toplumumuzda babaların en büyük
kusuru çocuklarından, ailelerine saygınlık kazandırmalarını beklemeleridir.
Bunun kökleri içgüdülerde yatar ve ancak içgüdülere yönelik çabalarla
giderilebilir. Bu kusur, daha küçük ölçüde de olsa, annelerde de görülür.
Hepimiz, içgüdüsel olarak, çocuklarımızın başarılarından gurur, başarısızlıklarından da utanç duyarız.
Ne yazık ki, bizim koltuklarımızı kabartan başarılar, çoğu zaman istenmeyecek
türdendir. Uygarlığın doğusundan hemen hemen günümüze gelinceye kadar -Çin ve
Japonya’da bugün de- çocuklarının kiminle evleneceklerine ana-babalar karar
vermişler; çoğunlukla da, olanak buldukça, en zengin gelini veya damadı seçerek
onların mutluluğunu feda edegelmişlerdir. Batı dünyasında -Fransa’nın bir
bölümü dışında- çocuklar isyan ederek kendilerini bu kölelikten kurtarmışlarsa
da ana-babaların içgüdüleri değişmemiştir. Genelde bir babanın çocukları için
istediği ne mutluluk ne de erdemdir; o yalnızca maddi başarı arzular. Onların,
dostları yanında övünebileceği çocuklar olmasını ister; onların eğitimi için
gösterdiği çabalarda bu istek büyük ölçüde egemendir.
Eğer eğitim otorite ile yönetilecekse bu
otorite yukarıda değindiğimiz şu güçlerden birisinin veya birkaçının elinde
olacaktır: devlet, kilise, öğretmen ve ana-baba. Gördüğümüz gibi, bunlardan
hiçbirinin çocuğun iyiliğini yeterince gözeteceğine güvenilemez; çünkü hepsi
de, çocuğun kendi iyiliği ile ilgisi olmayan amaçlara yönelmesini istemektedir.
Devlet çocuktan ulusal saygınlığı yüceltmesini ve iktidardaki yönetimi
desteklemesini bekler. Kilise çocuktan rahiplerin gücünü artırmaya hizmet
etmesini bekler.
Rekabetli bir dünyada öğretmen okuluna
genellikle devletin ulusuna baktığı gözle bakar ve çocuktan okulu yüceltmesini
bekler. Ana-baba çocuktan aileyi yüceltmesini bekler. Başkalarının güttüğü
bütün bu amaçlarda, çocuğun kendisi, sırf kendisi yönünden, olanak içi olan her
türlü mutluluk ve refaha hakkı olan bağımsız bir kişi olarak, söz konusu
değildir; söz konusu olsa bile tam olarak değil. Ne yazık ki, çocuk kendi
yaşamını yönlendirecek deneyime sahip değildir; bu nedenle de masumiyetini
sömüren sinsi emellere yem olmaktadır. Siyasal bir sorun olarak eğitimin
güçlüğü de buradadır. Ancak, önce çocuğun kendi bakış açısından ne
söylenebileceğine bir göz atalım.
Kendi başlarına bırakıldığında çocukların
çoğunluğunun okuma yazma öğrenmeyecekleri, yaşamlarının koşullarına daha az
uyumlu olarak büyüyecekleri ortadadır. Eğitim kurumlarının var olması ve
çocukların bir ölçüde disiplin altında tutulmaları zorunludur. Ancak, hiçbir
otoriteye tam güvenilemeyeceğine göre, olabildiğince az otorite kullanmayı
amaçlamalı; eğitimde gençlerin doğal arzu ve güdülerinden yararlanma yollarını
aramalıyız. Bu, çoğu zaman sanıldığından çok daha olanaklıdır; çünkü, ne de
olsa, bilgi edinme arzusu gençlerin çoğunda doğal olarak vardır. Öğretmeye
değmeyecek bilgilere sahip olan, bu bilgileri de öğretme yeteneği bulunmayan
eğitim uzmanları, gençlerin yaradılışları gereği, eğitimden dehşet duydukları
sanısına kapılmışlar; bu yanlış sanıya da kendi eksikliklerini görememeleri
yüzünden düşmüşlerdir. Tchekov’un, bir kedi yavrusuna fare tutmayı öğretmeye
çalışan bir adamı konu alan, hoş bir öyküsü vardır. Yavru, farelerin peşinden
koşmayınca adam onu dovermiş. Sonunda yetişkin bir kedi olduğunda, her fare
gördüğünde korkuyla yere siner olmuş. Tchekov şunu ekler: “Bana Latince öğreten
de bu adamdı.” Kediler de yavrularına fare yakalamayı öğretir; ancak bunun için
onların içgüdülerinin uyanmasını beklerler. O zaman yavrular bilginin elde
edilmeye değer olduğu bir zamanda annelerine katılırlar; böylece disipline de
gerek kalmaz.
Çocuğun yaşamının ilk iki üç yılı, bugüne
kadar, eğitimcinin egemenliği dışında kalmıştır; bu yılların da en çok
öğrendiğimiz dönem olduğunda bütün uzmanlar görüş birliği içindedir. Çocuklar
konuşmayı kendi çabalarıyla öğrenirler. Bir bebeği gözlemlemiş olan bir kimse
bu çabanın büyüklüğünü bilir. Bebek dikkatle dinler; dudak hareketlerine bakar;
bütün gün ses çıkarma talimleri yapar ve şaşılacak bir çaba gösterir. Kuşkusuz,
büyükler de övgülerle onu yüreklendirirler; ama yeni bir sözcük öğrenmediği
günlerde onu cezalandırmak akıllarından geçmez. Sağladıkları tek şey fırsat ve
övgüdür.
Herhangi bir aşamada daha fazlasının gerekli
olduğu da kuşku götürür. Yapılacak şey çocuğa veya gence bilginin edinilmeye
değer bir şey olduğunu hissettirmektir. Bu bazen zor olur; çünkü gerçekte
bilgi, öğrenmeye değmeyen birşeydir. Bir başka zorluk da, tek bir doğrultuda
oldukça çok bilginin yararlı olduğu durumlarda ortaya çıkar; öyle ki,
başlangıçta öğrencinin sadece canı sıkılır. Ancak böyle durumlarda zorluk
aşılamayacak ölçülerde değildir. Örneğin matematik öğretimini ele alalım.
Oundle’lu Şanderson hemen bütün erkek
öğrencilerinin makinelere ilgi duyduğunu farketti ve onlara oldukça gelişmiş
makineler yapma olanağı sağladı. Makinelerin yapımı sırasında bazı hesaplar
yapmaları gerekti; ve böylelikle, çok hevesli oldukları yapıcı girişimin
başarısı için gerekli olan matematiğe karşı da ilgileri gelişti. Bu yöntem
pahalıdır; öğretmenin de sabırlı ve becerikli olmasını gerektirir; fakat
öğrencinin içgüdüleriyle uyumludur; bu nedenle de daha az can sıkıntısı, daha
çok çaba içermesi olağandır. Çaba, hem hayvanlar hem de insanlar için doğaldır;
ancak bu içgüdüsel bir itiden kaynaklanan bir çaba olmalıdır. Bir futbol maçı
bir değirmen çarkına bağlanıp onu çevirmekten daha çok çaba gerektirir. Ancak
bunlardan birisi eğlence, öteki ise bir cezadır. Zihinsel çabanın ancak nadiren
zevk verici olduğunu varsaymak yanlıştır. Gerçek olan şudur ki, onun zevkli bir
şey olması için bazı koşullar gereklidir; ve de eğitimde bu koşulları yaratmak
için son zamanlara kadar bir girişimde bulunulmamıştır. Bu koşulların
başlıcaları şunlardır: önce, çözümü arzu edilen bir problemin varlığı, sonra da
bir çözüm elde etmenin olanaklı olabileceği umudu.
David Copperfield’in aritmetik öğrenme yolunu
anımsayalım: “Dersler bittikten sonra daha da beteri başlar: korkunç bir
aritmetik problemi. Bu benim için hazırlanmıştır ve Mr. Murdstone bana sözlü
olarak sorar: Bir peynirciye gidip, her biri dört buçuk penny’den beş bin çift
Gloucester peyniri alsam, ne kadar ödeyeceğimi hesapla. Bunun, kızı Miss
Murdstone’u içten içe pek sevindirdiğini görürüm. Akşam yemeğine kadar hiçbir
sonuç alamadan, hiçbir ipucu göremeden, bu peynirler üzerinde düşünür dururum.
Taştahtanın tozları yüzümü kaplamış, tam bir meleze dönmüşken yemekte bana,
peynirlere eşlik etmek üzere yalnızca bir dilim ekmek verirler; ben de gecenin geri
kalan kısmını utanç içinde cezalı olarak geçiririm.” Bu zavallı çocuktan
peynirlere ilgi duyması ya da problemi çözebilmesi beklenemezdi. Eğer belirli
büyüklükte bir kutu yapmak isteseydi ve ona yeterince tahta ve çivi almak için
harçlığını biriktirmesi söylenseydi hesap gücü şaşılacak ölçüde kamçılanırdı.
Bir çocuğun çözmesi istenen bir problemde
varsayımsal hiçbir öğe bulunmamalıdır. Bir zamanlar genç bir çocuğun kendi
aritmetik dersini anlattığı bir yazı okumuştum. Öğretmeni şöyle bir problem
sormuş: Eğer bir at bir tayin üç katı değerinde ise, tayin fiyatı da 22 pound
ise, atın fiyatı ne olur?
Çocuk
“At hiç düşmüş müydü?
” diye sorar. Öğretmen “Bu hiç farketmez”
deyince çocuk “Ama James -seyis- bunun çok farkettiğini söylüyor.” der.
Kuramsal doğruları kavrama becerisi mantık yetişinin en son gelişen aşamasıdır
ve çok küçük çocuklardan beklenmemelidir. Biraz konu dışına çıktık; şimdi ana
temaya dönelim.
Ben, uygun dürtülerle bütün çocukların
entellektüel ilgilerinin harekete geçirilebileceği fikrinde değilim.
Bazılarının zekası ortalamanın çok altındadır; onlar için özel yöntemler
gerekir. Zeka düzeyleri çok farklı çocukları aynı sınıfa koymak çok
sakıncalıdır. Daha zeki olanların iyice bildikleri şeyler anlatılırsa canları
sıkılır; daha az zeki olanlar ise henüz kavramadıkları şeylerin temelde bilinen
şeyler olarak düşünülmesinden üzüntü duyarlar. Konular ve yöntemler öğrencinin
zeka düzeyine göre ayarlanmalıdır. Macaulay
Cambridge’de matematik öğrenmeye zorlanmıştı; ancak bunun zaman kaybından başka
bir şey olmadığı mektuplarından açıkça anlaşılıyor. Ben de Latince ve Grekçe
öğrenmeye zorlanmıştım. Bunu hiç istemiyordum; artık konuşulmayan dilleri
öğrenmenin saçma olduğunu düşünüyordum. Yıllar boyu sürecek bu klasik
öğrenimden sağlayacağım biraz yararı büyüdüğüm zaman bir ay içinde elde
edebilirdim. En zorunlu olan bilgiler verildikten sonra, eğilimler dikkate
alınmalı ve öğrencilere sadece kendilerinin ilgi duyduğu şeyler öğretilmelidir.
Bu yöntem, sıkıcı olmak kolaylarına giden öğretmenlere, hele gereğinden çok
çalıştırılıyorlarsa, ağır gelir. Bu güçlükler, öğretmenlerin çalışma saatlerini
azaltarak, onları öğretme sanatı konusunda eğiterek aşılabilir. Bu eğitim
ilkokul öğretmeni yetiştiren okullarda halen verilmektedir; ama üniversitelerde
ve genel okullarda yoktur.
Eğitimde özgürlüğün çeşitli yönleri söz
konusudur. İlk olarak öğrenme ve öğrenmeme özgürlüğü gelir. Sonra, ne
öğretileceği konusunda özgürlük vardır. Yüksek öğretimde fikir özgürlüğü söz
konusu olur. Öğrenme ve öğrenmeme özgürlüğü çocuklukta ancak bir ölçüde kabul
edilir. Geri zekalı olmayan herkesin okuma yazma bilmesi güven altına
alınmalıdır. Sadece fırsat sağlamakla bunun ne ölçüde gerçekleşebileceği ancak
deneyerek anlaşılabilir. Yalnız fırsat yeterli olsa bile, bu fırsat çocuklara
ulaştırılmalıdır. Gerekli koşullar yoksa çocukların çoğu sokakta oynamayı
yeğlerler. Daha ileri yaşlarda tercihler, örneğin üniversiteye gidip gitmeme,
gençlerin kendilerine bırakılmalıdır; bazıları gitmek ister, bazıları istemez.
Bu giriş sınavları kadar iyi bir seçim ilkesidir. Derslere çalışmayan hiç
kimsenin üniversitede kalmasına izin verilmemelidir. Yıllarını üniversitede
boşuna harcayan zengin gençler hem başkalarının cesaretini kırar, hem de
kendileri bir işe yaramamayı öğrenirler. Üniversitede kalabilmek için çok
çalışma zorunluluğu getirilirse üniversiteler entellektüel uğraşlardan
hoşlanmayan kişiler için çekici olmaktan çıkar.
Ne öğrenileceğine karar verme özgürlüğü
şimdikinden çok daha fazla olmalıdır. Konuları birbiriyle olan doğal
yakınlıkları bakımından gruplamanın gerekli olduğu kanısındayım. Seçmeli ders
sisteminin ciddi sakıncaları vardır; gençleri birbiriyle hiç ilgisi olmayan
dersler seçmekte özgür bırakır. Sınırsız mali olanaklarla bir düş ülkesinde,
Ütopya da, eğitimi örgütlüyor olsaydım on iki yaşlarındaki her çocuğa klasik
bilgiler (Grek ve Latin edebiyatı, sanatı ve kültürü), matematik ve bilim
dersleri aldırırdım. İki yıl sonra çocuğun yeteneklerinin hangi yönde olduğu
ortaya çıkar, çocuğun hoşlandığı konular güvenli bir gösterge oluştururdu;
yeter ki “işin kolayına kaçma”lar olmasın.
On dört yaşından sonra da, istedikleri takdirde
belli konularda derinleşmelerine izin verirdim. Bu uzmanlaşma, önceleri çok
geniş alanları kapsar, eğitim ilerledikçe daha belirgin sınırlarda
yoğunlaşırdı. Her konuda bilgi sahibi olmak çağımızda artık olanaksızlaşmıştır.
Gayretli bir kimse biraz tarih ve edebiyat öğrenebilir, ki bunlar da klasik
konuları ve çağdaş dilleri bilmeyi gerektirir. Veya matematiğin bazı konularını
veya bir ya da iki bilim dalında bir şeyler öğrenebilir. Ancak her alanda
eğitim ideali artık söz konusu değildir; bilgilerin çoğalması onu yoketmiştir.
Çeşitli özgürlükler arasında gerek öğretmenler
gerek öğrenciler açısından en önemli olanı düşünce özgürlüğüdür ve bu hiçbir
sınırlama gerektirmeyen tek özgürlük türüdür. Bu özgürlüğün var olmadığını göz
önüne alarak, lehinde ileri sürülen savları özetlemekte yarar vardır.
Düşünce özgürlüğü lehindeki temel sav bütün
inançlarımızın kuşku götürür olmasıdır. Eğer doğru olanı kesin olarak bilirsek onun
öğretilmesi de söz konusu olur. Bu durumda da, doğru, özünde var olan akla
uygunluk sayesinde, otoriteye başvurulmaksızın öğretilebilir.
Çarpım tablosu hakkında heretik (yerleşmiş
kanılara aykırı düşen) düşünceleri olan bir kişinin aritmetik öğretmesini
yasaklayan bir yasa çıkarmaya gerek yoktur. Çünkü bu durumda, doğru kendini
göstermektedir; cezalarla korunması gerekmez. Devlet bir doktrinin
öğretilmesini sağlamak için ise karışıyorsa, nedeni bu doktrinin doğruluğu
hakkında kesin kanıt olmamasıdır. Bu demektir ki, öğretilen şey doğru olsa
bile, eğitimce dürüst değildir. New York eyaletinde komünizmin iyi olduğunu
öğretmek, son yıllara kadar yasaya aykırıydı; Sovyet Rusya’da ise komünizmin
kötü olduğunu öğretmek yasaya aykırıdır. Bu görüşlerden birinin doğru, ötekinin
yanlış olduğu kuşkusuzdur; ancak hiç kimse hangisinin doğru olduğunu bilmiyor.
Ya New York eyaleti ya da Sovyet Rusya doğru olanı öğretiyor, yanlış olanı
yasaklıyor; ancak her ikisi de dürüst olarak öğretmiyor. Çünkü her ikisi de
kuşku götürür bir önermeyi kesinmiş gibi dile getiriyor.
Doğruluk ile dürüstlük arasındaki fark bu
bağlamda çok önemlidir. Doğruluk tanrılara özgüdür; bizim bakış açımızdan ise
ancak yaklaşabildiğimiz, fakat ulaşmayı bekleyemeyeceğimiz bir idealdir. Eğitim
bize doğruya elden geldiği kadar yakınlaşma yeteneği sağlar; bunun için bize
dürüstlük öğretmelidir. Benim kastettiğim dürüstlük görüşlerimizi kanıtlara
dayanarak oluşturma ve onlara kanıtların öngördüğü ölçüde güvenme
alışkanlığıdır. Bu ölçü hiçbir zaman kesinliğe ulaşamaz; bu nedenle,
görüşlerimize ters düşen yeni kanıtları kabule her zaman hazır olmalıyız.
Ayrıca, bir kanıya dayanarak yapacağımız eylemlerden, olanak varsa, yararlı
olabilecek olanlarını seçmeliyiz; kanımızın kesin doğru olmaması durumunda acı
sonuçlara yol açabilecek eylemlerden kaçınmalıyız. Bilimde bir gözlemci,
sonuçları “olası hata” değerleri ile birlikte ifade eder.
Bir ilahiyatçı veya politikacının
dogmalarındaki olası hata payını belirttiğini, ya da onlarda herhangi bir
hatanın var olabileceğini kabul ettiğini duyan var mıdır?
Çünkü
gerçek bilgiye en yaklaştığımız alan olan bilimde, kişi öne sürdüğü şeyin
sağlamlığına rahatça güvenebilir. Buna karşılık, hiçbir şeyin bilinmediği
konularda başkalarının bizim görüşlerimize katılmasını sağlamanın alışılagelmiş
yöntemleri gürültülü iddialar ve hipnotizmadır. Evrim teorisine karşı geçerli
bir savları olduğunu düşünselerdi köktenci dinciler onun öğretilmesini yasal
yollarla engellemezlerdi.
İnsanlara politik, dinsel veya ahlaki
konularda, kalıplaşmış doktrinleri öğretme alışkanlığının çeşitli olumsuz
etkileri vardır. Bunlardan başta geleni, dürüstlüğü zihinsel çaba ile
birleştirmiş kişileri öğretmenlik mesleğinden uzaklaştırmasıdır; öğrenciler
üzerinde en olumlu ahlaki ve zihinsel etki yapmaları olası olanlar da bu
kişilerdir. Üç örnek vereceğim. Birincisi politikadan: Amerika’da bir ekonomi
hocasından, en varlıklıların varlığını ve gücünü artırıcı doktrinlerin
öğretmesi beklenir. Bunu yapmayacaksa en iyisi, önceleri Harvard’dayken şimdi
London School of Economics’in (Londra Ekonomi Okulu) en değerli hocalarından
biri olan Mr. Laskı’nın yaptığı gibi, başka bir ülkeye göç etmektir. İkinci
örnek din alanından: Kalburüstü seçkin aydınların oldukça büyük çoğunluğu
Hristiyan dinine inanmazlar; ancak, gelirlerini kaybetmekten korktukları için
bunu kamudan saklarlar. Bu en önemli konuda, düşünceleri ve savları bilinmeye
en çok değer olan bu kişilerin çoğu, sessizliğe mahkumdur.
Üçüncü örnek ahlak kuralları
konusunda: Hemen bütün erkekler yaşamlarının bir döneminde cinsel kaçamaklar
yapmıştır. Bu gerçeği gizleyenlerin gizlemeyenlerden daha suçlu oldukları
ortadadır; çünkü işin içine bir de ikiyüzlülük suçu girmektedir. Ne var ki,
eğitim kadroları yalnız ikiyüzlülere açıktır.
Geleneksel kalıplara bağlılığın öğretmen
karakteri ve seçimi üzerindeki etkileri için bu kadarı yeterlidir. Şimdi
öğrenciler üzerindeki etkilere geçiyorum. Bunu zihinsel ve ahlaki olmak üzere
iki şekilde ele alacağım. Zihinsel açıdan, uygulamadaki önemi bariz olan bir
sorun hakkında birbirinden farklı fikirlerin var olduğunu bilmek bir genç
üzerinde uyarıcı bir etki yapar.
Örneğin, ekonomi öğrenen bir genç, bireyciler
ve sosyalistler, korumacı ve serbest ticaret yanlıları, enflasyonist ve altın
standardı yanlıları tarafından verilen dersler dinlemelidir; farklı ekol
yanlılarınca öğütlenen kitapları okumaya teşvik edilmelidir. Böylelikle,
fikirler ile bunların dayandığı kanıtları karşılaştırmayı; hiçbir fikrin mutlak
doğru olmadığını; insanları, daha önce bildikleriyle uyum içinde olup olmamalarına
göre değil, niteliklerine göre değerlendirmeyi öğrenir. Tarih, insanın yalnız
kendi ülkesinin bakış açısından değil aynı zamanda yabancıların bakış açısından
da öğretilmelidir. Eğer tarih İngiltere’de Fransızlar tarafından, Fransa’da
İngilizler tarafından okutulsaydı, iki ülke arasında anlaşmazlık çıkmazdı;
herbiri diğerinin bakış açısını anlardı.
Bir genç, soruların bütün yanıtlara açık
olduğunu ve bir tartışmanın, ne sonuç verirse versin, sürdürülmesi gerektiğini
öğrenmelidir. Bir süre sonra, geçimini kazanmaya başlayınca, günlük yaşamın
gerekleri bu tutumu kökten değiştirecektir; ancak o zamana kadar özgürce
düşünme zevkini tatması teşvik edilmelidir.
Gençlere geleneksel kalıpları öğretmek ahlaki
yönden çok zararlıdır. Sadece, yetenekli öğretmenleri ikiyüzlülüğe sürüklemesi
ve bu nedenle kötü bir ahlaki örnek oluşturması değil; daha da önemlisi,
hoşgörüsüzlüğü ve sürü içgüdüsünün zararlı yönlerini canlandırması da söz
konusudur. Edmund Gosse Father and Son (Baba ve Oğul) kitabında, çocukluğunda,
babasının tekrar evleneceğini kendisine nasıl söylediğini anlatır. Çocuk
babasının utanç duymasına neden olan birşeylerin var olduğunu farkeder ve
sonunda dehşet içinde “Baba, yoksa o kadın bir çocuk vaftizcisi mi?
” diye sorar. Öyledir de. Oğul, o ana kadar, bütün
çocuk vaftizcilerinin çok kötü kişiler olduğuna inanmıştır. Katolik okullardaki
çocuklar protestanların kötü olduğuna, İngilizce konuşulan bütün ülkelerdeki
bütün okullardaki çocuklar ateistlerin kötü olduğuna, Fransa’daki çocuklar
Almanların, Almanya’daki çocuklar Fransızların kötü olduğuna inanırlar.
Eğer bir okul akıl yoluyla savunulamayan bir
görüşü öğretmeyi görevleri arasında sayarsa -hemen bütün okullar bunu yaparlar-
karşıt görüşte olanların kötü olduğu izlenimini vermekten de kaçınamaz; çünkü mantığın
saldırısını püskürtmek için gerekli olan öfkeyi başka türlü yaratamaz. Bu
şekilde, yerleşmiş kalıpları korumak için çocuklar acımasız, hoşgörüsüz, haşin
ve saldırgan hale getirilmektedirler. Politik, dinsel ve ahlaki konularda kesin
fikirler aşılandığı sürece de bundan kaçınmak olanaksızdır.
Son olarak, bireyde meydana getirilen bu manevi
hasarin toplumda yol açtığı tarifsiz zarara değineceğim. Savaş ve zulüm her
yerde yaygındır ve bunlar her yerde, okullarda verilen eğitimle olanaklı
kılınmışlardır. Wellington, Waterloo Savaşı’nın Eton’un spor alanlarında
kazanıldığını söylerdi. Devrim Fransasına açılan savaşın Eton’un sınıflarında
kışkırtıldığını söylese daha doğru olurdu. Demokratik çağımızda Eton önemini
yitirmiştir; şimdi önemli olan normal ilk ve ortaokullardır. Her ülkede
bayraklar açılarak İmparatorluk Bayramı, 4 Temmuz (Amarika bağımsızlık bayramı)
kutlamalarıyla, Subay Eğitim Birlikleriyle vs, erkek çocuklara öldürme zevkini,
kız çocuklara da öldürme yanlışı erkeklerin en saygıdeğer kişiler olduğu
inancını aşılamak için her yola başvurulmaktadır. Yetkililer öğretmen ve
öğrencilerin düşünce özgürlüğüne izin verseler, masum çocukların karşı karşıya
kaldığı bu manevi çöküntü sistemi de olanaksız olurdu.
Kötülüklerin kaynağı sistematik bir politik
disiplin altına alma uygulamasındadır. Eğitimden sorumlu makamlar çocuklara,
dinlerin varsayması gerektiği gibi, ruhları kurtarılacak insanlar olarak
bakmıyorlar. Onlar çocukları gösterişli ve heybetli sosyal planlarının
hammaddesi olarak görüyorlar; geleceğin fabrika “işçileri”, savaşın
“sunguleri”, ya da bunların benzerleri olarak. Her öğrencinin, kendine özgü
hakları ve kişiliği olan, başlı başına bir amaç oluşturduğunu göremeyen; onları
sadece bul-yap bilmecesinin bir parçası, taburunun bir eri, devletin bir
vatandaşı sayan kimseler eğiticilik yapmaya elverişli değildir. İnsan
kişiliğine saygı her sosyal problemde, ama özellikle eğitimde, bilgeliğin ilk
koşuludur.
Bu denemede psikolojinin yakın zamanda politika
üzerindeki olası etkilerinin niteliği üzerinde durmak istiyorum. Bu anlamda,
hem olumlu, hem olumsuz etkilerden söz etmek niyetindeyim.
Politik fikirler mantığa dayanmazlar. Altın
standardının kabulü gibi teknik bir konunun kararlaştırılmasının temelinde bile
duygusallık vardır; ve psikanılızcilere göre, bu duygusallık kibar bir
toplulukta dile getirilecek türden değildir. Yetişkin bir kişinin duyguları,
eğitimin yarattığı geniş bir dış kabuğun sarmaladığı bir içgüdü çekirdeğinden
oluşur. Eğitimin devreye girmesi, düş gücünü etkilemek şeklinde kendini
gösterir. Herkes kendini iyi bir kimse olarak görmek ister; bu nedenle de, hem
çabaları hem de kuruntuları, onu başarıya götürecek en iyi olanak olarak
gördüğü şeylerin etkisinde kalır. Psikoloji öğrenmekle “iyi insan” kavramımızın
değişikliğe uğrayacağını sanıyorum. Eğer öyle olursa, politika üzerindeki
etkisinin çok büyük olacağı da ortadadır.
Gençliğinde çağdaş psikolojiyi öğrenmiş olan
bir kimsenin Lord Curzon’a, ya da Londra piskoposuna benzeyebileceğinden kuşku
duyarım.
Bütün bilimlerin iki tür etkide bulunması söz
konusu olabilir. Birincisi, uzmanların, güç sahiplerinin yararlanacağı keşif ve
icatlarda bulunmasıdır. İkincisi de, bilimin insanların düş gücünü etkilemesi,
bu yolla da kurdukları analojilerde ve beklentilerinde değişiklikler meydana
getirmesidir. Tam olarak ifade etmek gerekirse, yaşam tarzını değiştirmek gibi,
pek çok sonuçları olan, üçüncü bir etkisi daha vardır. Fiziksel bilimlerde, bu
üç tur etki günümüzde iyice belirginleşmiş bulunmaktadır. Uçaklar birinciye
örnektir. Makineleşmeye dayalı yaşam görüşü ikinciye, toplumun büyük bölümünün
tarım ve kırsal yaşamdan sanayi ve şehir yaşamına geçmesi de üçüncüye örnek
gösterilebilir.
Psikolojinin etkilerine gelince, bu alanda hala
geleceğe yönelik tahminlere bel bağlamak zorundayız. Geleceğe yönelik tahminler
her zaman cüretkardır. Ancak birinci ve üçüncü türden etkiler konusunda, düşsel
bakış açısındaki değişikliklere bağlı olan etkilere oranla, daha da
cüretkardır. Bu nedenle, ben öncelikle ve daha çok bu iki tür etki üzerinde
duracağım.
Biraz tarihe göz atmak konuya yaklaşmakta bize
yardımcı olabilir. Ortaçağ da bütün politik
sorunlar, analojiler şeklinde ortaya çıkan
teolojik savlara göre çözümlenirdi. En önemli çatışma Papa ile İmparator
arasındaydı: Papa’nın Güneş, İmparator’un da Ay olduğu kabul edilirdi; böylece,
kazanan Papa olmuştu. Papa’nın daha güçlü orduları olduğu için kazandığını
söylemek yanlış olur. Papa’nın ordusu, asker toplama görevini üstlenen
Fransişken (St. Francis tarafından, 1209 yılında, Orta İtalya’da, Assin
kasabasında kurulan mezhep. (C.N.)) rahiplerin ileri sürdüğü Güneş-ve-Ay
analojisinin gücüne dayanıyordu.
İnsan kütlelerini gerçekten harekete geçiren ve
önemli konuları sonuca götüren de bu tür şeylerdir. Günümüzde bazı kişiler
toplumu bir makine, bazıları da bir ağaç olarak düşünürler. Faşistler,
emperyalistler, sanayiciler ve bolşevikler birinci gruba; anayasa yanlıları,
toprak sahipleri veya barışçılar da ikinci gruba girerler. Tartışma Guelfler ve
Ghibelline’ler (Ortaçağ İtalyasında, İmparator yanlısı aristokratların siyasal
partisi olan Ghibellinelere karşı olan, Papa yanlısı siyasal parti üyeleri.
(C.N)) tartışması kadar anlamsızdır; çünkü toplum ne ağaçtır ne de makine.
Rönesans’la beraber ikinci bir etken ortaya
çıkar: edebiyat, özellikle de klasik edebiyat. Bu etken, çoğunlukla, devlet
okullarında ve eski üniversitelerde okumuş olanlar arasında günümüze dek
süregelmiştir. Profesör Gilbert Murray’ın, ((1866-1957): İngiliz bilgin ve
devlet adamı. (C.N.)) bir sorun hakkında karar vermeden önce ilk tepkisinin
sanki “Euripides (İ.O. 5. yüzyılda yaşamış Grek tiyatro yazarı. (C.N.)) bu
konuda ne derdi?
” diye sormak olduğunu hissederiz. Bu görüş
artık gücünü yitirmiştir. Ancak, Rönesans’ta ve onsekizinci yüzyılın Fransız
Devrimi’ne kadarki kesitinde bu görüş egemen olmuştur. Devrimin ünlü hatipleri
kendilerini togalar içinde görürler, sürekli olarak da Roma’nın parlak
erdemlerinden söz ederlerdi. Montesquieu ve Rousseau gibi yazarlar günümüz
yazarlarının herhangi birinin sahip olabileceğinin çok üstünde etkiye
sahiptiler. Amerikan anayasasının, Montesquieu’nun İngiliz anayasası olarak
düşlediği yasa olduğu söylenebilir. Roma hayranlığının Code Napoleon
(Napolyon’un gözetiminde 1804’de yasalaşan Fransız Medeni Kanunu. (C.N.))
üzerindeki etkisinin ayrıntılarından söz edecek ölçüde bir hukukçu değilim.
Sanayi devrimi ile yeni bir çağa, fizik çağına
girmiş bulunuyoruz. Bilim adamları, özellikle Galileo ve Newton, bu çağın
temelini hazırladılar; ancak çağı başlatan, ekonominin tekniğine bilimin girmesi
oldu. Makine çok tuhaf bir nesnedir: bilinen bilimsel yasalar uyarınca çalışır
(öyle olmasaydı zaten üretilemezdi); kendi dışında, insanla, daha çok insanın
fiziksel yaşamıyla ilgili olan belirli bir amacı vardır. Makinenin insanla
ilişkisi, Kalvenci teolojide insanın Tanrı ile olan ilişkisinin aynıdır.
Sanayileşmenin Anglikanlar değil de Protestanlar ve İngiltere Kilisesi
dışındakiler tarafından icadedilmesinin nedeni belki de budur. Makine
analojisinin düşünce dünyamız üzerinde derin etkileri vardır. Dünyaya “mekanik”
bir bakış açısı, “mekanik” açıklama, vb. deyimler kullandığımızda, bunları
fizik yasaları diliyle bir açıklama anlamında kullanırız; ancak, makinenin
teolojik yönünü, yani kendi dışında var olan bir amaca yönelik olduğunu da,
belki de bilinç-dışı olarak, belirtmiş oluruz. Demek
ki, toplumu bir makineye benzetirsek, onun kendi dışında bir tür amacının var
olduğunu düşünmekteyiz. Artık onun Tanrı’yı yüceltmek için var olduğunu
söylemek bizi tatmin etmiyor. Tanrı ile eş anlamlı sözcükler bulma sıkıntımız
da yok: örneğin İngiltere Merkez Bankası, İngiliz İmparatorluğu, Standart
Petrol Şirketi, Komünist Parti, vb. Savaşlarımız da bu eş anlamlı sözcükler
arasındaki çatışmalardır; yani, Ortaçağ’ın Güneş-ve- Ay sorununun tekrarı.
Fizik biliminin güçlü olması, onun günlük
yaşamı büyük ölçüde değiştiren kesin bir bilim dalı olmasından dolayıdır. Bu
değişim onun insanı değil, ortamı etkilemesi ile ortaya çıkmıştır. Aynı ölçüde
kesin ve insani doğrudan etkileyen başka bir bilim dalı var olsaydı fizik
gölgede kalırdı. İşte psikoloji bir gün böyle bir bilim haline gelebilir. Son
zamanlara kadar psikoloji önemsiz bir felsefi laf kalabalığı sayılırdı -
gençliğimde edindiğim eğitimsel psikolojik bilgiler öğrenmeye değer şeyler
değildi. Ancak şimdilerde psikolojiye iki değişik yaklaşım var ve ikisi de
önemli: birisi fizyologların, öteki de psikanalizcilerin yaklaşımı. Bu iki
yaklaşımın sonuçları daha belirgin ve kesin hale geldiğinde, insanların bakış
açısına da giderek psikolojinin egemen olacağı açıktır.
Buna örnek olarak eğitimi ele alalım. Eskiden
yaygın olan görüşe göre eğitime sekiz yaşında ve Latince çekimlerle başlamak
gerekiyordu; bu yaş öncesinde neler olduğu önemli sayılmazdı. İşçi Partisi’ne
temelde hala aynı görüşün egemen olduğu görülüyor; iktidardayen küçüklere
anaokulu açmak yerine, on dört yaş sonrası eğitimi geliştirmeye daha çok önem
verdiler.
Dikkati ileri yaştaki eğitim üzerinde
yoğunlaştırmak, eğitimin gücüne duyulan güven konusunda kötümserliği de içerir;
gerçekten başarabileceği tek şeyin, insanı geçimini kazanır duruma
getirebileceği olduğu düşünülür. Ancak bilimsel yaklaşım, eğitime, çok daha
erken yaşlarda başlamak koşuluyla, eskiden olduğundan çok fazla güç
atfetmektedir. Psikanalizciler eğitime doğumla birlikte başlanmasını isterler;
biyologlar ise daha da önce. Bir balığa iki yanda birer göz yerine, ortada tek
bir göze sahip olmayı öğretebilirsiniz (Jennings, Prometheus, s. 60). Ancak
bunu yapmak için, işe balık doğmadan çok önce başlamanız gerekir. Şimdilik,
memelilerin doğum öncesi eğitimini gerçekleştirmek için birtakım güçlükleri
aşmak gerekiyorsa da, ileride olasılıkla bu da başarılacaktır.
Bana “eğitim”i çok garip bir anlamda
kullandığımı söyleyeceksiniz. Bir balığın görünümünü çarpıtmak ile bir çocuğa
Latince gramer öğretmek arasında ortak olan nedir?
Bana, bu
ikisinin çok benzer göründüklerini söylemeliyim: ikisi de deneycinin zevki
uğruna verilen gereksiz zarardır. Bunun eğitimin tanımı için pek geçerli
olduğunu söyleyemem. Eğitimin özü, bir organizmada teknisyenin amaçları
doğrultusunda bir değişim -ölüm dışında- elde etmektir. Doğal olarak, teknisyen
öğrenciyi geliştirmeyi amaçladığını söyler; ancak bu sözler tarafsız bir
bakışla, doğrulanabilir bir gerçeği yansıtmamaktadır.
Bir organizmayı değiştirmenin türlü yolları
vardır. Bir gözünü kaybeden balık veya apendiksini aldıran adam örneğinde
olduğu gibi, organizmanın anatomisini değiştirebilirsiniz. Metabolizmasını,
örneğin ilaçlarla değiştirebilirsiniz. İlişkiler yaratarak alışkanlıklarını
değiştirebilirsiniz. Normal öğretim de bu sonuncusunun bir özel halidir.
Organizma çok yeni olduğundan, öğretim dışında kalan eğitimde değişim
sağlanabilir. Geri zekalılık ile iyot eksikliği arasındaki bağlantı herkesçe
bilinir. Belki zeki kişilerin, yeterince temiz olmayan kaplarda oluşan bazı
ender bileşimlerin, yiyeceklerine çok az mıktarda istenmeden karıştığı kimseler
olduğunu bir gün keşfedeceğiz. Ya da, belirleyici etken, belki de annenin
hamilelik dönemindeki beslenme yöntemidir. Bu konuda hiçbir şey bilmesem de
semenderlerin eğitimi konusunda insanlarınkinden çok daha fazla bilgi sahibi
olduğumuzu biliyorum. Bunun temel nedeni de semenderlerin ruhları olmadığını
düşünmemizdir.
Erken eğitimin psikolojik yönüne doğumdan önce
başlamak pek olanaklı değildir. Çünkü bu eğitim daha çok alışkanlıklar
edinilmesiyle ilişkilidir; doğum öncesi alışkanlıklar ise doğum sonrasında,
çoğu kez, işe yaramazlar. Ancak ilk yılların karakterin oluşmasındaki çok büyük
önemi sanırım kuşku götürmez. Zihinsel konuların beden aracılığıyla ele
alınmasını savunanlarla doğrudan ele alınmasını savunanlar arasında, bana göre
tümüyle gereksiz olan bir çatışma vardır. Eski ekolden tıp adamları,
Hristiyanlığa içtenlikle inandıkları halde, materyalist olma eğilimindedirler;
ruhsal bozuklukların bedensel nedenleri olduğuna, tedavinin de bu nedenleri
gidererek yapılması gerektiğine inanırlar. Psikanalizciler ise, bunun tersine,
hep psikolojik nedenler ararlar ve onlar üzerinde uğraşırlar. Bana göre, bütün
bu gereksiz çatışmalar zihin-ve-madde dualizmi ile bağıntılıdır.
Bazen dipte yatan fiziksel nedeni, bazen de
dipte yatan psikolojik nedeni bulmak daha kolaydır. Ben, bunların her ikisinin
de aynı zamanda var olduğu ve belli bir durum söz konusu olduğunda, en kolay
bulunabilecek olanı üzerinde durmanın akıllıca olacağı kanısındayım. Bir vakayı
tenturdiyot sürerek, bir başkasını fobiyi ortadan kaldırarak tedavi etmekte bir
tutarsızlık yoktur.
Politikaya psikolojik açıdan bakmaya
çalıştığımızda, konuya doğal yaklaşım, sıradan insanların temel duygusal
dürtülerini ve bunların çevrenin etkisiyle nasıl geliştirilebileceğini
araştırarak ise başlamaktır. Yüz yıl öncesinin ortodoks ekonomistleri
politikacının dikkate alması gereken yegane şeyin elde etmek güdüsü olduğunu
düşünürlerdi. Bu görüş Marx tarafından benimsenmiş ve tarihe ekonomik açıdan
getirdiği yorumun temelini oluşturmuştur. Bu görüş fizikten ve sanayileşmekten
kaynaklanmıştır ve çağımızda fizik biliminin düş gücünü etkileyen egemenliğinin
bir ürünüdür. Günümüzde bu görüşü benimseyenler kapitalistler, komünistler, The
Times gazetesi ve yargıçlar gibi saygın kurum ve kişilerdir. Bu son ikisi,
işsizlik tazminatıyla geçinen bir adamla evlenmek uğruna kazancını feda eden
bir genç kadın görünce şaşkınlıklarını saklayamazlar. Onlara göre mutluluk
gelir ile orantılıdır; evde kalmış varlıklı bir bayan evli bir yoksul bayandan
daha mutlu olmalıdır. Bu düşüncenin doğru olduğunu göstermek için de evli
yoksul bayana acı çektirmek için elimizden gelen herşeyi yaparız.
Psikanalizciler de, ortodoksluğa
ve Marksizme karşı, insanın temel dürtüsünün cinsellik olduğunu söylerler. Onlara
göre elde etme dürtüsü hastalık haline gelmiş bir tür cinsel sapıklıktır. Bu
görüşün yandaşlarının ekonomik görüşü destekleyenlerden çok farklı davranacağı
ortadadır. Bazı patolojik kişiler dışında herkes mutlu olmayı arzular; ancak
insanların çoğunluğu mutluluğu nelerin oluşturduğu konusunda o gün yaygın olan
teoriyi kabullenir. Eğer zenginliğin mutluluk olduğunu düşünüyorlarsa,
cinselliğin zorunlu olduğunu düşünmeleri durumunda davranacaklarından farklı
davranacaklardır. Ben her iki görüşün de tam doğru olmadığı; ancak ikincisinin
birincisinden daha az zararlı olduğu kanısındayım. Burada, ortaya çıkan
mutluluğun nelerden oluştuğu konusunda doğru bir teorinin önemi ortaya çıkıyor.
Meslek seçimi gibi önemli konularda kişi, büyük
ölçüde, teorilerin etkisinde kalır. Eğer yaygın olan teori gerçeğe uygun
değilse, başarılı kişiler mutsuz olacak, ama bunun nedenini bilmeyeceklerdir.
Bu onları öfkeyle dolduracak, bu öfke de bilinç-dışı olarak kıskandıkları
gençleri boğazlama arzusuna yol açacaktır. Çağdaş politikaların çoğu, her ne
kadar ekonomik temellere dayanıyor görünseler de, aslında içgüdüsel doyum
yokluğundan kaynaklanan öfkeye dayanmaktadır; bu doyum yokluğuna da, büyük
ölçüde, revaçta olan hatalı psikolojik görüş neden olmaktadır.
Cinselliğin yeterli olduğunu
sanmıyorum. Cinsellik engellendiği zaman, özellikle politikada, önemli bir
etken olur. Evlenmemiş yaşlı hanımlar, savaş sırasında, biraz da genç
erkeklerce ihmal edilmelerinden kaynaklanan, saldırgan bir tutuma girmişlerdir.
Hala da anormal derecede kavgacıdırlar. Ateşkesten hemen sonra trenle Saltash
köprüsünden geçerken aşağıda demir atmış birçok savaş gemisi gördüğümü
anımsarım. Kompartmandaki iki yaşlıca hanım birbirleriyle “Bunları böyle aylak
yatar görmek ne üzücü,” diye konuşuyorlardı. Doyurulmuş cinsellik ise
politikayı artık etkilemez. Açlık ve susuzluğun politik açıdan daha önemli
olduğunu söyleyebilirim. Ailenin öneminden dolayı, ana-babalık son derece
önemlidir. Rivers bunun özel mülkiyetin kaynağı olduğunu bile öne sürmüştü.
Ancak ana-baba olmak cinsellikle karıştırılmamalıdır.
Yaşamın korunmasına ve nüfusun artmasına hizmet
eden güdüler yanında, genellikle san şöhret diyebileceğimiz şeyle ilgili başka
güdüler de vardır: güç tutkusu, kendini beğenmişlik, ve rekabet. Bunların
politikada çok önemli rol oynadığı şu götürmez. Eğer politikanın yaşamı
çekilmez hale getirmesini istemiyorsak, bu san şöhret güdüleri dizginlenmeli ve
kendi sınırlarını aşmamaları sağlanmalıdır.
Temel güdülerimiz iyi veya kötü değildirler;
etik açıdan notrdürler. Eğitim onların iyi yönde biçimlendirilmesini
amaçlamalıdır. Günümüzde bile Hristiyanların pek hoşlandıkları eski yöntem,
güdüleri engellemeye yöneliktir; yeni yöntem ise güdüleri, onlardan
yararlanacak biçimde şekillendirme yönündedir. Güç tutkusunu ele alalım:
Hıristiyanlığın öngördüğü alçakgönüllülüğü öğütlemenin bir yararı yoktur; o
sadece bu itiyi ikiyüzlülüğe dönüştürür. Yapılacak şey ona yararlı çıkış
yolları sağlamaktır. Doğuştan gelen güdüler binbir yolla tatmin edilebilir -
zulüm, politika, ticaret, bilim sanat gibi. Kişi kendi becerisi doğrultusunda
bir yol seçerek güç tutkusuna bir çıkış yolu sağlar; gençliğinde edindiği
beceri türüne uygun şu veya bu mesleği seçer. Devlet okullarımızın tek amacı
yalnız ve yalnız baskı altına alma tekniğini öğretmektir. Bunun sonucu olarak
da beyaz ırkın sorumluluğunu yüklenen insanlar yetiştirmektedirler. Eğer bu
insanlara bilim yapma olanağı tanınsa çoğu bunu yeğlerdi.
İki konuda ustalaşmış bir kimse genellikle
bunlardan daha zor olanı üzerinde çalışmayı yeğler; hiçbir satrançci dama
oynamaz. Becerinin erdeme yardımcı olması bu yolla sağlanabilir.
Başka bir örnek olarak korkuyu ele alalım.
Rivers tehlike karşısında gösterilen ve her biri belirli koşullarda geçerli
olan dört tur tepki sayıyor:
1. Korkma ve Kaçma
2. Öfke ve Dövüşme
3. Şaşırtmaca
4. Paralize olma
Bunlar içinde en iyisinin üçüncüsü olduğu
ortadadır; ancak, özel beceri sahibi olmayı gerektirir. İkincisi militaristler,
erkek öğretmenler, rahipler, vb. tarafından “cesaret” adı altında övülür. Bütün
yönetici sınıflar kendi bireylerinde bu tepkiyi, egemenlikleri altındaki
toplumlarda da korkma ve kaçmayı oluşturmayı amaçlar. Aynı şekilde kadınlar da
günümüze dek, özenle, ürkek olacak şekilde yetiştirilmişlerdir. İşçi sınıfında
taklitçilik ve sosyal uysallık şeklinde kendini gösteren aşağılık kompleksi
günümüzde de mevcuttur.
Psikolojinin, güç sahiplerinin eline yeni yeni
silahlar vermesi olasıdır. O zaman uysallığı ve ürkekliği
yaygınlaştırabilecekler; kitleleri gittikçe daha çok evcil hayvanlara
dönüştürebileceklerdir. Güç sahipleri derken sadece sermaye sahiplerini değil,
aynı zamanda sendika ve İşçi Partisi’ninkiler dahil, bütün görevlileri
kastediyorum. Her görevli, elinde yetki bulunduran herkes, emri altındakilerin
uysal olmalarını ister. Bu kimseler, emirleri altındakiler, kendilerinin ihsan
etmek lütfunda bulunduğu şeyler için minnettar olacak yerde, nelerle mutlu
olacakları konusunda kendileri karar vermek isterlerse, öfkelenirler. Miras
yoluyla geçiş ilkesi, geçmişte, yönetici sınıfın çoğunluğunun tembel ve etkisiz
kalmasını sağlamıştı. Bu başkalarına şans vermek demekti.
Eğer yönetici sınıf her nesilde kendi
çabalarıyla yükselmiş en dinamik kişilerden oluşursa, sıradan olumlüler için
durum çok karanlık olur. Böyle bir dünyada tembellerin, yani başkalarının işine
karışmak istemeyenlerin haklarının nasıl savunulacağını kestirmek zordur. Gücün
itişip kakışma karşılığında elde edildiği bir dünyada yumuşakbaşlı insanların
da bir şansı olacaksa, gençliklerinde korkusuzluğu ve enerjik olmayı
öğrenmeleri gerekli gibi görünüyor. Demokrasi belki de geçici bir evredir. Eğer
öyleyse, psikoloji, kölelerin zincirlerini perçinlemeye hizmet edecektir. Bu
nedenle, demokrasiyi, baskı tekniği kusursuzluğa erişmeden önce, güçlendirmek büyük
önem taşımaktadır.
Başlangıçta sözünü ettiğim bilimin üç etkisine
geri dönelim. Hükümet şeklinin ne olacağını bilmiyorsak iktidardakilerin
psikolojiden nasıl yararlanacaklarını da tahmin edemeyiz. Her bilim gibi
psikoloji de yetkililerin eline yeni silahlar, özellikle de eğitim ve
propaganda silahlarını verecektir. İleri psikolojik teknikler bunların ikisini
de, karşı koymayı olanaksız kılan bir noktaya kadar geliştirebilir. İktidar
sahipleri barış istiyorlarsa barışçı, savaş istiyorlarsa savaşçı bir toplum
yaratabilirler. Aklı geliştirmek isterlerse akıl, aptallığı geliştirmek
isterlerse de aptallık üretebilirler. Bu bakımdan, geleceği kestirmek
olanaksızdır.
Psikolojinin, düş gücü üzerine birbirine karşıt
iki tür etkide bulunması olasıdır. Bir yandan, gerekirciliğin daha yaygın bir
kabul görmesi beklenir. Meteoroloji bilimi, yağmur duasından yarar
bekleyenlerin çoğunun rahatını kaçırmıştır; ama iyi kalplilik için dua etmek
insanları pek rahatsız etmemektedir. İyi kalpli olmanın nedenleri yağmurun nedenleri
kadar iyi bilinseydi aradaki fark da ortadan kalkardı. Bir Harley Street
uzmanına birkaç sterlin ödemekle bir ermiş olunabilseydi, kendini kötü
emellerden kurtarmak için bir doktor çağırmak yerine dua eden kişi ikiyüzlü
olarak nitelenirdi. Gerekirciliğin yaygınlaşmasıyla çabada bir azalma, manevi
tembellikte de bir artma olabilir -böyle bir etki mantıksal olmasa da. Bunun
bir kayıp mı yoksa bir kazanç mi olacağını kestiremiyorum; çünkü, yanlış
psikoloji ile birarada giden manevi çabanın iyiliği mi yoksa kötülüğü mü
artıracağını bilmiyorum.
Öte yandan, (psikolojinin düş gücü üzerindeki
ikinci tur etkisi sonucu) hem metafiziksel hem de etik maddecilikten kurtuluşa
yol açılır. Genelde kabul görmüş ve uygulamada yararlı sonuç vermiş bir bilimin
konusunu oluşturdukları için duygular daha çok önemsenirdi. Böyle bir etki,
kanımca, tümüyle yararlı olurdu; çünkü mutluluğun nelerden kaynaklandığı
konusunda benimsenmiş olan yanlış fikirleri ortadan kaldırırdı. Psikolojinin
keşif ve bulgular yoluyla yaşam biçimimizde yapabileceği değişiklik konusunda
bir tahmin yapmaya girişmiyorum; çünkü herhangi bir etki yerine bir başkasının
görülmesini beklemek için bir neden göremiyorum. Örneğin, en önemli etki,
zencilere, başka hiçbir yeni beceri kazandırmadan beyazlar kadar iyi dövüşmeyi
öğretmek olabilir.
Veya, tersine, zencileri doğum kontrolü
uygulamaya teşvik etmek için psikolojiden yararlanılabilir. Bu iki farklı
olanak birbirinden çok farklı dünyalara yol açar; birinin mi yoksa ötekinin mi
gerçekleşeceğini, ya da ikisinin birlikte mi gerçekleşeceğini kestirmenin bir
yolu da yoktur.
Son olarak: psikolojinin büyük pratik önemi,
sıradan insanlara mutluluğun nelerden oluştuğu konusunda daha doğru bir fikir
verecek olmasındadır. İnsanlar gerçekten mutlu olursa haset, öfke ve yıkıcı
itilerle dolu olmazlar. Yaşamsal gereksinimler dışında, -en az işçiler için
olduğu kadar orta sınıf için de- en büyük gereksinim cinsel özgürlük, çocuk
sahibi olmak özgürlüğüdür.
Kendileri mutluluğu kaçırmış olan ve başkaları
için de öyle olmasını arzuluyan kötü niyetli insanların engellemesi olmasa,
günümüzdeki bilgi birikimi ile, içgüdüsel mutluluğu sağlamak herkes için
kolaylaşırdı. Mutluluk yaygın olunca kendi kendisini koruyabilirdi; çünkü
günümüzde tüm politikayı oluşturan nefret ve korkuya çağrı yanıtsız kalırdı.
Ancak, psikoloji bilgisi bir aristokrasinin
eline geçer ve onun tarafından kullanılırsa, bilinen kötülüklerin devamına ve
yoğunlaşmasına yol açacaktır. Dünya, ilk ortaya çıkmasından bu yana görülmemiş
ölçüde mutluluk getirebilecek her türlü bilgiyle doludur. Ancak eski
uyumsuzluklar, açgözlülük, haset ve dinsel zulüm yolu kapatmaktadır. Sonucun ne
olacağını bilmiyorum; fakat bunun insanoğlunun şimdiye kadar karşılaştığı her
şeyden daha iyi ya da daha kötü olacağını tahmin ediyorum.
İnsanlık tarihi boyunca, her biri aceleci bir
kişi tarafından tarihin anahtarı olarak yorumlanabilecek, çeşitli dönemsel
salınımlar olagelmiştir. Benim şimdi ele almak istediğim, sentez ve
hoşgörüsüzlükten analiz ve hoşgörüye, sonra yine geriye doğru olan salınımın,
bunlar arasında en önemsizi olmadığı kanısındayım.
Uygar olmayan kabileler hemen hep sentezci ve
hoşgörüsüzdürler. Onlara göre toplumsal geleneklerin dışına çıkılmamalıdır;
yabancılara karşı da büyük kuşku duyarlar. Helenik dönem öncesindeki
uygarlıklar genellikle bu özelliklere sahiplerdi. Özellikle Mısır’da, güçlü
rahipler sınıfı ulusal geleneklerin koruyucusu durumundaydılar ve kendi
uygarlıklarından farklı olan Suriye uygarlığı ile temas sonucu Akhenaton’un
(Akhenaton (veya Amenhotep veya İkhnaton) (T.O. 1410?-1375?) Mısır hükümdarı.
(C,N.)) benimsediği bozguncu kuşkuculuğu püskürtmeyi başarmışlardı. Minos
uygarlığı (İ.O. 3000 ile 1100 yılları arasında Girit’te gelişen uygarlık.
(C.N)) dönemindeki durum ne olursa olsun analitik hoşgörünün tam olarak ilk kez
görüldüğü dönem Grek çağıdır. Bu da, daha sonraki başka örneklerde de olduğu
gibi, yabancılarla iletişim sağlayan ve onlarla iyi ilişkilere gereksinim duyan
ticaretin doğurduğu bir sonuçtur.
Ticaret, son yıllara kadar, bir kişisel girişim
konusu olmuştur. Ticarette önyargılar kazanç için bir engel, laissez faire
(bırakınız yapsınlar) doktrini de başarının anahtarı sayılmıştır. Ancak bu
ticaret ruhu, daha sonraları olduğu gibi, Grek çağında da her ne kadar sanatta
ve düşüncede esin kaynağı olmuşsa da, askeri başarılar için zorunlu olan
toplumsal bütünlüğü sağlayamamıştı. Bu nedenle Grekler önce Makedonya’ya, sonra
da Roma’ya boyun eğdiler.
Romalıların sistemi, temelde sentezci; ayrıca,
tam çağdaş bir şekilde, yani teolojik açıdan değil emperyalist ve parasal
açılardan, hoşgörüsüzdü. Ancak Roma sentezciliği Grek kuşkuculuğu tarafından
yavaş yavaş eritildi ve yerini Rönesans dönemine kadar dünyaya egemen olan,
Hristiyan ve müslüman sentezlerine bıraktı. Rönesans Batı Avrupa’da kısa süren
çok parlak bir entellektüel ve sanatsal döneme yol açtı; onu da politik kaos ve
sade insanların bu türden saçmalıkları bırakıp din savaşlarında birbirlerini
öldürmek gibi ciddi işlere el atma kararlılığı izledi. Ticaretle uğraşan
İngiltere ve Hollanda, Reformasyon ve Karşı-Reformasyon hoşgörüsüzlüğünden ilk
sıyrılan ülkeler oldular; onlar da birleşip Roma yanlılarıyla savaşmak yerine
birbirleriyle savaşarak hoşgörülerini kanıtladılar. İngiltere de, Eski
Yunanistan gibi, komşuları üzerinde çözücü bir etki yaptı ve bu ülkede
demokrasi ve parlamenter rejim için gerekli olan ölçüde kuşkuculuk yavaş yavaş
gelişti. Hoşgörüden yoksun bir çağda bu kurumlar ender olarak olanaklıdırlar ve
bu nedenle de yerlerini faşizme ve bolşevizme bırakma eğilimindedirler.
Ondokuzuncu yüzyıl dünyası, genellikle
sanıldığından daha çok, 1688 (Katolik kral James 2’ye karşı ayaklanma. (C.N.))
devriminde somutlaşan ve John Locke (1632-1704) tarafından ifade edilen
felsefenin bir ürünüdür. Bu felsefe 1776’da Amerika’da ve 1789’da Fransa’da
(1776: Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi, 1789: Fransız devrimi. (C.N.)) egemen
oldu ve sonra da bütün batı dünyasına yayıldı. İngiltere’nin sanayi devrimi ve
Napolyon’u yenmesi sonucu kazandığı prestij bunda büyük etken olmuştur.
Bu durumda bir tutarsızlık olduğu ancak yavaş
yavaş farkedildi. Locke’un ve ondokuzuncu yüzyıl liberalizminin fikirleri sınai
değil ticari nitelikteydi. Sanayiciliğin felsefesi, serüvenci denizaşırı
tüccarlarınkinden tümüyle farklıdır. Sanayicilik sentezcidir; büyük ekonomik
birimler oluşturur, toplumu daha organik hale getirir ve bireyci dürtülerin
bastırılmasından yanadır. Bunun yanısıra, sanayiciliğin ekonomik örgütlenmesi
hep oligarşik nitelikte olmuş ve siyasal demokrasi ne zaman başarıya ulaşıyor
görünse onu etkisiz hale getirmiştir. Bu nedenlerle öyle görünüyor ki, her yeni
çağda olduğu gibi, rakip inanlar ve felsefeler arasında çatışmaya götüren yeni
bir sentezci hoşgörüsüzlük çağına girmekteyiz.
Bugün dünyada sadece iki tane büyük devlet
vardır: Birleşik Amerika ve Sovyetler Birliği. Bunların nüfusları birbirine
eşit gibidir; etki alanlarındaki öteki ülkelerin nüfusları da öyle.
Batı Avrupa ile Amerika
kıtasındaki diğer ülkeler Amerika Birleşik Devletleri’nin; Türkiye, İran ve
Çin’in büyük bölümü Sovyetler’in etki alanındadır. Bu bölünme, Ortaçağ’daki
Hristiyanlarla müslümanlar arasındaki bölümünü andırmaktadır. Aynı türden inan
farkı, aynı amansız düşmanlık, daha büyük ölçülerde olsa da, benzer bölge
bölünümü söz konusudur. Ortaçağ’da, Hristiyan devletler arasında, müslüman
devletler arasında nasıl savaşlar olduysa, bu iki büyük grup içinde de savaşlar
olacaktır; ancak bu savaşların er veya geç, gerçek barış antlaşmalarıyla son
bulmasını umabiliriz. Halbuki bu iki büyük grup arasında, sadece, her ikisinin
de bitap düşmesi sonucu gerçekleşen ateşkes anlaşmaları yapılacaktır. İki
taraftan birinin zafere ulaşacağını, ya da çatışmadan bir yarar elde edeceğini
sanmıyorum. Her iki grup da diğerini kötü niyetli olarak gördüğü ve ondan
nefret ettiği için çatışmanın sürüp gideceği görüşündeyim.
Kuşkusuz, gelişmenin mutlaka bu yolda olacağını
söylemiyorum. Bilim şimdi olduğundan çok daha ileri bir aşamaya ulaşıncaya
kadar, beşeri olaylar söz konusu olduğunda, geleceğin belirsiz olması
kaçınılmazdır. Ben, sadece, bu doğrultuda gidişe yol açabilecek etkin kuvvetler
bulunduğuna dikkat çekiyorum. Bu kuvvetler psikolojik olduğundan insan kontrolü
kapsamındadırlar. Bu nedenle, gücü elinde bulunduranlar inan savaşları içeren
bir gelecek istemiyorlarsa onu önlemek de ellerindedir. Gelecek hakkında salt
fiziksel düşüncelere dayanmayan olumsuz bir kehanette bulunurken, gelecekten
söz eden kişinin amaçlarından biri de kendi tahminlerinin yanlışlığını ortaya
koymaları yolunda insanları çaba göstermeye yöneltmektir. Kötülüğün habercisi, eğer
insan sevgisi taşıyan bir kişiyse, kendisine karşı nefret duyulmasını sağlamaya
çalışmalı ve kehanetleri doğru çıkmazsa çok üzüleceği izlenimini vermelidir. Bu
girişten sonra inan savaşlarına yol açan nedenleri; eğer onları önlemek
istiyorsak alınması gereken önlemleri gözden geçirelim.
Yakın gelecekte, onsekizinci ve ondokuzuncu
yüzyıllarda yaşanan hoşgörüsüzlükten daha büyük ölçüde, etkin bir
hoşgörüsüzlüğün var olacağı beklenmektedir. Bu beklentinin temel nedeni de
büyük ölçekli seri üretimin ucuzluğudur. Bunun tröstlere ve tekellere yol
açacağı ise, en azından Komünist Manifesto kadar, eski ve herkesçe bilinen bir
şeydir. Bizi şimdilik ilgilendiren, entellektüel bağlamda ortaya çıkacak
sonuçlardır. Bugün düşünce kaynaklarını birkaç elde toplayarak onları kontrol
altında tutma yolunda gittikçe artan bir eğilim vardır; bunun sonucu olarak da
azınlığın düşünceleri etkili olarak dile getirilme şansını yitirmektedir.
Bu yoğunlaşma Sovyetler Birliği’nde,
yönetimdeki parti yararına olarak, politik açıdan ve bilinçli olarak
gerçekleştirilmiştir. Önceleri böyle bir yönetimin başarılı olabilmesi kuşkulu
görünüyordu; ancak yıllar geçtikçe başarı olasılığı giderek kuvvetlenmektedir.
Ekonomik uygulamada bazı ödünler verilmişse de, ekonomik ve politik teoride ya
da felsefi bakış açısında bu yapılmamıştır. Komünizm gittikçe daha çok
gelecekteki bir cennetle ilgilenen, günlük yaşam biçimiyle ise gittikçe daha az
ilgilenen bir inana dönüşmektedir.
Bu inanı sorgulamadan kabul eden ve oluştuğu
yıllarda onunla ilgili etkin bir eleştiri duymamış olan yeni bir kuşak
yetişmektedir. Edebiyat, basın ve eğitim üzerinde şimdi uygulanan denetim bir
yirmi yıl daha böyle sürerse -sürmeyeceğini varsaymak için de bir neden yoktur-
komünist felsefe enerjik kitlenin ezici çoğunluğunun kabul ettiği felsefe
olacaktır. Buna karşı gelenler de çıkacaktır. Bir yanda olayların, ulusal
yaşamın genel gidişinin dışında kalan ve sayıları giderek azalan küskün
yaşlılar; öte yanda da, etkileri uzun yıllar önemsemeye değmeyecek düzeylerde
kalan birkaç özgür düşünür. Özgür düşünürler her zaman var olmuşlardır
-onüçüncü yüzyılda İtalyan soylularının çoğu Epikür yanlışıydı.
Bu kimseler ancak bazı rastlantısal hallerde,
örneğin şimdiki Meksika’da olduğu gibi, fikirleri, ekonomik ve politik
nedenlerle, önemli kesimler için yarar sağladığında önem kazanırlar. Bu da
Resmi Kilise’nin biraz sağduyu kullanmasıyla her zaman önlenebilir. Rusya’daki
Resmi Kilise’den de bu kadarcık sağduyu göstermesi beklenebilir. Genç köylüler
eğitimin yaygınlaşmasıyla sürüye katılmaktadırlar; köylülerin yaşantısında
bireyselciliğe gittikçe daha çok ödün verilmesi de onların teoriyi
benimsemelerini kolaylaştırmaktadır.
Ekonomik sistemin uygulanmasında ne kadar az
komünizm olursa genellikle benimsenen inan da o kadar çok yaygınlaşacaktır. Bu
süreç yalnız Rusya’ya ya da Sovyetler Birliği’ne dahil ülkelere özgü değildir.
Çin de aynı süreç içine girmektedir; çok güçlenmesi de olasılık dışı değildir.
Çin’de güçlü olan hangi hareket varsa -özellikle de milliyetçi hükümet-
Rusya’nın etkisiyle başlamıştır. Güney ordularının askeri başarısı Rusların yol
göstermesiyle örgütlenen propaganda sayesinde gerçekleşmiştir. Eski dinlere
-budizm ve Taoizme- bağlı olan Çinliler politik bakımdan geri kafalıdırlar.
Hıristiyanlar ise, yabancılara karşı, milliyetçileri rahatsız edecek ölçüde
dostcadır. Aslında, milliyetçiler yerli olsun yabancı olsun bütün eski dinlere
karşıdırlar. Rusya’nın yeni dini, hem “gelişme”nin son örneği olması, hem de
siyasal bakımdan dost olan bir devletle, gerçekte yegane dost devletle ilintili
olması nedeniyle, yurtsever aydınlara çekici gelmektedir. Bu yüzden Çin’in
uygulamada komünizme geçmesi akla uzak geliyorsa da, bolşevik felsefesini
benimsemesi pekala olasıdır.
İngilizlerin “geri kalmış” ülkelerle olan
ilişkilerinde düştükleri en büyük yanılgı geleneklerin gücüne çok fazla
güvenmek olmuştur. Çin’de, Çin klasiklerini oldukça iyi bilen, yaygın boş
inanları anlayan, yaşlı ve tutucu okumuş yazmışlarla dostluk kurmuş birçok
İngiliz bulabilirsiniz. Yeni Çin’i anlayan ve ona bilgisizce bir aşağılama ile
bakmayan birisine ise pek rastlayamazsınız. Bu kimseler, Japonya’daki kabuk
değiştirmeye rağmen, Çin’in geleceğini geçmişine bakarak değerlendirmeyi
sürdürürler ve büyük ve hızlı bir değişimin olanaksız olduğunu varsayarlar.
Bunun bir düş yanılgısı olduğundan eminim. Japonya’da olduğu gibi Çin’de de,
Batı’nın ekonomik ve askeri gücü Batı’ya prestij sağlamakla beraber, ondan
nefret edilmesine de neden olmuştur. Rusya olmasaydı bu nefret etkisiz kalırdı.
Ama şimdi Rusya, Batı egemenliğinden kurtulma konusunda bir model oluşturmakta
ve az çok benzer bir yolda yürümek için Çin’e yardımcı olmaktadır. Bu koşullar
altında hızlı bir değişim çok olanaklıdır. Daha önce eğitimsiz olan bir
toplumda hızlı bir değişim her zaman kolaylıkla gerçekleştirilebilir; çünkü
hükümetin saygınlığı ile desteklenen bir eğitim, gençlerin cahil büyüklerini
küçümsemesine yol açar.
Bu nedenle, yirmi yıl sonra bolşevik
ideolojinin bütün Çin’de iktidara gelmesi ve Rusya ile yakın bir siyasal
ittifak içine girmesi hiç de olasılık dışı değildir. Bu ideoloji, eğitim
yoluyla, yavaş yavaş dünya nüfusunun yaklaşık yarısına aşılanacaktır. Bu arada
öbür yarısında neler olabilir?
Yerleşmiş tutuculuğun statükoculuk ve gelenek
avantajlarına sahip olduğu Batı dünyasında daha yumuşak yöntemler yeterlidir;
gerçekten de, mevcut yöntemler, genelde, belirli bir amaca yönelik olmadan
ortaya çıkmışlardır. Ortaçağ kalıntılarının etkisi nedeniyle, çağdaş inan
Avrupa’da katiksiz haliyle görülmez. Sanayi kapitalizminin en özgür şekilde
uygulandığı ve özelliklerini açıkça gösterdiği yer Amerika Birleşik
Devletleri’dir. Dünya devletleri arasında en büyüğü Amerika olduğu için, Batı
Avrupa da yavaş yavaş onun izinde gitmek zorunda kalmaktadır.
Bunu söylerken, örneğin Amerikan göçmen
topluluklarında hala varlığını sürdüren, gerilerde kalmış bir Avrupa inanı olan
tutucu protestanlığı benimsememiz gerektiğini kastetmiyorum. Amerika’nın tarım
kesimi, uluslararası önem taşıyan veya Amerika’nın geleceğine biçim verecek
olan kesim değildir. Yeni ve önemli olan, sanayi inanıdır. Bu inan Rusya’da bir
biçim, Amerika’da başka bir biçim almıştır. Dünya için önemli olan da bu ikisi
arasındaki zıtlıktır.
Rusya gibi Amerika’nın ideali de gerçekleşmiş
değildir; ama yine de değer yargıları teorik açıdan bu ideale uydurulmuştur.
Rusya’nın ideali komünizmdir; Amerika’nın ideali ise serbest rekabet. Yeni
ekonomi politikası Rus idealine nasıl ayakbağı oluyorsa tröstler de Amerikan
idealine aynı şeyi yapmaktadır. Komünistler, örgütler bazında düşünür; tipik
Amerikalı da bireyler bazında. “Tahta kulübeden Beyaz Saraya” sözleri genç
politikacıların önüne koyulan idealin bir ifadesidir. Ekonomik alanda buna
benzer bir ideal de iş hayatında ilerlemeyi sağlayan sistemlerin reklamlarını
esinler. Herkesin Beyaz Saray’da oturmasının veya şirket başkanı olmasının
olanak dışı olması gerçeği, idealin bir eksikliği olarak düşünülmez; sadece,
gençleri rakiplerinden daha çalışkan ve kurnaz olmaya iteleyen bir öğe olarak
algılanır. Amerika’nın henüz kalabalıklaşmadığı dönemlerde, çoğu kimsenin,
başkalarının omuzlarına basmadan oldukça büyük başarılara erişmesi olanaklıydı.
Şimdi bile, eğer amaçlanan şey güç değil de maddi refah ise, Amerika’daki bir
işçinin Avrupa’daki bir serbest meslek sahibinden daha zengin olma olanağı
vardır.
Ancak güç artık giderek bazı odaklarda
yoğunlaşmaktadır ve dışlanmış olanların da kendi paylarını istemeleri tehlikesi
vardır. Ulusal inancın bir bölümü bu tehlikeyi en aza indirecek şekilde
planlanmıştır. Napolyon-vari bir düstur, La carriere ouuerte aux talents (Mesleğin
kapısı yeteneklilere açıktır) sözleri çok işe yarar; gerisi başarıyı toplumsal
değil bireysel bir olgu olarak göstermeye kalır. Komünist felsefede hedef bir
kesimin ya da bir örgütün başarısıdır; Amerika’da ise bireyin başarısı.
Sonuçta, başarısız birey sosyal sisteme öfkelenmek yerine kendi
yetersizliğinden utanç duyar. Alışık olduğu bireyci felsefe, toplu eylem
sayesinde herhangi bir yarar sağlanabileceğini düşünmesini engeller. Bu
nedenle, gücü elinde bulunduranlara karşı bir muhalefet yoktur; bu da onları
zenginleştiren ve dünya çapında etkili yapan bir sosyal sistemin tadını
çıkarmakta özgür kılar.
İnsanların gerek duydukları şeylerin eşit
olarak dağıtıldığı bir dönem hiçbir zaman var olmamıştır. Oturmuş bir sosyal
sistemde, daha az şanslı olanların kaderlerini kabul etmelerini sağlayan bir
sistem var olmalıdır; bu da genellikle bir tür inana dayanır. Ancak bir inanın,
geniş bir kütle tarafından kabul edilmesini güvenceye almak için, bütün
topluma, gözardı ettiği haksızlıkları karşılayacak ölçüde yarar da sunması
gerekir. Amerika’da teknik gelişimi ve maddi refah düzeyinin yükselmesini
sunar. Bu ikincisini sonsuza kadar sağlamaya gücü yetmeyebilir; ama bir süre
daha başarma olasılığı vardır. Rusya’da ise, sadece sermaye sahiplerinin değil,
herkesin yararına yönetilen bir sanayileşme kavramını sunar.
Rus işçisinin Amerikalı işçiye göre daha yoksul
olduğu kuşkusuzdur. Ancak o başkalarını zenginleştirmek ve yüceltmek için
gereksiz yere cefa çekmediğini, kendi hakkı olanı aldığını bilerek -en azından
öyle sanarak avuntu bulur. Bunun da ötesinde, kendini, birbirleriyle mücadele
eden birimlerden birinin üyesi olarak değil, sıkı bir işbirliği içindeki bir
toplumun bir birimi olarak hisseder.
Sanırım burada Amerika ve Rusya’daki inanların
özüne inmiş oluyoruz. Protestan geleneği ve yüz yıl süren öncü ruhu ile
yaşaması sonucu şekillenmiş olan bakış açısına göre, Amerika, yoksulluktan
zenginliğe erişme yolunda girişilen bireysel uğraşın, başkasından yardım
istemeden, bireysel çaba yoluyla yapılması gerektiğine inanır. Bir orman adamı
gibi vahşi doğa ile savaşmaktadır. Gerçekte rakipleri olan kişilerle
savaşıyorsa da bu üzerinde durmaya değer bir konu değildir. Belki de, bütün
yaşamı boyunca, maddi refah uğruna zihinsel dürüstlüğünü feda eden ve
fikirlerini özgürce ifade etmekten yoksun bir köle durumunda olacağını
vurgulamak pek nazik bir davranış olmaz. Açıklamaması gereken düşüncelerin hoş
olmayan düşünceler olduğu ortadadır; bunlar konusunda dilini tutmaya zorlanması
ise, yalnızca, anarşik dürtülere karşı sağlıklı bir sınırlama getirmek
demektir. Orta yasa geldiğinde kendisi de artık bu görüşle tam bir uyum
içindedir.
Rusya’da ise, bunun tersine
Bizans Kilisesi, Tatarlar ve Çarlık, bireyin bir hiç olduğunu insanların
beynine zaten damgalamıştır; daha önce Tanrı ya da Çar yoluna feda ettiği
şeyler toplum uğruna daha kolay feda edilebilir. Rus komünistleri Batı’daki
sempatizanlarından, temelde bireye saygı duymamalarıyla ayrılırlar (Bkz. Rene
Fulop-Miller’in Geist und Gesicht der Bolşchewişmuş - Bolşevizmin Ruhu ve
Görünümü). Bu konuda ruha ve ölümsüzlüğe inanan Bizanslı seleflerinden daha
katı olabilirler. Sovyet yöneticileri ruhu ortadan kaldırdıktan sonra Leviathan
(İncil’de sözü edilen, bazen timsaha, bazen yılana, bazen de balinaya
benzetilen deniz canavan. (C.N.)) benzetmesini bir Hristiyandan daha içtenlikle
kabul edebilirler. Onlar için Batı’nın bireyselliği, Menenius Ağrıppa masalında
olduğu gibi, bedenin çeşitli organlarını, kendi başlarına yaşamaları için
ayırmak kadar abestir. Sanat, din, etik, aile konularına, daha doğrusu her
konuya, bakış açıları bu temele dayanır.
Batı’daki sosyalistler, arasıra, toplumun büyük
öneminden, sanki onlar da aynı fikirdelermiş gibi söz ederler; ancak nadiren
öyledirler. Örneğ’ın, uzak bir yere göç eden bir adamın karısını ve çocuklarını
birlikte götürmek istemesini doğal bulurlar. Çok daha katı olan Doğu
komünistleri ise bunu sadece bir duygusallık olarak algılar. Çocuklarına
devletin bakacağını, gideceği yerde eskisini aratmayacak yeni bir eş
bulabileceğini söylerler. Doğal sevginin gerekleri önemsiz sayılır. Gerçi
kapitalist toplumlarda bu tür şeyler günlük yaşamda hoşgörüyle karşılanır, ama
teorilerine aynı ölçüde yansımaz. Lenin’in öğretilerinin bu söylediklerime ters
düştüğü de doğrudur. Sanırım, bunun bir tutarsızlık olduğu, doğal insanın teori
kabuğundan bir fışkırması olduğu kabul edilmelidir. Koyu bir komünistin,
Lenin’in somut bir kişi olarak değil, bir Kuvvet’in somutlaşması olarak saygı
gördüğünü söyleyeceğini düşünüyorum. O da, zamanla, teorik olarak, Logosb kadar
soyutlaşabilir.
Rus felsefesinin yavaş yavaş, ya da bir anda,
Batı’ya egemen olacağını düşünenler olmuştur. İlk bakışta önemli görülebilecek
bazı düşünceler bu görüşü desteklemektedir. Komünist felsefenin sanayi
toplumuna kapitalist felsefeden daha uygun olduğu kuşku götürmez; çünkü
sanayileşmenin bireylerden çok, örgütlerin önemini artırması kaçınılmazdır.
Bundan başka, toprak ve doğal kaynak mülkiyetinin sanayiden çok tarım rejimine
özgü olması doğaldır. Toprağın özel mülkiyeti iki yoldan edinilmiştir: birisi,
her yerde kılıç hakkına dayanan aristokratik yol, ikincisi de, çiftçinin
işlediği toprağa sahip olma hakkına dayanan demokratik yol. Bir sanayi
toplumunda bu iki hak da mantıksız ve anlamsızdır.
Maden sahiplerinin, madeni işletenlerden pay
almaları ve kentsel taşınmaz mal sahiplerinin kira almaları uygulaması
aristokratik yoldan edinilen toprak mülkiyetinin anlamsızlığını ortaya
koymaktadır; çünkü mal sahibinin elde ettiği gelirin herhangi bir toplumsal
yararı olduğu söylenemez. Toprağı işleyen köylünün o toprağa sahip olma hakkı
da aynı ölçüde anlamsızdır. Bir Boer çiftçisinin toprağında bulduğu altından
elde ettiği zenginlik onun topluma yaptığı herhangi bir hizmet nedeniyle
kazanılmış değildir.
Kente yakın bir yerde çiftlik sahibi olan
kişinin o bölgenin kentleşmesiyle elde ettiği zenginlik için de aynı şey
geçerlidir. Yalnız özel mülkiyet değil ulusal mülkiyet bile aynı kolaylıkla
anlamsız sayılabilir. Mısır ve Panama Cumhuriyeti’nin kendi topraklarındaki
kanalların kontrolünü elde tutmaları gerektiğini öne sürmek saçmadır;
gelişmemiş ülkelerin topraklarında bulunan petrol gibi şeylerin kontrolünde
mutlak hakları olduğunu öne sürmek de kötü sonuçlara yol açmaktan başka bir
şeye yaramaz. Önemli hammaddelerin uluslararası bir yönetim altına alınması yolundaki
teorik sav son derece çekicidir; zengin eşkiyanın hammaddelerden yararlanma
için dünyayı haraca bağlamasını kabullenmemize yol açan tek şey tarımsal
gelenektir.
Sanayi toplumları tarım toplumlarına kıyasla
çok daha sıkı bağlantılar içindedirler ve kişilere verilecek yasal yetkiler,
tarım toplumlarında büyük sakıncalara yol açmasa da, sanayi toplumları için son
derece tehlikeli olurlar. Ayrıca, sosyalistlerin safında yer alan haset
duygusuna (başka deyişle adalet duygusuna) da yol açacağı ortadadır. Bütün bu
düşüncelere karşın, önümüzdeki yüz yıllık bir süre içinde sosyalist görüşün
Amerika’da yaygınlaşacağını sanmıyorum. Amerika sosyalist düşünceyi
benimsemediği sürece de onun ekonomik yörüngesindeki hiçbir ülkenin, sosyalizmi
en ufak bir ölçüde bile uygulamasına izin verilmeyecektir. Bunun örneği Dawes
Planış uyarınca Almanya’da demiryollarından, devlet mülkiyetinin kaldırılması
sırasında yaşanmıştı.
Amerika’nın sosyalist olmayacağını söylemem,
Amerika’daki refahın süreceği yolundaki inanışım nedeniyledir. Amerika’daki bir
işçi sosyalist ülkelerdeki bir işçiden daha zengin olduğu sürece, kapitalist
propagandanın değişim yanlısı savları çürütmesi mümkün olacaktır. Bu bağlamda,
daha önce sözünü ettiğim geniş-ölçekli-üretim ekonomileri son derece büyük önem
taşımaktadır. Aralarında anlaşmış basın, milyonerlerin parasal destek verdiği
yüksek öğretim, milyonerlerin bağışlarından yararlanan ve kilisenin kontrolünde
olan ilköğretim, reklam yoluyla hangi kitapların daha çok satacağını
kararlaştıran ve bu kitapları az sayıda basılabilen kitaplardan daha ucuza
maleden iyi örgütlenmiş kitap yayıncılığı, radyo, ve hepsinden çok, bütün Batı
dünyasında gösterilerek kazanç getiren çok pahalı filmlerin yapıldığı sinema:
bütün bunlar tekdüzeliğe, düşünce ve haberlerin bir merkezden yönetimine,
yalnızca güç odaklarınca onaylanan inanç ve felsefelerin yayılmasına olanak
sağlamaktadır.
Bu tür propagandaların bütünüyle kaçınılmaz ve
sonuçta karşı koyulmaz olduğunu sanmıyorum. Ancak, kanımca, önerdiği rejim
sıradan insanlara başarılı olduğu izlenimini verdiği sürece, bu propagandanın
etkisini sürdürmesi olasıdır. Savaşta yenilgiye uğramak, ki bu herkesin
anlayabileceği bir başarısızlık işaretidir, rejimi sarsabilir; ancak,
Amerika’nın bir savaşta yenilme olasılığı şimdilik yoktur. Bu nedenle,
İngiltere’nin başarılı olduğu ondokuzuncu yüzyılda parlamenter yönetim tarzına
gösterilen yaygın bağlılığı Amerika’daki Amerikan sistemi için de
bekleyebiliriz. Eskimiş anlamıyla teolojik görüş ayrılıkları Doğu ile Batı
arasındaki ekonomik inan ayrılıklarını, kuşkusuz, daha da güçlendirecektir.
Amerika’nın Hristiyanlığı, Doğu’nun ise Hristiyan- karşıtlığını sürdürmesi
beklenebilir.
Evlilik ve aile konularında, Amerika’nın
Hristiyan doktrinlerine karşı yapmacık bağlılığını sürdürmesi, Doğu’nun da
bunları köhne boş-inanlar olarak algılaması beklenebilir. İki tarafta da geniş
ölçüde ve acımasızca haksızlıklar yapılacağı; her iki tarafın da ötekindeki bu
haksızlıklardan haberdar, kendisindekilerden ise habersiz olması beklenebilir.
Örneğin, pek az Amerikalı Sacco ve Vanzetti (Nicolo Sacco ve Bartolomeo
Vanzetti: İtalyan asıllı Amerikalı anarşistler. Gasp ve öldürme suçlarından
dolayı 1920’de gerçekleşen idamları uluslararası protestolara neden olmuş; çoğu
kişi onları politik önyargıların kurbanları olarak nitelemiştir. (C.N.)
hakkındaki gerçeği bilir. Başka birisinin suçu kendi işlediğini itiraf etmesine
ve kanıtları toplayan polisin bunların “tertip” öldüğünü kabul etmesine karşın,
adam öldürmek suçundan ölüme mahkum edilmişlerdi. Suçu itiraf eden kişinin
bozuk sicilli olması yeni bir dava açılmasının reddedilmesinin nedenlerinden
biriydi. Anlaşılan, Amerikan yargıçlarına göre sadece iyi karakterli kişiler
cinayet işliyorlar. Sacco ve Vanzetti’nin gerçek suçları ise anarşist
olmalarıydı. Bütün bunlar, kuşkusuz, Rusya’da da bilinmektedir ve
kapitalistlerin adaleti konusunda olumsuz düşüncelere yol açmaktadır.
Bunun gibi, Rusya’daki patriklerin ve sosyal
devrimcilerin duruşmaları da Amerika’da bilinmektedir. Böylece, her iki taraf
da diğerinin kötülükleri hakkında bol bol kanıt toplamakta; ancak kendi
ülkelerindeki kötülüklerden habersiz kalmaktadır.
Bir süre önce California Üniversitesi’nde bir
profesörle tanıştım; Mooneyi (Tom Mooney (1882?
- 1942): Bir bombalama suçlamasıyla 1916’da
mahkum edilip 1939’da affedilen Amerikalı sendika lideri. (C.N.)) adını hiç
duymamıştı. Mooney işlememiş olabileceği bilinen bir adam öldürme suçundan
dolayı bir California cezaevinde yatmaktaydı. Kerenski rejimi sırasında Rus
hükümeti bu dava hakkında Amerikan hükümeti nezdinde resmi girişimde bulunmuş
ve Başkan Wilson’un görevlendirdiği soruşturma komitesi onun suçlu olduğunu
gösterecek kanıtlar bulunmadığını bildirmişti. Ancak o bir komünistti.
Böylece görülüyor ki, düşünceden dolayı yapılan
zulme her ülkede göz yumulmaktadır. İsviçre’de bir komünisti öldürmek yasal
olduğu gibi, bunu yapan kişi bir daha cinayet işlerse, sabıkası olmadığı
gerekçesiyle beraat eder. Bu tutuma karşı, Sovyet Cumhuriyeti dışında, hiçbir
ülkede tepki gösterilmemektedir. Bu bağlamda, kapitalist ülkeler içinde en
iyisi Japonya’dır. Orada, iki ünlü anarşisti ve onların küçük yeğenlerini
-oğulları sanarak- karakolda boğarak öldüren polis, bir kahraman haline
gelmesine ve okul çocuklarına onu öven kompozisyonlar yazdırılmasına karşın,
hapse mahkum edilmişti.
Bütün bu nedenlerle, mevcut rejimin sokaktaki
insana başarılı göründüğü, ya da Amerikan ekonomik etkisinin egemen olduğu bir
ülkede, yakın bir gelecekte komünist inanının benimsenmesi olasılığını
görmüyorum. Tam tersine, statükonun korunması için, güç odaklarının gittikçe
daha tutucu olmaları ve toplumdaki bütün tutucu güçleri desteklemeleri olası
görünüyor. Bu odakların en güçlüsü de, kuşkusuz dindir. Almanya’da krallığın
mal varlığı hakkındaki halk oylamasında, kiliseler bunların kamulaştırılmasının
Hristiyanlığa aykırı olduğu konusunda resmen karar aldı. Böyle kararlar
ödüllendirilmeyi hakederler. Kuşkusuz ödüllendirileceklerdir de.
Kapitalist ülkelerde, eğitimin zenginler
yararına olacak biçimde, daha sıkı kontrolünü sağlamak amacıyla, örgütlenmiş
dinin, özellikle de Katolik Kilisesi’nin, gittikçe daha da güçlenmesi
beklenebilir. Bu nedenle, Batı ile Rusya arasında temelde ekonomik olan
karşıtlığın giderek bütün inanç alanlarına yayılması olasıdır. İnanç sözü ile
kastettiğim, doğrulukları kanıtlanmamış olan konularda var olan dogmatik
kanılardır. Kuşkusuz, bütün bu kötülükler bilimsel yaklaşımın, yani kanıları
önyargılar yerine kanıtlarla oluşturma alışkanlığının yayılmasıyla önlenebilir.
Ancak, her ne kadar sanayide de bilimsel teknik gerekliyse de, bilimsel
yaklaşım daha çok ticaretle ilintilidir; çünkü zorunlu olarak bireyseldir ve
iktidarın etkisinde değildir.
Bu nedenle bilimsel yaklaşımın, sadece, çağdaş
yaşamın ana mecrası dışında kalan Hollanda,
Danimarka, İskandinavya gibi küçük ülkelerde
varlığını sürdürmesini bekleyebiliriz. Öte yandan, bir yüzyıl kadar sürecek bir
çatışma döneminden sonra, Otuz Yıl Savaşları sonrasında olduğu gibi, her iki
tarafın giderek yorgun düşmesi de olasılık dışı değildir. O zaman sıra yine
dogmatik konularda geniş görüşlü olan kişilere gelecektir.
Önümüzdeki mücadele konusunda benim kişisel
tutumum Erasmuş’unkin gibidir: iki tarafı da bütün kalbimle desteklemem
olanaksızdır. Birçok noktada Amerikalı büyük sermaye sahiplerinden çok,
bolşeviklerle aynı fikirdeyim; ancak onlann felsefesinin kesin doğru olduğuna,
ya da mutlu bir dünya yaratabileceğine inanamıyorum. Rönesans’tan bu yana hep
yükselişte olan bireyciliğin çok ileri gittiğini; eğer sanayi toplumlarının
istikrarlı olması ve sıradan kadın ve erkekleri yaşamlarından hoşnut kılması
isteniyorsa, daha güçlü bir işbirliği ruhuna gerek olduğunu kabul ediyorum.
Bolşevik felsefesindeki güçlük, örgütlenme ilkelerinin ekonomiye dayanmasından;
buna karşılık, insan içgüdüleriyle uyumlu olacak gruplaşmaların biyolojik nitelikte
olmasından kaynaklanmaktadır. Aile ve ulus biyolojik, tröst ve sendika
ekonomiktir. Biyolojik gruplaşmaların günümüzde yol açtığı kötülükler
yadsınamaz; ancak ben toplumsal sorunların bu grupları oluşturan içgüdüleri yok
sayarak çözülebileceğine inanmıyorum.
Eminim ki, örneğin, bütün çocuklar ana- babanın
katkısı olmadan devlet kurumlarında eğitilirlerse; kadın ve erkeklerin büyük
bir bölümü hem çaba gerektiren faaliyetler için gerekli dürtüyü yitirirler, hem
de bir huzursuzluk ve can sıkıntısı içine düşerler. İfadesini kara ve deniz
kuvvetlerinde bulmayan milliyetçiliğin de bir yeri vardır; ona uygun alan da
siyasal değil, daha çok kültüreldir. İnsanlar eğitimin ve kurumların etkisiyle
büyük ölçüde değişebilirler. Ancak bu değişim temel içgüdüleri saptıracak
şekilde gerçekleşirse sonuç canlılığın yitirilmesi olur. Bolşevikler psikolojik
önemi olan tek güdü ekonomik içgüdüymüş gibi konuşurken kesinlikle
yanılmaktadırlar.
Batı’nın rekabete dayalı toplumu da bu
yanılgıyı paylaşır; ancak Batı bu konuda daha az açık sözlüdür. Çağımızın temel
yanılgısı, bana göre, yaşamın ekonomik yönünün gereğinden çok vurgulanmasıdır.
Kapitalist ve komünist felsefelerin her ikisinin de, biyolojik gereksinimleri
dikkate almadıkları için yetersiz oldukları kabul edilmedikçe aralarındaki
çatışmanın son bulacağını sanmıyorum.
Bu çatışmanın şiddetini azaltmaya gelince,
bildiğim en iyi şey liberallerin vaktiyle benimsedikleri paroladır. Ancak bunun
yetersiz olduğunun da farkındayım. Gerekli olan, düşünce özgürlüğünün ve
düşünceleri yayma fırsatının varlığıdır. Zorluklara yol açan, özellikle bu
ikincisidir. Bir düşüncenin geniş ve etkin biçimde yayılmasını sağlayan
mekanizma mutlaka ya devletin ya da büyük sermaye kuruluşlarının elindedir.
Demokrasi ve eğitim sahneye çıkmadan önce bu pek de gerçek değildi: etkili
fikirler pahalı çağdaş propagandanın aracılığı olmadan erişilebilen, ufak bir
azınlıkla sınırlıydı. Ancak tehlikeli ve yıkıcı buldukları, gerçek ahlaka
aykırı gördükleri fikirlerin yayılması için para ve emek harcamak ne devletten
ne de büyük sermaye kuruluşlarından beklenebilir.
Devlet de uygulamada en azından sermaye
kuruluşları kadar, dalkavukluğa alışmış, önyargıları kemikleşmiş, çağın düşünce
dünyasında yaşamsal olan her şeyden habersiz, budala bir ihtiyar gibidir. Böyle
eski kafalı insanların sansüründen geçmeyen hiçbir yenilik öne sürülemez. Gerçi
gizli kapaklı yayınlar da yapılabilir; ancak, bu da sadece gizli kapaklı
okuyucu çeker.
Çağdaş iş dünyasındaki genel eğilim
işletmelerin birleşmesi ve merkezileşmesi yönünde olduğundan, tehlike gittikçe
büyümektedir. Genellikle benimsenmeyen bir amaç için geniş çapta propaganda
sağlamanın tek yöntemi kadınlara oy hakkı verilmesini savunanların uyguladığı
yöntemdir. Ancak bu yöntem konu basit ve duygusal olursa geçerlidir; karmaşık
ve tartışmaya götürür türden olursa, değil. Bu nedenle, resmi ve resmi olmayan
sansürün etkisi, muhalefeti rasyonel yerine duygusal kılmak, bir yeniliğin
lehinde ve aleyhinde olan kanıtları, serinkanlılıkla tartışmak yerine geniş
kitlelerin anlamayacağı karmaşık bir duruma getirmektir.
Örneğin, ucuz hazır ilaçların adlarını veren
resmi bir tıbbi yayın vardır; ancak hiçbir gazete ondan söz etmez; hemen kimse
varlığından haberdar değildir. Öte yandan bütün ilaçların aynı ucuzlukta
olduğunu öne süren Christian Scientists (Hıristiyan Bilimciler) halka ulaşma
olanağına sahiptir. Politikada da buna benzer şeyler olur. Aşırı uçlardaki
fikirler halka ulaşır; ılımlı ve rasyonel fikirler ise yetkililerin
muhalefetine değmeyecek kadar sıkıcı sayılır.
Ancak bu kusur İngiltere’de öteki ülkelerin
çoğundan daha azdır. Çünkü İngiltere öncelikle bir ticaret ülkesidir ve
ticaretin bir parçası olan özgürlük tutkusunu korumuştur.
Kuşkusuz, yetkililer gerek duyarlarsa, çareler
de bulunabilir. O zaman, insanları yurtseverlik ve sınıfsal önyargı ile eğitmek
yerine, kanıt ve verileri değerlendirme yetişini artıracak ve rasyonel kararlar
alacak şekilde eğitmek de olanaklı olur. Belki zamanla insanlar zekanın toplum
için değerli bir şey olduğunu farkedeceklerdir. Ancak ben bu gidişe işaret eden
bir hareket gördüğümü söyleyemiyorum.
İ
Gelecekle ilgili olarak iki tür yazı
yazılabilir: Bilimsel ve ütopik. Bilimsel yazılar nelerin olası olduğunu
bulmaya çalışır; ütopik olanlar ise, yazarın olmasını arzuladığınız şeyleri.
Astronomi gibi yeterince gelişmiş bir bilimde kimse ütopik yöntemi uygulamaz: Ay ve Güneş tutulması tahminleri,
gerçekleştiğinde insanlar sevinsin diye yapılmazlar. Ancak sosyal konularda,
gelecekteki gelişmeleri önceden kestirmeye olanak sağlayan genel yasalar
bulduklarını öne sürenler iddia ettikleri kadar bilimsel değildirler;
insanoğluyla ilintili kurumlarda ileride ne olacağını önceden bilme çabaları
büyük ölçüde tahmin içerir.
Örneğin yeni keşiflerin ne gibi değişikliklere
yol açacağını bilmiyoruz. Belki Mars’a, Venüs’e nasıl gidileceği keşfedilir;
belki de, yiyeceklerimizin çoğu tarlalarda değil labarotuvarlarda üretilir. Bu
tür olasılıkların sonu yoktur. Ben şimdi bunları bir yana bırakacağım ve
yalnızca günümüzde iyice gelişmiş olan eğilimleri ele alacağım. Ayrıca, hiç de
kesin olmayan bir şeyi, uygarlığımızın sürüp gideceğini varsayacağım.
Uygarlığımız savaşlar sonucunda yok olabilir, veya Roma İmparatorluğu’nda
olduğu gibi yavaş yavaş çökebilir. Ama eğer uygarlığımız sürecekse, bazı
özellikler edinmesi olasıdır. Bunları saptamaya çalışacağım.
Makinenin yaşamımıza katılmasıyla ve daha çok
bunun bir sonucu olarak, toplumda bir değişim daha gerçekleşmiştir: toplumun
eskisine göre çok daha örgütlü bir hale gelmiş olması. Matbaa, demiryolu,
telgraf ve -şimdi de- radyo çağdaş devlet ve uluslararası finans kuruluşları
gibi büyük kurumlara teknik kolaylıklar getirmiştir. Bir Hintli ya da Çinli
köylünün yaşamında kamu işlerinin hemen hemen hiç yeri yoktur.
Halbuki İngiltere’de en uzak kırsal bölgelerde
bile bunlar neredeyse herkesin ilgilendiği konulardır. Son zamanlara kadar
durum böyle değildi. Jane Austen’dan anladığımıza göre, onun zamanındaki kırsal
üst-orta sınıf Napolyon savaşlarını uzun boylu umursamamıştı. Çağımızdaki en
önemli değişimin daha sıkı bir sosyal örgütlenme eğilimi olduğunu
söyleyebilirim.
Bilimin buna bağlı olan bir başka sonucu da
dünyanın daha çok bütünleşmiş olmasıdır. Onaltıncı yüzyıldan önce Amerika ve
Uzak Doğu’nun Avrupa ile hemen hiç ilişkisi yoktu. O zamandan bu yana
ilişkileri giderek yakınlaşmaktadır. Roma’da Augustus, Çin’de Han İmparatoru
aynı anda kendilerini dünyanın efendisi olarak görüyorlardı. Şimdilerde böyle
güzel düşler olanaksızdır. Dünyanın hemen her bölgesi hemen bütün öteki
bölgelerle ilişki içindedir. Bu ilişkiler dostça veya düşmanca olabilir; ama
her iki halde de önemlidirler. Dalai Lama (Tibet budistlerinin başkanı)
yüzyıllar süren yalnızlıktan sonra birden Rusların ve İngilizlerin ilgi odağı
oldu ve bu sıkıcı ilgiden kurtulmak için Pekin’e sığındı. Ancak orada da bütün
maiyetini Amerika’dan gelen kodak makineleriyle donanmış olarak buldu.
Daha sıkı toplumsal örgütlenme ve daha geniş
bütünleşmeye ilişkin bu iki önermeden çıkan sonuca göre uygarlığımızın
gelişmesi için bütün dünyayı kontrolü altına alacak merkezi bir otoritenin
oluşturulması zorunludur. Bu yapılmazsa anlaşmazlıklar çoğalacak, ve toplum
duyarlığının güçlenmesi sonucu savaşlar daha sıklaşacaktır. Merkezi otorite bir
hükümet şeklinde olmayabilir; olmamasını da daha olası görüyorum. Bu
otoritenin, savaşta taraf olan ülkelere verilen ödünç paraların çoğunlukla geri
ödenmediğini görüp barışın kendi yararlarına olduğuna kanaat getirmiş bulunan
sermaye sahiplerinden oluşması çok daha olasıdır.
Ya da, bu otorite tek bir güçlü devlet -Amerika-
veya bir grup devlet -Amerika ve İngiliz İmparatorluğu- de olabilir. Ancak bu
noktaya gelinmeden önce, dünyanın Amerika ve Rusya arasında fiili olarak
paylaşılacağı uzun bir dönem olabilir; Amerika Batı Avrupa’da ve onun özerk
dominyonlarında, Rusya da Asya’da kontrolü ele alabilir. Böyle iki grup,
savunma açısından güçlü, saldırı açısından ise zayıf olur ve bir yüzyıl veya
daha uzun süre varlıklarını sürdürebilirler. Ancak sonunda -en azından
yirmibirinci yüzyılda herhangi bir zamanı kastediyorum- ya büyük bir felaket
olur ya da bütün dünyayı kontrol altına alan merkezi bir otorite kurulur. Uygar
insanlığın yeterli sağduyuya ulaşmasıyla, ya da Amerika’nın yeterli güce sahip
olmasıyla, barbarlığa bir dönüş olan bu felaketin önleneceğini düşünüyorum.
Böyle olursa, kurulacak merkezi otorite ne gibi
yetkilere sahip olmalıdır?
Her
şeyden önce ve en önemli olarak, savaş ve barış konularında karar verebilmeli;
veya, eğer savaş çıkarsa desteklediği tarafın çabuk bir zafer kazanmasını
güvence altına alabilmelidir. Bu sonuç, biçimsel bir siyasal kontrol olmadan
da, yalnız parasal üstünlükle sağlanabilir.
Savaşlar gittikçe daha bilimsel, dolayısıyla
gittikçe daha pahalı olacağından, dünyanın önde gelen finans kaynakları
birleşirlerse, borç vererek veya vermeyerek sonucu saptayabilirler. Versailles
Antlaşması’ndan sonra Almanya’ya uygulanan baskıya benzer baskılarla,
istemedikleri herhangi bir grubun silahsızlanmasını sağlayabilirler.
Bu yolla dünyanın bütün büyük ordularını
giderek kontrolleri altına almış olurlar. Yapmaları gereken bütün etkinlikler
için bu bir temel koşuldur. Antlaşmaları gözden geçirmek ve anlaşmazlıklara
müdahale etmek dışında, merkezi otoritenin karara varması gereken üç konu daha
vardır. Bunlar:
(1) toprağın çeşitli ulusal devletlerarasında bölüştürülmesi,
(2) bir ulusal devletin sınırlarından ötekine nüfus hareketleri,
(3) hammaddelerin onlara talip olanlar arasında bölüştürülmesidir.
(2) bir ulusal devletin sınırlarından ötekine nüfus hareketleri,
(3) hammaddelerin onlara talip olanlar arasında bölüştürülmesidir.
Bu konular biraz açıklama
gerektiriyor.
(1) Günümüzde
bölgesel bağlılık sorunları, eskiden kişinin hükümdara olan bağlılığının bir
uzantısı olarak, saçma bir ciddiyetle ele alınmaktadır. Bir ülkede yaşayan bir
kimse, yaşadığı yörenin bir başka devlete ait olması gerektiği yolunda bir
düşünceyi dile getirirse, suçu vatana ihanettir ve sert cezalara çarptırılır. Ama
ne olursa olsun, bu kişinin görüşü, bir görüş olarak, herhangi başka bir
siyasal sorun kadar meşrudur. Örneğin, Croydon’da oturan bir vatandaşın,
Croydon’un Londra’nın bir semti olduğunu ileri sürmesi karşısında dehşete
kapılmıyoruz.
Ancak Kolombiya uyruklu bir kişi, köyünün
Venezuella’ya ait olması gerektiğini söylerse devlet onu korkunç bir suçlu
olarak niteler. Merkezi otorite ulusal devletlerin bu tür önyargılı
davranışlarını önleyecek; sınır düzenlemelerini akılcılıkla, yani yöre
insanlarının istekleri doğrultusunda, ve ekonomik, kültürel mülahazaları da göz
önüne alarak yapmak zorunda olacaktır.
(2) Nüfus
hareketlerinin yıldan yıla ağırlaşan sorunlar çıkarması olasıdır. Nüfusun
ücretlerin düşük olduğu yerlerden yüksek olduğu yerlere akması doğaldır. Buna
tek bir ülke sınırları içinde izin verilmektedir; ancak İngiliz İmparatorluğu
gibi çok uluslu bir federasyon sınırları içinde, kişilerin bir baştan öteki
başa dolaşmaları serbest değildir. Asyalı göçmenlerin Amerika’ya ve özerk
dominyonlara girmeleri hemen tümüyle yasaklanmıştır; Avrupalıların Amerika’ya
göçleri de giderek sınırlandırılmaktadır.
Bu konunun her iki tarafında yer alan kuvvetler
çok güçlüdür. Bunlar Asya militarizmini yüreklendirmektedir ve sonunda, diyelim
ki beyaz ırktan uluslar arasındaki ilk büyük savaş sırasında, bu militarizmi
beyaz ırkı tehdit edecek ölçüde güçlendirebilirler.
Sonunda, eğer büyük savaşlar önlenir ve tıp ile
hijyen sayesinde genel sağlık büyük ölçüde düzelirse; barışın ve refah
düzeyinin korunabilmesi için gelişmiş ülkelerde halen yapıldığı gibi, geri
kalmış ulusların da nüfus artışlarını sınırlamaları gerekecektir. Doğum
kontrolüne ilke olarak karşı çıkanlar ya aritmetik bilmiyorlar, ya da savaş,
salgın hastalık ve açlığın insan yaşamının kalıcı bir özelliği olmasından
yanadırlar. Merkezi otoritenin geri kalmış ırklar ve halk kesimleri üzerinde
doğum kısıtlaması yapma yetkisi olacağı ve hükümetlerin şimdi yaptığı gibi,
yalnız akıllı insanların küçük aileleri olmasında ısrar etmeyeceği umulur.
(3) Son
konu, yani hammaddelerin paylaşılması, belki de bunların en önemlisidir.
Savaşlar hammadde ile çok yakından ilintili gibidir. Petrol, demir ve kömürün
savaş öncesi anlaşmazlıklardaki olumsuz rolleri iyi bilinir. Hammaddelerin
adilane bölüşüleceğini
düşünmüyorum; sadece, mutlak güce sahip bir otorite tarafından
bölüştürüleceğini söylüyorum. Adalet sorunları başarıyla çözümlenmeden önce,
dünyanın tek bir ekonomik ve siyasal güç olarak düzenlenmesi sorununun
çözümlenmesi gerektiği kanısındayım. Ben bir enternasyonal sosyalistim; ama
enternasyonelleşmenin sosyalizmden önce gerçekleşmesini umuyorum.
II
Savaşları arasıra ortaya çıkan ve çabucak
bastırılan başkaldırmalar düzeyine indirecek güçte bir merkezi otoritenin
gelecek yüz elli yılda oluşacağını varsayalım. Bu gelişmenin beraberinde
getirmesi olası olan ekonomik değişiklikler nelerdir?
Genel
refah düzeyi artar mı?
Rekabet
ayakta kalır mı yoksa üretim tekelci bir biçim mi alır?
Tekeller
oluşacaksa bunlar özel sektörün mü yoksa devletin mi elinde olur?
Emeğin
ürünlerinin dağılımındaki adaletsizlik şimdi olduğundan daha az olur mu?
Burada iki değişik tur soru bulunuyor.
Bunlardan biri ekonomik düzenin biçimi ile, ikincisi de bölüşüm ilkeleriyle
ilgilidir. Bölüşüm ilkeleri siyasal güce dayanır; her kesim ve her ülke, her
zaman, elinden geldiği kadar büyük payı alır; bu payın büyüklüğünü saptayan da,
sonunda, silahlı kuvvetler olur. Şimdilik bölüşümü bir yana bırakalım ve önce
düzenlemeyi ele alalım. Geçmişi incelediğimizde örgütleşme konusunda utanç
verici bir olguyla karşılaşırız. Her ne zaman örgütleşme alanı bazılarının
yararına olarak genişletilmek istenmişse, bu genişleme muhakkak -ufak tefek
istisnalar dışında- güçlü olanların güç kullanmasıyla gerçekleştirilmiştir.
İsteğe bağlı olarak federasyon oluşturulmasının
yegane yol olduğu durumlarda ise birlik hiç gerçekleşmemiştir. Eski Yunan’da
Makedonya’ya karşı, onaltıncı yüzyıl İtalyasında Fransa ve İspanya’ya karşı,
günümüz Avrupasında da Amerika ve Asya’ya karşı durum böyle olmuştur. Bu
nedenle, merkezi otoritenin güç kullanarak, ya da kullanma tehdidiyle
oluşturulacağını varsayıyorum; birbiriyle uzlaşamayan Büyük Devletler’i
zorlayabilecek güce hiçbir zaman ulaşamayacak olan Milletler Cemiyeti gibi
gönüllü kuruluşlar tarafından değil. Bunun yanında, merkezi otoritenin gücünün,
temelde ekonomik nitelikte olacağı; bir yandan hammadde kaynaklarına, bir
yandan da parasal kredilerin kontrolünü elde tutmaya dayanacağını sanıyorum.
Onun, başlangıçta, bir veya birkaç büyük devlet tarafından el altından
desteklenen, bir grup sermaye sahibinden oluşacağını öngörüyorum.
Bunlardan şu sonuç çıkıyor: ekonomik yapının
temelinde tekelleşme olacaktır. Örneğin, dünyanın bütün petrol kaynakları tek
elden kontrol edilecektir. O zaman, uçakların ve petrolle çalışan savaş
gemilerinin, merkezi otoriteye ters düşen devletlere hiçbir yararı olmayacaktır
-ani bir saldırıyla bir petrol yatağı ele geçirmek dışında. Aynı durum, o kadar
belirgin olmasa da, başka alanlarda da söz konusudur.
Daha şimdiden dünya piyasalarında et arzının
büyük bölümü Chicago’daki Beş Büyükler’in kontrolündedir; onların kendileri de
bir ölçüde Messrs. J.P. Morgan Co.’ye bağlıdırlar. Hammaddeden ürüne giden uzun
bir yol vardır ve herhangi bir aşamada tekel araya girebilir. Petrol için bu
aşama doğal olarak kaynakta gerçekleşir. Başka konularda, tekelciye kontrol
fırsatı verenler ise limanlar, gemiler veya demiryolları olabilir. İşe nerede
karışırsa karışsın tekelci, diğer bütün kesimlerden daha güçlüdür.
Sürecin herhangi bir aşamasındaki bir tekel, bu
tekeli daha önceki ve daha sonraki aşamalara da genişletmek eğiliminde
olacaktır. Ekonomik tekelin genişlemesi örgütleşmeyi büyütme yolundaki genel
eğilimin bir parçasıdır; o da devletin siyasal yönden daha büyümesi ve
güçlenmesi ile kendini gösterir. Bu nedenle son yarım yüzyıldır süregelen
rekabeti ortadan kaldırmaya yönelik sürecin bundan sonra da devamını güvenle
bekleyebiliriz. Doğal olarak, sendikaların işçiler arasındaki rekabeti
azaltmaya devam edeceği varsayılmalıdır. İşverenler örgütlenirken ücretlilerin
karşı-örgütlenmesinin yasalarla önlenmesi gerektiği yolundaki görüşün uzun süre
devam edebilecek bir görüş olmadığı ortaya çıkacaktır.
Güvenli barış ve üretimin iyi bir şekilde
yönlendirilmesi, eğer nüfus artışı yoluyla yutulmazsa, maddi refahta büyük
artışa yol açacaktır. Bu aşamada, dünya sosyalist de kapitalist de olsa bütün
kesimlerin ekonomik durumlarının iyileşmesini bekleyebiliriz. Bu da bizi ikinci
sorunumuza, dağıtım sorununa getirir.
Bir yerde, güçlü bir devletle -ya da ittifak
halindeki birkaç devletle- içiçe olmuş güçlü bir grup varsa, bu grubun
zenginliğin büyük bölümünü kendine ayıracağı ortadadır. Bunlar işçi ücretlerini
de devamlı artırarak güçlü devletin halkında da bir hoşnutluk yaratacaklardır.
Daha önce İngiltere’de öyle olmuştu; Amerika’da öyle olmaktadır. Ülkenin toplam
gelirinde hızlı bir artış olduğu sürece, kapitalistler için uygun zamanlarda
uygulanan para politikaları yoluyla, sosyalist propagandaların başarısını
önlemek kolaydır. O kadar şanslı olmayan ülkeler de emperyalist yöntemlerle
yola getirilebilirler.
Ancak, böyle bir sistemin demokrasi, yani
sosyalizm doğrultusunda gelişmesi olasıdır; çünkü sosyalizm birçok sanayi
dalında temel aşamasına erişmiş olan bir toplumdaki ekonomik demokrasiden başka
bir şey değildir. İngiltere’nin siyasal gelişimi bu paralelde ele alınabilir.
İngiltere’nin birliği bir kral tarafından, Wars of the Roses sonrasında 7.
Henry tarafından gerçekleştirilmiştir. Birliği sağlamak için krallık otoritesi
gerekliydi; ancak bütünlük tamamlandıktan hemen sonra demokrasiye doğru bir hareket
başlamış; ve, onyedinci yüzyılda yaşanan sıkıntılardan sonra, demokrasinin kamu
düzeniyle bağdaştığı anlaşılmıştı.
Biz şimdi Wars of the Roses’dan 7. Henry’ye
geçişi andıran bir ekonomik konumdayız. Zorbaca da olsa ekonomik birliğe bir
kere ulaşıldıktan sonra ekonomik demokrasi hareketi büyük güç kazanacaktır;
çünkü artık anarşi korkusu söz konusu değildir.
Azınlıklar ancak kamuoyunun güçlü desteği
olursa güçlerini koruyabilirler; çünkü ordularının, donanmalarının ve
bürokratlarının sadakatle hizmet etmelerine gereksinimleri vardır. Ekonomik
otoriteyi elinde tutanların, kendilerinden ödün vermeyi akıllıca bulacakları
durumlar sürekli olarak ortaya çıkacaktır. Onlar da, olasılıkla, işleri
yönlendirirken, daha az şanslı kesimlerin ve ülkelerin temsilcileriyle ilişki
içine girecekler ve bu süreç demokratik bir rejim kuruluncaya kadar devam
edecektir.
Merkezi otoritenin bütün dünyayı kontrolü
altında tutacağını varsaydığımıza göre, bu otoritenin uygulayacağı demokrasi
yalnız beyaz ırkı değil Asya ve Afrika ırklarını da kapsayan bir uluslararası
demokrasi olmalıdır. Şu anda Asya öyle hızlı gelişmektedir ki, böyle bir dünya
yönetimi oluştuğunda Asya da yönetimde önemli yer alabilecek bir duruma
gelebilir. Afrika, çözülmesi daha zor bir sorundur. Ancak Afrika’da bile
Fransızlar -ki bu konuda bizden ileridirler- çarpıcı sonuçlar elde
etmektedirler; önümüzdeki bir yüzyıl içinde nelerin başarılabileceğini ise hiç
kimse kestiremez. Bu nedenlerle, merkezi otoritenin kurulmasından sonra çok
geçmeden, bütün sınıflar ve uluslar için ekonomik adalet içeren, dünya çapında
bir sosyalist sistemin kurulabileceği sonucuna varıyorum. Ve, böyle bir sistem
kurulacaksa bunu politik dinamiğin doğal işleyişinin gerçekleştireceği kesin
gibidir.
Bununla beraber, sınıf ayırımcılığının sürüp
gitmesine yol açabilecek başka olasılıklar da yok değildir. Güney Afrika’da ve
Amerika’nın güney eyaletlerinde olduğu gibi beyazlarla zencilerin yanyana
yaşadıkları yerlerde, beyaz ırk için demokrasiyi zenciler için yarı kölelik
koşullarıyla bir arada götürmenin mümkün olduğu görülmüştür. Gelişmenin büyük
ölçüde gerçekleşmesini engelleyen şey, İngilizce konuşulan ülkelerin çoğu
bölgelerinde işçi kesiminin beyaz olmayan ırkların göçüne itiraz etmesidir. Bu
da akılda tutulması gereken bir olasılıktır. Bu konuya ileride tekrar
döneceğim.
III
Önümüzdeki iki yüzyıl içinde aile kurumunda
nasıl bir gelişme beklenebilir?
Bunu
bilemeyiz; ancak, önlem alınmadığı takdirde belirli sonuçlara yol açabilecek
bazı etkenler üzerinde durabiliriz. Şunu hemen belirtmek isterim ki,
söyleyeceklerim olmasını arzu ettiğim şeylerle değil, olmasını tahmin ettiğim
şeylerle ilgilidir ve bu ikisi çok farklı şeylerdir. Dünya, geçmişte hiçbir
zaman benim arzu edebileceğim şekilde gelişmedi; gelecekte bunun farklı olması
için de bir neden görmüyorum.
Çağdaş uygar toplumlarda aileyi zayıflatma
eğilimi gösteren bazı şeyler var; bunların başında da çocuklara karşı oluşan
insancıl duygusallık geliyor. Çocukların ana-babalarının şanssızlıklarından ve
hatta günahlarından dolayı, elden geldiği ölçüde, acı çekmemeleri gerektiği
düşüncesi gittikçe daha çok benimsenmektedir. İncil’de öksüzlerin kaderinin hep
çok hüzün verici olduğundan söz edilir ve kuşkusuz bu doğrudur da. Şimdilerde
ise onlar diğer çocuklardan pek de fazla acı çekmiyorlar.
Devlet ve yardım kurumlarınca, ihmal edilmiş
çocuklara yeterli yardım yapma eğilimi giderek artacak; bu yüzden de, çocuklar
sorumsuz ana- babalar veya vasilerce gittikçe daha çok ihmal edilecektir. İhmal
edilmiş çocukların bakımı için kamu fonlarından yapılan giderler giderek o
ölçüde artacaktır ki, mali durumları iyi olmayan insanların çoğu çocuklarını
devlete bırakmak olanağından yararlanmaya yönelecektir. Sonunda, şimdi eğitimde
olduğu gibi, belirli bir ekonomik düzeyin altında olan hemen herkes öyle yapacaktır.
Böyle bir değişimin etkileri çok kapsamlı olur.
Ana-babalık sorumluluğu kalkınca evlilik eskisi kadar önemli görülmeyecek ve
çocuklarını devlete bırakan kesimler de yavaş yavaş ortadan kalkacaktır. Uygar
ülkelerde bu koşullarda edinilen çocuk sayısı herhalde çok az olacaktır ve
devlet, istenilen vatandaş sayısına göre belirlenen bir ölçütle, anneler için
bir ödeme saptayacaktır. Bütün bunlar çok uzak değildir; yirminci yüzyıl sona
ermeden İngiltere’de kolaylıkla gerçekleşebilir.
Bütün bunlar, kapitalist sistem ve uluslararası
anarşinin geçerli olduğu dönemde gerçekleşirse sonuçların korkunç olması
beklenir. İlk olarak, gerçekte ne ana-babaları ne de çocukları olan emekçiler
ile, miras hakkıyla birlikte yürüyen aile sistemini koruyan, hali vakti yerinde
kesim arasında derin bir ayrılık oluşacaktır.
Devlet tarafından eğitilen emekçilere, eskiden
Türkiye’deki yeniçerilere uygulanana benzer şekilde, tutkulu bir askeri sadakat
aşılanacaktır. Devletin çocuklar için uyguladığı ödeme tarifesini düşürmek ve
diğer ülke insanlarını öldürecek askerleri sağlamak için, kadınlara çok çocuk
yapmanın bir görev olduğu öğretilecektir. Devletinkine karşı koyacak ana-baba
propagandası olmayınca çocuklara aşılanabilecek yabancı düşmanlığının sınırı da
olmayacaktır. Böylece, çocuklar büyüdükleri zaman efendileri için koru körüne
savaşacaklardır. Görüşleri iktidar tarafından hoş karşılanmayan kişiler,
çocukları ellerinden alınarak devlet kurumlarına gönderilmek suretiyle
cezalandırılacaklardır.
Böylece, yurtseverlik ve çocuklara karşı
insancıl duygusallığın birlikte uygulanmasıyla, toplumun adım adım iki kasta
bölünmesi hiç de olanak dışı değildir; üst tabakadakiler evlilik kurumunu ve
aile bağlarını koruyacak, alt tabakadakiler yalnız devlete sadakat
besleyeceklerdir. Askeri nedenlerle devlet, para ödeyerek emekçilerde yüksek
doğum oranını, hijyen ve tıp da düşük ölüm oranını güvenceye alacaktır.
Böylece de, dünya nüfusunu sınırlandırmanın
açlık dışındaki tek yöntemi savaşlar olacak; açlık da, ulusların birbiriyle
çarpışması yoluyla önlenmeye çalışılacaktır. Bu koşullarda, Ortaçağ’daki Hun ve
Moğol istilalarıyla karşılaştırılabilecek korkunç savaşlarla dolu bir dönem
gelecektir. Tek umut bir veya birkaç ülkenin zafere çabuk ulaşmasında
yatacaktır.
Eğer dünya çapında bir merkezi otorite önceden
kurulursa, devletin çocukların sorumlulğünü almasının sonuçları bu
söylenenlerin tam tersi yönde olacaktır. Bu durumda, merkezi otorite çocukların
militarist milliyetçilikle eğitilmesine, devletlerin ekonomik yönden arzu
edilenin ötesinde nüfus artışı için harcama yapmalarına izin vermeyecektir.
Devlet kurumlarında yetişen çocuklar, askeri gereksinimlerin giderilmesiyle,
hemen kesinlikle, bugünün ortalama çocuklarından zihnen ve bedenen daha çok
gelişecekler, bu nedenle de çok hızlı bir ilerleme olanaklı olacaktır.
Merkezi otorite daha önce kurulmuş olsa bile,
dünya yine kapitalist düzen içinde kalırsa, sonuç, sosyalizmin benimsenmesi
durumundan çok farklı olacaktır. Birinci halde, toplumda kastlar arasında az
önce sözünü ettiğimiz derin ayrılıklar oluşacak; üst tabaka aile kurumunu
koruyacak, alt tabakada da ana- babaların yerini devlet alacaktır. Zenginlere
karşı başkaldırmaları önlemek için alt tabakada uysallığı sağlamaya gerek
duyulacaktır. Bu da daha alt düzeyde bir kültür demek olacak ve, belki de,
zenginleri beyaz ya da sarı ırktan olanlar yerine siyah ırktan emekçilerin
çoğalmasını teşvik etmeye yöneltecektir. Bu yolda beyaz ırk giderek sayıca
küçük bir aristokrasiye dönüşebilecek; sonunda da bir zenci ayaklanmasıyla yök
olabilecektir.
Beyaz ırktan ulusların çoğunda siyasal
demokrasi yürürlükte olduğu için bütün bunlar fantezi olarak algılanabilir.
Ancak ben her yerde demokrasinin, zenginlerin çıkarlarını geliştirecek şekilde
eğitim yapılmasına yol açtığını gözlüyorum.
Öğretmenler komünist diye işten atılıyorlar;
ama tutucu oldukları için atılan yok. Bunun yakın zamanda değişeceğini
varsaymak için hiç bir neden de görmüyorum. Sıraladığım bütün bu nedenlerle,
eğer uygarlığımız, daha uzun süre zenginlerin çıkarlarını kollamayı sürdürürse,
kanımca sonu karanlık olacaktır. Uygarlığın çöküşünü istemediğim içindir ki bir
sosyalist oldum.
Eğer biraz önce söylediklerim yanlış değilse,
ayrıcalıklı bir azınlık dışında aile büyük olasılıkla yok olacaktır. Bu
nedenle, ayrıcalıklı bir azınlık da olmazsa, ailenin toptan yok olması
beklenebilir. Bu sonuç biyolojik açıdan kaçınılmaz gibi görünüyor. Aile, kendi
başlarına yaşamlarını sürdüremeyecek oldukları yıllarda çocukları koruyan bir
kurumdur. Karıncalarda ve arılarda bu işlevi toplum üstlenir; aile yoktur.
İnsanlarda da, eğer bebeklerin yaşamı ailenin
korunması dışında da güvende olursa, aile yaşamı giderek yok olacaktır. Bu,
insanların duygusal yaşamında çok derin değişikliklere, geçmişin sanat ve
edebiyatından tümden kopmalara yol açar. İnsanlar arasındaki farklılıklar da
azalır; çünkü artık ana- babalar çocuklarını, kendilerine özgü nitelikleri
onlara geçirecek şekilde eğitemeyeceklerdir. Cinsel aşk daha az ilginç, daha az
romantik olacak; belki de bütün aşk şiirleri saçma bulunacaktır. İnsan doğasındaki
sanat, bilim, politika gibi duygusal öğeler başka çıkış yolları arayacaktır
(Dışraeli için politika romantik bir serüvendi). İnsan yaşamının duygusal
dokusundan birşeylerin gerçekten yok olacağını düşünmekten kendimi alamıyorum.
Ama güvencedeki her artış bu türden bazı kayıpları içeriyor. Buharlı gemiler
yelkenliler kadar, vergi tahsildarları eşkiyalar kadar romantik değillerdir.
Belki de, güvenlik içinde olmak sonunda sıkıcı
gelecek ve insanlar salt can sıkıntısından kurtulmak için yıkıcı olacaklardır.
Ama bu tür olasılıklar saymakla tükenmez.
Günümüzde kültürün eğilimi, sanat ve
edebiyattan uzak, bilim doğrultusundadır; böyle sürüp gitmesi de olasıdır.
Kuşkusuz, bunun nedeni bilimin yaşantımızda çok büyük yararlar sağlamasıdır.
Rönesans’tan gelen ve sosyal prestijle desteklenen güçlü bir edebiyat
geleneğimiz vardır. Bir “beyefendi” biraz Latince bilmelidir; ancak bir
lokomotifin nasıl çalıştığını bilmese de olur. Ne var ki, bu geleneğin sürmesi
“beyefendi”yi başkalarından daha az yararlı kılmaktan başka işe yaramaz.
Sanırım, uzun olmayan bir süre sonra, bilim alanında birşeyler bilmeyen bir
kimsenin eğitim görmüş kişi sayılmayacağını varsayabiliriz.
Bu olumlu birşey; ancak bilimin, zaferlerini
kültürümüzün başka yönlerden yoksullaşması pahasına kazanıyor olması üzülecek
birşey. Sanat gün geçtikçe daha çok bir zümrenin ya da birkaç zengin
sanatseverin işi olmaktadır. Sanat, sıradan insan için, din ve kamu yaşamıyla
bağlantılı olduğu zamanlardaki kadar önemli değildir. St. Paul Katedrali’nin
yapımı için harcanan para Hollandalıları yenmemiz için donanmamıza
verilebilirdi; fakat 2. Charles döneminde (1630-1685) St. Paul’ün daha önemli
olduğu düşünülmüştü. Daha önce estetik yönden övülmeye değer sayılan duygusal
gereksinimler giderek daha önemsizleşen yollarla gideriliyorlar: günümüzde dans
ve dans müziğinin, genelde, daha az uygar olan bir toplumdan ithal edilmiş olan
Rus Balesi dışında, sanatsal hiçbir değeri yoktur.
Sanatın önemini yitirmesi, korkarım
kaçınılmazdır ve atalarımızdan daha dikkatli ve faydacıl olan yaşama
biçimimizle bağıntılıdır. Bir yüz yıl kadar sonra, az çok eğitim görmüş
herkesin bir hayli matematik, biraz biyoloji ve büyük ölçüde de makine yapımı
bileceğini tahmin ediyorum. Eğitim, bir azınlık dışında, daha çok “dinamik”
denilen, yani insanlara duyu ve düşünceden çok, ‘yapmayı’ öğretici türden
olacaktır. İnsanlar her işi büyük bir beceriyle yapacaklar, ancak bu işlerin
yapmaya değer olup olmadığını rasyonel bir biçimde değerlendirmekten aciz
olacaklardır.
Belki de resmi bir “düşünürler” tabakası, bir
de “duygucular” tabakası oluşacak; bunlardan birincisi Royal Society’nin,
(Royal Society: İngiltere’de 1660’da kurulmuş en eski bilim adamları derneği.
(C.N.)) İkincisi de Royal Academy ile Piskoposluk federasyonunun birer uzantısı
olacaktır. Düşünürlerce elde edilen sonuçlar devletin malı olacak ve, yerine
göre, yalnız Milli Savunma’ya, Amiralliğe, ya da Hava Kuvvetleri Bakanlığı’na
açıklanacaktır. Eğer düşman ülkelerde hastalık yayma işi zamanla görevleri
arasına alınırsa, belki Sağlık Bakanlığı da bu araya girebilir.
Resmi duygucular okullarda, tiyatrolarda,
kiliselerde hangi duyguların yayınlanacağını saptayacaklar, ama bu duyguların
nasıl yaratılacağını keşfetmek resmi düşünürlerin işi olacaktır. Okul
çocuklarının haylazlıkları göz önüne alınırsa, resmi duygucuların kararlarının
devlet sırrı olarak nitelendirilmesinin yerinde olacağı düşünülebilir. Bununla
birlikte, bir Kıdemli Sansürcüler Komitesi’nce onaylanan resimlerin
sergilenmesine ve vaazlar verilmesine izin verilecektir.
Radyo yayınları da günlük gazeteleri herhalde
silip süpürür. Azınlık görüşlerini dile getirmek için bir iki haftalık dergi
başını kurtarabilir. Okuma ise, yerini gramofona, ya da ondan daha iyi bir
icada bırakacağından, nadiren yapılan bir iş olacaktır. Bunun gibi, günlük
yaşamda yazma yerine de diktafon kullanılacaktır.
Eğer savaşlar ortadan kalkar ve üretim bilimsel
olarak düzenlenirse, herkesin rahatça yaşaması için günde dört saatlik
çalışmanın yeterli olması olasıdır. Bu süre kadar çalışıp boş zamanın keyfini
çıkarmak mı, yoksa daha çok çalışıp lüks şeylerin keyfini çıkarmak mı sorusu
tartışmaya açıktır. Galiba bazıları birini, bazıları da diğerini seçecektir.
Pek çok kişi boş saatlerini, kuşkusuz, dansederek, futbol seyrederek, ya da
sinemaya giderek geçirecektir. Çocuklar için endişeye gerek yoktur; devlet
onlara bakar. Hastalık çok seyrek görülecek; gençleştirme yoluyla yaşlılık
ölümden kısa bir süre öncesine kadar ertelenebilecektir. Dünya bir hedonist
(hazcı) cenneti olacak; ve de hemen herkes bu yaşamı dayanılmaz ölçüde can
sıkıcı bulacaktır.
Böyle bir dünyada yıkıcı dürtülerin karşı
konulmaz olabileceğinden korkulur. R.L. Stevenson’un İntihar Kulübü burada
yaşama geçebilir; sanatsal cinayetlerle uğraşan gizli dernekler de kurulabilir.
Geçmişte yaşam tehlikeli olduğu için ciddiye alınmış, ciddi olduğu için de
ilginç olmuştur. Eğer insan doğası değişmezse, tehlike olmayınca hayatın tadı
kalmayacak ve biraz heyecan bulmak umuduyla insanlar her türlü aşağılık
kötülüklere başvuracaklardır.
Bu ikilem kaçınılmaz mıdır?
Yaşamın
sıkıntılı yönleri, onun en iyi yönleri için gerekli midir?
Sanmıyorum. Eğer insan doğası, cahil
insanların hala sandığı gibi, değiştirilemez ise durum gerçekten umutsuzdur.
Psikologlar ve fizyologlar sayesinde artık biliyoruz ki “insan doğası” denilen
şeyin en çok onda biri doğadan gelmekte, geri kalan onda dokuz ise sonradan
oluşmaktadır. İnsan doğası dediğimiz şey, erken eğitimde yapılacak
değişikliklerle hemen tümüyle değiştirilebilir. Bu değişiklikler, eğer düşünce
ve enerji bu alana yönelirse, en ufak bir tehlikeye yol açmadan ve yaşamın
ciddiyetini yeterince koruyacak şekilde gerçekleştirilebilir. Bunun için iki
şey gereklidir: çocuklarda yapıcı dürtüleri geliştirmek ve bunların
yetişkinlikte de devamı için olanakları sağlamak.
Şimdiye kadar, yaşamda önemli sayılan şeylerin
en büyük bölümünü savunma ve saldırı oluşturmuştur. Kendimizi açlığa,
çocuklarımızı dünyanın ilgisizliğine, ülkemizi ulusal düşmanlara karşı
savunuruz; tehlikeli ve düşman olduğunu sandığımız kimselere de sözle, ya da fiziksel
olarak saldırırız. Ancak, aynı ölçüde güçlü olan başka duygu kaynakları da
vardır. Estetik yaratıcılık ya da bilimsel kesif duyguları, en tutkulu aşk
kadar güçlü ve yoğun olabilirler. Aşkın kendisi ise bağlayıcı ve baskıcı
olmasına karşın, yaratıcı da olabilir. Doğru eğitim verildiğinde insanların
büyük çoğunluğu mutluluğu yapıcı faaliyetlerde bulabilirler; yeter ki elverişli
olanaklar var olsun.
Bu bizi ikinci gereksinimimize getiriyor.
Yalnız üst makamların emrettiği yararlı işlere değil, yapıcı atılımlara da
fırsat verilmelidir. Entellektüel ve sanatsal yaratıcılığa, insan yaşamını
iyileştirmek için ileri sürülen düşüncelere, yapıcı türden insan ilişkilerine
hiçbir engel bulunmamalıdır. Eğer bunların hepsi varsa ve eğitim de isabetli
türden ise; gereksinim duyanlar için ciddi ve hareketli bir yaşam tarzına yine
de yer vardır. Bu durumda ve ancak bu durumda yaşamın belli başlı kötülüklerini
ortadan kaldırmak için örgütlenmiş bir toplum kalıcı olabilir; çünkü daha
enerjik olan bireyleri için de doyum olanağı sağlanmıştır.
İtiraf etmeliyim ki, kanımca, uygarlığımızın
hata yapma olasılığının en yüksek olduğu konu budur. Pek çok düzenlemeye gerek
vardır; bu kadar çok şeyde, olması gerekenden fazla şeylerin de bulunacağı
hemen hemen kesindir. Bunun yol açacağı zarar, kişisel çaba olanaklarının
azalmasıdır. Çok geniş örgütler kişinin kendini aciz hissetmesine, bu da
cabanın zayıflamasına yol açar. Bu tehlike yöneticilerin onu farketmesiyle
önlenebilir; ancak yöneticilerin, çoğunlukla, yapıları gereği farkedemedikleri
türdendir.
İnsanın yaşam tarzını yönlendiren her
düzenlemede, sisteme yeteneklerin yozlaşmasına yol açan hareketsizliği
önleyecek, ama kargaşaya yol açmayacak ölçüde, anarşizm enjekte etmeye gerek
vardır. Bu da, teorik olarak çözümsüz olmayan, ancak günlük yaşamın
düzensizlikleri içinde çözüm olasılığı pek bulunmayan hassas bir sorundur.
Kaynak: SORGULAYAN DENEMELER, Bertrand Russell [1928. Sceptical
Essays. London: George Allen & Unwin.] (1928) Çeviri: Nermin Arık TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları, (1995),
Ankara
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar