ÇERKES MESELESİ-M. FETGEREY ŞOENU (Mutlaka okuyun)
Millî Mücadele'den sonra Türkiye'de bir Çerkes kıyımı ve tehciri
yapıldığını kaç kişi bilir?
Yakın tarihimizin nice hadiseleri karanlıkta kalmış, unutulmuş veya
unutturulmuştur. Bizde iki tarih vardır:
Türkiye'mizin, yakın tarihi sırlar ve meçhullerle doludur. Zaten bizde
iki tarih vardır: Biri mitolojik ve ideolojik resmî tarih, Necip Fazıl'ın
tabiriyle balığın kavağa tırmanmasından bahs eden hikâyeler; diğeri ise
karanlığa itilmek istenen gerçek tarih. Birinci tarih ne kadar dallandırılıp
budaklandırılmış, süslenip püslenmişse, ikinci tarih de o derece ihmale
uğramış, unutulmuş ve unutturulmuştur.
Tanzimat'tan bu yana, bir anti-tarih edebiyatı ile karşı karşıyayız.
Akların kara, karaların ak, zirvelerin çukur, hendeklerin tepe olarak
sunulduğu, evrensel ve millî değerlerin tepetaklak edildiği bir anti-tarih...
Elinizdeki bu kitap, Millî Mücadeleden sonraki Çerkes tehciri ve kıyımı
ile ilgili bir belgedir. Bazılarına göre teferruata ait marjinal bir konudur
bu. Ancak unutulmamalıdır ki, tarih büyük ve küçük konuları ile bir bütündür.
Çok önemli olmadığı, teferruata tealluk ettiği için hiçbir tarihî dosya terk edilemez,
kapatılamaz.
Bilindiği gibi, Birinci Cihan Harbi mağlubiyetinden sonra Millî
Mücadele'nin öncüleri içinde Çerkesler de vardır. Aslında Kurtuluş
Savaşı'nın ilk önderi Çerkes Edhem’dir. Ancak kendisi, çeşitli entrikalar
sonucu saf harici bırakılmış ve nâ-hak yere vatan hâini ilân edilmiştir. Millî
Mücadele esnasında Halife ve Padişah'ı destekleyen, İstanbul hükümeti
saflarında yer alan Çerkesler de olmuştur. Hattâ 1921'de İzmir'de «Şark-ı
Karib Çerkesleri Te'mini Hukuk Cemiyeti» (Yakın Doğu Çerkeslerinin Haklarını
Güvence Altına Alma Derneği) adıyla bir cemiyet kurarak, Yunanistan'ın koruması
altında bir Çerkes devleti kurulması için çalışan Çerkesler de görülmüştür. O
tarihlerde Türkler arasında da, Ankaracılar, İstanbulcular, mandacılar yok
muydu?
Kaldı ki, Şark-ı Karib'çi Çerkeslere karşı ilk tepkiler bizzat
Çerkeslerden gelmiştir.
(Bakınız: Tarık Zafer Tunaya, «Türkiye'de Siyasî Partiler» c. 2, s.
606-23, İst. 1986
Elinizdeki bu eser, 1923'te, Osmanlı Çerkes aydınlarından Mehmed
Fetgerey Şeonu'nun yayınladığı iki küçük kitabın Osmanlı-İslam yazısından
latin harflerine çevrilmiş metnini ihtiva etmektedir. İlâve, çıkarma ve
değişiklik yapılmamıştır. Bu yayınımızla gerçek tarihe küçük bir hizmet etmiş
olduysak kendimizi bahtiyar sayarız.
«Bir hakikat kalmasın Allah'ım âlemde nihan!»
Bu eseri oluşturan iki kitabın, Osmanlı harfleriyle basılmış orijinal
ilk baskılarının bibliyografik künyeleri:
1. Çerkes Meselesi hakkında Türk
Vicdan-ı umumîsine ve Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne Arıza. İst. Karabet
Matbaası, 1338-1923. 39+ 4 s.
2. Çerkes Meselesi hakkında Türk
Vicdan-ı umumîsine ve Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne İkinci Arîza. 1339-1923.
48 s.
BEDİR YAYINEVİ
YAZARA DAİR
Bu kitabın 1923'te yapılan ilk
baskısında, yazar kendi ismini, o tarihte henüz resmen kabul edilmemiş bulunan
Latin harfleriyle M. Fethgerey Schaenu şeklinde yazmıştır. Özeğe kataloguna
Mehmed Fetgerey Şoenu imlasıyla kaydedilmiş bulunan bu ismi biz de aynı şekilde
yazdık. Tarih ve Toplum dergisinin 22'nci sayısında (Ekim 1985, s. 4-5) Ayşen
Janset Ku banlı, yazarın biyografisi ve eserleri hakkındaki yazısında aynı
imlayı kullanmaktadır. Aynı derginin 3'cü cildinin 211'inci sayfasındaki (Mart
1985) «Çerkes Kadınları» başlıklı tenkidinde Hüseyin Kılıç «Mehmet
Fitgeri Şûenû» imlasını kullanmaktadır ki, yanlıştır.
Mehmed Fetgerey Şoenu, 1890'de Sapanca'nın Yanık köyünde doğmuştur.
Babası Kuzey Kafkasya'nın Gdowta-Vendripş bölgesi halkından Atkug Musa Şoenu
olup 93 harbinden (1877-78 Osmanlı-Rus savaşı) sonra zor şartlar altında
anavatını terk ederek Osmanlı topraklarına iltica etmiş ve Sapanca'da
yerleştirilmiş Çerkeslerdendir. Mensup olduğu kabilenin ismi Vubuh'tur. =Ibıh
Mehmed Fetgerey 5-6 yaşında iken babasının vefatı üzerine annesi ve iki
kardeşi ile birlikte İstanbul'a, dayısı Habib Beyin yanma gelmiştir.
Hırslı, inatçı bir karaktere sahip olan Fetgerey intizamlı bir mektep
hayatı yaşayamadı, klasik tahsili terk ederek kendi kendini yetiştirmeye
çalıştı. Ona bir otodidakt diyebiliriz. Fransızca öğrendi, tercümeler yaptı.
Hayatı İstimâiye adlı ilk eserini kaleme alıp bastırttı. Devrinin ünlü
gazetecilerinden Celâl Nuri (İleri) Beyin Çerkes kadınları hakkındaki eserine
karşı infialini belirtmek üzere 1914'te «Osmanlı İçtimaî Aleminde Çerkes
Kadınları» adlı kitabı neşr etti.
A. Jansat Kubanlı, Fetgerey'in Galatasaray Lisesinde tahsil yaptığını
kayd etmektedir.
Beşiktaş Jimnastik Kulübünün iki numaralı kurucu üyesidir. Kardeşi
Ahrned Fetgerey Şoenu ise Fenerbahçe kulübünün kurucuları, içinde yer almıştır.
O zaman Osmanlı devletinin hudutları içinde yer alan Üsküb şehrinde beden
terbiyesi öğretmenliği memuriyetinde bulunmuş, Balkan Harbi'nin mağlubiyet ile
sonuçlanması üzerine İstanbul'a dönmüş, Bursa'ya tâyini çıkmış, bir müddet de
orada beden terbiyesi öğretmenliği yapmıştır.
Birinci Dünya Savaşı'nda İzmit mebusu ve dayı zadesi İsmail
Ziya Bersis ile birlikte Irak cephesinde Ordu hizmetinde bulunmuştur.
İttihad ve Terakki ida resi rejiminin ülkeyi ve savaşı kötü idare etmesi,
fırsatların kaçırılması, orduya politikanın girmesi Fetgerey'i yürekten
sarsmış, acı acı düşündürmüştür. Mütârekeden sonra tekrar İstanbul'a dönmüş,
ilmi, tarihî araştırmalar yapmış, eserler telif etmiştir. 1922'-de«Çerkesler»
ve «Çerkeslerin Aslı» adlı kitaplarını yayınlamıştır.
Millî Mücadele'nin kazanılmasından sonra Ankara rejimi Batı Anadolu'daki
Çerkeslerin tehcirine (sürülmesine) karar vermiştir.
Birkaç kişinin günahından dolayı bir etnik grup cezalandırılmış; çoluk, çocuk,
kadın, ihtiyar, hasta demeden binlerce Çerkes köylerinden alınarak Doğu
Anadolu'ya feci şartlar altında sürgün edilmişti. Bu facia karşısında Fetgerey
Şeonu «Çerkes Meselesi Hakkında Türk Vicdan-ı Umumîsine ve Büyük Millet
Meclisine Arîza» adıyla bir kitap yayınlamış. Aynı yıl, bu birinci
«Ariza»yı takiben ikinci bir Arîza daha çıkartarak hükümet erkânına, bütün
mebuslara, gazetecilere, büyük bürokratlara ve aydınlara göndererek yapılan
haksızlığın ve zulmün durdurulmasını istemişti. Bunun üzerine Mehmed Fetgerey
rejim tarafından yayından men cezasına çarptırılmıştır.
Bu durum karşısında tedkiklerine ve yazılarına devam eden Şeonu
eserlerini bastıramamanın üzüntüsü ile kahr olmuştur. Dayızadesinin sahibi
bulunduğu Adapazarı Madenleri İşletmesi Türk Anonim Şirketinde çalışan Şeonu,
şirket idaresinin bulunduğu Agopyan Hanında çıkan yangında zehirli dumanlardan
boğularak genç yaşında 19.1.1931'de terk-i hayat eylemiştir. Cenazesi Maçka
mezarlığına defn edilmiştir. M. Fetgerey Şoenu böylece genç bir yaşta, daha çok
eserler kaleme alabileceği iken kaybedilmiştir.
Basılmış eserleri:
1. Hayat-ı İctimâiyye ve
Yaşamanın Felsefesi.
2. Kadınlara Beden Terbiyesi.
3. Osmanlı İçtimâi Âleminde
Çerkes Kadınları.
4. Çerkesler. (İstanbul, 1922,
48. s.)
5. Çerkeslerin Aslı. (İstanbul,
1922, 47 s.)
6. Çerkes Meselesi Hakkıada Türk
Vicdan-ı Umumîsine ve Büyük Millet Meclisine Arîza. (İstanbul 1923)
7. Çerkes Meselesi Hakkında Türk
Vicdan-ı Umumîsine ve Büyük Millet Meclisi'ne İkinci Arîza. (İstanbul, 48 s.)
8. Kafkasya ve Servet Menbalan.
Basılmamış eserleri:
—Onsekizinci Asırda Şimalî Kafkasya.
— Lezgiler ve Lezgi Unvanı Hakkında.
—Kafkas Vahdeti, Çarlık ve Sovyet Rejimleri.
—Irak ve Iraklılar. Makaleleri:
Mehmed Fetgerey Şoenu'nun Ölümünden sonra. 40 kadar araştırma ve
makalesi İstanbul'da ve Ankara'da neşr edilmiş Kafkasya dergilerinin çeşitli
sayılarında yayınlanmış bulunmaktadır.[1]
ÇERKESLERE DAİR
Çerkesler (Türk Ansiklopedisi Çerkez imlâsını kullanmaktadır)
anavatanları Kuzey Kafkasya olan çok eski, köklü ve soylu bir kavimdir.
Milattan önce 6'ncı asırda burada bulundukları bilinmektedir. Çerkesler kendi
aralarında birçok kabile ve boylara ayrılır: Abaza, Bjeduh, Şapsuğ, Matuhay,
Temirgoy, Besleney, Flakuçi, Kabarday... Tarih boyunca Ruslardan büyük
zarar ve zulüm görmüş kavimlerden biri de Çerkeslerdir. Başlangıçta
Rus-Çerkes münasebetleri dostça görünüyordu. Korkunç İvan (1547-1584) devrinde
Moskoflar Kazan ve Ejderhan hanlıklarını ortadan kaldırdıktan sonra Çerkes
sınırlarına dayanmışlardı. İvan, Çerkeslerin gafletinden faydalanarak Terek
suyu üzerinde Terek kalesini yaptırmak fırsatına kavuşmuştu. İvan'dan sonra
Ruslar Çerkezistan üzerine bir ordu göndererek oraya feth etmek istediler. Bu
ordu Çerkesler tarafından imha edildi. Bu tarihten itibaren bir daha Çerkes Rus
dostluğundan bahsedilmedi. Çerkeslerin gözü açıldı, Osmanlı İmparatorluğuna
yaklaştılar ve İslam'a sarıldılar,
Çerkeslerin son dört yüz küsur senelik tarihi onların Moskoflarla
boğuşmasının ve feci kırımlara, muhaceretlere, jenosidlere uğramalarının
tarihinden ibarettir. Lord Ponsonby, İngiltere'nin İstanbul sefiri iken
Londra'ya gönderdiği 1834 tarihli resmî raporunda Çerkeslerin nüfusunu 4 ilâ 6
milyon arasında tahmin etmektedir. Bu rakama Rusya ile harp halinde bulunan
Kafkasyalı diğer kavimler dahil edilmiş de olsa, diğer kaynaklardaki bilgilerle
dengelendiği takdirde büyük muhaceretten evvel Çerkezistan'da en az 3 milyon
Çerkes yaşadığı anlaşılır. (Nuh el-Martukî, Nûrü'l-makabis fi tevârih
el-Çerâkis, Kazan 1912, s. 10). İşte bu nüfus kınla kınla zamanımızda
anavatanlarında ancak birkaç yüz bin Çerkes kalmıştır.
1840'ta Şeyh Şâmil, Mehmed Emin adlı mücâhidi Çerkezistan'a naîb olarak
gönderdi. Çerkes kabileleri 1848'te toplanan Adagum kurultayında onu başkan
olarak kabul ettiler. Mehmed Emin Ruslara karşı İslami-askerî bir teşkilât
kurdu ve topyekûn bir cihad hareketine girişti. Ne var ki, düşman çok güçlüydü,
Osmanlı İmparatorluğu ise güçsüz düşmüştü. 1859'da Şeyh Şamil Ruslara esir
düştü, Mehmed Emin de teslim olmak zorunda kaldı. Mevziî direnmeler 1864'e
kadar sürdü ve bundan sonra Çerkeslerin direnecek hali kalmadı. Asıl facia
da bundan sonra başladı. İnançlarından ve kimliğinden vaz geçmeyen soylu bir
millet anavatanlarından sürülüyordu. (Ruslar 2 milyon kadar Çerkes'i sürmüşlerdir.
Bunların 1.5 milyonu yollarda feci şartlar altında can vermiştir. İkinci bir
göç dalgası da 1877/78 savaşından sonra olmuştur ki, bu esnada da çok Çerkes
kırılmıştır.) Ruslar görülmemiş bir vahşetle bütün Çerkes ileri gelenlerini
idam etmişler, Çerkes köylerini yağmalamışlar, sağ kalan halkı Sibirya'ya
sürmüşlerdir. 19'uncu asırdaki büyük Çerkes muhacereti sonunda Türkiye, Suriye,
Irak, Ürdün, İsrail, Mısır ve Amerika'da Çerkes nüfusu ve koloniler oluşmuştur.
Türkiye Çerkesleri, dominant kültür olarak Osmanlı-İslâm kültürünü ve
Türk lisanını benimsemekle birlikte kendi Çerkes kimliklerini de muhafaza
etmişlerdir. Devlet adamı, kumandan, din âlimi, şeyh, fikir adamı, yazar,
sanatkâr, aydın, gazeteci olarak birçok Çerkes asıllı değerli şahsiyet yetişmiş
ve Türkiye'ye hizmet etmiştir.
Çerkes asıllı bazı ünlü kişiler:
Mizancı Murad Bey,
Ömer Seyfeddin,
Ahmed Midhat Efendi,
Kadircan Kaflı,
Çerkes Edhem,
Deli Fuad Paşa,
Bekir Sami Bey,
Prens Sabahattin,
Rauf Orbay,
Şevket Dağ,
Hüseyin Avni Lifij,
Muhlis Sabahaddin Ezgi,
Neveser Kökdeş,
Lemi Atlı,
Haydar Bammat,
Said Şamil...
Çerkeslerden hayli ulema ve meşayih yetişmiştir.
Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendinin arkadaşı ve ders vekili Düzceli
Muhammed Zâhid Kevserî Çerkes asıllıdır. Millî Mücadeleden sonra, Mustafa
Kemal'e ters düştüğü için Mısır'a gitmiş, orada Arapça değerli eserler
yayınlamıştır.
Yakın tarihimizdeki darbe teşebbüsleriyle ün salan ve başarılı olamadığı
için ikinci darbesinden sonra idam edilen Harp Okulu kumandanı Talât Aydemir
de Çerkesti.
1 MAYIS 1920'DE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ'NDE ETNİK BİR MÜNAKAŞA- M. ŞEVKET
EYGİ
Yıl 1920, Ankara'da Büyük Millet Meclisi'ndeyiz. Takvim Mayısın 1'ni
göstermektedir, yâni Meclis açılalı daha on gün bile geçmemiştir. Bu Meclis
Kur'anı Kerim hatimlerinden, Buhârî-i Şerif kıraatlerinden sonra, uğurlu olsun
diye bir cuma günü, mebuslar (milletvekilleri) Hacıbayram camiinde topluca cuma
namazı kıldıktan sonra dualar, tekbirler, kurbanlar ile açılmış, Mustafa
Kemal'in ilk sözü,, biz bu Meclis'i önce Halife ve Padişah Efendimizi ve sonra
vatanımızı kurtarmak için açtık cümlesi olmuştu, işte şimdi 1 Mayıs 1920
tarihinde Meclis'te sağlık konusu hakkında Yusuf Kemal bey konuşurken gayet
meraklı ve ibretli bir gelişme olur. Yusuf bey kürsü de memleketin sağlık
işlerinden bahs ederken Türk kelimesinden çokça bahs eder. Konuşması içinde:
«...zannediyorum ki, her Türkün söyleyeceği, memleketimizde görülecek ilk
iş sıhhiye işidir. Çünkü sıhhat olmazsa, çünkü Türklük bulunmazsa, o Türkler
üzerine bina edeceğimiz hiç bir iş kalmaz... Türkleri muhafaza etmek için
evvelâ sıhhati muhafaza etmeli (alkış)... Türklüğü bitiren hastalıkları bir an
evvel kaldırmazsak, eğer Türk ailesinin, Türk ferdinin refahım temin
etmekse...» cümlerini sarf eder.
Yusuf Kemal beyin bu konuşmasından sonra Sivas mebusu Emir Paşa
kürsüye çıkar ve şu konuşmayı yapar:
Emir Paşa. (Sivas)
— Yusuf Kemal beyefendi hazretlerinin, konuştuğu sırada sıhhatlerinin
muhafazası lüzumunu yalnız Türklere hasr etmiş olmasına itiraz ediyorum (-İslâm
demekti sadaları... Kelime ile oynamayın sesleri). Müsaade buyurun, zannederim
ki, Müslümanlık namına teessüs etmiş bir Hilâfet vardır. Değil buradaki
Müslümanların, aktan cihanda bulunan umum Müslîmînin bu Hilâfete
merbutiyetlerini unutmamak iktiza eder. Rica ederim ki, yalnız Türklük namını
istimal etmeyelim. Çünkü Türklük namına biz buraya cem olmadık (Gürültüler).
Rica ederim, yalnız Türkler değil, Müslümanlar demek, hattâ Osmanlı demek
kâfidir efendim (İslâm deniliyor sadaları). Bu vatanda Çerkes, Çeçen, Kürd,
Lâz ve daha bîr takım kabail-i islâmiye vardır. Bunları hariçte bırakacak,
tefrikaya bais olacak söz söylemeyelim (Gürültüler). )
Reis
— Müsaade buyurunuz, devam etsin.
Emir Paşa. (Sivas)- (Devamla)
— Bendeniz bu mesele hakkında uzun söz söyleyecek değilim. Bu gibi
sözlerin şimdiye kadar bir fâidesini görmedik. Hepimiz Hilâfete merbutuz
(bağlıyız). Bu Hilafet-i muazzamayı bir çok uzun asırlardan beri muhafaza eden
Türk kavm-i necibi olduğunu da kimse inkâr edemez. Yalnız tefrikayı icab edecek
hiç bir söz söylenilmemesini tekrar temenni ediyorum.
Çerkes asıllı olan Emir Paşa kürsüden inince sözü bu sefer Mustafa Kemal
Paşa alır ve aşağıdaki konuşmayı yapar
Mustafa Kemal Paşa
— Efendiler, meselenin bir daha tekerrür etmemesi
ricası ile bir iki nokta arz etmek isterim: Buradaki mak sud olan ve Meclis-i
âlinizi teşkil eden zevat yalnız Türk değildir, yalnız Çerkes değildir, yalnız
Kürd değildir, yalnız Lâz değildir. Fakat hepsinden, mürekkeb anasır-ı
islâmiyedir, samimi bir mecmuadır. Binaenaleyh bu heyet-i âliyenin temsil
ettiği, hukukunu, hayatım, şeref ve şanını kurtarmak için azm ettiğimiz
emeller, yahut bir unsur-i İslâm'a münhasır değildir. Anasırı islamiyeden
mürekkep bir kitleye aittir. Bunun böyle olduğunu hepimiz biliriz. Hep kabul
ettiğimiz esaslardan birisi ve belki birincisi olan hudut meselesi tâyin ve tesbit
edilirken, hudud-ı millîmiz İskenderun'un cenubundan: geçer, şarka doğru
uzanarak Musul'u, Süleymaniye'yi, Kerkük'ü ihtiva eder. İşte hudud-i millîmiz
budur dedik! Halbuki Kerkük şimalinde Türk olduğu gibi Kürd de vardır. Biz
onları tefrik etmedik. Binaenaleyh, muhafaza ye müdafaasıyle iştigal ettiğimiz
millet bittabi' bir unsurdan ibaret değildir. Muhtelif anasır-ı islamiyeden
mürekkebtir. Bu mecmuayı teşkil eden her bir unsur-i İslam bizim kardeşimiz ve
menâfii tamamiyle müşterek olan vatandaşımızdır. Ve yine kabul ettiğimiz
esasatın ilk satırlarında bu muhtelif anasır-ı islâmiye ki, vatandaştır,
yekdiğerine karşı hürmet-i mütekabile ile riayetkardırlar ve yekdiğerinin her
türlü hukukuna, ırkî, içtimâi, coğrafî hukukuna daima riayetkar olduğunu tekrar
ve te'yid ettik ve cümlemiz bu gün samimiyetle kabul ettik. Binaenaleyh
menâfiimiz müşterektir. Tahsiline azm ettiğimiz vahdet yalnız Türk, yalnız
Çerkes değil, hepsinden memzuc bir unsur-i İslamdır. Bunun böyle telakkisini ve
sui tefehhümata meydan verilmemesini rica ediyorum
(Alkışlar).
İşte 1920'de Büyük Millet Meclisinde Mustafa Kemal böyle konuşuyordu. O,
bu tarihte Halifeci, Padişahçı, Osmanlı devleti taraftan, Şeriatça, İslamcı
idi. Millî Mücadelenin bu ilk Meclisi islamî bir cihad hareketinin merkeziydi.
Bütün İslâm dünyasının gözleri Ankara'ya çevrilmişti. Bu Meclisin 1924'te
Halifeliği kaldırıp. Halife'yi ve Osmanlı hanedan ailesini yurt dışı edeceğini
bilmiş olsalardı, Hint Müslümanları 30 bin çil çil altın toplayıp da Ankara'ya
yardım olarak gönderirler miydi? Meclis ve Mustafa Kemal şeriatçilikte o kadar
ileriydiler ki, İçki Yasağı Kanunu çıkartarak alkollü içkileri yasak
etmişlerdi. Bu Meclis'e Bediüzzaman Said Nursî geldiği ve samiin locasında
oturduğu zaman Meclis ayağa kalkmış, alkışlarla beyan-ı hoş âmedi eylemişti.
Meclis'te yüze yakın sarıklı, tarikat taçlı ulema, şeyh vardı.
İşte bu hava içinde, bir Türk mebusu ile bir Çerkes mebusu arasında
münakaşa çıkınca, Mustafa Kemal Kürsüye çıkıp, yukarıda metnini verdiğimiz
yatıştırıcı konuşmayı yapmıştı. Bu memlekette sadece Türk yoktur, Kürd, Laz,
Çerkes ve diğer İslami unsurlar vardır ve bunlar hep kardeştir demişti.
Paşanın misak-ı millî hudutlarıyla ilgili cümlelerine de dikkat
etmişsinizdir. İskenderun'un cenubundan başlayan bu sınır Kerkük, Süleymaniye
ve Musul'u içine almaktadır. Sonra bu güney bölgelerimiz Fransızlara ve İngilizlere
peşkeş çekilmiştir. Batum'un da Ruslara verilmesi gibi...
İşte böyle bir hava içinde başlayan millî mücadele zaferle sonuçlanınca,
eski sözler unutulmuş, Türk, Kürt, Lâz, Çerkes ve diğer Müslüman unsurlar
arasındaki din ve iman kardeşliği rafa kaldırılmış, onun yerine başka
ideolojiler, yabancı ...izmler getirilmiştir,
O hengâme içinde de, elinizdeki bu kitabın konusunu teşkil eden Çerkes
tehciri yapılmıştır.
EMİR PAŞA:
İlk Büyük Millet Meclisi'nde Sivas mebusluğu yapmıştır. Sivil Paşalık
unvanına sahiptir. Hukukçudur, fakat çiftçilikle meşgul olmuştur. Bekir Sami
ile birlikte Millî Mücadele hareketini desteklemiş, Sivas ve Uzunyayla
Çerkeslerinin Kurtuluş Savaşma katılmalarını sağlamıştır. Geleneksel
İslâm-Osmanlı kültürüne bağlı dürüst ve açık sözlü bir aydın ve politikacıydı.
Millî Mücadeleden sonra İstiklâl Mahkemesine verilmiş ve üç yıl süreyle
İsparta'ya sürgün edilmiştir. Abhaz Kökenlidir, Adigeceyi de iyi bilirdi.
Soyadı kanunundan sonra Marşan soyadını almıştır. Doğumu 1840, ölümü
1940'tır.
ÇERKES MES'ELESİ
HAKKINDA TÜRK VİCDAN-I UMUMÎSİNE
VE
TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ'NE ARÎZÂ
Mehmed Fetgerey ŞOENU
(M. Fethgerey Schaenu)
Transkripsiyon:
Muhammed Safi
Halide Edip Hanıımefendi'ye:
Bu arizacık, ihtilâl günlerinden birinde, ihtiyat Zabiti Peyâmi' nin
kalbini «İyilik ve Muhabbetle» dolduran «Yeşil Balkondaki Beyaz Efsâne Kadın»la
«Kırmızı topraklı yolda giden zarif ve ürkek hayalsin mesâibine ağlayan bir kaç
sahifeden ibarettir. Ruhunuzun öz evlâdı, o sabık Hariciye Kâtibinin «Güzel kardeşlerimiz»
demekten haz duyduğu Çerkezlerin şimdi virane olan «evleri masal evlerine benzeyen»
hülyâlı köylerin sahiplerinin «Şimalî Kafkas'ın kartal tepeleri üstünde»
kuracakları vatanları için akıtmasını kendine va'dettiği temiz ve asil Türk
kanına ithaf etmek istiyorum. Bu hıçkırıkları bilmem o şerefle taçlanmaya lâyık
bulacak mısınız?..
Mehmet Fetgerey ŞOENU
22 Ağustos 1923
Çerkes Meselesi Hakkında Türk Vicdân-I Umûmisine
Ve Türkiye Büyük Millet Meclîsine Ariza
İşitiyoruz ki, Çerkesler tehcir ve taktil (öldürülüyor) ediliyormuş.
Hânümânları söndürülüyor. Köyleri, mal ve menâlleri «emvâl-ı metruke» ye
devrolunuyormuş. Bu şom nakaratın medlulleri pek feci şeylerdir. İnsanın
ruhunda şimşekler çakan boralar koparmak için kâfi gelecek baştan çıkarıcı muharriklerdir.
Lâkin yalnız bu kadar değil, daha var: Denizden çıkarılan balıklar gibi,
meskensiz, mevâsız, hayat vesâitinden mahrum kalan bu zavallıların erkekleri
derelere, kaya diplerine gömülüyor, kız ve kadınları ise Türk köylerine, Türk
köylülerine taksim ve tevzi' olunuyormuş. Bunlar namütenahi bir vüs'atle
genişleyebilen bir sürü (miş)lerdir ki her biri keyfiyet itibariyle yüce bir
dağın başından kopan bir kaya parçasının aşağıya ininceye kadar aldığı müthiş
bir çığ manzarasını pek andıran bir mâhiyet arz ediyor. Ve tıpkı o çığlar gibi
yollarına düşen en mukavim bünyeleri bile sürükleyip götürecek kabiliyetler gösteriyorlar...
Haddizatında bunların hepsi belki birer hiçtir. Fakat görünen bir şey
var ki; o da bu (miş)lerden herbirinin ehemmiyetli veya ehemmiyetsiz bir
vâkı'a-ya istinâd etmiş bulunmasıdır. Bu vâkı'aların, bu hâdiselerin yalanını
hakikisinden, eğrisini doğrusundan tefrik edebilmek, şimdi içinde yaşadığımız
gayya kuyusunda ancak (Hüddâm)'a mürâca'ata vabeste kalıyor.
Ve esasen kütleler, cemâatler hiç bir zaman böyle tedkîkî ve tahlilî
düşünmek kabiliyetini gösteremezler. Onlar, tahlil yerine terkip ederler.
Tefekkür yerine sâdece hissederler. Bütün kuvvetlerini bu hislerden aldıkları
için onlara vüsat verirler ve çarçabuk mağlub olarak sevk edecekleri yollara
gitmekten başka bir şeye muktedir olamazlar.
Zaten, ortada güneş gibi parlayan bir hakikat var. Bu hâdiseler, hatta
şâyi'alar ister sahih, ister de ercûfe olsun, devrin yaşattığı buhranlar
dolayısıyla te'sirleri bir ve bî-âmân oluyor. Her (miş) memleketin ummân-ı
ruhuna düştüğü zaman tıpkı bir gölün sathına düşen bir taş parçasının gölün
sathında çizdiği namütenahi büyüyen dâirelere benziyor ki sükût noktasında
ancak küçük bir yuvarlak olan ihtizaz yüzlerle metre uzakta, yüzlerle metrelik
katrelere mâlik olacak kadar cesamet kesbediyor ve böylece en ufak hâdiseler en
büyültücü adeselerle yüz defa bin defa büyüdükten sonra nâs beynine şayi'
oluyor...
Bu sayfaların halk üzerindeki tesirlerinin ehven ve ehemmiyetsiz
olduğuna inanmak pek fazla safdillik olur. Öyle görünüyor ki aks-i tesirler pek
kat'î, pek müdhiş oluyor. Türk Çerkes'e, Çerkes Türk'e karşı emniyet edemez
bir hâle giriyor. Ve bu, günden güne kat'iyyet kesbediyor..
Görüneni olduğu gibi gören hiç bir kimse inkâr edemez ki, bu iyilik
alâmeti değildir. Bir vatanda, bir bayrak altında ve bir nâm ile aynı gaye ve
maksad için yaşayacak insanlara bir sa'âdet va'd edemez. Bilâkis, buna ma'rûz
kalan millete her ma'nâsıyla tali'siz denir. O milletin sesi kirişleri gevşek
ve kopuk bir çalgının çıkaracağı ahenksiz ve baş döndürücü curcunadan farklı
olamaz...
İşte, arz ettiğimiz (miş)'ler şimdi Türkiye'yi bu hâle doğru
sürüklüyorlar. Bunların en fazla ma'nâ ve kıymetleri: Bulanık suda balık
avlamak isteyen ihtirâsâtın oltalarını ağırlaştırıp zenginleştirmekten,
bi'n-netice avcıların yüzünü güldürmekten başka bir şey değildir. Bu ihtirasların
cidaline sahne olan bedbahtlar ise, Türk veya Çerkes, dünkü güzel vatanın
bugünkü harabelerinde birer kara diken gibi batıcı ve yırtıcı oluyorlar...
Halbuki bu memleket bundan böyle sükun ve huzura, âsâyiş ve âmizişe pek, pek
muhtaçtır...
***
Evet, biliyorum, gözümle görüyor, kulağımla işitiyor gibi hissediyorum
ki, şimdi beni de töhmetlendirmek için (nâkes Çerkes!) demeye istical eden
birçok dudaklar titreşiyorlar... Zararı yok, onlar bana istediklerini desinler,
fakat ben hak diyebildiklerimi söylemekten çekinmeyeceğim ve (hâin sıfatının)
Çerkeslere terdif edilmesindeki saikı anladığım gibi anlatmaya çalışacağım:
Diyorlar ki; Türkiye Türklerindir. Türk ta'birinin delâleti ise bir ırk
ifâdesinden çok ziyâde medid bir musâlebe mahsûlünün alemidir.
Bu musâlebe bilhassa Orta-asya ve Kafkas ırklarının ihtilâtât-ı kadime ve
medidesi neticesidir. Şu halde ise Türk demek, istep-lerin çekik gözlü, çıkık
yanaklı, seyrek sakallı, yerden yapılı çobanı demek değildir. Belki onlardan
fersahlarla ayrılmış, daha ziyâde Avrupalılaşmış bir mevcudiyettir. Anadolu bu
musâlebenin canlı bir numûnesidir.
Şimdi artık bu Türklerin bir Mîsâk-ı Millîleri vardır: O ahdin çizdiği
hudûdlar dâhilinde yaşayan unsurların hepsinin yalnız Türk ünvân-ı umumîsi
altında kaynamaları sûret-i mutlakada elzemdir... Avrupa denilen meşher-i akvam
ve milelde Türklerden başka böyle bukalemun! bir manzara-i milliye arz eden,
daha doğrusu henüz bir câmi'a-i milliye te'sis edememiş, hâlen mu'âsır
düsturlardan pek geride ve uzakta kalan bir cami'a-i diniyye bünyesinde meze
olup gitmek revhiyetinde kalmış başka bir millet daha yoktur... ilâ âhirihi...
Biz, bütün imanımızla, bütün mevcudiyetimizle bunlara (Amenna) diyoruz.
Lâkin bunu itmam eden; «Çerkesler hâindir. Çünkü Türkiye'nin Türklere âid
olduğunu kabulde ta'allül ediyor ve Türklüğü yıkan Osmanlı istibdâdıyla beraber
bulunuyorlar...» işâ'atını hiç bir suretle nefsü'l-emre muvafık bulmuyoruz. Bu
bize bir kaç sene evvel Ziya Gökalp Bey'in neşrettiği; «...Bir mefkurenin
kuvvetlenmesi için iki hissin yardımına ihtiyaç vardır. Bunlardan birisi (Millî
muhabbet) 'dir ki millî mefharetlerle halk an'anelerinden doğar. İkincisi
(Millî kin)'dir ki herhangi bir istibdada karşı gayz ve adavet uyandırmakla
hâsıl olur.» fıkrasının ikinci kısmındaki hakikati ihtar ediyor.
Fakat çok teessüf olunur ki Türk millî mefkuresinin kuvvetlenmesi,
teessüs ve te'yidi için ona rehber olacak (millî kin) yanlış bir istikametle
Çerkesleri ihata etmiş bulunuyor ve zannolunuyor ki, Çerkesler saltanat-ı
şahsiyyenin müeyyididirler. Bu zihniyetle Osmanlı Saltanatının istibdadına
teveccüh eden kinden Çerkeslerin de hissedar olmaları tabii görülüyor. Bu
yanlıştır ve günâhtır. Çerkesler ne saltanatçıdırlar, ne de millî Türk
mefkûreciliğinin düşmanıdırlar.
Çerkeslerin böyle tanınmalarının sebeb ve sâiki acaba nedir?..
Geçen badirede bunların bir avuçluk bir kısmının kendilerinden on defa,
yüz defa daha fazla Türk ve gayr-i Çerkesle beraber padişahlık, daha doğrusu
İstanbul Hükümeti hesabına hareket etmiş olmaları mıdır? Bu ise o hareketin
sebeb ve sâikleri düşünülen bu şeyler değildir. Ve bizim kanaatimizce o
sâikler, sebebler Çerkeslerin Türkiye'yi Türklerin olarak tanımayıp
pâdişâhların diye i'tikad ettiklerine ve Türk mefkûreciliğinin düşmanları
olduklarına delâlet edemez..
Vâkı'a o kıyamın sebeplerini sûret-i zahirede herkes biliyor, lâkin
hakikat-i halde esbâb-ı mütekaddime ve evveliyye bir çok gözlerden nihândı ve
hâlâ nihân bulunuyor. Başına geçirdiği şeytan külahı ile göze görünmeden
çalışan bu saik Çerkeslerin tahvif edilmiş olmasıyla bu tahvif neticesinde
onlarda uyanan tu'me-i ihtiras olmak, imha edilmek gibi endişelerden bunları
ilkâ eden mevki-i iktidar ihtiraslarının ettiği istifâdedir ki, icmal etmek
icâb ederse ber-vech-i âtî noktalar tebarüz eder:
A — Meşrûtiyeti müte'âkib, millî mefkûreciliğin
revacını te'mine vakf-ı fikr edenlerin bazıları Türkiye'deki gayr-i Türk fakat
müslüman anâsırın da hudud-ı millî dahilinde bel' edilmesi fikrini ileri sürmüşler
ve şiddetle müdâfa'a etmişlerdi. Alâ-rivâyetin Şeref sokağında bu bel' ve
temsil siyâseti oldukça taraftarlar da bulmuştu. İlk tecrübenin Çerkesler
üzerinde yapılması terviç ediliyordu. Çünkü Çerkesler Anadolu'nun eski yerlisi
olmadıkları gibi toplu ve kesif de değildiler. Kafkasya'dan altmış sene kadar
evvel hicret ettirilen 1 /2 ilâ 2 (birbuçuk-iki) milyon raddesindeki nüfûs
Anadolu ,el-Cezire ve Suriye dahilinde fazlaca dağılmıştı. Bunların bel'i
Türkçülük nokta-ı nazarından pek ziyâde muhassenatı dâ'î görülüyordu.
Bunun için Çerkeslerin bel'ine lüzum-i kafi gösteriliyordu...
Bi'n-nazariyye ve bi'l-kuvve pek a'lâ görülen ve düşünülen bu temsil
siyâseti fi'liyâta çıkabilmek için namütenahi acemilikler içinde bocalıyordu.
Evdeki pazarı çarşıya uydurmanın yolunu bir türlü bulamayan, bu siyâsetin o
zamanki erbabı felâkete bir mebde' vermişlerdi. Çünkü memleketteki gayr-i
memnunlar ve muhalefet fırkası bu acemilikten bi'l-istifâ de Çerkesler arasında
tahrikâta koyulmuşlardı. Hele harb-i umumî esnasında bu tahrikat hadd-i
a'zamisi-ni bulmuştu. «Hey, diyorlardı: Yakında görüşürüz. Vilâyât-ı
Şarkiyyeden sonra sıra sizindir. O zaman aklınız başınıza gelir...»
Tedâbir-i dâfi'asma hiç bir zaman tevessül edilmeyen bu hâl Çerkesleri
büyük bir sür'atle vâdi-i şekk ve şüpheye sürükleyip götürmüştü. O
derecelerdeki her hangi bir kulağı delik Çerkes'i (Hükümet) kelimesini duyduğu
zaman kendi kendine; «İştş bir gün benim de ölümüme fetva verecek merkez!»
diyecek kadar vesveseye düşürmüştü...
B —Çerkeslerce, kendilerine el altından yapılan
propagandaların bir hakikat olduğu zehabını hâsıl ederek onları büsbütün
şüpheye ve emniyetsizliğe düşüren en mühim bir nokta da Balkan Harbini
müte'âkıb Bandırma ve Adapazarı havâlisinde kesif kitleler hâlinde Çerkes köylerine
tecâvüzât-ı dâimede bulunmakla mükellef gibi faaliyete başlayan Arnavud Çetelerinin
hükümet-i merkeziyye tarafından himaye edildiği ve imhaya me'mûr edildikleri
hakkında kuvvetli sayfaların çıkarılması idi...
C — Bu hâl ve vaz'iyyetten istifâde ile mevki'-i
iktidarı elde etmek endişesine kapılan muhalefetin propaganda ve tahrikâta
germi vererek Çerkesler'de uyanan şek ve şüphe tohumlarını kökleştirmesi...
D — Millî mefkûrecilik zimâmdârânının bu hallere karşı
pek kat'i bir lâkaydî iltizam etmeleri... Bu lâkaydinin de muharrikleri elinde
yeni bir tahrik ve tecrid müessiri gibi kullanılması ve hükümet-i
merke-ziyyenin sükûtunun ve amâ bir i'tirâf olduğunun neşr ve işâ'ası... ilâ
âhirihidir.
Görülüyor ki: Bugün Çerkesleri hâin mevkiinde bulunduran sebepler
şimdiye kadar bilindiği zu'me-dilen şeylerden bambaşkadır. Onların ruhunu
kemiren endişe sadece hayatlarını korumak, mahv ve nâ-bûd edilmeye razı olmamak
idi. Hâlâ da öyledir...
Bütün hayat sahiplerinin mütehallik, oldukları, hatta en âdi bir
hayvanın bile kendisini tehlikede gördüğü zaman silah-ı müdâfa'ası olan
boynuzlarını, dişlerini, pençelerini... hasmına tevcih etmek için duyduğu
sevk-i tabii kabilinden olan bu Çerkes hareketi de onlarda, velev yanlış olsun,
bir hakcığm bulunduğuna ve bugünkü mahşerin sûrunu çalan İsrafil'in Çerkeslikten
başka bir ihtiras olduğuna delâlet için kâfi değil midir ve bu hâlde Çerkesler
hâin midirler?..
***
Eğer böyle ise, biz yanan hânümânların yangın dumanları, dökülen masum
ve bigünah müslüman kanlarının morarmış rengi henüz gözönünde duran (Düzce)
kıyamını tafsile lüzum görmeyiz... Çünkü o hareket şimdiki halde Çerkesleri en düşnâm
ithamlara ma'rûz bulunduran bir hıyanet lekesi olarak ilân ediliyor. Hâin
millet tâbirini, bir zamanlar Kafkas dağlarının sertâc ve serfirâzı iken şimdi
küçük Asya'nın, el-Cezire ve Suriye beyabanlarının hâk-i pâyi olan bu bedbaht
unsura âlem olarak ithâfda tereddüt etmiyor...
Hâlbuki biz bunu, pek ma'nâsız olan Çerkes-Türk da'vasına sebeb olduğu
kadar Çerkeslerin Türklere karşı düşman olmasına kâfi bir sebeb ve saik gibi
görmüyoruz. Bu bir netice idi. Sekiz on sene evvel (Mev-ki'-i iktidar)
hırslarının ektiği ve mütemadiyen ihtimamla timar ederek büyüttüğü meş'um
tohumların yeşerip mahsûl vermesi idi. (Kuvâ-yı milliye)'ye karşı olmazsa,
herhangi bir kuvvete karşı patlamak isti'dâdında bulunan ve gayr-i muayyen bir
dakika için a-yâr edilen müdhiş bir bombaya benziyordu. Bu i'tibâr-la biz bunda
padişah taraftarlığının, hatta taraftarlık kokusundan bir zerrenin bile
bulunmadığını iddia' ediyoruz. Tasdi' edeceğimizden olduğu kadar ilzam
edileceğimizden de korkmaksızm i'lân ediyoruz ki: Çerkesler, arasında
yaşayacakları bir milletin hüsn-i âmizişi ile üzerlerine hayâli bir anka kanadı
açacak bir pâdişâh bendesi olmak arasındaki farkı idrâk edemeyecek kadar budala
değildirler. Onlar pek a'lâ bilirlerdi ki pâdişâhla kucak kucağa, koyun koyuna
yaşayacak değil, bilâkis milletle, Türklükle âğûş-be-âğûş kaynaşacak,
geçineceklerdir...
Fakat ne çâre ki Kudret-i bâliğa cemiyetlere, kitlelere de, ferdlere
bezi ettiği, harekâtına hâkim olmak iktidarını bahş etmemiştir. Onlar
hareketlerinin sahibi değil, lâkin tamimiyle esiridirler. Maşerî hayatın en
büyük hâkimi işte bu sırrîyettir, gayr-i şuûriliktir. Çerkeslerin kendileri
için zarardan başka hiç bir şey intâc etmeyeceği gün gibi aşikâr bulunan son
kıyamları da bu gayr-i şuûrîliğin son bir numunesinden başka ne olabilir ki...
Onun sebebleri ise arz ettiğimiz şeylerdir. Sekiz on senenin yağmur gibi
yağdırdığı imha edilmek, bel' olunmak şayi'aları, taktil ve tehcir
propagandalarıdır .
İşte şuuru mahveden bu endişe idi ki Çerkesleri pek ziyâde sarsmış,
mütemadiyen şeamet terennüm eden ihtiras baykuşlarının sesleri, onlarda Türk
zi-mamdârânma karşı (Türklere ve Türklüğe değil, lalettayin hükümet erkânına)
bir iştibâh, bir a-dem-i emniyet, bir itimadsızhk ve bir şek uyandırmış,
(Acaba) kurdu o saf ve temiz kalpleri, ruhları kemi-re kemire on senede emniyet
ve itimâdın bir hayli aksamını yiyip bitirmişti...
Bilhassa Mondros mütarekesini müteakib vaziyyet son ve had devresine
girmişti. Muzır şayialarla hal-i işbâa gelen sarsılmış ruhlar ve imanlar artık
cûş u hurûş için vesileler bekliyorlardı. Her hangi bir vesile, tıpkı dolmuş
bir bardağa dökülecek yeni bir kaç damla gibi tesir yapacaktı.
O zaman, İstanbul'da batan istiklâl güneşinin bıraktığı karanlıklarda
uçuşarak etrafa yayılan baykuşlar doğruca mütereddit, şek ve şüphe içinde,
emniyeti münselib bir heyecanla ân-ı mev'ûdunu bekleyen Çerkesleri hedef
ittihaz ederek dolmuş bardağa, tahammül edemeyeceği son ve namütenahi damlaları
boşalttılar. O damlalar birer zehir idi ki, ruhları büsbütün körletiyordu...
Böylece Anadolu mücâhedesini ihzar ederken bu baykuşlar da oralarda
yeşil yuvaların fevkında attıkları kahkahalarla saf ruhları bulandırıyor,
zehirliyor, tüten ocakların dumanını evin içine doldurup sükkânını dışarıya
uğratmak için bacaların hava deliklerini, yuva yaparak, tıkıyorlardı. Bir yed-i
kudret çıkmadı ki daha o zamandan o yuvaların oralara kurulmamasını te'min
etmekle temiz ocakların ak dumanını doğru tüttürmeye himmet etsin!..
Bilâkis, ilk yükselen kudret: «Buralarda uğursuz baykuşlar yuva
yapmış!» dedi. Ve akabinde «Bunların def-i şeametine çâre yuvaların
kurulduğu ocakları yıkmaktır!» hükmünü vermekte tereddüt etmedi... O kudret
hiç düşünmedi ki, baykuşun yuvasına dokunmak da onun kahkahasına ma'rûz kalmak
kadar meş'ûmdur!..
Elhâsıl, böyle serbest serbest tenmiye ve takviye edilen emniyetsizlik,
i'timâdsızlık pâdişâhın mâhûd fetvalarıyla biraz daha kırıldılar, sarsıldılar.
Bedbaht Kafkas muhacirleri bu defa: «Kuvâ-yı Milliye ismini taşıyan tâife-i
bâğıyye, Çerkesleri mahv için türemiş bir sâhib-zuhur mahiyetindedir. Ey
Çerkesler gözlerinizi açınız. Yoksa hakkınızda verilen imha kararına, kendi
ayağıyla kasabın önüne giden koyunlar gibi, boynunuzu uzatmış olacaksınız...
Misâl mi istiyorsunuz?
İşte size Bandırma'da yakılan, yıkılan Çerkes köyleri... Ne
duruyorsunuz?.. Silahlanınız. Pâdişâhın sancağı altında
toplanınız... Bütün müslümanlara dünyevî ve uhrevî büyük sevaplar va'd eden
fetvâ-yı âlî de sizi mahva karar veren bağilerin tenkilini her müslümana farz
kılıyor.. Hâlâ tereddüt mü ediyorsunuz?.. Yoksa kalbinizdeki imanınız kararmış
mıdır?... ilâ ahirihi nakaratıyla ve altolarla tahrik edilirlerken Yıldız
Sarayı da eşraf ve müteneffizânı şeref-müsûle nail ediyor. Bir kadın gibi
ağlayan sultan onlara «Benim kahraman Çerkeslerim, diyordu. Haydi göreyim
sizi.. Bugün bana edeceğiniz iyiliğin şükranını bütün âlem-i İslâm ödeyeyecektir.
Hayatımca ben, benden sonra evlâd ve ahfadım, hanedanım ise ile'l-ebed size
minnettar kalacağız... Cenâb-ı Hak
kılıcınıza kuvvet versin... Rûh-ı Peygamberi yardımcınız olsun!..» diyordu.
Bu propagandalar, bu fa'aliyet o yıllanmış baykuş seslerinin uyandırdığı
şeamete yeni bir ahenk hazırlamıştı. Ve yalnız Çerkesler değil, lâkin onlardan
daha fazla bir 'atş-i isyan ile Türkler de kalktı. İzmit'in biraz ilerisinden
Eskişehir hudutlarına kadar Düzce ve Bolu havalisi hemen kamilen tuğyan etti.
Kıtal başladı. Yağmalar vely etti, hânümânlar söndü, köyler harâb ü türâb
oldu...
Buna karşı, o zamanki ismiyle, Kuvâ-yı Milliye ne yaptı, o sarsılmış
imanları takviye için nasıl ve ne derecede fa'aliyet sarfetti?.. İ'tirâf edelim
ki bunları henüz bilmiyoruz. Bildiğimiz şey tarafeynin tedhiş ve ve tedmir
tarzındaki fa'âliyâtından ibarettir. Bunun için Çerkesleri bu hareketlerinden
dolayı affedilmez hâinler olarak kabul edemiyoruz. Çünkü onlar Türk milletinin
te'sis edeceği milliyetini, koruyacağı varlığını, müdâfaa edeceği vatanın
birliğini tanımak istemediklerinden, onu mahvetmek hayâline düştüklerinden
değil, belki arzettiğimiz gibi, senelerin kendilerine telkin ettiği müdhiş
fitne ve fesadın taht-ı tesirinde ve sâdece şuursuz bir müdâfa'a-i nefs
endişesiyle kıyam etmişlerdi. Ve yine çünkü neşriyat ve işâ'âta nazaran Kuvâ-yı
Milliye'nin hedefi Çerkesleri imha idi...
Şimdi, acaba bu vaz'iyet ve bu hâl karşısında kıyam edenlerden, Kur'an
ile sarık önünde eğilenlerden yalnız Çerkesler mi mücrimdirler, bu bedbahtların
hıyanetleri umûmi ve mutlak mıdır ve hâlen bütün Çerkesler hâin midirler?..
Hayır, hayır. Bu zehâb yanlıştır. Bu işa‘at hatâdır, günâhtır. Çerkes ve
Türk şimdiye kadar müteradif kelimeler gibi aynı âhenge delâlet ediyorlardı.
Günâhtır, bunları böyle kinlere, düşmanlıklara sevk etmek, boğazlattırmak
günâhtır. Hem de günâhların en büyüğüdür...
Biz, bugün kuvvetlendiğini, köklenmeye doğru ilerlediğini, bin esefle,
gördüğümüz Türk-Çerkes münâferet ve adaveti kadar ma'nâsız ve lüzumsuz bir
şey daha tasavvur edemiyoruz. Buna ne lüzum vardı?..
Eğer anlayan varsa Allah rızası için bize de anlatsın. Hatta, bu gün bunca
hâdisât-ı müessif eden sonra bile Türklerle Çerkesler arasında silahsız fasıl
olunmaz, Çerkes köyleri dağıtılmadan sonu gelmez bir da'vânın vücûduna kani'
değiliz...
Eğer bu davanın mebnî-i aleyhi bel' etmek, millîleştirmek gibi bir
lüzum-i içtimâi ise o böyle olmaz. Milliyetler kılıçla teessüs etmezler.
Kavmiyetler şiddetle temsil edilemezler. Bu iş için top ve tüfenk, cebr ve
şiddetten çok evvel çok ziyâde nevâziş lâzımdır. Hüsn-i âmiziş lâzımdır, ilim
ve irfanın ta'mimi lâzımdır, temsili arzu edilen kavmin ıtmâ'l lâzımdır,
hülâsa: Hayatı namütenahi cefâlar şeklinde değil, huzur ve refah ile sa'âdet
renginde göstermek lâzımdır.
Şimdiye kadar hiç bir millî mefkûre terviç edilmediği halde bir çok
Çerkeslerin, bahusus münevverlerin, şehirlililerin kendi kendilerine Türk
vicdân-ı umûmîsi 'dâhilinde hallolup gittiklerini görmüyor mu idik? Birçok
gençler tanıyoruz ki benim babam, yahud büyük babam Çerkes'di diyorlar. Çerkeslik
onlar: da ancak böyle bir hâtıra-ı tarihiyyeden başka bir şey bırakmamış
bulunuyor...
Hem Çerkesler gibi müteferrik bir unsurun bel'i, Türkleştirilmesi için
cebr ve şiddete, taktil ve tehcire hiç lüzum yoktur. Hiç bir halde de lüzum
hissedilmez.
Temsil ve temessül kundura boyası gibi iki dakikalık bir renk değiştirme
ameliyyesi değildir. Bu zaman işidir. Bi'l-farz bugün bütün köylerde açılacak
mektepler ve yapılacak içtimâ'î teşkilât, her şeyden ziyâde Türk'ü, Türklüğü
yükseltmek, diğer anâsırın pek fevkine çıkarmak bu işi harikulade teshil
edebilirler. Hem de bu işin tatlılıkla, güzellikle, nefretsiz, kinsiz, düşmanlıksız,
başarılmasını te'min ederler. Kırk elli sene zarfında bütün Anadolu Çerkesleri
Türk olup çıkar...
Vâkı'a 50 sene bir şeydir. Fakat bir milletin hayatında ancak bir
haftadır. Gayr-ı Türk akvamın Türk olması için fazlasıyla kifayet edecek olan
bu seneler üç batın demektir. Üç batnın nesilleri yek-âhenk ve millî bir
terbiye düstûruyla yetiştirilirse üçüncü, hatta ikinci nesil artık bu günkü en
imanlı Türkten daha Türk olur. Bu muhakkaktır. Avrupa'nın bugünkü milletlerinde
buna bir çok misâl de vardır. Bilhassa Prusya ve Çarlık Rusyası ile Balkan
milletleri en canlı numunelerdir. Lâkin bunların hepsi de az çok Şarklı ruhuyla
hareket etmişlerdir.
Hemen her millî mefkûre rehberinin ileri sürdüğü Amerika en hakiki, en
ma'kûl ve en insanî bir numunedir. Oradaki usûl köyleri boşaltmak usûlünden
bambaşka ve taban tabana zıd bir şeydir: Amerikalı-lık vicdân-ı umûmisi
dâhilinde bel' edilmesi arzu edilen aileleri mal ve mülk sahibi ederek o
memlekete menfâ'atle rabt etmek, bağlamaktır. Onlar pekiyi biliyorlar ki mal ve
mülk gibi alâikten, menfâ'atten âri kimseler memleketin asayişi için dâimi
birer tehlikedirler. Bunların bu halleri ile millileştirilmesindeh melhuz fâide
sıfırdır. Bu sebeple ale'l-acelel reng-i millî alacak bir çıplak yerine biraz
uzun zamanda temellül edecek (se nationaliser) sâhib-i servet ve sa'yi tercih
ediyor, temsil vazifesini cebr ve şiddet yerine zaman ve menfâ'ate havale
ediyorlar. Bu hâlde kendilerine düşen vazife: Müteyakkız bir intizâr oluyor... Halbuki
bu usûlün yanında cebr ve şiddetin, i'tisâfın temessül müddetini hadd-i
a'zamisine kadar çıkaracak, uzatacak vâsıtalardan başka bir şey olmadığı, son
bir tecrübesine daha lüzum hâsıl olmayacak kadar tahakkuk etmiş bir şeydir.
Öyle değil mi ya... Bir defa tarafeyn kine boğuldu mu artık bir nesil, beş
nesil daha bâd-ı hevâ [bedava! geçecek demek değil midir?..
Evet... Çünkü bu günün milliyet meselesi diye gös-terilen şey bir
terbiye mes'elesidir. Binâenaleyh hâlen yaşayan başka terbiye görmüş, başka
ruhlarla yetiştirilmiş mevcudların: gençleri ve kâhilleri de Türk yapmak
iddi'âsına kalkışılırsa mantıksız bir harekette bulunulmuş olur. Onlar hakiki
Türk olamazlar. Hangi unsura mensup olursa olsun, yaşlanmış bir kimseye
milliyetini unutturmak, ya'ni taht-ı te'sîrinde bulunduğu an'anatı, bu yaşa
kadar kendisini besleyen ma'-neviyata kuvvet ve gıda veren maziyi, tarz-ı
terbiyeyi, te'âmülleri birden bire tebdile kalkışmak demektir. Ki bu abesle
iştigâlden başka bir şey olamaz. Eğer Türk mefkureciliği mantıkî bir hareket
yapmak istiyorsa bugünkü yetişmişlerden vazgeçmeli, nesl-i cedid ile, nesl-i
âti ile meşgul olmalı, onların da bugünküler gibi başka perdelerden öten
sadâlarla yetişmemesini te'min etmelidir...
Yıkmak kolaydır. Fakat yıkılanın yerine daha iyisini kurmak çok
zordur. Bugün tehcir edilen veya edilecek olan herhangi bir aile, herhangi
bir köy, hatta herhangi bir fert memleketin istikbâl-i iktisâdisi için, saadeti
için bir zararı mahzdan başka bir şey olamaz.
Düşünmelidir ki yıkılan ve yıkılacak bir ocağın refahı vasati olarak 25
senede ancak tekrar temin edilebilir. Tehcir ve taksim gibi içtimai ameliyelerle
millileştirmek usûlü, memleketin bütün ahvâli müsâid olduğu halde, en aşağı 25
sene gerilemek, servet ve sa'âdet-i milliyeyi gayr-i muayyen bir zaman için
mahvetmek, refah ve huzuru ve asayişi mün'adim kılmakla muadildirler. Bu
siyâsetin en meş'ûm bir semeresi de ruhları serserilikle, sa'yden kaçmakla,
macerâ-perestlikle tahlik etmesidir...
Eski Osmanlılar bu hususta ne güzel düşünüyorlarmış. Acaba
millîleştirmek siyâsetini hâl-ı hâzır onlar kadar suhulet ve vüs'atle tatbik
edebilecek ve muvaffakiyet istihsâl edecek midir?..
Bu nokta hakikaten düşünülmeye değer bir mâhiyettedir. Şimdi ilk icraatı
Çerkesler hakkında görülen bu mes'eledeki zihniyet, mazinin feyizdâr
zihniyetiyle kâbil-i kıyâs değildir. Eski zamanlarda bir En-derûn-ı Hümâyûn,
bir Yeniçeri Ocağı, bilhassa bir Devşirme ve İçoğlanları teşkilatı hiç
hissettirmeksizin Türkleştirmeye yarayan büyük müesseselerdi. Bir Türk mütefekkirinin
dediği gibi, Osmanlılığa namütenahi rical yetiştiren bu ocaklardan başka bir
yer değildir. Bunlar doğrudan doğruya temlil Nationaliser edici merkezler
idiler.
Bittabi bugün yeniden öyle ocaklar te'sisine imkân yoktur. Vâkı'a
dârü'l-eytâmlar, sanayi' mektepleri, çırak mektepleri... ilâ âhirihi gibi leylî
mektepler de bu işi görebilirlerse de bunların lüzumu kadar teksiri
mümteni'dir. Ve böyle, aile köşesinden uzakta yetişecek insanlar da ya râhib
ruhlu veya asker tabiatlı olmaktan kurtulamazlar. En salim temsil vâsıtası
ise umumiyetle mektep ve irfandır. Bunlar iki cenah-ı temellüldürler ki
insanları az bir zamanda aynı düşünür, aynı görür bir hâle getirebilirler. Spor
cemiyetleri ve müsabakaları, millî tiyatro ve sinemalar a'zâmî teshilâtı yaratıyorlar.
Hele bunlara emniyet ve i'timâdla huzur, refah ve servet de inzimam ederse
iş kendiliğinden meydana çıkar. Çünkü birçok insanların milliyetleri onların
biraz fazlaca şahsî olan menfâatlerinin hududunu aşamaz. Yok eğer mutlaka pek
seri bir usûl-i temlil ve temsil aranıyorsa buna yıkmaksızın, yakmaksızın,
tahrip etmeksizin yalnız bir çâre vardır: Türk olmayanlara ye olamayacaklara
kapıları açıp buyurunuz efendiler demek... Bu basit bir şeydir ki ne
tehcirlere, ne taktillere meydan bırakır. Kalanlar öz ruhlarından duydukları
mecburiyetlerle veya samimiyetlerle Türk olmaya namzettirler. Gidenler,
gidecekler ise memleketin selâmet-i âtiyesi nâmına çıkarılan dara gibi telâkki
edilirler.
Yoksa, bugün her vicdanı ürpertecek birer fecaat şeklinde meydan alan
işâ at ve o sayfaların uyandırdığı fikirler insanî hareketler addedilemezler.
İnsanlığın tıyneti bu kadar âdi bir çamurla hamur edilmiş değildir.
Evet... Biliyor ve teslim ediyoruz ki kuvvet haktır. Hakkın düsturları
dâima kavi bir pençededir. Fakat düşünmeli değil midir ki zulmü vasıta edinecek
hak, kuvvete bühtan eden, bir şeydir. Çünkü kavi olan hakkından emin olandır.
Binâenaleyh onun zulüm gibi za'iflerin kârı olan şeylere tenezzülü müstahildir.
Ve yine çünkü kuvvet fazilettir. Hak da kuvvetle aynı şey olduğuna göre fazilet
demektir.
Biz, böyle düşündüğümüz için, teşkilâtı yapmakta haklı olan Türk
milletinin bugün pek kuvvetli olduğunu da kabul ediyoruz. Kendi kendisinin
sahibi olan bir mevcudiyet başkaları tarafından idare edildiği zamanlardan daha
za'if olamaz. İşte bunun içindir ki biz bugünkü Türklükten dünkü Türk'ten
fazla fazilet bekliyor, hak-şinâslık istiyoruz.
Halbuki idarî veya askerî herhangi sebeble olursa olsun, mukaddemâtı
görülen icrâât, bu icrâât etrâfında germi-i tâm ile yapılan muzır işâ'ât ve
neşriyat saf ve necip Türklüğü yine dünkü gibi bir sarayın siyâsetine âlet ve
bâziçe olmaya sürüklüyor. Bu saray bir sultanın kâşanesi, bir paşanın devlethanesi
değildir. Fakat sadece bir endişe, bir hayâldir. Milliyet-perverliğin hasta ve
mariz bir hülyâsıdır.
Bu hülya memleketi bir şûrezâra döndürmekten başka neye yarayacaktır?..
Milleti teşettüte, fetrete düşürmekten başka ne mahsûl verecektir?..
Bunları anlamıyoruz. Küçücük beşerî idrâkimiz bu siyah hülyaları ihataya
kifayet edemiyor.
Lâkin hayat hayâl değildir. Milletlerin hayattan onların tarihleriyle
yükselen mevcudiyetleridir. Öyleyse biz dünkü Osmanlı câmi'asının, bu günkü
Türk milletinin tarihinde şöyle bir cevelân yapıverelim. Orada göreceğimiz
şey, Türkle Çerkes'in bu memlekette hemen dâima aynı maksat için omuz omuza
beraber yürümüş bir ocak ve mezar arkadaşı olduğudur. Türk tarihi açıldığı
zaman orada rast gelinecek ricalin bir çoğu hep Çerkes değil midir? Maalesef
onların icrââtından tercüme-i hallerinden bahsetmeye bu arizamız müsâ'id değil.
Bu sebeble yalnız bir icmâl-i tarihi ile bir aded ricâl-i nispeti arzetmekle
iktifa edeceğiz.
Çerkeslerle Türklerin münâsebât-ı tarihiyyesi pek eskidir. Hatta Selçuk
Türklerinden daha evveldir. Fakat Kafkasya'daki Çerkezistan'ın Türkiye ile
müsbit olan münâsebât ve revâbıtı 900 tarih-i hicrîsinden sonradır. Bu
münâsebet Kırım Hanlığı vesâtetiyle teessüs etmiştir. Çerkezistan'la Kırım'ın
revâbıtı ise 940'ta han olan Sahib-giray zamanına tesadüf eder.
Tarihin bütün edvarında Çerkezistan, siyâset-i dahiliyesinde dâima
serbest ve müstakil kalmıştı. James Bell ve De Montpereux gibi birçok âlimler,
müverrihler, dünyada en eski zamanlardan beri istiklâlini, serbestisini korumuş
yalnız bir kıt'a bulunduğunu, o kıt'anın da Kafkas dağlarının harîmlerindeki
Çerkezistan olduğunu söylüyorlar. Kırım ile teessüs eden rabıta da böyle idi.
Memleketi yalnız mukadderât-ı hari-ciyyede birbirine rabt ve bend ediyordu.
Kafkasya'nın pek meşhur olan bu istiklâl ve serbestisi 1760'tan 1864
tarih-i milâdisine kadar yüz senelik medîd muharebe neticesinde Rus çarları
tarafından selb edilmişti. Tarihinde ilk defa Kafkas fâtihi unvanını, prenslik
ile payesi i'lâ edilen General Baratinski kazanmıştı...
Fakat galiba maksadı aşıyoruz. Arzetmek istediğimiz bu değildi... 940
hicrîde artık Kafkasya dağları Kırım hanlığı ile birbirine rabt-ı kader
etmişlerdi. Kırım ise 880 hicrîden beri Türkiye ile beraberdi. Binâenaleyh
940'tan sonra artık Çerkezistan da dolayısıyla Türkiye ile beraber olmuştu. Bu
hâl Çerkeslere hiç ağır gelmiyor, bilâkis pek ziyâde hoş geliyordu. Çünkü
İstanbul onlara «Sâlyâneler» bağlamıştı, lîk Türk bütçesinin mürettibi olan
Tarhuncu Ahmed Paşa'ya göre Kırım Hanı ve Çerkes Beyleri ile Akdeniz Beyinin
Sâlyâneleri 169 yük, 56.710 akça idi. Ahmed Râsim Bey'in «Eyyûbî Kanunnâmesi»
nâmındaki küçük bir risaleden iktibas ettiğini söylediği 1071 H. bütçesinde
«Umerâ-yı derya, Kırım Hanı Kalgay Sultan ve Nureddin Sultan'm ve ba'zı
Çerâkise'nin Sâlyânelerine 17.352.000 akça» tahsis edilmiş olduğu görülüyor.
Bu Sâlyâneler Kafkas fütuhatında Lala Mustafa Paşa'ya vâsilen bir Çerkes
olan Özdemir Osman Paşa'ya vüs'-i beşerin yetebileceği derecede yardım te'min
etmişti. Aynı zamanda Kırım hanlarının iştirak ettikleri bütün muhârebatta da
Çerkeslerin pek mühim hizmetleri sebk ediyordu. Hatta Viyana muhasaralarına pek
fevkalâde bir surette iştirak etmişlerdi..
İkinci Katerin'in desâis-i harbiye ve siyâsiyesiyle 1774 milâdî'de Kırım
Türkiye'den ayrıldı. 1783'te Rusya'ya ilhak olundu. Bu hâdise ile beraber
Çerkezistan'ın Kırımla olan rabıtası da koptu. Çarlığın yaygaraları,
gürültüleri boşa gitti. Çerkesler doğrudan doğruya Türkiye cami'asma dâhil
oldular. Bu hal de 1829 Edirne musalahasına kadar devam etti. Edirne
musa-lahası Çerkezistan'ı nâçâr bir halde Rusya'ya terket-ti. Lâkin Çarlar
oraya 1864 senesine kadar bi'l-fi'il vaz-ı yed edemediler...
Bu müddet, yani ikibuçuk asır kadar Kırım vasıtasıyla, üç rub' asır
kadar da bilâ-vâsıta olan Türk-Çerkes münâeebâtı Çerkeslerin Türkleri
sevmesi için kâfi gelmişti. Reviş-i hâle göre bu meveddet ve merbûtiyetin
hiç bir suretle gevşemeyeceği, sahîhan zannolunabilirdi. Çünkü sebepler o kadar
mühim ve sarih idi. O mühim olan esbabı ber-vech-i âti icmal edebiliriz:
A — Türkler gerek Kırım zamanında, gerek Kırım'ın
Rusya'ya ilhakından sonraki devirde Çerkes istiklâl ve serbestîsine, yalnız
kavlen değil fiilen de dokunmamışlardı...
B — Türkler müslümandı. Kendileri gibi müslüman olan
diğer fertlere ve cemâ'atlere de aynı hukuktan istifâde etmek hakkını
bahşediyorlardı. Ki bu nev'ama bir kardeşlik düstûru, bir nev'i beyne'l-milelliyet
idi.
C — Hepsinden fazla olarak da Türklerle Çerkesler pek
eski zamanlardan beri akraba olmuşlardı. Gerek sarayların, gerek ricalin yüzde
yetmişbeşinin harem dâireleri, hanımefendileri Çerkes'ti. Bu sıhrıyyet pek
tabii ve mütekâbil bir temayül hâsıl ediyor. Tarafeyni birbirine bağlıyordu...
Daha birçok husûsi ve fer'i sebeplerin vücûdunu da inkâr etmemekle
beraber bu üç sebep Çerkeslerin Türkler hakkında lâ-yezâl bir muhabbet
beslemeleri için kâfi gelmişti diye iddi'a edebiliriz.
Böyle muhtelif sâiklerle Türklere manen meclûb ve merbut olan Çerkesler,
940'tan sonra artık Türkiye'nin hayatla, canla ve başla çalışan vefakâr bir
unsuru olup kalmışlardı. O zamandan beri cereyan eden hiçbir hâdise, hiç bir
vâkı'a tasavvur edilemez ki Türk' le Çerkes ayrı düşünmüş, ayrı hareket etmiş
olsun. Tarih, dâima, dâima omuz omuza mezara kadar beraber giden iki unsur
kaydedebilmiş ise onlar da mutlaka Türk'le Çerkes'tir.
Bu müdde'ayı isbât için birçok isimler, vâkı'alar, tercüme-i haller
zikrederek sahife doldurmak pek kolay bir iştir. Lâkin biz buna lüzum
görmüyoruz. Biliyoruz ki bu güneş gibi bir hakikattir. Ve Türk'ün en sâf
köylüsüne kadar herkese malûmdur.
Yalnız âtide arzedeceğimiz bir tesbite nazar-ı dikkati celbetmek
isteriz. Bu bize Çerkes ve Türk'ün ne derecelerde birbirine merbut bulunmuş
olduğunu göstermeye kifayet eder zannediyoruz.
Takriben 950'den Çerkeslerin muhaceretine kadar geçen zaman zarfında
Çerkeslerden hizmet-i devlette bi't-tefeyyüz Paşalık unvanını ihraz edenlerin
yekûnu 250'ye baliğ olmakta idi. Bu paşalar arasında 12'si, ekserisi
bi'd-defâ'at ihrâz-ı makam etmek şartıyla, sadrâzam, biri şeyhülislâm,
on-onbeşi vezir-i sâ-ni, kubbe veziri, sadâret kaymakamı, kaptân-ı derya, yüz
kadar müşir, vezir ferik olarak seraskerlik, ser-darhk, valilik, sefirlik...
ilâ âhirihi gibi makamat-ı aliyyeyi işgal ederek hidemat-ı mühimme ve
meş-kûrede bulunmuşlardı. Türkçe terâcim-i ahvâl ki-taplarının, bilhassa
Hadikatül-Vüzera, Sefinetü'r-Rü-esâ, Devhatü'l-Meşâyih, Sicill-i Osmânî... gibi
esaslılarının verdiği bu yekûn ihmâl edilecek bir şey değildir.
Muhaceretten sonra, Sultan Abdülaziz devrinden zamanımıza kadar mürur
eden seneler ise hiç de evvelki ile kâbil-i kıyâs değildir. Bilhassa bu son
asırda Türklere karşı bir şükran borcu medyun olduklarını iyi bilen Çerkeslerin
rabıtası daha kavi, daha sağlam olmuştur. Çerkesler, Rusların Kafkas
istilâsında, Türklerin kendilerine gösterdikleri ulüvv-i cenabın
minnettarlığını bugün bile unutmuş değildirler. Ne dün, ne de o geçen uzun
asırlarda sebk eden hizmetleriyle bu borcun ödendiğine kaildirler...
Meşrûtiyet'e kadar bu zihniyetle yetişen vüzerâ ve vükelânın yekûnu da
istisgâr (küçük görülmeyecek) edilemeyecek bir derecededir. Yalnız benim
dest-res olabildiğim paşaların yekûnu 150'yi tecâvüz ediyor ki bunların arasında
da serdarlar, nazırlar, vezirler, müşirler mebzuldür.
Şimdi ufacık bir mukayese yapmak isterim:
Bu devletin bidâyet-i teşekkülünden beri yetişen paşaların yekûn-ı
takribisi, yukarıda saydığımız me'hazlara göre
(3000) kadardır. Yedi asırda
on-onbeş muhtelif unsurun hey'et-i mecmuasının yetiştirdiği ricalin yekunu 3000
raddesinde olduğu hâlde yalnız Çerkeslerin 950'den sonraki yekûnu 400'ü tecâvüz
etmektedir. Nüfus-ı umumiyenin derece-i kesafeti ile Çerkes nüfusunun derecesi
ölçülecek, karşılaştırılacak olursa Çerkeslerin Türk tarihinde ne kadar
çalışmış olduklarını gösteren en açık sahife okunmuş olur.
Ve bu bize gösterir ki Çerkesler üç, üç buçuk milyonluk nüfuslarıyla
vasati olarak 30 milyona karşı yalnız dört asırda 7 buçuk da bir derecesinde, asırların
adedini de nazar-ı itibara aldığımız takdirde 4'te bir derecesinde ricâl-i
devlet yetiştirmişler, Türk tarihine canla ve başla, imanlarının, ruhlarının
bütün salâbet ve samimiyetiyle hizmet etmişlerdir. Bunun içindir ki bugün artık
Türk'ün vatanı, Çerkes'in de vatanı demektir. Osmanlı Türklerinin tarihi
Çerkeslerin de son devirdeki tarihidir. Ancak karabet ve sıhriyete inzimam eden
bu sâiklerledir ki Türk'ün bedbahtlığı Çerkes'i de bedbaht ediyor. Türk'ün
felâketi Çerkes'i de helake sürüklüyor. Bunca vakayi'-i müessifeden sonra hâlâ
bugün bile Türk'ün vatanı denince yüreği sızlamayacak bir Çerkes tanımıyoruz.
Bu iddamızı te'yid edecek en bariz misâl Anadolu mücâhedesinin kurulması
ve başarılması emrinde Çerkes erkân ve ümerânın, Çerkes münevverlerin Çerkes
halkın gösterdiği tehalük, şevk ve gayrettir. Bidayetinden nihayetine kadar her
merhalesinde, askerî, siyasî, içtima'i her hareketinde bir çok Çerkes ser-âmed,
bir çok Çerkes mücâhid kaydeden Anadolu cihâdı tarihi hiç bir suretle inkâr
edemeyecektir ki teessüsü ve ilerlemesi, muvaffak olması için en ziyâde
çalışanlar yine Çerkesler olmuşlardır. Bahusus bidâ-yet-i teşekkülde herkes
ürkek ve korkak tavırlarla ihtirâz edip dururken cihâdı açan hemen yalnız
Çerkesler değil mi idi? İzmir cephesinin ilk faaliyetleri ve Sivas
kongresinin başında görünen simaların ekseriyeti kimlerdi?..
Son safhalardan ise Sakarya Harbinde düşman köylerini tehdid, Eskişehir
ve Bilecik civarındaki kı ta'âtı mütemâdi taarruz ve tecâvüzleriyle,
akınlarıyla bîzâr ve tedhiş eden, bu suretle ilerleyen Yunan ordusunu hatt-ı
ric'atı kesilmek tehlikesine ma'rûz bulunduran süvarilerin teşkilatçısı,
kumandanları ve ekser mücâhidini kimlerdendi?
Biz bunları, büyük zaferden Çerkeslik hesabına da hisseler ifraz
ettirmek emeliyle serdetmiyoruz. O şeref tamâmiyle ve yalnız Türkiyelilere ve
Türklüğe aittir. O zaferi te'min için ruhlarını, kalplerini düşman ateşine
siper edenler Türkiyelilikten başka bir nâm için Türklükten başka bir gaye için
çalışmış ve ölmüş değildiler... Biz bunları, sadece Çerkes'le Türk'ün birbirine
ne kadar metin bağlarla merbut olduğunu göstermek için kayda mecbur olduk...
(Düzce kıyamını biz kabul etmiyoruz. Onu bize misâl gibi göstererek
yüzümüze çarpmayınız. Onun sebeplerini biz, dilimizin döndüğü kadar, esbâb-ı
hakikiyeleri ile arza çalıştık. Eğer o bir kabahat idiyse mes'uliyeti yalnız
Çerkeslere âit değildir. Bugün artık Türk unvanını mutlak olarak kabul eden
Osmanlılığa aittir. Osmanlı fırkacılığı on senelik muharrik ve müşevvik
vaz'iyyetinde bulunuyordu. Bahusus o zaman kıyam edenlerin dörtte üçü gayr-i
Çerkes ve bilhassa Türktü..!)
Bugün hâlâ Yunanistan'da bulunan bir avuç Çerkes'i de misâl diye kabulde
ma'zûruz. Çünkü en kısa bir sözle onların yanısıra iki avuç da gayr-i Çerkes
bilhassa Türk var..
***
Yok eğer denildiği gibi; «Çerkesler istiklâl dâiyyesindedirler.
Memleketi, Türklüğü parçalamak isti-yorlar...» diye düşünülüyorsa böyle
düşünenlerin aflarına igtirâren bunun pek çocukça bir fikir olduğunu söylemekte
tereddüt etmeyiz. Hayat henüz böyle boş bir iddiada bulunacak bir tek Çerkesin
vücudunu tanımış değildir. Bugün ber-hâyat hiç bir Çerkes yoktur ki, Türkiye'de
istiklâl iddiasına kalkacak bir hakk-ı tarihî sahibi olduğunu tahayyül etsin!..
Şark-ı karibçilerin bir tiyatro sahnesi hararetiyle parlayan ma'hûd
beyânnamelerini bize misâl getirmeyiniz, O bir Çerkes istiklâlinden bahsetmiş
olmamakla beraber o zaman, işgal ordusuyla iyi geçinmek lüzumuna kâni' olan bir
çok gayr-i Çerkesler, bilhassa Türkler de ona mümasil nutuklarla propagandalarla
pazara çıkmışlardı. Onlar hep birer «lâf ü güzâf» idi. Çünkü Hazret-i
Süleyman'ın bir hadisine göre «me'yûs olanın sözleri rüzgâr gibidir.»
Çerkeslerin istiklâl emeli hakkındaki safsatanın menşei aranmak lâzım gelirse
yine geçen devrin meş'ûm hükümetinin ve meşum fırkasının meş'ûm hareketlerinde
olduğu görülür; pek mevsuk diye serdedilen rivâyât ve menkûlâta göre «Ânzavur»
zor ile başkan çıkarılmış, muhalefet hükümeti «Anzavur» u ikna ile
uğraşırken fırka merkez-i umumîsi de bütün Çerkesleri daha iyi tahrik için
gizli gizli muhtariyet va'di ile ittimâ'a kadar ileri gidiyor. Asırlardan beri
bu memleketin en vefakâr bir unsuru diye tanınan Kafkas muhacirlerini baştan
çıkarmaya uğraşıyordu. Bütün Çerkeslerin bu balona, De Molen'in çok kullandığı
bir teşbihi ile tarla kuşlarının, ziyaları parıldayan âyineye koştukları gibi
bir şitâb ile koşacaklarını ümit ediyordu. Şimdi sorarım, acaba Çerkesleri bu
hâle getirenler mi yoksa Çerkesler mi hâindirler?..
Halide Edip Hanımefendi'nin pek necip ve pek büyük ruhları Çerkeslerin
ma'sûmiyetini herkesten evvel idrâk etmiş bir mecvûdiyetin nurudur. Memleket
afakini bütün zulmetiyle kavrayan; Çerkesler hâindirler! nakaratını hakka leke
süren, hakikata iftira eden bu kara cümleyi yıkmak için ilk hamleyi eden ve
ma'sumlara: «Geliniz... Bende sizin için teselli var!» diye haykıran
yalnız ve yalnız Halide Edip Hanımefendi olmuştur. Bu büyük edibenin,
mazlumların sırrına ilk dokunan iltifat ve nevâzişler «Ateşten Gömlek»
in iki sahifesini tezyin ediyor. Türk için Çerkes'in, Çerkes için de Türkün ne
demek olduğunu en açık göstermeye yarayacak olan o mülâhazatı arizamıza bir
lahika olarak ilâveyi biz bir şeref telakki ettik...
Ne ise. Çerkesler bu vatanda istiklâl aramazlar. Onlar buraya Türk
vatanından pay almak için gelmediler. Bunu herkes bilmelidir. Cenâb-ı Hakkın
varlığına inandığı kadar buna inanmalıdır. Onlar bu memleketin ve Türklüğün
misafirleridirler. O zavallıları altmış sene evvel, dünyanın en güzel bir
kıt'ası olan yurdlanndan kovan Grand Duc Michel'in emirnamesine karşı
kollarını açarak kabul eden Türkler ise, «Hicret edeceklerin büyükleri büyük
biraderim, küçükleri küçük biraderimdir!» diye teşvik eden de, o zamanki
hükümetin başı olan bir sultandı. Ve o devrin ricali Çerkeslere hicreti
anlatmak maksadıyla: «Daha iyi atlamak için bir gerilemek, hız almak
lâzımdır!» nasihatini veriyorlardı...
Mösyö Edmond Dulaurier Revue de Deux Mondes'daki neşriyatıyla o vakit,
Mösyö Jean Carole da 1899'-da kitap şeklinde intişar eden Le deux routes du
Cauca-se'de Çerkeslerin hicretinin yalnız bu gerilemez zihniyeti taht-ı
tesirinde vuku' bulduğunu ve onların hiçbir zaman yarından ümid kesmediklerini
kaydediyorlardı...
Binâenaleyh biz, arızamızın hatimesi olarak bir daha rica, istirham ve
isti'tâf ile tekrar ediyoruz ki: Cebrî bir surette temlil Çerkeslerin olduğu
kadar bu memleketin, bu milletin de bedbahtlığına sebep olacaktır ve
olmaktadır. Düstur bel'-i temlil değil, temellülü sevdirmek olmalıdır. Bunun
için de cebr ve şiddetten ziyâde nevâzişe, hüsn-i mu'âmeleye, ıtma' ve ikna'a,
hüsn-i âmizişe müracaat semere-bahş olur. Terbiye, ruhlar için istenilen
kalıpları ihzar eder..
Bu vâsıtalar zamanla ancak mahsûl verirler. Zaman istiksâr edilirse
yapılacak büyük ve mühim bir iş kalmaz. Artık bu memleketin altmış senelik
misafirlerine, dağlarına avdetle başlarının çaresine bakmaları için kapıları
açmak en insanî ve en hür-endiş bir hareket olur. Zannediyorum ki Türk ve
Çerkes için de aynı derecede nâfi' olacak bundan daha eşlem tarik yoktur!..
Mamafih, temenni olunur ki, hâkim olan Kudret-i Ezeliye buna lüzum kalmadan
hemen birlik ve beraberlik ihsan etsin.. Bütün Türkiyelileri aynı güneş
etrafında dönen peykler gibi birbirine bağlı bu Umdursun... Ve Kafkasya'nın
garb yamaçlarındaki yeşil ormanların gölgelerinde gunûde ve âsûde yaşayan
Abhazların ruhu gibi bir rûh-ı milli ve vatani ile ta hallüfü nasip etsin, ki
bu sayede her Türkiyelinin mefkuresi bir olsun, herkes vatan ve millet
endişesini, onlar gibi, her sofranın başında şöyle bir duâ ile ret"-i
bârgâh etsin:[2]
Yâ Rabbi Türkiye'yi ve Türkiyelileri dâim eyle!
17 Ağustos 1913
Mehmed Fetgerey ŞEUNU
LAHİKA
Halide Edip Hanımefendinin, Anadolu İhtilâli Safahatını yaşatan «Ateşten
Gömlek» isimli eserlerinden muktebestir.
«... Bu çocuklardan birini yolun yanındaki yamaçta gördük. Bize mendil
salladı. Bizi tevkif etti ve yanımıza geldi. Geçeceğimiz muhtelit bir Çerkes
köyü hakkında bize malûmat verdi. İstanbul'dan birtakım şüpheli adamların oraya
geldiğini, kendimizi bunlardan sakınmamızı tavsiye etti. Nihayet en tabii
sesiyle:
— Saffet Bey, Kaymaz'da saklıdır, dedi. İkizce'yi sağ geçerseniz onu
orada bulursunuz. Haydi uğurlar olsun ağam!
Bizi hayret ve merak içinde bıraktı, gitti. Bu da mutlak Kuvâ-yı
Milliyedendi. Çünkü biz dün gece ihtiyarın ihtiyatlı yüzünden endişe ederek hiç
Saffet Bey'den bahsetmemiştik..,
İkizce'ye giden ormanlık, çalılık sırtı gece geçtik. Hava bulutlanmış,
ayın ışığı kısılmıştı. Bize her biri bir bacak, bir kol gibi gelen sık dikenli,
gür çalıların arasından hayvanlarımız zorla geçiyor, yüzümüz, ellerimiz tırmık
ve bere içinde kalıyordu. Biz ilerledikçe ayın ışığı kısılmakta devam ediyor,
nihayet tepeye geldiğimiz zaman sönmek üzere bulunuyordu. Çalılardan kurtulunca
karanlık uçlarıyla birbirine giren bu ağaçlığa yukarıdan durduk baktık. Aşağıya
doğru, yerden birbirine sarılarak siyah parmaklar fışkırmış gibi bir çalılık
ovanın zulmetine uzanıyor ve ovayı ancak ortasında ağaran ve uzanan beyaz su
ile geçiyorduk. Bu uzun ve beyaz suyun kenarlarının bir noktasında muazzam bir
ulu siyahlığın umkuna dalıyor ve etrafındaki karanlığı kızıllık için de
eritiyordu. Orada ateş yakıyorlardı. Hâlbuki biz oradan geçerken kimseyi
görmemiştik. İçimizde garip bir eza ve şüphe ile sırtın sağında beyaz minaresinin
ucuyla gölgelerini gösteren köye doğru ihtiyatla ilerledik. Yanından sessizce
gelip geçtik. Fakat yaklaşırken ayın üstünden geçen bulutlardan biri incel-di.
Esmer bir bulut perdesi altından ay ışığını kandil ziyası gibi köyün üstüne
serpti: Ne cazip ve hulyâlı bir köydü. Evleri birbirinden uzak, beyaz, hepsi
teraslı ve dört köşeli yuvalardı. Solda kırmızı topraklı geniş bir yolda Çerkes
kostümüyle ince belli, geniş omuzlu, bülend bir mahlûk etrafı kollayarak yavaş
yavaş ilerliyordu. Ve yolun ağzında dört köşesi de balkonlu bir evden, bu
esmer, kısık ışıklar arasından bir efsâne gibi görünen beyazlı bir kız balkonun
yeşil parmaklıklarına dayanmış sükut içinde uzaklara bakıyordu. O şiir ve
güzellik dakikasında kendi kendime yaptığım felsefeyi burada tekrar ediyorum:
«Niçin beş-on Çerkes padişahla beraber millet yolundan başka bir yolda
gidiyor diye kızıyorduk. Onlara Türk toprakları üzerinde va'd edilen hükümetin
bir efsâne olduğunu bilenler bizimle beraber değil midirler? Bizimle el ele
ihtilâlin en fedakâr unsurlarından bazıları onlar değil miydi? Öbür tarafta
vuruşanlar arasında kaç tane nankör Türk evlâdımız yok muydu? Bu güzellik, bu
şiirle kanımızda atan kardeşlerimiz ne kadar zaman vefa ile, kahramanlık ile
omuz omuza kendilerinin olan bu memlekette ölmüşlerdi. Kaç tane namdar paşa,
kaç isimsiz fedakâr yüzlerce seneden beri bizimle ve bizden değil miydi?»
Bulutların açıp kısdığı muzlim perdeli ışığın altında yeşil balkondaki
beyaz efsâne kadın, kırmızı topraklı yolda giden zarif ve ürkek hayal kalbimi
iyilik ve muhabbetle doldurdu. Her millet hakkını aldığı vakit Şimâl-i Kafkas'ın
kartal tepeleri üstünde bu güzel kardeşlerimiz vatanlarını kurarken istedim ki
benim de onlar için akıtacak kanım, döğüşecek bir tek sağlam kolum olsun.»
(Sahife 130 ilâ 132)
TÜRK
VİCDAN-I UMUMÎSİNE
VE TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ'NE İKİNCİ ARÎZA
Mehmed Fetgerey ŞOENU
(M. Fethgerey Schaenu)
Transkripsiyon: Muhammed Safi
Geçende Türklüğün temiz ve büyük vicdanına, Çerkes meselesi hakkındaki
ilk arizamızı ref için bir risâlecik neşrettik. Ruhumuzun samimiyetinden kopan
o nâleyi ıssız bir sahraya mı haykırdık ne ettik bilmem, iki buçuk aylık
intizâr bize onun aks-i figânından başka bir cevâb, bir şifâ ve bir deva
vermedi.
Vermedi amma biliyor musunuz ki, felâketlerin çocuğu olan bu mes'ele
bugünkü haliyle nasıl müellim bir manzara almış bulunuyor? Bir insanın tüyleri
ürpermeden, bunu tahayyül ve tasavvur edebilmesi mümkün değildir.
En feci cihet: Nâsıyesine nâ-hak yere bir hıyanet damgasının,
alâmet-i farika gibi vurulmuş bulunması ve ona el dokunduran, dil uzatan her
ferdin de o hıyanetten nasibedâr telâkki edilmesi hakkında yaşayan meş'ûm bir
kanâ'attır. Hâlbuki hıyanet yoktur. Çerkes Türk'e hıyanet etmemiştir ve edemez.
Bu onun erkek ruhuna sığmaz...
Bununla beraber bi'l-iltizâm ihya edilen işâ'attan doğma muzlim bir
hayâl olan bu karanlık kanâ'atın esen' olacak galiba ki herkes mütehâşî
davranıyor. Abdülhamid Han devrinde «Hürriyet» şimdiki devirde «Saltanat»
ta'birlerinden nasıl ürkülüyorduysa ve ürk uluyorsa «Çerkes» unvanından da öylece
kaçınmak lüzumu hissediliyor. Bunun hikmeti nedir? İ'tirâf edelim ki
kestiremiyoruz...
Yine bu hâlin acı bir mahsûlü
olsa gerek; iki/buçuk aydan beri sükûtlarla boğulan ilk arizamızın hedeflerinden
biri olan Türk vicdân-ı umûmisinin ma' kesi matbû'ât bile bunca cidd ve hezeli
arasında, bu derde deva olacak birkaç cümleyi, hatta birkaç kelimeyi esirgedi,
sustu, o kadar sustu ki, eğer sen ve ben gürültülerine verilen germi olmasa,,
karşılarına çıkan bu mes'elenin azamet, dehşet ve fecâ'atı önünde matbû'ât
erkânının dillerini yutmuş olduklarına hükmetmek işten bile olmaz. İkinci hedef
olan Büyük Millet Meclisi'nin anâsır-ı mürekkebesi meb'ûsân-ı kiram da aynı
tavrı takınmayı tercih etmiş bulunuyorlar...
Fakat, sıcak koltuklar içinde tatlı ve hülyâlı geçen bu lâkayd demlerin
yanısıra Ulukışla'dan Niğde, Kayseri, Sivas ve Van havalisine kadar bütün yol
uğraklarında yırtık çadırlar altında, yıkık ahırlar içinde Azrail'i bekleyen on
dört köyün bir kaç bin perişan kadın, çocuk, ihtiyar, dul ve yetimi aç, susuz,
hasta, çıplak şifalı bir söz, yalnız bir söz, ma'sûmiyetlerini teslim eden bir
söz işitmek için baştan başa kulak kesilmiş duruyorlar... Her günün gurûb eden
güneşi ile beraber onların ümidleri, ümid-i halâs ve necatla-rı da zulmetlere
tahavvül ediyor, çürüyor, hayat azimleri gevşiyor...' Bilir misiniz bu ne
müdhiş, ne acı bir azâb ve bir kahırdır?
Sorarım; sükût eden matbû'ât, siz bundan haberdar değil misiniz?.. Ve
yine sorarım; milletin muhterem müvekkelleri meb'ûsân-ı kiram bu binlere varan
masumlar, tedvir-i umuruna sizleri tevkil eden milletin efradından değil mi?
Sonra, diğer bir cephe de henüz yerlerinde kalan, kaldırılmayan,
dağıtılmayan 30 köyün bir kaç bin bedbahtı daha var ki onlar da, kasden,
yapılan propagandalarla bütün emvâl-ı menkûlelerini, hayvanlarını bir bardak su
pahasına ellerinden çıkarmış sıra bekleyerek sefalet çekiyorlar.
Bu ceza az bir şey midir, bunların günâhı yalnız Çerkes kanı taşımak,
cürmü Çerkes harsıyla yetişmiş olmak mıdır?.. Eğer öyle ise bu cürümleri ikada
o zavallıların sun' ve taksirleri nedir, bu gayr-i iradî günâhın onlar iradî günahkârları
mıdırlar?.. Yoksa sizler, ey matbû'ât ve ey meb'ûsân-ı kiram, sizler de o-nun
için mi sükût ediyor, dudak büküyor ve omuz silkiyorsunuz?..
Ne kadar yazık:.. Biz böyle, dibi bulunmayan, efsunlu bir kuyuya atılmış
bir taş parçasının cumburdusunu bekleyen çocuklar gibi, yeni günlerin hayırlı
güneşinden şifâ ve deva bekler, meded umar, lâkin hayâlimizden başka bir ses
duymazken, diğer taraf-da çoluğuyla, çocuğuyla, ehliyle, iyâliyle bir nesil
mahvoluyor... Gelip çatan kışın bütün şedâidine, her manâsıyla çıplak bir hâlde
ma'rûz, fecî' bir akıbet bekleyen binlerle bî-çâre.. Bütün kabahati, cürüm ve
günâhı «Çerkes» ismini taşımaktan ibaret binlerle ma'sûm Allah'ın
semâsının altında gündüzlerin güneşi, gecelerin ayazıyla derdleşe derdleşe ölüm
yolculuğu ediyor, ölüme kucak açıyor...
O arizamızm böyle, fi'ilen olduğu kadar kavlen de cevapsız kalmış
olmasına rağmen büsbütün tesirsiz kalmadığına delâlet eden emarelere dest-res
olmuyor değiliz... Zâten o hareketimizle biz, boş bir evin kapısını çaldığımıza
kat'iyyen eminiz. Bu emniyetimizi yaşatmak için, lisân-ı resminin mevâ'îdine
istinâd ettiğimiz halde atılacak kat'î rücu' adımlarını bekliyoruz.
Bu intizârı düşünce bize burada
geçen defaki «miş»lerin ardına gizlendikleri perdeyi bir derece daha açarak vekâyi'e
yakından temas etmek, hâdisatın üzerinde bir sır gibi duran mechûliyet bulutlarını,
mümkün olduğu kadar eritmek mecburiyetini veriyor. Ve bizi Çerkes'in Türk'e
kasden hıyanet etmediğini gösterecek nurun îkâdına şiddetle teşvik ediyor. Biz
de ona tâbi' olmaktan vicdanî bir haz duyuyoruz.
***
Vakıa ilk arızamız sûret-i umûmiye ve resmiyeda derin bir sükût ve
lâkaydi içinde kendi elimlerinden başka bir cevâb-ı şâfî ile karşılaşmadı. Amma
aynı zamanda duyan ve hisseden Türklük vicdanı da onun samimiyetine yabancı
kalmadı. Bu bizim için bir tesellidir. Bize bu teselliyi veren, birçok
taraflardan sûret-i hususiyede agâh edildiğimiz mütâlâalardır. Türk vicdanının
telâkkiyâtına beliğ tercümanlar diye kabul ettiğimiz o mütâlâaları icmal etmek
icâb ederse, kendiliğinden şu fıkra doğar:
«Türkiye'de bir Çerkes mes'elesi yoktur ve olamaz. Türk için Çerkes'in
imhasını mevzu'bahs etmeli abestir. Binâenaleyh tehcir ve taktîl de tasavvur
edilemez. Çünkü Türk şimdiye kadar Çerkes'i kendisinden ayrı bir şey gibi
telâkki etmiş değildir.
«Ancak hâl-i harbin ve belki biraz da hikmet-i siyâsiye ve içtimâiyenin
lüzum gösterdiği muvakkat bir hususiyet hâli hâsıl olmuş ve onun icâbı olarak
ba'zı köylerin mevki'leri tebdil edilmiş olabilir. Bu umûmî addedilmemelidir.
Fevkalâde hallerin fevkalâde icrââtından ibaret olup geçici şeylerdir...»
Bu suretle icmal edebildiğimiz dost mütâlâalarının samimiyetinden şüphe
etmiyoruz. Şüphe etmeyi günah telâkki ediyoruz. Şu kadar var ki yapılan işin
derece ve ehemmiyetini, şümulünü, ta'allukunu... «O hikmet-i siyâsiye ve
ictimâ'iyye»nin evvel ve âhirini iyice ta'mik(q) ettiğimiz için kayd-ı ihtiyatla
(âmin-hân) oluyoruz... Hâdisât da ma'alesef, bizimle beraber aynı safa giriyor.
Çünkü bu işde bir şeytan parmağının izleri göze batmaktan hâli kalmıyor...
Bu dakikada, bizim de dostlarımız gibi nefy ve inkâr etmesini cidden
arzu ettiğimiz «Çerkes mes'elesi» fi'len ve feci' bir surette mevcûd bulunuyor.
İsterseniz siz bi'l-kuvve böyle bir şey yoktur diye bağınınız. Hâdisât onu
herçi-bâd-âbâd ikâme ve idâmeye hâhişger görünüyor. Ortada kaybolan şey mes'ele
değil, mes'elenin mâhiyetinden ibarettir. Geçende şeref-yâb-ı mülakatı
olduğumuz pek değerli ve pek münevver bir meb'ûs-i muhteremin mülâhazatı bu
mâhiyeti bir dereceye kadar tenvir ediyordu.
Buyuruyorlardı kî: «Çerkes mes'elesi yoktur. Çerkeslerin imhası ne
hükümetçe, ne de Meclisçe tasavvur edilmiş değildir. Yalnız seri' bir temlil
için lâzım-gelen Türk kesafetini hâsıl edecek bir taksim ve tevzi ameliyyesi
vardır. Yapılan şey bundan ibarettir. Bu da tabi'idir. Hatta şimdiye kadar
bulundukları mevâ-ki'de unsur-ı aslîden daha kesif kalmış mıntıkalar mevcudsa
onlar da dağıtılacaktır. Bu ameliyyeler esnasında hiç kimsenin zerre kadar
"mutazarrır olmaması, yalnız bir seyâhat-ı tenezzühiyye icra eder gibi bir
köyden diğer köye nakl etmesi düsturu ta'kib edilecektir. Eğer zulümden
bahsediliyorsa buna mâni' olmak için dağıtma ve sevk etme, yerleştirme
me'mur-larını da Çerkeslerden intihâb ve ta'yin pek mümkündür.»
Biz bu mütâlâayı enine boyuna düşündük. Bir rehber gibi gösterilen bu
fikri izah edecek iki yoldan başka bir yerde ışık görmedik. Fikrimizce bu her
iki yol da rehber ve düstûr ittihaz edilecek bir l'ikr-i esâsiye temel olacak
kadar metin değildir.
Bulduğumuz yollar şunlardır:
1 —
Çerkeslere emniyet ve i'timad edememek, onların ilk fırsatta isyan ve ihtilâl
ile ya bir muhtariyet veya bir istiklâl iddi'a edeceklerine inanmış olmak...
2 — Maddî
ve manevi teşekkülât ve mevcudiyet itibariyle Türkleri, Çerkeslerden dûn bir
seviyede, bi-nâenaleyh onların istismarına mahkûm farz etmek...
Şimdiki hâlde bunları burada münâkaşa etmek istemiyoruz. Yalnız birinci
arızamızda olduğu gibi şuracıkta da arz etmek isteriz ki, eğer Çerkeslere
itimâd caiz değilse onları harman savurur gibi savurmak suretiyle yerlerinden,
yurtlarından söküp memleketin asayişini tehdit eden çıplak serseriler
mâhiyetine kalb etmektense kapı dışarı etmek, geldikleri yere, yâni eski
yurdlarma kovmak evlâdır. Bu sayede Türklük ve Türkiyelilik kendine belâ,
olacağına zâhib olduğu bir unsurdan, fitne ve fesadın menba'ı diye zu'mettiği
bir ırktan halâs bulmuş olacağı gibi altmış senedir hasret çeken güzel
Kafkas'ın ıssız ocaklarının tekrar tütmesine de hizmet edilmiş olur. Bu târihin
de takbih edemeyeceği bir hareket ve belki insanî bir hizmet demektir.
Ve yine eğer Çerkesler, Türkler'e faik bir mevcû-diyet-i fikrîye ve
iktisâdiyyede iseler müsavatı, Çerkeslerin elindekini almakla değil, Türkleri
onların bâlâsına çıkaracak tedâbir-i asrıyyeyi ittihaz ile te'min etmek daha
semere-bahş ve ma'kûl değil midir?..
Fakat bize öyle geliyor ki bu şeyi böyle düşünmek ve yapmak bu
memleketin Türk memleketi, bu milletin Türk milleti, buradaki ekseriyet-i
azîmenin Türk ekseriyeti, buradaki harsın Türk harsı olduğunda şüphe etmekle
müsavidir. Hatta sâdece şüphe etmektir. Böyle bir şüphe mevcudsa icrââta gayr-ı
Türk, fakat Türkün asır-dîde ve vefakâr bir aile akrabası olan bir unsurun
fâide-destgâhlarını yıkmakla değil belki o şüphe edilen şeylerin hakiki
sürümlerini ma'kûl ve insanî tarzlarla telkin etmekle başlamak gerektir. Müfid
ekalliyetlerin Türkleşmesini geçen arîzada da mücmelen îzâh ettiğimiz gibi,
asrî ve ilmî teşkilât yavaş yavaş hâsıl eder. Bu (yavaş yavaş )tan memleket de,
millet de faide görür, zarar görmez. Eldeki (çabuk çabuk) siyâsetinin ise
zarardan başka mahsûlü yoktur. Şimdiye kadar hiçbir yerde 'iktitâf edilmemiştir
de...
Bu fikirler bize rehber olduğundan hükümetin ve millet meclisinin
samimiyetinden, hüsn-i niyetinden de şüphe etmiyoruz. Yukarıdaki müfrit
mülâhazaları ufak ufak hey'etçiklerin henüz tebellür edememiş nokta-i
nazarlarıdır diye kabul ediyoruz. Çok teessüf olunur ki, hükümetin sırf bir
sâika-i zaruretle def-i belâ için ihzar ettiğini zannetmek istediğimiz, 2 Mayıs
339 kararnamesi tatbikatı bu müfrit fikirlerin gayr-ı mütebellir te'sirleriyle
bir fâci'a şekline inkılâb etmekten kurtulamamıştır.
Buna şâhid (Gönen) ve (Manyas) mülhakatında adetâ selâhiyeti sû-i
istimal diye tavsif edilebilecek bir vüs'at ve hususiyetle yapılan icra'âttır.
Bugün, oralarda yalnız Çerkeslere âid olmak üzere, hem de Türklerle muhtelit
olanlarından yalnız Çerkeslerin seçilmesi suretiyle 14 köyün yerinde yeller
esiyor. Dünün şen cıvıltılarıyla neşelenen yuvalarında bugün kuzgunlar ötüyor.
O köylerin sahipleri olan binlerce erkek ruhlu ve vefakâr Çerkesler, imânı bütün
olan bu müslümanlar ise çoluğuyla, çocuğuyla, hastasıyla, alîliyle, ihtiyarıyla
Anadolu'nun isimsiz ovalarında sefaletin en derin bir köşesinde insanlığın
kabul edemeyeceği bir pespayelik içinde sürünüyorlar. Mademki bir Çerkes
mes'elesi mevcûd değildir, ya bu bedbahtlıkların manâsı nedir, çayırlarda
tırnaklarıyla ot kökü çıkarıp karnını doyuran bu sefillerin kabahati neydi, ne
günâh işlemişdirler? Buralarını hakiki olarak bilene rast gelmedik!.
Yalnız bir şey öğrendik; o da lisân-ı resmîden nîm-mübhem bir surette'
tereşşuh eden delâil ve emareler-den ibaret... Onlara göre Çerkesler,
ale'l-husûs bu on-dört köyün, ondört türlü bedbaht olan insanları,
Yunanistan'da teşkil, edilen bir «Anadolu İhtilâl Cemiyyet-i Osmâniyyesi»
ile alâkadar olmakla maznundurlar.
Bu tatmin edici bir cevâb değildir. Hakikatin kendisi olmaktan ziyâde
hakikat güneşinin önüne açılan
(Hak) örtücü bir buluttur. O zail olduğu zaman ancak (Hak)
doğabilecektir. Ne çâre ki o vakit doğacak
(Hak) öksüz ve yetim kalacaktır. Çünkü o zamana kadar onun âid olduğu bu
vücudların kemikleri bile kalmamış bulunacak, (âh!) çeke çeke hep türâb olmuş
olacaklar...
Pek iyi biliyor ve iddia, ediyoruz ki, artık bir daha hortlaması imkânı
dahi kalmayan o «Anadolu İhtilâl Cemiyyet-i Osmâniyyesi» Türklüğün olduğu
kadar, hatta çok daha ziyâde Çerkeslerin zararına idi. Buna Çerkesler
umûmiyetleriyle iştirak etmemişlerdi ve edemezlerdi. Çünkü onlar her önlerine
çıkanın ardından gidecek kadar kör, sağır ve düşüncesiz değildiler. Kuvve-i
mümeyyizeleri akla karayı seçemeyecek kadar kasır değildi. O yalnız kuyruk
acısı ile kıvranan üç-beş kişinin Yunanlık hesabına kendilerine öc almak için
atıldığı mâcerâ-perestlikten başka bir-şey değildi. Onun nâmına Anadoluya
yayılan bir avuçluk ölüme susamış serseri var idiyse onların ancak bir kısm-ı
kalîli Çerkes idi. Mütebakisi gayr-ı Çerkes, Türk ve Yörüktü.
Mes'ele biraz ta'mik edilince bu hakikat kendiliğinden tebeyyün ve
ta'ayyün ediyor. Şöyleki (Lozan) Konferansının pek had bir devresi idi. Yeşil
masalar kızıl bir renk almak isti'dâdlarını göstermeye başlamıştı. O sıralarda
gazeteler Yunan adalarından ve sevâhilinden kopan çeteci fırtınalarının Anadolu
sahillerine çarpıp parçalandığını mütemadiyen ilân ediyorlardı. İşte
Çerkeslerin son felâketine ilk başlangıç bu hâdisâttan doğuyordu. Sûret-i
resmiyede tehcire vesile veren yalnız bu çeteler ve eşkiyâ-yı siyâsiye idi.
Biz resmiyetin işaret ettiği bu hedefi ele aldık, ta'mik
(derinleştirmek)ettik. Vâsıl olduğumuz netice yalnız Çerkesler-den 14 köyün
dağıtılmasına bu mes'elenin esaslı bir, sebep teşkil edemeyeceğini gösterdi.
Yaptığımız tahkikât-ı husûsiye ile dest-res olduğumuz malûmatı, mülâhazamızı
te'yiden, ber-vech-i âti kayd ediyoruz:
Yunanlıların Anadolu'dan tardından sulhun imzasına kadar geçen zaman
zarfında Yunanistan'dan Türkiye, ta'bir-i diğerle Biga, Manyas ve Gönen
havalisine yalnız üç siyâsî çete dâhil olmuştur:
1— Mülâzım-ı evvel Mehmed Ali Çetesi,
2— Kel Aziz Çetesi,
3— Kanlı Mustafa Çetesi,
Bu üç çeteden evvelki (Manyas), ikincisi (Gönen), üçüncüsü de (Biga)
havalisine me'mûr edilmiştiler zannedilmektedir. Çeteleri teşkil eden eşhasın
menşeleri bu zannı hüküm derecesine çıkaracak kuvvettedir. Mamafih ilk çeteden
mâ'âdâsı hakkında vazıhve mufassal malumat yoktur, yahut daha mütevazı' bir
ifâde ile biz dest-res olamadık. Cereyân-ı hâle göte hükmedilebilir ki bunların
istîsâlindeki sür'at ve şiddete inzimam eden eşkiyânm ekseriyetle yabancı
vilâyetlerden bulunması halkça eşhasın tanınmasını müstehil kılmıştır. O
derecelerde, ki ikinci çeteden, aşağıda görüleceği veçhile yalnız çetebaşı
tanınabilmiş, başka kimse tanınmamış, bilinmemişti. Hatta bu meşhur sergerde Gönen'e
geldiği zaman mâ'iyyetin-ae bulunan 9 kadar serseriden hiçbirinin Çerkes
olmadığı da -kaviyyen iddi'a edilmektedir. Ve bunun doğruluğu muhakkaktır. Buna
rağmen biz bu çetede elebaşıdan mâ'adâ isimleri meçhul üç Çerkesin daha
bulunduğunu iddi'â edenlerin tevatürünü kabul etmekte beis görmüyoruz. (O
zamanın teröristlerinin yani çetelerin Çerkesler adı ile anılması başlarına
sıkıntıların gelmesine sebep olduğunu düşünüyoruz.)
Üçüncü çete ise ilk adımında ölümle kucaklaşmış, bir hafta bile
yaşayamamıştı. Bunun Çerkes efradı da dört beşi geçmiyor...
Birinci çete: 338 senesi
Teşrin-i Banisinde (Ayvalık.) civarından hududu geçmiş. Mevcudu 25 ile 30 kişi
(Rivâyât bunu 50'ye kadar çıkarıyor.) iki kola ayrılmış yedi ila dokuz kişilik
bir kol Yörük İsmail Efe, bir rivayette Çallı Kadir Efe nâmında birinin emri
altında (İzmir) havalisine, diğerleri de (Manyas) havalisine doğru istikâmet
almışlar...
Çetenin asıl kumandanı Mehmed Ali, Balkan Harbinde ilk yetiştirilen
ihtiyat zabitlerinden iken bilâhare jandarmaya nakil etmiş, 335 mütârekesi
bidayetlerinde (Manyas) havâlisinde eşkiyâ ta'kibatına memur edilmiş bir Türk
genci. Bu çete kısm-ı külliyi teşkil eden Manyas kolu ile İzmir kolu henüz
ayrılmadan. Dikili'de ilk müsademesini veriyor ve çetebaşı Mehmed Ali mecrûhen
ele geçiyor. Bunun üzerine zabt u rabttan ârî kalan başıbozukları teşkil etmek
vazifesi Mürüvvetler köyü ahâlisinden Tâkiğ Şevket'e intikal ediyor.
Bilhassa arnikan tahkik ettik: Bu 25 (veya 50) şahıstan yalnız altısının
Çerkes, mütebakisinin de gayr-i Çerkes, Türkmen ve Yörük olduğunu öğrendik.
Altı Çerkesin dördü Manyas kolunda, ikisi İzmir kolunda... Üçü Manyaslı biri
İzmitli, ikisi İzmirli.
Az bir zamanda iş göremeyecek bir hâle giren bu çetenin en son elde
edilen ferdi Tâkiğ Şevket olmuş. Bu 7 Haziran 339'da meyyiten istisâl edilmiş.
Halkça Şevket'i saklamış olmakla en çok ittiham edilenler; bir teyzesi ile
Çerkes olmayan bir eniştesidir. Evvelki on seneye mahkûm edilmiş, sonraki
beraat kazanmış...
Bunların Teşrin-i Sânı'den Haziran'a kadar bir iş görebildiklerini
tasavvur etmek o civar köylülerine cürüm isnâd etmektir. Çerkes ahâli öyle zu'm
ve zannedildiği, farz olunduğu gibi bu adamları himaye etmiş değildi. Nasıl ki
bu altı Çerkes de muhtelif tarihlerde hemen kâmilen civar Çerkesleri tarafından
vuku' bulan ihbarlar üzerine dâima sıkıştırılmış, aç, çıplak kalmaya, en
nihayet arz-ı teslimiyet etmeye mahkûm edilmişlerdi.
İkinci Çete:
1339 Nisanının 23'üncü Pazartesi günü Bayramiç havâlisinde Dalyan
iskelesinden Türk topraklarına ayak basmış Kel Aziz isminde eski bir şakinin
emri altında hareket eden bu çetenin mevcudu 19 kişi (ri-vâyât bunu da 30'a
iblâğ ediyor) içlerinden ikisi gayr-i müslim, üçü (bir ihtimâl ile) Çerkes,
mütebakisi Bursa ve İzmir ahâlisinden...
Bu çetedeki, çetebaşı ile beraber, dört Çerkesin hemen üçü o sevâhilin
ve o vilâyetlerin çocuklarından değil. Tahkikat bunların daha yukarı ve içeri
sancaklara mensûb olmaları ihtimâlini gösteriyor. Bu i'tibârla halk onları
tanıyamamış bulunuyor.
Bu hâl ile onların da tanımadıkları ve tanınmadıkları dağlarda,
bilmedikleri köyler arasında bir iş görebilmeleri melhuz olamazdı. Nasıl ki ilk
adımda hemen hepsi, örümcek ağına düşen sersem sinekler gibi, sevâhiî muhafızı
müfrezelerin ortasına düşmüş, memleket ayaklandırmak yerine canlarını Cehenneme
doğru ayaklandırarak ölüme yuvarlanmışlar. İçlerinden kaçıp etrafa iltica
edebilenler de birer birer teslim edilmişler, hiç bir taraftan himaye görmemişlerdi.
Üçüncü Çete:
Anzavur'un oğlu Kadrinin bir kaç arkadaşıyle takviye ettiği Bigalı
meşhur Kanlı Mustafa Çetesi idi. Bu da 1339 Mayısının nihayetlerine doğru
Çanakkale'deki İngiliz işgal mıntıkalarından istifâde etmek suretiyle hududu
geçmiş... Fakat ihtilâle değil ölüme karışmış olduğunu sonradan anlamıştı.
Bunları da Türk topraklarına tekrar çeken şey, iş, ihtilâl vesilesiyle (ecel)
olmuştu. Daha Biga'ya girmeden yaptıkları bir müsademede perişan edilmişler.
Kadri ve ba'zı rüfekâsı kimi meyyiten kimi mecrûhen ele geçirilmişler...
Bu çetede de Çerkes ve Türk karışıkmış. Kanlı Mustafa'nın avanesi
çetenin ana direğini teşkil ediyormuş. Bunlar kamilen gayr-ı Çerkes, Türkmen,
Yörük vesairedir, diye gösteriliyorlar.
Muhtelitan mecmu'ları 25 kişi (rivâyâta göre bu da 70) kadar sayılıyorsa
da ilk adımda dağıldıkları için hiç bir iş görmeye muvaffak olamamış,
melanetlerini fiile isal edememişlerdi. Bu çetedeki Çerkeslerin ikisi Bigalı
biri Manyaslı imiş.
Bu son iki çetenin, bilhassa Kel Aziz çetesinin istîsâlinde elde edilen
matbu' beyannameler ve evrâk-ı saire bir ihtilâl tertibatı ihzar edildiğine ve
bu teşkilâtın Anadolu Hükümeti aleyhine Yunanistan'da bir merkezden idare
edildiğine kat'iyyen şüphe bırakmayacak bir mâhiyette imiş...
Çetelerin Midilli'den Anadolu'ya geçmelerini temin eden İzmirli bir
gayr-ı Çerkes imiş. Onun fa'aliyet ve delâleti, bütün vesâiti temin etmiş
imiş...
Üç çete de mecmu'ları yetmiş ila yüz elliyi tecâvüz etmeyen bu
serserilerin a'zamî yekûnu ba'zıla-nnca yüz yetmişe kadar çıkarılmaktadır. Her iki
halde de Çerkes olanların adedi için a'zamî 15'ten fazla bir rakam sayılamıyor.
Ancak 14 ila 15'i gösteren bu Çerkes yekûnunun yanlış olması ihtimâli
pek azdır. Mamafih ihtiyaten buna 5-6 daha ilâve edebiliriz. Bu halde bile
umumî yekun diye gösterilen 70 ila 170'in yanında vasati olarak ancak onda bir
derecesini verir ki, diğer onda dokuzun kim ve ne oldukları hakikaten pek cây-i
suâl ve meraktır.
Bu üç çete arasında en büyük mukavemeti yalnız ilk çetenin dağılan
efradı göstermişler. Diğerleri ilk adımlarında başlarını sarsılmaz bir kayaya
çarptıklarını öğrenmişlerdi. Şu halde maksatları, gayeleri, emelleri de henüz
doğmadan boğulmuşlardı demektir.
Bununla beraber en meş'ûm rolü tehcire vesile vermek suretiyle oynayan
da ikinci çete olmuştu. Bunun, hatta bundan sonrakinin de bir kaç nefeslik
ömürle
Anadolu'ya girmiş olması Çerkesler için hiç de ehemmiyetli bir şey hâsıl
etmedi. Meş'ûm neticeye tebdil-i istikamet ettiremedi. Cereyân-ı hâl denilen
lâkayd derviş yine bildiğini okudu. Birçok gayretlerine, vefakârlıklarına
rağmen Çerkes köyleri dağıtıldı. Hem de bu satırları yazdığımdan beş on gün
evvel, men-i şekavet kanununun (Terör Kanunu) Meclis-i Millîde hîn-ı
müzâkere ve münâkaşasında hey'et-i vekile reis-i sabıkı beyefendinin münakkıd
meb'ûsları iskât eden cevapları hilâfına umumiyetle dağıtıldı. Sabık hey'et-i
vekilenin sabık reisi o gün berây-ı müdâfa'a şöyle buyuruyorlar-di: «Efendiler,
eşkiyâya yataklık edenlerin dâhile nakli demek hiç bir zamanda umumî bir
muhaceret (göç etme) demek değildir. Bu gibilerin adedi pek mahduttur. Bu
maddeye dokunmayınız.»
MADDE İBKÂ (BIRAKILIP) EDİLDİ. KANUN TASDİK OLUNDU. AMMA HUDUTLARINA
NELERİN GİREBİLECEĞİ DÜŞÜNÜLMEYEN «UMUM» TA'BİRİNİN NE KADAR ELASTİKÎ BİR
MÂHİYETİ OLDUĞUNU ÇERKES KÖYLERİ İLAN EDİP DURUYOR. BİR DE ZATEN O KANUN HENÜZ
KARARNAME İKEN YAPACAĞI İŞİ YAPMIŞ, ONDAN SONRA MİLLETVEKİLLERİNİN HUZURUNDA
ARZ-I VÜ-CUD ETMİŞTİ...
Mantıkî düşünülmek lâzım gelirse şakileri, bahusus 14 köyün
perişanlığına, kahredilmesine sebep olan eşkiyâ-yı siyâsiyeyi himaye eden bir
köyün değil, bir ferdin bile vücudunu iddiaya imkân kalmaz. Malûmdur ki;
köylü eşkiyayı seve seve, isteye isteye saklamaz. Onları «şerrine la'net» diye
besler. Hükümetin, zabıtanın izhâr-ı acz etmediği mahal ve mekânlarda halk,
köylü ne asabiyet-i kavmiyeye, ne de asabiyet-i diniyyeye tâbi' olur. Sadece
menfâatinin, huzurunun, refahının izlerini ta'kib eder ve dâima hükümetle
beraber bulunur. Çünkü eşkiya geçici ve serseridir. Hükümet müstekardır.
İstikrarda ise refah vardır. Huzur vardır, kıdem vardır, bekâ vardır. Eşkiyanın
himâyesi herkes bilir ki ancak zabıtanın aczi, köylüyü müdâfa'a ve sıyânete
kifayetsizliği hâlinde kerhen ihtiyar edilen zaruri bir yoldur.
Son hâdisâtın tarihine bir göz gezdirelim. Görürüz ki. o zaman hükümet,
hükümet-i mülkiye pek kuvvetli idi. Yalnız değildi. Harp tehlikesi jandarmayı
ordu ile takviye ediyordu. Bahusus herkeste büyük ve misli bulunmaz bir zaferin
takviye ettiği yüksek bir ma'neviyat da vardı. Binâenaleyh köylünün gurur ve
izzet-i nefsi gibi huzuru da emniyet altında idi.
Ancak bu sayededir ki ihtilâlci ağalar halk tarafından öyle kolayca
birer birer teslim edilmişler, ihbar olunmuşlar, oralarda harmanlayacak bir
hâle getirilmişlerdi. Biz öyle kanâat hâsıl ettik ki o çetecileri, hayatlarının
faizini verir gibi, ekmek vererek besleyenler, Çerkesler değildi. Türkler de
değildi. Yalnız hayatından, mal ve menâlinin selâmetinden emin olmayan
zavallılardı. Henüz iskân edilmemiş aşiretler de bu meyânda ta'dâd
edilebilirler. Onların âdât ve teâmülâtı, düstur ve kanunları hükümet
aleyhdarlığından ve hükümet aleyhdarlannı mahv oluncaya kadar, himayeden başka
bir şey emretmez. Yeter ki bu gibi kimseler kendilerine dahîl etmiş olsunlar.
Akıbetleri mü'men olmasa bile bir ve belki birçok yardımcı bulmuş olurlar.
Bunlar ise dağ kollarındaki köyler, bilhassa hayme-nîşinlerdir. Ki tamamen
Çerkesin gayrıdırlar.
Bir çetecinin bir köyde barınması o köyün hey'et-i umûmiyesinin bundan
haberdar olduğuna da delâlet edemez. Bu gibi şeyler sır olup iki üç şahsın
hu-dud-ı ıttıla'ım tecâvüz etmez.
Saklananı bilenlerin adedinin artması çetecilik kavâidine tevâfuk
etmeyen bir şeâ'mettir. Çeteciler böyle bir çokları tarafından duyulup
tanındıkları köylerde barınamazlar. Çünkü mevzü bahs olan hayattır. Başka bir
şey değil...
Esasen bu gibi teşkilatlar köylerle değil, fert ve şahıslarla yapılır,
başarılır. Köylerin umumiyetinin kat'iyyen haberi, şüphesi bile olmaz, ruhu
duymaz. Onlar iş kemâle erdikten sonra emr-i vâki' karşısında bırakılırlar.
Geçen vâk'ada hükümetin müteyakkız hareketlerinin ve halktaki zafer ruhunun böyle
bir şeye imkân vermediği gün gibi muhakkak bir keyfiyettir.
Bu halde ise köylerin dağıtılmasında âmil olan şey diye, müfrit
mefkûreciliğin ihtiyatın tahtında gizleyerek tatbik ettirdiği fikr-i
mahsûsundan başka ortada bir şey kalmıyor.
Görülüyor ki, Çerkesler uğradıkları cezaya müstahak olacak günahkârlar
değildirler. Eğer o eşkıyanın bu mıntıkalara yayılmış olması o köylüler için
bir cürüm idiyse bütün o havalideki gayr-i Çerkes köylerin, obaların, bilhassa
Çerkesle muhtelit olduğu halde istisna edilen, hatta Çerkesler aleyhine bir
silah-ı ittiham gibi kullanılmak için tahrik edilen köylerin de şerik-i cürm
olmaları lâzım gelmez mi idi?.. Cereyân-ı hâl ile bu nokta karşılaştırılınca
meydanda yükselen sahneye «Çerkes Mes'elesi»nden daha lâyık bir isim bilmem
bulunabilir mi?.
Bunun aksini kabul etmek, Çerkeslerin, bunca zamandır Türke vefakâr
kalmış, müstesna bir unsurun re'sen, müstakilen, tamamen ve mutlaka mücrim
olduğunu iddi'a etmeye mu'âdil olur ki gerek vakâyi' gerek eşhas, gerek
hâdisâtm kahramanlarının kavmiyetleri bununla ta'arruz edip duruyor...
Hatırımıza gelmişken şuracıkta istitrâden arz ediverelim: Geçen defa
nasılsa sevk-i kelamla kullanı verdiğimiz tehcir ve taktil ta'birleri de bir
çok dostlarca ta'yib ediliyor. «Ne tehcir var, ne taktil, yalnız ahvâl-ı
fevkalâdenin fevkalâde icrââtı» deniyor. Bilmem bu ta'birlerin filen ayrı
ma'nâları var mıdır?
Tehcir, lügaten arzusu hilâfına hicret ettirmek değil midir?
Taktil ise mutlaka satırlarla, baltalarla kafa kesmek, cesedleri ateşte
kebap etmek mi demektir?
Herhangi suretle olursa olsun ölümler intâc eden hareketlere bir nev'i
taktilden başka ne derler... Çerkesler için reva görülen, ta'bir-i hafif ve
zarifiyle, ahvâl-ı fevkalâdenin fevkalâde icrââtından olan dâhile nakl etmek
siyâseti ise bu iki kelimenin ma'nâlarınm en kuvvetli tecelliyâtını arz etmiyor
mu?
Evvelâ: Dâhile nakl etmek demek, müte'addi olduğu için
tehcir demektir. Hem de en feci' ma'nâsıyla malından, mülkünden, herşeyinden
olarak tehcir demektir.
Saniyen: Bu suretle Allah'ın çöllerine, dağlarına serpilip
dağıtılan insan sürüleri vesaitsizlik, parasızlık, gıdasızlık, çıplaklık,
hastalık... ilâ âhirihi ile koyun koyuna ölüme sevk edilmişler demek değil
midir? Bu ise taktilin satirli, baltalı nevinden daha elim ve feci' bir imha tarzından
başka ne ma'nâ verebilir ki?..
Mamafih biz niçin böyle yapıldı demedik ve demiyoruz. Böyle bir suâlin
beyhude ve bîsûd olduğunu müdrikiz. Bizim mesrûdâtımız, yapılan bu şey
yanlıştır ve zarardır. Belki de ele düşen bir fırsat diye, müfritler-ce merkez
emirlerinin sû-i istimalidir, demekten ibaret... Zararın ise neresinden
dönülürse o kârdır ve yanlış hesabın tâ Bağdat'tan dönmesi akıl ve mantığın
emredip durduğu bir şeydir.
***
Şimdi samimiyetinden emin olduğumuz Türk vicdanı acaba hâla Çerkeslerin
uğradığı felâket sillesinin şiddet, vüs'at ve şümulünde şüphe ve tereddüt
ediyor mu? Oh yâ Rabbi... Bunu nasıl izâle etmeli? Çerkes ile Türkün arasına
giren «Kara kediyi» nasıl def'etmeli?..
Bu gayeyi istihsâl ümidiyle şimdiye kadar 14 köyün Anadolu'nun ücra
köşelerine dağıtıldığını, 30 köyün de çırılçıplak kalmasına sebebiyet verilmiş
olduğunu açıkça göstermek istiyoruz. Allah la'netlerini bu işin müsebbiblerinin
üzerine etsin!.. Filhakika, velev zahiren olsun, vesileyi verenler zâten cezâyı
sezalarını buldular. Geri kalanları, kıyıda, bucakta tanınmadan gezenleri varsa
dileriz Allah'tan ki onlara böyle çabuk ölüm değil ebedî sefalet refik etsin!..
İşte size bir esbâb-ı mucibe muhtırasıyla bir ced-vel takdim ediyoruz.
Ki tehcir edilenlerle olduğu yerde yokluğa yuvarlanan 14 köyün isim ve
mahallerini, nüfuslarını, bilhassa kaldırılan, dağıtılan 14 köyün hebâ olan
hayvanât ve mezru'âtı yekûnuyla, nüfus nisbetini takribi bir hesabla ihtiva
ediyor:
İlk kaldırılan köy, birinci çetenin parçalanmasını müte'âkıb 338 senesi
Kânunlarında, sancak dahilinde Kebsut nahiyesinin köylerine idâreten taksim
edilen Mürüvvetler karyesidir. Takiğ
Şevket bu köydendi. Şimdi Şevket çoktan ölmüş, çeteden eser kalmamış,
lâkin bu köy hâlâ yerine iade edilmemiş, serpildiği yerlerde elim bir
vaz'iyette sürünmektedir.
Asıl tehcir ikinci çetenin, yani Kel Aziz Çetesinin hurucundan sonra
başlamıştır 2 Mayıs 1339 Çarşamba günü cami kapılarına ta'likan i'lân edilen
Dâhiliye Vekâletinin bir ta'mimi tehcirin mâhiyet-i feci'asını ve tevessü'
kabiliyetini pek açık göstermektedir. Üç madde üzerine müretteb olan o ta'mim
aynen denebilecek bir kat'iyyetle, şu me'âlde idi:
1— Anadolu İhtilâl Cemiyyetinin ihrâc ettiği şakilerden herhangi bir
ferdin bir köyde barındığı, iaşe edildiği haber alınırsa o köy Anadolu dâhiline
dağıtılacaktır.
2— Mezkûr efrâddan karyede ihtifâ edenler müfrezelerce haber alınıp
müsademeye ve karyenin ihrâkına sebebiyet verildiği hâlde müfrezeler kafiyen
mes'ûl olmayacak, bu mes'ûliyet köylere âit olacaktır.
3— Bu kabil efradın ihtifâ ettikleri mahalleri ihbar veya derdestlerini
teshil edenlere 200 lira mükâfat verilecektir.
Belki fevkalâde olan vaz'iyyetin icab ettirdiği bu hâl haddizatında pek
feci' ve insafsız bir akıbet hazırlamış oluyordu. Bir ferdin hareketinden bir
köyü mes'ûl tutmak gibi nev'i ma'lûm olmayan cezaların tedhiş ve terhibten
başka ma'nâlarını bulmak çok zor bir iştir. Bu ta'mimin halk üzerindeki
dehşet-nâk te'siri hakikaten pek derin olmuştu. Herkes büyük bir faaliyetle
eşkiyâyı siyâsiyeyi kovmaya şitâb ediyor, onlardan birine rast gelen herhangi
bir kimse, sekerât-ı mevtini yaşarken, baykuş sesi duymuş bir hasta gibi
teşe'üm ediyordu.
Heyhat!.. Halkın bu korkunç vaz'iyyet karşısındaki ihtiraz ve ihtiyatı,
hükümete müzahereti semere-lenememiş, ta'mimin ilanından 15-20 gün sonra büyük
bir faaliyet başlamış; birinci madde, fakat arnikan tahkik ve tebyin
edilmeksizin ale'l-ekser yalnız bir ihbar üzerine kemâl-i şiddetle tatbike başlanmış...
Ve iki ay zarfında tamam ondört köy birbirini müte'âkib yerinden sökülmüş, bir
gün evvel şen kahkahalarıyla mes'-ûd birer âşiyan olan evleriyle büyük ağaçların
yeşil gölgelerinde âsûde bir huzur yaşayan hulyâlı köyler çakallara me'vâ
edilmeye başlamıştı. O köyleri ber-vech-i âti ta'dâd ediyoruz:
Gönen Mülhakatından
Köylerin İsimleri Kaldırıldıkları
Tarihler Kaldırıldıkları
Günler
1 — Uç Pınar 28 Mayıs
339 Pazartesi
2 — Mir'âtlar 5
Haziran 339 Salı
3 — Sızı 9 Haziran 339 Cumartesi
4 — Keçideresi 13
Haziran 339 Çarşamba
5 — Keçeler 16
Haziran 339 Cumartesi
(Mehmed Ali Bey)
Manyas Mülhakatından
6 — Kızıl Kilise 7Haziran
339 Perşembe
7 — Yeniköy 7Haziran
339 Perşembe
8 — Dümye 7
Haziran 339 Perşembe
9 — Ihça 11
Haziran 339 Pazartesi
10 — Karaçalılık 13 Haziran 339 Çarşamba
11 — Bolcaağaç 13
Haziran 339 Çarşamba
12 — Değirmen 21
Haziran 339 Perşembe
Boğazı
13 — Hacı Osman 21 Haziran 339 Perşembe
14 — İlk kaldırılan Mürüvvetler
köyü 338 Kânunlarında
Bu köylerin birçoğu eşkiyâya yataklık etmek değil, hatta şahıslarını
bile görmemiş, tanımamış idiler. Hem, bugün artık pek iyi görünüyor ki terhib
ve tedhiş ile beraber bir fikr-i mahsûsa, da istinâd eden bu dağıtma ameliyyesi
pek keyfi bir surette tatbik edilmiş, kararnamenin birinci maddesiyle i'lân
edilen umûmî ma'nâ yalnız Çerkesleri kasd eden bir hususiyet şekline kalb
edilmişti. Diğer tarafı yalnız zevahirde ve cami kapılarında asılı kalan bir
ilân hâlinden çıkmamıştı.
O derecelerde ki, aylarla zaman mahkemelerin her hangi bir Çerkes'in
şehâdetini kabul değil istima' bile etmediği bugün ufak bir tahkik ile
öğrenilen en basit bir misâldir. Bir köyün kaldırılması için her şeyden evvel
Çerkes olması, ikinci derecede de ufak bir ihbar veya isnâd, ehemmiyetsiz bir
şüphe kâfi geliyordu. Bunlar da zevahiri kurtarmak gayesine ma'tuftu
diye hâsıl olacak zanda çok hata yoktur denilebilir. Her tarafta Çerkesler
aleyhine müthiş bir propaganda yapılıyor ve bütün kuvvetiyle tevessü' ediyor. «Hain
Çerkes!» her dilde yer edip gidiyor... Böylece binlerce zavallı ne olduğunu
bilmedikleri feci' sahnelerin aktörleri gibi renkten renge sokuluyorlardı.
Sanki o günlerde Anadolu'da yalnız Çerkesler şekavet yapıyor, yahut isyan
etmiş, hükümeti taklibe kalkışmıştı. Böyle bir telkinin yaşatıldığma en sarih
delil ta'mim-i resminin ilk maddesindeki; eşkiyâ-yı siyâsiyyeye yataklık eden
köylerin Anadolu dâhiline dağıtı-lacağı kaydının umûm için ma'nâsız bırakılmış,
yalnız Çerkeslere ta'alluk eden bir madde hâline getirilmiş olmasıdır.
Kaldırılan 14 köy arasında gayr-i Çerkes bir köyün bulunmamasına, Türk, Rumeli
muhaciri ve Çerkes muhtelit olan beş köyden de yalnız Çerkeslerin seçilip
alınmasına başka bir ma'nâ vermek o maddeyi tekzip etmek demektir.
Bu fa'aliyet ve icrââtın müfid olduğunu biz anlayamadık. İdrâkimiz
önünde birçok rakamlar bundaki îâideyi anlamaya mâni' oluyor. Onlar belki
muvakkat birer tedbirin, belki de o tedbirlerden istifâde eden husûsi ve fakat
henüz tebellür etmemiş mefkurelerin mahsûlü idiler. Lâkin hiçbir zamanda bir
fâide değildiler. Âtideki rakamlar üzerinde siz de bizimle beraber bir lahza
meşgul olmak külfetine katlanırsanız sözümüzün sıhhatini teslimde tereddüt
etmezsiniz:
Kaldırılan bu 14 köyün, cedvelde görüldüğü gibi hanelerinin takribi
miktarı 755, nüfusları asgari bir hesapla her hâne için vasati olarak 5 nüfus
kabul edildiği halde 3775 rakamlarını veriyor. İşte şimdi bu yekûn meskensiz,
me'vâsız, vesâitsiz ölümün ağzına tevdi' edilmiş duruyor. Bunlar ne
yapacaklardır? Aç, çıplak yaşamak mümkün müdür?.. Bu beliyyelere ma'rûz kalanların
tedricen yapacakları şey âsâyiş-şikenlikten başka ne olabilir? Dün memleket
için müfid olan bu üç, dört bin nüfus bugün böylece muzır olmaya sevk edilmiş
olmuyor mu?..
Memleketin asayişi, âmizişi, huzuru, refahı, nüfûs-ı umûmiyesi, sa adeti
için olan bu zarar aynı zamanda hayât-ı iktisâdiye ve istihsâliyesi için de
aynen mevcuttur. Bu da ihmâl edilecek bir derecede değildir. Bu köylerin
hayât-ı istihsâliyyeleri hakkında elde edebildiğimiz malumatı da takribi bir
hesabla, arz ediyoruz:
Gönen Mıntıkası hemen kamilen tütüncülüğe bir ehemmiyet-i mahsûsa atf
ederdi. Mezrû'âtın oradaki mühim yekünü tütündü. Manyas havalisi ise hububat ve
sebze zer'i yy âtına germi vermişti. Arazinin kuvve-i inbâtiyesi gibi köylerin
ma'mûriyeti derecesi de Türkiye'nin en iyi ve en müstesna mıntıkalarından
ma'dûddu. Bu 14 köyün muhtelif suretlerle zer' ettiği arazinin mecmû'u asgari
40 bin dönümden hiç aşağı değildi. O yeşil tarlalar artık, eski bir ta'birle «Âşiyân-ı
bûm u gurâb olmuş» bulunuyor. Bu her hâlde hazine-i mâliyenin kârına
değildir. Bilâkis zimmetine açılmış bir sahife demektir.
Hayvânât-ı muhtelifeye gelince mecmû'unda takriben yedibin kadar inek ve
dombay, 1000 çift öküz ve koşum mandası, 4 ila 5 bin kadar süt ve yün koyunu,
binbeşyüz kadar kısrak ve hergele... ilâ âhirihidir.
Koyunların 2500'ü yalnız Kızıl Kilise'ye âid diye gösteriliyor. Fazla
olarak Üç Pınar, Sızı, Mir'atlar, Keçi Deresi, Hacı Osman, Değirmen Boğazı,
Keçeler... gibi köylerin beherinde 300'den aşağı olmamak üzere keçi de
beslenirdi. Onların yekûnunu da asgari bir hesapla 2500 kabul edebiliriz. Kızıl
Kilise, Yeniköy, Bolcaağaç, Mürüvvetler, Dümye gibi köyler bilhassa
beygircilikte şöhret kazanmışlardı.
Bunların hepsi artık «Bir varmış, bir yokmuş!»a inkılâb etti.
Şimdi yerlerinde yangından sonra kalan kül kadar olsun, bir mevcudiyet
kalmamıştır. Malatya Kayseri, Sivas, Ulukışla, Niğde (Bor nahiyesi) ve Van gibi
muhtelif istikametlere dağıtılan bu köylerin zarâr-ı mahza inkılâb etmeleri bu
hâle uğramalarından sonra, hemen bir emr-i zarurî idi...
Asıl felâket geri kalanların da onlar kadar çıplak kalmasındadır.
Yaptığımız tahkikat isimlerini aşağıda kayd ettiğimiz 30 köyün takriben 1100
hanesinde 5800 nüfûsun daha tehcir edilenlerle hem-hâl bir yoksulluk içinde
sâika-i zaruretle dilenciliğe mahkûm bulunduğunu pek güzel gösteriyor.
Bu köylerde tıpkı tehcir edilenler gibi emvâl-ı menkûlelerini ve
hayvanlarını yok bahâsına elden çıkarmış oldukları gibi bu senenin zira'at
mevsimini de emre intizâr- ile boş geçirmişler, zer'iyyât yapamamışlardır.
Yahut son günlerde bin şüphe ve tereddütle toprağa tevdi' edilebilen hububat
tohumları diğer senelere nisbetle devede kulak kabilinden pek az bir
miktardadır. Hayvanat vesâireleriyle zer' ettikleri arazi miktarı hakkında
ileride verdiğimiz rakamlar bir mikyas ve nispet olabileceği için burada sükut
ediyoruz. Bu hal ile bunlar da açlığa mahkûm bulunuyorlar demektir.
Bu zavallılar, tedbir-i idâri sillesine uğramadıkları halde niçin böyle
oldular gibi bir su'âl vârid olamaz. Nîm-resmî lisân kullanan propagandacılar,
madrabazlar, halkın zararından kendi kârını temin eden açık gözler boş
buldukları meydanda serbest serbest at oynatarak bu akıbeti tesri' etmişlerdi. «Ne
duruyorsunuz, diyorlardı. Sıra size geliyor. Şimdiden hazırlanmak daha iyi
değil mi? Giden köyleri gördünüz. Mallarını kaça satabildiler...»
böylelikle herkes mütemadiyen satmış, elinde avucunda üç beş kâğıt lira ile
gündüz üstünde gece altında barındığı bir örtü ile kalmıştı. Şimdi artık
bi't-tabi' onlar da hiç olmuştur.
Satışın su pahasına cereyan ettiğini ilâve etmek bilmem lâzım mıdır?
Eğer istiyorsanız yalnız şunu arzedeyim: Bir fikir edinmek için kâfidir.
Ahvâl-i âdi-yede 200 lira eden bir çift öküz, 30 a'zamî 40 liradan, koyunun
çifti 7-8 liradan fazla para etmiyor. Bir beygir a'zamî 20 ile 25 lira tutabiliyordu.
Hele tehcire tâbi' oldukları tebliğiyle beraber jandarma ve asker tarafından
ihata edilerek ihtilâftan men' edilen, yalnız mahdut ve mu'ayyen madrabazların
iştirak ettiği müzayedelerle satılan emval ve hayvanât büsbütün bâd-ı hevâ
(bedava) gitmiştir...
***
İşte bu feci' vaz'iyetler hiç yoktan ve yok yere Çerkeslere tevcih
edilmişti. Ma'rûzâtımızdan da müstebân olduğu veçhile, ortada
bir cürüm varsa o müşterekti. Ve kısm-ı a'zâmı gayr-i Çerkeslere ta'allük
ediyordu. Halbuki şerik-i cürm olması lâzım gelen o gayr-i Çerkeslerin kılına
bile hatâ gelmemiş, getirilmemişti. Bu neden böyle oluyordu?
Şakiler himaye edilmişse yalnız Çerkesler mi himaye etmişlerdi?
Hayır... Çerkesler şekâvet-i siyâsiyeye yalnız girmedikleri,
sürüklendikleri gibi şerik ve refikleri addedilmek icâb eden komşuları kadar
onlar da bu şakileri himaye ve müdâfa'a etmemişlerdi. Esasen bu kabil değildi.
Cami kapılarında, kâbuslu bir gece gibi karanlıklarla ruha çöken hükümet
beyannâmesi ve o beyannameye terâdüf eden icrâât buna imkân bırakmıyordu.
O kadar kabil değildi ki, daha o kararnamenin ta'-miminden evvel, Şevket
kendi köyüne girip saklandığı vakit köylü onu ta'kib müfrezelerine ihbara şitâb
etmişti. Hatta ilk defa köyü muhasara eden süvari kıt'asının kumandanı
Mülâzım-ı Evvel (E, F.) Bey'e bizzat köylü tarafından teslim edilmişti. Böyle
olduğu halde Şevket o gün tekrar bırakılmış, bunun hikmeti halka meçhul
kalmıştı. Bunun gibi hükümetin «Şakidir!» diye i'lân ettiği hemen bütün eşhasın
istîsâlinde de Çerkeslerin büyük himmetleri sebk etmiş, ya doğrudan doğruya
derdest veya ihbar suretiyle o adamları teslim edenler hemen kâmilen
Çerkeslerden çıkmıştı.
Bu gibi haller gösteriyor ki Çerkesler hükümete, ellerinden geldiği
kadar, cân-sipârâne, vefâ-kârâne arz-ı sadâkat etmişler, Türklüğe vefaya
uğramışlardı. Fakat efsûs.. bu gayretleri değil, uhuvvet-i İslâmiyet bile
onlara yâr olamadı. Müdhiş bir cereyan her şeyi, bütün komşularını, bütün
dostlarını aleyhlerine döndürmeye muvaffak olmuştu. Kin o derecelerde tevsi'-i
hudut etmişti ki, insan hayret eder. Yıllarla dost ve kardeş gibi yaşayan iki
unsurun bu yan bakışmalarına ma'nâ veremez. Ve o propagandaların mahsûl-i
gayr-i muhikkı olan bu halden doğan garibelerin nasıl karşılanması lâzım geleceğine
hükmedemez. Dest-res olduğumuz garip vak'alardan pek câlib-i dikkat ikisini,
bir mikyas olur ve bir fikir verir diye, tesbit ediyoruz.
Manyas mülhakâfandan Hacı Osman köyünden Çov İsmail Efendi isminde bir
Mülâzım-ı Evvel, Harb-i umûmide Sina cephesinde tavzif edildiği Köprücü
Bö-lüğü'nde vazife başında şehid düşmüş... Refikası, Rumelili bir Türk hanımı
öksüz yavrusuyla bir hayli evvel zevcinin ailesine iltica etmiş, birlikte
imrâr-ı hayat ediyorlar. Vaktaki tehcir başlıyor. Bu şehid ailesi de sel önüne
düşmüş bir kum dânesi gibi sürükleniyor... Kadıncağız mürâcâ'at ediyor, haykırıyor,
feryad ediyor! «Yâhû ben Türküm!» diyor ve iddi'âsını nüfûs tezkeresiyle
ispat ediyor.
— Pek güzel, öyle ise sen kal... Fakat (13-14 yaş-larındaki kızı için)
bu gidecek, çünkü Çerkes'tir!
Cevabını veriyorlar. Bedbaht kadın sefalete kendini tevdi ile bir başka
türlü şehid olarak zevcine kavuşmayı yavrusundan ayrı kalmaya tercih ediyor. Ve
köylüsüyle beraber ölüm yoluna revân oluyor...
Yine Manyas mülhakatından Bolcaağaç karyesinden Navki Yakub Oğlu Reşid
isminde bir zât, bidayetinden nihayetine kadar harekât-ı müliyeye canıyla ve
başıyla bi'l-fi'il iştirak etmiş bir mücâhid... Mütemâdi seferlerin meşâkk ve
mezâhimi yüzünden te-verrüm ediyor, Kastamonu Hey'et-i Sıhhiyesi kendisine
tebdîl-i hava veriyor. Köyüne gönderiyor. Köyü tehcir edilirken bunu da beraber
sürüyorlar. Kan tüküren hasta ciğerlerinden çıkabilen kısık sesi derdini
anlatmaya yetişmiyor. Ne sararmış, düşmüş bir yaprağı hatırlatan soluk rengi,
ne de üç senelik can-sipârâne hidemâtı istîfâ-yı hakka değil, celb-i merhamete
bile kifayet edemiyor. Zavallı kan tüküre tüküre köyünü, köylüsünü Afyonkarahisarı'na
kadar ancak ta'kib edebiliyor, oradan ileri takati yetmiyor. Tehcir
me'mûr-larmın çok gördüğü istirahatı orada Allah'ı ona ebedî olarak ihsanla,
mülevves beşerin ihtirasları arasından çekip alıyor.
Bu gibi vakâyi' pek müte'addittir. Onların onda birini olsun burada
ta'dâd edecek olursak birçok sa-hifeler dolduracağımız gibi kâri'lerin kalbine
de dağ vurmuş olacağımızı pek iyi tahmin ediyoruz. Bu yanlışlıklar, kasıtlar
kabil-i inkâr olmadığından sözü kısa keserek bu hususu tashihe teveccüh eden
1339 Ağustos tarihli resmi bir ta'mimin elimize geçen me'-âlini kayd etmeyi
daha müfid buluyoruz:
Müdâfa'a-ı Milliye Vekâlet-i Celilesinden
İstanbul Kumandanlığına Gelen Cevabnâme
Hey'et-i Vekilece müttehaz kararname ahkâmına tevfikan dâhile nakl
olunan köylerin hayatta bulunan zâbitân ve efrâd-ı askeriyesi mehâriminin ve
idâ re-i maişetleri kendilerine münhasır olan akrabasının, Anadolu İhtilâl
Cemiyetinin, Anadolu'ya ihrâc ettiği ve etmesi melhuz eşkiyaya alâkadar
olmadıkları ve ahvâl-i sabıkaları mazbut bulunduğu takdirde nakilden
istisnalarının tensib edildiği bundan mâ'adâ gerek mücâhede-i milliyede ve
gerekse muhârebâtta ve eşkiyâ ta'kibâtında şehid olanların dul zevceleri ve
zâ-tü'z-zevc olmayan hemşireleriyle, çocukları ve ihtiyar peder ve valideleri
dahi nakilden istisna edilmiş olup ol veçhile alâkadârâne ve vilâyât ve
elviye-i müstaki-leye tebligat îfâ kılındığından bu misüllülerden yanlışlıkla
sevk edilmiş olanlar var ise mahall-i me'mûrin-i mülkiyesine mürâca'atları
hâlinde iade kılınacakları Dâhiliye Vekâlet-i Celilesinden
bildirilmektedir. Malûmat husûlüyle bu
kabil aileler hakkında ahz-ı asker şu'belerince ve şâir makâmâtca suhulet
ibrazı ve ber-vech bâlâ mu'âmele ifâsı ta'mim olunur.
23. 8. 39
Hatanın ve yanlışlığın, sû-i isti'mâlin idrâk edilmeye başlandığını
i'lân eden bu ta'mim her hâlde şâ-yân-ı şükran bir şeydi. Buna nazaran, tehcir
edilen köylerden pek azının istisnâsıyla hemen hepsinin avdeti icâb ediyordu.
Çünkü o köyler arasında bu sayılan sıfatları nefsinde cem' edemeyecek ya hiç
kimse yoktur veya pek az kimse vardır. Geçen uzun harp senelerinde ocağı
başında pastasını pişirirken şehid kocasının, oğullarının, kardeşlerinin kara
haberine ağlamamış bir zevce, bir ana ve bir hemşire tanınmıyor...
Bu ta'mimden beri aylar geçti. Avdet edebilenlerin ancak 20 hâne kadar
olduğunu öğreniyoruz. Diğerleri parasızlık, vesaitsizlik, müşkilât, bilhassa
Yunanlılar'ın hîn-ı firarında ahz-ı asker kütüklerinin de yakılmış bulunması
yüzünden bir defa düştükleri bahtsızlık kuyusunda boğulup gidiyorlar. Hükümet
istese ve te'yid etseydi bütün sürgün Çerkeslerin bu ta'mimden bi'l-istifâde
avdet edebilmiş olmalarının lâzım geldiğine kani'iz. Buna himmet, kafalar feth
etmekten her halde çok daha hayırlı bir iştir.
Esasen bu tehcire resmi bir renk veren eski kararname, ufak bir
tadilâtla bugün kanun olmuş bulunuyor. Geçende Meclis'ten de çıktı. «Men-ı
Şekavet» ismini taşıyan bu kanunun bir madde-i mahsûsası, hatırımda kaldığına
göre, yedinci maddesi, eşkiyaya müzaheret ve yataklık etmekle maznûnen
kaldırılan kimselerin o şakilerin istîsâlinden sonra avdette serbest
olduklarını mu'lindir. Çerkeslerin bu musibet bataklığına saplanmasma sebebiyet
veren çetelerin, çe-tecilerin ise artık kemikleri bile çürümüş bulunuyor.
Anadolu'nun Manyas ve Gönen havâlisinde onlardan bir tek ferdin
kalmadığı, hatta dağ başlarındaki izlerinin bile fırtınalar tarafından
silindiği bizim kadar kadar hükümetçe de malûm ve müsellemdir. Dâhiliye Vekil-i
Cedidi Beyefendinin son günlerde gazetelerde görülen beyânatlarındaki memleket
dâhilinde bir tek siyâsi çetenin kalmadığını te'yid eden fıkra da bu noktayı
müeyyid bir sened-i resmî kıymetini hâizdir. Binâberîn onların şerrine
uğrayarak yerlerinden, yurtlarından, mallarından, mülklerinden, şereflerinden,
haysiyetlerinden... herşeylerinden olan felâketzedeler de serbesttirler. Avdetlerine,
eski yuvalarını şenlendirmelerine bir mâni' kalmamış demektir.
Meşhur bir müte'ârifedir. Mâ'ni' zail olunca memnu' avdet eder. Bu
mes'elenin, yani Çerkes köylerinin kaldırılmasının mâni'i ise harp idi.
Bilhassa teşvikât-ı hariciyyenin düşman harekâtını teshil edecek bir şûrişe
meydân verebilmesi endişesi idi. Hadd-i zâtında bu ne kadar mevcuddu. Onu
bilmiyoruz. Lâkin bugün artık o hâl-i harp mevcud değildir. O endişenin yaşatılmasına
sebep kalmamıştır. Onlar, o kara ve haksız şüpheler sulh ile beraber zail olmuşturlar.
O kadar zail olmuşturlar ki, dün Yunanistan'da o ihtilâl çetelerini teşkil
ettirip kendi işgal mıntıkalarından Türkiye'ye sokan düşmanlar şimdi İstanbul
limanında Türk bayramlarını tes'îden toplar bile atıyorlar... Sulhun bu dostluk
ni'metlerinden, mesâibin kamçıları altında haksız yere aylarla zaman perişan
olan bigünah Çerkesler de istifâde edemeyecek midir?..
«Alemde felâketen büyük dershâne-i irfan»
olmadığına bakılırsa aylardan beri felâketin koynunda oku yan bu köylülerin
aldıkları ders yetişmez mi? Bize öyle geliyor ki, onların her biri şimdi birer
kutb-ı zaman bile olmuştur!..
Bunu lisân-ı resmînin de te'yid etmesini, hükümetin bir i'lân ile
bildirmek suretiyle insanî vazifesini îfâ etmesini candan ve gönülden temenni
ettiğimizi arz etmekte tereddüt etmeyiz. Bunda fâide vardır, salah vardır, nur
vardır. Binâenaleyh her günün ilk fec-riyle meşîme-i şebin doğuracağı bu
hürriyet ve adalet fermanına intizâr etmekte haklı olduğumuzu da ilâvede
isti'câl ediyoruz.
Çünkü bunun aksi, Çerkeslerin uğradıkları belâların sîne-i tarihde kanla
yazılı kalan son bir izi olacaktır. Biz Türkiyenin ve Türklüğün böyle bir şaibe
ile âlûde kalmasını, Türk milliyetine destek veren İslâm diyanetinin böyle
kızıl bir gölgede renginin değişmesini, bir lahza da olsa arzu etmeyiz. İstemeyiz
ki halk Türkiyesi iki başlı karakuşların hakanları olan çarların eski
saltanatının Çerkesler hakkındaki icrâ'-âtı ile yoldaşlık etsin...
Evet, başı cümûdiyelerle taçlanan, beyaz bulutlarla tüllenen yeşil
Kafkas kahramanlığa, vefaya, erliğe, can veren çocuklarının hasretine o iki
başlı karakuşlarla süslü armalar yüzünden tamam altmış senedir yas tutuyor.
Derelerinin, rüzgârlarının feryadı hep, hep ince belli «zarif ve ürkek»
oğullarının, lacivert gözlü efsâne kızlarının altmış senelik dertlerini ağlayan
mersiyeler terennüm ediyor...
O mersiyelerin ağladığı Çerkes nekbetini ondokuzuncu asır bütün fecâyi'iyle
seyr etmişti. Yirminci asır bir nazire gibi onların buradaki felâketlerini mi
görmelidir? Bu halde o kara bahtlıların yarım asırdır «Yarın!.. Yarın!..»
diye atan kalpleri artık müebbeden durmuş ve ölmüş olmayacak mıdır?
Hayır. Hayır... Bu olmamalıdır. Halk Türkiyesi asırlardan beri kardeş
olmuş bir unsurun son nefesini çıkaracak fecâ'âtlere sahnelik etmemelidir.
Türklüğün yüksek ve mefkûreci ruhu, büyük vicdanı bunu kabul etmez diye
tanıyoruz.
Bu itibarla herşeyden sarf-ı nazar, yalnız bu itibarla avdetlerine hiç
bir mâni'-i kanunî ve nizamî kalmadığı halde el'an dağıtıldıkları gurbet
ellerinde ser-gerdan olan ma'sûmların iadeleri esbabının tesri' edilmesini
isti'tâfı, dertlere derman arayan sözlerimize bir son ediyoruz.
15 Teşrin-i Sâni 1923
Mehmed Fetgerey Şoenu
GÜRCÜ MEGALİ İDEASI
14 Aralık 1945'te Tiflis'te çıkan Komünist adlı gazetede, daha sonra da
Moskova'da Pravda'da, S. Canaşia ve N. Berdzenişvili adh iki Gürcü
akademisyeninin müştereken kaleme aldıkları bir mektup yayınlanmıştı. Bu mektup
«Türkiye'den Haklı Taleplerimiz» başlığını taşımakta ve Türkiye
hudutları içindeki Ardahan, Artvin, Oltu, Tortum, Bayburt, Gümüşhane, Trabzon,
Giresun gibi toprakların Gürcistan'a ait olduğunu, binaenaleyh geri verilmeleri
gerektiğini iddia ediyordu.
Nasıl Yunanlıların ve Ermenlerin Büyük Yunanistan, Büyük Ermenistan
emelleri varsa, Gürcistan'ın da böyle bir megali ideası bulunmaktadır.
Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra Kafkasya'da Hıristiyan Gürcüler ve
Ermeniler emperyalist hayaller peşinde koşmaya başlamışlardır.
Bu cümleden olmak üzere Gürcistan Abhazya'ya saldırmış, Ermenistan da Karabağ'ı
almak için savaş çıkartmıştır. Kimsenin şüphesi olmasın ki, bu iki devlet, ilk
fırsatta Türkiye'den de toprak isteyecekler, gerekirse bir istilâ savaşı başlatacaklardır.
Kafkaslarda Abhazya'nın İstiklâli sadece Çerkesleri ve diğer mağdur ve
mazlum küçük kavimleri değil, doğrudan doğruya Türkiye'yi ilgilendiren hayatî
bir meseledir.
Rum, Ermeni, Gürcü megali idealarına kulaklarını tıkayanlar, tehlike
karşısında başlarını kuma sokan devekuşlarının durumuna düşmüş ve kendi
iplerini kendileri çekmiş olurlar.
Kaynak:
M. Fetgerey Şoenu, Çerkes Meselesi, Bedir Yayınevi, İstanbul, 1993
[1] (Kaynaklar: 1. Muhaceretteki Çerkes' Aydınları, İzzet Aydemir.Ankara 1991,
243 s. (s. 15-17);
2. Tarih ve Toplum dergisinin 22'
no.lu sayısındaki Ayşen Janset Kubanlının yazısı).
[2] Abhazya'da asır-dide ve pek câlib-i
dikkat bir âdet vardır: En fakirinden en zenginine kadar her aile her sofra
başında ilk lokmadan evvel mutlaka şu duayı tekrar ederler:
Yâ Rabbi Abhazya'yı ve Abhazyalıları
dâim eyle!
M. F. Ş.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar