ÇİFTE CİNAYET: “TANRI’NIN ÖLÜMÜ”NDEN “İNSANIN ÖLÜMÜ”NE
Sever IŞIK
Atatürk Üniversitesi,
SBE Doktora Öğrencisi,
severquista@gmail.com
Atatürk Üniversitesi,
SBE Doktora Öğrencisi,
severquista@gmail.com
Felsefe Dünyası,
2012/2, Sayı 56
Giriş
Michel Foucault, Batı düşüncesinde bilgi sistemlerinin
analizini yaptığı Kelimeler ve Şeyler kitabını meşum bir kehanetle, “insanın
ölümü”nün ilanıyla bitirir: “İnsan,
düşüncemizin arkeolojisinin yakın tarihli olduğunu kolaylıkla gösterdiği bir
icattır. Ve belki de yakınlardaki son”. Ona göre düşüncemizin zemini olan
modern epistemenin değişmesiyle/sarsılmasıyla ‘insan, tıpkı denizin sınırındaki
bir kum görüntüsü gibi’ kaybolacaktır.
Foucault, insanın/öznenin ölümüne ilişkin düşüncesi ile sosyal bilimin
temelini oluşturan, düşüncenin/bilginin varlık ile uyum içinde olduğu ve
varlığı temsil ettiği şeklindeki temel epistemolojik kabulü eleştirir. Bu
eleştiri, epistemolojik olarak hakikatin yadsınmasını beraberinde getirir ki bu
da Platon’dan beri Batı felsefesinin temel yöneliminin yok olması anlamında
felsefi bir devrime ve dönüşüme işaret eder. Gerçekte, Foucault’nun insanın
ölümüne ilişkin kehaneti/yargısı mürşidi Nietzsche’nin Şen Bilim’de bir kaçığın
ağzından ilan ettiği “Tanrı’nın ölümü”
ile birlikte değerlendirildiğinde yerli yerine oturacaktır. İnsanın
ölümünün Tanrı'nın ölümüne içkin olduğunu defaaten ifade eden Foucault,
antropolojik düşünceden kopuşun Nietzsche ile başladığını özenle vurgular.
Nietzsche’nin ölümünü ilan ettiği şeyin Tanrı’nın ölümü değil, insanın ölümü
olduğunu açıkça ifade eder.
Foucault’nun konuya ilişkin yorumlarında dikkat edilmesi
gereken en önemli nokta şudur: Foucault mürşidi Nietzsche gibi ahlaki bir
bağlamdan hareketle ya da Batı değerlerinin gözlemi sonucunda değil, Batı
düşüncesindeki bilgi sistemlerinin arkeolojik analizi neticesinde insanın ölümü
düşüncesine varır ve insanın ölümünün Nietzsche’nin Tanrı’nın öldüğüne ilişkin
düşüncesinin metafizik ve epistemolojik bir neticesi olduğunu belirtir.
Foucault, Tanrı’nın ölümünün ‘metafiziğin sonu’ anlamına geldiğinden hareketle
insan bilimlerinin temeli olan epistemolojik öznenin yok olduğu kanaatine
varır. Çünkü, metafiziğin sonu insan bilimlerinin epistemolojik karakterli
temel metafiziği olan özdeşleşmenin yok olmasını beraberinde getirir. Bu da
‘hakikatin sonu’ demektir. Vattimo’nun belirttiği gibi ‘hakikat’ nosyonunun
çözülmesi Tanrı’nın ölümü ile yanı şeydir.
Tanrı’nın ölümü, artık doğru olmayanla çelişen, hakikatin keşfini
garanti eden mutlak bir düşünce temelinin olmadığı anlamına gelir. Tanrı’nın ölümü, Hıristiyani değerlerin/ahlakın artık inanılmaz oluşu
ve özünde nihilizm olan Avrupa insanının da ölmesi demektir. Artık, Tanrı öldüğü için “insan
alt edilmesi gereken bir şeydir”.
Gerçekte terimin Nietzscheci anlamı ile bizler son insanlarız, üst-insan
tek başına bir aşma hareketi içinde Tanrı'nın yokluğunu da insanın yokluğunu da
aşacak kişi olacaktır.
Üstinsan/insanüstü Tanrı'nın/ aşkının yerine geçeceğinden, geçmesi
gerektiğinden insan ona yer açmak için Tanrı(sı) ile birlikle sahneden
çekilecektir/çekilmelidir. Tanrı'nın çürümesi ve ölmesi varlığı, ontolojik
olarak Tanrı’nın varlığına bağlı olan insanın da epistemolojik/kartezyen özne
olarak ölmesi demektir.
Foucault, ölümünü haber verdiği insanın yakın tarihli bir
icat olduğunu söyler. Ona göre 18. yüzyıl sonu ile 19. yüzyılın başına
tarihlenen modern episteme içinde ortaya çıkan insan, mümkün bilginin nesnesi
olarak inşa edilmiştir. Modern düşünceyi
sahneye çıkaran büyük olay da “insanın doğuşu” ve insanın, bilimsel
çalışmaların nesnesi yapılmasıdır. Zira,
modern dönem öncesi klasik bilgide/epistemde insan yoktu. İnsanın yerine
söyleme ait olan ve şeylerin düzenini temsil eden bir iktidar vardı. Bu sebeple Rönesans’ın hümanizması,
klasiklerin rasyonalizmi insana dünya düzeninde istedikleri kadar ayrıcalıklı
yer vermiş olsunlar, insanı düşünememişlerdir. İnsan gibi, ‘insan bilimleri’ de tıpkı
kimya veya tıp veya herhangi başka bir bilim gibi modern episteme’ye
mensupturlar; veyahut gramerin ve doğal tarihin klasik episteme’ye mensup
olması gibi, insan da ‘modern episteme’ye dahildir.“
Foucault, modern felsefenin insanı merkeze alan antropolojik
karakterli bir felsefe olduğunu belirtir. Antropolojik düşünce/felsefe, insanı
ve onun doğasını felsefe için çıkış noktası olarak alan, öznede temellenen bir
bilinç felsefesidir. Foucault, Nietzsche’yi antropolojik düşünceye son veren,
bizi “antropolojik uyku”dan uyandıran, “antropolojik alan”dan çekip kurtaran kişi
olarak görür. Nietzsche’den hareketle
antihümanist eleştiri ile özneyi imtiyazlı ahlaki ve epistemolojik konumundan,
düşüncesinin merkezinden uzaklaştırır ve
sonunda “öznenin ölümü”nü ilan eder. Dikkat edilirse, Foucault’nun düşüncesinde
Tanrı’nın ölümü, insanın ölümü, metafiziğin ölümü, hakikatin ölümü temaları iç
içe geçer; ki, bunlara hümanizmanın ölümü ve modernliği ölümünü/sonunu da
eklemek gerekir. Çünkü, bilen öznenin yok olması ile modern felsefenin,
epistemenin varoluşunu sağlayan temeller yıkılır. Öte yandan modern felsefe de,
Hegel ve Fauerbach örneklerinde görüleceği gibi insanın özgürlüğü ve Tanrı’nın
ölümü teması, insanın bir tür teolojileştirilmesi ile neticelenir. Hümanizm de
tam bu temel üzerinde vücuda gelir ve bir çeşit Tanrı olarak insanı her şeyin
merkezine yerleştirir. İşte Nietzsche Tanrı’nın ölümünü duyururken, aynı
zamanda, 19. yüzyılın hayal etmeye devam etiği bu Tanrılaşmış insanı
duyuruyordu ki, insanın sonu aynı
zamanda hümanizmanın da, hümanist metafiziğin de sonu demektir. Çünkü insana
merkezi ve dışlayıcı bir rol veren bir metafizik olmaksızın hümanizm mümkün
değildir.
İnsanın ölümü temasının, özelikle II. Dünya Savaşı sonrası
yükselen hümanizm eleştirileriyle ilişki içinde olduğunu belirtmek gerekir.
Savaş sonrası, özellikle Fransa ve Almanya’da insanın ölümünün ilan edildiği
çağda hümanizm kelimesi birçok kişi tarafından politik kurumlar ve amaçlarla
ilişkili görüldüğünden ve insan merkezci çağrışımları/imaları sebebiyle kirli
bir kavram olarak görülmekteydi. Bu sebeple bu yıllar Fransa’da varoluşçuluğun
ve yapısalcılığın yükselişe geçtiği yıllardır.
Foucault’nun ve filozofların saldırılarına hedef olan
hümanizm/homosentrizm, sosyal teorinin önemsiz boyutlarından biri değildir. Bilakis,
19. ve 20. yüzyıl sosyal ve politik teorisinin epistemolojik temelidir. Bu teoriler insan merkezli bir nesnel
hakikat kavrayışının mümkün olduğu düşüncesi üzerine inşa edilmişleridir. Buna
karşın Foucault, posthümanist ve postmodern teorinin temeli olarak insanın
ölümünü ifade eder ve modern felsefenin son bulduğunu düşünür.
Bu makale Foucault’nun ilan ettiği “İnsanın ölümü”
düşüncesini Nietzsche’nin ilan ettiği “Tanrı’nın ölümü” düşüncesi ile ilişkisi
içinde ele almaktadır. Amaç bu iki felaketvari ölüm ilanının Foucault’nun
düşüncesinde ve daha geniş bir bağlamda Batı düşüncesinde ne anlam ifade
ettiğini ortaya koymaktır.
Nietzsche, Şen Bilim ’de Tanrı’nın ölümünü bir
kaçığın/delinin ağzından haber verir. Nietzschen’in kaçığına göre; “Tanrı
öldü”. O’nu biz öldürdük ve hepimiz O’nun katiliyiz. Gerçekte olan bitenin
bilincinde olan ve Tanrı’yı arayan kaçık, insanın, Tanrı’nın katili olduğunu
söyler; fakat, kaçık, aynı zaman da Tanrı’nın çürümesinden de bahseder.
Nietzsche, kaçığın duyurduğu bu “erken haber” olan Tanrı’nın ölümünü “büyük
eylem” olarak niteler.IR Nietzsche’nin kaçığı, Tanrı’nın öldürüldüğünü;
fakat, onu öldürenlerin kendilerinin de öldüklerinin ama bunun belirtilerin
farkmda/bilincinde olmadıklarını anlamıştır. Nietzsche, Tanrı’nın ölümünü Hristiyani
değerlerin yok oluşu ile ilişkilendirir; “Tanrı’nın ölmesinin yanı sıra
Hıristiyan inancın artık inanılmaz olmasının, ilk gölgeleri Avrupa’nın üzerine
düşmeğe başladı bile” der. Nietzsche’nin
bu sözü günümüze dek Avrupa düşüncesinde bir dönüm noktası olarak yorumlana
gelmiştir. Yorumların ana çerçevesini ise ‘metafiziğin sonu’ düşüncesi
oluşturur ve tüm yorumlar Batı düşüncesinde bir kopuşa işaret ederler. ‘Çekiçle
felsefe yapan’ filozof, “Tanrı öldü” sözüyle, Batı düşüncesinin Tanrı
anlayışıyla hesaplaşır. Heidegger’e
göre Nietzsche’nin bu sözü Batı tarihinin iki bin yıldır süregelen yazgısını
dile getirir. Batı felsefesini
Platonculuk olarak anlayan Nietzsche için metafizik sona ermiştir. “Tanrı öldü”
sözü yükümlülük getiren duyuüstü dünyanın etkin bir gücü olmadığı anlamına
gelir. Metafizik, artık değer/anlam ver/e/mez.
Nietzsche, Böyle Buyurdu Zerdüşt'e. Tanrı’nın ölümüne ilişkin eş anlamlı
iki versiyon sunar; bunların ilki Tanrı'nın yalnızca hastalıktan ölmesi diğeri
de onun öldürülmesi, suikasta uğramasıdır. Her iki senaryoda da ölen aynı
Tanrı’dır; ahlakın Tanrısı ve yaratıcı olan metafiziğin tanrısı. Nietzsche ahlaki bir bağlam içinde
konuştuğundan metafiziğin sonundan ziyade ‘ahlakın sonu’na büyük önem
atfetmiştir. Ahlakın tanrısının ölmesi ise ister istemez metafiziğin tanrısının
ölümüne de neden olur.
Tanrı’nın ölümü düşüncesi postmodern düşüncenin de mihenk
taşıdır. Burada Tanrı'nın tarihe anlamını ve yönünü veren bir nihai gerçeklik
olarak anlaşılması gerekir. Nietzsche’ ye göre değerler gerçeğe dayanır ve
değerler kirlendiğinden Tanrı'nın gücü belirgin bir şekilde azalmıştır. Eğer
ilahi olan, dünyayı aşamıyorsa, o zaman kutsal, tecrübede dile geliyor
demektir. Postmodernlerin diliyle Tanrı, artık bir “meta-söylem” statüsüne
sahip değildir. Bu nedenle teolojik olan problem birden bire toplumsal ve
tarihsel bir problem haline gelir. Eğer
Tanrı ölmüşse, toplumsal yaşamda her şey mümkündür. Böylece Nietzsche klasik
metafiziğin sona erdiğini dile getirir.
Nietzsche’nin felsefesinde Tanrı’nın ölmesinin sebebi bilginin artık
nihai sebepler peşine düşmemesi ve insanlığın da ölümsüz bir ruha inanma
ihtiyacı duymamasıdır. Tanrı, kendi yasalarından biri olan ‘hakikat arayışı’
adına ölmüş olsa bile bu arayışın anlamı onunla birlikte kaybolmuştur. Artık hakikat olan ve dolayısıyla sabit olan
bir şey kalmamıştır. İnsan da bu nihilizme bağlı olarak antropolojik karakterli
beşeri bilimlerdeki konumunu kaybetmiştir.
Değerlerin-ahlakın inanılmaz oluşu/yok oluşu nihilizme yol
açar. Nietzsche’ye göre nihilizm süreci Tanrı’nın ölümü yahut yüce “değerlerin
dcğersizleşmesi” olarak özetlenebilir.
Yıkılan değerler, Batı da iki bin yıllık sosyo-politik yapının ve insan
varoluşun temeli olan ahlak, hakikat, bilgi vb. değerlerdir. Burada Tanrı’nın ölümünü Tanrı’nın
olmadığına dair metafizik bir değerlendirme olarak anlamamak gerekir. Tam
tersine bu, insanlığın yahut Batı kültürünün bir tecrübesinin, yani “olgunun
ilanı”dır. Bu olgunun mantıksal bir değeri yoktur, sadece herkesin bildiği
tecrübeye yapılan retorik bir atıftır. Çünkü eğer Tanrı ölmüş ise yani temelci
düşünce ve felsefi akıl tecrübeleriyle tarihsel süreçte çözülmüşse o zaman bir
şeyi ispat etmenin tek yolu bu tecrübelere atıfta bulunmaktır. İşte bu tecrübeden hareketle Nietzsche, Batı
tarihinin akışını metafizik bakımdan “hiççiğin serimlenmesi” ve yükselmesi
olarak anlamıştır. Fakat Nietzsche işi
burada bırakmaz; Tanrı ve onunla birlikte var olan insanı aşmaya çalışan
filozof şöyle der: “Tanrı ölmüşse de insanlığın tutumu yüzünden daha binler
yıl gölgesi mağaralarda görülebilir ve biz onun gölgelerini de alt etmeliyiz”. Nihilizmi aşmak için yeni bir değer ve hedef olarak “üst insan”
düşüncesini ortaya koyar ki, bu aynı zamanda modern epiteme içinde hayat bulan
insanın sonu demektir.
Foucault dahil tüm yorumcuları Nietzsche’nin “Tanrı öldü”
sözünün, ancak onun Zerdüşt’ün ağzından müjdelediği “üst-insan”/overman”ın
doğuşu ile birlikte okunduğunda daha anlamlı hale geleceği ve yerli yerine
oturacağı konusunda hemfikir gibidirler. Çünkü, Tanrı öldüğü için “insan alt
edilmesi gereken bir şeydir. Ve bu
bağıntı noktası tam da Tanrı’nın ölümünden insanın ölümüne giden yoldur. Böyle
Buyurdu Zerdüşt un girişinde Zerdüşt, on yıllık inzivadan sonra insanların
arasına iner ve insanın alt edilmesi gereken bir şey olduğunu söyler, ardından
dünya tarihine ait olan bir olay olan Tanrı'nın ölümünden sonra “yeryüzünün
anlamı” olacak olan “üst-insan”ı haber verir.
Zerdüşt insanlığa, Tanrı’nın ölümü olayının nihilizmin hükümranlığının
ötesine nasıl geçebileceğini göstermek amacıyla yaşamın yasası olarak “kendini
alt etme”yi öğretmeye çalışır. Artık
insan kendi çabası ile Tanrı’nın ölümüne karşılık vermek durumundadır.
Nietzsche’nin haber verdiği Tanrı’nın ölümünün metafiziğin
sonu anlamına geldiği düşünen Foucault, bu nosyonun Batı düşüncesindeki
tarihinin daha eski olduğunu düşünür. Ona göre Tanrı’nın ölümü nosyonu Hegel’de
" Fauerbach’da ya da Nietzsche’de karşımız çıkmasına bağlı olarak farklı
anlamlar taşır. Hegel’de akıl, Tanrı’nın yerini alır ve onun felsefesinde yavaş
yavaş gerçekleşmekte olan şey insanın tinidir. Fauerbach’ta ise Tanrı, insanı
yabancılaştıran yanılsamadır. Bu yabancılaşma ortadan kaldırıldığında insan
özgürlüğünün bilincine varır. Son olarak Nietzsche’de ise Tanrı’nın ölümü metafiziğin
sonu anlamına gelir; fakat, öncekilerden farklı olarak Nietzsche’nin
düşüncesinde insanın yeri boş kalır; Tanrı’nın yerini alan kesinlikle insan
değildir. Oysa Hegel ve Fauerbach’ta
Tanrı’nın ölümü aynı zamanda insanın tanrısal bir konum işgal etmesi anlamına
gelmekteydi. Başka bir ifade ile katil olan insan, maktul olan Tanrı’nın yerine
konmaktaydı. Ve bu felsefeler insan bilincine ayrıcalıklı bir statü tanıyarak
insan merkezli bir düşünceyi, hümanizmayı ve hümanist bir metafiziği mümkün
kıldılar. Oysa Nietzsche işte bu noktada onlardan ayrılmaktadır. Çünkü
Nietzsche’de Tanrı’nın katili, Tanrı ile aynı akıbeti paylaşmakta ve ölüme
mahkum edilmektedir. Aşağıda da anlatacağımız gibi ölümü, Tanrı’nın ölümüne
içkin olan bu insan, Tanrı ile birlikte yok olacağından, Tanrı’nın yerini
alacak olan “üst insan”dır. Yukarıda bahsettiğimiz Nietzsche’nin haber verdiği
“üst insan” hümanizmanın, modern epistemenin ve sosyal bilimin epistemolojik
öznesi olan insan değildir artık.
Girişte de belirttiğimiz gibi Foucault, insanın ölümü
düşüncesine öncüsü Nietzsche gibi Batı dünyasının değerlerinin gözlemi ya da
ahlaki bir etüt neticesinde değil, Batı bilimlerinin analizi/arkeolojisi
sonucunda varmıştır. Başka bir ifade ile insanın ölümü düşüncesi onun Batı
bilgisinin epistemolojik analizinin sonucudur. Onun vardığı netice özne olarak
insanın ölümüdür. İnsanın beşeri bilim öznesi olarak doğuşu ve varoluşu ise
modern epistemenin bir neticesidir. Bu sebeple Foucault, insanın “yakın tarihli
bir icat” olduğunu söyler ve öznenin
ölümünün, Nietzsche’nin Tanrı’nın ölümü ilanına içkin olduğunu da açıkça
belirtir. Ona göre Nietzsche’nin bahsettiği ölüm, gerçekte modern sosyal
bilimin temelini oluşturan modern insanın/öznenin ölümüdür. Bu sebeple konunun
daha iyi anlaşılması için Foucault’nun insanın doğuşuna ve ölümüne ilişkin
düşüncelerine kısaca bakmakta fayda vardır.
Foucault’a göre beşeri bilimlerin öznesi olan insan 18.
yüzyıl sonu ile 19. yüzyılın başlarında ortaya çıkmış olan modern episteme
içinde oluşmuştur. Modern insanın ortaya çıkışı meselesinde Kant’a özel bir
önem atfeden Foucault, modern öznenin “sonluluk analitiği” dediği ve Kant’ta
birlikte başladığını belirttiği bir epistemolojik bağlam içinde mümkün olduğunu
söyler. Arkeolojik düzeyde bedensel, çalışkan ve konuşkan varoluşu içinde
saptanabilen modern insan ancak sonluluk biçimi olarak mümkündür. Modern
kültür, insanı, sonluluğun ondan itibaren düşünebildiği için düşünebilmektedir.
Bu koşullarda klasik düşüncenin ve onu önceleyen bütün düşüncelerin beden ve
ruhtan, insandan ve onun evrenin içindeki çok sınırlı yerinden, onun bilgisini
veya özgürlüğünü ölçen bütün sınırlardan söz edebilmiş olsalar da bunlardan
hiçbiri, insanı hiçbir zaman modern bilgiye sunulduğu haliyle
tanıyamamışlardır. Rönesans’ın hümanizması, klasiklerin rasyonalizmi insana
dünya düzeninde istedikleri kadar ayrıcalıklı bir yer vermiş olsunlar insanı
düşünememişlerdir. 16., 17. ve 18.
yüzyılların kültürlerine biraz yakından baktığımızda bu kültürlerde kelimenin
gerçek anlamı ile insanın hiç yerinin olmadığını fark ederiz. O dönemde kültür
Tanrı ile, dünya ile, şeylerin benzerliği ile, uzayın yasaları ile, bedenle,
tutkularla imgelemle meşguldü. Fakat insanın kendisi kesinlikle yoktu. Bu sebeple 18. yüzyıl sonuna doğru, yani
Kant’a kadar, insan üzerine her düşünme ilk düşünce olan ‘sonsuz’ olanın
düşüncesine oranla ikincildir. İnsan
bilimlerinin nesnesi olarak insan, klasik epistemenin temsil alanının çözüldüğü
ve insan varlığının dünya karşısında mesafeli durarak, tasarımlayan özne
olmaktan çıkıp, aynı zamanda yaşama, emek sarf etme, konuşma kapasiteleri
çerçevesinde incelenebilecek, amaçlı ve tarihi belirlenmiş bir varlık haline,
çağdaş bilimsel araştırmanın nesnesi »haline geldiğinde ortaya çıkmıştır. Yani insan, modern çağın eşiğinde bir özne olarak
ortaya çıkmış ve aşkın olana başvurmadan evreni tasarımlamaya girişmiştir ki bu
da bilginin deneyimin koşullarını aşamayacağını söyleyen Kant ile başlamıştır.
Kant’tan bu yana felsefi söylem, mutlakın söyleminden ziyade sonluluğun
söylemidir. Bu söylem insanın sonluluğundan, bilginin sınırlarından ya da
özgürlüğün belirlenimlerinden söz eden bir felsefi söylemdir.
Modern episteme içinde ortaya çıkan insan “sonluluk
analitiğf’nin içinde garip bir “amprik-aşkın çift’tir. Çünkü insan hem bilgiyi
mümkün kılan hem de bilginin edinileceği bir varlıktır. Foucault, bu antropolojik karakterli
düşüncenin doğuşunu modernliğimizin eşiği olarak görür. Dolayısıyla
modernliğimizin eşiği, insanın incelenmesinde nesnel yöntemlerin uygulanmaya
kalkışıldığı anda değil de, insan adı verilen amprik-aşkın çiftin oluştuğu
günde yer almaktadır. Ona göre antropoloji, tıpkı insan analitiği gibi modern
düşünce içinde kesinlikle kumcu bir rol oynamıştır ve ondan hâlâ büyük ölçüde
kopabilmiş değiliz. Foucault’nun insanın
amprik-aşkın çift oluşundan kastı insanın/öznenin beşeri bilginin hem üretici
hem de ürünü oluşudur; ki, Foucault, bunun sosyal bilimlerin paradoksu
olduğunun farkındadır. Bu satırlardan da anlaşılabileceği gibi modern insan
epistemolojik bir gerilim içindedir. Foucault, modern felsefenin insanı
bilginin hem nesne hem de öznesi olarak bir dizi istikrarsız eşlemeler
içerisinde nasıl inşa ettiğini betimler. İnsanın dışsal güçler tarafından
belirlenmekle birlikte bu belirlemenin farkında olduğunu ve kendisini belirlenimden
kurtulabileceğini ima eden cogito/düşünce dışı (unthought) eşlemesi; tarihin
insanı öncelediği ama insanın tarihin açımlandığı fenomolojik kaynak olduğu,
kökenin geri çekilme ve geri dönüşü eşlemesi insanın dışsal dünyayı oluşturduğu
ve onun tarafından oluşturulduğu, a piori kategoriler (Kant) yoluyla da
bilincin kendini amprik dünyadan temizleyip arılaştırılmasına izin veren
“indirgeme” yordamları (Husserl) yoluyla bilgi için güvenli temellerin
bulunduğu aşkın/amprik eşlemesi. Bu eşlemelerin her birisinde hümanist düşünce
ve düşünen öznenin önceliği ve özerkliğini dinçleştirmeye ve onun öteki olan
her şeyin üzerinde egemenlik kurmaya girişir.
Foucaul’ta göre antropoloji Kant’tan kendi zamanımıza kadar,
felsefi düşünceye hükmeden ve yol gösteren temel düzen olmuştur. Fakat, şimdi,
tarihimizin bir parçası olarak gözlerimizin önünde çözülmektedir. İşte çağdaş düşüncenin kendisini adamış
olduğu bu antropolojinin kökünden koparılması yönündeki ilk çabayı Nietzsche’nin
deneyinde görmek gerekir. Çünkü, Nietzsche, filolojik bir eleştiri boyunca,
belli bir biyolojizm boyunca, insan ile Tanrı’nın birbirlerine ait oldukları,
İkincisinin ölümünün birincisinin yok olmasıyla eşanlamlı olduğu ve üst insanın
vaat edilmesinin her şeyden önce insanın ölümünün kaçınılmazlığını işaret
ettiği noktayı bulmuştur. Bize burada, aynı anda hem vade hem de görev olan bu
geleceği sunan Nietzsche, çağdaş felsefenin düşünmeye oradan itibaren
başlayabileceği eşiği vurgulamaktadır; bu gelecek kuşkusuz, felsefenin üzerine
uzun zaman sarkmaya devam edecektir. Eğer geri dönüş gerçekten felsefenin
sonuysa, insanın sonu da, felsefenin başlangıcının geri dönüşüdür. Günümüzde,
ancak kayıp insanın boşluğunun içinde düşünülebilmektedir.
Görüleceği gibi modern episteme antropolojik karakterli oluşu
sebebi ile doğal olarak hümanizma ile ilişki içindedir. Bu sebeple Foucault,
hümanizmanın ancak modern dönemde ortaya çıktığını söyler ve yukarıda
bahsettiğimiz epistemolojik bağlamdan hareketle eleştiri oklarını hümanizmaya
yöneltir. Çünkü hümanizma, insana ilişkin düşüncesi ve onun felsefi olarak
temellendirmesi ile aslında bir metafiziğe dönüşmüştür. Foucault’nun nazarında
hümanizma yüzyılı olan 19. yüzyılda İnsan fikri önceki yüzyıllarda Tanrı’nın
gördüğü işleve çok yakın bir işlev görür. Kendi bilincinin ve kendi
özgürlüğünün öznesi olan insan, özünde Tanrı'nın bir tür bağlantılı imgesidir.
19. yüzyıl insanının bir anlamda kendisini teoloji konusu haline getirmesine
yol açan şey, insanın bir tür teolojileştirilmesi, Tanrı’nın yeryüzüne geri
dönüşüydü. Fauerbach, “göklere saçılmış hâzineleri yeniden yeryüzüne
kazandırmak gerekir” dediğinde, geçmişinde insanın Tanrı’ya ödünç verdiği
hâzineleri insanın kalbine yerleştiriyordu. İşte Nietzsche Tanrı’nın ölümünü
haber verirken, aynı zamanda, 19. yüzyılın hayal etmeye devam etiği bu
tanrılaşmış insanın ölümünü duyuruyordu; ve Nietzsche üst insanın gelişini
duyurduğunda, insandan çok Tanrı’ya benzeyen bir insanın gelişlini değil, Tanrı
ile artık hiç bir ilişkisi kalmamış ama onun imgesini taşımaya devam eden bir
insanın gelişini duyuruyordu. Bu nedenle
Nietzsche’yi bizi diyalektik düşünce ile
antropolojinin ile iç içe geçtiği “antropolojik uyku’dan uyandıran,
“antropolojik alan’dan çekip kurtaran kişi olarak gören Foucault’a göre insanın ölümü, Nietzsche’nin Tanrı'nın ölümünün insanın
belirişi değil, kayboluşu olduğunu, çünkü bunların hem ikiz kardeşler
hem de birbirlerinin
baba oğlu olduğunu göstermesiyle başladı: Tanrı öldüğüne göre insan da aynı
zamanda kaybolmadan edemezdi. İnsanın kökünün arandığı bir dönemdeki bu
kayboluşu, insan bilimlerinin kaybolacağı anlamına gelmez. Fakat, insan
bilimleri bugün bu hümanizmanı kapattığı ya da tanımlamadığı bir ufukta
açılacaktır. Özetle, insan felsefede kaybolmaktadır.
İnsanın ölümünü kartezyen sujenin ölümü olarak değerlendiren
Foucault’ya göre bilgi teorisinin kesin olarak teolojiden kopuşu Nietzsche’nin
analizi ile başlar. Nietzsche, Batı
düşüncesinden iki noktadan ayrılır. Birincisi; bilgi ile eşya arasındaki
kopmadır. Batı felsefesinde bilinecek şeylerle bilginin kendisinin süreklilik
ilişkisini mümkün kılan ve bilgiye dünyadaki şeyleri gerçekten bilme gücünü
sağlayan ve bilginin sürekli hata, yanılsama keyfilik olmamasını sağlayan Tanrı
idi. Descartes’tan beri ve hatta Kant’ta bile bilgi ile bilinecek şeyler
arasında bir uyum olmasını sağlayan bu ilkedir. Bilginin dünyadaki şeyler
üzerinde temellenen bir bilgi olduğunu kanıtlamak için Descartes Tanrı’nın
varlığını kabul eder. İkinci olarak, bilgi ile bilinebilecek şeyler arasında
hiçbir ilişki yoksa, bilgi ile bilinen şeyler arasındaki ilişki keyfi ise, bu
artık Tanrı’nın değil, birliği ve egemenliği içindeki öznenin de yok oluşudur. Bilen ve bilinen ilişkisi iktidar ve şiddet
ilişkisi ise bilgi sisteminin merkezinde Tanrı’nın varlığı artık zorunlu
değildir. Bilgilerimizin garantörü olan Tanrı’nın ölmesi ile beraber insanın
verili herhangi bir hakikati kabul etmesi veya araması da artık söz konusu
edilemez. Çünkü artık bilgilerimizin dünya ile uyum içinde olmasını sağlayan
bağ ortadan kalkmıştır.
Batı düşüncesinde filozoflar çoğunlukla özne ile bilinci
özdeşleştirmişlerdir. Transandantal düzeyde özne ile bilincin özdeşleştirilmesi
Descartes’tan başlayarak 19. yüzyıla kadar Batı felsefesinin karakteristik
özelliği olagelmiştir. Nietzsche, bu özdeşleştirmeye karşı ilk ve en sert
saldırılardan birini başlattı. ' Netice olarak bugün Descartes’tan bu yana
önceliği özneye vermiş olan tüm felsefe/ler günümüzün önünde çözülmektedir. 20. yüzyılın ortalarına kadar devam eden
antropolojik karakterli modern epistemenin merkezi öznesi ve nesnesi insandı.
Modern epistemeyi, insanlık için epistemolojik paradoks yaratan bir durum
olarak algılayan Fuocault’ya göre, içinde yaşadığı toplumsal deneyimin ürünü
olan insan, aynı zamanda tümden-gelimsel bilginin aracılığıyla bilgiyi
kurandır. Böyle bir epistemolojik gerilim fazla sürmez ve sonunda modern
epistcmede düşüncenin temeli olan insan fikri, karanlığa gömülürken, emprik ve
aşkın bir icat olan insan da kesin olarak ortadan silinecektir. Foucault, bize beşeri bilimlerin dayanağı
olan aşkın öznenin sahneyi terk ettiğini söylemektedir.
Tanrı’nın ölümünü mutlak olanın sona ermesi olarak
değerlendiren Didier Eribon, bu durumun aynı zamanda “insanın ölümü” anlamına
geleceğinden hareketle Tanrı’nın ölümünün bir çifte öldürmeyi gerçekleştirmiş
olan davranışın içinde ortaya konulmuş olacağını; böylelikle de, sonluluğu
içinde sonsuzdan ayrılamaz olan insanın ölümüyle ancak Tanrı’nın ölümünün gerçekleşebileceğini
kaydeder. Deleuze’ün de ifade ettiği gibi Tanrı’nın
ölümü düşüncesi, insanın ölmesiyle ve insanın egosunun parçalanıp dağılması ile
hedefine varabilecektir. ’ Zaten Nietzsche’nin haber verdiği olay katilin sonu,
insanın çehresinin gülüşü içinde paramparça olması ve maskelerin geri
dönüşüdür. Şeylerin akışının içinde bulunduğu zamanın parçalanmasıdır; aynı’nın
geri dönüşüyle insanın mutlak dağılmasının özdeşliğidir. Foucault'ya göre Nietzsche’nin ilan ettiği
şey; “Tanrı'nın mevcut
olmaması veya ölümü değil de, insanın sonudur”. Çünkü sonuncu insan,
Tanrı’yı öldürmüş ve kendi dilini, düşüncesini ve gülüşünü onun mekanına
yerleştirerek, varoluşunu ve iradesini bu cinayet üzerine bina etmiştir. İnsan,
“Tanrı’yı öldürdüğü için
kendi sonluluğuna kendi karşılık vermek zorundadır; fakat, Tanrı’nın ölümünün
içinde konuştuğu, düşündüğü ve var olduğu için, cinayeti de ölmeye adamıştır”. Klossowski ise şöyle der: “Tanrı birliğin
garantisi idi. Eğer Tanrı ölürse özdeşleşmenin garantisi kalmazdı, insan hiçbir
şekilde özdeşleşemezdi. Yani Tanrı’nın ölümü daha başlangıcında insanın ölümünü
içinde taşımaktaydı. Tanrı’nın ölümünden sonra onun yerini alan insanın ölümü
kadar normal bir şey olamazdı”.
Diğer yandan içinde bulunduğumuz dünya, sonluluğumuzun ve
sınırlılığımızın vardığı yerdir. Bu nedenle biz her zaman ve durumda tarihle
temas içindeyiz. Varlığımızın ve hayat formlarımızın tarihselliğinin kabulü,
hem modernitenin hümanist metafiziğiyle, hem de Aydınlanma’nın optimizmiyle
karşıtlık içindedir. Ve tarihin
ortasında sonlu bir şekilde var olmak, insani olan her şeyin, bütün hayat
tarzlarının yok olmasının ve dönüşmesinin mukadder olması anlamına gelir.
“İnsan düşüncemizin arkeolojisinin yakın tarihli olduğunu kolaylıkla gösterdiği
bir icattır. Ve belki de yakınlardaki son”.
Son olarak Nietzsche ve Foucault’nun Tanrı’nın ve tabii ki
insanın ölümüne karşı takındıkları felsefi tutuma dair bir farkı belirtmek
gerekir. Nietzsche’nin düşüncesinde Tanrı’nın ölümüne karşı hem olumlayıcı hem
de olumsuzlayıcı bir tutumun izlerini sürmek mümkündür. Çünkü Nietzsche, bazı
pasajlarda Tanrı’nın ölümü sebebiyle acı çeken ve onu arayan bir portre çizer. Nietzsche’nin kaçığı
cinayeti işlemiş olmanın ağır mesuliyeti içinde kirlenmekten, arınmaktan,
kefaretten, yeryüzünün güneşinin sönmesinden bahseder. Şen Bilim’de Tanrı’nın ölümünün ilan
edilmesini çevreleyen atmosfer kozmik bir felaket karşısındaki endişe ve
korkunun atmosferidir. Bu ölüm kesinlikle mutlu bir hadise değildir. Söz konusu
eserde “Tanrı öldü, biz öldürdük” onu dense bile vurgu “cinayet” ve
beşeri sorumluluk üzerine olmaktan ziyade felaketin korkutucu ve apokaliptik
doğası üzerindedir. Zira antik Tanrı yeryüzünün güneşi gibi idi. İnsan onları
kopardı, birini diğerinden ayırdı ve böylece yeryüzü güneşten ayrılmış olarak
sonsuz bir karanlığa düşmektedir. Yeryüzü artık ne entelektüel ne de
duyumsanabilir ışık olarak merkezi bir konuma sahip değildir. Bu felaketvari
hadisenin devam etmesi kendi ölümümüzle, beşeri ırkın ölümü ile sonuçlanacak
dayanılmaz bir kriz olarak temsil edilir.
İnsanın yaratıcı ve kendi varlığını temellendirici bir
yaklaşımını esas alan, Tanrı’nın işlevinden çok insanın varlığına, eylemlerinin
değer koyucu ve yaratıcı özelliğine vurgu yapan
diğer Nietzsche ise, Tanrı'nın ölümünü şevkle onaylar ve bunu bir fırsat
olarak görür. Tanrı’nın gölgelerinin yeryüzünü karartmasına izin vermeme ve
doğayı tanrısallıktan kurtarma çağrısında bulunur. Böylelikle düzenin, biçimin
ve güzelliğin yokluğunu ifade etmeye çalışır.
Bu perspektiften
Nietzsche felsefesinde nihilizm değerlerin yeniden
değerlendirilmesi, ve sağlıklı bir varoluş biçiminin geliştirilmesi
doğrultusunda başarılı bir meydan okumadır. Dahası, Nietzsche için Tanrı’nın
ölümü nostaljik bir olay değil, özgürleşmenin önemli bir görünümü ve ahlaki
özerklik doğrultusunda atılmış bir adımdır. Onun için Tanrı’nın ölümü bir
trajedi değil, etik varoluşun yeni bir kipine açılan bir vaattir. Bu Nietzsche’ye göre Tanrı ölmüşse de
insanlığın tutumu yüzünden daha binlerce yıl gölgesi mağaralarda görülebilir ve
biz onun gölgelerini de alt etmeliyiz.
Foucault’da mürşidinin eserlerinde izine rastlanan kederden
eser yoktur. O, Tanrı’nın ve insanın ölümünü onaylar ve daha öte bundan huzur
duyar gibidir. Foucault’ya göre olup biteni söyleyen kişi olarak filozofun
görevi günümüzde insanlığın belki de mitsiz, yani Tanrı ve insanlık fikri
olmaksızın, işleyebileceğini keşfetmeye başladığını kanıtlamaktan ibaret
olacaktır. Felsefelerin ve dinlerin ortadan kaybolması kuşkusuz bu türden bir
şeye denk düşer. Yine ona göre insanın
yeni bir icattan, iki yüzyıldan daha fazla bir geçmişi olmayan bir biçimden,
bilgimizin içindeki sıradan bir konumdan ibaret olduğunu ve bu bilginin yeni
bir biçim bulmasıyla hemen yok olacağını düşünmek rahatlatıcıdır ve derin bir
sükûnet vermektedir.
Özneyi, modern felsefe ile insan bilimlerini,
başlangıçlarından itibaren köstekleyen bir tür göbek bağı olarak gören
Foucault, Kelimeler ve Şeyler'de, modern epistemoloji ve insan bilimlerinin
Descartes’tan sonra problematik hale gelen ilişkisini tartışır. O, özellikle,
insan bilimlerinin oluşumunu sağlayan entellektüel dönüşümlerle ilgilenir. Bu
en açık ifadesini, Kant’m tüm bilgi ve deneyimlerin mutlak koşulu olan özneyi
ele geçirmek için, onu doğa ve tarihin olumsallıklarından kurtaran
transandantal felsefesinde bulur. Bu tertibin başarısızlığı, yani öznenin sonlu
tarihsel bir varlık olduğunun farkına varılması, epistemolojiyi görünüşte
çözümsüz olan bir problemle baş başa bırakır. Eğer bilgi sonlu ya da olumsal
bir öznede temellendirilirse, bu takdirde bilginin koşulları ne zaman dışı, ne
de tümel olur ve mutlak hakikat diye bir şey erişilemez olup çıkar. Kant’ın
‘sonluluk analitiği’ adını verdiği bu güçlüğün, modern felsefenin epistemolojik
bilmecesine ta baştan beri dahil edilmiş bulunan ‘insan bilimleri’ için de
ciddi sonuçları vardır. Bilgiyi, bilginin öznesi olarak insanda temellendirmek,
insanı kendi bilgisinin bir nesnesi haline getirir.7* Bu durum, epistemolojik
olarak insanı bir paradoks içinde bırakır. Bir yandan insanı bilmek, özünde
hepsi de bir birey olarak insanı doğuşundan önce biçimlendiren yaşam, çalışma
ve dil olguları çerçevesinde somut insan varlığının belirlemelerini kavramaya
vanr. Ama öte yandan insanoğlunun bu dünyadaki destanının deneysel içerikliğini
açığa çıkarmaya yönelik bilginin psikolojik doğasını ve toplumsal tarihini
araştırmak, kaçınılmaz olarak bizi belirli bir düzeyde, aşkın bir aklı
varsaymaya götürür. Çünkü doğruyu yanlıştan, bilimi ideolojiden ayırmak için
bilgi, bir dış dayanağın eleştirel standardına gereksinim duyar. Bunun sonucu
olarak, modern epistemde bilginin dayanak noktası olan insan, “hem deneysel hem
deney üstü” olan garip bir iki parçalı varlık olmak zorunda kalır. Bu
epistemolojik zorunluluğu doyurucu biçimde yerine getirmek neredeyse olanaksızdır.
Sonuç itibariyle, böylesine belirsiz bir bilgi biçimi, yok olma tehdidi altında
kalacaktır. Bu sebeple Foucault’nun
Kelimler ve Şeyler' i ortaya çıkmakta olan posthümanist, postmodern epistemik
uzamda epistemolojik bir özne olarak insanın ölümünü haber vererek sona erer ve
özne postmodern epistemik uzamda ilk ve son kez tahtından indirilir ve dil,
arzu ve bilinç dışının bir etkisi olarak yorumlanır. Bu gelişim yirminci
yüzyılda karşı-disipilinler’in (psikanaliz, dilbilim ve etnoloji) ortaya çıkışı
ile başlar. Bundan böyle hükümran ve bir cogito ya da aşkın zemin olmayan özne,
bu epistemede kişiyi önceleyen güçlerin bir gölge fenomeni haline gelir. Epistemolojik öznenin ölümü hakikat
düşüncesinin de son bulması demektir. Bu anlamda İnsanın ölümü, düşünce ve
eylem için nihai temel sağlayabilen aşkın ben’e, zaman dışı ve evrensel insan
doğasına ilişkin bir kuşkuyu, neyin evrensel, daimi, tarih dışı, neyin akıl,
bilgi ve doğru eylem sayılması gerektiği konusunda başvurulacak herhangi bir
dayanak noktası ile ilgili bir kuşkuyu dile getirir. Şeylerin tamamını
kendisine göre organize edebileceğimiz bir nihai temel ve gerçeklik yoktur ve olmayacaktır. Çünkü ‘insan, tıpkı denizin
sınırındaki bir kum görüntüsü gibi’ kaybolacaktır.
Çifte Cinayet: Tanrı’nın Ölümü”nden “İnsanin
Ölümü”ne
Foucault, Kelimeler ve Şeyler kitabını “insanın ölümü’nü
ilan ederek bitirir ve Nietzsche’nin “Tanrı’nın ölümü” ile kastettiği şeyin,
insanın ölümü olduğunu ifade eder. Foucault’ya göre Nietzsche’nin düşüncesinde
“Tanrı’nın ölümü”, ‘metafiziğin sonu’ anlamına gelmektedir. Nietzsche, Tanrı’nın değil, modern bilimin epistemolojik
öznesi olan insanın ölümünü ilan etmiştir; ki, bu insan, modern episteme içinde
ortaya çıkmıştır. Batı düşüncesinde bilginin teolojiden kopuşu da Nietzsche ile
başlamıştır. Metafiziğin sonu ile Batı bilgisinin temeli oluşturan özne ve
bilinç özdeşleşmesi ortadan kalkmış, böylece antropolojik karakterli düşünce
son bulmuş ve kendisini Tanrı'nın yerine koyan hümanist özne de yok olmuştur.
Tanrı’nın ve insanın ölümü düşüncesi postmodern düşüncenin en önemli yapı
taşlarındandır.
Anahtar Kelimeler: Tanrı, İnsan,
Özne, Epistemoloji, Metafizik
Abstract
Double Murder: From “Death of God” to “Death of Men”
Foucault ends his book The Order of Things by declaring
“death of man”. Foucault expresses what Nietzsche meant by “death of God” means
“the end of metaphysics”. According to Foucault, Nietzsche declared “the death
of man” who is the epistemological subject of modern science emerged in modern
episteme. Seperation of the knowlodge from theology in western thought, started
with Nietzsche. With end of metaphysics, identification subject and conscious
which are the foundation of Western knowlodge come to end. Therefore,
antropological thought and humanist subject that the put himself into God’s
place came to end. The thought of death of God and man is one of the most
impotant milestone in postmodern thought.
Keywords: God, Human, Subject, Epistemology, Metaphysics.
• Akay, Ali,
Foucault’da İktidar ve Direnme Odakları, İstanbul: Bağlam Yayınları, 2000.
• Ansell-Pearson,
Keith, Kusursuz Nihilist Politik Bir Düşünür Olarak Nietzsche'ye Giriş, Çev.
Cem Soydemir, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 1998.
• Bergofen,
Debra B. “Nietzsche’s Madman: Perspectivism Without Nihilism”. Nietzsche as
Postmodernist: Essays Pro and Contra (Ed Koelb, Clayton), State University of
New York Press, 1990.
• Bemauer, J.
W. Foucault 'nun Özgürlük Serüveni, Çev. İ. Türkmen, İstanbul: Ayrıntı
Yayınları, 2005.
• Best, S. ve
D. Kellner, Postmodern Teori, Çev. M. Küçük, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 1998.
• Erdem,
Hüseyin Subhi, “Nietzschc’nin Tanrı İmgesi Üzerine Bir Değerlendirme”. Felsefe
Dünyası, 2007/1, S. 45, s. 125-138.
Falzon, C, Foucault ve Sosyal Diyalog, Çev. H. Arslan,
İstanbul: Paradigma Yayınları, 2001.
Foucault, Michel, Kelimeler ve Şeyler/İnsan Bilimlerinin Bir
Arkeolojisi, Çev. M. Ali Kılıçbay, Ankara: İmge Kitabevi, 1994.
Foucault, Michel, Bilginin Arkeolojisi, Çev. V. Urhan,
İstanbul: Birey Yayıncılık, 1999.
Foucault, Michel, “Hakikat ve Hukuksal Biçimler”, Büyük
Kapatılma, Derleyen: T. Birkan; Çev. I. Ergüden, İstanbul: Ayrıntı Yayınları,
2000, s. 163-278.
Foucault, Michel, “İnsan Öldü mü?”, Felsefe Sahnesi, Çev.
Işık Ergüden, İstanbul, Aynntı Yayınları, 2004a, s. 31-37.
Foucault, Michel, “Filozof Kimdir?”, Felsefe Sahnesi, Çev.
Işık Ergüden, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2004b, s. 44-45.
Foucault, Michel, “Kimsiniz Siz Profesör Foucault?”, Felsefe
Sahnesi. Çev. Işık Ergüden, İstanbul, Aynntı Yayınları, 2004c, s. 83-104.
Foucault, Michel, “Foucault Sartre’a Cevap Veriyor” Felsefe
Sahnesi, Çev. Işık Ergüden), İstanbul, Ayrıntı Yayınları, 2004d, s. 105-112.
Foucault, Michel, “Kültür Sorunları: Foucault-Pretti
Tartışması”, Felsefe Sahnesi, Çev. Işık Ergüden), İstanbul, Ayrıntı Yayınları.
2004e Foucault, Michel, “Michel Foucault Son Kitabını Açıklıyor”, Felsefe
Sahnesi, Çev. Işık Ergüden, İstanbul, Ayrıntı Yayınları, 2004f, s. 184-193.
Foucault, Michel, “Felsefe ve Psikoloji”, Felsefe Sahnesi,
Çev. Işık Ergüden, İstanbul, Aynntı Yayınları, 2004g, s. 19-30.
Foucault, Michel, “Jean Hyppolite, 1907-1968”, Felsefe
Sahnesi, Çev. Işık Ergüden, İstanbul, Ayrıntı Yayınları, 2004h, s. 194-201.
Foucault, Michel, “Filozof Foucault Konuşuyor. Düşünün!”,
Felsefe Sahnesi, Çev. Işık Ergüden, İstanbul, Ayrıntı Yayınları, 2004ı, s.
315-317.
Foucault, Michel, “İhlale Önsöz”, Sonsuza Giden Dil, Çev.
Işık Ergüden, İstanbul, Ayrıntı Yayınları, 2006.
Han-Pile, Béatrice, “The “Death of Man”: Foucault and
Anti-Humanism”, in Foucault and Philosophy, Edited by Timothy O’Leary &
Christopher Falzon, Blackwell Publishing Ltd. 2010, s.l 18-142.
Harr, Michel, “Nietzsche’nin Arayışı, Nietzsche ve İlahi
Olanın Dönüşümü”, Nietzsche ve Din, Deri, ve Çev. Ahmed Demirhan, İstanbul:
Gelenek Yayınları, 2002, s. 183-204.
Heidegger, Martin, Nietzsche ’nin Tanrı Öldü Sözü ve Dünya
Resimler Çağı, Çev. Levent Özşar, Bursa: Asa Kitabevi, 2001.
• Heidegger,
Martin, “Alman Üniversitesinin Kendini Beyanı”, Heidegger ve Nazizm, içinde,
Deri, ve Çev. Ahmet Demirhan, İstanbul: Vadi Yayınları, 2002, s. 40-50.
• Hekman,
Susan, Bilgi Sosyolojisi ve Hermeneutik, Çev. H. Arslan ve B. Balkı/.,
İstanbul: Paradigma Yayınları, 1999.
• Kökoğlu,
Fahrettin, “Nietzsche ve Modern İnsanın Sonu”, Tezkire, S. 25, 2002, s.
107-117.
• Merquior,
J. G., Foucault, Çev. N. Elhüseyni, İstanbul: Afa Yayınları, 1986.
• Milchman,
Alan and Alan Rosenberg, “The Aesthetic and Ascetic Dimensions of An Ethics of
Self-Fashioning: Nietzsche and Foucault”, Parrhesia, No, 2, 2007. s. 44-65.
• Munslow,
Alun, Tarihin Yapısökümü, Çev. Abdullah Yılmaz, İstanbul: Ayrıntı Yayınları,
2000.
• Murphy,
John W., Postmodern Sosyal Analiz ve Postmodern Eleştiri, Çev. Hüsamettin
Arslan, İstanbul: Paradigma Yayınları, 2000.
• Nietzche,
Friedrich, Böyle Buyurdu Zerdüşt, Çev. A. Turan Oflazoğlu, Bursa: Asa
Yayınları, 1999.
• Nietzche,
Friedrich, Şen Bilim, Çev. Levent Özşar, Bursa: Asa Yayınları, 2003.
• Stauth, G.
ve S. Turner, Nietzsche’nin Dansı, Çev. M. Küçük, Ankara: Ark Yayınları, 1997.
• Touraine,
A., Modernliğin Eleştirisi, Çev. Olçay Kunal, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları,
1995.
• Urhan,
Veli, Michel Foucaul ve Arkeolojik Çözümleme, İstanbul: Paradigma Yayınları,
2000.
• Vattimo,
Gianni, Modernliğin Sonu, Çev. Şehabettin Yalçın, İstanbul: iz Yayınları, 1999.
• West, D.,
Kıta Avrupası Felsefesine Giriş, Çev. Ahmet Cevizci, İstanbul: Paradigma
Yayınları, 1998
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar