ÇÜNKÜ ZORDUR SEVGİ-ÖZDEYİŞLER, DÜŞÜNCELER, GÖZLEMLER- Rainer Maria RILKE
1838-Rilke’nin babası
Josef Rilke, Schwabitz’de (Bohemya) doğdu.
1851-Rilke’nin annesi
Sophie Entz, Prag’da doğdu.
1873-Rilke’nin anne ve
babası evlendi.
1875-4 Aralık: Rene Karl
Wilhelm Johann Josef Maria Rilke, Prag’da dünyaya geldi.
1878-21 Kasım: Clara
Westhoff, Bremen’de hayata gözlerini açtı.
1882-1886-Rilke, Prag’da
piaristlerin yönettiği ilkokula başladı. Anne ve babasının 1884’de
boşanmalarından sonra, annesiyle kaldı.
1886-1Eylül’de St.
Pölten’deki askeri ortaokula girdi.
1890-Ortaokulun alt
kısmını bitirdikten sonra Mährisch-Weisskirchen’de askeri ortaokulun üst
kısmını okumaya başladı.
1891-Hastalık nedeniyle
askeri ortaokulun üst kısmından ayrıldı. Linz’deki ticaret akademisinin üç
yıllık kurslarına katıldı, ancak ertesi yılın ortasında buradaki eğitimine son
verdi.
1892-Sonbahardan
başlayarak özel çalışmalarla lise olgunluk sınavına hazırlandı.
1893-Rilke’yle Valerie
von David-Rhonfeld arasında bir dostluğun kuruluşu.
1894-Rilke’nin ilk
bağımsız şiir kitabı Leben und Lieder (Yaşam ve Şarkılar) çıktı.
1895-Prag’da olgunluk
sınavını verdi; Prag’da üniversitede kış yarıyılından başlayarak sanat tarihi,
edebiyat tarihi, felsefe okudu. Bu yılda şiir kitabı Larenopfer yayınlandı,
ayrıca Wagwarten’in (Hindibalar) ilk fasikülü çıktı.
1896-Yaz yarıyılından
başlayarak Hukuk ve Siyasi Bilimler Fakültesi’ne devam etti. Münih
Üniversitesi’nde iki yarıyıl sanat tarihi, estetik okudu, Darwin Kuramı’yla
ilgilendi.
Jetzt und in der Stıınde
ıınseres Absterbens (Şimdi ve Öldüğümüz Saatte) isimli oyunu Ağustosta Prag’da
sahnelendi.
1897-Lou Andreas-Salome
ile dört yıl sürecek ilişkinin başlangıç tarihi. Tarumgekrönti isimli şiir
kitabı yayınlandı; Im Friihfrost (Sabahın Dondurucu Soğuğunda) oyunu Prag’da
sahnelendi.
1898-Nisan-Mayıs: Arco,
Florenz, Viareggio’ya gezi. Das Florenzer Tagebuch’u (Floransa Günlüğü) kaleme
aldı, Das Schmargendorfer Tagebuch'u (Schmargendorf Günlüğü) yazmaya başladı.
Advent şiir kitabı, öykü ve taslaklardan oluşan Am Leben hin öykü kitabı ve
Ohne Gegenwart isimli oyunu yayınlandı.
1899-Nisan-Haziran:
Rusya’ya ilk gezi. Stundenbuch'un (Dualar Kitabı) ilk bölümü yazıldı,
Schmargendorf GiinliiğiVnün yazımı sürdürüldü. Sonbaharda Cornet'in ilk versiyonu
kaleme alındı, ayrıca Zwei Prager Geschihten (İki Prag Öyküsü), Mir zur Feier(
) şiir kitabıyla Die weisse Fiirstin yayınlandı.
1900-Mayıs-Ağustos:
Rusya’ya ikinci gezi.
Ağustos-Ekim: Worpswede.
Worpswede Tagebuch'un (Worpswede Günlüğü) başlangıcıyla Geschichten von lieben
Gotti ) yayınlandı.
1901- 28 Nisan: Clara
Westhoff’la Bremen’de evlendi; 12 Aralık’ta kızı Ruth dünyaya geldi. Eylülde
Dualar Kitabı’nın ikinci bölümü yazıldı, Die Letzten (Sonuncular) öykü kitabı
yayınlandı, Das Tagliche Leben (Günlük Yaşam) oyunu sahnelendi.
1902-Günlük Yaşam oyunu
ve Das Buch der Bilder (İmgeler Kitabı) yayınlandı.
1903-Viareggio’da Dualar
Kitabı'nın (Stunden-Buch) üçüncü bölümünü yazdı. Worpswede ve Auguste Rndin( )
yapıtları yayınlandı.
1904-Die Aufzeichmungen des
Malte Laurids Brigge (Malte Laurids Brigge’nin Notları) üzerine çalışmaya
başladı. İsveç’te yeniden geçirilen ve 1906 baharında ikinci kez gözden
geçirildikten sonra kesin biçimine kavuşacak ve Die Weise von Liebe und Tod des
Cornets Christoph Rilke( ) ismiyle yayınlanacak olan Cornet (Sancaktar), Die
Weise von Liebe und Tod des Cornets Otto Rilke ismiyle çıktı.
Eylül-Ekim: Meudon’da
Rodin’in yanında. Arada konuşmalar yapmak üzere gezilere çıktı, Dresden ve
Prag’a gitti, 1906 Mayısına kadar Rodin’in yanında kaldı. Dualar Kitabı
(Stunden-Buch) yayınlandı.
1906-14 Mart: Babası
öldü. İmgeler Kitabı ilk baskıdakinin hayli üstünde bir baskı adediyle ikinci
baskısını yaptı. Cornet (Sancaktar) ilk kez kitap olarak yayınlandı.
1907-Aralıkta Nene
Gedichte (Yeni Şiirler) yayınlandı.
1908-Kasımda her iki
requiem yazıldı. Der Newen Gedichte anderer Teil (Yeni Şiirlerin Öbür Bölümü)
yayınlandı.
1909-Mayıs: Provance.
Eylül-Ekim: Avignon.
Ekimden başlayarak: Paris.
1910-Aralık-Mart 1911:
Kuzey Afrika gezisi. Rilke’nin tek romanı Malte Laurids Brigge’nin Notları yayınlandı.
1911-Ekim-Mayıs 1912:
Duino
1912-Duino şatosunda ilk
Ağıtlar ve Marien-Leben (Meryem’in Yaşamı) yazıldı.
Kasım-Şubat 1913:
İspanya gezisi.
1913-Marien-Leben
yayınlandı.
1914-Savaşın başlamasını
izleyen günlerde Fiinf Gescinge (Beş Şarkı) yazıldı.
1915-Kasımda die vierte
Duineser Elegie (Dördüncü Duino Ağıtı) kaleme alındı. Beş Şarkı 1914
Ağustosunda yayınlandı.
1916-Hazirana kadar:
Viyana’da askerlik hizmeti, Ocak ayından başlayarak Savaş Arşivi’nde çalıştı.
1917-Ağustos-Eylül:
Herta Koenig’in konuğu olarak Gut Böckel’de.
1918-Ohlstadt, Amsbach,
Münih.
1919-Ekim-Kasım:
Konferans gezileri (Zürih, St. Gailen, Luzern, Basel, Bern, VVinterthur).
Ocak-Şubat 1920:
Locarno.
1920-Haziran Temmuz:
Venedik.
Ağustos-Eylül:
İsviçre’ye geziler.
Kasım-yıl sonu: Albay
Jean Ziegler ve karısı Bayan Lily’nin daveti üzerine kışı Irchel dolayında dağ
üzerindeki bir şatoda geçirdi( 1921 Mayısına kadar).
1921-Temmuzdan ölümüne
kadar Châtaeu de Muzot’da kaldı.
1922-Duino Ağıtları'nı
(Duineser Elegien) tamamladı, Sonette an Orpheîtf’un (Orpheus’a Soneler) her
iki bölümünü yazıp bitirdi. Aynı zamanda Genç İşçinin Mektubu’nu (Der Brief des
jungen Arbeiters) kaleme aldı. Valery’den çeviriler yaptı. Kızı Ruth Rilke,
Cari Sieber’le evlendi.
Haziran-Temmuz:
İsviçre’de geziler.
Ağustos-Eylül:
Beckenried dolayındaki Schoneck Sanatoryumu’nda. Aralık-Ocak 1924: Val-mont sur
Territet Sanatoryumu’nda. Orpheııs’a Soneler ve Dııino Ağıtları yayınlandı.
1924-Haziran:
İsviçre’nin Fransızca konuşan bölümünde arabayla gezi. Kasım: Val-mont
Sanatoryumu’nda. Aralarında Vergers, Les Qııatrains Vcılcıisans ve Les Roses'm
de bulunduğu Fransızca pek çok şiir yazdı.
Mayısta Erika
Mitterer’den şiir olarak yazılmış ilk mektubu aldı. Bu da Rilke ile Viyanalı
genç bayan arasında bir mektuplaşmanın doğmasını sağladı.
1925-Şubat-Ağustos: Son
kez Paris’te kaldı.
1926:-Mayıstan Aralık’a
kadar: Val-mont Sanatoryumu. Fransızca şiirler yazdı, Valery’den çeviriler
yaptı. Vergers suivi des Quatrians Valaisans yayınlandı.
29 Aralık: Vaimont’da
öldü.
1927-2 Ocak: Raron’daki
(Wallis) gömütlükte toprağa verildi.
1931- Annesi Sophie
Rilke öldü.
1954-Clara
Rilke-Westhoff öldü.
Rilke için bir düşün
adamı nitelemesini yapmak da mümkündür. En az kurgusal yapıtları denli önem
taşıyan mektup ve yazışmalarında, kendine özgü bir felsefe de geliştirdiğini
iddia etmek abartılı olmayacaktır. Kısa ve biraz isteksiz de olsa, aldığı
felsefe ve sanat tarihi eğitimi onun dünyaya bakışını etkilemiş olsa gerektir.
Burada, kronolojilere
pek girmeyen bir parantezi açmakta yarar var. Bürokrasi basamaklarını
tırmanmakta başarısız bir babanın oğluydu Rilke, annesi kendisinden alt
sınıflarda takılıp kalan bu küçük memurdan pek çabuk sıkılmış ve boşanmaya
karar vermişti. Annesiyle birlikte yaşamını sürdüren Rilke, babasının olamadığı
ne varsa onu olmakla görevlendirilmiş bir çocuk olarak büyütüldü. Ne var ki,
Rilke’nin de annesinin arzuladığı anlamda başarılı olduğu söylenemez Hatta,
kendisine önerilen başarı modelini ömrü boyunca küçümsediği, yaşam felsefesini
bu modelin tam karşıtı olarak geliştirdiği söylenebilir.
Rilke üzerine,
elinizdeki kitaba benzer bir seçme hazırlayan Volker Michels, onun felsefesi
üzerine şöyle yazmış: “Rilke’nin çocukluk ve gençlik, yalnızlık ve toplum
arasındaki gerilimli ilişki, yaşam ve ölüm ya da sevgide cinsiyetler arasında
kutuplaşma, ayrıca sanat ve sanatçılar, dinler ve kiliseler, teknolojik
başarılar ve karşılığında ödenen bedel konusunda söyledikleri, zamanımızın ve
geleceğin sorunlarının insan onuruna yakışır bir şekilde üstesinden gelmek
istiyorsak, bize vazgeçilmez görünen bilgiler sunmakta, belli sorunlar üzerinde
bizleri düşünmeye çağırmaktadır. İçe bakışın insanı nasıl dünyada olup
bitenlerle ilgilenmeye, öznel yaşantının nesnel bilgiye, topluma karışmayıp tek
başına yaşamanın insanlarla yardıma hazır bir paylaşıma yöneltebileceğini
göstermesi, Rilke yaşamının... alabildiğine büyüleyici başarılarından biridir.
”
Rilke’nin zengin iç
dünyasını anlamak ve günümüz için sunduğu olanakları değerlendirebilmek için,
metinlerinden damıtılmış seçkiler oluşturmak, sık başvurulan bir yöntem. Çünkü
onun yaşamını, sanat anlayışı ve felsefesini tüm boyutlarıyla vermek için,
örneğin Manfred Engel’in editörlüğünde hazırlanan Rilke-Handbuch (Rilke-El
Kitabı) benzeri bir çalışma yapmak gerek; ne var ki, bu el kitabı sıkışık
dizgiyle hazırlanmış beş yüzden fazla sayfayı içeriyor! Bu nedenle, elinizdeki
hacme sahip derlemeler daha tercih edilir olagelmiş.
Volker Michels, onun
mirasında, mektuplar ve yazışmaların neden büyük önem taşıdığına dair şunları
söylemiş:
“Başka yazarların tersine, nihayet düpedüz daha özensiz ve
teklifsiz bir üsluba izin verecek olan mektuplar ve günlükler gibi ikinci
sıradaki ve özel notlarını bile yayınladığı bütün yapıtlarındaki aynı
titizlikle kaleme alması Rilke’de dikkat çeken bir noktadır. Sözde önemliyle
önemsiz, sözde yararlıyla yararsız arasında bir ayrım görmediğinden, her şey
onun için aynı derecede ilginç ve aynı dikkat, özen ve özveriyle ele alınmaya
değer nitelik taşımaktaydı. Bu da Rilke’de çağdaş edebiyatta hiç de pek
alışılmamış bir çalışma tekniğinin oluşmasını sağlamıştı. Yapay önceliklerden
kaçındığı ve bir şeyin bile isteye zorlanmasından hoşlanmadığı için, Rilke’nin,
örneğin yazı çalışmalarını belli zamanda belli bir işi yapıp çıkarma
disipliniyle davranan başka yazarlar gibi bir plan uyarınca saptanmış zaman
süreleri içinde sona erdirmesi olanaksızdı. Hiçbir yapıtında zorlamaya ödün
vermemek için, gereken esinler ve bir şeyi dile getirmede uygun yöntem zorunlu
olarak, adeta kendiliğinden çıkıp gelene kadar bekliyor, ancak ondan sonradır
ki, yazma işini sürdürüyordu. Dolayısıyla, sürekli bir alıcı durumunda kalacak
gibi ayarlamıştı yaşamını Rilke ve bu almaya yatkın duyarlılığını güçlendirmek
amacıyla yayın akışında çokluk acılı aralara başvuruyor, bu aralarda ikincil
önem taşıyan, örneğin gelen postada görüp okuduğu günün sorunlarına, başka
yazarların ancak asıl yapıtlarını kaleme alırken ortaya koyacağı bir özveriyle
adıyordu kendisini. ”
Beri yandan, şu da
sorulabilir: Neden bu ilgi? Evet, büyük bir sanatçıdan söz ediyoruz ama bugün
için bir anlam verebilir mi Rilke?
Evet, verebilir. Çünkü,
Rilke maddi uygarlıkla ilgili kuşkuları dile getiren ve Batı uygarlığının
sürüklendiği düşünsel çıkmazları ilk işaret edenlerden biriydi. Modernleşme
tasarısının en önemli eleştirmenlerinden biri olarak belirmesi, onun bugün bile
önemsenmesini sağlıyor. Gençlik aşkı ve
düşünsel açıdan yol göstericisi Lou Andreas-Salome’nin Nietzsche’nin de
sevgilisi olması rastlantı mı, yoksa tarihin tatlı şakalarından biri mi?
Modernleşme tasarısının bu iki büyük eleştirmenini birbirine bağlayan bir ortak
payda, sadece bu da değil, Rilke’nin tıpkı Nietzsche gibi günümüze dek süren
haklı ününün bir diğer kanıtı.
Ne yazık ki, günümüzde
pek çok sanatçının başına gelen Rilke’nin de kaderi olmuş durumda: Adının ve el
yazısının işlendiği çay fincanlarından gömleklere dek tüketim çılgınlığına
sunulmuş bir imge Rilke. Oysa kendisi, şiirin
temel kaynaklarından birinin “eşyaya dikkatle bakmak” olduğunu
savlamıştı. Ama böyle tüketim nesnesi olan eşyaya değil elbette, yaşamın
simgesi olan eşyaya. Bir ufak parantez daha: Ahmet Hamdi Tanpınar, Abdülhak
Şinasi Hisar’ın sanatını değerlendirirken Rilke’nin sözü edilen savlarına
başvuruyor ve “eşyaya dikkatle bakmayı”
nasıl önemsediğini gösteriyor.
Sevmek iyidir, çünkü zordur sevgi. İnsan olarak bir
başkasını sevmemiz, belki de yükümlü kılındığımız en çetin, en ağır bir görev,
en büyük sınanma ve sınav, bütün ötekilerin yalnızca hazırlık oluşturduğu bir
çalışmadır.
Bunun içindir ki gençler, her bakımdan bu toy kişiler sevginin altından
kalkacak durumda değildir, henüz öğrenmeleri gerekir sevgiyi, bütün varlıkları,
bütün güçleriyle her çarpmada kabaran yalnız ve ürkek kalpleri üzerine
odaklanıp sevgiyi ilkin öğrenmeleri gerekir. Ama öğrenim dönemi kendi içinde
kapalı, uzun bir zamanı kapsar. Dolayısıyla, sevmek uzun bir zaman parçasını
kucaklayan, yaşam süresinin hayli ilerisine kadar uzanan bir yalnızlıktır insan
için, tek başınalıktır yoğun ve derin. Sevgi bir kez bir başkasında çözünüp
erimek, kendini bir başkasına adamak, bir ikinci kişiyle birleşmek değildir;
çünkü henüz durulmamış, gelişim sürecini tamamlamamış, düzenden yoksun birinin
bir başkasıyla birleşmesi ne anlam taşır? Sevgi yüce bir nedendir tek kişinin
olgunlaşıp kendi içinde bir varlık sahibi olmasını, dünya olmasını, bir başkası
uğrunda dünya olmasını sağlayan. Sevgi, alçakgönüllülük tanımayan istektir bir
kişiye yöneltilmiş, onu başkaları arasından seçip büyük bir misyonu gerçekleştirmeye
buyur eden çağrıdır. (MEKTUPLAR,
Wiesbaden 1950.Baskıya hazırlayan: Karl Altheim1. Cilt)
*
İnsan ne kadar
birikimliyse, tüm yaşantıları o kadar zengin nitelik taşır. Derinlikli bir
sevgiye ulaşmak isteyenin tutumlu davranması gerekir; böyle biri toplayıp
devşirecek, sağdan soldan bulup buluşturduklarıyla bal üretecektir.
(MEKTUPLAR, Wiesbaden 1950.Baskıya
hazırlayan: Karl Altheim1. Cilt)
*
Kalpleriyle sürekli
ilgilenmek dışında bir hünerleri yoktur kadınların, bütün sanatları budur.
Genelde başka uğraşlar peşinde koşan erkeklerin, sevgi işini yüzlerine
gözlerine bulaştıran bu amatörlerin, daha kötüsü bu duygu sömürücülerinin bazen
güçlendirip sonra yine bozguna uğratarak kadınların bu ilgisini zaman zaman
paylaştığı görülür. Performans peşinde koşmakla yükümlüdür erkekler, bir
kadında yaşadıkları mutluluk belki onları daha bir şevkle, daha bir ivedilikle
kendilerini çalışmaya vermeleri, sevgide kazanılmış yoğunluğu çalışmalarına
yansıtmaları gerektiği inancına yöneltir. Bunun sonucunda da kadından
uzaklaşırlar, bütün dikkatleri işleri güçleri üzerinde odaklanır, çalışırken
öğrenir, işlerine bağlanır, işlerine saplanıp kalırlar. Arada bir yarı dalgın,
yarı açgözlü dönüp kadınlarına kur yaptıkları anlar dışında, kusursuz ve hatalı
davranışları birbirinden pek ayırt edemezler. Oysa hep bekleyen, ikide bir
yüzüstü bırakılan, ikide bir bozguna uğratılan sevgi bahçesi, kendilerinden
bakım istemektedir. Erkeklerde böyledir durum. Kadınlara gelince, söz konusu
bahçeden başka bir şey yoktur ellerinde, bu bahçenin kendisidir kadınlar, bu
bahçenin gökyüzüdürler, onun rüzgârı, onun esintisiz sessizliğidirler aynı
zamanda, kendileri dışında bir devinimi, bir kıpırdanışı gerçekleştiremezler;
bekleyişlerin, doyumların ve ayrılıkların ritmik düzeni içinde yaşamı ve
mevsimleri sabırla sineye çekerler. (Ruth Sieber-Rilke ile birlikte Rilke
Arşivi. Frankfurt am Main 1955 10. Cilt)
*
Kur yapan biri olarak erkek, bir hayret
duygusunun eşliğinde kendini giderek keşfetmeye çalışan bir kızdaki doğa
güçlerini gözünde büyütür. Ama kızın gönlünü ele geçirdikten sonra onu
yadsıyan, insanın güçsüzlüğünden ve daha demin kendisine düpedüz üstün saydığı
yaratığın çaresizliğinden yakınan ilk kişi yine kendisidir. Bir bayram gecesini
yaşadıktan ve gecenin paha biçilmez armağanını kucakladıktan sonra soluksuz
kalan sevgisindeki o koyu miskinlik burada açığa vurur kendini... Kadınla
kıyaslandığında sevdiğine haksızlık eden biri gözüyle bakılacak erkek, sevgisi
sevgi alfabesinin dışına çıkmayan,daha önce kadının gerekli metaforları ve gereken
ritmi hazırladığı o şiiri ilk sevgi dersleriyle yaratabileceğini sanan o aşk
palavracısı, sevginin önünden yürüyüp geçen, sevgi önünden geçirilen bu kör
kişi, dünyayı dolaşmayı kafasına koymuş, ama bir kalbin çevresini bile
dolaşmaya gücü yetmeyen bu âşık içler acısı bir durumda değil midir?
(MEKTUPLAR, Wiesbaden 1950.Baskıya
hazırlayan: Karl Altheim 2. Cilt)
*
Benim için kızları ve
kadınları anlamaya çalışmak kadar doğal bir şey yok; çünkü sanatla uğraşan
kişinin en derin yaşantısı dişil nitelik taşır, bir gebeliği, ardından bir
doğumu kendisinde barındıran bir yaşantıdır bu. (MEKTUPLAR, Wiesbaden 1950.Baskıya hazırlayan: Karl
Altheim1. Cilt)
*
Seven birinin sevgiliye
teslimiyetiyle lirik bir şairin şiire teslimiyeti arasında ancak bir adımlık uzaklık
vardır. (Ruth Sieber-Rilke ile birlikte Rilke Arşivi. Frankfurt am Main 1955
11. Cilt)
*
Bana sorarsanız, kadın
için çocuk, olgunluğa kavuşmak, tüm yabancılık ve güvensizliklerden kurtulmak
demektir; ruhsal bakımdan da bir olgunlaşmanın dışavurumudur. (Erken dönem,
1899-1902 yıllarından mektup ve günlükler (Leipzig 1931)
*
Yaşamı dolaysız olarak,
daha bir üretkenlik, daha bir güvenle içlerinde barındıran kadınlara, doğrusu
istenirse karınlarındaki bir meyvenin ağırlığıyla yaşam yüzeyinden onun derinliklerine
çekilip alınmayan, seviyorum sandığı şeyi burnu havada küçümseyen, bir
ağırlıktan yoksun erkeklere göre daha olgun, insan adına daha layık kişiler
aşamasına ulaşmış gözüyle bakılması gerekir. Kadının her türlü acıya ve
aşağılanmaya göğüs gererek içinde taşıyıp olgunlaştırdığı bu insanlık, dış
konumunda gerçekleşecek değişimler sonucu o geleneksel salt-dişilik kisvesini
üzerinden sıyırıp atsın yeter ki, gün ışığına çıkacak, henüz yarınlarda böyle
bir şeyle karşılaşacaklarını sezemeyen erkekleri gafil avlayacak ve yenilgiye
uğratacaktır. Bir gün gelip (daha şimdiden kuzey ülkelerinde bunun güvenilir
belirtileri görülmekte, ışıltıları seçilmektedir), bir gün gelip bir kız, bir
kadın tipiyle karşılaşılacak, ismi bundan böyle eril karşıtı anlam taşımayan,
erkekle arasında herhangi bir sının içermeyen ve erkeğin kendisini bütünlediği
düşüncesini değil, salt yaşamı ve var oluşu akla getiren başlı başına yeni bir
yaratık, yani dişil-insan hayata gözlerini açacaktır. (MEKTUPLAR, Wiesbaden 1950.Baskıya hazırlayan: Karl
Altheim1. Cilt)
*
Bir bakirenin güzelliği, sezgilerde duyumsayıp hazırlandığı,
kendisine korkular, özlemler yaşatan annelikten kaynaklanır. Bir
annenin güzelliği ise, kendi çocuğunun hizmetine adanmaktır. Yaşlı kadında ise
zengin bir anıdır bu güzellik. Bana öyle geliyor ki,
erkekte de vardır annelik, bedensel ve ruhsal bir annelik; erkeğin kadını
döllemesi de bir çeşit doğurma eylemidir. Ve yine bir doğurma eylemidir bir
yapıtı yaratıp ortaya koyması sanatçının, alabildiğine bir iç zenginliğinden.
Belki karşıt cinsler sanıldığından daha yakındır birbirine ve belki dünyanın
büyük ölçüde yenilenmesi erkekle kadının, yoldan sapan tüm duygu ve
isteksizliklerden kurtulmuş, karşıt cinsler değil de kardeş ve komşular olarak
birbirine yaklaşmasından, omuzlarına yüklenen o ağır cinsiyet yükünü el ele
verip bir doğallık, ağırbaşlılık ve sabırla taşımalarından oluşacaktır.
(MEKTUPLAR, Wiesbaden 1950.Baskıya
hazırlayan: Karl Altheim1. Cilt)
*
Sevilmek, yana yana
tükenmektir. Sevmek, kandilin yağı bitmeksizin yanmaktır ışıl ışıl. Sevilmek
geçiciliktir, sevmek kalıcılık. (Ruth Sieber-Rilke ile birlikte Rilke Arşivi.
Frankfurt am Main 1955 11. Cilt)
*
Sevmek seveni o kadar
ileri bir aşamaya çekip götürebilir ki, sevilenin yetersizlikleri
duygulandırıcı, hatta hayranlık uyandıran bir niteliğe bürünerek seveni daha da
çok sevmeye yöneltebilir. (Ruth Sieber-Rilke ile birlikte Rilke Arşivi.
Frankfurt am Main 1955 11. Cilt)
*
Sevilenlerin hayatı
perişandır ve tehlikede. Ah, onlar kendilerini aşsalardı da sevenler olsalardı.
Tam güvenlik, onların çevresindedir.
(Ruth Sieber-Rilke ile
birlikte Rilke Arşivi. Frankfurt am Main 1955 11. Cilt)( Behçet Necatigil’in
çevirdiği Maile Laurids Brigge’nin Notları'ndan alınmıştır. Maile Laurids
Brigge’nin Notları, Can Yayınevi, s. 155. (Ç. N.))
*
*Derinliğine sevginin
özelliğidir, gözlerini açar insanın, onu adaletle davranan biri yapar. (Ruth
Sieber-Rilke ile birlikte Rilke Arşivi. Frankfurt am Main 1955 10. Cilt)
*
Seven birini incitmek
korkusundan daha kötü bir cezaevi yoktur. (Vasiyet. Baskıya hazırlayan: Ernst
Zinn. Frankfurt am Main 1975.)
*
Ancak ölümden yola
çıkarak (yeter ki yok olup gitmek değil, bizi düpedüz aşan bir yoğunluk olarak
bakılsın ölüme), ancak ölümden yola çıkarak sevgiye haksızlık etmekten
kaçınabiliriz. Ama işte bu konuda büyüklerin o alışılmış görüşleri yanıltır
bizi, yolumuza durur. Bu konudaki geleneklerimiz bize yol gösterecek
niteliklerini yitirmiş, köklerinden aldığı güçle artık beslenemeyen kuru
dallara dönüşmüştür. Ayrıca, erkeğin dalgınlığını, dikkatinin çelinmesini ve
sabırsızlığını buna ekler, öte yandan erkekle ancak seyrek yaşanan mutlu
ilişkiler sırasında kadının büyük çapta veren biri olduğunu, çocuğun
birbirinden kopmuş ve yıkılmış erkekle kadını her zaman geride bırakıp ileri
geçtiğini, yine de onlar gibi bir çaresizlik içinde bulunduğunu düşündük mü,
başımızı önümüze eğip şunu itiraf etmemiz gerekiyor: Durumumuz hiç de iç açıcı
değildir. (MEKTUPLAR, Wiesbaden
1950.Baskıya hazırlayan: Karl Altheim 2. Cilt)
*
Ancak sığlıktan uzak,
engin ve kendine özgü iki ayrı dünyayı içlerinde barındırması insanları
birbirine bağlayabilir. Gençler açıkça ortada bu henüz böyle ikili bir dünyayı
kendilerinde taşıyabilmekten uzaktır; ama yeter ki yaşamlarını doğru dürüst
kavrayabilsinler, zamanla gelişip büyüyecek ve gereken hazırlığı geride
bırakarak böyle bir mutluluğa kavuşabileceklerdir. Sevenler olarak akıldan
çıkarmamaları gereken bir şey varsa, sevmede işin acemisidirler, doğru dürüst
yaşamasını bilmez, sevgide çıraklık dönemini geçirirler henüz sevmeyi öğrenmek
ve her öğrenim işinde olduğu gibi sakin ve sabırlı davranmak durumundadırlar.
(MEKTUPLAR, Wiesbaden 1950.Baskıya
hazırlayan: Karl Altheim1. Cilt)
*
Sevgi kapılarını çalmaya
görsün, sabretmeyi henüz öğrenememiş gençlerin kendilerini birbirlerine kaldırıp
atmaları, bütün dağınıklıkları, düzensizlikleri ve karmaşalarıyla kendilerini
oldukları gibi saçıp savurmaları, pek sık içine düştükleri çok ağır bir
yanılgıdır... Peki, bunun sonunda olan nedir? Gençlerin birliktelik dedikleri,
ellerinden gelse seve seve mutlulukları diyecekleri, gelecekleri gözüyle
baktıkları o kırık dökük parçalar yığını karşısında yaşamın yapacağı ne vardır?
Sonunda gençlerden her biri böyle bir sevgide sevdiği uğruna kendini yitirdiği
gibi, sevdiğini de çıkarır elden, hatta belki sonradan seveceği pek çoklarını
da. (MEKTUPLAR, Wiesbaden 1950.Baskıya
hazırlayan: Karl Altheim1. Cilt)
*
Platon’u, onun “Şölen”
isimli yapıtını okuyunuz: “Eros güzel değildir, güzel ve iyilikçi olaydı,
kendisine yöneltilecek bir suçlamadan söz edilemezdi. Ne var ki, hoyrattır
sevgi, züğürttür, bir başkası uğruna çekilen çiledir, bir başkasına yöneltilmiş
beklentidir, bütün damarlarında hiç vakit geçirmeden Tanrı aşamasına
çıkabilmek, Tanrının gerisinde kalmamak amacıyla güzel, güçlü ve yüceltici olması
için bir başkasına duyulan işte öylesine mutlu, öylesine ateşli istektir!..”
(1902-1906 yıllarından mektuplar (Leipzig 1930)
*
İnsanlar birbirinden
öylesine korkunç derecede uzak yaşıyor ki! Sevgililerse çokluk herkesten uzak
birbirine. Nesi var nesi yok kaldırıp atıyor biri ötekine, ama atılanı ne bu ne
o yakalayabiliyor, dolayısıyla aralarında bir yerde birikip kalıyor hepsi, bir
kule oluşturuyor, üstelik sonunda onların birbirlerini görmesini, birbirlerine
yaklaşmasını da önlüyor. (Ruth Sieber-Rilke ile birlikte Rilke Arşivi.
Frankfurt am Main 1955 8. Cilt)
*
Var oluşumuzun bayramını
kutlayacak yer olarak seçmek varken, ne diye cinselliğimizin vatanını çekip
aldık elinden?.. Ancak suçlular ve hırsızlar gibi ses etmeden, gizlice
çevresinde bir süre dolandıktan sonra kendimizi içinde bulmamız niye? Neden suç
ve günah vücudumuzun bir başka yerine yerleştirilmedi? Üreme istemini, Tanrının
lütuf ve keremi içine çekip almanın bir anlamı var mı? Benim cinselliğim benden sonraki kuşaklara yönelik değildir, kendi
yaşamımın gizidir o ve öyle görülüyor ki
yaşamın ortasında yer almasına izin verilmediğinden pek çok kişi cinselliği
yaşamlarının kıyısına itip sürmüş, bu da onların dengelerini yitirmesine yol
açmıştır. (Ruth Sieber-Rilke ile birlikte Rilke Arşivi. Frankfurt am Main
1955 11. Cilt)
*
Özellikle üzerinde
anlaştığımız bir nokta varsa, tüm birlikteliğin ancak komşu iki yalnızlığın
güçlenmesiyle söz konusu olabileceği, ama özveri denen şeyin özü gereği bu
birlikteliğe zararı dokunacağıdır; çünkü kendinden el çeken biri bir varlık
sahibi olmaktan çıkar. Birbirine kavuşmak için iki insanın ikisi de kendini
feda etmişse, bundan böyle ayakları altındaki zemin kayıp gitmiş ve
biraradalıkları sürekli bir düşüş sürecine dönüşmüştür. (MEKTUPLAR, Wiesbaden 1950.Baskıya hazırlayan: Karl
Altheim1. Cilt)
Bana göre bir evlilikte
önemli olan, aradaki tüm sınırları kaldırarak tez elden bir birlikteliği
sağlamak değildir. İyi bir evlilik eşlerden her birinin ötekini yalnızlığının
bekçisi yaptığı, ona duyabileceği en büyük güveni duyduğu evliliktir. İki
insanın birlikteliği olanak dışıdır ve böyle bir birlikteliğin gerçekleşmiş
göründüğü evlilikte eşlerden birini ya da her ikisini tam bir özgürlük içinde
yaşamaktan ve gelişmekten yoksun bırakan bir sınırlama, karşılıklı bir anlaşma
söz konusudur. Ne var ki, birbirine alabildiğine yakın insanlar arasında da
uçsuz bucaksız uzaklıkların söz konusu olabileceğini varsayarsak, yeter ki
birbirini kocaman bir gökyüzü altında her zaman oldukları gibi görmelerini
sağlayacak o uzaklığı sevmenin üstesinden gelsinler, bu kendileri-ne olağanüstü
güzel bir birlik ve beraberlik içinde yaşamanın yolunu açacaktır. (Erken dönem,
1899-1902 yıllarından mektup ve günlükler (Leipzig 1931)
*
Kanımca “evlilik
kurumu”, geçirdiği geleneksel gelişim sonucu elde ettiği ağırlığı pek hak
etmemekte. Evli olmayan birinden “mutlu” olmasını beklemek kimsenin aklından
geçmiyor. Ama biri kalkıp evlendi de mutlu olamadı mı hayretle bakılıyor buna.
Oysa ister bekâr, ister evli, bir kişinin mutlu olması gerçekte hiç de önemli
değildir. Evlilik, kimi bakımdan yaşam koşullarında kolaylık sağlar. Evlilik,
doğal olarak iki genç insanın güç ve iradelerinin birbirine eklenmesi,
dolayısıyla onların yan yana gelecekten içeri eskisinden daha çok yol
alabilmeleridir. Ancak, bunlar insanı yaşatmaya elvermeyecek duygusallıklardır.
Her şeyden önce evlilik üstlenilmesi gereken yeni bir yükümlülüktür, yaşam
sürecine ağırbaşlı bir tutumla yeni bir yaklaşımı gerektirir, evlenenlerin her
birinin güç ve iyi niyetinden yeni bir beklentidir evlilik, her birine
yöneltilmiş bir soru, her ikisi için de söz konusu büyük bir tehlikedir.
(1902-1906 yıllarından mektuplar (Leipzig 1930)
*
Evlenmemiş
kadın ve erkeklerin birbirleriyle nasıl düşüp kalkacakları konusunda
belirlenmiş kurallar yoktur. Ama böyle oluşu hiçbir kuralın belirlenmediği, tüm
geleneklerin düpedüz dışında bir davranış biçiminin oluşturulmasına olanak
verir...
(Ruth Sieber-Rilke ile birlikte Rilke Arşivi. Frankfurt am Main 1955 8. Cilt)
*
Ortada bir suç varsa,
sevgideki özgürlüğün çoğaltılmasına çalışmamaktır. (Ruth Sieber-Rilke ile
birlikte Rilke Arşivi. Frankfurt am Main 1955 2. Cilt)
*
Sevenlerin yapacağı tek
şey vardır: Birbirinin özgürlüğüne dokunmamak. Oysa birbirini tutup bırakmamak
kolay gelir sevenlere, önceden öğrenilmesi de gerekmez. (Ruth Sieber-Rilke ile
birlikte Rilke Arşivi. Frankfurt am Main 1955 1. Cilt)
*
Asla tutmaya
çalışmamakla sımsıkı tutuyorum seni. (Ruth Sieber-Rilke ile birlikte Rilke
Arşivi. Frankfurt am Main 1955 3. Cilt)
*
Bir kez ölü bir nesnenin
sımsıkı tutulup olduğu gibi kalması sağlanamaz. Böyle bir şeye kalkışıldı mı
söz konusu nesne dağılıp dökülür elde, değişir, yitirir önceki niteliğini.
Böyle olunca canlı bir şeye nasıl son şeklini almış, artık değişmez gözüyle
bakabiliriz. Zaten yaşamın kendisi değişim demektir. Yaşamın özü sayılan
insanlar arası ilişkilere gelince, her şeyden çok değişkenlik taşır, dakikadan
dakikaya çıkıp iner. Karşılıklı ilişki ve yaklaşımlarında ise hiçbir an yoktur
ki, sevenler bir öncekine benzesin... (MEKTUPLAR, Wiesbaden 1950.Baskıya hazırlayan: Karl
Altheim1. Cilt)
*
Sevgi
zor, başka her şeyden zordur; yaşanacak diğer güç durumlarda doğanın kendisi
insanı derleyip toparlamaya, vargücüyle işe sarılmaya yöneltirken, sevginin
güçlenmesi seveni kendisinden tümüyle el çekmeye isteklendirir.
(MEKTUPLAR, Wiesbaden 1950.Baskıya
hazırlayan: Karl Altheim1. Cilt)
*
Sevgi bizim kadın, erkek
ayrımını umursamaz, bocalayıp duran bizleri bütün’ün o sonsuz bilincinden çekip
götürür içeri. (MEKTUPLAR, Wiesbaden
1950.Baskıya hazırlayan: Karl Altheim1. Cilt)
*
İnsanlar pek çok şeyi
olduğu gibi sevginin yaşamdaki yerini de yanlış anlamış, sevgiyi bir oyun ve
eğlence aracı yaparak, oyun ve eğlencenin insanı çalışmaktan daha mutlu
kıldığını sanmışlardır; oysa çalışmak kadar insana mutluluk veren bir başka şey
yoktur. En büyük mutluluğu kendisinde barındıran sevgiye ise, çalışmaktan başka
bir şey gözüyle bakılamaz. Yani seven biri çetin bir iş kendisini bekliyormuş
gibi davranmak zorundadır. Böyle biri pek çok yalnız kalacak, iç dünyasında
gezip dolaşacak, toparlanıp kendini sımsıkı elinde tutacak, harcadığı çabayla
kendini olgunlaştırmaya bakacaktır. (MEKTUPLAR,
Wiesbaden 1950.Baskıya hazırlayan: Karl Altheim1. Cilt)
*
Her ne kadar seziyorsak
da, sevginin özünün birliktelikte değil, sevenlerden her birinin karşısındakini
bir şey olmaya, sınırsız ölçüde çok şey olmaya, gücünün yetebileceği son şey
olmaya zorlamakta yattığını şimdiye kadar belki hiçbir zaman bize açık seçik
gösteren olmadı. (Ruth Sieber-Rilke ile birlikte Rilke Arşivi. Frankfurt am Main
1955 11. Cilt)
*
Sevmek zor bir iştir. Biri sevmeni istedi mi, seni
zor bir işi üstlenmeye çağırıyor demektir. Ama
altından kalkılamayacak bir iş de değildir bu. Çünkü senden bir insanı sevmen
istenmemektedir, çünkü acemilere göre değildir bir insanı sevmek; senden bir
Tanrı’yı sevmen de beklenmemektedir, çünkü olgunlaşmanın en üst aşamasına
erişenler bunun üstesinden gelebilir ancak. Senden söz konusu istekte bulunan,
dikkatini senin için zor olan’a çekmektedir, bu da doğrusu senin gereksindiğin,
aynı zamanda sana hepsinden çok hayrı dokunacak şeydir. (Ruth Sieber-Rilke ile
birlikte Rilke Arşivi. Frankfurt am Main 1955 10. Cilt)
*
İnanç denilen şey,
sevginin o göze görünmeyen varlığa bakan yüzünde hafif bir renk
değiştirmesidir. Aslında Tanrı’yı sevmekten bizi alıkoymaya çalışan ve doğru
yoldan saptıran şeyin ne olduğunu anlamakta giderek daha çok zorlanıyorum.
Eskiden bir süre, bunun Tanrı’nın görünmezliğinden kaynaklandığı düşünülmüştü,
ama o zamandan bu yana tüm yaşantılarımız sevilen nesnenin görünürlüğünün
başlangıçta sevgi için yararlı olduğunu, ama sevgi güçlendikçe ona yarar değil
zarar verdiğini, onun başına dert açtığım kanıtlamıyor mu? Ve bize dünden
aktarılan şekliyle sevenlerin yazgıları da doğrulamıyor mu bunu? (Ruth
Sieber-Rilke ile birlikte Rilke Arşivi. Frankfurt am Main 1955 11. Cilt)
*
*Gerçek, köklü, tümüyle
katıksız bir sevginin nasıl karşılıksız kalabileceğine bir türlü akıl
erdirememişimdir; çünkü böyle bir sevgi güzel olması, zengin, büyük,
içtenlikli, unutulmaz olması için bir başkasına yöneltilen güçlü ve hayırlı bir
istekten, kendini aşması için bir sel gibi akıp gelerek onu bulan yükümlülükten
başka şey değildir.Ve... kendisine yöneltilen, milyonlar arasından onu seçen,
belki bir yazgıda gizlenmiş yaşayan, ya da şan ve şöhretin doruğunda yanma
kolay varılamayanı gelip bulan böyle bir isteği kim geri çevirebilir? Kim
çıkabilir de böyle bir sevgiyi yakalayıp bırakmayacak, kendi içinde tutup
koyvermeyecek gücü gösterebilir; böyle bir sevgi sevilenin onu başkalarına
aktarması için vardır düpedüz; sevilen kişiyi gereksiniyorsa, bunun tek nedeni,
yıldızlar arasındaki dolaşımda onu kendisine en hızlı tempoyu kazandırmakla
yükümlü kılmaktır. Ama söz konusu yükümlülüğü, salt bir kişiye özgü kılmakla
yetinmeyen bu alabildiğine ağır isteği, o büyük sevenlerin sevdiklerinden belki
hiçbiri karşılayamamıştır şimdiye kadar. (Sidonie Nadhorny von Borutin’e
yazılan mektuplar. Baskıya hazırlayan: Bernhard Blume. Frankfurt am Main 1973.)
*
Küçümsemenin, iştah ve
merakın o katlanılmaz iç içeliğiyle bedensel sevginin “şehevî” diye
nitelendirilmesinde, Hıristiyanlığın dünyevi olan’a karşı açığa vurduğu
aşağılamanın alabildiğine korkunç etkilerini aramak gerekiyor. Hıristiyanlığın
söz konusu davranışı tümüyle çarpıtmasından ve baskılamasından başka bir şey değil.
Oysa hepimiz bu şehevî sevgiden doğup çıkmıyor, bizler de ileride aynı eylemi
zevkle kendinden geçişlerimizin orta yerine götürüp yerleştirmiyor muyuz? Şunu
söylemeliyim ki, bütün yaratıkların kendilerine verilmiş bir hakkı kullanarak
alabildiğine bir esrimeyle keyfini çıkardığı eylemi gerçekleştirme hakkından
bizi yoksun bırakan bir öğretinin nasıl olup böylesine süreklilik ve
değişmezlikle, hiçbir yerde yüzünün akıyla denemese bile hayli geniş çevrede
tutunabilmesi her geçen an bana daha da akıl almaz görünüyor. (Ruth
Sieber-Rilke ile birlikte Rilke Arşivi. Frankfurt am Main 1955 11. Cilt)
*
Bedensel şehvet saf bir
bakış ya da nefis bir meyvenin dilde bıraktığı o saf lezzet gibi duyusal bir
yaşantıdır; bize sunulmuş büyük ve sonsuz bir yaşantı, tüm bilmelerin zenginlik
ve parıltısıdır. Onu alıp kabullenmemiz kötü değildir asla; kötü olan, hemen
herkesin bu yaşantıyı kötüye kullanması, çarçur etmesi, onu götürüp
yaşamlarının yorgun köşelerine uyarıcı güç olarak yerleştirmesidir; kendilerini
doruklara taşıyacak bir derlenip toparlanma diye görmek varken, ona bir zevk
aracı gözüyle bakmalarıdır. (MEKTUPLAR,
Wiesbaden 1950.Baskıya hazırlayan: Karl Altheim1. Cilt)
Sanatın başı derin
saygıdır, kendine saygı, her yaşantıya, her nesneye, büyük örneklerden her
birine ve henüz sınanmayı bekleyen kişisel özgücüne saygı. (Ruth Sieber-Rilke
ile birlikte Rilke Arşivi. Frankfurt am Main 1955 10. Cilt)
*
İç dünyanın sonsuz
derinliklerinde gerçekleşen olgunluğun bir itiraf gibi dışavurumu her sanatın
başta gelen amacıdır ve sanat yapıtı bunu dile getirmek için başvurulan bir
bahanedir yalnızca. (Ruth Sieber-Rilke ile birlikte Rilke Arşivi. Frankfurt am
Main 1955 9. Cilt)
*
Sanat
sadece bir yoldur, amaç değil. (Ruth Sieber-Rilke ile
birlikte Rilke Arşivi. Frankfurt am Main 1955 10. Cilt)
*
Benim gördüğüm kadarıyla
sanat, dar ve karanlık yollardan geçerek en büyükleri gibi en küçükleri de
içinde olmak üzere tüm nesnelerle bir anlaşma zemini sağlamaya, onlarla sürekli
söyleşilere başvurarak yaşamın kaynaklandığı en son ve sessiz pınarlara
ulaşmaya çalışır. Nesnelerin gizleri, sanatçının iç dünyasının dipsiz
derinliklerindeki duygularla kaynaşıp onun kendi özlemleriymiş gibi duyurur
sesini. Bu mahrem dışavurumların zengin dili de güzelliği oluşturur.
Diyeceğim, görüyorsunuz
işte, sanatçı yaşamdan dışlanmış biri olmadığı gibi, sanat daha devingen, daha
iddialı bir yaşam biçimi olarak açığa vurur kendini; çünkü sanatçı alabildiğine
suskun nesnelere bile yalvarıp yakaran sorularla yaklaşım sağlamak ister ve
alacağı hiçbir yanıttan memnun kalmayarak durmadan daha ilerilere yol almaya
bakar. (Ruth Sieber-Rilke ile birlikte Rilke Arşivi. Frankfurt am Main 1955 10.
Cilt)
*
Sanat çocukluktur; sanat
ortada bir dünyanın çoktan var olduğunu bilmemek, yeni bir dünya yaratmaktır.
Kendinden önce var olanı yıkmak değil, yalnızca onu gereken yetkinliğe
erişmemiş görmektir. Pek çok olanaktır sanat. Pek çok istektir. Ve ansızın
mutlu bir gerçekleşmedir, ansızın yazın gelmesi, güneşin yüz göstermesidir daha
önce sözü edilmeksizin, farkına varılmadan. Yapılan bir işi asla sona
erdirememektir. Yedinci günü yaşayamamaktır asla, her şeye iyi gözüyle
bakmaktır. Gençlik denilen şey yetinmezliktir. Dünyayı yarattığında fazlasıyla
yaşlanmış olmalıydı Tanrı, yoksa altıncı günün bitiminde işi tatil etmezdi,
bininci günün bitiminde bile yapmazdı böyle bir şeyi. Hatta bugün bile
yapmazdı. Ona karşı çıkmamın asıl nedeni de budur, bir sanatçı olmayışıdır
onun. Doğrusu üzücü bir şeydir Tanrı’nın sanatçı olmayışı.(?) (Burada Hz.
İsa’yı konu alıyor) (Ruth Sieber-Rilke ile birlikte Rilke Arşivi. Frankfurt am
Main 1955 7. Cilt)
*
Her sanatçının yaşamında
bir dönem vardır, bana hepsinden gerçek ve önemli görünür: çocukluk. Benim
kendisinden pek çok şey öğrenmek istediğim bir sanatçıya ilk yönelteceğim
sorular bu çocukluğa ilişkindir. (Ruth Sieber-Rilke ile birlikte Rilke Arşivi.
Frankfurt am Main 1955 12. Cilt)
*
Sanatın, ruhunu
oluşturan “nesnelerin özünü” bütün dönüşümlerden, karmaşalardan ve
değişimlerden kurtarması gerekir; nesnelerden her birini rastlantıların
oluşturduğu bir aradalığından soyutlayıp daha geniş bir ilişkiler ağı içine
yerleştirmesi, sanatın bir yükümlülüğüdür; asıl olaylar da bu ilişkiler ağı
içinde gerçekleşir. (Ruth Sieber-Rilke ile birlikte Rilke Arşivi. Frankfurt am
Main 1955 10. Cilt)*
Yeni insan için bu tip
insana en çok sanatçı bir gelişim süreci sonunda yaklaşabilir güzellik bir
yücelme değil, varlığının normal bir devinimi ve istemdışı duyumsayacağı bir
dışavurumu olmalıdır. Ama bu noktaya varmak için alınacak daha pek çok yol
duruyor. Ve bir yanda, geçiş dönemi insanının özgürlüğüne kavuştuğunda kendini
dizginlemeyeceğine ilişkin korkusu, öbür yanda içinde büyüyen gücün geleneksel
zincirlerle canına okuyabileceğinden kaynaklanan isteksizlik, biçim konusundaki
düşünüp taşınmaları doğuruyor. Bu arada herkesin unuttuğu bir şey var; yeni
biçim bulunur yalnızca, ama aranamaz. Yeni yaşamın organizmayla ilişkisi,
karbonun elmasla ilişkisine benzer. Kuşkusuz elmastan karbon çekilip
alınabilir, ama karbon asla yoğunlaştırılıp yeniden elmasa dönüştürülemez.
(Ruth Sieber-Rilke ile birlikte Rilke Arşivi. Frankfurt am Main 1955 10. Cilt)
*
Sanatçı olmak, hesap
kitaptan anlamak ve sayı saymasını bilmek değildir; özsuyunu dallarına
yollamakta acele etmeyen, ardından yaz gelmeyecek diye kuşkuya kapılmaksızın
bahar mevsiminin fırtınalarına gönül rahatlığıyla göğüs gerebilen bir ağaç gibi
olgunlaşmaktır. Nasıl olsa çıkıp gelecektir yaz, ama önlerinde sonsuz bir zaman
varmış gibi hiç tasa etmeksizin bir sessizlik ve iç genişliğiyle bekleyenler
için gelecektir. Her geçen gün yeniden öğreniyorum bunu, acıların eşliğinde
öğreniyorum, kendilerine şükran borçlu olduğum acıların eşliğinde sabrın her
şey demek olduğunu.(MEKTUPLAR, Wiesbaden
1950.Baskıya hazırlayan: Karl Altheim1. Cilt)
*
Hangimiz, her şey bir
yana, yaratıcı gücüne güven duymak, böylece dış yargılara karşı her seferinde
uygun karşılıkları iç bilincinde oluşturmak zorunda değildir. (1921-1926
yıllarından mektuplar (Leipzig 1935)
*
Nihayet herkes ancak tek
bir çatışma yaşar hayatında ve çatışma her zaman değişik kılıkta ve değişik
yerde açığa vurur kendini. Benimkisi, yaşamı çalışmayla alabildiğine saf ve
katıksız biçimde uzlaştırmak istememdir. Sanatçının ölçüye gelmeyen, dur durak
bilmeyen çalışması söz konusu olduğunda bunların her ikisi karşı karşıya gelir.
Pek çok kişi gereksindikleri şeyleri gizlice yaşamdan koparıp alarak ya da
yaşamın değerlerini kendileri için esrikliklere dönüştürerek onu küçümsemeye
bakmış, söz konusu esrikliklere duydukları o bulanık hayranlıkla kendilerini
acele kaldırıp sanatsal etkinliklerin içine atmıştır. Daha başkaları da yaşama
sırt çevirmekte bulmuştur çıkış yolunu, bu da sanat adına yaşama karşı işlenen
o büyük çaptaki ihanetten çok daha saflık ve gerçeklik içerir. Ne var ki, benim
için böyle bir şey söz konusu olamaz. Çünkü benim üretkenliğim ne de olsa
yaşama duyduğum alabildiğine dolaysız hayranlıktan, her gün onun karşısında
kapıldığım bitip tükenmez şaşkınlıktan kaynaklanıyor. Böyle olmasa nasıl ele
geçirebilirdim bu üretkenliği? Yaşamın bana yönelik akımından şu ya da bu
zamanda yüz çevirecek olsam, buna bir yalan gözüyle bakardım. (1907-1914
yıllarından mektuplar (Leipzig 1933)
*
Sanat, yaşamın kendine
özgü büyük ve zorlu bir dışavurumudur ve sanattan canlı bir varlıktan söz eder
gibi söz etmek gerekir. (Ruth Sieber-Rilke ile birlikte Rilke Arşivi. Frankfurt
am Main 1955 10. Cilt)
*
Zorunluktan doğmuşsa
iyidir bir sanat yapıtı. Zorunluktan doğması onun değerini belirler, elde başka
ölçüt yoktur bu konuda. (MEKTUPLAR,
Wiesbaden 1950.Baskıya hazırlayan: Karl Altheim1. Cilt)
*
Sanat, tüm nesneler
içinde yaşayan karanlık, kapalı istektir. Ürkek, çekingen sözcükler şiirde dile
gelmeye özlem duyar; yoksul yerler şiirin mecaz dilinde zenginlik ve olgunluğa
kavuşur, hasta insanlar güzelleşir sanatta. Yani sanatçı, yapıtında yer
vereceği nesneleri o pek çok rastlamsal ve geleneksel ilişkilerinden çekip
alır, yalnızlaştırır onları ve bu yalnız nesneleri birbiriyle saf ve yalın
ilişkiler dokusu içine yerleştirir
...Sanatçının kendisinin
göremeyeceği derin ilişkiler sımsıkı kenetler nesneleri birbirine. Böylece
onlar arasında bir benzerlik doğar. (Ruth Sieber-Rilke ile birlikte Rilke
Arşivi. Frankfurt am Main 1955 12. Cilt)
*
Belki de sanatsal
yaratıcılık, derinliğine bir anımsamadan başka bir şey değildir. (Ruth
Sieber-Rilke ile birlikte Rilke Arşivi. Frankfurt am Main 1955 10. Cilt)
*
Sanatta korkunç olan, bu
alanda ne kadar yol alınırsa, sanatçıyı en uç, adeta varılması olanaksız
noktaya varmaya o kadar yükümlü kılmasıdır. (Lou Andreas-Salome ile mektuplaşma. Genişletilmiş baskı. Baskıya
hazırlayan: Ernst Pfeifer. Frankfurt am Main 1975/79..)
*
Büyük sanat bir gelecek
parçasıdır; günümüzde büyük sanatçı olup yapıtlar ortaya koyan biri için henüz
yaşam diye bir şey söz konusu değildir. Vatansız, kendi zamanı içinde yabancı
biridir, o. (Ruth Sieber-Rilke ile birlikte Rilke Arşivi. Frankfurt am Main
1955 10. Cilt)
*
Sanat yapıtlarının
müzelerde ve kişisel koleksiyonlarda etkilemek için yaratıldıkları yaşam
sirkülasyonundan hepsinden çok uzak tutulduklarını ben de sık sık
gözlemlemişimdir. Ayrıca, söz konusu yapıtların dönüp sanatçı üzerinde, onları
yaratan ve seven kişi üzerinde gösterecekleri etkinin, sanatçıya (belki)
yardımı dokunacak toplum onayının vaktinden önce görülmez oluşundan hele hiç
söz etmemek gerekiyor. İnsan düşünüyor da yıllarca bu onay kendisinden
esirgenmemiş olsa ve sonunda yersiz bir davranışla başı ağrıtılıp rahatsız
edilmese, acaba Rodin’in yaşamı nasıl değişik bir akış izlerdi diyor kendi
kendine. Bu durumu değiştirmek güç. Daha da güç olan, bütün bunları görüp bir
“kurtarıcı” gibi davranacak kişinin önce kendi kurtuluşunun sağlanmasıdır.
Böyle bir kişi daha çok bir kazazede gibi sularda oradan oraya sürüklenerek yok
olup giderken, söz konusu yapıtları sahilden yana fırlatıp atmayacak mıdır?
(1921-1926 yıllarından mektuplar (Leipzig 1935)
*
Deha, zamanı için sürekli
bir baş belasıdır. (Ruth
Sieber-Rilke ile birlikte Rilke Arşivi. Frankfurt am Main 1955 9. Cilt)
*
Sanat yapıtları, tehlike
içinde bulunmanın, bir yaşantıda sonuna kadar, kimsenin gidemeyeceği yere kadar
gitmenin ürünleridir her zaman. Bir yaşantıda ne kadar ileri gidilirse, yaşantı
o kadar kendine özgü, kişisel ve biricik nitelik kazanır. Sanat yapıtı da işte
bu biricikliğin zorunlu, baskılanamayan ve alabildiğine kesin dile getirilişidir...
Sanat yapıtının sanatçıya yaşamında sağlayacağı alabildiğine yardım, sanatçının
yaşamının bir özeti olmasında yatar: Sanat yapıtı, yaşamının adeta bir dua
mırıldanırken sanatçının elindeki tespihte yer alan düğümdür, sanatçının birlik
ve bütünlüğüyle gerçekliğinin sürekli sesini duyuran kanıtıdır, ama yü-zü
sanatçının kendisine dönüktür bu kanıtın, dışa karşı anonim nitelik taşır,
gerekliliktir yalnızca, gerçekliktir, var oluştur. (Ruth Sieber-Rilke ile
birlikte Rilke Arşivi. Frankfurt am Main 1955 10. Cilt)
*
Örneğin, bir resimdeki
çirkinlik resmi seyredenler tarafından çirkinlik değil, yalnızca biçimdeki bir
kararsızlık, henüz yaşamadığımız bir güzelliğe zorunlu geçişi anlatmak için
çaba harcayarak güzellikten koparılıp alınmış yeni bir dışavurum gibi
algılanabilir. Çirkin bir adamın portresinde sanki tamamlanmadan kalmış yüz
hatları, yüzdeki karmaşa içinden sezebildiğimiz yeni bir birlik ve bütünlüğe
doğru yola koyulmuş gibi bir izlenim edinmeliyiz. Ve bu yüzdeki ayrıntılar
içine dalan sanatçı, yüzdeki çirkinlikten nasıl haberi olmamışsa, söz konusu
ayrıntılar arasındaki yasal iliş-kiler bütününü öylesine bir yücelikle
donatmalı ki, resmi seyreden çirkinliğe hiç takılmaksızın bu bütünü, bu
yüceliği gönül hoşluğuyla algılayabilsin. (Erken dönem, 1899-1902 yıllarından
mektup ve günlükler (Leipzig 1931)
*
Güzellik her zaman sanat
yapıtına sonradan gelip eklenir ve bizler bilmeyiz bunun nasıl bir şey
olduğunu. Güzelliğin üretilemeyeceğini yinelemeyi hâlâ gerekli görüyorum.
Şimdiye kadar güzelliği üreten biri çıkmamıştır. Yapılabilecek tek şey, bazen
yanı başımızda eğleştiğini duyumsadığımız güzelliği ele geçirebilmemizi
sağlayacak uygun koşulları yaratmaktır. Bundan ötesi elimizde değildir. Ve bir
üstadın ortaya koymaktan alıkonamadığı yapıtın kendisi, Sokrates’in Eros’una
benzer. Tanrı ile insan arasında bir yaratıktır Eros, kendisi güzel değilse de
baştan aşağı sevgidir güzel’e, baştan aşağı özlemdir güzel’e duyulan.
Bunu bilen ve bu bilgi
doğrultusunda davranan sanatçı, yaratı sürecinde güzelliği aklına getirmez;
güzelliği neyin oluşturduğu konusunda o da başkaları gibi fazla bilgi sahibi
değildir. Kendisini aşan yararları gerçekleştirme dürtüsüyle yola koyulan
sanatçı yalnızca şunu bilir ki, bazı koşullar vardır, bunların gereğinin yerine
getirilmesi durumunda güzellik yarattığı yapıta lütfen gelip eklenecektir.
Sanatçıya düşen, söz konusu koşulların ne olduğunu öğrenmek ve bunları yaratma
becerisini kazanmaktır. (Ruth Sieber-Rilke ile birlikte Rilke Arşivi. Frankfurt
am Main 1955 9. Cilt)
*
Sanatçı olmak, kendi
kendine şöyle söyleyebilmektir: Dil denilen şey tek kişiden kaynaklansa, tek
kişide oluşup buradan yavaş yavaş başkalarının kulak ve uslarını zorlayarak ele
geçirse, o kadar güç sayılmazdı bu. Ancak, böyle bir şey söz konusu değildir.
Dil, herkesin ortak malıdır, kimse tek başına dili oluşturmamıştır; herkes
dilin oluşum sürecine aralıksız katkı yapar. Uğuldayıp duran, sürekli titreşen
bir büyük gelenektir dil ve herkes konuşarak yüreğindekileri bu gelenek içine
boşaltır. Ve derken biri çıkar, içindeki dünya yanında yöresindekilerinden
farklıdır, yüreğindekileri ortak dilde açığa vurmaya kalktı mı, denize düşen
yağmur taneleri gibi suda yitip gider bunlar. Demek oluyor ki, bütün kendine
özgülükler susmayıp sesini duyurmak istedi mi, kendilerine özgü bir dili
gereksinir... Bir şeyi onun aynı bir başka şeyle açığa vurmak ilerleme
sayılmaz. (Ruth Sieber-Rilke ile birlikte Rilke Arşivi. Frankfurt am Main 1955
9. Cilt)
*
Yalnızca iki türlü sanat
yapıtı vardır; birincisi insanı tutsak edip önüne katarak götüren, İkincisi
övgü dolu eleştirilere karşın hiçbir ses getirmeyen. İlk türdekiler sanat
yapıtı adına layık olanlardır; ikinci türdekilere gelince, ancak sözde bu adı
taşırlar. (Ruth Sieber-Rilke ile birlikte Rilke Arşivi. Frankfurt am Main 1955
10. Cilt)
*
Öyle yıldızlar vardır
ki, sessiz sakin parıldar, ışıldayıp dururlar ve giderek artar parıltıları.
Bizlere düşen, durup dinlenmeksizin uzak ve yabancı dünyalara el uzatacakken,
söz konusu yıldızlarla ilgilenmektir. Bunlar kuşkusuz asla keşfedilmemiş
değildir. Ve böyle oluşu da iyidir; çünkü, bildiğim kadarıyla, yeni keşfedilen
gök cisimleri her zaman keşfedenlerin adını taşımak zorunda bırakılır. Oysa
ötekiler, akademik bir hava içermeyen o çok eski, şiirsel isimle-rini tanrısal
bir gururla taşıyıp durur. (Ruth Sieber-Rilke ile birlikte Rilke Arşivi.
Frankfurt am Main 1955 10. Cilt)
*
Sanatın ne çok bir
vicdan işi olduğu sık sık dikkatimi çekmiştir. Sanatsal çalışmalardaki kadar
vicdana gereksinim duyan bir başka şey bilmiyorum. Vicdan tek ölçüttür bu
konuda. Eleştiri böyle bir ölçüt oluşturmaktan uzaktır; eleştiri dışında sanat
yapıtına kucak açmalar ya da onu yadsımalar da ancak pek seyrek olarak,
başkalarıyla karşılaştırılamayacak özel koşullarda ölçüt rolü oynayabilir.
Dolayısıyla, o erken yıllarda vicdanı kötüye kullanmamalı, onun bulunduğu yer
hoyrat davranışlara kurban edilmemelidir. Her zaman bir hafifliği içermelidir
vicdan; istem gücümüzün denetimi dışında kalan bir organ gibi varlığının pek
bi-lincine varılmamalı, ondan kaynaklanacak en ufak zorlama da dikkate
alınmalıdır; yoksa yazılacak her şiir sözcüğünün sonradan tartıya vurulup
testten geçirileceği bir terazi alabildiğine duyarlılığını yitirecektir. (Ruth
Sieber-Rilke ile birlikte Rilke Arşivi. Frankfurt am Main 1955 10. Cilt)
*
Sanat yapıtları sonsuz
bir yalnızlık içindedir ve onlara ulaşmakta bize eleştiri kadar az yardımı
dokunacak bir başka şey yoktur. Ancak sevgidir ki, kavrayabilir onları, onlara
hakkaniyetle davranabilir. (MEKTUPLAR,
Wiesbaden 1950.Baskıya hazırlayan: Karl Altheim1. Cilt)
*
Bazıları üzerlerinde bir
yargı vermek için yaklaşır sanat yapıtlarına, bu aptalca bir davranıştır.
Nedenine gelince, böyleleri bir yapıtın içlerinde uyandırdığı duygularla ilgili
olarak hiç vakit geçirmeden kendilerine hesap vermeye kalkmakla, kendilerini
sarıp kuşatmaya hazır büyüden uzak düşerler; dolayısıyla, verecekleri yargılar
da bir sıcaklığı içermez. (Ruth Sieber-Rilke ile birlikte Rilke Arşivi.
Frankfurt am Main 1955 10. Cilt)
*
Bir sanat yapıtına en az
yaklaşım sağlayan bir şey varsa, eleştirel sözlerdir; bunlar kimi az, kimi çok
başarısız yanlış anlamalara yol açar. Bütün sanat yapıtları bizi inandırmak
istedikleri kadar kavranıp dile getirilebilmekten uzaktır; olayların pek çoğu
dile getirilemez, şimdiye kadar hiçbir sözcüğün ayak atmadığı bir mekânda
gerçekleşir. Hepsinden çok dile getirilemez olanı da sanat yapıtları, dünyadan
göçüp gitmelerinden sonra da yaşamlarını sürdüren bu gizemsel yaratıklardır.
(MEKTUPLAR, Wiesbaden 1950.Baskıya
hazırlayan: Karl Altheim1. Cilt)
*
Gazeteler,
sanat yapıtlarını değerlendirmede zamanı ölçüt durumuna getirmiştir; oysa bu
çetin görevi başarmaya onlar kadar elverişsiz bir şey yoktur. Pek çok sanat
yapıtı zamana karşıdır, bir an için zamanın yanında yer alıp ona ayak uydurmaya
kalkacak oldu mu, zaman, zaman dışı nitelik kazanır; içine serpilmiş büyüklük
damarlarıyla, ayrıcasız bütün sanat yapıtlarında gözlemlenen sonsuzluğa uzaktan
akraba olur. Kendi içinden yükselip çıkan insanları her defasında yanlış
değerlendirme konusu yapan zaman, acele verilecek günlük yargılarla sanat
yapıtlarına nasıl haklı bir yaklaşım sağlayabilir? Şu ya da bu şekilde zamanın
üstüne çıkacak her şey, onun kavrayış ve anlayışından kurtarır kendini, bugün
şurada burada yalnızlık içinde soluksuz büyüyen kentlerin boğucu dağdağasına
gömülmüş önemli insanlar, bir bilinmezlik içinde sürdürür yaşamlarını. Bunlar
yarının insanlarıdır, zamanlan gelecektir henüz, çevrelerinde yargıları,
övgüleri ya da alaylarıyla bir geçmişin kaynaştığı bugün, onları hiç
ilgilendirmez. Çağdışı insanlardan daha kalıcı sanat yapıtları ise, zamana
karşı daha da ilgisiz, adeta derin bir uykuya dalmış, durur ortada. (Ruth
Sieber-Rilke ile birlikte Rilke Arşivi. Frankfurt am Main 1955 10. Cilt)
*
Sanat üstüne kaleme
alınılagelen eleştirilerin, sergilerde ve galerilerde seyirci karşısına
çıkarılan pek çok yapıta ilişkin yargıların, sanat yapıtlarının
değerlendirilmesinde hanidir sürüp giden o büyük karmaşadaki katkısı
azımsanacak gibi değil. Dilimiz, sanatın o binler ve binlerce ayrıntısını
içerecek zenginlikten uzaktır; zaten bu zenginliği hangi dil var ki kendisinde
barındırıyor olsun. Öte yandan, yazarlarımız bu az sayıdaki sözcükler arasından
her vakit başarılı bir seçim yapacak yeterli olgunluk ve titizlikten yoksundur.
Özellikle gazeteler yoluyla bir sanat eleştiri üslubu oluşmuş durumda; bu üslup
ileride daha da gelişeceğe benziyorsa, nedeni doğuştan bir acelecilikle uygun
gördüğü sloganları... kendisine mal etmesidir. Bir kez de mülkiyetine geçirdiği
sloganlar asıl anlamlarından uzaklaşıp baş döndürücü bir çabuklukla
kullanılmaları sonucu özelliklerini yitirmekte, giderek daha çok kuşkuyla
karşılanacak bağlamlarda boy göstermekte, sonunda eski sanat tarihlerindeki
beylik deyimlerden daha değerli sayılmayacak niteliğe bürünmektedir, yavan,
lütufkâr, her çıraklık dönemindekilerin “emrine hazır”. (Ruth Sieber-Rilke ile
birlikte Rilke Arşivi. Frankfurt am Main 1955 10. Cilt)
*
Sanatı
kendine iş edinen kitapların en iyileri, okuyuculardaki daha büyük sanat
kitaplarına gereksinim duygusunu kamçılayanlardır. (Ruth
Sieber-Rilke ile birlikte Rilke Arşivi. Frankfurt am Main 1955 10. Cilt)
*
Maskesinin düşürülüp
aptalca bir lüksten başka şey ol-madığının ortaya çıktığı dönemlerden sonra
sanat, yaşamla yakın ve zorunlu bir ilişki içinde bulunduğunu farkında olmadığı
bir çabuklukla kanıtlamaya çalışır; günün göze çarpan en son olaylarına telaş
içinde el atar, bir savaşı, bir kralı göklere çıkarır, bu kadarla kalmaz,
partilerin siyasal ve sosyal küçük çıkarlarının hizmetine sunar kendini; tek
yanlı niteliğe bürünür. İzlediği bu yolda ona haklı, daha açık bir deyişle
yararlı bir uğraş gözüyle bakılmak istenmesin, işte o zaman hepsinden az sanat
olup çıkar. Çünkü kızgınlığa kapılıp ya da alkış tutarak günün geçici, önemsiz
olaylarına eşlik eden sanat, istediği kadar vatanseverlikle dolup taşsın,
eğitici ve kültürel değeri kuşkusuz küçümsenmemesi gereken resimlerle süslenmiş
kafiyeli yazıların yer aldığı gazeteciliktir, ama sanat olduğu söylenemez.
(Ruth Sieber-Rilke ile birlikte Rilke Arşivi. Frankfurt am Main 1955 10. Cilt)
*
Bildiğimiz her şey yüzey
değil midir? Bir nesnenin içini o nesne yüzeye dönüşmeden nasıl
algılayabiliriz? Bir meyvenin, bir hayvanın, bir yerin gönlümüzü şenlendirmesi
belli bir yüzeyin yorumundan, açımlanmasından ve benimsenmesinden
kaynaklanmıyor mu? Ve bizim us, ruh ve sevgi diye nitelendirdiklerimizin tümü,
yakın bir simanın küçük yüzeyindeki hafif bir değişimden oluşmuyor mu? Ve
bunları bize sunmak isteyen sanatçı da somut’a, elle yoklayıp duyumsayacağı
biçime dayanmak zorunda değil midir? Ayrıca, bütün biçimleri görüp bize
sunabilen sanatçı, adeta kendisi bilincine varmaksızın tüm ruhsal’ı da bize
sunmuş sayılmaz mı?(Ruth Sieber-Rilke ile birlikte Rilke Arşivi. Frankfurt am
Main 1955 9. Cilt)
*
Hangi koşullardan
gelirse gelsin, insan, kendisi yadsısa bile her zaman söz konusu koşulların bir
ürünüdür. Sanatçıyı bu koşullardan yola koyularak anlamaya çalışmak yanlıştır.
Yanlışlık bir kez şuradadır: Sanatçıya genel olarak hiçbir şeyden yola çıkarak
yaklaşım sağlanamaz. Mucizevi bir yaratıktır o ve öyle de kalacaktır; ruhsal’ın
diliyle bakire bir gebeliğin ürünüdür; herkesin, ama belki de en çok onun kendi
kendisinin önünde hayranlıkla dikildiği bir yaratıktır. (Ruth Sieber-Rilke ile
birlikte Rilke Arşivi. Frankfurt am Main 1955 9. Cilt)
*
İçinde yaşadığımız çağda
daha çok önemli olan, sanat yapıtının yaratıcısıyla ilişkisini araştırmayı
bırakıp yapıtın alıcıları karşısındaki konumunu güvence altına almaktır.
(MEKTUPLAR, Wiesbaden 1950.Baskıya
hazırlayan: Karl Altheim 2. Cilt)
*
Bilinmeyen
sanatçıların ayakta kalmayı başarmış çarpıcı yapıtları, bizim onlar ve onları
yaratanların yazgı ve yaşantıları arasında bir ilişki kuramayışımızla etki ve
varlıklarından hiçbir şey yitirmez. Ne var ki, üreticisi belli
olan, en azından varlığı kanıtlanabilen bir sanat yapıtıyla yüz yüze gelenlere,
yapıtın yaratıcısına ilişkin açıklayıcı bilgiler sunmak fazlasıyla ucuz bir
lütufta bulunmaktan başka şey değildir. Zamanımızın yazarını saklandığı duvar
gerisinde ele geçirip değerlendirmek için, mahremiyet diye bir şey tanımayan açıklık
düşkünlüğünün türlü araç ve gereç var elinde. Sanatçılara gelince, bu
alabildiğine açıklık tutkunluğunu desteklemiş, hatta bu yoldaki çalışmalara
öncülük etmiştir. Öyle sanıyorum ki, sanatçı üzerindeki örtüyü sürekli
aralamaya çalışmanın ileride sanatçı olacaklar için doğuracağı tehlike pek
kavranamamakta ya da belki hoşa gitmeyecek bir söyleşiyle sanat gibi gereksiz
sayılan bir uğraşın işini bitirmek için özellikle arzu edilmektedir. Sanatçı
üzerindeki örtüyü kaldırma girişimlerinin sonucunda sanat yapıtının konumu
giderek daha çok sorunsal nitelik kazanmıştır. (MEKTUPLAR, Wiesbaden 1950.Baskıya hazırlayan: Karl
Altheim 2. Cilt)
*
Ün, yeni bir isim
çevresinde oluşmuş tüm yanlış anlamalar topluluğundan başka bir şey değildir.
Pek üstün bir aşamaya ulaşmış kişinin arzuladığı şey, o isimsiz, genel
büyüklüğün sinesinde yüzünü gizlemektir. (Ruth Sieber-Rilke ile birlikte Rilke
Arşivi. Frankfurt am Main 1955 9. Cilt)
*
Bir gün gelecek, sözcüğe
aşırı değer vermekten el çekme gereği duyulacak, sözcüğün ruh adacığımızı toplu
yaşamanın o büyük kıtasına bağlayan pek çok köprüden yalnızca biri olduğu ister
istemez anlaşılacaktır. Köprülerin en genişidir belki sözcük, ama en zarifi
değil. Şurası bir gün hissedilecektir ki, sözcüklerde hiçbir zaman tümüyle
içtenlikli davranamayız; sözcükler fazlasıyla kaba kıskaçlara benzer,
dokunmalarıyla o görkemli yapıttaki alabildiğine narin çarkları kırıp dökmeleri
bir olur. Dolayısıyla, sözcüklerden ruh üstüne açıklamalar beklemekten
vazgeçmeliyiz, çünkü kendisi yardım gereksinen kişiden yardım ummak hoş bir şey
değildir. (Ruth Sieber-Rilke ile birlikte Rilke Arşivi. Frankfurt am Main 1955
9. Cilt)
*
Bir sanat yapıtından
alıcısına özlem dışında başka şey ulaşmamalıdır; bizler yapıtın komşuları
değiliz. Sanat yapıtları bir kuyudaki görüntüler gibidir bizler için, onlara
ancak belli bir uzaklığa kadar yaklaşabiliriz, yoksa görmek istediğimiz şeyin
üzerini kendimizle örter, kapatırız. (Erken dönem, 1899-1902 yıllarından mektup
ve günlükler (Leipzig 1931)
*
Aklı başında bir toplum,
önemli bir tablonun izleyici üzerindeki etkisini onun yanı başına daha az
değerli on ya da yirmi tablo yerleştirerek kısıtlamanın yanlışlığını zamanla
anlayacaktır. O vakit sanat, herkesin kullanımına açık ısınma evlerine
benzetilebilecek kamusal sığınma yurtlarından gerçek vatanı olarak
duyumsayabileceği dar mekânlara taşınacaktır. Sanatın da söz konusu mahrem
yuvaları özlediğinin bir kanıtı, tek kişilere, onların anlayış ve sevgisine
yaklaşabilmek için yüzlerce değişik yol izlemesidir. (Ruth Sieber-Rilke ile
birlikte Rilke Arşivi. Frankfurt am Main 1955 10. Cilt)
*
Üslup denen şeyi daha
yakından tanımlamak istedik mi, günlük yaşamın gereksinimleri göz önünde
tutularak zamanın güzellik kavramının bilinçli ya da bilinçsiz
değerlendirilmesidir diyebiliriz. Buna göre, üslubun ancak güzellik kavramının
pek çok kişinin yaşayan mülküne dönüştüğü yerde gelişebileceğini, dolayısıyla
birkaç seçilmiş kişinin benimsediği bir dogma olmadığını, duyguda etkin inanç
kimliğiyle büyücek kitleleri egemenliği altında bulundurduğunu anlarız. Ama bu
da bireylerin sanatsal eğitimden geçirildiği değil, bütün olanaklarıyla sanatın
kendisinin bireyi eğitsel açıdan etkilediği, dolayısıyla baştan beri yaşamdan
değişik ve ona yabancı bir şey değil, yaşamın doğal bir yücelişi ve değerlendirilişi
olarak duyumsandığı bir zamanda gerçekleşebilir. Bunun için de sanat
yapıtlarının öylesine belli bir amaçla yerleştirilip izleyici üzerinde kaba bir
etki yaptığı sergi ve vitrinlerden bizim alışılmış yakın çevremize aktarılması,
yalnızca korkunç ve mistik değil, aynı zamanda yumuşak ve iyilikçi yönde insanı
etkilemesi isteniyorsa, büyük ve yüksek kiliselerden alınıp oturduğumuz aşina
konutlara taşınması gerekir. Sanat yapıtları bizim küçük yaşantılarımıza ve
isteklerimize katılabilmeli, bizim şenlik ve bayramlarımızdan uzak
durmamalıdır. Ama bütün bunların olabilmesi için söz konusu yapıtlara iyice
aşinalık kazanmamız, dolayısıyla evlerimizde konuk gözüyle bakmayıp onlara
büyük bir içtenlik ve açıklıkla davranmamız gerekir. (Ruth Sieber-Rilke ile birlikte
Rilke Arşivi. Frankfurt am Main 1955 10. Cilt)
*
Sanatçı için Tanrı erişilmek istenen en son, en
yüce amaçtır. Dindar kişiler “O var,” mahzun kişiler “O vardı,” derken sanatçı
gülümser, “O olacak!” der. Ve sanatçının inancı inançtan daha fazla bir şeydir,
çünkü Tanrı’yı kendisi yaratmaya çalışır, her görüşü, her bilişiyle, sesi fazla
çıkmayan her sevinciyle Tanrı’nın gücüne yeni bir güç, ismine yeni bir isim
katar. (Ruth
Sieber-Rilke ile birlikte Rilke Arşivi. Frankfurt am Main 1955 10. Cilt)
*
Şiirlerinizin iyi olup
olmadığını soruyorsunuz. Bana yöneltiyorsunuz bu soruyu. Daha önce de
başkalarına yönelttiniz. Dergilere yolluyorsunuz şiirlerinizi. Onları başka
şiirlerle karşılaştırıyorsunuz ve kimi dergilerin yazı işleri kurullarının
şiirlerinizi geri çevirmeleri sizi tedirgin ediyor. Mademki bir öğüt için
başvurdunuz bana, size bu tür girişimlerden tümüyle el çekmenizi salık
vereceğim. Gözlerinizi dışarı çevirmişsiniz; ama işte en başta vazgeçmeniz
gereken şey. Kimse akıl veremez, yardım elin uzatamaz size, hiç kimse. Tek
çıkar yol, gözlerinizi kendi üzerinize çevirmenizdir. Size yazmanızı buyuran
nedeni araştırıp ele geçirmeye bakınız. Yüreğinizin ta en dip köşesinde kök
salıp salmadığını araştırınız bu nedenin. Yazmanız diyelim yasaklandı, ölür müydünüz
o zaman ya da yaşar mıydınız eskisi gibi, bunu açıklayın kendi kendinize.
Özellikle şunu yapın: Gecelerinizin en kuytu saatinde kendinize şu soruyu
yöneltin: İlle de yazmam gerekiyor mu? Deşin içinizi, diplere inin, derinlerden
bir yanıt ele geçirmeye çalışın. Ve bu yanıt onaylayıcı nitelik taşıyorsa,
sorduğunuz sorunun karşısına, “Evet, yazmam gerekiyor” gibi güçlü ve yalın bir
yanıtla çıkabiliyorsanız, o zaman bu zorunluluğa göre kurun yaşamınızı; en
sudan, en değersiz saatine varıncaya dek yaşamınızı bu içsel dürtünün simgesi
ve kanıtı yapın. O zaman yeryüzündeki ilk insan sizmişsiniz gibi, gördüğünüz ve
yaşadığınız, sevdiğiniz ve yitirdiğiniz ne varsa dile getirmeye çalışın. Aşk
şiirleri yazmaya özenmeyin, herkesin pek aşinası olduğu, pek alışılmış biçimlerden
kaçın, hepsinden zordur bunlar çünkü, geçmişten eli yüzü düzgün, hatta kimisi
nefis denecek yığınla şiirin elde bulunduğu bir alanda özgün eserler
yaratabilmek büyük bir gücü, olgun bir beceriyi gerektirir. Dolayısıyla, genel
temalardan kurtulup kendi günlük yaşamınızın temalarına sığınınız;
hüzünlerinizi, isteklerinizi, geçici düşüncelerinizi, herhangi bir güzelliğe
karşı duyduğunuz inancı anlatın; içten, çığırtkanlıktan uzak, alçakgönüllü bir
yüreklilikle anlatın bütün bunları; ruhunuzdakileri dışa vurabilmek için
çevrenizdeki nesnelerden, düşlerinizdeki imgelerden, anımsamalarınızdaki
görüntülerden yararlanın. Günlük yaşamınız size yoksul görünüyorsa suçlamayın
onu; kendi kendinizi suçlama konusu yapın, günlük yaşamın zenginliklerini
sahneye davet edebilecek kadar şair sayıkmayacağınızı söyleyin kendinize; çünkü
yaratıcı kişiler için sefalet diye bir şeyin, sefil ve üzerinde durulmaya
değmez diye bir şeyin sözü edilemez. Diyelim bir tutukevindesiniz de duvarlar
dış dünyanın seslerinden hiçbirini içeri koyvermiyor, duygularınız tarafından
algılanmasını önlüyor bunun. Böyle bir durumda bile çocukluğunuz, bu
olağanüstü, bu krallara yaraşır zenginlik, bu anımsamaların hâzinesi hâlâ sizin
içinizde değil midir? Dikkatinizi bu hâzineye yöneltin. Geçmişin derinliklerine
gömülmüş uzak duyumsamaları içinizden çekip çıkarın gün ışığına; böylelikle
kişiliğiniz sağlamlaşacak, yalnızlığınız açılıp yayılarak loş bir eve dönüşecek
ve başkalarının şamatası bu evin uzağından geçip gidecektir. (Genç Bir Şaire
Mektuplar (Briefe en einen jungen Dichter). Çeviren: Kâmuran Şipal.)
*
Bir sanat yapıtı,
zorunluktan doğmuşsa iyidir ancak. Üzerinde bir yargıya varılırken hangi yoldan
doğup çıktığına bakılır sanat yapıtının; bunun dışında bir yargılama biçimi
yoktur. (Genç Bir Şaire Mektuplar (Briefe en einen jungen Dichter). Çeviren:
Kâmuran Şipal.)
*
Bu noktada sözlerim
anlatım gücünü kaybederek sizi daha önce hazırladığım o anlayışa dönüyor, bütün
dünyayı bu sanata buyur eden bir yüzey anlayışına. Dünya bu anlayışa buyur ediliyor,
ama verilmiyor henüz. Buyur edilen şeyi alabilmek sonu gelmeyen bir çalışmayı
gerektirmekteydi (hâlâ da gerektiriyor).
Hiçbir nesne bir
başkasına benzemediği için, tüm yüzeyleri ele geçirmek isteyen sanatçının ne
çok çalışması gerektiğini düşününüz bir! Genel olarak insan vücudunu değil,
yalnızca bir yüzü, bir eli değil (böyle bir şey düşünülemez), bütün yüzleri,
bütün elleri tanımayı amaç edinmiş bir sanatçının ne çok çalışacağını. Böyle
birini bekleyen iş ne kadar da büyüktür! Ve ne kadar sade ve ciddi, çekici
olmaktan, bir sözveriyi içermekten ne kadar uzak ve ne kadar iddiasız.
Bir çalışma bekliyor
sanatçıyı, ama daha çok ölümsüz bir kişinin üstesinden gelebileceği bir
çalışma, öylesine geniş kapsamlı; hâlâ öğrenilmesi gereken şeylerin başı sonu görülecek
gibi değil. Peki, böyle bir insan işin içinden çıkmasını sağlayacak sabrı
nereden almaktadır?
Durup dinlenmeden
çalışan sanatçının sevgisinde yatıyor bu sabır, bu sevgiden sürekli yeniliyor
kendini. (Auguste Rodin. Çeviren: Kâmuran Şipal.)
*
... Yaşam görüşlerinden
her birini gelecek düzleminde bir çizgiyle belirtirsek, sanatınkinin yaşam
içinde en uzun çizgiyi oluşturacağı kuşkusuzdur. Belki çizgi de değildir bu,
bir çemberin kenarından bir parçadır da, çemberin yarıçapının sonsuz uzunluğu
dolayısıyla düz bir çizgi izlenimini uyandırmaktadır.
Tutalım ki dünya bir gün
ayakları altında kırılıp döküldü, parçalanıp dağıldı, yaratıcı güç olarak sanat
böyle bir yıkılıştan bağımsız, varlığını sürdürecektir; yenidünyaların ve yeni
çağların düşünsel olanaklılığıdır sanat. (Sanat Üstüne. Sanat üstüne çeşitli
yazılar. Çeviren: Kâmuran Şipal..)
*
Sanat yapıtının ...
bağımsızlığı güzelliktir. Her sanat yapıtıyla yeni bir şey gelip katılır
dünyamıza, onu biraz daha zenginleştirir.
Böyle bir tanımlama,
Jehan de Beauce’in gotik katedrallerinden genç van der Velde’nin bir
mobilyasına kadar tüm sanat yapıtları için geçerlidir. (Sanat Üstüne. Sanat
üstüne çeşitli yazılar. Çeviren: Kâmuran Şipal..)
*
Kaç kulaç olduğu
kestirilemeyen kuyulara benzetilebilir sanatçılar. Öyle kuyular ki, başlarında
çağlar dikilir, yargı ve bilgilerini taş parçalan gibi bilinmedik
derinliklerinden içeri bırakır ve çıkacak sese kulak kabartırlar. Ama atılan
taşların düşmesi binyıllar boyu hâlâ sona ermemiştir. Geçmiş çağların hiçbiri,
kuyuların dibine vuran bir taşın sesini işitebilmiş değildir şimdiye kadar.
(Sanat Üstüne. Sanat üstüne çeşitli yazılar. Çeviren: Kâmuran Şipal..)
*
*(Sanatçı) Topluma
yabancı gelenekleri taşıyıp getirir yanında ve alçakgönüllülükten uzak
davranışlar içinde kendisine yer açılmasını ister. Varoluşuyla bir zorbalık
hayata açar gözlerini ve bir istem taşlar üzerinden yürüyüp gider gibi
korkuların ve saygıların üzerinden yürüyüp gider. Gelecek, hatır gönül
tanımaksızın dile gelir ağzından ve yaşadığı çağ kendisini nasıl
değerlendireceğini bilemez, bu bocalama dolayısıyla da ona sahip çıkamaz,
çağının bu kararsız tutumuna da toslayıp yıkılır sanatçı. Çevresindekiler
tarafından tek başına bırakılmış bir kumandan gibi hayata yumar gözlerini ya da
tezcanlılığına uyuşuk toprağın akıl erdiremediği vakitsiz çıkagelmiş bir bahar
günü gibi ölüp gider. Ne var ki, yüzyıllar sonra, heykellerinin çelenklerle
bezendiği, rasgele bir yerdeki mezarının üzerini yeşil otlar bürüdüğü zaman
gözlerini yeniden hayata açar, uzaklardan yakına gelir, torunlarının ruh
dünyasında yaşamaya koyulur. (Sanat Üstüne. Sanat üstüne çeşitli yazılar.
Çeviren: Kâmuran Şipal..)
*
Sanatın da yaptığı aynı
şeydir. Ne de olsa kapsamı daha geniş, daha az alçakgönüllü bir sevgidir sanat.
Tanrı’nın sevgisidir. Tek kişiye bağlanıp kalamaz; tek kişi yaşamın kapısıdır
sadece ve sevgi bu kapıdan geçmek zorundadır. Yorulmak yasaktır kendisine.
Misyonunu yerine getirebilmek için, herkesin tek kişiye dönüştüğü yerde
etkinliğini açığa vurması gerekir. Bu tek kişiyi ödüllendirmeye görsün, uçsuz
bucaksız bir zenginliğe boğulur herkes. (Sanat Üstüne. Sanat üstüne çeşitli
yazılar. Çeviren: Kâmuran Şipal..)
*
Ve sanat, çokluk içinde
yaşadığımız karmaşayı gözlerimizin önüne sermekten başka şey yapmamıştır.
Yatıştırıp sakinleştirecekken korkutmuştur bizleri. İçimizden her birinin bir
başka adada yaşadığını kanıtlamıştır; ne var ki, adalar birbirinden yeterince
uzak değildir; dolayısıyla, her türlü tasa ve endişenin uzağında yalnız başına
bir yaşam olanaksızdır. Bir adadaki öbür adadakine rahatlık vermeyebilir ya da
elde mızrak onun peşine düşebilir ama hiç kimse ötekine yardım elini uzatamaz.
(Sanat Üstüne. Sanat üstüne çeşitli yazılar. Çeviren: Kâmuran Şipal..)
*
Mademki söz konusu
yapıtların yanı başında yaşıyoruz; onlarla yüz yüze geliyor, yıldızlar
altındaki uzamı onlarla paylaşıyoruz, kendileriyle aramızda bir ilişki kurmak
zorundayız; gözlerimizi yumup yanı başlarından geçip gitmek istemiyorsak, arada
bir alışverişi oluşturmamız gerekiyor. Bunu içgüdüsel yoldan yapan insanlar vardır;
verdikleri yargılarla sanat ürünlerinin yanma sokulabileceklerine inanan, oysa
söz konusu yapıtların daha çok uzağına düşenlerden daha hak gözetir bir
davranışı sergiler onların önünde. Zamanın malı olmayan sanat ürünleri,
ağaçlara, dağlara, koca koca nehirlere ve geniş ovalara, zamanın kendilerine ne
iyilik ne de kötülükte bulunmaksızın sarıp sarmaladığı, onaylayıcı ya da
yadsıyıcı, iyi ya da kötü değerlendirmesiyle yanlarına yaklaşmaya çalışmanın
budalaca olduğu kadar yararsız nitelik taşıyacağı bütün bu nesnelere daha
yakındır. Sanat yapıtlarıyla gerçek bağlantıyı sağlayabilen biricik doğru
ilişki, her türlü eleştiriden uzak, içtenlikli bir temaşadır; ilerilere
çevrilmiş bir gözün serinkanlı bakışı, temaşa sırasında dinlenen, temaşa süreci
içinde olgunlaşan bir gözün bakışıdır. Sanat yapıtlarının da böyle bir gözle
temaşası, yüksek gök kubbeleri altında bir yalnızlığı yaşayarak uzanıp giden
kırların, karanlıklar içinde boy verip dikilen ulu ağaçların, akşamın koynunda
serilmiş yatan denizlerin, ovalara serpiştirilmiş uzak ve ıssız evlerin, uyuyan
güzel çocukların, meme emen yavru hayvanların, yaşanılan günün dikkate
almadığı, yaşanılan saatin işten göz açamayarak önünden geçip gittiği o başı
sonu olmayan zamansız yaşamın binbir nesnesi gibi temaşası gerekiyor. (Sanat
Üstüne. Sanat üstüne çeşitli yazılar. Çeviren: Kâmuran Şipal..)
*
“... Örneğin bir
heykeltıraş heykelini kendisi için yaratır, yalnızca kendisi için; ama (bu da
çalışmasına sonradan gelip katılır ayrıca) dünyadaki başka nesnelerin yanında
heykeli için bir yer de yaratır; ancak heykeli bir mekân içinde yeniden
yaratabilen kişidir ki, ona gerçekten sahip olur...”
“Diyeceğim bu nesneler,
bu ezgiler, şiirler ve resimler diğer nesnelerden değişiktir. Anlayınız lütfen!
Belli bir varlık sahibi değildir bunlar, her seferinde yeniden var olurlar.
Onun için de şenlendirirler içimizi, sonsuz sevinçleri bizlere sunarlar.
Onlardaki bu güç, bitip tükenmez hâzineleri kendilerinde barındırıyor olmanın
bilinci; başka hiçbir yerden kaynaklanmayan bu bilinç. Bu yüzden de yücelere
taşırlar bizi. Evet, yaparlar bunu. Bizi tutup yücelere Tanrı’ya kadar taşıyıp
götürürler.” (Beyaz Mutluluk. Öyküler. Çeviren: Kâmuran Şipal..)
Yalnız
olmak iyidir, yalnızlık zordur çünkü, bir şeyin zorluğu da onu yapmamız için
artı bir neden oluşturur.(Ruth Sieber-Rilke ile birlikte Rilke
Arşivi. Frankfurt am Main 1955 10. Cilt)
*
Hayatta yapılacak en iyi
şey, herkesin her şeyi, yazgısını, geleceğini, bütün ufkunu ve dünyasını kendi
içinde taşımasıdır. Ancak, kendi dünyasında varlığını sürdürmeye, kendi beni
içinde yaşamaya elbet kolay katlanılamayacak anlar vardır; bazen insanın
kendisine daha bir sıkı, nerdeyse daha bir inatla tutunması gerekir. Özellikle
böyle anlarda dışarıdaki bir güce başvurulur, bazı önemli olaylar karşısında
yaşamın orta noktası içten alınıp dıştaki yabancı bir nesneye, örneğin bir
başka kişinin içine aktarılır. Bu, denge denilen şeyin temelinde yatan
alabildiğine açık yasalara aykırı bir davranıştır, böyle bir davranış da ister
istemez ciddi sonuçlar doğurur. (MEKTUPLAR,
Wiesbaden 1950.Baskıya hazırlayan: Karl Altheim1. Cilt)
*
İnsanın bir hayvanı
kendine alıştırmasına, onu adeta kendisiyle düşüp kalkmaya, kendisiyle dostluk
kurmaya zorlamasına her zaman söz konusu hayvana karşı haksız bir davranış
gözüyle bakmışımdır. Böyle bir
davranış hayvanın içinde bize karşı yavaş yavaş bir güvenin oluşmasına yol
açar, oysa biz onun ufak bir rahatsızlığında çaresiz kalır, bize duyduğu
güvenin gereğini yerine getirenleyiz, çünkü rahatsızlığının ya da bizden
beklediği şeyin ne olduğunu kavrayabilecek durumda değilizdir. Verebileceğimiz ne vardır kendisine?
Onu bize yaklaştırabilir, kendi alışkanlıklarımızla onu şımartabilir, yani
onunla oyunlar oynayabiliriz. Bu suçu işleriz habire, yerine getirilememiş bir
yığın sözün, sürekli fiyaskoların suçunu yüklenir dururuz. İşte söz konusu
dostlukta bizim payımıza düşen.
(Erken dönem, 1899-1902 yıllarından mektup ve günlükler (Leipzig 1931)
*
İçteki
tüm düzensizlikleri tek başına düzene sokmak, bu konuda kimden olursa olsun
yardım beklemekten sonsuz ölçüde daha olumlu bir davranıştır. Bunu ben henüz
çocukken, kendimi içine itilmiş gördüğüm o tuhaf durumlarda yaşadım ister
istemez. Ve görüşümün yerindeliği sonradan sık sık doğrulandı. İnsanların
(oğulların babalarıyla örneğin ya da eşlerin birbiriyle) içinden çıkılmayacak
gibi kavgalı olduklarını, birbirlerine diş bilediklerini, giderek birinin
öbürüne daha hoyratça davrandığını, daha bir küçümsemeyle ve gerçeği daha çok
çarpıtarak baktığını gördüm ve şunu anladım ki, yalnızlık içinde yaşayacak
kişide başgösterecek aynı yoğunlukta bir kavga, o kişide ister istemez bir
ilerlemeyi beraberinde getirecektir. (Kontes Sizzo’ya yazılan
mektuplar. Baskıya hazırlayan: Ingeborg Schnack. Frankfurt am Main 1977.)
*
İnsana yakın olan yalnızca kendi iç dünyasıdır;
başka her şey uzağındadır onun. (Ruth
Sieber-Rilke ile birlikte Rilke Arşivi. Frankfurt am Main 1955 2. Cilt)
*
Kendilerini bir armağan
olarak sunmadıkça, büyük yapıtlar ne zorla ne de çabayla ele geçirilebilir. Ama
kendilerini buyur edip sundukları da ağırbaşlı ve yalnız kişilerdir ancak;
ağaçlıklı gezi yollarını değil, kendi kendilerine giden çetin yolu sessiz
sedasız adımlayanlardır. (Ruth Sieber-Rilke ile birlikte Rilke Arşivi.
Frankfurt am Main 1955 10. Cilt)
*
Oyun bitiminde
tiyatrodan seyircileri apar topar dışarı atmaya iten neden, sahnede kendilerine
sunulmuş pek çok şeyden sonra perdenin inmesine katlanamayışları değil midir? (
Maria Zwetayewa ve Boris Pasternak ile mektuplaşma. Almancaya çeviren: Heddy
Pross-Weerth. Frankfurt am Main 1983..)
*
Kimselerin pek
uğramadığı ıssız bir köşeden bir başkasına söz etmek, söz konusu yerin
ıssızlığından büyük bir bölümünü yitirmesine yol açmaz mı? (1907-1914
yıllarından mektuplar (Leipzig 1933)
*
Kalabalıklar,
yalnızların varlığını hoş karşılamaz. (Ruth Sieber-Rilke ile
birlikte Rilke Arşivi. Frankfurt am Main 1955 10. Cilt)
*
Yalnızlardan söz açmak,
insanların bu konuda fazlasıyla çok şey bildiğini düşünmektir. Sanılır ki,
yalnız denince ne anlamak gerektiğini bilir herkes. Ama hayır, bildikleri
yoktur, bir yalnız’ı asla görmüş değillerdir çünkü kendisini tanımadan ondan
nefret etmiş, ona kin beslemişlerdir. Ona komşu olmuş, onu canından
bezdirmişlerdir. Bitişikteki odalarından gelen sesleri onu yolundan saptırmaya
çalışmıştır. Gürültüleriyle sesini bastırması için eşyayı ona karşı
kışkırtmışlardır. Ve çok eskiye dayanan bu içgüdüsel davranışlarında da haksız
sayılmazlar, çünkü yalnızlar gerçekten düşmanlarıydı onların.
Ama yalnız’ın başını
kaldırıp bakmadığını görünce düşünüp taşınmış, bütün yaptıklarının yalnız’ın
öpüp başına koyacağı şeyler olduğunu, yalnızlığında onu daha da
güçlendirdiklerini ve yalnız’ın kendilerinden sürekli uzaklaşmasına yardım
ettiklerini sezmişlerdir. Bunun üzerine bir başka yol izlemiş, en son, en etkili
bir çareye başvurmuş, yalnız’ın karşısına değişik bir silahla, şan ve şöhretle
çıkmışlardır. Bu konuda koparılan gürültüye başını kaldırıp bakmayan ve
yolundan şaşmayan bir yalnız da hemen hiç görülmemiştir. (Ruth Sieber-Rilke ile
birlikte Rilke Arşivi. Frankfurt am Main 1955 11. Cilt)
*
Dost denilen kişiler
dans ve müzik gibi olmalı, asla bilinçli değil, istemdışı bir gereksinime
uyarak onlara doğru yola koyulmalıdır. Dostluk, bunun sonucunda doğup
çıkmalıdır ortaya. Birbirlerine doğru yürüdüler mi, biri ötekine ayakbağı olur.
(Erken dönem, 1899-1902 yıllarından mektup ve günlükler (Leipzig 1931)
*
Sözde pek değer
taşımayıp horlanan nesnelerin bir yalnız’ın o geniş ve sevecen ellerine
düşünce, nasıl toparlandıklarını hiç fark etmedin mi? Minik kuşlara benzer bu
nesneler, yitirdikleri sıcaklığa yalnız’ın ellerinde yeniden kavuşur, canlanıp
kıpırdanmaya başlar, uykularından uyanır, içlerinde bir yürek çarpmaya başlar,
güçlü bir denizin alabildiğine iri dalgaları gibi, yalnız’ın kulak kabartmış
dinleyen ellerinde kabarıp alçalır. (Erken dönem, 1899-1902 yıllarından mektup
ve günlükler (Leipzig 1931)
*
Hayvan ve bitkilerdeki
tüm güzelliğe, sevgi ve özlemin sessiz ve sürekli bir biçimi olarak
bakılacağını aklına getirebilir böyle bir Yalnız, bitkiyi gördüğü zaman hayvanı
görebilir, bedensel haz, bedensel acı nedeniyle değil, haz ve elemden daha
büyük, istem ve karşı koymadan daha güçlü zorunluluklara boyun eğerek sabırla
ve uysallıkla çiftleştiklerini, çoğalıp büyüdüklerini izleyebilir onların. Ah
ne olurdu insan, en küçük nesnelere varıncaya dek yeryüzünü dolduran bu gizi
alçakgönüllülükle benimsese ve ağırbaşlılıkla taşısa içinde, ona katlansa ve
onun hafife alınamayacak kadar korkunç ağırlıkta bir nesne olduğunu hissetse!
Ne olurdu, kendi doğurganlığına karşı enikonu saygılı davransa! Öyle bir
doğurganlık ki, ister düşünsel, ister bedensel alanda açığa vursun kendini,
hepsi tek ve aynı doğurganlıktır, çünkü düşünsel yaratının bedendir kaynağı,
bedensel yaratıyla tek bir varlık oluşturur ve bedensel hazzın daha bir sessiz,
daha bir esrik ve kalıcı yinelenişidir. “Yaratıcı
olmak, doğurmak, biçimlendirmek düşüncesi”, dünyada sürekli ve geniş
kapsamlı onaylanıp gerçekleşmedikçe hiçten başka bir şey değildir, nesne ve
hayvanlardan binlerce kez “evet, öyledir” sözü işitilmedikçe hiçbir değer
taşımaz. Ve tarifsiz güzellik ve zenginlikte bir tat içeriyorsa bu düşünce,
milyonlarca canlının dölleme ve döllenmeye, doğurtma ve doğurmaya ilişkin
geçmişten miras kalmış anılarla dolup taşmasındandır. Bir yaratıcı düşüncede binlerce
unutulmuş sevi gecesi saklı yatar, onu ululuk ve yücelikle donatır. Ve geceleri
bir araya gelip hazların beşiğinde sarmaş dolaş olanlar küçümsenmeyecek bir iş
görür, gelecekteki bir ozanın şarkısı için gereken balı, derinliği ve gücü
devşirirler. (Genç Bir Şaire Mektuplar (Briefe en einen jungen Dichter).
Çeviren: Kâmuran Şipal.)
*
Belki günün birinde
herkesin üstesinden gelebileceği ne varsa, yalnız kişi, şimdiden onları elde
etme hazırlıklarına girişebilir, başkalarınınkine göre daha az yanılan elleriyle
kurup çatabilir hepsini. Dolayısıyla, Sevgili Kappus, yalnızlığınızı sevin ve
önünüze çıkardığı acıları yakışık alır sızlanışlarla göğüslemeye çalışın. Çünkü
diyorsunuz ki, bana yakın olanlar benden uzaktır, bu da işte çevrenizin açılıp
genişlemeye başladığını gösteriyor. Hani yakınınız uzak olursa, çevrenizdeki
genişlik ta yıldızlara kadar gidip dayanabilir demektir, pek büyüktür yani.
Kimseyi kendinizle birlikte çekip içine alamayacağınız bu büyümenizden ötürü
sevinin ve geride kalanlara insaflı davranın! Onların karşısında güven ve
serinkanlılığı elden bırakmayın! Kuşkularınızla eziyette bulunmayın onlara,
akıl erdiremeyecekleri güven duygunuz ve kıvancınızla yüreklerine ürküntü
salmayın! Aranızda sadelik ve vefa duygusuna dayalı bir ortaklık kurun; öyle
bir ortaklık ki, siz zamanla sürekli değişseniz de, onun ille değişmesi
gerekmesin. Size yabancı bir biçimde yaşamalarını sevin insanların, giderek
yaşlanıp yalnızlıktan korkan, sizin gibi yalnızlığa güven beslemeyen insanları
sevin. (Genç Bir Şaire Mektuplar (Briefe en einen jungen Dichter). Çeviren:
Kâmuran Şipal.)
*
Noel yaklaşıyor, bir
selam yollamadan edemedim size. Yalnızlığınıza her zamankinden daha güç
katlanacağınız bayram günlerinde sizinle olacak selamım. Ama yalnızlığınızın
büyüklüğünü de duyumsarsanız buna sevinin; çünkü diye sorun kendinize,
büyüklüğü içermeyen bir yalnızlık neye yarar? Topu topu tek bir yalnızlık
vardır, o da büyüktür, kolay katlanılacak gibi değildir. Dolayısıyla, herkesin
yaşamında öyle saatler vardır ki, insan yalnızlığı verip ne denli yavan ve ucuz
olursa olsun bir beraberliği almak ister karşılığında; iyi kötü ilk
rastlayacağı kişiyle, en sıradan bir kişiyle sözde birazcık bir anlaşma uğruna
yalnızlığı elden çıkarmak ister... Ama belki de yalnızlığın büyüdüğü saatlerdir
bunlar; çünkü onun büyüyüşü de tıpkı oğlanların büyümesi gibi birtakım acı ve
sancılarla gerçekleşir ve baharın ilk günleri gibi hüzünle dolup taşar. Ancak,
şaşırtmasın bu sizi. Bizlere gereken yalnızlıktır, büyük, içsel bir yalnızlık.
Kendi içine yürümek ve saatler boyu kimselere rastlamamak... İşte ulaşılması
gereken şey bizler için. Erişkinler büyük ve önemli buldukları nesnelerle
sarmaş dolaş sağa sola koşuşurken, yalnızlık içinde yaşayan bir çocuk gibi
tıpkı, erişkinlerin hamaratlıklarına bir anlam veremeyen ve yaptıkları işlerden
bir şey anlamayan bir çocuk gibi. (Genç Bir Şaire Mektuplar (Briefe en einen
jungen Dichter). Çeviren: Kâmuran Şipal.)
*
Yine yalnızlık konusuna
dönersek, gerçekte ortada bizim seçmemiz ya da seçmememize bağlı bir şeyin bulunmadığı
giderek daha açıklık kazanmaktadır. Yalnızız bir kez. Hani aldanabilir, durum
hiç de böyle değilmiş gibi davranabiliriz. Hepsi o kadar. Oysa yalnız
olduğumuzu görmek, hele böyle bir görüşten yola koyulmak ne kadar yerinde bir
davranıştır. Doğru, başımızın döneceği kuşkusuzdur; çünkü gözlerimizin üzerinde
dinlenegeldiği tüm nesneler çekilip alınacak elimizden, artık yakın diye bir
şey kalmayacak ve tüm uzaklar sonsuz uzak’a dönüşecektir. Kim odasından alınır
da önceden hemen hiç hazırlıksız, bir geçiş dönemi yaşamadan götürülüp ulu bir
dağın doruğuna bırakılırsa, aynı baş dönmesini duyacaktır ister istemez; eşine
rastlanmadık bir güvensizlik, o isimsiz’in ocağına düşmüşlük duygusu canına
okuyacak, bir yerlerden aşağılara düştüğünü, boşluğa fırlatılıp atıldığını ya
da binbir parça edildiğini sanacaktır: Artık beyni ne kuyruklu bir yalan
uydurmalı ki, duyularının yardımına koşup onları bir açıklığa kavuşturabilsin.
Örneğin, yalnız kişi için tüm uzaklıklar değişir, değişir tüm ölçüler ve dağın
doruğundaki o insan gibi alışılmadık birtakım duygular içte doğar. Öylesine
duygular ki, gelişip büyüyerek tüm katlanılabilirliğin sınırlarım aşar gibidir.
Ama işte bunu da yaşamamız gereklidir bizim. (Genç Bir Şaire Mektuplar (Briefe
en einen jungen Dichter). Çeviren: Kâmuran Şipal.)
*
Sabah erkenden güz
mevsimine ilişkin yazdıklarını okudum; mektubunun içine yerleştirdiğin tüm
renkler geriye doğru bir dönüşüm geçirip bilincimi güç ve parıltıyla doldurdu
tıka basa. Ben dün, dağılmış bulutlarıyla buradaki ışıl ışıl sonbaharı
hayranlıkla yaşarken, sen, bizim buradakinin adeta ipek üzerine nakşedildiği
gibi, yurdumuzun kırmızı ağaçlara nakşedilmiş sonbaharı içinde gezip
dolaşıyordun. Biri ötekisi gibi duygulandırıyor bizi; tüm değişimlere işte
öylesine bağımlı kılınmışız, alabildiğine değişken yaratıklarız; içimizdeki her
şeyi kavramaya yönelik eğilimle sağda solda dolanıyor, kavrayamadığımız o
sınırsız büyüklüğü kendi yüreklerimizin eylemine dönüştürerek bizi yıkıma
sürüklemesini önlemeye çalışıyoruz. (Cezanne Üzerine Mektuplar (Briefe über
Cezanne). Çeviren: Kâmuran Şipal.)
Birinin ölmesi ölüm
değildir tek başına, birinin yaşayıp da yaşadığını bilmemesidir ölüm, birinin
ölmek isteyip ölememesidir. Pek çok şeydir ölüm; onu yaşamımızdan çıkarıp
atmanın yolu yoktur. Ölüm de doğum da içimizdedir her gün ve bizler kimsenin
gözünün yaşma bakmayız doğa gibi. Doğa, ölümün de doğumun da üstünde sürdürür
yaşamını yas tutmadan, paylaşmışız Acı ve sevinç yalnızca birbirinden değişik
renklerdir o yabancı için bize bakan. (Ruth Sieber-Rilke ile birlikte Rilke
Arşivi. Frankfurt am Main 1955 1. Cilt)
*
Sanırım gençlik
yıllarımdan beri ölüme yaşamın düpedüz karşıtı ve yadsınışı gözüyle baktım hep;
aslında ölümün sinesinde güven içinde olacakmışız, ölümle alabildiğine koyu ve
derin bir teklifsizlik içinde yaşayacakmışız gibi onu hayatın orta yerine
yerleştirmeye karşı içimde bir eğilimin varlığını hissettim hep ve bu eğilim
sonradan giderek güçlendi... Öte yandan, ölümle iç içe yaşamayı şu ya da bu
şekilde kafamda tasarlamaktan sürekli kaçtım, “öbür dünya”ya ilişkin anlatılara
hiçbir zaman en ufak bir ilgi duymadım. Bu dünyada yerine getireceğimiz
yükümlülükler öyle çok ki, binlerce yıldır insanlık bunların altından kalkmak
şöyle dursun, henüz bu yolda ilk adımlardan ileri gidememiş görünüyor. Böyle
bir durumda kısa yaşam süresinde bizden yerine getirmemiz beklenen
yükümlülüklerin bütün kararlılığımızla üstesinden gelmeye bakmak varken,
gelecekte şu ya da bu durumun nasıl olacağını öğrenmek hakkını nasıl kendimizde
görebiliriz? Bununla bizi sarıp kuşatan gizlere gözümüzü kapatalım demek
istemiyorum. Ama bu gizlerle şu andaki durumumuz arasında ilişki kurmayı,
şimdilik bize bağışlanmış büyük üstünlükleri kendisinde toplayan görüşümüzden
el çekmemeyi görevimiz biliyorum. Bulunduğumuz yerden ne kadar ileriye
gidebileceğimizi bildiğimiz yok; ama kendimizi bu dünyaya ne çok bağımlı
kılarsak, içimizdeki gerilim o kadar büyümektedir. Dolayısıyla, söz konusu
bağımlılığa katkı yapan etkenleri her kişinin kendisi için saptayıp buna göre davranması
gerekiyor. (Ruth Sieber-Rilke ile birlikte Rilke Arşivi. Frankfurt am Main 1955
10. Cilt)
*
Her şeyden güçlü
duyumsadığımız ölüm, asla yaşamasına engel olsun diye bir canlının sırtına
yüklenmiş değildir, çünkü özü bakımından yaşama karşıt nitelik taşımaz ölüm;
bazen sezildiği gibi, yaşamın ne olduğunu en dirimsel anlarımızda bile bizden
iyi bilir. Ben her zaman şöyle düşünmüşümdür: Üzerimizdeki akıl almadık
baskısıyla ölüm gibi böyle bir ağırlığın işlevi, bizi yaşamın daha derin, daha
iç katmanına daldırmak, belli bir gelişimin sonunda eskisinden büyük bir
üretkenlikle buradan boy verip çıkmamızı sağlamaktır; koşullar bunu çok
erkenden iyice öğretti bana ve yaşadığım her acıyla yeniden doğrulandı bu. Bir
kez yeryüzünde yaşamakla yükümlü kılınmışız, başımıza gelen her kötülüğü ölümle
yeni bir mahremiyet ve dostluğa dönüştürmek zorundayız; çünkü onu kavrayıp
onunla başa çıkacak kusursuz şekilde tasarlanmış duygularımız var, bu
duygularla söz konusu yükümlülüğün gereğini yerine getirmeyip de ne yapacağız?
Hem Tanrı’nın bize bağışladığı bir şeye hayranlık duyma yükümlülüğünden nasıl
kaçabiliriz? Bir hayranlık ki, gelecekteki o sonsuz hayranlık için gereken tüm
hazırlığı içinde barındıracaktır. (MEKTUPLAR,
Wiesbaden 1950.Baskıya hazırlayan: Karl Altheim 2. Cilt)
*
Yeter ki yaşam deyince
salt şimdiki zamana ve bu dünyaya ilişkin olayları kastettiğimizi, bunların
yaşadığımız dünyaya ve kendilerini algılayan duyularımıza çok büyük ölçüde
bağlılığını kabullenelim, ölümden sonra yaşam sorunu önemini yitirecektir. O
zaman buradakinden “değişik” bir yaşam için başka bir isim bulmak gerekecek,
“ölüm” de düpedüz böyle bir ismi oluşturacaktır. Dünyevi varlığımızın dışında
kalan ne varsa, sırnaşıklık ve meraka kaçmadan hepsine ölüm kapsamı içinde yer
verebiliriz sanırım. Ölüm denilen şeyin bir son, bütün canlıların dağılıp
döküldüğü, tümüyle yıkıma uğradığı bir son durum anlamına geldiğini gösteren
kanıtların varlığını ileri sürenler çıkmıştır zaman zaman. Öte yandan, düpedüz
karşıt görüşün sahibi ve savunucusu kimseler de hiç eksik olmamıştır. Hatta bu
konuda öylesine ileri gidilmiştir ki, ölüme yaşamın daha üst bir aşaması
gözüyle bakılmış, devinimsizliği daha güçlü bir devinim yoğunluğunun kanıtı
sayılmış, ölümün biz canlılardan daha büyük bir dirimsellikle söz konusu
yoğunluk içinde varlığım sürdürdüğü açıklanmıştır. Gözlerimizle görüp tanık
olduğumuz kimi olaylar da bunu destekler niteliktedir. Böyle olmasa, örneğin
bir ekspres trenin devinimini bütün vücudumuzda duyumsarken, yer küresinin akıl
almayacak kadar daha büyük hızını bir durağanlık olarak algılamamamız
gerekirdi. (MEKTUPLAR, Wiesbaden
1950.Baskıya hazırlayan: Karl Altheim 2. Cilt)
*
Nereye gidileceği bilinmedi mi, veda etmek içinden
pek gelmez insanın. Ölmek üzere olanların veda etmekte o kadar zorlanmalarının
nedeni de budur. (MEKTUPLAR, Wiesbaden 1950.Baskıya hazırlayan: Karl
Altheim1. Cilt)
*
Peşin yargılarla
davrandığımız süre ölümü çarpıtmalardan sıyırıp almanın üstesinden gelmemiz
düşünülemez... İnanınız ki bir dosttur ölüm, bize alabildiğine yakın, davranışlarımız
ve bocalamalarımızla asla yolundan şaşmayan biricik dostumuzdur... Ve kuşkusuz
yaşama veda edişin, yaşam karşıtlığının o duygusal-romantik anlamında bir dost
değil, bizlerin bu dünyada olmaya, burada etkinlik göstermeye, doğaya,
sevgiye... öylesine tutkulu, öylesine yürekten kucak açtığımız zamanlar sesini
duyuran bir dost. Evet der yaşam, aynı zamanda hayır der. O, ölümse... hep evet
diyendir, yalnızca evet çıkar ağzından. Sonsuzluk önünde evet. (Kontes Sizzo’ya
yazılan mektuplar. Baskıya hazırlayan: Ingeborg Schnack. Frankfurt am Main
1977.)
*
Ölüm yaşamın sırtı bize
dönük, tarafımızdan aydınlatılmamış yüzüdür. Bize düşen, bir sınırla
birbirinden ayrılamamış her iki tarafı da kendi evi bilen, her iki taraftan da
beslenip doyurulan varlığımızın tastamam bilincine varmaktır. Gerçek anlamda
yaşanan bir yaşam iki taraf içinden de uzanıp gider, büyük dolaşım sistemindeki
kanın iki taraf içinden de akıp gitmesini sağlar. Ne bu dünya ne öbür dünya
diye bir şey söz konusudur; var olan, o büyük birliktir yalnızca ve burasını
bizden üstün varlıklar sayılan “melekler” kendilerine yurt tutmuştur.
(1921-1926 yıllarından mektuplar (Leipzig 1935)
*
Bir yerde bir ağaç varsa
çiçeklenen, yaşam gibi ölüm de rahatlıkla ağacın içinde çiçekleniyor demektir.
Ölümle doludur bir tarla ve ölüm onun yere yatık yüzünden yaşam zenginliğinin
fışkırmasını sağlar. Hayvanlar yaşamdan ölüme yürüyüp gider sabırla ve
çevremizde nereye göz gezdirsek, ölümün orada eğleştiğini görürüz, nesnelerin
aralıklarından bakıp durur bize. Bir yerde tahtadan başını çıkarmış paslı bir
çivi varsa, gece gündüz yaptığı tek şey sevinmektir ölümün var olduğuna.
(1907-1914 yıllarından mektuplar (Leipzig 1933)
*
Ölümün hayatta en yoğun
yaşantı olduğunu, onu gücümüz elverdiğince kendi yaşantımıza dönüştürdük de
hayattan uzaklaşmayıp kendimizi onun daha çok içinde bulacağımızı iyice
düşündük mü, acımasız ölümün hayatın karşıtı, hayata yabancı bir şey
sayılamayacağı anlaşılacak, bizim olmasına karşın kimliğini ele vermeyen sonsuz
bir olguya dönüşecektir ölüm. Bizim gerçek ilişkilerimiz, aralıksız çürüyüp
giden tüm yaşantılarımız, bir bütün oluşturan yaşam ve ölüm içinden uzanıp
gider. Bizlere düşen, gerek yaşam, gerek ölüm, her ikisinde de kendimizi kendi
evimizdeymişiz gibi hissetmektir. İnsanlar biliyorum, bunlardan birine olduğu
gibi ötekisine de aynı sevgiyle yaklaşır, her ikisiyle de içtenlik ve güven
dolu bir ilişkiyi sürdürür. Sanki yaşam ölüme göre bilmecelerden daha çok mu
arınmış, bize daha mı aşinadır? Her ikisi de anlatılamaz ölçüde bizim dışımızda,
her ikisi de bizden erişilemeyecek uzaklıkta değil midir? Bizi pisliklerden
arınmış gerçek bir kimliğe kavuşturabilecek olan, bütün’e ulaşmaya duyacağımız
istekliliktir ancak. (Sidonie Nadhorny von Borutin’e yazılan mektuplar. Baskıya
hazırlayan: Bernhard Blume. Frankfurt am Main 1973.)
*
İster alabildiğine
korkunç nitelik taşısın, ister alabildiğine yakınımızda eğleşsin bir ölüm
yaşantısına katlanmaya gücümüzün elvermeyeceğinden korkmamalıyız; bizim
gücümüzün üstünde güç sahibi değildir ölüm, bardağın kenarındaki ölçüm
çizgisidir yalnızca. Bu çizgiye ulaştık mı, dolmuşuz demektir. Dolmak ise
bizler için ağırlığımızın artmasıdır, o kadar. Ölümü sevmeliyiz demek
istemiyorum, ama yaşamı öylesine cömert bir sevgiyle, işin içine hesap kitap
karıştırmadan, bir ayrıma başvurmaksızın olduğu gibi sevmeliyiz ki, farkına
varmadan ölüme, yaşamın bu öbür yüzüne de yer verelim bu sevgide, yaşamı
severken onu da sevmekten geri kalmayalım. (Kontes Sizzo’ya yazılan mektuplar.
Baskıya hazırlayan: Ingeborg Schnack. Frankfurt am Main 1977.)
*
Özenle hazırlanmış bir ölümün yüzüne kim bakar bugün? Hiç kimse.
Ölümü tüm ayrıntılarıyla yaşayabilecek zenginler bile bu konuda savsaklık ve
umursamazlıkla davranmaya başladı artık; kendine özgü bir ölümle ölmek
isteyenler giderek azalıyor. Çok geçmeden kendine özgü yaşam gibi
kendine özgü ölüme de seyrek rastlanır olacak. Meyvenin çekirdeği içinde
taşıması gibi ölümü kendi içinde taşıdığını eskiden insan bilir, sezerdi, bu da
onu ayrı bir görkem ve sessiz bir gururla donatırdı. (Ruth Sieber-Rilke
ile birlikte Rilke Arşivi. Frankfurt am Main 1955 11. Cilt)
Elinden geliyor mu, yeni
bir iş gününde yataktan güle oynaya kalk sabahleyin. Elinden gelmiyorsa, seni
bundan alıkoyan nedir? Bir zorluk var da yoluna mı duruyor? Zorluklardan ne
diye kaçıyorsun? Seni canından edebileceklerini düşünüyorsun belki de. Yani
bunlar çok güçlüdür diyorsun kendi kendine. Peki, kolay konusunda ne
biliyorsun? Hiçbir şey. Kolaya ilişkin anılara belleğimizde yer yoktur asla. Diyeceğim, ikisinden birini
seç deseler, aslında zoru seçmen gerekmez mi? Zor sana ne kadar yakındır,
hissetmiyor musun?.. Hem zoru seçtin mi, doğayla uyum içinde olmayacak mısın?
Sanıyor musun, toprak altında kalmak tohum için toprağın üstüne çıkmaktan daha
kolay değildir. Kolay ve zor diye bir şey yoktur. Zor olan yaşamın kendisidir.
Sen de yaşamak istiyorsun, öyle değil mi? Dolayısıyla, zor olanı üstlenmeye bir
yükümlülük diye bakıyorsan yanılıyorsun. Seni buna yönelten, ayakta kalma
içgüdüsüdür. Peki, yükümlülük nedir o zaman? Yükümlülük zor’u sevmektir...
Baktın ki zor sana gereksinim duyuyor, buradayım diyebilmektir. (Ruth
Sieber-Rilke ile birlikte Rilke Arşivi. Frankfurt am Main 1955 10. Cilt)
*
İnsanlararası
ilişkilerin böyle dile gelmeyecek gibi tekdüzelikle olaydan olaya
yenilenmeksizin tekrarlanmasına yol açan yalnızca tembellik değil, insanın
kendini üstesinden gelecek güçte hissetmediği, başı sonu görülmeyen yeni bir
durum karşısında duyduğu ürkekliktir. Ne var ki, kendini her şeye hazırlıklı hisseden,
hiçbir şeyi, bilmece gibi görünen şeyleri bile dışlamayan kişi, bir başkasıyla
ilişkisini canlı bir nesne gibi yaşayacak ve bunu yaparken varlığının tüm
olanaklarından yararlanacaktır. Çünkü tek kişinin varlığını küçük ya da büyük
bir yer olarak kafamızda canlandırırsak, pek çok insanın bu yerin ancak bir
köşesini tanıdığını görürüz. Belki bir pencere önüdür bu köşe, belki bir aşağı
bir yukarı gidilip gelinen bir yoldur. Bu da onlara belli bir güven duygusu
verir.(MEKTUPLAR, Wiesbaden 1950.Baskıya
hazırlayan: Karl Altheim1. Cilt)
*
Bir neden baş gösterip
de bir köpek yavrusunu kaldırıp suya atar gibi gerçeğin içine yuvarlanmadığı
süre en kusursuz niyet bile işe yaramaz. (Ruth Sieber-Rilke ile birlikte Rilke
Arşivi. Frankfurt am Main 1955 12. Cilt)
*
Özlem en iyi ders
kitabıdır. (Ruth
Sieber-Rilke ile birlikte Rilke Arşivi. Frankfurt am Main 1955 12. Cilt)
*
Kendi kalbi önünde hiç
kimse sınavı başaramaz. (Nanny Wunderly-Volkart’a yazılan mektuplar. Baskıya
hazırlayan: Ratus Luck. Frankfurt am Main 1977..)
*
Yaşamın korkunçluğunu
bir ara kesin bir kararlılıkla onaylamayan, hatta sevincinden bayram ederek onu
karşılamayan biri, var oluşumuzun dile gelmez yetkilerini asla ele geçiremez.
Böyle biri yaşamın kıyısında kenarında yürüyüp durur, yargı günü çıkıp
geldiğinde ne canlı, ne de ölüdür. Korkunçluk ve mutluluğun, aynı Tanrısal
başta yer alan bu iki yüzün özdeşliğini kanıtlamak, hatta onu algıladığımız
andaki ruh durumumuzdan uzaklığına göre şöyle ya da böyle bir görünüm taşıyacak
olan bu iki yüzün tek yüz olduğunu ortaya koymak... İşte yapıtlarımın anlam ve
kavramı. (MEKTUPLAR, Wiesbaden
1950.Baskıya hazırlayan: Karl Altheim 2. Cilt)
*
Biri bir şey mi
kaybetti, bir insanı, bir sevinci ya da mutluluğu örneğin, asla umutsuzluğa
kapılmamalıdır; çünkü her şey ileride daha görkemli bir şekilde kendisine dönüp
gelecektir. İlle de elden çıkıp gidecek olan çıkıp gider elden, bizim olan
bizde kalır, çünkü her şey kavrayış gücümüzü aşan ve bizim görünürde çelişki
içinde bulunduğumuz yasalar uyarınca gerçekleşir. Bizlere düşen, kendi içimizde
yaşamaya bakmak, tümüyle yaşamı, onun kendisinde barındırdığı milyonlarca
olanağı, yaşamın boyutlarını ve yarınları düşünmektir; bütün bunlar da
dururken, ne geçmişe karışmış, ne yitirilmiş bir şeyin sözü olabilir. (MEKTUPLAR, Wiesbaden 1950.Baskıya hazırlayan: Karl
Altheim1. Cilt)
*
Yok olmaya layık pek çok
nesnenin ortadan silinip gitmesi isteniyorsa, bunun en iyi yolu, onları kendi
haline bırakmaktır; çünkü zaten söz konusu nesneler her an son nefeslerini
vermek üzeredir. (Kontes Sizzo’ya yazılan mektuplar. Baskıya hazırlayan:
Ingeborg Schnack. Frankfurt am Main 1977.)
*
Bilgimizin ulaştığı
yerden daha ilerisini görebilseydik, belki o zaman acılarımıza sevinçlerimizden
daha büyük bir güvenle katlanabilirdik. Çünkü dışarıdan yeni bir şeyin,
bilinmedik bir şeyin gelip içimize girdiği anlardır onlar; duygularımız ürkek,
çekingen susar, içimizdeki her şey kendini çekip alır geriye, bir sessizlik
başgösterir ve kimsenin tanımadığı Yeni, bu sessizlik ortasına gelip kurulur ve
çıkarmaz sesini.
İçerisine bir konuğun
ayak attığı ev nasıl değişirse, bizler de öyle değiştik. Eve gelen konuğun kim
olduğunu söyleyemeyiz, belki hiçbir zaman da öğrenemeyeceğiz bunu, ama
geleceğin gerçeklik kazanmadan çok önce bir değişim geçirmek üzere dışarıdan
içimize böyle girdiğini gösteren pek çok işaret var. Bu yüzden, insanın üzgün
ve yalnız olması ve gözlerini açık tutması çok önemlidir, çünkü geleceğimizin
dışarıdan gelip içimize girdiği, görünürde hiçbir şeyin olup bitmediği o durgun
an, geleceğimizin kazara dışarıdan içimize girdiği o çığırtkan andan yaşama çok
daha yakındır. Üzgün kişiler olarak ne kadar sessiz, sabırlı ve önkoşulsuz
davranırsak, Yeni o kadar yolundan sapmaksızın, o kadar derinliklerine gelip
girer içimizin, o kadar sıkıca onu ele geçiririz, o kadar çok bizim kendi
yazgımız olup çıkar. İlerideki günlerin birinde içimizden çıkıp başkalarına
yöneldiğinde, varlığımızın alabildiğine derinliklerinde onu akraba ve yakın
hissederiz kendimize. Ve bu da gereklidir. (MEKTUPLAR, Wiesbaden 1950.Baskıya hazırlayan: Karl
Altheim1. Cilt)
*
Mutluluk bilgeliğin
sonucudur ve bilgelik gibi dışarıdan kazara gelen bir şey değildir, tersine
zorunlu olarak içimizde gerçekleşir. (Ruth Sieber-Rilke ile birlikte Rilke
Arşivi. Frankfurt am Main 1955 10. Cilt)
*
Neşe, mutluluktan dile
gelmeyecek ölçüde daha çok bir şeydir; mutluluk dışarıdan gelip konar insanın
başına, mutluluk yazgıdır. Neşe kalplerde yaşanan güzel bir mevsimdir tümüyle;
insanın elindeki en büyük güçtür. (MEKTUPLAR,
Wiesbaden 1950.Baskıya hazırlayan: Karl Altheim 2. Cilt)
*
Sevinç dünyada
anlatılamaz bir gerçeklik taşır. Ancak sevinçledir ki dünya sürdürür
gelişimini... sevinç var olanın olağanüstü bir çoğaltımıdır, hiçten kaynaklanan
katıksız bir büyümedir. Oysa mutluluğun aslında bizi ne kadar az
ilgi-lendirmesi gerekir, çünkü kalıcılığı konusunda düşünmek, dolayısıyla
tasalanmak için hemen zaman bırakır bize. Sevinç bir an sürer, bir yükümlülüğü
içermez, daha baştan zamandışı nitelik taşır, tutulup alıkonamaz, öyleyken öyle
çabucak elden çıkıp gitmesi de söz konusu değildir, çünkü içimizde yol açtığı
çalkantıyla varlığımız mutlulukta görülmedik biçimde kimyasal bir değişime
uğrar, yeni bir karışım içinde kendi kendinin tadını duyumsar, keyfini yaşar.
(MEKTUPLAR, Wiesbaden 1950.Baskıya hazırlayan:
Karl Altheim1. Cilt)
*
Mutlulukta nankör olur insan. (Ruth
Sieber-Rilke ile birlikte Rilke Arşivi. Frankfurt am Main 1955 10. Cilt)
*
Her sevince açık tut
kendini, ama seçmek gerekirse acıyı seç! (Ruth Sieber-Rilke ile birlikte Rilke
Arşivi. Frankfurt am Main 1955 12. Cilt)
*
Sabır, sabır, sabır...
Zavallı, öyleyken yine de bizim her zaman en çok güvenebileceğimiz bir sözcük.-
Insana öyle acı vermesi
doğanın bir azizliği, öte yandan denge sağlamaya yönelik iyiniyetinin
dışavurumudur; dengeye giden yol da doğa için söz konusu acılardan geçer. Doğa,
kendi düzenini korumaya çalışırken bize acılı anlar yaşattığını bilmez hiç.
Bizim bilincimizi hesaba katmaz; dolayısıyla, bize düşen, doğanın verdiği acıyı
bilincimizde çözüp eritmektir, çünkü bir yorumu kaldırmaz acı. Ussal ya da
diğer yaşamdaki herhangi bir nesneyi titrek alevlerinin ışığında izlemeye
kalkmaksızın onu adeta hemen yakıp yok etmek gerekir. Acı yalnızca doğaya dönük
yüzüyle anlamlı, öbür yüzüyle saçmadır; yontulmamış bir ham malzeme oluşturur yalnızca
bir biçimden, bir yüzeyden yoksun, ele avuca gelmez. (Ruth Sieber-Rilke ile
birlikte Rilke Arşivi. Frankfurt am Main 1955 10. Cilt)
*
Zaferler istediği kadar
büyük olsun, istediği kadar başarıyla gerçekleştirilsin, bir adım ileriye
götürmez kişiyi, vereceği bir kararla insanı iç dünyasında bir değişim
geçirmeye asla zorlamaz, her şey aldatıcı bir hayal ve oyun olmaktan öteye
geçmez. Eski ve o uğursuz şey her zaman ve her konumda iş başında olmayı
sürdürür, yeni güçler, böyle güçler varsa eğer, sabırsız ve acılı, hiçbir yerde
uygulama olanağı bulamaz. (1907-1914 yıllarından mektuplar (Leipzig 1933)
*
Katlanmak ve sabretmek,
o pek büyük, adeta olağanüstü yardımdan başka bir yardım beklememek,
çocukluğumdan beri beni ileriye götürmüştür hep. Ve bu kez de durumumdaki
kötüleşme her zamankinden biraz daha uzun zaman sürmüş olsa da yine öyle
davranmak, dışarıdan itip kakmalarla değil, doğamın tek başına o zorlu atılımı
yapmasını isteyen en son birkaç kişiden biriyim. Ancak o zaman bilirim ki,
dışarıdan ödünç alınmış bir güç, hatta ilkin kabarıp sonra inerek bulanık
çökeltiler oluşturan yabancı bir ferment değil, benim gerçek gücümdür bunu
başaran. (Ruth Sieber-Rilke ile birlikte Rilke Arşivi. Frankfurt am Main 1955
10. Cilt)
*
Hekimlerle
ilişkim anlatılmaz ölçüde aklımı karıştırmış, kendimi sanki bir rahibin
aracılığından yararlanarak ruhumla görüşüyormuşum gibi bir konumda
hissetmişimdir hep. Nedenine gelince, vücudumla düşüp kalkmam yirmi beş yıldır
öylesine dolaysız ve öylesine sıkı bir uzlaşma içinde olup bitmiştir ki, hekim
denen bu tercüman bir kama gibi bu uzlaşma içine girmiştir. Öte
yandan, hiç de yıpranmış sayılmayacak ussal üstünlüğümle giderek kötüleşen
vücudumu çiğneyip geçmek, benim için doğrusu yeni ve üzücü bir şey olurdu. Ama
bu bakımdan çelişkili bir durum asla oluşmuş değil şimdiye kadar. Tersine,
doğamdaki tüm öğelerin katıksız bir uzlaşma içinde el ele verip işlevlerini
yerine getirdiği, böyle bir çalışmanın doruk noktalarında da ortak (fiziksel ve
ruhsal) gücün zenginliğinden kaynaklanan başarının çıkıp gelmekte gecikmediği
kanısındaydım. Ayrıca, her konuda sırdaşım olan vücudum her zaman beni temsil
yetkisine sahipti. Kendisi gibi diğer bazı sorumlularla birlikte “firma”
hesabına imza atmaya yetkili kılınmıştı. Böyle bir çalışma düzeninin bozulması
benim için bir felaket sayılırdı, çünkü ne kadar büyük, hatta ne kadar akıl
almaz aykırı örnekler karşıma çıkarılırsa çıkarılsın ve bu örnekler ne kadar
vücudun yenilmesinden, onun yadsınmasından, hatta içine düştüğü kötü
durumlardan sınırsız başarılara ulaşılabileceğini gösterirse göstersin, benim
izleyeceğim yol olmazdı. Şu halimle ben kendim böyle bir durumda kaldım mı,
çalışıp nasıl bir çözüm üretirdim bilmiyorum. (1921-1926 yıllarından mektuplar
(Leipzig 1935)
*
Bir nekahet dönemi ne
kadar ağır bir seyir izlese de, yaşamla öylesine çok ve önceden
kestirilemeyecek ilişkilerin kapısını aralar ki, beraberinde getirdiği tüm
kısıtlamalara karşın, yine de şahane ve ilerisi için çok şey vaat eden bir
yaşam parçasına dönüşebilir. (Yayıncısı Anton Kippenberg’e yazılan mektuplar.
Baskıya hazırlayan Ruth Sieber-Rilke ve Carl Sieber. Wiesbaden 1949)
*
Nesnelere kendilerinin
sahip çıktığından daha çok önem vermemeli, acıya dışarıdan bakmamalı, ona bir
değer biçip örneğin “büyük acı” diye bir niteleme yakıştırılmamalıdır. Bu
acının kalbinizde bir büyüme, bir gelişme sağlayıp sağlamadığını bilemezsiniz
çünkü. Sabretmek, sabır göstermek, acıda yargıya gitmemek, acı bir kimse
üzerinde kaldığı süre asla bir yargıya başvurmamak. Bunun için bir ölçü yoktur
elde, kıyaslamalar yapılabilir, bu arada abartıya kaçılır, o kadar.
(MEKTUPLAR, Wiesbaden 1950.Baskıya
hazırlayan: Karl Altheim1. Cilt)
*
Ne diye bir
tedirginliği, bir acıyı, bir hüznü yaşamımızdan dışlamak istiyorsunuz; bunların
üzerinizde nasıl bir çalışmada bulunacağını bilemezsiniz çünkü. Ne diye nereden
çıkıp geldikleri, amaçlarının ne olduğu sorusunu kendi elinizle peşinize takıp
sizi kovalamasına izin veriyorsunuz? Bir geçiş süreci yaşadığınızı, değişmek
kadar hiçbir şeye o kadar can atmadığınızı bilmiyor değilsiniz çünkü.
(1921-1926 yıllarından mektuplar (Leipzig 1935)
*
Sanki arkandan
geliyorlarmış gibi tüm vedalaşmaların önünden yürü! (Ruth Sieber-Rilke ile
birlikte Rilke Arşivi. Frankfurt am Main 1955 2. Cilt)
*
Bizden yapmamız istenen,
zor olan’ı sevmek, zor olan’la düşüp kalkmayı öğrenmektir. Zor olan bize dost
güçler içerir, üzerimizde olumlu bir çalışmayı gerçekleştirecek elleri
barındırır kendisinde. (MEKTUPLAR,
Wiesbaden 1950.Baskıya hazırlayan: Karl Altheim1. Cilt)
*
Değiştiğimi ne diye bir
başkasına söyleyeyim? Değişiyorsam, daha önceki kişi olmaktan çıkıyor, şimdiye
kadarkinden değişik biri oluyorum demektir; o zaman bilip tanıdığım bir
kimsenin kalmayacağı da açıktır. (Ruth Sieber-Rilke ile birlikte Rilke Arşivi.
Frankfurt am Main 1955 11. Cilt)
*
Harcadığımız bütün çaba,
daha bir olgunlaşmış ve değişmiş olarak dönüp gelir bize. (1902-1906
yıllarından mektuplar (Leipzig 1930)
*
Her şey vatandır bize, sıkıntı da öyle. (Ruth
Sieber-Rilke ile birlikte Rilke Arşivi. Frankfurt am Main 1955 3. Cilt)
*
Yol varılmak istenen
hedeften daha fazla bir şeydir.(Ruth Sieber-Rilke ile birlikte Rilke Arşivi.
Frankfurt am Main 1955 10. Cilt)
*
İçimizdeki karmaşalar
öteden beri zenginliklerimizin bir bölümünü oluşturmuştur. Bu çalkantıların
kaba gücünden dehşete kapıldık mı, kendi gücümüzün sezilmedik olanaklarından ve
dinamizminden korkmuş oluruz yalnızca; kendilerinden biraz uzaklaşalım yeter
ki, söz konusu karmaşalar hemen içimizde yeni düzenlerin kurulmakta olduğu
sezgisini uyandıracaktır. Yeter ki bu sezgiyi birazcık benimsemeyi göze
alabilelim, gelecekteki önceden kestirilemeyen düzeni kurup çatmaya yönelik bir
ilgi ve heves içi-mizde uyanmakta gecikmeyecektir. (1921-1926 yıllarından
mektuplar (Leipzig 1935)
*
Vakitsiz ekilen tohumlar
yeşermez. Oysa sabır ve çaba gerçektir, her an ekmeğe dönüşebilir. (Lou Andreas-Salome ile mektuplaşma.
Genişletilmiş baskı. Baskıya hazırlayan: Ernst Pfeifer. Frankfurt am Main
1975/79..)
*
Beklenen her şey çıkıp
gelir sonunda, hiçbir şey gelmezlik etmez; yeter ki acele edip gelmekte olan
şeyi karşılamaya çıkılmak istenmesin, o zaman kaçırılır elden; çünkü beklenen
şeyin gelişini yöneten bir yasa vardır; onu karşılamaya çıktık mı, yasayı bir
yana itip beklenen şeyi kazara ele geçirmeye çalışırız. (Marbach-Rilke sergisi
1975.)
*
İçinizde bir şeyin
bulunup yalnızlığınızdan kendini dışarı atmak istemesi, yalnızlığınız konusunda
sizi yanılgıya düşürmesin. Sakin ve serinkanlı davranıp onu bir araç gibi
kullanın yeter ki, özellikle böyle bir istek yalnızlığınızı geniş bir alana
açıp yaymanızı sağlayacaktır. İnsanlar, geçmişten aktarılagelmiş geleneksel
davranış biçimlerinin yardımıyla her şeyi kolayından, kolayın da en kolayını
göz önünde tutarak çözümlemeye çalışmışlardır. Ama bizim zordan yana olmamızın
gereği açık; dünyada canlı adına ne varsa hepsi zordan yanadır, doğada her şey
kendine özgü biçimde büyür, savunur kendini, kendi kendisinden kaynaklanan
kendine özgü bir nesnedir, her ne pahasına olursa olsun ve tüm karşıt güçlere
kafa tutarak korur kendine özgülüğünü. (Genç Bir Şaire Mektuplar (Briefe en
einen jungen Dichter). Çeviren: Kâmuran Şipal.)
Sınırlarım elden
geldiğince geniş tutarak yaşamımıza sahip çıkmalıyız. Her şey, işitilmedik
şeyler bile yer alabilmeli bu yaşamın içinde. Aslında bizden beklenen tek
yürekli davranış varsa, o da şudur: Karşımıza çıkabilecek alabildiğine seyrek,
son derece şaşırtıcı, en açıklanamaz şeyler karşısında cesaretimizi
yitirmemektir. İnsanların bu bakımdan sergilediği ödlekliğin yaşamın kendisine
sonsuz zararı dokunmuştur; “hayalet” diye nitelenen varlıklar, yani “cinler,
periler dünyası”, ayrıca ölüm, bize hayli yakın bütün bunlar, her gün onlara
karşı kendimizi savunmakla yaşamdan öylesine dışlanmıştır ki, onları
kavramamızı sağlayacak duyu organlarımız körelmiştir. Hele Tanrıyla ilişki
konusunda haydi haydi böyle bir durum söz konusudur. Ne var ki, “açıklanamaz”
karşısında duyulan korku bireylerin yaşamını yoksullaştırdığı gibi, insanlar
arası ilişkileri de sınırlamış, adeta sonsuz olanaklar ırmağını yatağından
kaldırıp alarak kıyıdaki hiçbir şeyin yetişmediği çorak bir toprağa götürüp
bırakmıştır. (MEKTUPLAR, Wiesbaden
1950.Baskıya hazırlayan: Karl Altheim1. Cilt)
*
Yaşamımızı yöneten, dile
gelmez yasalardır hep. (Ruth Sieber-Rilke ile birlikte Rilke Arşivi. Frankfurt
am Main 1955 9. Cilt)
*
Ne kadar iyidir yaşam!
Ne kadar adil, rüşvete ne kadar kapalı, istem gücüyle, hatta cesur
davranışlarla olsun aldatılmaya gelmez! Nasıl da her şey olduğu gibi kalır
öylece ve insanın önünde her zaman bir tek seçenek varlığını sürdürür:
Kendini gerçekleştirmek
ya da kendini aşmak... (MEKTUPLAR,
Wiesbaden 1950.Baskıya hazırlayan: Karl Altheim1. Cilt)
*
Bize hepsinden uygun bir
ortam olarak yaşam içine getirilip konmuşuz. Ayrıca, binyıllar boyu gerçekleşip
duran uyum süreci sonunda bu yaşama öylesine benzer duruma gelmişiz ki,
yolumuzdan sapmaksızın ilerlemeye görelim, başarılı bir mimetizm (Taklitçilik,
öykünme (Ç. N.).sonucu çevremizi kuşatan nesnelerin hiçbirinden pek ayırt
edilir yanımız kalmayacak. İçinde yaşadığımız dünyaya güvensizlik duymamız için
bir neden yok, çünkü bize karşı değil bu dünya. İçerdiği birtakım korkular
varsa, bunlar yalnızca bizim kendi korkularımızdır; barındırdığı bazı uçurumlar
varsa, bizim kendi içimizdeki uçurumlardır bunlar. Kimi tehlikeleri içeriyorsa,
bizlere düşen, onları sevmeye çalışmaktır. Her zaman kolaydan kaçmamızı isteyen
o ilkeye göre yaşamımızı bir kez düzenledik mi, şimdi alabildiğine
yadırgadığımız şey, bize hepsinden aşina ve sadık nitelik kazanacaktır. Tüm
ulusların var oluş dönemlerinin başındaki o eski mitleri, son anda prenseslere
dönüşen o canavar masallarını nasıl unutabiliriz; yaşamımızda karşılaştığımız
bütün canavarlar belki prensestirler de bizi güzellik ve cesaret sahibi
görecekleri anı gözlemektedirler. Belki bizim korkunç gözüyle baktığımız ne
varsa, aslında bizden yardım bekleyen çaresiz varlıklardır. (MEKTUPLAR, Wiesbaden 1950.Baskıya hazırlayan: Karl
Altheim1. Cilt)
*
Yaşamdaki zenginlik ve
olanakları ne kadar bitip tükenmez düşünsek yine de azdır. Karşılaşılan hiçbir
olumsuzluk, hiçbir geri çevriliş, çekilen hiçbir sıkıntı yoktur ki, umut
kapısını yüzümüze düpedüz kapatsın. En olmayacak çalılığın bile yapraklarla
donanıp çiçeklerle bezendiği, meyveye durduğu görülür bir yerde. Ve bakarsınız
“takdiri ilahi”de bir böceğin varlığı öngörülmüştür, bu çalılığın çiçeklerinden
zenginlikler taşıyıp taşıyıp götürür; bir açlık öngörülmüştür ya da, bu
çalılığın meyvelerini öpüp başına koyar. Diyelim ki acıdır meyve, en azından
onu hayranlıkla seyredecek, ondan keyif alacak, çalılığın biçim ve renkleriyle
daha başka özelliklerini merakla inceleyecek bir göz bir yerde bulunacaktır.
Meyve yere mi düştü dalından, bolluk ve bereketin içine düşmüş olacak, vakti
saati geldiğinde dağılıp parçalanarak çalılığın eskisinden daha zenginleşip
renklenmesine, eskisinden daha çabuk ve daha gür büyümesine katkı yapacaktır.
(MEKTUPLAR, Wiesbaden 1950.Baskıya
hazırlayan: Karl Altheim 2. Cilt)
*
Duyularını dünyayla en
katıksız, en içten bir paylaşım doğrultusunda eğiten kişi, her şeye sonunda
kavuşmasın, olacak şey midir? (1921-1926 yıllarından mektuplar (Leipzig 1935)
*
Bir ağacın kökünün dallarında taşıdığı meyvelerden haberi olmasa
da, gerekli besiyi yine yollar, besleyip doyurur onları. (Ruth
Sieber-Rilke ile birlikte Rilke Arşivi. Frankfurt am Main 1955 10. Cilt)
*
Yaşadıkça, yaşamın dikte
ettirdiklerine katlanıp sonuna kadar kayda geçirmeyi daha da gerekli görüyorum;
bakarsın ancak son cümle, binbir çabayla öğrenilmeye çalışılıp kavranamamış ne
çok şey varsa tümünü eşsiz bir anlamla donatacak o küçük, o sıradan sözcüğü
içerecektir. Hem öbür dünya koşullarında, bizim için bu dünyada hazırlanmış
sona kadar yürüyüp yürümediğimize bakılmayacağını kim bilebilir? Sonra aşırı
yorgunluktan kaçıp soluğu öbür tarafta aldık mı, yeni işlerin bizi orada
beklemediğinin ve çağrılmadan apar topar öbür tarafa ayak atan bir ruhun asıl o
zaman başını mahcup önüne eğmeyeceğinin güvencesi yoktur. (MEKTUPLAR, Wiesbaden 1950.Baskıya hazırlayan: Karl
Altheim1. Cilt)
*
Nesneler üzerinde
giderek genişleyen halkalar halinde yaşıyorum yaşamımı en son halkaya
ulaşamayacağım belki yine de deneyeceğim. (Ruth Sieber-Rilke ile birlikte Rilke
Arşivi. Frankfurt am Main 1955 1. Cilt)
*
Ne olur insan doğadaki
acımasızlığını bahane ederek kendi acımasızlığını bağışlatmaya çalışmaktan
vazgeçebilse! Doğadaki en korkunç olayın bile bir masumiyet içinde
gerçekleştiği unutulur hep. Doğanın gözü, gerçekleştirdiği korkunç eyleme
bakmaz. Olup bitenle ayrı gayrı değildir doğa, en dehşet verici eyleminde bile
korur birlik ve bütünlüğünü; verimliliği, yüce kalpliliği söz konusu eylemin
içindedir. Korkunç eylem, deyim yerindeyse, bolluk ve bereketinin bir
dışavurumudur. Doğanın bilinci bütünselliğinde yatar. Her şeyi kapsayan bu
bütünsellik, acımasızlığı da içerir. Ama her şeyi kendisinde barındıramayan
insan korkunç bir eyleme, diyelim cinayete kalkıştı mı, bu eylemin karşıtını da
içermiş olacağından asla emin değildir. Dolayısıyla, kalkışacağı eylem hemen
yıkılıp gitmesine yol açacak, çünkü onu bütünle bağını koparmış, tek başına,
tek yönlü bir varlık durumuna sokacaktır. İyi insan, kesinlikle kararlı, güçlü
insan kötü’yü, belayı, felaketi, acıyı, ölümü karşıtlarından ayıramaz. Ama
bunlardan biri başına geldi mi ya da kendisi buna yol açtı mı, doğada felakete
uğrayan ya da istemeden buna yol açan birinden farklı olmayacaktır durumu;
yükseklerden dökülüp içine karışmasını önleyemeyeceği erimiş kar suyuyla şişip
kabaran çayın felakete yol açması gibi tıpkı. (1907-1914 yıllarından mektuplar
(Leipzig 1933)
*
Bir an önce yapılması
gereken tek şey, doğa’nın, gücün, ilerleme çabasının, aydınlığın safında
koşulsuz bir gönüllülükle yer almak ve kötü bir niyet beslemeksizin en önemsiz,
en gündelik işlerde bile ileriye yönelik etkinlik göstermektir. Kıvançla
gerçekleştireceğimiz her atılım, gözlerimizi henüz ufukta görünmemiş yarınlara
her çevirişimiz sonucunda şimdiki ve bir sonraki an’ı değiştirmekle kalmaz,
içimizdeki geçmişi de yeniden yaratıp değiştirir, onu yeniden varlığımızın
dokusuna katar, acı denen o yabancı nesneyi içimizde çözüp eritiriz. Acının
nelerden oluştuğunu, bir kez içimizde çözünüp eridi mi, belki kanımıza ne çok
yaşam dürtüsü ileteceğini bilemeyiz çünkü. (MEKTUPLAR, Wiesbaden 1950.Baskıya hazırlayan: Karl
Altheim 2. Cilt)
*
Bütün ödevlerin ödevi,
küçük şeyleri büyük şeylere dönüştürmek, görünmeyeni görünür kılmak, bir toz
zerresini o türlü göstermektir ki, bütün’ün bir parçası olduğu, aynı zamanda
yıldızları ve kendisinin de içinde sımsıkı yer aldığı göklerin derin ilişkiler
ağını görmeden farkına varılamayacağı anlaşılabilsin. (Sidonie Nadhorny von Borutin’e
yazılan mektuplar. Baskıya hazırlayan: Bernhard Blume. Frankfurt am Main 1973.)
*
Bir şeyin dirimsellik
kazanıp kazanamayacağı büyük büyük düşüncelere değil, bunlardan pratikte günlük
bir uğraş, insanda sonuna kadar sürüp gidecek bir etkinlik yaratılıp
yaratılamayacağına bağlıdır. (Ruth Sieber-Rilke ile birlikte Rilke Arşivi.
Frankfurt am Main 1955 9. Cilt)
Yaşantıyı aramaya
çıkanlar ne kötü durumdadır; böyleleri en baştaki bir yaşantıyla, daha sonra
bir üçüncüsü, bir dördüncüsüyle başa çıkamamış, onları içlerinde çözüp eriterek
kendilerine mal edememiştir. Bu yüzden, boylarından büyük yaşantı peşinde koşup
dururlar hep. Avlanmaya çıkmış avcılar olarak kalmaları, avlayacakları avı bir
türlü ele geçiremeyişleri Tanrının kendilerine bir lütfudur. (Nanny
Wunderly-Volkart’a yazılan mektuplar. Baskıya hazırlayan: Ratus Luck. Frankfurt
am Main 1977..)
rı doğayı tüm istem
güçleriyle yeniden ele geçirmeye uğraşırlar. Bu sonuncuların sanatçı oldukları
anlaşılmayacak gibi değildir, yazar ya da ressam, besteci ya da mimardır
bunlar, aslında yalnız kişilerdir, doğaya yönelmekle kalıcı olanı geçici olana,
temelde yasal olanı geçici bir yasallığa dayanana üstün tutarlar; kendileriyle
paylaşıma razı edemedikleri doğayı anlayarak onu büyük ilişkiler ağının bir
yerine yerleştirmeyi kendilerine iş bilirler. Bu tek tük yalnızların
çabasıyladır ki, bütün insanlık doğaya yaklaşır. Sanatın en son, belki de
kendine en özgü işlevi insan ve doğanın, kişi ve dünyanın yüz yüze geldiği,
birbiriyle buluştuğu ortamı yaratmaktır. Gerçekte yan yana, ama birbirinden pek
habersiz, yaşamlarını sürdürür ikisi de ve resimde, mimaride, senfonide, tek
kelimeyle sanatta adeta tanrısal, yüce bir doğru’da bir araya gelir, birbirinin
varlık nedenini oluşturur, bütünler birbirini, sanat yapıtının özü sayılan o
kusursuz birlikteliğin doğmasını sağlar.
Bu açıdan bakıldığında,
sanki bütün sanatların konu ve amacının bireyle evren arasında sağlanacak
dengede yattığı görülür. Adeta bir yücelişin gerçekleştiği bu an, bu
sanatsal-önemli an terazinin her iki kefesinin denge durumunda bulunduğu andır.
(Ruth Sieber-Rilke ile birlikte Rilke Arşivi. Frankfurt am Main 1955 9. Cilt)
*
Büyük sanat yapıtlarının
kotarıldığı alabildiğine derinliklerdeki o ulaşılmaz köşe, her insan doğasında
vardır; ancak gizlidir bu köşe. Sanat yapıtlarıysa, kilisede nefeslerin
tutulduğu bir sessizlikte kutsanmış ekmeğin cemaate gösterildiği altın ve gümüş
kakmalı kap gibi tutup havaya kaldırır onu. Yine bu köşe dağınıklık içindedir
ve neredeyse yitiktir. Sanat yapıtları dağınıklıktan kurtarıp toparlar onu, bir
daha kaybolmayacak gibi saklayıp korur ve büyük olanı, ruhsal açıdan gerekli ve
sonsuz olanı, gözle algılanamayacak yerde bile tanımak, ancak külkedisi gibi
çalışarak ele geçirilebilecek yerde bile onu ele geçirmek, gelişimimizin
izleyeceği ve bunun için önüne çıkacak binlerce engeli aşmak zorunda kalacağı
çetin ve çileli yoldur. Yaşam, kimsenin gözünün yaşına bakmaz, masaldaki o kötü
kalpli kraliçe gibi bir üvey anne davranışıyla karşısına dikilir insanın. Ne
var ki, sabır gösterip doğru yoldan sapmaksızın çaba harcayana gereğinden ağır
gelecek bu işi onun için yapıp çıkaracak hamarat güçleri de kendisinde
barındırır. (Sidonie Nadhorny von Borutin’e yazılan mektuplar. Baskıya
hazırlayan: Bernhard Blume. Frankfurt am Main 1973.)
*
Huzur içinde etkinlik
gösteren, bir şeyler yaratıp ortaya koyan insanla kutsal ve köklü bir uğraş
peşinde koşan doğa arasında dile pek getirilemeyen bir ilişki vardır
kesinlikle.
İnsan pek çok şeyi yıkıp
yok eder, bir şeyi onarıp sağaltma gücü bağışlanmamıştır kendisine. Oysa doğa
kusursuz bir sağaltım gücüyle donatılmıştır. Yeter ki gizleri ele geçirilmeye
çalışılmasın ya da etkinliğine ket vurulmak istenmesin. (Ruth Sieber-Rilke ile
birlikte Rilke Arşivi. Frankfurt am Main 1955 10. Cilt)
*
Çokluk bir dış
müdahaledeki hoyratlığın, incelikten yoksunluğun, dışarıdan açıkça rahatı
kaçıracak bir olumsuzluğun içimizde yeni bir düzenin kurulmasını sağlaması,
bana hâlâ yaşamın alabildiğine şaşılacak bir mucizesi gibi görünüyor. Kötü’yü
iyi’ye yorması, daha doğrusu dönüştürmesi yaşam gücünün eşsiz bir başarısıdır;
böyle bir sihirbazlığı içermese hepimiz kötü kişiler olup çıkardık; çünkü kötü
herkesin yanma sokulabilir, bir yol bulup girebilir herkesin içine. Her insanın
kötü olduğu bir anını yakalayabiliriz. Önemli olan, bulunulduğu yerde
durmamaktır, yaşamanın budur gizi. Kötü kadar kalıcılıktan yoksun bir başka şey
gösterilemez. Bu yüzden, bir kimsenin kötü olduğunu aklından geçirmesi
gereksizdir, yerinden şöyle biraz kı-pırdamaya görsün, kötü’nün elinden yakasını
kurtaracaktır. (Ruth Sieber-Rilke ile birlikte Rilke Arşivi. Frankfurt am Main
1955 10. Cilt)
*
Şunu kesinlikle
biliyorum ki, en kötü şey bile, çaresizlik bile bolluktan, yaşantılardaki
birikimin zorlamasından başka şey değildir. Kalbin tek bir kararı onu tersine
dönüştürmeye yeter. Belli bir durum ağır ve katlanılmaz nitelik kazandı mı, bir
değişimin arifesinde bulunuyoruz demektir.
(Ruth Sieber-Rilke ile
birlikte Rilke Arşivi. Frankfurt am Main 1955 11. Cilt)
*
Yaşam değişimdir, iyi
de, kötü de içindedir bu değişimin, dolayısıyla aradan bir süre geçip yaşanan
bir olayın yerini, atmosferini ve kendine özgü dünyasını ister unutmuş, ister
unutmamış olsun, her olup biten şeye bir daha dönüp gelmeyecek gözüyle bakan
kişinin bu davranışı yerinde bir davranıştır. Yeter ki iyi de, kötü de
yaşamının orta yerinde olup bitsin, o zaman endişelenmesine yol açacak bir şey
kalmayacak, çünkü her an yaşanacak yeni bir şey bulacaktır önünde, her
defasında da önemli bir şey olacaktır bu: Olup bitenleri önemli kılmada paylaşımımız
işte öylesine büyük rol oynar, bu tutumumuzu duyumsamaya görsün, nesneler
derlenip toparlanır, bizim yaklaşımımıza ayak uydurmaktan geri kalmaz,
ellerinden geleni yapıp varlıklarının en yüce aşamasına çıkmaya çalışır; ve o
zaman her yeni’de eski tümüyle sürdürür yaşamını, ancak öncekinden bir başka
türlü ve pek çok bakımdan zenginleşmiş. (Sidonie Nadhorny von Borutin’e yazılan
mektuplar. Baskıya hazırlayan: Bernhard Blume. Frankfurt am Main 1973.)
*
Dünya görüşü olayları
devingenlikten alıkoyar, yaşam duygusu ise onları devingen durumda tutar; olup
bitenlerle derinliğine ve özlem yüklü bir paylaşım içinde bulunur, en güzel
değişimlere kadar eşlik eder onlara. Dünya görüşü bir sondur, huzur arayan
yaşlı, küskün insanlara göredir, saptamalar, düzenlemeler ve belirlemeler
peşinde koşan son istektir. Oysa yaşam duygusu bir ilk arzuya ve ilk sevdaya
benzer. (Ruth Sieber-Rilke ile birlikte Rilke Arşivi. Frankfurt am Main 1955
10. Cilt)
*
Kimsenin sultası altına
almaya gücü yetmediğinden, yaşam kirlenmeden kalır. (Ruth Sieber-Rilke ile
birlikte Rilke Arşivi. Frankfurt am Main 1955 2. Cilt)
*
Yasalarına aykırı
davrandığımız yaşam, sonradan bir tehdit olarak dönüp gelir bize. (Ruth
Sieber-Rilke ile birlikte Rilke Arşivi. Frankfurt am Main 1955 3. Cilt)
*
Doğaya, doğadaki
ilkel’e, gözle pek algılanamayacak kadar küçük bir şeye güvenle sarılın yeter
ki, onun bir anda büyüyüp ölçüye sığmayacak boyutlara ulaştığını göreceksiniz.
Fazla bir değer taşımayan’a sevgiyle yaklaşmaya, hizmetine soyunmuş biri
davranışıyla güvenini kazanmaya çalışın yeter ki, her şey sizin için
kolaylaşacak, daha tutarlı ve bir şekilde daha uzlaşmacı nitelik kazanacaktır.
Şaşkınlık içinde geride kalıp değişim sürecine ayak uyduramayan usunuzda değil
belki, ama içinizin alabildiğine derinliklerinde yatan bilincinizde
gerçekleşecektir bu. Uyanık-olmak ve bilmek. (MEKTUPLAR, Wiesbaden 1950.Baskıya hazırlayan: Karl
Altheim1. Cilt)
*
Doğayla titiz ve köklü
biçimde ilgilenmek, insana daha olumlu, daha adil biri gözüyle bakmayı öğretti.
İnsan küçüldü, dünyanın merkezi olmaktan çıktı; bir yandan da eskisinden daha
çok büyüdü, doğaya bakar gibi insana bakmaya başlandı çünkü, insan artık bir
ağaçtan değerli değildi; bir yandan da çok daha değerliydi, ağacın değeri çok
büyüktü çünkü. (Ruth Sieber-Rilke ile birlikte Rilke Arşivi. Frankfurt am Main
1955 9. Cilt)
*
Tüm nesneler üzerinde
belli yasaların varlığını, bunların gerektiğinde seslerini duyurmayı asla
unutmayacaklarını, elimizden bir taş, bir kalem yere düşmeye görsün, hemen
etkin duruma geçip varlıklarını açığa vuracaklarım sık sık anımsamak her zaman
olumlu bir davranıştır. Dolayısıyla, tüm yanılgılarımız, her durumda bizi
egemenliği altında bulunduran yasallığı tanımaya yanaşmayışımızdan
kaynaklanıyor. Çözüm, dikkati elden bırakmamak, kendimizi toparlamaktır; bu,
bizi sessiz sedasız olaylar zinciri içinde belli bir yere konuşlandıracak ve
irademize o tahterevalli gibi inip kalkan dengesini yeniden kazandıracaktır.
(Erken dönem, 1899-1902 yıllarından mektup ve günlükler (Leipzig 1931)
*
Şimdiye kadar devinim
konusundaki pek çok kavrama ilişkin düşüncemizi değiştirmek zorunda kaldık.
Bunun gibi, yazgı dediğimiz şeyin dışarıdan gelip içimize girmediğini, tersine
içimizden çıktığını da giderek öğrenmemiz gerekiyor. İçlerinde yaşarken
yazgılarını özümseyip onu değiştirme eylemini gerçekleştiremediklerinden pek
çok kişi içlerinden dışarı çıkan şeyin ne olduğunu bir türlü kavrayamamıştır.
Bunu kendilerine öylesine yabancı bilmişlerdir ki, o karanlık korkularını
yaşarken yazgılarının dışarıdan gelip içlerine girdiğini sanmışlar, daha önce
içlerinde benzer bir şeyle karşılaşmadıklarını ısrarla açığa vurmuşlardır.
Nasıl ki güneşin devinimi konusunda hayli zaman yanlış bir görüş
savunulagelmişse, yazgı denen şeyin devinimi konusunda da hâlâ bir yanılgı
sürdürüyor varlığını. (MEKTUPLAR,
Wiesbaden 1950.Baskıya hazırlayan: Karl Altheim1. Cilt)
Düş yaşamın bir
parçasıdır. (Ruth Sieber-Rilke ile birlikte Rilke Arşivi. Frankfurt am Main
1955 3. Cilt)
*
Uykunun koruması altında
düşte çokluk öyle şeyler gerçekleşir ki, doğal olarak değişik duygu alanlarında
karşılaşılacak şeylerdir, aslında tümü de ayrı ayrı sahnelerde yer alabilir
ancak. Ne var ki, düşte hepsi için bir tek sahne söz konusudur, bir duygu düşte
açılıp genişler, gökyüzüne dönüşür adeta ve düş atmosferinde istedikleri kadar
yadırgatıcı, istedikleri kadar yitik görünsünler, düşteki bütün o değişik
olaylar üstüne bazen açık bir kubbe gibi kapanır. (Ruth Sieber-Rilke ile
birlikte Rilke Arşivi. Frankfurt am Main 1955 10. Cilt)
*
Düşte olup biten ne
varsa, daha önce içimizde olup bitmiştir. (Ruth Sieber-Rilke ile birlikte Rilke
Arşivi. Frankfurt am Main 1955 3. Cilt)
*
Gerçek her zaman bizim
kafamıza tasarladığımızdan daha fazla bir şeydir, hatta onu ne kadar küçültmek
zorunluğunu hissetsek de yine bir şey değişmez, her zaman dünyadır gerçek ve
her zaman bizden daha ileridedir. (Ruth Sieber-Rilke ile birlikte Rilke Arşivi.
Frankfurt am Main 1955 10. Cilt)
*
Hayır, hayır, dünyadaki
hiçbir şeyi tasarlayanlayız kafamızda, en küçük şeyi bile. Her şey öylesine çok
ayrıntıdan oluşmuştur ki, başını sonunu göremeyiz. Tasarım sırasında söz konusu
ayrıntılar üzerinden atlayıp geçer, eksikliklerinin bilincine varmayız. Oysa
gerçek acele nedir bilmez ve anlatılamayacak kadar çok ayrıntıyı içerir. (Ruth
Sieber-Rilke ile birlikte Rilke Arşivi. Frankfurt am Main 1955 10. Cilt)
*
Pek çok insan, ondan da
çok surat vardır, her birinin birden çok suratı vardır çünkü. Bazıları bir
suratı yıllar yılı taşır. Elbet zamanla yıpranır surat, kirlenir; katlar,
kırışıklar oluşur üzerinde, gezilerde ellere geçirilen eldivenler gibi
bollaşır. Tutumlu, sıradan kişilerdir sahipleri, eskiyen suratlarını
yenileriyle değiştirmeyi düşünmez, temizlemeye bile vermezler. Nesi varmış
bunun derler hep, kim onlara bunun tersini kanıtlayabilir. Madem her birinin
birden çok suratı vardır, ötekileri ne yaparlar peki diye sorulabilir. Onları
bir kenara kaldırır, ileride çocukları kullansın isterler. Ama köpeklerinin de
bu suratla dolaştıkları görülür.
Daha başka kimseler de
vardır, akıl almaz bir çabuklukla suratlarının birini çıkarıp birini takar,
surat eskitip dururlar. İlkin suratları ölünceye kadar kendilerine yetecek
sanırlar, ama henüz kırkına vardıklarında bakarlar ki son suratlarıdır
ellerindeki. Kuşkusuz bu, hiç istenen bir şey değildir. Böyleleri suratlarını
kollayıp gözetmeye alamamışlardır. Ellerindeki son surat da bir hafta içinde
eskir, delikler oluşur üzerinde, kağıt gibi incelir, giderek altındaki astar,
yüzlükten çıkmış yüz gözükür ve bununla dolaşıp dururlar ortalıkta. (Ruth
Sieber-Rilke ile birlikte Rilke Arşivi. Frankfurt am Main 1955 11. Cilt)
*
Yeter ki gereken
ciddilikle ve köklü bir şekilde yapılsın, küçük bir alana ilişkin hemen bütün
gözlemlere, pek büyük olan’ı gösteren simgeler, küçük küçük binlercesi bir
araya gelmiş kapsamlı olay ve ilişkilerin anlatımında yararlanılan metaforlar
gözüyle bakılabilir. (Erken dönem, 1899-1902 yıllarından mektup ve günlükler
(Leipzig 1931)
*
Pek çok kişi... içinde
sonu gelmeyen bir protesto, ortalıkta dolaşıp durur; bu yüzden acayiplikleri
ciddiye alınmayan küskün, bildiğini okuyan kişilerden daha çok değer
taşımazlar. Önemli olan, böyle bir protestonun gerçeklik taşıyıp toplumda kabul
görmüş öbür gerçek karşısında tutunup tutunamadığı, onu dengeleyecek gücü
içerip içermediği, hatta doruk noktalarında ondan daha inandırıcı nitelik
taşıyıp taşımadığıdır. Dünya tarihi böyle protestolarla dolup taşar, tek
kişilerin başkaldırılarına sanla sanla çıkar yukarı. Öte yandan (Franziscus’un
dediği gibi) keşiş yaşamı da böyle bir protestodur, başkalarınca benimsenmiş
gerçeğe dokunmadan ikinci bir gerçeği kurma amacı güder. Yani karşımızda bir
yaşam vardır, duvarlarla çevrilmiş ve bu duvarlar dışına taşmaktan el
çekmiştir. İçe dönük bir yaşam sürdürülür duvarlar gerisinde. Böyle bir yaşamın
temelinde can ve gönülden sürdürülen masum bir çalışma yer alır ve iyi olan,
büyük olan her şey bu yaşamdan çıkıp gelir kendiliğinden: Çaba, neşe,
teslimiyet ve son olarak kimsenin bilinçli istemediği bir sanat. Bir sanat ki,
diğer şeylerden ayırt edilemez; çünkü çiçeklenmeye görsün, bu yaşamın
kendisinden başka bir şey olmadığı anlaşılır. (Ruth Sieber-Rilke ile birlikte
Rilke Arşivi. Frankfurt am Main 1955 9. Cilt)
*
Bir kez var olmaya
görsün, iyi olan hiçbir şey baskılanıp yok edilemez; kendiliğinden gerçek dünyada
yerini alır, bir ağaç gibi tıpkı: İyi vardır bir kez ve çiçek açar ve meyveye
durur. (Ruth Sieber-Rilke ile birlikte Rilke Arşivi. Frankfurt am Main 1955 10.
Cilt)
*
Yavaş olan şey, çok
vakit en hızlı olandır, yani kendisini yavaş diye nitelememiz ölçüye
gelmeyişindedir. (Ruth Sieber-Rilke ile birlikte Rilke Arşivi. Frankfurt am
Main 1955 11. Cilt)
*
Bizlerden daha yavaş yok
olup giden, yani aslında bi-zimkinden daha farklı bir zaman ölçümleri olan
nesnelerin her vakit bize bakmayan yüzleriyle bir başka yere, daha önce
yaşadıkları geçmişe ya da ileride yaşayacakları geleceğe dönük oldukları
giderek anlaşılacaktır. (Ruth Sieber-Rilke ile birlikte Rilke Arşivi. Frankfurt
am Main 1955 10. Cilt)
*
Büyük nasıl büyükse,
küçük de öyle küçüktür. Yeryüzünde dünya durdukça duracak bir güzellikle
karşılaşmayacağımız yer yoktur ve bu güzellik küçük ya da büyük tüm nesnelere
eşit ölçüde dağıtılmıştır, çünkü dünya yüzünde adaletsizlik diye bir şey söz
konusu değildir. (Nanny Wunderly-Volkart’a yazılan mektuplar. Baskıya
hazırlayan: Ratus Luck. Frankfurt am Main 1977..)
*
Güzel ve korkunç
arasında gizli ilişkiler vardır, gülen yaşam ve her gün karşılaşılabilecek
yakın ölüm gibi belli bir noktada bütünlerler birbirlerini. (Ruth Sieber-Rilke
ile birlikte Rilke Arşivi. Frankfurt am Main 1955 8. Cilt)
*
Güzel, bizim
katlanabileceğimiz sınırı aşmayan korkunç’un başlangıcıdır yalnızca; güzel’e
böyle hayranlıkla kucak açmamız, yüce gönüllü bir davranışla bizi yok etmeye
tenezzül etmeyişindendir. (Ruth Sieber-Rilke ile birlikte Rilke Arşivi.
Frankfurt am Main 1955 2. Cilt)
Başlamak
kadar güzel bir şey var mıdır?
O
ilk “Ol” buyruğu gibi her “Ol” sözcüğü kutsaldır. (Ruth
Sieber-Rilke ile birlikte Rilke Arşivi. Frankfurt am Main 1955 6. Cilt)
*
Çocuklar ilerlemenin
kendisidir çocuğa güveniniz. (Ruth Sieber-Rilke ile birlikte Rilke Arşivi.
Frankfurt am Main 1955 10. Cilt)
*
Özgür çocuklar
yetiştirmek, yüzyılımıza düşen en soylu görevdir. (Ruth Sieber-Rilke ile
birlikte Rilke Arşivi. Frankfurt am Main 1955 10. Cilt)
*
Günümüz koşullarında
şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, gerek iyi, gerek kötü anne-babalar, gerek
iyi, gerek kötü okullar çocuklara haksızlık eder hep. Çocuğu hiç tanımaz, çocuk
karşısında erişkinlerde rastlanan yanlış bir varsayımdan yola koyulur, belli
anlarda kendilerini onlarla eşit ve aynı düzeyde görmek en yüce insan çabasını
oluşturacakken, çocuklardan üstün oldukları varsayımıyla onlara davranıp
dururlar. (Ruth Sieber-Rilke ile birlikte Rilke Arşivi. Frankfurt am Main 1955
10. Cilt)
*
Her çocuğun dünyaya
gelirken kendisine çekirdek halinde bağışlanan bir kişiliği de beraberinde
getirdiğini gören ve bu kişiliği saygıyla karşılayan anne-babalar bile,
çocuklarını ileride bir baltaya sap olacak gibi yetiştirmeye çaba harcar, bu
davranışlarıyla çocukların belli bir yöne yöneltilmeyi değil, beslenip
doyurulmayı gereksinen yaşamlarına karşı suç işlemiş olurlar. (Ruth
Sieber-Rilke ile birlikte Rilke Arşivi. Frankfurt am Main 1955 10. Cilt)
*
Yeniden başlamalar
giderek zorlaşıyor. Ancak, yeni başlayan biri olmanın bence alabildiğine büyük
mutluluğu yanında başlamanın korkusu küçük kalır. (1902-1906 yıllarından
mektuplar (Leipzig 1930)
*
Anne-babalarla çocuklar
arasında hiç eksik olmayan ça-tışmalara, anlaşmazlıklara, onları büyütecek yeni
malzemeyle yaklaşmaktan kaçınınız! Çocukların pek çok gücünün boşa gitmesine
neden olur bu anlaşmazlıklar, çocuklarını anlamasalar bile anne-babaların
onları sarıp sarmalayan sevgisini yer bitirir. Anne-babalardan çocuklarına
verecekleri yerinde bir öğüt, çocuklarına gösterecekleri bir anlayış
beklemeyin, ama onların bir miras gibi içlerinde taşıdıkları sevgiye, bu
sevgideki güce ve onun içerdiği mutluluğa güvenin! (MEKTUPLAR, Wiesbaden 1950.Baskıya hazırlayan: Karl
Altheim1. Cilt)
*
Her şeyden bağımsız tek
ülkedir çocukluk, içinde kralları barındıran biricik ülkedir. Bu ülkeye sırt
çevirip de bir sürgün hayatı yaşamak niye? Ne diye bu ülkede yaşlanıp olgun bir
insan düzeyine erişilmek istenmez? Başkalarının inandıklarına inanmak niye? O
ilk çocukluk günlerinin güvenli ortamında yaşarken inanılan şeylerden daha mı
çok “doğru” saklıdır başkalarının inandıklarında. Hâlâ anımsarım... Her nesne
özel bir anlam taşırdı çocukluğumda ve çevremdeki nesneler sayılamayacak kadar
çoktu. Hiçbiri de ötekilerden değerli değildi. Tüm nesneler üzerinde adalet
egemendi. Sanki bu konuda büyüklerden çok daha fazla şey bilirdi çocuklar.
(Ruth Sieber-Rilke ile birlikte Rilke Arşivi. Frankfurt am Main 1955 7. Cilt)
*
Yaşam henüz bir
büyüselliği içeriyor. Yüzlerce yerde yaradılışın ilk günleri yaşanmakta.
Hayranlıkla önünde diz çökmeyen hiç kimsenin elini dokunduramayacağı katıksız
saf güçlerin bir oyunu. (Ruth Sieber-Rilke ile birlikte Rilke Arşivi. Frankfurt
am Main 1955 2. Cilt)
*
Bir kesinlik vardır
doğada, rastlantılara yer yoktur. Düşen her yaprak düşüşüyle dünyanın en zorlu
yasalarından birini yerine getirir. Bu yasallık dur durak bilmez, sessiz
sedasız gerçekleşir her an, genç insanlar için dünyayı işte öylesine ilginç
kılar. Gençlerin aradığı da bundan başka bir şey değildir. Çaresiz kalıp yardım
gereksindiklerinde başvuracakları bilge, gelişim süreçlerine burnunu sokmadan
edemeyen, onları tartaklayarak ruhlarının billurlaşmasını sekteye uğratan biri
olmaz asla; aradıkları yalnızca bir örnektir. Bir yaşam görmek isterler yanı
başlarında, üstlerinde, çevrelerinde, kendileriyle ilgilenmeksizin sürüp giden
bir yaşam... Derken doğaya yönelirler; doğayı arayarak, kendilerini arayıp
bulmaya çalışırlar. (Ruth Sieber-Rilke ile birlikte Rilke Arşivi. Frankfurt am
Main 1955 10. Cilt)
*
Bana öyle geliyor ki,
sanki biz erişkinler özgürlüğün söz konusu olmadığı bir dünyada yaşıyoruz.
Özgürlük giderek güçlenen, insan ruhuyla birlik bütünlük içinde değişen,
zamanla gelişip büyüyen bir yasadır. Yasalarımız artık bizim olmaktan çıkmış durumda.
Onları alıkoyduk yolundan, oysa yaşam akışını sürdürdü. Kendimizi tutup
ilerlemekten alıkoyduk, cimrilikten, açgözlülükten, kişisel çıkarımızı
düşündüğümüzden, en çok da korkudan... Şimdi de elimizde taştan yasalar var,
sıkıntımız da işte buradan kaynaklanıyor.
Güçlü olan haklıdır
mantığıyla bizim kendimiz için geçerli çözümleri önlerine çıkarmasak, hazırda
bir çözüm bulamayıp gereken çözümleri kendileri üretmek zorunda kalsalar,
çocuklarımız bunu başaracak güçte değiller midir? Ödev ve neşe (okul ve yaşam),
yasa ve özgürlük arasındaki o eski çatlağı ruhlarına yerleştirip daha da
büyütmekten sakınsak, çocuklarımız bu dünyada sağlıklı büyüyüp yetişmeyecekler
midir? (Ruth Sieber-Rilke ile birlikte Rilke Arşivi. Frankfurt am Main 1955 10.
Cilt)
*
Çocukluğuma yeniden
kavuşabilmek için dualar ettim, o da yeniden çıkıp geldi. İçimde öyle bir his
var ki, çocukluğum bir zamanki çetinliğini yine barındırıyor kendisinde,
yaşlanmış olmam bu konuda işe yaramadı. (Ruth Sieber-Rilke ile birlikte Rilke
Arşivi. Frankfurt am Main 1955 11. Cilt)
*
Ben yaşlılığa
inanıyorum, sevgili dostum. Çalışmak ve yaşlanmak, işte yaşamın bizlerden
beklediği. Günün bitiminde ihtiyarlamak, ama her şeyi anlamaktan hâlâ çok uzak
bulunmak, öyleyken yeniden işe koyulmak, öyleyken sevmek, öyleyken sezgilere
açık olmak ve yıldızlara varıncaya kadar uzakta yer alan ve dile gelmeyen ne
varsa, tümüyle ilişki içinde yaşamak. (1902-1906 yıllarından mektuplar (Leipzig
1930)
*
Çocuklarında yalnızlığa
karşı en küçük bir eğilim sezin-lemesinler, bir korkudur alıyor anne-babaları.
(Ruth Sieber-Rilke ile birlikte Rilke Arşivi. Frankfurt am Main 1955 10. Cilt)
Kendi yaşamımız gibi
çocuklarınkine de haklı olarak sürdürdükleri bağımsız bir yaşam gözüyle bakmalı
ve onu saygıyla karşılamalıyız. Bu yapıldı mı, başka şeye gerek kal-maksızın
bir başka türlü okul, sınav ve yarışmaların yer almadığı, hayatı gözden
kaçırmayan ve sürekli ona doğru ilerleyen değişik bir okul kendiliğinden doğup
çıkacaktır. Ve böyle bir okul akla gelebilen biricik, çocuklara köstek değil
destek olan, çocukların kişiliklerini daha tohum aşamasındayken boğup atmayan,
her birine varlığının en içsel isteklerini gerçekleştirme yolunu açan tek ve
biricik okul olacaktır. (Ruth Sieber-Rilke ile birlikte Rilke Arşivi. Frankfurt
am Main 1955 10. Cilt)
*
Öğretmene düşen,
kendisine emanet edilmiş çocuk topluluğundan birbirinden farklı pek çok çocuk
yetiştirmektir. Alışılmış ve yaygın yolu izleyip tüm öğrencilerini tek tip
insan olarak eğitmekle karşılaştırıldığında, içlerinde ikilik yaratıp onları
birbiriyle boğuşan iki insana dönüştürmek yanlışına düşmesi daha bağışlanabilir
bir davranıştır. (Erken dönem, 1899-1902 yıllarından mektup ve günlükler
(Leipzig 1931)
*
Çağın her zaman hayli
özlemini çektiği bir şey varsa, başkalarına benzemeyen büyük kişiliklerin
varlığıdır; çünkü gelecek, bu kişiliklerden yana olmuştur hep. Ne var ki
çocukta kişilik sesini duyurmasın, hor görülmüş, küçümsemeyle karşılanmış ya da
-ki çocuğu hepsinden çok üzen de bu olmuştur gülünüp geçilmiştir. Çocuklara
kendilerine özgü bir şeye sahip olamazlarmış gibi davranılmış, onları yaşatan
zenginlikler değersiz nesnelermiş gibi çekilip alınarak karşılığında ellerine
beylik nesneler tutuşturulmuştur. (Ruth Sieber-Rilke ile birlikte Rilke Arşivi.
Frankfurt am Main 1955 10. Cilt)
*
Günümüzdeki durumuyla
bütün eğitim sistemi, çocuklarla ardı arkası kesilmeyen bir savaştan oluşuyor;
bu savaşta iki taraf da hiç akla gelmeyecek araçlara başvurmakta. Okulun,
anne-babaların başlattığı bir eğitimi ileriye götürmekten, kişilik denen şeye
karşı sistemli bir savaşı gerçekleştirmekten başka şey yaptığı yok. Bireye,
bireyin istek ve özlemlerine yukarıdan bakmakta, onu kitle düzeyine indirgemeyi
görev bilmektedir. Büyük kişilerin yaşamöykülerini okuyunuz, ne olmuşlarsa hep
okula karşın olduklarını göreceksiniz. (Ruth Sieber-Rilke ile birlikte Rilke
Arşivi. Frankfurt am Main 1955 10. Cilt)
*
Büyük düşünceler
okullarda tüm dirimselliğini yitirip soyut ve sıkıcı nesnelere dönüşmüş, çünkü
eğitmek gibi bir amaç söz konusu düşünceler içine yerleştirilmeye
çalışılmıştır. “Genel eğitim” denen şey, baştan sona orantısız ölçüde büyüyüp
kişisellik dışı nitelik kazanan bilgi birikiminden başka şey değildir; bir
konuşma-el kitabı gibi cansız, onun gibi iç tutarlılıktan yoksundur. Okulda
çocuğa gereksindiği şey değil, onun hiç ilgi duymayacağı hazır sonuçlardan
belli bir porsiyon sunulmaktadır, o kadar. (Vasiyet. Baskıya hazırlayan: Ernst
Zinn. Frankfurt am Main 1975.)
*
İlkin bir kaşık yapayım
da derseniz, lapayı soğutursunuz; hayır, lapayı pişirmeden kaşığın nasıl
yapıldığını öğrenmeniz gerekir. (1902-1906 yıllarından mektuplar (Leipzig 1930)
*
Okulun öğrenciye
sunacağı tüm bilgi içtenlik ve cömertlikle, herhangi sınırlama ve çekinceden
uzak, belli bir amaç güdülmeksizin verilmelidir. Ve böyle bir şeyi
gerçekleştirecekler de, bu işe gönül vermiş kişiler olmalıdır. Bütün derslerde
yaşam konusu işlenmeli, yaşam bütün derslerde ortak bir konu gibi ele
alınmalıdır. (Ruth Sieber-Rilke ile birlikte Rilke Arşivi. Frankfurt am Main
1955 10. Cilt)
*
Günümüz koşullarında
kulağa ne kadar tuhaf gelirse gelsin, yaşamın okulda değişmesine
çalışılmalıdır. Yaşam bir yerde daha ileri bir düzeye erişecek, daha çok
enginlik ve derinlik kazanacak, daha insancıl niteliğe bürünecekse, bunun
yerinin okul olması gerekir. Sonraya kaldı mı değişik meslek ve yaşantılar
içinde katılaşır, başkalaşacak zaman bulamaz olur. (Ruth Sieber-Rilke ile
birlikte Rilke Arşivi. Frankfurt am Main 1955 10. Cilt)
Şiir bir seçim işidir.
Önemli tüm öğeler hazırlanıp bir araya getirildi mi, kitlesel manyetik gücüyle
öğelerden biri öbürünü çeker; derken kendiliğinden, yani kendine özgü yasalar
uyarınca hiçbir boşluğu içermeyen bütünsel yeni bir yapı doğup çıkar ortaya.
(Ruth Sieber-Rilke ile birlikte Rilke Arşivi. Frankfurt am Main 1955 9. Cilt)
*
Şairin gerçek, yüce
sanatıdır, ele aldığı temaları okuyucunun gözleri önüne öylesine canlı bir
şekilde çıkarır ki, okuyucu içinde yaşadığı zamanı ve tüm çevresini unutur
adeta, yalnızca bir sanat yapıtını duyumsamakla kalmaz, onun berrak doğallığı
karşısında sanat çıkar aklından, şiirde ele alınan temayı kendisi de yaşamaya
başlar. (Ruth Sieber-Rilke ile birlikte Rilke Arşivi. Frankfurt am Main 1955
10. Cilt)
*
Şairlerin, diyeceğim
gerçek şairlerin ayırıcı özelliği, yorgun düşmüş zavallı sözcüklerin ellerinde
yenilenip o vakte kadar asla kullanılmamış nitelik kazanmaları, el
sürülmemişlikleri içinde bir zenginliğe kavuşmalarıdır. (Ruth Sieber-Rilke ile
birlikte Rilke Arşivi. Frankfurt am Main 1955 10. Cilt)
*
Gerçeği aramak. Bu,
herkesten önce filozoflara düşen bir iş gibi görünmüyor mu? Platon’dan
Spinoza’ya, Kant’a ve Nietzsche’ye kadar bütün bilge kişiler her gün, hiç
şaşmaksızın bu yolda çaba harcamadılar mı? Filozoflarınkine karşılık şairin
etkinliğini, kısaca söylersek, daha çok güzellik arayışı diye tanımlamak
gerekmez mi? Öyle bir arayış ki, dünyayı dolaşıp durur, tek kişileri seçer hep,
büyük bir yakınmada ya da bir sevincin ritminde onları kullanır.
Nerdeyse durum böyle
görünüyor şu sıra. Ama biraz daha dikkatle bakıp felsefeyle, plastik ve sözel
sanat olmak üzere her iki alandaki gelişmeleri göz önüne aldık mı, Eski Yunan
dünyasındakine benzer bir güzellik kavramıyla ahlak kavramının çakıştığı,
günümüzde güzel ile gerçek arasında önceki dönemlerde görülmeyen birtakım
yakınlaşmaların söz konusu olduğu gibi tuhaf bir sonuçla karşılaşıyoruz. Bu
açıdan bakıldığında sanatta gerçekçilik, gerçeği yüceltip güzelliğe
dönüştürmeyi, bir başka deyişle ona sanatsal kimlik kazandırmayı amaçlayan
geçici bir denemeye benziyor. Deneme büyük ölçüde başarısızlıkla
sonuçlanmıştır; çünkü sanat tüm nesnelerin ardında, büyük ve ortak bir anne
gibi oturan yaşamımızın gerçeği yerine gündelik hayatın küçük ve önemsiz
gerçeklerine yönelmiştir... Gerçeğin şairi belki daha epey bir zaman
bilinmez’in şairi olarak kalacaktır. (Ruth Sieber-Rilke ile birlikte Rilke
Arşivi. Frankfurt am Main 1955 10. Cilt)
*
Şair dünyaları içinde
taşır; açlıktan ölüp gitse bile yine zengindir, o. (Ruth Sieber-Rilke ile
birlikte Rilke Arşivi. Frankfurt am Main 1955 10. Cilt)
*
Lirik şiir, alabildiğine
kişisel nitelikte sanatsal bir dışavurumdur ve ne kadar kişisel nitelik
taşırsa, sesini o kadar çok duyurabilir bize. Çünkü insan iç dünyasının en
mahrem derinliklerinde yeniden genel-insansal’a yaklaşır. Les extremes se
touchent (Ruth Sieber-Rilke ile birlikte
Rilke Arşivi. Frankfurt am Main 1955 10. Cilt)
*
Bireyin geçici olaylar
seli altında kendini tanıma’ya yönelik ilk denemelerinden, .günün gürültü
patırtısı içinde öz varlığının alabildiğine derinliklerine kulak vermeye
yönelik ilk çabalarından bu yana modern lirik şiirin varlığına tanık
olmaktayız. (Ruth Sieber-Rilke ile birlikte Rilke Arşivi. Frankfurt am Main
1955 10. Cilt)
*
Vakitsiz kaleme alınacak
şiirler pek bir değer taşımaz. Şiir yazmak için beklemek gerekir. Beklemek,
bütün bir yaşam, olabildiğince uzun bir yaşam boyu anlam ve değişik tatlar
derlemek gerekir. Ancak o zaman eli yüzü düzgün belki on dize yazılabilir.
Çünkü şiir herkesin sandığı gibi salt duygulardan oluşmaz (erken yaşta
yeterince duygu bulunur herkeste); şiiri oluşturan yaşantılardır. (Ruth
Sieber-Rilke ile birlikte Rilke Arşivi. Frankfurt am Main 1955 11. Cilt)
*
Doğrusu bu şiirlerin ne
anlam taşıdığını söyleyebilmek için, önce şiirlerin ne olduğunu bilmek
gerekiyor. Bu konuda da ilkin şunlar geliyor akla: Şiirleri oluşturan
düşünceler değil, şükran duygularının açığa vurulmasıdır. Duyulardan değil,
özlemlerden yola koyulur şiirler. Bir kır manzarası neden olmaz doğuşlarına,
dağların ve ağaçların, evlerin ve ocakların betimlemelerinde gerçekleşme
olanağı bulamazlar.
Asla gülünememiş bir
gülüştür şiirler ya da fazla açıkgözlerle asla ağlanamamış bir ağıttır. Ya da
bir tehlikedir anlamı kavranamamış, bir meyve olgunlaşmadan kalmış. Ya da bir
vadiyi anımsamadır ya da anımsamadır bir zaman görülmüş bir düşü, bir kuleyi ya
da, çocukken bir yerde karşılaşılmış. Ya da bir sevgidir şiirler bir kimse
bulunup armağan edilemeyen ya da yitirilmiş bir sevgidir, karanlık bir kalbin
içine düşürülmüş elden. Ya da bir inançtır içinde kuşkuların yeşermeye başladığı
ya da bir kuşkudur biraz fazla güçlenen ya da bir güç erginliğini kazanmış,
öyleyken ne yaşamda ne ölümde huzura kavuşamayan.
Ve daha pek çok ya da...
Buraya kadar
söylenenlerden sonra açıkça görülen bir şey varsa, kendilerinde hayata
gözlerini açacağı insanlar, başkalarıyla düşüp kalkarken sergiledikleri
alışılagelmiş davranışların yanında ve arkasında ifşa edilmemiş bir duygu
hâzinesini ellerinde bulunduran ve alabildiğine yalnızlık içinden bu duyguların
mutlu bir avarelikle, görkemli ve yabancı, yürüyüp gittiği kişilerdir ancak.
Şiirler kimsenin kendilerinden rahmet dilenmediği Tanrılara benzer, kaygı ve
tasalardan uzak, bahtiyar. Ama işte sabırsızlık, onları gün ışığına çıkarmaya
çağırır derken, bütün güzellikleriyle parıl-dayıp duran cennetlerinden çıkıp
gelerek rastgele kasvetli bir yalnızlıktan içeri ayak atmaları için yalvarıp
yakarır sabırsızlık... ve şiirler eşikte çıplaklıklarından utanıp sıkılır, bir
kır manzarasıyla örtünmek isterler ya da bir yaşantıyı bir mask gibi mimikleri
önünde tutmak isterler bu gizli prensler. Böylece olaylar ve imgeler arkasında
gizlenerek Tanrıdan korkan inançlı kişilerce ele geçirilmelerine izin verirler,
derinliklerden uzak kişilere yabancı, yaşam içindeki yerlerini alırlar. (Rainer Maria Rilke, Von Kunst und Leben (Sanat
ve Yaşam Üstüne), Insel Verlag, 2001.)
*
Gerçekten: Çocukluk bir
aynadır sanatı yansıtan. Gün gelip yeryüzünde var olacağı düşlenen güzellikten
bir parıltıdır. Bir sözveridir ileriye yönelik, kalbimizin bir kutsanışıdır. O
ilk adımlarımızı atarken Tanrı her şeyi isimleriyle bize tanıtır, bir
uyanıklığı içeren sözleri isimlerden daha değerlidir. Gülümser bize Tanrı ve
bizler nesnelere bakar, özlemini çektikleri ruhları görürüz, susar Tanrı, ve
bizler gümüşsü sessizliğin dokusundaki ipliklerden her birini hisseder,
duyarız. Tanrı konuştu mu, o zaman da sesi binlerce değişik tonda tüm çatlak ve
yarıklardan çıkar gelir kulaklarımıza. Hiçbir soru, Noel ağacı başındaki bir
öksüz çocuk gibi bir kenarda dikilip durmaz tek başına. Her nesneden sezgilerle
yüklü bir yanıt kaldırır uzaktan kollarını, küçük korkularımıza öpücükler
kondurur serin, tatlı ve bir beşik gibi kollarında sallayarak onları harikulade
bir uykuya daldırır.
Ve şaire yardım elini
uzatacak iki şeye dönersek, nesnelere bakmak, nesnelerin gözlerinin içine
bakmaktır bunlardan biri. Ve her birinin çocukluğumuzda bizler için taşıdığı
anlam üzerinde düşünüp taşınmaktır. Çocukluk günlerinde yaşanmış rastgele,
işitilmedik güçte bir korkuyla kıyaslayarak şimdi yaşadığımız bir korkunun
büyüklüğünü ölçüp belirlemek ve bir zaman yaşanmış mutlu bir duygudan
toparlanıp kendine gelmesi için sevince zaman tanımaktır, kökleri çevreleyen o
sıcak karanlık dışında bir başka karanlığı sevmemek. Şimdi yaşanacak bir
sevgiyi, zavallı nesnelere karşı gönlümüzde bir zaman yaşattığımız o ilk
duyarlıkla karşılaştırmak. Duyacağımız her eğilimi çocuklukta bir bebeğe ya da
bir el topuna gösterilmiş olduğunu anımsayarak horlamak ve her özlemi
çocuklukta tümüyle Tanrıya gösterildiği duygusuyla yüceltmek... (Rainer Maria Rilke,
Von Kunst und Leben (Sanat ve Yaşam Üstüne), Insel Verlag, 2001.)
Her yeni gün yaşama bir
başlangıçtır. Ve her yaşam sonsuzluğa başlangıç. (Erken dönem, 1899-1902
yıllarından mektup ve günlükler (Leipzig 1931)
*
Zaman kadar değerden
yoksun bir şey yoktur. (Sidonie Nadhorny von Borutin’e yazılan mektuplar.
Baskıya hazırlayan: Bernhard Blume. Frankfurt am Main 1973.)
*Her geçen günün bir
anlamı olmalı ve bu anlamı rast-lantılardan değil, benim kendimden almalıdır.
(Erken dönem, 1899-1902 yıllarından mektup ve günlükler (Leipzig 1931)
*
Zamanın safında dağılıp
gider her şey. Ancak zamana karşı çıkarak bundan kurtulur. (Ruth Sieber-Rilke
ile birlikte Rilke Arşivi. Frankfurt am Main 1955 12. Cilt)
*
Geçmişten bize kalan,
sevgiyle kucak açtığımız şeylerdir ancak. Oysa biz, tüm yaşantılarımız bizde
kalsın isteriz. (Ruth Sieber-Rilke ile birlikte Rilke Arşivi. Frankfurt am Main
1955 11. Cilt)
*
Geçmiş
diye bir şeyden söz eden yalan söyler. (Ruth Sieber-Rilke ile
birlikte Rilke Arşivi. Frankfurt am Main 1955 11. Cilt)
*
Başkaları bizi
gelenekten ne kadar uzak tutmaya, onunla aramıza ne kadar bir sınır çekmeye
çalışırsa, bizim için insanlığın alabildiğine uzak bir geçmişteki geleneklerine
açık olmak ve bu konuda yol gösterici rolünü oynayabilmek o kadar kesin önem
taşır. (MEKTUPLAR, Wiesbaden
1950.Baskıya hazırlayan: Karl Altheim 2. Cilt)
*
Gelecek asla bize uzak
değil, elimizden kayıp giden geçmiş asla bizden tümüyle koparılıp alınmış
değildir. (Ruth Sieber-Rilke ile birlikte Rilke Arşivi. Frankfurt am Main 1955
3. Cilt)
*
Zamanımızın bir
ötekinden daha kusursuz ya da daha değersiz olduğu söylenemez, niyetim onda
kusur bulmak değil, yalnızca onu nitelemektir; çünkü kanımca zamanımız ona
buyur edilen güçlerden yararlanmasını beceremiyor... İçinde yaşanan bütün
dönemler gibi o da geleceği kıskanmakta; nerede geleceğe ilişkin bir şey boy
gösterse, onun kendisine zarar vermemesi için sırasıyla iki çareye başvurmakta,
ilkin karşı koymakta yeni’ye, baktı ki bu yoldan bir başarı elde edemedi ve yeni
varlığını sürdürüyor, birden reşit olmayan bir çocuk gibi evlat edinmekte onu.
Böylece yeni’yi önce karşı çıkarak, sonra da (ikiyüzlü) bir taraftarlıkla adeta
etkisiz kılmakta. (Ruth Sieber-Rilke ile birlikte Rilke Arşivi. Frankfurt am
Main 1955 11. Cilt)
*
Tanrım, yılları sayar,
yer yer bölümlere ayırırız onları; yaptığımız işe bir süre son verir, derken
yeniden işe sarılır ve her iki durum arasında bocalar dururuz. Ama
karşılaştığımız şeyler nasıl da tek parçadan yapılmıştır ve biriyle öteki
arasında nasıl da bir akrabalık bulunmaktadır; öte yandan her biri kendi
kendisini doğurur, gelişip büyür zamanla, bir eğitim sürecinden geçerek kendi
kendisi olur. Bizlere düşen var olmaktır, ama gösterişe kaçmadan, mevsimlerden
onayımızı eksik etmeyerek, var olmakta ayak direyen yer küresi gibi,
aydınlıkta, karanlıkta ve bir mekân içinde, yıldızların kendilerini güvende
hissettiği etki ve güçlerden örülmüş ağdan daha başkası içinde dinlenmek
istemeksizin. (Cezanne Üzerine Mektuplar (Briefe über Cezanne). Çeviren:
Kâmuran Şipal.)
Duygularımız bana
eylemlerimizin önüne gerilmiş perdeler gibi görünüyor. (Ruth Sieber-Rilke ile
birlikte Rilke Arşivi. Frankfurt am Main 1955 8. Cilt)
*
Çalışmak bir
dışavurumdur, bir elin yaşamıdır. Sevdiğim bir eli devinim durumunda görmekten
zevk duyarım; konuşan eller, konuşan insanlardan daha sevimli gelir bana. (Ruth
Sieber-Rilke ile birlikte Rilke Arşivi. Frankfurt am Main 1955 8. Cilt)
*
Savaşları, serüvenleri,
gelişimleri, yıkımlarıyla ve bazen bu, bazen şu yöndeki özlemleriyle tarihe
kuşbakışı bakıldı mı, yanan ateşlerin titrek ve tedirgin alevlerinden başka bir
şey görülmeyecek, kitleleri bazen oraya bazen şuraya çekip götüren ortak bir
düşünceye pek rastlanmayacaktır. Olsa olsa zamana bağlı, gerçekleşmesiyle yine
yitip gitmesi bir olan amaçlarla karşılaşılacak, bu amaçlar zinciri de
birbirine öylesine sarılıp dolanmış durumda, uzanmış gidecek ki, bir amacın
varlığına işaret eden belli bir yönün saptanması söz konusu olamayacaktır...
İnsanlık gibi öylesine karmaşık bir toplu varlıkta ortak amacın hemen ele
geçirilmesi düşünülemez. Bizim böyle bir amaçtan haberimiz yok, belki de hiçbir
zaman olmayacak. Herkes üzerine düşen rolü bilip onu yerine getirsin yeter!
Herkes ruhlarda ve devinimlerde belli bir birlikteliği sağlamak için, söz
konusu amaca kendi yaradılışına uygun olarak yüksek ve yüce gözüyle bakıp onu
benimsesin ve gerçekleştirdiğimiz hiçbir eylemin kaybolup gitmeyeceği umudunu
içimizde canlı tutsun yeter! (Ruth Sieber-Rilke ile birlikte Rilke Arşivi.
Frankfurt am Main 1955 10. Cilt)
*
Kim bir fırtına patlak
versin de ne kadar engel, çürümeye yüz tutmuş ne çok şey varsa hepsini önüne
katıp götürsün, yaratıcı, alabildiğine diri, alabildiğine kararlı güçlere
yeniden yol açsın diye gönlünden geçirmemiştir. Kuşkusuz böylesine temiz,
böylesine güçlü pek çok dürtü devrimin oluşumunda rol oynamıştır; çünkü
değişmeye hazır yeni bir düşünce tarzının sarsılan ve yanlış yollara sürüklenen
dünyanın birden çok yerinde tutunması, o korkunç savaşı dengelemede akla
gelebilecek tek güçtür. (1907-1914 yıllarından mektuplar (Leipzig 1933)
*
Eğilip bükülen şey
zamanla eğip büken konumuna gelir ve daha önce yenilgiye uğramış olmasının
öcünü alır. (Ruth Sieber-Rilke ile birlikte Rilke Arşivi. Frankfurt am Main
1955 3. Cilt)
*
Ussal insanın başından
beri devrimlere karşıt, devrimleri yadsıyan biri olması gerekir; çünkü
herkesten çok o bilir ki, kalıcı tüm değişimler pek ağır bir tempoyla
gerçekleşir, kendilerini fazla öne çıkarmaz ve gelişimindeki yavaşlık
dolayısıyla adeta gözden kaçırılır ve doğa, ussal doğa o yapıcı etkinliğini
sürdürürken hiçbir yerde kaba gücün sesini duyurmasına izin vermez. Öte yandan,
olup bitenlerin içyüzünü görüp kavrayan aynı ussal kişidir ki, insanların nasıl
yanılıp içine sürüklendikleri çıkmazda yaşamaktan hoşlandığını ve kendilerini
nasıl sürekli oyalayıp durduğunu görünce sabırsızlanmadan yapamaz. (Ruth
Sieber-Rilke ile birlikte Rilke Arşivi. Frankfurt am Main 1955 3. Cilt)
*
Altından girilip
üstünden çıkılmış bir eski’nin tek başına yeni bir şey oluşturacağına
inanmıyorum. (Ruth Sieber-Rilke ile birlikte Rilke Arşivi. Frankfurt am Main
1955 8. Cilt)
*
Aslında, özellikle
alabildiğine derinlikli ve önemli şeyler söz konusu oldu mu, dile gelmeyecek
bir yalnızlık içindeyiz. Bir kimsenin bir başkasına belli bir konuda salık
verebilmesi, hele yardım elini uzatabilmesi pek çok şeyin gerçekleşmesini
gerektiriyor, pek çok şeyin üstesinden gelinmesine, pek çok durumun bir araya
gelip belli bir konum oluşturmasına bakıyor. Ancak o zaman başarıya ulaşabilir
söz konusu girişim. Sık sık sorduğum oldu kendime: Acaba özelikle aylak aylak
geçirmek zorunda kaldığımız günler, alabildiğine yoğun bir etkinlik içinde
bulunduğumuz günler değil midir? Acaba aylaklık sonrasını izleyen çalışmalarımız,
eli boş oturduğumuz günlerde içimizde gerçekleşen o büyük devinimin en son
yankılanışı değil midir? Kesin olan bir şey varsa, bir güven duygusuyla
sürdürülecek, kendimizi teslimiyetle, hatta sevinçle eline bırakacağımız bir
aylaklığın önemi hayli büyüktür. (Ruth Sieber-Rilke ile birlikte Rilke Arşivi.
Frankfurt am Main 1955 10. Cilt)
*
Her zaman her şeye bir
düşmanlık duygusuyla el atmamak, bir defasında da her şeyi oluruna bırakmak ve
gerçekleşecek şeyin iyi oh cağına güvenmek!.. (Ruth Sieber-Rilke ile birlikte
Rilke Arşivi. Frankfurt am Main 1955 5. Cilt)
*
*Yazgının kendilerini
sınırsız armağanlara boğacağı günlerde bile pek çok insanın armağanlar almakta
düştükleri bir yanılgı vardır, ya sunulan armağanı doğru dürüst almayı
beceremez, dolayısıyla kayba uğrarlar ya da gizli bir niyetle yaparlar bunu ya
da sanki uğradıkları bir haksızlık böylece giderilmeye çalışılıyormuş gibi bir
tavırla alırlar buyur edilen armağanları. (MEKTUPLAR, Wiesbaden 1950.Baskıya hazırlayan: Karl
Altheim 2. Cilt)
*
Ben, tek bir özlem
düşünebiliyorum, mucizeler yaratarak dünyayı bir uçtan bir uca dolaşan. Tüm
nesneler, bizim çokluk yolunu şaşırmış düşünce ve isteklerimizi kısa bir süre
için ağırlamaya işte öylesine hazır. Gündüz ortaya koyduğum etkinlikle nesneler
içinden yürüyüp gitmişsem, her nesnenin koynunda bir gece dinlenmek isterim.
her nesnenin yanı başında uyumak bir kez, her nesnenin sıcaklığıyla yorgun
düşmek, düşlere onun nefes alıp verişleriyle inip çıkmak, onun tatlı,
gerilimlerden uzak ve çıplak yakınlığını organlarımda duyumsamak ve uykusunun
burcu burcu kokusuyla güçlenmek, sabah olunca da o daha uyanmadan, veda
etmeksizin yoluma koyulmak, yoluma koyulmak iste rim. (Ruth Sieber-Rilke ile
birlikte Rilke Arşivi. Frankfurt am Main 1955 6. Cilt)
*
Aslında iyi alışkankv5İar
diye bir şey söz konusu değil dir; iyi olan her davranış istediği kadar sık,
istemdışı, bilinçsiz tekrarlansın, her seferinde yenidir, her serer'ode V'
kendiliğindenliği içerir. (1921-1926 yıllarından mektuplar (Leipzig 1935)
Şefaatçinin (Hz. İsa
anlatılmakta (Ç.N.).) içte sallantılı o güçlü köprüsü ancak Tanrı ile aramızda
bir uçurumun varlığının kabulü durumunda bir anlam taşır ama işte bu uçurum
Tanrının karanlığıyla doludur ve böyle bir uçurumla karşılaşan birine düşen,
onun içine inmek ve gözyaşı akıtmaktır (uçurumun üstünden atlayıp geçmekten
daha gereklidir bu). Ancak uçurumu mesken edinmiş kişiye, daha önce bu dünyadan
uzaklaştırılmış cennet dönüp gelecektir, kilisenin alıp öbür dünyaya aktardığı
bu dünya bütün derinliği ve içtenliğiyle dönüp gelecek, ne çok melek varsa yine
“medhü senalarla” yeryüzüne inecektir. (MEKTUPLAR, Wiesbaden 1950.Baskıya hazırlayan: Karl
Altheim 2. Cilt)
*
Ne olursa olsun, iyiden
iyiye kötüleşmiş günlerimde bir lokma sabır hiç eksik olmamıştır yaşamımda.
Kendime karşı değil hani (bunu harcayıp tüketeli çok zaman geçti aradan), deyim
yerindeyse Tanrının elindeki ölçü karşısında duyulan sessiz, kararlı sabır, bir
neşe hali. (Yayıncısı Anton Kippenberg’e yazılan mektuplar. Baskıya hazırlayan
Ruth Sieber-Rilke ve Carl Sieber. Wiesbaden 1949)
*
Genel kilise,
dindarlığın işlevlerini genelleştirdi. Ne var ki, içleri dinsel bir
gereksinimle dolu olanlar Tanrıyla nasıl ilişki kuracakları konusunda çoktan
kendilerine bir yol buldu. (MEKTUPLAR,
Wiesbaden 1950.Baskıya hazırlayan: Karl Altheim1. Cilt)
*
Düşününüz ki, kendi
kafasından bir şey bulup çıkarmayan, söyleneni yineleyen, var olanın içine umut
ve teslimiyetle yerleşmiş bir dindarlık benim aklımın almadığı, üzerinde
durulmaya değmeyen bir şeydir. Gördüğüm kadarıyla, Tanrıyla kurulacak bir
ilişkinin koşulu üretkenliktir; evet, şöyle ya da böyle, en azından kişisel,
başkaları üzerinde inandırıcılıktan yoksun bir icat yeteneğidir. Bu yetenek
kanımca o denli ileriye götürülebilir ki, ansızın insan Tanrı adıyla ne anlatıldığını
kavramaktan çıkar, Tanrı adını dönüp dolaşıp tekrarlatır, söyletir kendine
anlamadan pek çok kez ve bunu yalnızca çıkıp geldiği kaynağın bir yerinde onu
düpedüz yeniden ele geçirmek için yapar. (MEKTUPLAR, Wiesbaden 1950.Baskıya hazırlayan: Karl
Altheim1. Cilt)
*
İnsanlar gözlerini
Tanrıdan sürekli başka tarafa çeviriyor, Tanrıyı giderek soğuyan ve keskinleşen
ışıkta, yukarılarda arıyor. Oysa Tanrı bir başka yerde bekliyor onları, her
şeyin düpedüz temelinde, derinlerde, köklerin bulunduğu sıcak ve karanlık yerde
bekliyor. (Ruth
Sieber-Rilke ile birlikte Rilke Arşivi. Frankfurt am Main 1955 8. Cilt)
*
Acaba
arkasından Tanrıya yaklaşmaya çalışmıyor muyuz, Tanrının yüce, ışıl ışıl
parıldayan yüzünden bizi ayıran yalnızca Tanrının kendisi değil midir, görmeyi
özlediğimiz yüzünün çok yakınında, ne var ki, Tanrının arkasında bulunmuyor
muyuz diye hep sorarım kendime. Ama bu durum bizim yüzümüzle Tanrının yüzünün
aynı yöne bakıyor olmasından, yüzlerimizin bir birlik oluşturmasından başka ne
anlama gelebilir; böyle olunca ön tarafındaki uzamdan Tanrıya nasıl
yaklaşacağız? (1907-1914
yıllarından mektuplar (Leipzig 1933)
*
Tanrının güven içinde olacağı bir yer varsa, o da
kalplerimizdir.
(Ruth Sieber-Rilke ile birlikte Rilke Arşivi. Frankfurt am Main 1955 11. Cilt)
*
Genç insanlar için
fazlasıyla yakınlarındaki İsa büyük risk oluşturuyor, Tanrı önünde durup
perdeliyor onu.
Gençler insana özgü
ölçülerle Tanrıyı aramayı alışkanlık ediniyor. İnsanla düşüp kalkmak şımartıyor
kendilerini, sonra da sonsuzluğun yücelerindeki o sert havada soğuktan
donuyorlar. İsa, Meryemler ve ermişler arasında yollarım şaşırmış dolanıyor,
değişik kişi ve sesler arasında kayboluyorlar. Kendilerini hayrete
sürüklemeyen, içlerine korku salmayan ve günlük yaşamdan onları çekip almayan
yakın akraba bir varlık karşısında düş kırıklığına uğruyorlar. Tanrıya ulaşmak
için yetinmezlik duygusuyla davranmaları gerekirken, olanla yetinmeye
bakıyorlar. (Erken dönem, 1899-1902 yıllarından mektup ve günlükler (Leipzig
1931)
*
Dinlerin yanlışı: Tanrının
büyüklüğünü dünyanın ve yaşamın küçüklüğüyle kanıtlamaya çalışmak. Bu da,
görece büyük bir Tanrı kavramının oluşumuna yol açmış ve böyle bir kavrama
alışkanlık da insanları Tanrının inkârına götürmüştür. (Ruth Sieber-Rilke ile
birlikte Rilke Arşivi. Frankfurt am Main 1955 12. Cilt)
*
Pek çok düşünüp
taşınmalardan sonra her şeyin Tanrı olduğunu bilen biri, sonunda binlerce
değişik devinimi kendisinde barındıran tek bir yüzey var diyen biri gibi
kurtulmuş, selamete kavuşmuş sayılır. (Ruth Sieber-Rilke ile birlikte Rilke
Arşivi. Frankfurt am Main 1955 9. Cilt)
*
Din tek kişilerin
işidir. Tarikatların doğuşu, herkesi içine alan taşlaşmış bir inancın yükünü
parçalara ayırıp tek kişilere dağıtmak, böylece inanca kişisel nitelik
kazandırma çabasından başka bir şey değildir. (Ruth Sieber-Rilke ile birlikte
Rilke Arşivi. Frankfurt am Main 1955 10. Cilt)
*
Kimi zaman cennet ve
ölümün nasıl oluştuğu üzerinde kafa yorar, daha önce yapacağımız pek çok şeyi
olduğu ve iş güçle uğraşırken yanımızda güven içinde bulunamayacağını
düşündüğümüz için hepsinden daha değerli bir şeyimizi bizden uzaklaştırmamızın
sonucu olduğunu düşünürüm. (MEKTUPLAR,
Wiesbaden 1950.Baskıya hazırlayan: Karl Altheim 2. Cilt)
*
Çocukluğunuzu
düşünmeniz, çocukluğunuzdaki sadeliği ve sessizliği düşünmeniz sizi ürkütüp
rahatsız ediyorsa, çocukluğun dört bir yanından size göz kırpan Tanrıya artık
inanmıyorsanız, o zaman Tanrıyı gerçekten kaybedip kaybetmediğinizi sorun
kendinize, sevgili Kappus! Sanki Tanrıya sahip olduğunuz bir zamanı yaşadınız mı
hiç? Daha çok böyle değil mi durum? Ne zaman böyle bir şey gerçekleşebilir ki?
Çünkü erkeklerin kendisini güç bela taşıyabildiği, çok yaşlıların ise ağırlığı
altında ezildiği Tanrıyı bir çocuğun yüklenebileceğine inanabiliyor musunuz?
Kendisine gerçekten sahip olanın ilerde onu küçük bir taş parçası gibi
kaybedebileceğini düşünebiliyor musunuz? Yoksa siz de, bir kez ona sahip
olanın, bundan böyle ancak onun tarafından kaybedebileceği görüşünde değil
misiniz benim gibi? (Genç Bir Şaire Mektuplar (Briefe en einen jungen Dichter).
Çeviren: Kâmuran Şipal.)
*
Neden onun ilerde
gelecek biri olduğunu, öteden beri hep gelmesinin beklendiğini, gelecek biri,
yapraklarını bizim oluşturduğumuz bir ağacın gelecekteki meyvesi sayılacağını
düşünmüyoruz? Onun doğumunu ilerdeki zamanlara erteleten ve yaşamınızı büyük
bir gebelik süreci içinde acılı ve güzelim bir gün gibi yaşamaktan sizi
alıkoyan nedir? Olup biten her şeyin sürekli yeni başlangıçlara yol açtığını ve
bunların onun başlangıcı olamayacağını, çünkü başlamanın salt kendisinde her
vakit alabildiğine bir güzelliğin saklı yattığım görmüyor musunuz? O,
varlıkların en mükemmeliyse, kendisinden önce ondan değersiz bir şeyin
bulunmaması gerekir ki, bolluk ve zenginlikler içinde istediklerini seçip
alabilsin? Her şeyi kapsayabilmek için en sonuncu varlık olması gerekmez mi
onun? Kendisine kavuşmayı istediğimiz geçmişte yaşamışsa, bizim ne anlamımız
kalır?
Arıların tıpkı bal
toplayıp petek yapması gibi, biz de her şeyin en tatlı özünü alıp O’nu yapmaya
çalışmaktayız. Hatta değersiz şeyle, gösterişsiz şeyle, yeter ki sevgiden
kaynaklansın, başlıyoruz işe; çalışmayla, dinlenmeyle, susuşla ya da küçük ve
tek başına bir kıvançla, karışıp görüşenimiz olmaksızın yaptığımız her şeyle
O’na başlıyoruz. (Genç Bir Şaire Mektuplar (Briefe en einen jungen Dichter).
Çeviren: Kâmuran Şipal.)
*
Çektiği bütün sıkıntı ve
eziyetlerden sonra bari biraz neşelenip keyfine bakmak için ellerine buyurup
kotarılan insanı hayatın içine salmadan kendisine göstermelerini istedi.
Saklambaç oynayan çocuklar gibi dönüp dolaşıp soruyordu: “Bitti mi?” Ama
sorusuna yanıt olarak her seferinde balçığı yoğuran ellerinin sesini işitiyor
ve bekliyordu. İnsanın tamamlanması çok, ama fazlasıyla çok zaman almış gibi
bir duygu vardı içinde. Sonunda bir şeyin boşlukta aşağılara düştüğünü gördü,
karanlık bir şeydi ve izlediği doğrultuya bakılırsa hemen yanı başından çıkıp
gitmişe benzi-yordu. İçini fena bir önsezi kapladı, ellerini çağırdı yanma.
Elleri de koşup gelerek önünde dikildi, baştan aşağı balçığa bulanmışlardı, çalışmaktan
sıcacıktılar henüz ve korkudan titriyorlardı. Tanrı Baba, “Hani insan?” diye
gürleyerek tersledi ellerini. Bunun üzerine, sağ el sol elin üzerine atıldı,
“Sen onu koyverdin!” dedi. Sol el de, “Ben mi?” diye yanıtladı sinirlenmiş.
“Bütün işi tek başına yapıp çıkarmak istedin, bana hiç söz hakkı tanımadın ki!”
“Onu tutacak, salıvermeyecektin!” dedi sağ el. Ve havaya kalktı, tam sol ele
vuracakken fikrini değiştirdi. Derken iki el birbirleriyle yarışırcasına,
“İnsan da o kadar sabırsızdı ki!” dediler. “Bir
an önce hayata atılmak isteyip duruyordu. İkimiz de bir şey yapamadık doğrusu,
ikimiz de suçsuzuz.”
Ne var ki, Tanrı
Baba’nın kafası fena halde kızmıştı, iki elini de yanında kovup uzaklaştırdı,
çünkü yeryüzüne bakmasını engelliyorlardı. “Sizi ellikten çıkarıyorum. Bundan
böyle ne haliniz varsa görün!” dedi. Tanrı Baba’nın elleri de o günden sonra
öyle yaptılar. Ama neye el atsalar, bir başlangıçtan öteye gitmiyor, işin
sonunu getiremiyorlardı. Tanrı’sız hiçbir şey dört başı mamur değildir kuşkusuz.
Ve sonunda eller yorulup bezgin düştü. Şimdilerde bütün gün diz çöküp tövbe ve
istiğfar ediyorlar, en azından böyle söyleniyor. Bize kalırsa, Tanrı Baba
ellerine kızdığından işi bırakıp istirahata çekildi. Dolayısıyla, yedinci gün
hâlâ sürmekte. (Tanrı ‘dan Öyküler (Geschichten von lieben Gott). Çeviren:
Kâmuran Şipal)
*
Ama Tanrı’nın gözü tek
bir şeyden başkasını görmüyordu. Michelangelo’nun gücü, üzüm bağlarının burcu
burcu kokusu gibi kendisine doğru yükselip geliyordu. Tanrı, Michelangelo’nun
kafasında bu güçten başka bir şeyin yer almayışını hoşgörüyle karşıladı. Derken
daha çok eğilip baktı aşağıya, bu yaratıcı adamı gördü, bakışlarını adamın
omuzları üzerinden kaydırıp önündeki taşın sesine kulak kabartmış dinleyen
ellerine dikti ve irkildi birden: Taşlar içlerinde ruhları da mı barındırıyordu
acaba? Neden bu adam kulak kabartmış taşların sesini dinlemekteydi? Ve adamın
elleri birden uyandı uykusundan, önündeki taşta, can çekişen bir sesin
titreştiği bir mezar gibi eşinmeye başladı. “Michelangelo!” diye seslendi Tanrı
korkuyla. “Kim var o taşın içinde?” Michelangelo kulak kabarttı, elleri
titriyordu. Ardından boğuk bir sesle cevap verdi: “Sen Rabbim, başka kim
olacak! Ama sana ulaşamıyorum bir türlü.” Bunun üzerine Tanrı kendisinin aynı
zamanda taşın içinde olduğunu hissetti, bir tedirginlik, bir bungunluk çöktü
üzerine. Gökyüzü baştan aşağı bir taştı da, kendisi bu taş içine kapatılmıştı
ve Michelangelo’nun ellerinin onu özgürlüğüne kavuşturacağım umuyor, bu ellerin
kendisine doğru yaklaştığım işitiyordu. Ama henüz uzaktaydılar, Michelangelo
Usta yaratmakta olduğu eserin üzerine eğildi yeniden. Kafasından boyuna şu
düşünceyi geçiriyordu: “Sen küçük bir mermer parçasısın; bir başkası senin bir
insanı içinde barındırdığını göremezdi. Ama ben işte burada bir omzun
varlı-ğını hissediyorum. Arimathâa’lı Joseph’in omzu bu, şurada da Meryem’in
eğilen vücudu; az önce çarmıhta can veren Rabbimiz İsa’yı tutan ellerinin
titrediğini görüyorum...” (Tanrı ‘dan Öyküler (Geschichten von lieben Gott).
Çeviren: Kâmuran Şipal)
*
Michelangelo derin derin
düşündü: “Seni kırıp parçalamak mümkün değil, çünkü sen tek bir şey’sin.”
Ardından sesini yükselterek şöyle dedi: “Seni tamamlamadan bırakmayacağım. Sen
benim eserimsin.” Sonra Floransa’ya döndü. Bir yıldız gördü ve katedralin
kulesini gördü ayrıca. Ayaklarının çevresine akşam inmişti.
Porta Romana’ya
geldiğinde duraksadı birden. Sağda ve solda sıralanmış evler kollarını
kendisine uzatıyordu, sonunda onu yakalayıp kentin içine çektiler. Ve sokaklar
daraldıkça daraldı, yavaş yavaş büyük bir loşluktan içeri gömüldü. Michelangelo
evinden içeri girer girmez karanlık ellerin ortasında hissetti kendini, bu
ellerden yakasını kurtaramayacağını anladı. Kaçıp salona, oradan da alttaki
yazı yazarken kullandığı, uzunluğu iki adımı geçmeyen odaya sığındı. Odanın
duvarlarının iki taraftan üzerine yürüdüğünü hissetti; onun aşırı büyüklüğüyle
savaşıyor, kendisini zorla eski, dar boyutlar içine tıkmaya çalışıyorlarmış
gibi geldi Michelangelo’ya. Sesini çıkarmadı. Yere diz çöktü, duvarlar tarafından
şekillendirilmeye bıraktı kendini. İçinde o zamana kadar asla bilmediği bir
alçakgönüllülük hissediyor, kendisi de küçülmeyi arzuluyordu. Derken bir ses
yankılandı: “Michelangelo, kim var içinde?” Ve daracık odadaki adam, alnını
bütün ağırlığıyla avuçlarına dayayarak usulcacık yanıtladı: “Sen Rabbim, başka
kim olabilir?” (Tanrı ‘dan Öyküler (Geschichten von lieben Gott). Çeviren:
Kâmuran Şipal)
*
Ve genel olarak
“sezinlemeye” gelince: Nesneler arkasında Tanrı’yı sezinleyen dünya zavallı ve
öksüz bir dünya değil miydi? Sezinlemelere başvurularak yanına yaklaşılmasıyla
yetinecek Tanrı, eli böğründe aylak aylak oturan bir Tanrı değil miydi?
Tanrı’ya sahip olmak için onu aramak, onu tanımak, onu kendi varlığının
derinliklerinde yaratmak, adeta bir atölye çalışmasının orta yerinde aniden
karşısına çıkmak gerekmez mi? (Sanat Üstüne. Sanat üstüne çeşitli yazılar.
Çeviren: Kâmuran Şipal..)
Kaynakçadaki Rilke
yapıtlarının tümü Insel Yayınevi’nde çıkmıştır.
MEKTUPLAR
(Ruth Sieber-Rilke ve
Carl Sieber tarafından baskıya hazırlanmıştır)
(1) Erken dönem, 1899-1902 yıllarından mektup
ve günlükler (Leipzig 1931)
(2) 1902-1906 yıllarından mektuplar (Leipzig
1930)
(3) 1907-1914 yıllarından mektuplar (Leipzig
1933)
(4) 1914-1921 yıllarından mektuplar (Leipzig
1937)
(5) 1921-1926 yıllarından mektuplar (Leipzig
1935)
MEKTUPLAR
(İki cilt, Wiesbaden
1950.Baskıya hazırlayan: Karl Altheim)
(6) Birinci cilt
(7) İkinci cilt
TEK KİŞİLERE YAZILAN
MEKTUPLAR
(8) Yayıncısı Anton Kippenberg’e yazılan
mektuplar. Baskıya hazırlayan Ruth Sieber-Rilke ve Carl Sieber. Wiesbaden 1949.
(9) Sidonie Nadhorny von Borutin’e yazılan
mektuplar. Baskıya hazırlayan: Bernhard Blume. Frankfurt am Main 1973.
(10) Kontes Sizzo’ya yazılan mektuplar. Baskıya
hazırlayan: Ingeborg Schnack. Frankfurt am Main 1977.
(11) Nanny Wunderly-Volkart’a
yazılan mektuplar. Baskıya hazırlayan: Ratus Luck. Frankfurt am Main 1977.
MEKTUPLAŞMALAR
(12) Lou Andreas-Salome
ile mektuplaşma. Genişletilmiş baskı. Baskıya hazırlayan: Ernst Pfeifer.
Frankfurt am Main 1975/79.
(13) Katharina Kippenberg ile maktuplaşma.
Baskıya hazırlayan: Bettina von Bornhard. Wiesbaden 1954.
(14) Maria Zwetayewa
ve Boris Pasternak ile mektuplaşma. Almancaya çeviren: Heddy Pross-Weerth.
Frankfurt am Main 1983.
(15) Bir yol arkadaşına mektuplar. Viyana 1974.
RİLKE’NİN
12 CİLTLİK BÜTÜN YAPITLARI (Baskıya hazırlayan Ruth Sieber-Rilke ile
birlikte Rilke Arşivi. Frankfurt am Main 1955)
(16) Cilt 1
(17) Cilt 2
(18) Cilt 3
(19) Cilt 5
(20) Cilt 6
(21) Cilt 7
(22) Cilt 8
(23) Cilt 9
(24) Cilt 10
(25) Cilt 11
(26) Cilt 12
(27) Vasiyet. Baskıya hazırlayan: Ernst Zinn.
Frankfurt am Main 1975.
(28) Marbach-Rilke sergisi 1975.
(29) Von Kunst und Leben Schriften. İnsel
Yayınevi 2001.
(30) Briefe an
eine junge Frau. Insel Yayınevi. Wiesbaden 1949.
CEM YAYINEVİ’NDEN ÇIKAN
RİLKE ÇEVİRİLERİ
(31) Genç Bir Şaire Mektuplar (Briefe en einen
jungen Dichter). Çeviren: Kâmuran Şipal.
(32) Tanrı 'dan Öyküler (Geschichten von lieben
Gott). Çeviren: Kâmuran Şipal.
(33) Auguste Rodin. Çeviren: Kâmuran Şipal.
(34) Cezanne Üzerine Mektuplar (Briefe über
Cezanne). Çeviren: Kâmuran Şipal.
(35) Beyaz Mutluluk. Öyküler. Çeviren: Kâmuran
Şipal.
(36) Sanat Üstüne.
Sanat üstüne çeşitli yazılar. Çeviren: Kâmuran Şipal.
(37) Rainer Maria
Rilke, Von Kunst und Leben (Sanat ve Yaşam Üstüne), Insel Verlag, 2001.
Kaynak: Raıner Marıa RILKE, Çünkü Zordur Sevgi
Özdeyişler, Düşünceler, Gözlemler Almancadan Çeviren: Kâmuran Şipal, Cem Yayınevi ,1. Basım: Ekim 2007,İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar