FRANCİS BACON ve SIRLARI
Francis Bacon
|
|
Tam adı
|
Francis Bacon, St. Alban'ın 1. Vikontu
|
Doğumu
|
|
Ölümü
|
|
Çağı
|
|
Bölgesi
|
|
Okulu
|
|
Önemli fikirleri
|
|
İmzası
|
Francis Bacon (d. 22 Ocak 1561 ö.
9 Nisan 1626),
(okunuş: frensıs
beykın) İngiliz filozof, bilim insanı, avukat, hukukçu, devlet adamı ve yazar.
Francis Bacon 22 Ocak 1561'de Londra'da
doğdu. Babası Sir Nicholas Bacon Kraliçe Elizabeth'in Mühür Lordu, annesi Ann
ise Sir Anthony Cook'un kızlarından biriydi. Daha çocukken çok ciddi davranması
nedeniyle Kraliçe Elizabeth, onu "Küçük Mühür Lordu" diye çağırırdı.
Bir öyküye göre bir gün kraliçe kendisine kaç yaşında olduğunu sormuş. Bacon da
"Haşmetmeabınızın uğurlu saltanatından iki yaş daha genç" yanıtını
vermişti. 1573 yılının Nisanında Cambridge Üniversitesi'ne gönderilmiş ve on
altı yaşına kadar orada okumuştur. Öğrenimi sırasında Aristo felsefesinden
hoşlanmamaya başlamıştı. "Filozofun değersizliğinden dolayı değil,
felsefesinin verimsizliğinden, yalnızca tartışma ve kavgalara yol açmasından,
insan yaşamı için yararlı yapıtlar yaratma
bakımından kısır olmasından dolayı" beğenmediğini söylüyordu. Yaşamı
boyunca hiç değiştirmediği bu kanısı, onun daha sonraki felsefi durumunu
belirlemede önemli rol oynadı.
1576 Haziranında hukuk öğrenimini
bitirdikten sonra "devlet yönetme sanatını" öğrenmesi için Fransa'ya
gönderildi. Babasının öldüğü 1579 yılına kadar orada kaldı. Sonra İngiltere'ye
dönerek avukatlığa başladı.
1584'te Parlamento'ya girdi. Rüşvet
almaktan yargılanıp suçlu bulununcaya kadar oradaki görevini sürdürdü. Güzel
konuştuğu, arkadaşı büyük yazar Ben Jonson'un şu sözlerinden anlaşılıyor: "Hiç
kimse ondan daha yalın, özlü ve anlamlı konuşmuyordu, ağzından hiçbir zaman
anlamsız ve saçma bir söz çıkmazdı. Söylevlerinin her bölümünde ayrı bir
güzellik vardır. Dinleyenler bir sözcüğünü bile kaçırmamak için öksürmezler ya
da gözlerini ondan ayıramazlardı... Onu dinleyen herkes sözünü bitirecek diye
korkardı."
Bacon, 1506'da oldukça zengin bir adamın
kızı olan Alice Barnham ile evlendi. Düğünleri çok gösterişli oldu. Çağdaş bir yazara göre
Bacon, "tepeden tırnağa kadar erguvan rengi giysiler giymiş, kendisi ve
eşi için bir sürü altın ve gümüş sırmalı giysi diktirmiş, karısının getirdiği
servetin büyük bir bölümünü bunlara
harcamıştı". Bu, onun ev yaşamında gösterişi ne kadar sevdiğini
gösterir. Bacon'ın özel papazı Dr. Rawley'e göre "evlilik yaşamı
karşılıklı sevgi ve saygıya" dayanıyordu. Fakat Bacon,
vasiyetnamesinde karısına bıraktığı çok büyük serveti, sonradan yaptığı ekle,
"haklı ve çok önemli nedenlerle" geri almıştı. Bu nedenlerin içeriği
henüz açıklanmamıştır.
Bacon'ın siyasal yaşamı yazından çok
tarihi ilgilendirir. Kraliçe Elizabeth zamanında kendisine hiçbir büyük
memuriyet verilmedi. Çünkü akrabaları olan ve o dönemde yönetimi ellerinde
tutan Cecil Ailesi, her zaman ona karşıydılar. Bundan başka kraliçe,
Parlamento'dan büyük bir ödenek istediği zaman Bacon, şiddetle karşı çıkmış,
onu gücendirmişti. Elizabeth'in gözdesi olan Essex Lordu bile en gözde olduğu
dönemde bütün çabalarına karşın kraliçeden onun için yüksek bir orun elde
edememişti. Kendisini her zaman korumuş, büyük bir malikane vermiş olan bu
cömert adamı, Bacon, kraliçenin gözünden düştükten sonra, idama mahkûm ettirmek
için elinden geleni yapmış, ihanet ve tutkusu yüzünden ismini sonsuza kadar
lekelemiştir. Saraya bir köle gibi bağlı olması ve hizmet etmesine karşın
kendisine yine de hiçbir memuriyet verilmemiştir.
James I. tahta çıkınca durum değişmiş,
Bacon bundan sonra hızla ilerlemiştir. 1607'de başsavcı, 1617'de Adalet Bakanı
olmuş, 1618'de Baron Verulam sanıyla soylular arasına alınmış, altı ay sonra da
buna Viscount St. Albans sanı eklenmiştir. Fakat bunlar, bütün ömrünü memuriyet
dilenmek, yaltaklanmak ve dalkavuklukla bir şeyler elde etmeye uğraşmakla
geçiren Bacon'a geç gelmişti. Yazgısı onu, daha iyi vurmak, düşmesinin
şiddetini daha da artırmak için bu yüksek konumlara çıkarmışa benziyor. Adalet
Bakanı olarak görevini kötüye kullanıyor, dostlarına yüksek orunlar veriyor,
rüşvet ve armağan alıyor, haksızlıklara göz yumuyordu. Sonunda hakkında
Parlamento soruşturması açıldı. Yargılanmasında, Bacon, suçlarını açıkça
söyledi, fakat bunları dönemin bozukluğuna bağlayarak yargıçlarının acımasını
diledi. Her türlü devlet memurluğunun yasaklanmasına, yaşamının sonuna kadar
Londra Kalesi'nde tutuklu kalmasına ve para cezası olarak da kırk bin İngiliz
Lirası ödemesine karar verildi. Ertesi gün kral kendisini özgür bıraktırdı.
Para cezasını da erteletti. Bacon, bunun üzerine St. Albans yakınlarındaki
malikanesine çekildi. Kendi kişisel serveti ve kralın kısa bir süre önce
bağladığı yılda bin iki yüz lira tutan emekli aylığıyla yaşamaya başladı.
Bacon, haklı olarak mahkûm edildiğini
kabul ediyordu. "Ben rüşveti savunmaktansa rüşvet veren bir kimse olmayı
yeğlerim. Elli yıldan beri İngiltere'nin en adil yargıcı ben oldum. Fakat iki
yüz yıldan beri de Parlamento, benim hakkımda verdiği karar kadar haklı bir
karar vermedi." Aynı zamanda verilen cezanın ülkede adaletin yararına
olduğunu kabul ediyor ve "Bundan böyle bir yargıcın veya memurun büyüklüğü
onun suçu için bir sığınak olmayacaktır. Bu benim için az avunulacak şey
değildir. Birkaç sözcükle anlatmak gerekirse, bu altın çağın
başlangıcıdır" diyordu.
Çekildikten sonra da hiçbir zaman yeniden
memuriyet yaşamına girmekten umudunu kesmedi. "Hastalık ve yaşlılığında
bile özel yaşayışa dayanamıyordu." Bir pervanenin ışığa çekilmesi gibi
her zaman kendi acısının kaynağına dönmek istiyor, fakat bir memuriyet almak
için yaptığı bütün başvurular geri çevriliyordu.
Görevden çekilmesinden ölümüne kadar,
kendini tümüyle yazına ve bilime verdi. Zaten, işle dolu bir yaşam sürmesine
karşın, inceleme ve araştırmalarını büsbütün savsaklamamıştı. "Tarih",
"De Augmentis", "Yeni Atlantis" ve "Denemeler"inin
üçüncü basımını bu dönemde hazırladı. "Bilginin İlerlemesi",
"Novum Organum" ve "Denemeler"in birinci ve ikinci
basımları daha önceki döneminindir.
Bacon, beş yıl sonra 9 Nisan 1626'da,
altmış beş yaşındayken bronşitten öldü. Karlı bir kış günü arabasıyla giderken
bir kulübenin önünde durarak sahibinden bir tavuk satın aldı. Hemen oracıkta
kestirdi. Kendi eliyle tavuğun içini karla doldurdu. Soğuğun eti kokmadan ve
bozulmadan koruyup koruyamayacağını öğrenmek istiyordu. Bu deney yaşamına mal
oldu. Ansızın hastalanınca arkadaşı Lord Arundel'in evine götürüldü. Lord,
evinde yoktu, bir hizmetçi hemen bir yatak hazırladı. Hastayı yatırdılar. Fakat
çarşaflar nemliydi. Bacon daha da kötüleşti, yaşlılığı ve zayıflığı yüzünden
iyileşemedi. St. Albans kasabasında bir kilise mezarlığına gömüldü.
Bütün yanlışlarına karşın Bacon, yeni bir
dönemi müjdeliyordu. Başkaları geçmişe özlemle bakıp batan bilgi güneşinin son
ışıklarında ısınmaya çalışırken, o yeni ve daha da parlak bir çağın yaklaşmakta
olduğunu sezmişti. Ona göre insanlığın özlediği cenneti, geçmişte değil,
gelecekte aramalıydı. Platon'un ünlü benzetmesinde olduğu gibi karanlık bir
mağarada arkalarını ışığa çevirmiş oturan ve önlerinde yalnızca gerçeğin
gölgelerini izleyenlerin gözlerini ışığa çevirdi.
Eleştirileriyle geçmişin kurduğu dizgeleri
yıktı, insan aklında doğmaya başlayan yeni düşünceleri dile getirerek bilgide
yeni hareketin başarılı olmasını sağladı. Fakat Bacon, büyük ve tam bir felsefi
dizge kurmuş bir kişi değildir, daha çok kendisinden sonra geleceklere felsefe
ve bilim yolunu göstermiştir. Kendi
döneminde bilimin bazı dallarındaki gelişmeleri bile iyice izleyememişti. "Dünyayı
harekete getiren zihinleri o harekete geçirdi." Kendisi, "Ben
yalnızca diğer zekâları bir yere toplamak için çanı çaldım"
demektedir. Diğer bir yapıtında da "daha iyi ellerin çalabilmeleri için
müzik aletlerini akort etmekle yetindiğini" söylüyor.
Bacon'ın ilk işi, zamanında egemen olan skolastik felsefeyi
yıkmak olmuştur. 11'inci yüzyıldan 15'inci yüzyıla kadar egemen olan bu felsefe
dizgesine göre gerçek zaten bulunmuş, İncil'de ve kilise toplantıları
kararlarında bütün açıklığıyla yazılmıştı. Skolastik dizge bu dinsel inançları
kabul ediyor, mantık yoluyla bunları usa uygun bir biçime dönüştürmek, onlara
bilimsel bir biçim vermek istiyordu. Amacı dinsel düşünceyi tümüyle mantığa
uygun bir duruma getirmekti.
Bununla birlikte, bilgiye ilerleyen bir
şey olarak bakmıyor, denemelere dönerek yeni gerçekler araştırmaya
çalışmıyordu. O dönem üzerinde yetkenin ağır baskısı duyuluyor, skolastik
dizgenin temelini oluşturan varsayımların doğruluğu hakkında hiçbir soru
sorulmuyordu. Onlar hakkındaki tartışmalar hep bir daire çevresinde dönüyor,
gerçeklerle hiçbir ilgisi bulunmuyordu. Bacon, yalnızca "bilimin
örümcek ağlarını ortaya çıkardığını, bu ağların ipliklerinin ve işlerinin
inceliği bakımından hayran olunmaya değer olduğunu, fakat hiçbir cevher ve
yararı olmadığını" söylüyordu.
Bacon'ın amacı düşünmeyi somut deneylerle
verimli bir ilişkiye sokmaktı. Bu hedefe varmak kolay bir iş değildi.
Tembellikten doğan araştırma isteksizliği yüzünden, zamanın yargısı bütün
tartışmalarda son söz oluyordu. Bacon, özellikle bunu belirtmek istiyordu. Bu
nedenle eskilerin akıl ve bilgisini tümüyle yadsımak zorunda kaldı. Gerçekten
inançlarının çoğunun kaynağı var olan boş
inançlara karşı duyduğu tepkidir. Saldırdığı boş inançlar unutuldukları
zaman, onun görüşleri de boş ve yanlış bir duruma gelmişlerdir.
Tarih bakımından herkesin görüşüne karşıt
bir görüşü vardı. Yaşadığı dönem için diyor ki: "Bu dönem eski dönemdir,
çünkü dünya yaşlanmıştır. Kendimizden geriye doğru hesap ederek eski saydığımız
dönem, eski değildir." Bundan şu sonuca varıyor: "Aslında
Greklerden aldığımız bilgelik, bilginin ancak çocukluk çağına benzer ve
çocuklara özgü özellikleri taşır; konuşabilir, ama soyunu çoğaltamaz;
tartışmalar bakımından verimlidir, fakat yapıt bakımından kısırdır." Aynı
neden onu insanların gelişme yeteneğiyle ilgili çok kötümser bir görüşe
götürüyor: "Bir ırmak
gibi akan zaman bize hafif ve şişirilmiş şeyleri getirmiştir. Ağır ve katı
olanlarsa suyun dibine çökmüştür."
Bacon, doğayı iyice anlayıp, onu
insanların hizmetinde kullanmayı sağlayacak güvenilir bir dizge kurmak
istiyordu. Bilgi "Yaratanın ün ve görkemini artırmak, insanın durumunu
düzeltmek" için aranacaktı. Bacon için biricik doğru bilgi, güç olan
bilgiydi. "Bilgi erktir" diyordu, fakat dar yararcılığı da
kabul etmiyordu. "Gerçi benim özünde yapıtların ve bilimlerin etkin
bölümlerini aradığım doğrudur, ama bununla birlikte ben hasat zamanını
bekliyorum, ne yosunu, ne de yeşil ekini biçmeye kalkışmıyorum. Çünkü ben iyi
biliyorum ki doğru olarak ortaya çıkarılmış gerçekler kendileriyle birlikte bir
sürü yapıt vereceklerdir, onları tek tük, şurada burada değil, kümeler ve
salkımlar biçiminde türeteceklerdir. Ve ben hemen elimize gelen ilk meyveleri
turfanda, mevsimsiz ve çocukça bir aceleyle toplamayı kesinlikle doğru
bulmuyorum."
Kendi dizgesini kurmaya başlamadan önce
Bacon, bütün bilgi alanını baştan başa bir kez daha gözden geçirmeyi gerekli
buldu. "Bilimin İlerlemesi"
yapıtında bunu yapmıştır. Bu çok büyük bir işti, fakat onun yaşadığı dönem
zaten bir düşünsel kahramanlık çağıydı. İnsanların tek isteği her şeyi
bilmekti. Onlar bütün bilgiyi kendi alanları içine almakla övünüyorlar, "İnsanım,
bu nedenle insanla ilgili olan hiçbir şey bana yabancı olamaz"
diyorlardı. Bacon, dönemini böyle bir girişim için pek uygun buluyordu,
döneminin üstünlükleri arasında
basımevinin, Yenidünya'nın bulunuşunu, ülkesinin barış ve dinginlik içinde
olmasını ileri sürüyordu.
Bacon, işin büyüklüğünü ve bunu başarmanın
olanaksızlığını çok iyi anlıyordu. Bununla birlikte, bazı kişilere göre,
yaptığı bilimler sınıflandırması, felsefeye, o kadar umut bağladığı yeni
yöntemden daha büyük bir yardım olmuştur.
Skolastik felsefeyi beğenmeyen Bacon, yeni
felsefeyi "Doğa Yorumu" olarak nitelendiriyordu. Geçmişle ilgisini
kestiğini, esinini Aristo'nun "Organon"undan alan eski felsefeye
düşmanlığını anlatmak için büyük yapıtına "Yeni Organon" adını verdi.
"Yeni Organon", yeni alet
demektir. Bu yeni alet, yani düşünme yöntemi, Bacon'a göre, bir tür mantıktı,
fakat bu felsefe okullarının mantığından tümüyle ayrı ve onlara karşıt
olacaktı. "Çünkü bu benim önerdiğim bilimin amacı, tartışmalar için
nedenler bulmak değil, sanatlar yaratmaktır. Amaç başka olunca sonuç da başka olur; birinin amacı bir tartışmada
karşı tarafı yenmektir, ötekininse, hareket halindeki doğaya egemen
olmaktır." Bu nedenle Bacon, usa vurma yoluyla kanıtlamayı yadsır, her
yerde ve her şeyde tümevarım yöntemini kullanır. Fakat tümevarım kuramını da
diğer mantıkçılarınkinden ayırır.
Bacon'ın dizgesi, deneyi inceleyen ve onu
parçalara ayıran, sonunda ayıklama ve yadsıma işlemiyle sonuca varmaktan
oluşan bir yöntemdir. Bu işlemde ilk
aşama incelenmesi gereken örneklerin toplanması, ikinci aşamaysa incelenen
olayların temel özelliklerini göstermeyen örneklerin ayıklanıp atılmasıdır.
Sonra "tanıtlı, katı, gerçek, sınırları belli bir biçim" kalır.
Belirli bir amaçla denemeler yapmak Bacon'ın aklına gelmemiştir.
Çağının bilim kuramlarından çoğunun
temelsizliği, Bacon'ın genel düşünüşün bilimsel açıklamada yapacağı önemli
hizmeti görememesine neden oldu. Yöntemi kuramlara ya da bütün bilimleri
kapsayan görüşlere çok az yer verir. Anlaşılıyor ki, çok kez, toplanmış
örnekler çok fazla olursa, ayıklayıp atma yönteminin düşünceye dayanmadan sürüp
gidebileceğini ve tümüyle el yordamıyla ayrıntıların kapsadığı gerçeği de
çıkarıp atabileceğini sanıyordu.
Novun Organum'da anlatılan yöntemin asıl
zayıf yanı buradadır. Bu yöntem doğal eylemlerin karışıklık ve belirsizliğini
hiç dikkate almamaktadır.
Fakat Bacon'ın tümevarım kuramına yaptığı
yardım asla küçümsenemez: Onun önemi ayıklama veya atma yönteminin
uygulamasında ve her zaman gerçek olaylara dayanmakta üstelemesinden ileri
gelmektedir.
Bacon, dinde birlik istiyor ve hoşgörüyü
savunuyordu. "Birliğin eski ve gerçek bağları bir din, bir vaftizdir;
bir tören ve bir siyaset değildir" diyordu.
Ona göre, ahlak dinin yardımcısıdır. Bacon
hiçbir zaman görevin yalnızca görev olduğu için yapılmasını öğütlemez. Bütün
idealist dizgeleri beğenmez. Machiavelli'yi açıkça ve içtenlikle insanların
neler yaptıklarını anlattığı, betimlediği, ne yapmaları gerektiğine ilişkin
düşünce üretmediği için över. Aristo'nun tersine, çalışmayla etkin geçirilen
bir yaşamı düşünmeyle geçirilen bir yaşama yeğler. Ona göre bir hareketin doğruluğuyla ilgili
yargı, sonuçlarına göre verilir; fakat sonuçlar bireyin değil, devletin iyiliğine yönelik olmalıdır.
Felsefesi bu yönden pragmatizme benzemektedir.
Bacon'ın siyasal kuramları, Grek devlet
anlayışından, özellikle küçümsediği Aristo'nun görüşlerinden esinlenmiştir.
Aristo gibi o da devletlerin doğal olarak birbirlerine düşman olduklarına,
savaşın gereğine inanır; dış ticaretle ilgili düşünceleri, Aristo'nun faizle
ilgili sözleri gibi, kabul edilmiş ekonomik kurallara aykırıdır. Bacon'da
bugünkü demokratik düşünceler yoktur. Demokrasiye inanmıyor, geçinmek için
çalışmak zorunda olanları, tıpkı Grekler gibi, küçük görüyordu. Halkının büyük
bir bölümü okuyup yazma bilmeyen o dönemin İngiltere'sinde zaten demokrasinin
var olamayacağı açıktır.
Bacon ve Tanrı
Her
ne kadar zaman zaman tanrıtanımazlıkla (ateizmle)
suçlanmış olsa da, Bacon tanrıtanımazlığa karşı olduğunu açık bir şekilde
belirtmiştir. Felsefesi seküler bir temelde, fazlasıyla akılcı bir biçimde
yükselirken, ve eserlerinde dinbilime çok da değer vermezken, belki de
okuyucularını şaşırtacak fikirlerini sunar din ve Tanrı üzerine;
"Bu evrensel çerçevenin başıboş olduğunu
düşünmektense, kutsal efsânelere inanırım, daha iyi. Az felsefe, insan zihnini
Tanrıtanımazlığa götürür; ama felsefede derinlik, insanların zihinlerini dine
döndürür."
Bacon, "Bir gün gelecek, bu çağdaş
diller kitapların değerlerini yitirmesine neden olacaktır" diyordu.
Kendi yazılarını unutulmaktan kurtarmak için yapıtlarından İngilizce
yazdıklarının çoğunu Latinceye çevirdi. "Denemeler", "Bilimin
Gelişmesi", "Yeni Atlantis" bunlar arasındadır. Denemeler için "Bunların
Latinceye çevrilen cildi (Latince genel
bir dil olduğu için) kitaplar yaşadığı sürece yaşayacaktır"
demektedir. Fakat Bacon'ın öngörüsü doğru çıkmamıştır. Bugün onların
Latinceleri değil, İngilizce çevirileri okunmaktadır. "Denemeler"
İngiliz klasikleri arasında yer almıştır. Bu yer alış, içindeki konularının
öneminden değil, daha çok yazınsal deyişinin güzelliği nedeniyledir.
"Denemeler"in deyişi "Yeni
Atlantis"in deyişinden birçok bakımdan ayrılır. "Denemeler"de
anlatım son derece açık ve özlüdür. Değişmeceler, eğretilemeler, karşıtlıklar
birbirini izlerler. Metin Latince tümce kuruluşları, Latince özdeyişler ve
atasözleriyle doludur.
"Yeni Atlantis"in diliyse daha
kıvrak, canlı, akıcıdır. Değişmece ve eğretilemelere çok raslanmaz. Bu yazınsal
süslerin olmayışı deyişi çok yalın, hatta bazen yavan bir duruma da getirir.
Fakat esas itibarıyla metinde konuya uygun bir uyumluluk, ağırbaşlılık ve
yalınlık egemendir. Fakat Yeni Atlantis plan ve kuruluşu bakımından zayıf bir
yapıttır. Bacon roman yazsaydı kesinlikle iyi bir romancı olamazdı. Öykü
anlatış biçimi hiç de iyi değildir, olağanüstü şeyleri birbiri ardı sıra sayıp
dizmesi, kuru ve can sıkıcıdır. Anlaşılıyor ki, Bacon, yapıtının ilgi
uyandırması için düşüncelerinin yeniliğine güveniyordu. Belki bunda da haklıydı,
fakat onun bulunacağını öngördüğü şeylerin hemen hepsi bugün bulunmuş, fen onun
düşleyemeyeceği ilerlemeler göstermiştir. Bazı öngörülerininse tümüyle yanlış
olduğu ortaya çıkmıştır.
Sir Francis Bacon'un The Advancement of
Learning adlı eserinde 1640 baskısındaki portresi. Shakspeare oyunlarının ilk
dört kitabında görünen William Shakspere'nin portresi üstü üste konulduğunda
ikisinin de aynı yüz olduğu hiçbir kuşkuya yer bırakmadan kanıtlanmaktadır. İki
yüz arasında önemli hiçbir yapısal fark yoktur. Benzemeyen yönler sadece
yüzeysel gölgeleme çizgileri, şapka ve sakal ilaveleri ve saçın düzenlenişidir.
Bacon'un Van Somer imzalı nadir başı açık portresi, Droeshout'un portresinde
daha da vurgulanmış olan geniş, vurgulu bir alın resmeder. Shakspeare
severlerin yıllarca eleştirisine hedef olan Droeshout portresinin kabalığı,
Lord Bacon'un yüz özelliklerini tanınmayan şekilde bozma hilesinin önemli bir
parçasını oluşturur görünmektedir. Dr. H.A. W. Speckman, Ben Jonson'un
"Okuyucuya" başlıklı şiirinin ikinci dizesindeki "It was"
ifadesinin harflerini, üst üste getirme şifre tekniğiyle çözdüğünde ortaya F.
Baco ismi çıkmıştır. Bu yöntemde şifre alfabenin 22 alfabesini altı sağdakiyle
değiştirme üzerine kuruludur. Aşağı satırdaki harflerle yukarıdaki satırdaki
harflerle değiştirildiğinde (V harfini W kabul ederek) şu anlamlı sözlere
ulaşırız:
ABCDEFGHIKLM NOPORSTVXZ
STVXZABCDEFGHIKLMNOPOR
Bu şifreleme yöntemine göre Ben Jonson'un
açılış dizeleri şöyle olur.
"This figure,
that thou, here seest put,
F. Baca tor gentle
Shakespeare cut."
[Buraya konan gördüğünüz figür,
Shakespeare'in yüzüne gizli F . Baco'dur]
Bacon, Sylva sylvarum
Bacon'ı
felsefe ve siyaset alanları dışında edebiyat alanında da büyük bir üne ve öneme
kavuşturan eseri hiç kuşkusuz ünlü "Denemeler"idir (Essays). 1597'de
ilk kez basılan bu eseri, daha sonra genişletilmiş bir şekilde 1612 ve 1625'de
tekrar basıldı. Yalın ve berrak anlatımının yanında zekice oluşturulmuş
kompleks formlarıda içeren bu eseri Bacon'ı İngiliz edebiyat tarihinin ünlü
simalarından biri yapmıştır. Denemeler, birçok farklı konuda Bacon'ın
fikirlerinde gezinmemizi sağlayan, onu ve düşünce biçimini anlamamıza olanak
verdiği gibi günlük yaşantımız açısından da değerli nasihatlara ve düşüncelere
sahip olan önemli bir eserdir.
Denemeler
üzerinde birkaç noktada durmamız gerekirse, bunlardan en önemlisi,
Denemeler'deki ahlâk felsefesidir. Hristiyan ahlâk yapısının uzağında daha makyavelist bir ahlâk görüşü
hakimdir. Yine de pür bir makyavelist tavırdan öte, geleneksel Hristiyan ahlâkı
ile makyavelist tutumun ortasında, daha uzlaşmacı ve vasat bir ahlâk yapısı
göze çarpmaktadır.
Denemeler'den
fazlasıyla anladığımız üzere Bacon'ın ideal yönetim
sistemi otokrasidir. Fakat onun otokrasi
anlayışı ortaçağdakinden biraz daha farklı, belki de filozof-krala daha
yakın bir anlayıştır.
Bacon,
Denemeler'de, gençlikten dostluğa, dostluktan siyasete, siyasetten psikolojiye
kadar çok geniş bir yelpaze içerisinde birçok farklı görüş sunmuştur.
Hayatı
boyunca üzerinde duracağı felsefi fikirlerinin temelini attığı bu eser, Bacon'ın
ilk felsefi çalışmasıdır. Eserin ismi belki de eserin mühtevasını en güzel
özetleyen kalıp "Bilimin İlerlemesi" (The Advancement of Learning),
zira eser çok geniş bir alanı kaplıyor birçok farklı bilim dalı için yeni
yaklaşımlar geliştirilmesini ısrarla savunuyor, tıbba, fizyolojiye değiniyor, psikolojik yorumlarda
bulunuyor. Bilimin her yönde, her açıdan gelişmesi gerektiğini savunuyor.
Bilim, bilimin ve bilimsel araştırmanın önemi üzerine yazılan onca sayfadan ve
bilime yapılan onca övgüden sonra, bilimin bir kılavuz olmaksızın kaybolacağı
ve eksik kalacağı sonucuna varıyor. Bilimin kılavuzu: Felsefe. Felsefenin
bilime yapacağı kılavuzluğu anlatırken, yeni bilimsel yöntemi de tümevarım
yöntemi olarak açıklıyor.
Eser
incelendiğinde belki de göze çarpan en önemli unsur Bacon'ın insanlığa, insana
olan güveni. Bacon insanı kesinlikle doğadan üstün tutuyor. Bilimle yapılacak
keşiflerin insanı doğadan üstün kılacağından emin. Yaşadığa çağa göre çok
devrimsel ve hatta hayalperest nitelikte bir söylemdir bu.
"İnsan,
doğanın yöneticisi ve yorumcusu olarak, doğa düzeni üzerindeki gözlemlerinin
izin verdiği kadar eylemde bulunabilir ve nedenleri anlayabilir. Daha ötesini
ne bilir, ne de bilebilir." Hiç kuşkusuz, Novum Organum'un bu
cümleleri Bacon'un görüşlerini, deneyselciliğini, gözlemciliğini ve insan ile
doğaya bakış açısını güzel bir şekilde özetlemektedir. Eserin adından da fark
edilebileceği gibi, karşımızda yeni bir Organon vardır, Aristo'ya ve eski
yöntemlere karşı, yeni bir yöntem, yeni bir bilim ve mantık sistemi.
Bilimin
kılavuzu felsefenin gerektiği konuma gelebilmesi, ve insanın bilim ışığı altında
yükselebilmesi için, Bacon'a göre zihnin "putları" yıkılmalıydı.
"Put" ile Bacon'ın kastı, gerçeklerin yerine konulmuş, yanlış ve
hatalı, akıl-dışı yöntemler ve düşüncelerdir. Bu yanlış yöntem ve düşünceler,
sadece yeni yanlışlıkların doğmasına yol açar, böylece bilimin gerçek yolunun
ve gerçeklerin üstünü örter. Eserde dört çeşit put ile karşılaşırız: Kabile
(Oymak) putları, Mağara putları, Çarşı putları, ve Sahne (Tiyatro) putları.
Kabile
(Oymak) putları, tüm putların en önemlisi ve en zararlısıdır. Gelenekten veya
doğal yapımızdan gelen görüşleri araştırma yapmaksızın kabul etmeyi içerir.
Oysa, Bacon'a göre düşüncelerimiz nesnelerden çok kendimizi, bakış açımızı
yansıtır. İnsan olmasını istediği şeye kolaylıkla inandığı için birçok geri
dönüşü olmayan yanlış kanılara sapar.
Mağara
putları olarak adlandırılan ikinci grup putlar ise, yaratılışıntan ve doğadaki
gelişim süreci yüzünden biçimlenen ve daraltılan (limitlenen) bakış açısını ve
zihni tanımlar. Oysa gerçek ne dar bir alana sıkıştırılmıştır, ne de
tarafgirdir. Mağara putları kişinin gelişmesini, daha geniş bir pencereden
bakmasını engelleyen yanlışlıklar, dar bakış açılarıdır.
Çarşı
heykelleri ise "insanların birbiriyle ilişkilerinden ve
alışverişlerinden meydana gelir". Anlaşılacağı üzere dil ve insan
ilişkileri ile ilgilidir. Dilin, kelimelerin ve insan ilişkilerinin zihni
daralttığı noktaları ve doğurduğu yanlışları simgeler.
Son
olarak Sahne putları, filozofların eski çağlarda ürettiği temelsiz, dramatik
dogmalardır.
Bacon'a
göre insan zihnini körelten bu putlar yıkılmadıkça felsefe ve bilim karanlıktan
kurtulamazdı. İnsanlığa tanıttığı yeni yöntem ise tümevarım idi. Eserde tümevarım yönteminin bilgilerin
biçimlenmesinde nasıl bir teknik üzerine oturtulacağına yer vermiştir.
Yeni Atlantis'i Bacon, 1624'te, altmış üç
yaşındayken, sağlığı bozulmuş,
siyasetten çekilmiş olduğu bir zamanda yazdı. Dr. Rawley, yapıtı 1627'de
yayımladı. Önce İngilizce yazılmış, sonra Latinceye çevrilmişti; İngilizce
metinde görülen bazı anlaşılmaz yerler, Latince metinle karşılaştırılarak
düzeltilebilmiştir.
Yeni Atlantis, kendisinden önce yazılan ve
ideal bir devleti anlatan yapıtların etkisinde kalmıştır. Platon'un
"Devlet"i gibi siyasal felsefe yapıtı olmadığı gibi Sir Thomas
More'un "Utopia"sı ve Swift'in yapıtları gibi ekonomik bir eleştiri
ve yerme de içermez. Daha çok kişisel bir ideal ve düşlem ürünüdür. Ben Salem
halkının ahlak ve töreler üzerine anlattığı şeyler insanlığın nasıl olması
gerektiği konusunda Bacon'ın düşüncelerini göstermektedir. "Bu halkta
görülen, akla uygun dindarlık, ağırbaşlı neşe, ince nezaket ve iyilikseverlik,
eli açıklık ve konukseverlik, resmi yaşamda bağlılık, özel yaşamda namus,
ağırbaşlılık ve terbiye, düzen, nezaket, ciddi çalışkanlık kendisinin olgunluk
düzeyine eriştiğini gösterir." Anlattığı toplumsal kurumlar yeni bir
ulusal özyapı oluşumu için birer araç olmaktan çok bu niteliklerin doğal sonucu
ve anlatımıdır.
Yapıtın en önemli ve büyük bölümünü kapsayan "Süleyman
Evi" kendisinin bütün yaşamı boyunca düşlerinde yaşattığı bir idealdir. On yedinci yüzyıl bilimsel denemeler ve
araştırmalar bakımından büyük çalışmaların yapıldığı bir çağdır. Bacon, eyleme
dayanan bilgilerimizi genişlettiğimiz ölçüde insanlığın kurtulabileceğine
inanıyordu.
Onun dönemi bilgiyi yalnızca bilgi olduğu
için aramıyor, insanlara büyük çıkarlar sağlayacağı için bilimsel deneme ve araştırma yapılmasını istiyordu.
Yeni Atlantis, hem büyük bir adamın umut ve ülküsünün bir anlatımı, hem de
modern bilim ruhunun doğduğu o dönemi en iyi anlatan bir yapıttır.
Bacon'ının
kafasında tasarladığı şaheseridir, "Magna Instauratio", yani
"Büyük Yeni Düzen". Teoriden çok pratik bir yaklaşımla ele alacağı
konulara titizlikle karar vermişti. Sadece birkaç bölümünü bitirebilmiştir bu
eserini ve eseri bitiremeden vefat etmiştir.
Bacon,
Shakspere ve Gül-Haçlılar tartışmasını tekrar canlandırmamızın nedeni, çoktan
ölüp gitmiş insanların kemiklerini sızlatmak değil, net bir analizin, kâhinler
sustuğundan beri dünya için kayıp olan bir bilgiyi yeniden keşfetmemize
yardımcı olacağı umududur. W.F.C. Wigston, Avon Ozanından “hayalet Kaptan
Shakespeare bir Gül-Haç maskesidir” diye bahsediyordu. Bu cümle
Bacon-Shakspere tartışmasındaki en önemli yargılardan birini oluşturur.
Willam
Shakspere’in imzasını taşıyan ölümsüz yazıları yardımsız yazamayacağı hayli
kesindir. Yetişmiş olduğu Stratford kasabası, ona atfedilen yazılardan yansıyan
yüksek bilgiyi verecek herhangi bir okul olmadığı için, gereken edebi bilgiye
sahip değildi. Anne ve babasının okuma yazması yoktu ve hayatının ilk döneminde
okumayla hiç ilgilenmemişti. Elimizde Shakspere’e ait altı elyazısı örneği
vardır. Bunların hepsi de imzasıdır ve üçü vasiyetnamesinde bulunmaktadır. Yasal
mührün altındaki isim karalaması Shakspere’nin kalem kullanmayı bilmediğini
veya kalemi kullanırken elini başka bir elin tuttuğunu göstermektedir.
Shakespere’e ait hiçbir bir oyun veya sonenin elyazması bulunamadığı gibi,
Great Folio’nun önsözünde görülen fantastik ve imkânsız yargıyı doğrulayacak
herhangi bir gelenek de mevcut değildir.
Edebi
eserlerinden birçok asrın edebiyatını çok iyi bildiği anlaşılan bir yazarın en
önemli araçlarından biri zengin bir kütüphanedir; oysa Shakspere’in kütüphanesi
olduğuna dair hiçbir kayıt yoktur ve vasiyetinde kitaplardan hiçbir şekilde
bahsetmez. Ignatius Donnelly, Shakspere’nin kızı Judith’in herkesçe bilinen
okuma yazma yokluğuna ve yirmi yedi yaşında olmasına rağmen imzasını zar zor
atabilmesine bakarak, Willam Shakspere’in, o oyunları yazan insansa, kızının,
kendisini zengin ve ünlü yapan oyunlardan tek satır okuyamadan olgun bir yaşa
gelmesine asla izin vermeyeceği yargısında bulunmaktadır.
Cevaplanması
gereken bir değer soru da şudur: “Willam Shakspere, klasik Latince ve
Yunanca bir yana, modern Fransızca, İtalyanca, İspanyolca, Danca dillerini
nereden öğrendi?” Shakspeare’in oyunlarında görülen yüksek derecede Latince
bilgisine rağmen, Shakspere’i yakından tanıyan Ben Jonson, Stratfordlu aktörün
Latincesinin çok az, Yunancasınınsa ondan da az olduğunu ileri sürmektedir.
Ayrıca Willam Shakspere’in kendi başına veya başkalarıyla birlikte yazdığı
düşünülen oyunlardan herhangi birinde başrolü oynadığına dair hiçbir kanıt
olmaması garip değil midir? Kuşkusuz sahneye çıkmayı sevmeyen bir aktör
olabilir. Öyle anlaşılıyor ki aktörlük kariyerinin en büyük başarısı
Hamlet’teki Hayalet’i oynamaktır!
Shakspere,
çok iyi bilinen tamahkârlığına rağmen, yaşarken, kendi adını taşıyan ve birçoğu
isimsiz olarak yayınlanan oyunlardan hiçbirinin sahneye konmasını kontrol
etmeye veya onlardan para kazanmaya çalışmamıştır. Anladığımız kadarıyla
mirasçılarından hiçbiri First Folio’nun ölümünden soma yayınlanmasına veya
ondan para kazanma işine katılmamıştır. Eğer Shakspere, kendi adını taşıyan
elyazmalarının ve yayınlanmamış oyunlarının yazarı olsaydı, bunlar onun en
değerli varlıkları olurdu; oysa vasiyetnamesinde en iyi ikinci yatağı ile büyük
gümüş çanağından özel olarak bahsetmesine rağmen herhangi bir kitap ismi
geçmez.
Birçok
kitap “William Shakespeare” diye imzalanmış olsa da, Stratfordlu aktörün
bilinen tüm imzalarında “William Shakspere” yazıyordu. İmladaki bu gözden kaçan
farklılık acaba bir anlama mı sahipti? İlk Shakespeare kitabının yayıncıları
söz konusu aktöre gerçekten kitapta bahsettikleri kadar büyük bir saygı
duyuyorlarsa, sanki bir aldatmacaya açık, alaycı gönderme yapar gibi kapağa
onun bir karikatürünü neden koydular?
Ayrıca
Shakspere’in özel hayatındaki bazı noktalar anlaşılmaz saçmalıklar gibi
görünmektedir. Edebi kariyerinin doruk noktasında olması gereken bir dönemde
alkol üretmek için malt ticaretine girmeye çalışmaktadır! Venedik
Tüccarı adlı oyunun meşhur yazarının bir tefeci olduğunu
düşünün! Shakspere’in hemşerileri arasında Philip Rogers adında, onun iki
şilinini almak için dava ettiği bir adam da vardır! Kısaca Shakspere’in
hayatında onun yazınsal dehasını destekleyecek tek bir örnek bulamıyoruz.
Shakespeare
oyunlarında savunulan felsefi idealler, açık bir biçimde yazarın
Gül-Haçlılara
özgü kimi öğretileri ve inançları çok iyi bildiğini göstermektedir.
Aslına
bakılırsa Shakspeare’in oyunlarının felsefi derinliği, yazarı, çağının
aydınlanmış insanları arasına sokmaktadır. Bacon Shakspere tartışmasına bir çözüm
arayan insanları, çoğunluğunu entelektüeller oluşturur. Bu insanlar akademik
başarılarına rağmen, çağın felsefi başarıları arasıdaki aşkıncılığın oynadığı
önemli rolü hesaba katmamışlardır. Üstfiziğin [superphysics] gizemleri
maddeciler için açıklanamazdır, bu kişilerin eğitimi onları söz konusu bilimin
karmaşık alanlarına girmesini engeller. Fırtına, Macbeth, Hamlet veya Kış
Masalı oyunlarım Platoncu, Kabalacı, Pisagorcu bir insandan başkası yazabilir
mi? Bir Yaz Gecesi Rüyası adlı oyunu Paracelsusçu yazım çok iyi bilen bir
insandan başkası yazabilir mi?
SHAKESPEARE'İN KRAL II. RİCHARD
KİTABININ 1597 TARİHLİ BASKISINDAN BİR SÜSLEME.
Yukarıdaki süs, uzun zamandan beri
Bacon'a veya Gül-Haçlılara ait bir süsleme olarak kabul edilir. Koyu ve açık
renkli A harfleri Gül-Haç sözcülerinin yayınladığı kitaplarda sık sık karşımıza
çıkar.
Modern
bilimin babası, modern hukuku yeniden biçimleyen kişi, modern İncil ’in
editörü, modern demokrasinin öncüsü ve modern Hürmasonluğun kurcusu Sir Francis
Bacon, birçok amacı ve hedefi olan bir insandı. O bir Gül-Haçlı’ydı, kimilerine
göreyse Gül-Haç hareketini başlatan kişiydi. Bacon, Gül-Haç manifestolarında
bahsedilen Aydınlanmış Baba C.R.C. değilse bile, kesinlikle GülHaç tarikatının
yüksek derecede bir inisiyesiydi. Eserleri, sembolizm, felsefe ve edebiyat
öğrencileri için, ancak onun bu gizli cemiyetle bağlantısı içinde anlam
kazanabilir.
Genel
inanışa göre William Spakspere’nin yazdığı düşünülen sonelerin ve oyunların
gerçek yazarının Sir Francis Bacon olduğunu kanıtlamaya çalışan ciltlerce kitap
yazılmıştır. Bu metinleri tarafsız bir gözle inceleyen kişi, Baconcı teoriyi
desteklemekten başka bir yargıya varamaz. Aslına bakılırsa yıllarını Sir
Francis Bacon’ın gerçek Avon Ozanı olduğunu kanıtlamaya çalışmakla geçirenler,
en önemli noktayı, yani bir Gül-Haç inisiyesi olan Sir Francis Bacon’ın
Spakespeare’e ait oyunların içine Gül-Haç Kardeşliği’nin gizli öğretilerini ve
kurucularından biri olduğu Hürmason tarikatının gerçek ritüellerini yedirmiş
olduğunu vurgulamış olsalardı, davalarını çok önceden kazanırlardı. Bununla
birlikte halk, bir yanlışı düzeltmek, bir sorunu çözmektense geleneksel
kahramanlarım korumak ister. Bununla birlikte, düğüm çözüldüğü zaman insanlık
için uygulamalı faydası olan bilgilerin keşfedileceği kanıtlanabilirse,
dünyanın en zeki insanları bu girişime gönüllü olacaktır. Bacon-Shakspere
karşıtlığı, en yetenekli savunucularının zaten fark ettiği üzere, bilim, din ve
ahlak alanlarım derinden ilgilendirmektedir. Bu sırrı çözen kişi, orada,
kadimlerin kayıp olduğu düşünülen bilgeliğine bir anahtar bulabilir.
King
James, Bacon’ın entelektüel başarılarını takdir ettiği için bugün Kral James
İncili diye bildiğimiz metnin çeviri metinlerini, düzeltme, tashih ve gözden
geçirmesi için ona teslim etmiştir. Bu metinler onun elinde bir yıl kadar
kalmıştır. Fakat bu süre içinde neler olduğuna dair elimizde hiçbir bilgi
yoktur. Bu eserle ilgili olarak William T. Smedley şunları yazmaktadır: “Onaylı
İncil Versiyonu’nun Francis Bacon’a ait olduğu eninde sonunda kanıtlanacaktır.”
(Bkz. The Mystery ofFrancis Bacon.) Kral James İncili’nin ilk baskısında
şifreli bir Baconcı başlık süslemesi vardır. Acaba Bacon, Onaylı İncil’e, açık
bir biçimde metne koymaya cesaret edemediği mistik ve masonik Hıristiyanlığın
gizli Gül-Haç anahtarını gizlemiş olabilir mi?
Baconcı
uzmanlar, Burton'un Anatomy of Melancholy adlı eserinin, gerçekte Bacon'ın
olaylı hayatı süresince toplamış olduğu tuhaf ve nadir bilgilerin not alındığı
bir kitap olduğunu ileri sürüyor. Bu kapak sayfasının şifreli bir mesaj
içerdiğine inanılmaktadır. Bu şifrenin anahtarı sağ alt köşedeki eliyle işaret
eden deli figürüdür. Elizabeth Wells Gallup'a göre, figürün işaret ettiği
semavi küre, Francis Bacon'ın şifreli bir sembolüdür. Bulutların içinde
görünen gezegensel işaretler kitapta anlatılan deliliği üreten gezegensel
konumları göstermektedir. Başı eline dayalı oturan adam figürünün ise Francis
Bacon olduğuna inanılmaktadır.
Sir
Francis Bacon, Shakespeare imzalı oyunları ve soneleri yazmak için gerekli
felsefi ve genel bilgiye sahipti. Herkes onun bir besteci, avukat ve dilbilimci
olduğunu biliyordu. Rahibi Doktor William Rawley ile Ben Johnson, onun felsefi
ve şiirsel başarılarına tanıklık etmektedirler. Rawley, Bacon için şu dikkate
değer sözleri söyler: “Bu modern zamanlarda bir insanın üzerine Tanrı’nın
bilgisinin bir ışık halinde indiğine inanacak şekilde eğitildim, bu insan
Bacon’dan başkası değildir. Çünkü son derece iyi bir okuyucu olmasına rağmen, bilgilerini
kitaplardan değil, içinden bir yerlerden alıyordu.” (Bkz. Resuscitado’nun
giriş bölümü.)
Sir
Francis Bacon sadece iyi bir avukat değil, aynı zamanda dikkatleri üzerine
toplayan bir saray nedimiydi. Shakespeare imzalı oyunlarda görülen soylulara
ait görgü kuralları ve yasaları, Stratfordlu bir aktörün mütevazı konumuyla
bilebileceğinden çok daha iyi biliyordu. Üstelik Verulam Kontu birçok yabancı
ülkeyi ziyaret ederek oyunların arka planını oluşturan bilgiyi almıştır,
dolayısıyla buralardaki otantik yerel atmosferi yeniden yaratabilecek
konumdaydı, oysa William Shakspere’in İngiltere dışına seyahat ettiğine dair
hiçbir kayıt bulunmamaktadır.
Sir
Francis Bacon tarafından bir araya getirilen devasa kütüphane, Shakespeare
imzalı oyunlardaki alıntı ve anekdotlar için gerekli ciltleri de kapsıyordu.
Gerçekten de birçok oyun, o zamanlar İngilizce çevirisi olmayan daha eski
metinlerden alınmıştı. Akademik yetenekleri sayesinde Verulam Lordu orijinal
kitapları okuyabilirdi; William Shakspere’in bunu yapabilme ihtimali ise çok
düşüktür.
Shakspeare
imzalı oyunların yazılmasında Bacon’ın parmağı olduğuna dair çok sayıda şifreli
kanıt mevcuttur. Sir Francis Bacon’ın şifreli sayısı 33 idi. Kral
Dördüncü Henry’nin birinci perdesinde, Francis kelimesi tek sayfada tam 33 kez
görünür. Bu amaca ulaşmak için çok tuhaf cümleler kurmak gerekmiştir: “Anon
Francis? No Francis, but tomorrow Francis: or Francis, on Thursday: or indeed
Francis when thou wilt. But Francis.”
Shakspere
imzalı oyunlarda birçok akrostiş imzalar bulunur. En basit akrostişte
satırların ilk harflerinde Bacon ismi gizlidir. Fırtına adlı oyunun 1. Perde,
2. Sahne’sinde bir Bacon akrostişi dikkat çeker.
“Begun to teli me what 1 anı, but stopt
And left me to a bootelesse Inquisition,
Concluding, stay: not yet.”
İlk ve ikinci satırın ilk harfleri ile üçüncü satırın ilk
üç harfi BACon kelimesini oluşturur. Bacon imzalı yazılarda da aynı
akrostiş sık sık karşımıza çıkar.
Shakespear
oyunlarının yazarı her kimse, Sir Francis Bacon’ın siyasi görüşleriyle tam bir
anlaşma içindedir, ayrıca oyunlarda onun siyasi rakiplerinin karikatürlerini
görürüz. Dolayısıyla bu yazar ve yazarların dini, felsefi görüşleri ve eğitim
hakkındaki fikirleri de Bacon’ın kişisel görüşleriyle birebir örtüşür. Bacon’ın
yazıları ile Shakespeare’in oyunları arasında dikkat çekici stil ve terminoloji
benzerliğinin dışında, ayrıca, her ikisinde de ortak tarihsel ve felsefi
hatalar vardır. Örneğin her iki yazarın da kullandığı Aristoteles’ten yanlış
alıntılar.
BACON'IN BİR İMZASI
Resmin
alındığı garip kitap 1648 yılında Paris'te yayınlanmıştır. Resmin ön
tarafındaki iri yaban domuzu Bacon araştırmanlarının dikkatini hemen
çekecektir. Bacon bu hayvanı kendi ismiyle yaptığı bir kelime oyunu yüzünden
seçmiştir. Resmin arka kısmındaki iki sütun bir mason sembolizmini akla
getirmektedir. Resmin neredeyse tam ortasındaki -biri parlak diğeri gölgeli-
iki A harfi. tek başına Baconcı etkiyi göstermek için yeterlidir. Bununla
birlikte en önemli kanıt Bacon'ın isminin Latince harflerle yazılışının (F. Baco)
toplamının 17 sayısına tekabül etmesidir. Resimde görülen üç kelimedeyse toplam
17 harf vardır.
“Geleceğin
tüm dehasını ortaya çıkaracağının bilincinde olan Verulam Lordu, vasiyetinde,
Mesih’in huzurunda ruhunu Tanrı’ya bağışlar ve bedeninin bilinmez bir yere
gömülmesini, isminin ve hatırasının insanların hayırlı konuşmalarına, yabancı
uluslara, sonraki çağlara ve bir vakit sonra kendi ülkesinin insanlarına
kalmasını diler. Bacon, italikle vurguladığımız kısmı, muhtemelen çok fazla
şeyi ifşa ettiği korkusuyla vasiyetinden silmiştir.
Bacon'|n
Advancement ofLeaming adlı eserinden.
FRANCIS
BACON, BARON VERULAM, VISCOUNT ST. ALBANS
Lort
tocon 1561 Yılında doğmuş, kayıtlara göre 1626 yılında ölmüştür. Bununla
birlikte cenazesinin uydurma bir cenaze olduğu onun İngiltere den ayrılarak
yıllarca başka bir isimle Almanya'da yaşadığı, burada hayatını adadığı gizli
cemiyetin öğretilerini yaymaya devam ettiğine dair birçok kanıt vardır.
Tarafsız araştırmacıların zihninde, Lort Bacon'ın Kraliçe Elizabeth ile
Leicester Kontu'nun oğlu olduğuna dair çok az kuşku vardır.
Yine Sir Francis Bacon’ın Yeni Atlantis adlı eserinin
başlık sayfasında, Zamanın Babası, bir mağaranın karanlığından dişi bir figür
çıkarırken tasvir edilir. Bu tasvirin etrafında Latince bir ifade vardır: “Vakti
geldiğinde, gizli hakikat ortaya çıkacaktır. On yedinci asrın özellikle ikinci
yarısında yayınlanan kitapların üzerindeki desenler ve vurgulu kelimeler belli
bir plana göre hareket edildiğini göstermektedir.
Öyle
anlaşılıyor ki Shakespeare ismini taşıyan Yarakların ve diğer kitapların yanlış
sayfalanması da Baconcı şifrelere bir anahtar oluşturur; çünkü farklı matbaalar
tarafından yapılan farklı basımlarda da aynı sayfa hatalarına rastlarız.
Örneğin Shakespeare’in Birinci ve İkinci Varaklan dokuz yıl aralıkla tümüyle
farklı iki tipoda ve matbaada basıldığı halde, her iki Comedies baskısının 153.
sayfası 151, 249 ile 250. sayfalar, sırayla 250 ile 251 olarak
numaralandırılmıştır. Yine Bacon’ın The Advancement and Profience of Learning
adlı eserinin 353 ile 354. sayfaları, sırayla 351 ve 352 olarak
numaralandırılmıştır. Du Bartas’ Divine Weeks adlı kitabın 346 ve 350.
sayfaları yerinde yoktur, 450. sayfa ise 442 olarak numaralandırılmıştır.
Sayfaların 50, 51, 52, 53 ve 54 sayılarıyla bitiyor olması dikkatinizi çekmiş
olmalı.
Verulam
Lordu’nun iki harfli şifreleme ihtiyacı 1590 ile 1650 yılları arasında basılmış
sayısız kitapta layıkıyla yerine getirilmiştir. “Yazar Üstat W.
Shakespeare’e” atfedilmiş L. Digges’in dizeleri hem büyük hem küçük harfler
için iki farklı font kullanımı içerir. Fark büyük T, N ve A harflerinde açıkça
görülür. Şifre daha sonraki baskılardan silinmiştir.
Metinde
gizli malzemelerin varlığı, genellikle kelimelerle gereksiz oynamalar ve
fazladan süslemelerde kendini gösterir. Du Bartas ’ Divine Weeks adlı eserin
1641 baskısında on altıncı sayfada eski bir metne bakan bir domuz
resmedilmiştir. Metin anlamsız kelimelerden oluşur. Açıkça şifreli olduğu
anlaşılan bu metin Bacon’ın imzasını –Hog-taşır. Shakespeare’in oyunlarının
1623’teki Birinci Varağının yayınlanmasının hemen ardından Gustavus Selenus
ismiyle şifreleme üzerine dikkat çekici bir eser yayınlanmıştır. Bu kitabın
Shakespeare’in Toplu Eserleri’nin şifre anahtarını taşıdığına dair güçlü bir
kanaat vardır.
Ayrıca
tuhaf kitaplar üzerindeki tuhaf yazı tura işlemeleri de şifrenin varlığını
göstermektedir. Eski kitaplarda da bu tür amblemlerin basılması âdetten olsa
da, kimi amblemler Bacon’ın Gül-Haç şifrelerine özeldir. Koyu ve açık tonlu A
ilginç bir örnektir. Baconcı sembolizmde koyu ve açık tonlu A ve hog üzerine
sayısız referansı hatırladığımız zaman, onun Interpretation of Nature [Doğanın
Yorumu] adlı eserindeki şu ifade çok çarpıcıdır: “Domuzdan düşen sümük, olur
da yerde A harfini oluşturursa, onun bu harfi yazdığı gibi, koca bir trajediyi
de yazabileceğine inanır mısınız?”
On
yedinci asrın diğer gizli cemiyetlerinin yaptığı gibi Gül-Haç cemiyeti de
şifreli mesajlarını iletmek için süslemeleri kullanmıştır. Baconcı şifreler
içerdiği düşünülen eserler, genellikle Gül-Haç ve mason süs ve amblemleri
içerecek şekilde basılmıştır. Genellikle tek bir kitapta, Gül-Haç, vazolar,
üzüm salkımları ve benzeri semboller bir arada bulunmaktadır.
Ralegh'in
History of the World adlı eserinden.
ŞİFRELİ BİR SÜSLEME
Baconcı
felsefeden etkilenen kitapların bölüm başlarında ve sonlarında, inisiyelere
kitap içinde gizli bilginin varlığını göstermek -veya Baconcı, Gül-Haççı
şifreleri saklama amaçlı- için bazı geleneksel süslemeler kullanılırdı.
Yukarıdaki başlık süslemesinin Baconcı bir şifre olduğu artık kesin olarak
bilinmektedir ve sadece sayılı kitapta bulunur. Bu şifreli mesajlar, kitaplara
ya bizzat Bacon tarafından ya da Bacon'ın şifre ve bulmaca konusundaki müthiş
bilgisiyle hizmet ettiği cemiyetin üyesi olan başka yazarlar tarafından eklenmiştir.
Bu süslemenin çeşitlemelerini Shakespeare'in Toplu Eserleri'nin ilk baskısında
(16231, Bacon'ın Novum Organum adlı eserinde (16201. Kral James İncili'nde
(1611), Spencer'ın Faerie Queene adlı eserinde (1611), Sir Walter Ralegh'in
History of the World eserinde (1614) görebiliriz. (Bkz. American Baconiana.)
The
Tragedy of Cymbeline adlı eserle başlayan şifreye, çarpıcı bir anahtar görevi
gören bir belge mevcuttur. Bildiğimiz kadarıyla bu metin asla yayınlanmamıştır
ve Shakespeare oyunlarının yalnızca 1623 baskısına uygulanabilmektedir. Şifre
imla işaretleri, özellikle uzun ve kısa nida işaretleri, dik veya eğri soru
işaretlerini dâhil eden bir kelime ve satır sayma şifresidir. Bu şifre 1900
yılında Henry William Bearse tarafından keşfedilmiş, enine boyuna kontrol
edildikten sonra halka açıklanmıştır.
Mason
tarikatının ortaçağın gizli cemiyetlerinin doğrudan bir devamı olduğu konusunda
hiçbir kuşku yoktur. Hürmasonluğun, kadim çağların ve ortaçağın sembolizmi ve
mistisizmiyle dolu olduğu da inkâr edilemez. Sir Francis Bacon, masonların
kökenine dair gerçek sırrı biliyordu ve bu bilgiyi şifrelerle kitaplara
işlediğini düşünmemiz için pek çok nedenimiz vardır. Bacon, elçiyle mesajını
birbirinden hiçbir zaman ayıramamış olan bir dünya ile gizli bir kurum arasındaki
odak noktasıdır. Kadim çağların kayıp bilgisini keşfeden söz konusu gizli
cemiyet, bilginin tekrar kaybolacağından korkarak onu iki şekilde devam
ettirmiştir: (1) inisiyelere bilgeliğini semboller şeklinde ifşa eden bir
örgütlenme yoluyla (Hürmasonluk); (2) ustaca şifre ve bulmacalarla sırları
günün edebiyatına gizleyerek.
Kanıtlar,
kadimlerin gizli eserlerinden bir seçkiyi, bizzat kendilerinin hazırladıkları
kimi başka metinlerle birlikte yayınlama görevini üstlenmiş olan bilge ve aydın
bir gruba işaret etmektedir. Bu kişiler, cemiyetin gelecekteki üyelerinin bu
kitapları tanımakla kalmayıp, aynı zamanda önemli pasajları, kelimeleri,
bölümleri hemen görebilmeleri için şifreli desenlerden sembolik bir alfabe
yaratmışlardır. Kavrayışı keskin birkaç insan, bir anahtar ve sıra kullanarak
bilgelikle aydınlanmış bir hayata uyanacaklardır.
Bacon
gizeminin devasa önemi gün geçtikçe aydınlanmaktadır. Sir Francis Bacon
kadimlerin gizli öğretisini başından sonuna kadar öğrenen büyük zekâlar
zincirinin bir halkasıdır. Bu gizli öğreti onun şifreli yazılarına
saklanmıştır. Onun şifrelerini çözmeye çalışmanın tek meşru sebebi bu ilahi
bilgeliği arayıştır.
Mason
araştırmanlar, on altıncı ve on yedinci asırda yayınlanmış birçok kitapta,
modern masonluğu kuran, fakat dış grubu kontrol edip yönlendirmekle yetinip
ortaya çıkmayan gizli bir cemiyetin mühürlerini ve imzasını taşıyan kitaplardan
çok şey öğrenebilir. Hürmasonluğun kayıp ritüelleri ve tarihi, ortaçağın
sembolizminde ve şifrelerinde yeniden keşfedilebilir. Hürmasonluk sırlı ve
saklanmış babamızın parlak ve ihtişamlı oğludur. Onun kendi soyunun nereden
geldiğini bilmemesinin nedeni, kökeninin süperfiziksel ve mistik olanın
perdesiyle örtülmüş olmasıdır. 1623 tarihli Toplu Eserler [Great Folio] Masonik
bilgi ve sembolizm açısından bir hazinedir. Büyük Çalışma’nın gerektirdiği
araştırmaların yapılacağı gün de giderek yaklaşmaktadır.
Hıristiyanlık,
pagan gizem okullarının cisimsel örgütlenmesini dağıtmış olsa da, paganların
sahip oldukları doğa ötesi bilgisini yok edemezdi. Yunan ve Mısır Gizem
Okulları, kilisenin ilk yıllarında ona nüfuz etmiş, Hıristiyanlık kıyafetine
bürünerek Hıristiyan inancın unsurları haline gelmiştir. Sir Francis Bacon,
eskiden pagan kâhinlerin sahip oldukları sırlara nüfuz edip onu yayma vazifesi
verilen insanlardan biriydi. Bu amaca ulaşmak için ya Gül-Haç Kardeşliği’ni
kurdu, ya da bu isimle halihazırda mevcut bir cemiyete girerek onun önemli
üyelerinden biri haline geldi.
İnisiye
olmayanların açıkça anlayamayacağı bazı nedenlerden dolayı, Bacon bulmacasının
çözülmesini engellemeye yönelik sürekli ve ısrarlı bir çaba söz konusudur.
Araştırmanların çabalarını sürekli engelleyen güç her ne olursa olsun, soru
bugün de Bacon’ın döneminde olduğu kadar canlıdır ve bulmacayı çözmeye
çalışanlar hâlâ bu engelleyici gücün direncini hissediyorlar.
Her
şeyi yanlış anlamaya yatkın olan dünya, doğanın gizli işleyişini anlayanları
yargılamaya ve bu bilgeliğin bekçilerini yok etmek için her yolu denemeye devam
etmektedir. Sir Francis Bacon’ın siyasi prestiji, sonunda gözden düşmüş ve Sir
Walter Ralegh’in aşkın bilgisi tehlikeli görüldüğü için utanç verici bir
şekilde son bulmuştur.
Shakspere’nin
elyazısını taklit etmek, saf halka sahte portreler sunmak, uydurma biyografiler
yazmak, metinleri ve kitapları tahrip etmek, şifreli mesajlar taşıyan şekil ve
yazıları anlaşılmaz hale getirmek, hepsi birden Bacon-Shakspere-Gül-Haç
bulmacasını çözmeye çalışanların önünde büyük engeller yaratıyor. Nitekim
İrlanda’ da yapılan sahtekârlıklar, uzmanları yıllarca uğraştırmıştır.
|
Ralegh'in
History of the Worldadlı eserinden.
SIR
WALTER RALEGH'İN HISTORY OF THE WORLD ADLI ESERİNİN İLK SAYFASI
Sir Walter Ralegh'in elindeki, İngiliz Hükümetine zarar
vereceğini düşündüğü bilgi neydi? Ona yöneltilen suçlamalar kanıtlanamadığı halde neden
idam edildi. Yoksa o Avrupa'yı siyasi ve dini olarak neredeyse yerle bir eden,
şu çok korkulan ve nefret edilen gizli cemiyetlerden birinin üyesi miydi? Sir
Walter Ralegh, Bacon-Shakspere-Gül-Haç-mason bulmacasının önemli bir unsuru
muydu? Bu büyük soruyu araştıranlar, öyle anlaşılıyor ki onun rolünü tümüyle
gözden kaçırmışlar. Çağdaşlarının zekasını sürekli övdükleri Ralegh, epey
zamandan beri İngiltere'nin en parlak çocuklarından biri olarak görülmektedir.
Asker,
devlet adamı, yazar, şair, felsefeci ve kaşif olan Sir Walter Ralegh, Kraliçe
Elizabeth'in maiyetinin parlak üyelerinden biriydi. Kral James, Elizabeth'in
ölümünden sonra bu adamın üstüne mümkün bütün onursuzlukları yıkmaya çalıştı.
Silahların adını duyduğunda titreyen, haç çıkarıldığında ağlayan korkak James,
bu parlak saray adamını son derece kıskanıyordu. Kralın zaafını kullanan
Ralegh'in düşmanları, o asılana, kafası kopmuş bedeni ayaklar altına alınana
dek durmadılar.
Yukarıdaki
kapak sayfası Ralegh'in düşmanları tarafından ona karşı güçlü bir silah olarak
kullanılmıştır. Kral James'i, elinde küre taşıyan ortadaki insanın kendisinin
bir karikatürü olduğuna inandırmışlar, öfkelenen kral resmin bütün kopyalarının
yok edilmesini emretmiştir. Fakat birkaç kopya sarayın gazabından kurtulabilmiştir.
Bu yüzden resim çok nadirdir. Resim, Gül-Haç ve mason sembolleriyle doludur,
sütunlardaki figürler muhtemelen bir şifre saklamaktadır. En önemlisi de, bu
sayfanın karşısındaki sayfada kullanılan başlık süslemesi Shakespeare'in 1623
tarihli toplu eserler baskısındaki ve yine Bacon'ın Novum Organum'undaki başlık
süslemesiyle aynıdır.
Elimizdeki
malzemeye göre, Gül-Haç Kardeşliği’nin yüce meclisi, “felsefi
ölüm” denilen şeyle ölen belli sayıda insanlardan oluşmaktadır.
Bir inisiyenin Tarikat için çalışma vakti geldiğinde, her zaman olan şey, onun
bir sır perdesi altında ölmesidir. Gerçekteyse ismini, yaşadığı yeri
değiştirmektedir; sahte cenaze töreninde onun yerine taşla doldurulmuş bir
tabut gömülmektedir. Gizem okullarının bütün diğer hizmetkârları gibi kişisel
ünü tümüyle reddeden, başka insanların kendisinin yazdığı veya ilham verdiği
metinlerin yazarı gibi görünmesine izin veren Sir Francis Bacon örneğinde de
aynı şey olmuştur.
Francis
Bacon’ın şifreli yazıları, aşkıncılık ve sembolik felsefenin en güçlü, elle
tutulur unsurlarını oluşturur. Öyle anlaşılıyor ki Novum Organum'u
yazan, küçük gemisiyle, Herkül Sütunları’nın arasından geçerek keşfedilmemiş
denizlere açılan, yeni bir medeniyet ideallerini Yeni Atlantis ütopyasında
muhteşem bir şekilde dile getiren bir adamın dehasını dünyanın tam olarak
kavraması için daha çok zaman geçmesi gerekiyor. Sir Francis Bacon acaba ikinci
bir Prometheus muydu? Dünyadaki insanlara duyduğu büyük sevgi ve onların
cehaletine duyduğu acıma hissi, gökyüzünden semavi ateşi indirip matbu kâğıdın
içine saklamasına mı neden oldu?
Bacon
bulmacasının anahtarı büyük bir ihtimalle klasik mitolojide bulunacaktır. Yedi
Işınlı Tanrı sırrını anlayan kişi Bacon’ın anıtsal emeklerini gerçekleştirmek
için kullandığı yöntemi anlayacaktır. Gezegensel sistemin üyelerinin düzenine
ve niteliklerine göre o çeşitli isimler kullanmıştır. Bacon bulmacasının en az
bilinen, ama en önemli anahtarlarından biri, Blaise de Vigenere tarafından
Paris’te yayınlanan Les İmages ou Tableaux de platte peinture des deux
Philostrates sophistes grecs et les statues de Callistrate adlı eserin 1637
tarihli 3. baskısıdır. Yazar isminin oluşturduğu şifrenin çözülmesiyle açıkça
anlaşıldığı üzere Bacon tarafından veya onun ya da cemiyetin talimatlarıyla
yazılan bu kitap, masonik ve Gül-Haççı sembolizme dair en önemli bilgeleri
verir. Kitabın 486. sayfasında “Hercules Furieux” isimli bir resim vardır.
Resimdeki devasa figür bir mızrakla zelzeleler yaratır ve önündeki topraktan
tuhaf semboller fışkırır. Alfred Freund, Das Bild des Speershüttlers die Lösung
des Shakespeare-Riitsels isimli çalışmasında bu kitaptaki Baconcı sembolizmi
açıklamayı dener. Felsefi bir Herkül olan Bacon, der, mızrağı asıl sallayan
kişiydi: Shakespeare [Spear (mızrak) -Shaker (sallayan)].
Sh:541-552
Kaynak: Manly P. Hall, Tüm Çağların Gizli Öğretileri/
Orijinal Adı: Secret Teachings of All Ages, Ezoterik Klasikler Dizisi: Mitra,
2,1. Basım: Nisan 2008, İstanbul
·
Will Durant, "The
Story of Philosophy", 1991
·
H. Zekâi Yiğitler,
"Türk ve Dünya Edebiyatından Şairler ve Yazarlar", Öğün Yayınları
İngilizceden çeviren: Hâmit Dereli
Bitmemiş bir yapıt
OKUYUCUYA
Bu öyküyü, efendim, bir bilim kurumunun
örneğini vermek amacıyla kaleme aldı. Süleyman Evi veya Altı Günlük
İşler Koleji adını verdiği bu kurum doğayı anlamak ve insanlığa yararlı
büyük ve harika yapıtlar oluşturmak için kurulmuştur. Efendim yapıtında bu
bölümün sonuna gelmişti. Kuşkusuz örnek, içindeki şeylerin çoğu insanoğlunun
gücü içinde olmakla birlikte, her bakımdan
benzeri oluşturulamayacak kadar geniş ve büyüktür. Efendim aynı zamanda
bu öyküde bir yasalar sistemi ya da en iyi
devlet ve toplum biçimini yaratmayı düşünmüştü. Fakat bunun uzun bir
yapıt olacağını görerek çok daha fazla sevdiği doğal tarihe gereç toplamak
isteğiyle bu düşüncesinden vazgeçti.
RAWLEY
Tam bir yıl kaldığımız Peru'dan yelken
açarak Güney Denizi yoluyla Çin'e ve Japonya'ya doğru yola çıktık. Yanımıza on
iki aylık yiyecek almıştık. Beş ay ve daha fazla doğudan, hafif ve zayıf
olmakla birlikte, uygun rüzgârlar esti. Fakat sonra rüzgâr birdenbire döndü.
Günlerce hep batıdan esti, bu yüzden az yol alıyor, bazen hiç alamıyorduk.
Birkaç kez geri dönmek istedik. Fakat sonra güneyden doğuya doğru esen şiddetli
bir fırtına çıktı. Bizi (bütün çabalarımıza karşın) kuzeye doğru sürükledi; bu
sırada, tutumlu kullandığımız halde, yiyeceğimiz tükendi. Böylece dünyanın
uçsuz bucaksız sularının ortasında yiyeceksiz kaldık. Kendimizi tükenmiş
sayıyor, ölüme hazırlanıyorduk. Bununla birlikte gönüllerimizi ve seslerimizi "denizlerde
harikalarını gösteren" göklerdeki Tanrı'ya yönelttik; onun acımasına
sığınarak "nasıl başlangıçta denizin yüzünü açıp kuru toprağı gösterdiyse
şimdi de bize ölmememiz için toprağı göstermesini" diledik. Gerçekten de
ertesi gün akşamüzeri enginde kuzeye doğru yoğun bulutlar gördük. Bu bize
karaya yaklaştığımız umudunu verdi. Çünkü Güney Denizi'nin bu bölümünün tümüyle
tanınmamış olduğunu, orada şimdiye kadar bulunmamış adalara ve kıtalara
raslanabileceğini biliyorduk. Bunun üzerine rotayı kara gibi görünen yöne
çevirdik ve bütün gece yol aldık. Ertesi gün şafak sökerken gözlerimizin önünde
düz bir kara parçasının uzandığını gördük. Ormanlarla kaplı olduğu için daha da
karanlık görünüyordu. Bir buçuk saat gittikten sonra iyi bir limana girdik.
Burası çok büyük değilse de iyi yapılmış, denizden pek hoş görünen güzel bir
kentti.
Karaya çıkıncaya kadar her dakika
düşünerek kıyıya yanaştık. Karaya çıkmaya girişirken birdenbire karşımızda
ellerinde sopalar olan birtakım adamlar gördük. Bunlar sanki bizim karaya
çıkmamızı istemiyorlardı, ama bağırmadan ya da şiddet göstermeden yalnızca
yaptıkları işaretlerle bize uzak durmamızı anlatıyorlardı. Bunun üzerine,
oldukça büyük bir düş kırıklığına uğramış bir durumda, aramızda ne yapacağımızı
konuşmaya başladık. Tam o sırada içinde yedi sekiz kişi bulunan bir sandalın
bize doğru geldiğini gördük. Sandaldakilerden birinin elinde iki ucu maviye
boyanmış sarı kamıştan bir asa vardı. Bu adam hiçbir güvensizlik göstermeyerek
gemimizin güvertesine çıktı. İçimizden birinin diğerlerinden biraz fazla
ileriye çıkmış olduğunu görünce cebinden küçük bir parşömen tomarı çıkardı. Bu
bizim parşömenlerimizden biraz daha sarı, yazı tabletlerinin yaprakları gibi
parlak, fakat yumuşaktı, kolay bükülüyordu. En öndeki adamımıza onu verdi. Bu
tomar içinde, eski İbrani, eski Grek ve üniversitelerde kullanılan iyi Latin ve
İspanyol dillerinde şu sözler yazılıydı: "Hiçbiriniz karaya çıkmayın.
Size daha uzun bir süre verilmezse, on altı gün içinde bu kıyılardan gitmek
üzere hazırlık yapın. Bu süre içinde tatlı su, yiyecek ya da hastalarınıza yardım isterseniz ya da
geminizin onarıma gereksinmesi varsa, bunları yazın, gücümüz içinde olanlar
verilecektir." Bu belge, üzerinde aşağıya doğru sarkık fakat açılmamış
kanatlı ve yanında bir haç bulunan bir melek çocuk resmini taşıyan bir mühürle
damgalanmıştı. Bunu verdikten sonra memur döndü, yanıtımızı almak üzere
yanımızda yalnızca bir uşak kaldı.
Bunun üzerine kendi aramızda konuşurken ne
yapacağımızı şaşırdık. Karaya çıkmamıza onay verilmemesi, hemen geriye
dönmemizin söylenmesi bizi çok üzüyordu. Diğer yandan halkın dil bilmesi, nazik
ve uygar oluşu bizi biraz avutuyordu. Her şeyden önce belgedeki haç işareti
bizim için bir sevinç kaynağı ve sanki bir kurtuluş işaretiydi.
Yanıtımızı İspanyolca yazdık. Gemimizin
iyi durumda olduğunu, çünkü fırtınalardan çok durgun hava ve karşı yönlerden
esen rüzgârlarla karşılaştığımızı, hastalarımıza gelince bunların sayıca çok ve
ağır olduklarını, karaya çıkmalarına izin verilmezse yaşamlarının tehlikeye
düşeceğini bildirdik. Diğer gereksinmelerimizi uzun uzadıya yazdık ve biraz
malımız olduğunu, bunlarla bazı şeyleri değiştirmek isterlerse, kendilerine yük
olmaksızın gereksinmelerimizi sağlayabileceğimizi de ekledik. Uşağa ödül olarak
birkaç altın ve memura verilmek üzere bir parça kırmızı kadife vermek istedikse
de uşak bunları almadı. Onlara bakmak bile istemeyerek bizden ayrıldı, kendisi
için gönderilen başka bir küçük kayığa binip gitti.
Yanıtımızı gönderdikten üç saat sonra bize
doğru, yerli olduğu anlaşılan bir kişi geldi. Üzerinde bir tür sof kumaştan
geniş kollu, güzel, bizimkilerden çok daha parlak, lacivert renkte bir kaftan
vardı. İç giysisi yeşildi, bir kavuk biçiminde, çok zarif, Türk kavukları kadar
büyük olmayan serpuşu da aynı renkteydi. Saçları onun kıyısından lüle lüle
taşıyordu. Görünüşü insana saygı aşılıyordu. Bazı yerleri yaldızlı bir kayık
içinde geliyordu, yanında yalnızca dört
kişi daha vardı. Arkalarından gelen başka bir kayıktaysa yirmi kişi
bulunuyordu. Gemimize bir ok atımı kadar yaklaşınca bize işaretler yaparak onu
su üzerinde karşılamamız için birkaç kişi göndermemiz gerektiğini anlattılar;
bunu hemen yaptık: Başımızdaki insanı ve onunla birlikte içimizden dört kişiyi
gemimizin sandalıyla gönderdik. Kayıklarına altı yarda kalınca bağırarak
durmamızı ve daha çok yaklaşmamamızı söylediler. Söylediklerini yaptık. Bunun
üzerine az önce giysilerini anlatmış olduğum adam ayağa kalktı. Yüksek sesle
İspanyolca olarak "Hıristiyan mısınız?" diye sordu.
Yazının altında görmüş olduğumuz haç
nedeniyle daha az korkarak "Evet,
Hıristiyanız" dedik. Bu yanıt üzerine o kişi sağ elini gökyüzüne doğru
kaldırıp yavaşça ağzına doğru çekti. Bu işareti onlar Tanrı'ya şükrettikleri zaman
kullanırlarmış. Sonra bize, "Hepiniz korsan olmadığınıza, son kırk gün
içinde, haklı ya da haksız, kan dökmediğinize, İsa'nın başı üzerine ant
içerseniz, karaya çıkmanıza izin verilebilir" dedi. Bunun üzerine,
yanındakilerden biri, -ki giysilerinden bir noter olduğu anlaşılıyordudurumu
bir deftere yazdı. Bu yapıldıktan sonra, aynı sandalda büyük adamın yanında
bulunan başka bir kişi, efendisi kendisine birkaç söz söyledikten sonra, yüksek
sesle, "Efendim bilmenizi istiyor ki geminizin güvertesine çıkmaması gurur
ve büyüklük tasladığı için değildir; aranızda birçok hasta insan bulunduğunu
söylediğiniz içindir. Kentin sağlık koruyucusu ona uzak durması gerektiğini
söylemiştir" dedi. Ona doğru eğilerek selam verdik. "Buyruklarını yerine getirmeye hazır olduğumuzu,
şimdiye kadar bize davranış biçimlerini büyük bir onur ve eşsiz bir insanlık
saydığımızı; fakat adamlarımızın tutulmuş olduğu hastalığın bulaşıcı olmadığını
umduğumuzu" söyledik. Bunun üzerine geri döndü. Biraz sonra noter gelerek
gemimizin güvertesine çıktı. Elinde o ülkenin bir meyvesi bulunuyordu. Bu meyve
bir portakal gibi, fakat rengi sarıyla kırmızı arasındaydı ve çok güzel
kokuyordu. Anlaşılıyor ki; o bunu hastalığa karşı bir koruma aracı olarak
kullanıyordu. Bize "İsa ve onun artamları üzerine" ant içirdi. Sonra
da bir gün sonra sabah saat altıda bize bir adam göndereceklerini, bu adamın
bizi "Yabancılar Evi" denen bir yere götüreceğini, orada gerek
sağlıklı, gerek hasta olanlarımız için gereken şeylerin sağlanacağını söyledi.
Bundan sonra bizden ayrıldı; ona birkaç
altın vermek istediğimiz zaman gülümseyerek "Bir iş için iki kez para
alamam" dedi. Bundan benim anladığıma göre, görevi için devletin kendisine
verdiği paranın yeterli olduğunu söylüyordu; çünkü, sonradan öğrendiğime göre,
onlar rüşvet alan memurlar için "iki kez ücret alıyor" derlermiş.
Ertesi sabah erkenden bize daha önce
elinde bir asayla gelmiş olan adam yine geldi ve bizi "Yabancılar
Evi"ne götüreceğini, bütün gün işimizle uğraşabilmemiz için
kararlaştırılan saatten önce geldiğini söyledi. "Beni dinlerseniz"
dedi, "ilk önce birkaçınız benimle gelir, yeri görür, sizin için nasıl
rahat bir duruma getirilebileceğini düşünür, sonra hastalarınızı ve içinizden
karaya çıkarmak istediklerinizi çağırırsınız." Ona teşekkür ederek, "bizim
gibi kimsesizlere yardımınızdan dolayı Tanrı sizi kuşkusuz ödüllendirir"
dedik.
İçimizden altı kişi onunla birlikte karaya
çıktı. Karada önümüze düşmüş giderken döndü. "Ben sizin ancak köleniz ve
rehberinizim" dedi. Bizi üç güzel caddeden geçirdi, gittiğimiz bütün yol
boyunca iki yanda sıralanmış insanlar görüyorduk. Bunlar o kadar uygardılar ki,
bize şaşkınlıkla değil, sanki "hoşgeldiniz" der gibi bakıyorlardı.
İçlerinden birkaçı önlerinden geçerken kollarını biraz ileriye doğru uzattılar.
Bu devinimi onlar birine "hoş geldiniz" demek için yaparlar.
Yabancılar Evi güzel, geniş bir konaktır.
Bizim tuğlalarımızdan daha mavi tuğladan yapılmış, bir bölümü camlı, bir bölümü
bir tür yağa batırılmış kumaşla kaplı güzel pencereleri var. Önce bizi yukarıda
zarif bir salona aldılar. Sonra kaç kişi olduğumuzu ve kaçımızın hasta olduğunu
sordular. Hepimizin, hasta ve sağlıklı, elli bir kişi olduğumuzu, içimizden on
yedi kişinin hasta olduğunu söyledik. Biraz sabırlı olmamızı ve kendisi
dönünceye kadar beklememizi istedi. Bir saat sonra geldi. Önümüze düştü. Bizim için
hazırlanan on dokuz odayı görmeye gittik. Anlaşılıyordu ki, bu odaların
diğerlerinden daha iyi olan dördü bizim ileri gelen dört adamımıza verilecek,
onlar tek başlarına bu odalarda kalacaklardı. Diğer on beş odaysa, içlerinde
ikişer kişi yatmak üzere, bizlere ayrılmıştı. Odalar güzel, rahat ve iyi
döşenmişlerdi.
Sonra bizi, yatakhaneyi andıran uzun bir
koridora götürdü. Orada bize bir yanda, boydan boya uzanan on yedi hücre
gösterdi. Diğer yanda duvar ve pencereden başka bir şey yoktu. Hücreler pek
temiz ve sedir ağacından bölmelerle birbirlerinden ayrılmışlardı. Bu koridor ve
bize gerekenden kırk tane daha fazla olan hücreler hastalar için bir klinik
görevini görüyordu. Bize söylediğine göre, hastalarımızın arasından iyileşenler
hücrelerinden alınıp, bir odaya götürülecekti. Bu amaçla, daha önce
söylediğimiz sayıdan başka, on tane daha yedek oda ayrılmıştı.
Bunu yaptıktan sonra bizi yine salona
getirdi ve birine bir görev ya da buyruk verdikleri zaman yaptıkları gibi,
sopasını biraz yukarı kaldırarak şöyle dedi: "Bilmelisiniz ki, ülkemizin
göreneğine göre, adamlarınızı geminizden çıkarmak için verdiğimiz bugün ve
yarından sonra üç gün evlerinizde kapanacaksınız. Fakat üzülmeyin ve
tutuklandığınızı sanmayın. Rahat edin ve kendinizi dinlenmeye bırakılmış olarak
düşünün. Hiçbir şeyiniz eksik olmayacaktır. Adamlarımızdan altısı dışarıda
herhangi bir işinizi yapmak üzere ayrılmıştır." Büyük bir heyecan ve
saygıyla ona teşekkür ettik. "Kuşkusuz, bu ülkede Tanrı her şeyde
kendini gösteriyor" dedik. Ona yirmi altın lira uzattık, ama
gülümsedi. "İki kez ücret mi alacağım?" diyerek bizden uzaklaştı.
Hemen biraz sonra yemeğimiz verildi. Yiyecekler nefis, gerek ekmek, gerek et
Avrupa'da bildiklerimizden daha iyiydi. Üç türlü içki içtik. Hepsi de sağlıklı
ve güzeldi; üzüm şarabı, bizim bira gibi tahıldan yapılmış fakat daha açık
renkli bir içki, o ülkenin bir meyvesinden yapılmış olağanüstü hoş ve
serinletici bir tür elma şarabı. Bunlardan başka bize hastalarımız için bir
yığın kırmızı portakal getirdiler. Söylediklerine göre deniz tutmalarına bire
bir gelirmiş. Aynı zamanda bir kutu küçük gri ve beyazımsı haplar verdiler.
Bunlardan hastalarımızın her gece yatmadan önce birer tane almasını istediler.
Söylediklerine göre iyileşmelerini çabuklaştırırmış.
Ertesi gün, gemimizden adamlarımızı ve
eşyamızı getirme ve taşıma işi bitip biraz sakinleşince, arkadaşlarımızı
toplamanın iyi olacağını düşündüm. Toplanınca da onlara "Sevgili
arkadaşlar" diye başladım. "Kendimizin ve durumumuzun ne olduğunu
bilelim. Biz peygamber Yunus'un, denizlere gömülmüşken balığın karnından dışarı
çıktığı gibi, karaya çıktık. Şimdi karadayız, ama ancak ölümle yaşam arasında
bulunuyoruz; çünkü hem eski, hem de yeni dünyanın ötesindeyiz. Avrupa'yı bir
daha görecek miyiz, ancak Tanrı bilir: Bizi buraya bir mucize getirdi, ancak
bir mucize kurtarabilir. Bu nedenle geçmişteki kurtuluşumuz için ve içinde
bulunduğumuz ve gelecek tehlikeler için Tanrı'ya yakaralım. Her birimiz
durumunu düzeltsin: Sonra şu da var ki biz dindar ve uygar olan Hıristiyan bir
halk arasına gelmiş bulunuyoruz. Eksik ve yanlışlarımızı göstererek kendimizi
utanılacak bir duruma düşürmeyelim. Bir şey daha var; nazik bir biçimde olmakla
birlikte bir buyrukla bizi üç gün süreyle bu duvarların içine kapadılar: Bunu
terbiye ve davranışlarımızın nasıl olduğunu anlamak için yapıp yapmadıklarını
kim bilir? Bunların kötü olduklarını görürlerse bizi hemen kovabilirler.
İyiyseler, bize daha fazla zaman verebilirler. Bize hizmet için verdikleri
insanlar aynı zamanda bizi gözetlemek görevini üzerlerine almış olabilirler.
Bunun için, Tanrı aşkına, kendimizi seviyorsak, Tanrı'nın hoşuna gidecek ve bu
halkın gözüne girecek biçimde davranalım."
Arkadaşlarım hep bir ağızdan, verdiğim iyi
öğütler için bana teşekkür ettiler. Ağırbaşlılık ve nezaketle, en küçük bir
gücenme fırsatı vermeden yaşamaya söz verdiler. Üç günü neşe içinde, tasasız
geçirdik. Bugünlerin sonunda ne yapacaklarını merakla bekliyorduk. Bu süre
içinde hastalarımızın her saat iyileştiklerini sevinçle görüyorduk. Bunlar
kendilerini kutsal bir sağlık havuzuna atılmış*
sanıyorlar, doğal bir biçimde ve hızla iyileşiyorlardı.
Üç gün geçtikten sonra bize daha önce hiç
görmediğimiz yeni bir adam geldi. Bu da önceki gibi maviler giymişti, yalnızca
kavuğu beyazdı. Bunun üstüne küçük kırmızı bir taç takmıştı. Aynı zamanda güzel
kumaştan bir boyun atkısı vardı.
İçeri girince önümüzde biraz eğildi,
kollarını uzattı. Biz de kendisini büyük bir alçakgönüllülük ve bağlılıkla
selamladık. Sanki ağzından idamımız ya da aklanmamız yargısı çıkacakmış gibi
bekliyorduk. Birkaçımızla görüşmek istediğini söyledi. Bunun üzerine yalnızca
altı kişi kaldık, ötekiler odadan çıktılar.
"Ben görevim olarak" diye söze
başladı, "bu Yabancılar Evi'nin müdürüyüm. Uğraşım bakımındansa bir
Hıristiyan papazıyım: Bu nedenle sizlere hem yabancı, hem de özellikle
Hıristiyan olarak hizmetlerimi sunmaya geldim. Sizin işitmek isteyebileceğinizi
sandığım bazı şeyler söyleyebilirim. Devlet sizin altı hafta karada kalmanıza
izin verdi. Fakat işleriniz daha uzun zaman istiyorsa üzülmeyin, çünkü yasa bu
bakımdan çok sıkı değildir; kendimin bile size gerekli olan süreyi
alabileceğimden kuşku duymuyorum. Şunu da anlamanızı isterim ki, Yabancılar
Evi, şimdi zengin ve çok sermayelidir. Çünkü otuz yedi yıldan bu yana gelirini
biriktiriyor. Bu süre içinde buralara bir yabancı gelmemiştir. Bu nedenle hiç
üzülmeyin. Devlet kaldığınız süre içinde bütün harcamalarınızı karşılayacaktır.
Bu yüzden bir gün bile daha az kalmayacaksınız. Getirdiğiniz ticaret mallarına
gelince, sizlere iyi davranılacaktır. Karşılığını ya mal olarak ya da altın ve
gümüş olarak alabilirsiniz. Çünkü bizim için hepsi birdir. Başka bir dileğiniz
varsa söyleyin. Alacağınız yanıtın sizi utandıracak türde olmayacağını
göreceksiniz. Yalnızca şunu söylemeliyim ki, hiçbiriniz özel izin olmadan kent
surlarından bir karandan (onlarda bir buçuk mil) fazla uzağa
gidemezsiniz."
Bir süre birbirimize baktıktan sonra bu
iyiliksever ve babaca davranışa hayran olarak şu yanıtı verdik: "Ne
söyleyeceğimizi bilemiyoruz. Şükranımızı anlatacak söz bulamıyoruz. Zaten soylu
ve cömert önerilerinizle bize isteyecek bir şey bırakmadınız. Cennete kavuşmuş
gibi olduk; çünkü biraz önce ölüm tehlikesiyle karşı karşıya olan bizler şimdi
huzur ve avuntu bulduğumuz bir yere getirildik. Bu mutlu ve kutsal topraklar üstünde
biraz daha ilerlemek isteğiyle gönüllerimizin yanmaması olanaksız olmakla
birlikte bize verilen buyruğa her zaman uyacağız." Sonra "sizin
saygıdeğer kişiliğinizi ve bütün ulusunuzu yakırışlarımızda unutursak dilimiz
tutulsun" diye ekledik. Aynı zamanda büyük bir alçakgönüllülükle bizleri
sadık hizmetçileri olarak kabul etmesini rica ettik. Kişiliğimizi ve bütün
varlığımızı buyruklarına sunduğumuzu bildirdik.
"Ben bir din adamıyım" dedi,
"ve bir din adamının ödülünü beklerim. Bu da sizin kardeşçe sevginiz,
beden ve ruhça iyi olmanızdır." Bunun üzerine gözlerinde sevecenlik
yaşlarıyla bizden ayrıldı. Sevinçten ve gördüğümüz iyilikten şaşırmış bir
durumdaydık. Aramızda şöyle söyleniyorduk: "Biz melekler ülkesine
gelmişiz. Onları her gün gözlerimizle görüyoruz. Hiç ummadığımız her rahatlığı
daha aklımıza gelmeden bize sağlıyorlar."
Ertesi gün, saat on sıralarında, vali yine
geldi. Selamlaştıktan sonra teklifsizce "bizi görmeye geldiğini"
söyledi. Bir sandalye isteyip oturdu. İçimizden on kadarı da (ötekiler aşağı
tabakadan insanlardı ve bazıları da dışarı çıkmıştı) onunla oturduk.
Sandalyelerimize henüz ilişmiştik ki, şu biçimde söze başladı:
"Biz bu Ben Salem adası (kendi
dillerinde ona bu adı verirler) halkı uzak ve ıssız bir yerde olduğumuz, aynı
zamanda yolcularımız için koyduğumuz gizlilik yasaları ve yabancıları ülkemize
çok ender kabul edişimiz nedeniyle yerleşik dünyanın büyük bir bölümünü iyi
tanırız, fakat kendimiz bilinmez kalırız. Bu nedenle, az bilenin sorular
sorması daha uygun olur, zaman geçirmek için ben size soru sormayayım, siz bana
sorun."
Yanıt olarak ona bu izni verdiği için
teşekkür ettik. "Şimdiye kadar gördüklerimizden anladığımıza göre bizim
için dünyada bu mutlu ülkenin durumunu anlamak kadar değerli bir şey olamaz.
Ama her şeyden önce, dünyanın dört bucağından gelip burada buluştuğumuza göre,
-hepimizin Hıristiyan olması nedeniyle kuşkusuz bir gün öbür dünyada da
buluşmak yazgımızdırülkeniz bu kadar uzak, peygamber olarak tanıdığınız İsa'nın
dünyaya geldiği yerden çok büyük ve bilinmez denizlerle bu kadar ayrılmış
olmasına karşın nasıl olup da bu dine girdiğinizi anlamak isteriz" dedik.
Bu sorumuzun pek hoşuna gittiği yüzünden
belli oluyordu. "Siz ilk kez bu soruyu sormakla gönlümü kendinize
bağladınız. Çünkü bu sizin önce öbür dünyayı düşündüğünüzü gösteriyor"
dedi. "Sevinerek ve kısaca isteğinizi yerine getireceğim."
"Kurtarıcımız İsa'nın gökyüzüne
çıkışından yirmi yıl kadar sonra adamızın doğu kıyısındaki Renfusa kentinin
halkı geceleyin (gece bulutlu ve sakindi) denizde bir mil kadar uzakta büyük
bir ışık sütunu gördüler. Sivri değil, denizden göklere doğru yükselen bir
direk ya da silindir biçimindeydi. Üzerinde nurdan bir haç görülüyordu ki,
direğin kendisinden daha parlak ve gösterişliydi. Bu garip görünüm karşısında
kent halkı şaşkınlık içinde kumsalda toplandı. Sonra da bu harikanın yanına
gitmek için birkaç küçük kayığa bindiler. Fakat kayıklar sütuna altmış yarda
kadar yaklaşmışlardı ki, kendilerini oldukları yerde bağlanmış buldular. Daha
fazla ilerleyemiyorlardı. Çevresinde dolaşabiliyor ancak ona daha fazla
yaklaşamıyorlardı. Böylece kayıklar yarım daire biçiminde toplanarak bu göksel
belirtiyi seyre daldılar. Bir raslantı olarak kayıklardan birinde Süleyman Evi
Derneği'nden (bu ev veya kolej, kardeşlerim, bu ülkenin gözbebeğidir) bir
bilgin vardı. Bu kişi bir süre dikkat ve saygıyla bu sütun ve haça bakıp kaldı.
Birdenbire yere kapandı. Sonra dizleri üzerinde doğrularak ellerini göğe
kaldırıp şu biçimde duaya başladı:
"Ey yerin ve göklerin ulu Tanrısı!
Sen bizim uğraşımızdan olanlara lütfederek yarattığın yapıtları, onların gerçek
gizlerini bilmek; tanrısal olaylar, doğa yapıtları, sanat yapıtlarıyla her
tür düzmece, aldatmaca arasındaki farkı sezme yeteneğini
(insanoğullarına verilebildiği kadar) bizlere bağışladın! Şu insanlar önünde
doğruluğunu kabul ederim ki şimdi gözlerimizin önünde gördüğümüz bu şeyde senin
parmağın vardır ve bu gerçek bir tansıktır. Kitaplarımızdan senin yalnız ve
yalnız tanrısal ve yüksek amaçlarla olağanüstü şeyler yarattığını öğreniyoruz.
Çünkü doğa yasaları senin yasalarındır ve sen onları iyi bir neden olmadıkça
asla değiştirmezsin, senden bu olayı bize kutlu kılmanı, bize iyilik ederek
bunu açıklamanı ve yararını göstermeni rica ediyoruz. Zaten bunu bize
göndermekle biraz olsun bunun sözünü veriyorsun.
"Yakarmasını bitirince içinde
bulunduğu kayığın çözülmüş ve ilerlemeye hazır olduğunu gördü. Oysa ötekiler hâlâ bağlıydılar; bunu yaklaşmasına
izin olarak kabul edip kayığın yavaşça ve sessizce sütuna doğru ilerletilmesi
için buyruk verdi; fakat yanına varmadan önce sütun ve kutsal ışıktan haç
dağıldı, sanki yıldızlı bir gökyüzünün içine atıldı. Bu da hemen biraz sonra
gözden yitti. Sedir ağacından küçük bir kutu ya da sandıktan başka bir şey
görünmez oldu. O da kuruydu, sudan hiç ıslanmamıştı, ama yüzüyordu. Kendisine
doğru olan ucunda küçük yeşil bir hurma dalı büyümüştü. Bilgin sandığı büyük
bir saygıyla kayığa alınca kendiliğinden açıldı. İçinden bir kitapla bir mektup
çıktı. İkisi de ince parşömen üzerine yazılmış, Hint kumaşlarına sarılmışlardı.
Kitap sizin elinizde bulunan biçimde (çünkü biz sizin kiliselerinizin neyi
kabul ettiğini çok iyi biliyoruz) Ahdi Atik ile Ahdi Cedid'in bütün
kitaplarını, aynı zamanda Apocalypse'i (yani Ahdi Cedid'in son kitabını); aynı
zamanda Ahdi Cedid'in o zaman yazılmamış fakat yine kitapta olan diğer
bölümlerini içeriyordu. Mektuba gelince, içinde şu sözler yazılıydı:
"Ulu
Tanrı'nın hizmetçisi ve İsa'nın havarisi olan ben Bartholomew'ya, gözümün
önünde beliren bir melek bu sandığı denizin dalgaları arasına atmamı salık
verdi. Bu nedenle bu sandığın karaya vuracağı yerin halkına onlara aynı gün
Tanrı'dan ve İsa'dan kurtuluş, barış ve iyilik geleceğini bildiririm.
"Aynı zamanda bu yazıların ikisinde,
yani hem kitap, hem mektupta büyük bir tansık gösterilmişti. Bu tansık
havarilere verilen her dilde anlaşılmak yetisine benziyordu. Çünkü o çağlarda
bu ülkelerde yerlilerden başka İbraniler, İranlılar ve Hintliler vardı.
Bunların her biri kitabı ve mektubu sanki kendi dilinde yazılmış gibi okuyordu.
Böylece, nasıl eski dünyanın kalan kısmı Nuh'un gemisi aracılığıyla
kurtarılmışsa, Aziz Bartholomew'nun havarilik ve olağanüstü din çalışmalarıyla
bu ülke dinsizlikten kurtuldu." Biraz durdu. Bu sırada bir haberci geldi,
onu çağırdı. Bu nedenle bu toplantıda bütün konuştuklarımız bu kadarla kaldı.
Ertesi gün vali yemekten hemen sonra yine
geldi ve şu biçimde özür diledi. "Dün ansızın sizleri bırakıp gitmek
zorunda kaldım. Fakat arkadaşlığımdan ve söyleşimden hoşlandıysanız bugün bu
açığımızı kapatır, sizinle bir süre konuşuruz" dedi. Yanıt vererek,
"O kadar hoşlandık ki, siz
konuşurken geçirdiğimiz tehlikeleri ve geçireceğimiz korkuları unutuyoruz.
Sizinle geçirdiğimiz bir saat, daha önce yaşadığımız yılların tümünden değerlidir"
dedik.
Bizleri hafifçe eğilerek selamladı. Hepimiz
yeniden oturduktan sonra "soruları sormak size düşer" dedi. İçimizden
biri biraz durduktan sonra: "Bir konuyu bilmek istiyoruz, fakat sınırımızı
aşarız diye sormaktan korkuyoruz. Sizin bize karşı gösterdiğiniz örneği olmayan
bu iyilikle yüreklenerek kendimizi yabancı sayamıyoruz. Sizin sadık
hizmetçiniz olmaya söz verdiğimiz için de bunu sormak cesaretini kendimizde
buluyoruz. Yanıtlamayı uygun bulmazsanız, yanıt vermeyin ve kendini
bilmezliğimizi bağışlayın.
"Bugün üzerinde bulunduğumuz şu mutlu
adanın pek az kimse tarafından bilindiği, buna karşın onun, dünya uluslarının
çoğunu bildiğiyle ilgili anlattıklarınızı dikkatle dinledik. Bu sözleri doğru
bulduk. Çünkü siz Avrupa dillerini konuşuyorsunuz, durumumuzu ve işlerimizin
çoğunu biliyorsunuz. Fakat biz Avrupa'da, bu son dönemin bütün uzak deniz
seferlerine ve buluşlarına karşın, bu adayla ilgili hemen hemen hiçbir şey
duymadık. Bunu son derece garip buluyoruz. Çünkü bütün uluslar birbirleriyle
ilgili, ya yabancı ülkelere giderek ya da gelen ziyaretçiler aracılığıyla bilgi
sahibi oluyorlar. Her ne kadar yabancı ülkelere giden bir gezgin çok kez
gözüyle görerek, yurdunda kalarak gezginlerin
anlattıklarıyla elde edebildiğinden
daha çok bilgi elde ederse de, her iki biçim de iki ülkeyle ilgili bir dereceye
kadar karşılıklı bilgi edinmeye yeter. Fakat biz bu adadan herhangi bir geminin
Avrupa limanlarından birine geldiğini hiç kimseden duymadık. Hayır, ne Doğu, ne
Batı Hindistan'dan, ya da dünyanın herhangi bir yerinden bir gemi oraya
gitmemiştir. Fakat şaşılacak şey bu değildir. Çünkü, siz yüce kişinin söylediği
gibi, burası, böyle geniş bir denizin en gizli bir yerinde bulunması nedeniyle
bilinmeyebilirdi. Fakat kendilerinden bu kadar uzakta olanların dilleri,
kitapları ve işleriyle ilgili bilgi sahibi olmalarını bir türlü anlayamadık.
Başkalarına gizli ve görünmez olmak, sonra da başkalarını bir ışık altındaymış
gibi apaçık görmek bize tanrısal güçlerin ve varlıkların bir durumu ve özelliği
gibi göründü."
Vali bu söylevi sevimli bir biçimde
gülümseyerek yanıtladı: "Şimdi sorduğunuz bu soru nedeniyle bağışlama
dilediğiniz için iyi ettiniz; çünkü anlaşılıyor ki, siz bu ülkeyi bir
sihirbazlar ülkesi sanıyorsunuz, sanki bizler dünyanın her yanına diğer
ülkelerden haber ve bilgiler getirmek için cinler ve periler gönderiyoruz"
dedi.
Çok
büyük bir alçakgönüllülükle yanıt verdik. Fakat yüzünde onun bunu
yalnızca bir şaka olsun diye söylediğini gösteren bir anlam vardı. "Bu
adada doğanın üstünde bir şey olduğuna inanacaktık, ama bunun sihirle değil,
daha çok meleklerle ilgili olduğunu sanıyoruz. Fakat bizi bu soruyu sorma
konusunda dikkatli ve kuşkulu olmaya sürükleyen neden, efendimizin gerçekten
bilmesini isteriz ki, böyle bir düşünce değildi. Daha çok bu ülkede yabancılarla ilgili gizli yasalar bulunduğuna
ilişkin bir önceki konuşmanızda üstü
kapalı olarak söylediğiniz bir şeyi anımsamamızdı." Buna yanıt vererek
"Doğru" dedi. "Bu nedenle size söyleyeceğim şeylerde benim için
açıklanması yasak olan bazı noktaları izninizle gizli bırakacağım; fakat
söyleyeceklerim sizi tatmin etmeye yeterli olacaktır.
"Şunu bilmelisiniz ki, -belki de buna
inanmayacaksınız aşağı yukarı üç bin yıl hatta biraz daha önce, dünya
denizcilik, hele uzak yolculuklar bakımından, bugün olduğundan daha ileriydi.
Sanmayın ki, şu son yüz yirmi yıl içinde ülkenizde yolculukların ne kadar çok
arttığını bilmiyorum. İyi biliyorum, ama yine söylüyorum ki, geçmişte
denizcilik şimdikinden daha ileriydi. Büyük tufandan sonra insanların bir
bölümünü kurtaran Nuh'un gemisi bir örnek oluşturarak insanlara denize çıkmaya
cesaret ve güven mi verdi, nedir bilmiyorum ama gerçek böyledir. Finikeliler,
hele Suriyelilerin büyük donanmaları vardı. Daha batıda sömürgeleri olan
Kartacalıların da, doğuya doğru Mısır ve Filistin'in de gemicilikleri aynı
biçimde çok gelişmişti. Şimdi ancak kayık ve kanoları olan Çin'in ve Amerika
dediğimiz Büyük Atlantis'in o zaman pek çok savaş gemisi vardı. O çağlardan
kalmış doğru kayıtlarda gördüğümüze göre bu ada iyi donatılmış bin beş yüz
sağlam gemiye sahipti. Bütün bunlar hakkında sizler pek az şey biliyorsunuz
veya hiç bilmiyorsunuz, fakat bizim geniş bilgimiz var.
"O dönemde bu ülke daha önce adlarını
saydığımız bütün ülkelerin gemileri tarafından bilinir ve ziyaret edilirdi. Çok
kez bunların içinde gemici olmayan başka ülkelerin insanları da geliyordu:
İranlılar, Keldaniler, Araplar gibi. Bu nedenle, bugün ülkemizde hemen hemen
bütün güçlü ve ünlü ülkelerden aileler ve küçük boylar var. Kendi gemilerimizle
birçok yolculuk yaptılar. Bu arada Herkül Sütunları dediğiniz boğazlara
(Cebelitarık), aynı zamanda Atlas Okyanusu'na, Akdeniz'e, Hanbalık Dağı denen
Pekin'e, Doğu denizlerindeki Hongchow'a ve Doğu Tataristan sınırlarına kadar
gittiler.
"Bu dönemde
ve daha sonra, Büyük Atlantis halkı gelişip ilerlemeye başladı. Gerçi sizin
büyük adamlarınızdan birinin (Platon) Neptün'ün çocuklarının orada
yerleşmesini, görkemli tapınak, saray, kent ve tepeyi, bu alanı ve tapınağı
zincirler gibi çevreleyen ve üzerinde gemiler dolaşan ırmakları, insanların
aynı yere çıkmak için kullandıkları ve sanki gökyüzü merdivenleriymiş gibi
övdüğü türlü yükseklikteki merdivenlerin öyküsü ve betimlemesi çok şiirsel bir söylenceyi dile getirir. Ama şu
kadarı doğrudur ki, adı geçen Atlantis ülkesi o zaman Coya diye tanınan Peru,
yine o zaman Tyrambel diye anılan Meksika, askerlik, donanma ve zenginlik
bakımından güçlü ve çok büyük ülkelerdi; o kadar güçlüydüler ki, bir dönem,
hatta on yıl içinde, Tyrambel halkı Atlantik'ten Akdeniz'e, Coyalılar ise Güney
Denizi'nden adamıza iki büyük sefer yaptılar.
"Bu seferlerden Avrupa'ya yapılan
ilkiyle ilgili, anlaşılıyor ki, sizin aynı yazarınız, adını söylediğim bir
Mısırlı rahibin anlatısından yararlanmıştır. Gerçekten de böyle olmuştur. Fakat
bu güçlere karşı koymak ve onları kovmak onuru eski Atinalıların mıdır, bunu
bilmiyorum; fakat şu kesindir ki, bu yolculuktan ne bir gemi, ne de bir insan
geri dönmüştür. Daha merhametli düşmanlarla karşılaşmamış olsalardı,
Coyalıların ülkemize yaptıkları ikinci seferin sonucu da daha iyi olmazdı.
Çünkü bu adanın Altabin adındaki akıllı ve iyi savaşçı olan kralı, kendisinin
ve düşmanlarının gücünü çok iyi bildiği için onların kara güçlerini
gemilerinden ayırmayı becerdi, donanmalarını ve ordugâhlarını onlarınkinden
daha büyük bir güçle hem karadan, hem denizden sardı. Onları bir çarpışma bile
olmadan teslim olmak zorunda bıraktı. Aman diledikleri zaman bir daha kendisine
karşı silah kullanmayacaklarına ant içirmekle yetinerek hepsini özgür bıraktı.
"Fakat Tanrı'nın öcü bu kurumlu
girişimi yok etmekte gecikmedi. Çünkü, yüz yıldan daha kısa bir süre içinde
Büyük Atlantis tümüyle yok oldu. Yazarınızın dediği gibi büyük bir depremle
değil, (çünkü bütün o bölgede deprem çok görülmez) tufan ve sellerle yıkıldı. O
ülkelerde bugün de eski dünyada olduğundan çok daha büyük ırmaklar ve onları
besleyen çok daha yüksek dağlar vardır.
"Fakat bu sel suyunun çok derin
olmadığı, çok yerlerde yerden kırk ayağı geçmediği doğrudur. Bu nedenle genel
olarak insan ve hayvanları öldürmekle birlikte ormanlarda yaşayan hayvanlardan
bir bölüğü kaçabildi. Kuşlar da yüksek ağaçlara ve ormanlara sığınarak
kurtuldular. İnsanlara gelince, birçok yerde yapıları suyun derinliğinden daha
yüksek olsa bile, sular sığ olsa da uzun süre yeryüzünü kapladığı için vadide
boğulmayan insanlar yiyecek ve diğer gerekli şeylerin yokluğundan öldüler.
"Bu nedenle Amerika'nın nüfusunun çok
az oluşuna, halkın gerilik ve bilgisizliğine şaşmayın. Amerika halkını genç,
hem de dünyanın diğer insanlarından en aşağı bin yıl daha genç saymalıyız.
Çünkü, genel tufanla onların uğradığı sel yıkımı arasında bu kadar zaman vardı.
Dağlarda kalan zavallı insanlar çoğalarak yavaş yavaş ülkelerini yeniden
doldurdu. Basit ve yabanıl insanlar oldukları, dünyanın başlıca ailesi olan Nuh
ve oğulları gibi olmadıkları için sonraki kuşaklara yazın, sanat ve uygarlık
bırakmadılar. Dağlık ülkelerinde, o bölgelerin son derece soğuk olması yüzünden
kaplanlar, ayılar ve o yerlerde görülen uzun kıllı büyük keçilerin postlarını
giyerlerdi; vadiye indikten sonra oradaki sıcaklığı dayanılmaz buldular. Daha
hafif giysiler yapmasını bilmedikleri için de çıplak gezmek zorunda kaldılar.
Bu alışkanlık bugüne kadar sürmüştür, yalnızca başlarına kuş tüyleri takmaktan
büyük onur ve zevk duyarlar. Bunu da, sular basıp alçakları doldurduğu zaman
yüksek yerlere sürüler halinde konan kuşlar aracılığıyla dağlara yol bulabilen
atalarından almışlardır.
"Görüyorsunuz ki, tarihin bu olağan
yıkımı yüzünden bize en yakın olmaları nedeniyle her zaman alışveriş ettiğimiz
Amerikalılarla ilişkilerimizi yitirdik. Dünyanın başka bölümlerine gelince,
açıktır ki, bunu izleyen dönemlerde savaşlar yüzünden mi, yoksa zamanın doğal
olarak değişmesiyle mi, her neyse, denizcilik her yerde çok geriledi. Özellikle
uzak yolculuklar, kalyon ve denize dayanamayacak gemilerin kullanılması
nedeniyle, hiç yapılmaz oldu.
"Bu nedenle ilişkilerimizin, başka
ülkelerden bize gemiler gelmesi bölümü uzun zamandan beri sürüyor. Fakat
ilişkilerimizin ikinci bölümünün yani
bizim gemicilerimizin başka ülkelere gitmesi işinin sürmemesi için size başka
bir neden göstermeliyim. Çünkü, doğru söylemek gerekirse, gemilerimiz sayı,
sağlamlık, denizciler, kaptanlar ve gemicilikle ilgili her konuda her zaman
olduğundan daha iyidir; öyleyse niçin yurdumuzda kaldığımızı şimdi size ayrıca
açıklayacağım. Böylece sizin de ana sorunuza biraz olsun yanıt vermiş olacağım.
"Bu adada bin
dokuz yüz yıl önce bir hükümdar yaşamıştı. Biz onun anısına bütün diğer
hükümdarların anısından daha fazla saygı gösteririz. Biz ona herhangi bir kör
inanç yüzünden değil, fakat ölümlü olmakla birlikte, Tanrı'nın bir aracısı
olduğu için bu saygıyı gösteriyoruz: Adı Süleyman olan bu hükümdarı milletimize
yasalar verdiği için önemsiyoruz. Yüreğinin iyiliğiyse sonsuzdu, ülkesini ve
ulusunu mutlu etmek, birinci amacıydı. Bu
nedenle çevresi beş bin altı yüz mil olan ve büyük bir bölümü son derece
verimli olan bu ülkenin dışarıdan hiçbir yardım görmeden kendisini yaşatacak
kadar zengin ve kendine yeter olduğunu düşündü. Gemiler balıkçılık ve
taşımacılık yaparak aynı zamanda bizden pek uzak olmayan ve bu devletin yönetimi
ve yasaları altında bulunan bazı küçük adalar arasında gidip gelerek bol bol iş
bulabilirlerdi.
"Memleketin o zaman içinde bulunduğu
mutlu ve zengin durumunu, bunun daha fazla iyileşemeyeceğini, oysa bin kez daha
kötüleşebileceğini göz önünde tutarak kendi döneminde oluşan bu mutluluğu
sonsuzlaştırmak amacıyla (onun amacı soylu ve kahramanca olmakla birlikte
sonuçta bir insan kadar ileriyi görebiliyordu) ülkemizin temel yasalarına,
yabancıların ülkeye girmesine yasaklar ve engeller koydu. O sıralarda,
Amerika'nın yıkımından sonra olmakla birlikte, yabancılar buraya pek sık gelip
giderlerdi. Hükümdarımız yenilikten ve (yabancı) göreneklerin birbirine
karışmasından hoşlanıyordu.
"Yabancıların özel izin almadan
ülkeye girmesini yasaklayan buna benzer bir yasa, Çin'de de vardır ve hâlâ da
yürürlüktedir. Fakat orada bu yasa çok kötü sonuçlar vermiş, onları acayip,
bilgisiz, korkak ve budala bir ulus yapmıştır. Fakat bizim yasa koyucumuz
yasayı bambaşka bir ruhla oluşturmuştur. Çünkü, her şeyden önce, gemileri
kazaya uğramış yabancıların kurtarılması için önlem alarak bir farklılık
getirmiş, insanlık ülküsünden ayrılmamıştır. Bunu siz kendiniz de
yaşadınız."
Bu sözler üzerine, hepimiz ayağa kalktık.
Önünde saygı ile eğildik.
O sözlerini sürdürerek: "Yine aynı
kral insanlık duygusunu ve siyaseti birleştirmek isteyerek ve yabancıları
istemedikleri halde burada alıkoymayı insanlık duygusuna, onların geri dönerek
bu devlete ilişkin bilgilerini açıklamalarını siyasete aykırı bulduğu için, bu
önlemleri aldı. Ülkeye çıkmalarına izin verilen yabancılar ne kadar çok
olurlarsa olsunlar, istedikleri zaman gidebilecekler, kalmak isteyenlerse,
devletin sağlayacağı çok iyi yaşama koşulları
bulacaklardı. Bunda o kadar büyük bir uzak görüşlülük göstermişti ki,
yasağın konduğu dönemden bu yana bir tek geminin geri geldiğini görmedik.
Yalnızca on üç kişi ayrı ayrı zamanlarda bizim gemilerimizle bize döndüler. Bu
birkaç kişinin dışarıdayken bizim için neler söylediklerini bilmiyorum. Fakat
ne söylerlerse söylesinler geldikleri yer onlara ancak bir düş ülkesi olmuştur.
"Şimdi, bizim buradan yabancı
ülkelere yolculuklarımıza gelince, yasa koyucumuz, bunu tümüyle yasaklamayı
uygun buldu. Çin'de böyle değildir, çünkü, Çinliler istedikleri ve
gidebildikleri yere giderler; bu onların yabancıları ülkelerine sokmamak için
çıkardıkları yasanın bir korkaklık ve alçaklık yasası olduğunu gösterir. Fakat
bizim bu yasağımızın tek bir özel durumu vardır ki; hayran olmaya değer ve
yabancılarla ilişkiden doğan yararı koruyarak zararı önler. Şimdi bunu size
açıklayacağım. Burada konudan biraz ayrılıyor gibi görüneceğim ama sonuçta
ilişkiyi göreceksiniz."
"Şunu anlamalısınız ki sevgili
dostlarım, o hükümdarın başardığı büyük işlerden biri diğerlerinden üstündür.
Bu da 'Süleyman Evi' dediğimiz bir topluluğu ya da derneği oluşturması ve
kurmasıdır. Düşüncemize göre bu şimdiye kadar dünya üzerinde görülmemiş en
soylu kuruldur ve ülkemizi aydınlatan bir fenerdir. Görevi Tanrı'nın
yapıtlarını ve yaratıklarını incelemektir. Bazı kişiler kurucusunun adını biraz
bozmuş olarak taşıdığını, Solomona Evi olması gerektiğini söylüyorlarsa da,
kayıtlarda, konuşulduğu gibi yazılmıştır. Bunun sizce de bilinen ve bize de
yabancı olmayan İbranilerin kralı Süleyman'ın adı olduğunu kabul ediyorum.
Çünkü bizde onun yapıtlarında sizin yitirdiğiniz bazı bölümler vardır: Örneğin,
'Lübnan sedirinden duvarda büyüyen yosuna kadar' bütün bitkiler, canlılar ve
devinen bütün şeylerle ilgili yazdığı doğa tarihi.
"Bu beni şu inanca ulaştırıyor ki, kralımız kendisinden
yıllarca önce yaşamış olan İbranilerin
kralıyla birçok şeyde aynı düşüncede olduğu için onu bu kurulun adıyla
onurlandırmıştır. Bu topluluğa ya da derneğe bazen 'Süleyman Evi', bazen de
'Altı Günlük Yapıtlar Koleji' denmesi beni bu düşünceye daha çok yöneltiyor. Büyük
hükümdarımız, Tanrı'nın dünyayı ve
içindeki bütün varlıkları altı gün içinde yarattığını İbranilerden öğrenmiş ve
bu kurulu bütün varlıkların gerçeğini bulup çıkartmak için kurmuştur. Böylece
Tanrı'nın sanatçılığını daha yüceleştirmek, insanlara bunlardan yararlanma
konusunda daha büyük olanaklar sağlamak için ona bu ikinci adı vermiştir.
"Fakat şimdi konuya dönelim.
Hükümdarımız bütün halkımıza kendi egemenliği altında olmayan yerlere gitmeyi
yasakladığı zaman şu kuralı da koymuştur: Her on iki yılda bir bu ülkeden ayrı
yolculuklar yapmak üzere iki gemi yola çıkacak, bu iki geminin içinde 'Süleyman
Evi'nin' öğretim üyelerinden ya da diğer ilgililerinden oluşan üç kişilik bir
kurul bulunacak, bunların görevi de, bize gittikleri ülkelerin işleri ve
durumu, özellikle bütün dünyadaki bilim ve sanatla, buluşlarla, yeni ürünlerle
ilgili bilgilerin ve bunlarla birlikte
her tür kitap ve örneklerin
getirilmesiydi. Gemiler öğretim üyelerini karaya çıkardıktan sonra geri gelecek
ve öğretim üyeleri bu ülkelerde yeni bir kurul gelinceye dek kalacaklardı.
Gemilerde yiyecek ve oldukça çok para ve değerli eşyadan başka bir şey
bulunmayacaktı. Bu para ve değerli eşya öğretim üyelerinin yanında bulunacak ve
onlar tarafından böyle şeyler almak ve uygun gördükleri kişileri ödüllendirmek
için kullanılacaktı.
"Şimdi sıradan gemicilerimizin karaya
çıktıkları zaman nasıl olup da tanınmadıklarını, gittikleri ülkeye göre
adlarını ve giysilerini değiştirerek nasıl karaya çıkarıldıklarını, bu
yolculukların hangi ülkelere yapıldığını, yeni kurullarla buluşacakları
yerlerin nasıl saptandığını ve şimdiye kadar ne yapıldığını size anlatmak
durumunda değilim ve siz de herhalde istemezsiniz. Fakat görüyorsunuz ki, biz
altın, gümüş veya elmas, yahut ipek, baharat ya da mal ticareti yapmıyoruz...
Biz yalnızca Tanrı'nın ilk yarattığı şey olan ışığı istiyoruz. Dünyanın her
yerini aydınlatacak olan ışığı!"
Bunu söyledikten sonra sustu. Biz de bir
şey söylemedik; gerçekten hepimiz bu kadar inandırıcı bir biçimde söylenen
böyle garip şeyleri duyduktan sonra şaşırmıştık. Bizim bir şeyler söylemek
istediğimizi, fakat hemen hazır olmadığımızı anlayarak büyük bir nezaketle
yardımımıza yetişti ve söze başladı. Bize yolculuğumuzu nasıl geçirdiğimizi
sormak alçakgönüllülüğünü gösterdi. Sonunda devletten ne kadar süre kalma izni
isteyeceğimizi düşünürsek iyi olacağını, bu süreyi kısa kesmeye gerek olmadığını, istediğimiz
kadar kalabileceğimizi söyledi. Bunun üzerine hepimiz ayağa kalktık. Boyun
atkısının ucunu öpmeye hazırlandık, fakat izin vermeyerek yanımızdan ayrıldı.
Devletin kalmak isteyen yabancılara bazı
koşullarla izin vereceği haberi duyulur duyulmaz gemiye bakacak birkaç kişi
bulmak, onları hemen valiye gidip koşulları öğrenmekten alıkoymak çok güç oldu;
fakat birçok gürültüden sonra, ne yapacağımızı kararlaştırıncaya kadar onları
alıkoyduk.
Yok olmak tehlikesinin ortadan kalktığını
görerek şimdi kendimizi özgür duyumsuyor, neşe içinde dışarı çıkıyor, izin
verilen alan içinde görülecek şeyleri görüyor, birçok insanla tanışıyorduk.
Bunlar pek aşağı tabakadan kimseler değildi. Bize o kadar iyi davrandılar ve
yabancı olduğumuz halde bağırlarına basmak için o kadar büyük bir istek
gösterdiler ki, neredeyse hepimiz yurdumuzda bıraktığımız sevdiklerimizi
unutacaktık. Sürekli olarak görmeye ve anlatılmaya değer birçok şeyle
karşılaşıyorduk. Dünyada bakılacak bir ayna varsa, o da bu ülkedir.
Bir gün arkadaşlarımızdan ikisi bir aile
düğününe çağrıldılar. Bu onların en doğal, dinsel saygıya layık görenekleridir. Halkın hep iyi insanlardan
oluştuğunu gösterir. Yapılış biçimi şöyledir: Kendi soyundan otuz kişinin
yaşadığını görme mutluluğuna erişmiş kişilere harcamaları devletçe ödenerek bu düğünü yapma hakkı
verilir. Tirsan dedikleri aile başkanı, düğünden iki gün önce seçtiği üç
arkadaşı yanına alır. Düğünün yapıldığı kentin ya da yerin yöneticileri de
kendisine yardım eder. Ailenin kadın, erkek bütün üyeleri toplantıya çağrılır.
Bu iki gün süresince tirsan, oturup
ailenin durumunu onlarla görüşür. Orada aile bireyleri arasında bir geçimsizlik
veya dava varsa çözümlenir, rahata ermeleri ve iyi yaşama koşulları elde
etmeleri için karar alınır, kötü alışkanlıklara ve yollara kendilerini
kaptırmış olanlar varsa azarlanır ve kınanır. Aynı biçimde evlenmeler, yaşam
biçimlerini değiştirecek olanlar varsa onlara kurallar ve buna benzer başka
işlerde buyruklar verilir, önerilerde bulunulur. Tirsanın karar ve buyruklarına
uyulmazsa yönetici resmi yetkisine dayanarak uygulamaların gerçekleşebilmesi
için yardım eder. Fakat buna çok az gerek olur. Çünkü doğanın buyruğuna büyük saygı
ve güven gösterirler. Tirsan da oğulları arasından kendisiyle aynı evde
yaşayacak birini seçer ki ona bundan sonra, "asma filizi" derler.
Bunun nedenini sonra açıklayacağım.
Düğün gününde, baba yahut tirsan, duadan
sonra, düğünün yapıldığı büyük salona gelir. Salonun üst yanında yüksekçe bir
yer vardır. Bu yerin ortasına, duvarın önüne, bir sandalye ve bir masa konmuş,
bir halı serilmiştir. Sandalyenin üzerinde bir yuvarlak ya da oval sayvan
vardır. Sayvan bizim sarmaşıklarımızdan biraz daha beyaz, gümüş kavak yaprağını
andıran fakat daha parlak olan bir sarmaşıktandır. Çünkü bütün kış yeşil kalır.
Sayvan gümüş ve türlü renklerde ipekle çok güzel işlenmiş, sarmaşık bir şerit
gibi örülmüştür. Bunu hep ailenin kızları işlerler. Yukarısı ipekten ve gümüş sırmadan
ince bir duvakla örtülür; fakat onun altı gerçek sarmaşıktır. Bunlar
indirilince ailenin dostları birkaç yaprak veya dal koparıp saklarlar. Tirsan
bütün ailesi veya soyuyla, erkekler önde, kadınlar arkada olduğu halde gelir.
Bütün aileyi doğurmuş olan bir anne varsa sandalyenin sağında özel bir kapısı,
yaldızlı ve mavi kurşun çerçeveli bir cam penceresi olan yüksekçe bir oda
içerisinde bir kafes arkasında oturur, fakat kendisi görülmez.
Tirsan geldiği zaman tahta oturur, bütün
soyu arkasında ve yüksekçe yerin yanı boyunca duvarın önünde yaş sırasına göre
kadın, erkek farkı gözetmeksizin ayakta dururlar. Oturduğu zaman oda, daima
kalabalık fakat düzenlidir, biraz bekledikten sonra odanın aşağı ucundan
duyurucu gelir. Yanında iki delikanlı vardır. Biri parlak, sarı parşömen
kâğıdından bir tomar, öteki uzun saplı veya dallı bir üzüm salkımı taşır. Haberciyle çocuklar deniz
yeşili atlastan birer kaftan giymişlerdir, fakat duyurucunun kaftanı sırmalıdır
ve yerde sürünür.
Sonra duyurucu üç kez yerlere kadar
eğilerek hazır olanları selamlar, yüksekçe bir yere kadar gelir. Orada ilkin
eline tomarı alır. Bu tomar kralın, aile başkanına bağışladığı gelir, ayrıcalık
ve verilen görevleri içeren bir ferman ve beratıdır. Hep "Bizim sevgili
arkadaşımız ve alacaklımız" diye başlar. Bu niteleme yalnızca bu
durumlarda kullanılır. Çünkü söylediklerine göre, kral halkının çoğalıp
üremesinden başka herhangi bir şey için
bir kişiye borçlu olamazmış. Kralın fermana bastığı mühürde kralın
altından kabartma bir resmi vardır. Bu gibi beratlar sorulmadan ve bir hak
olarak çıkarılmakla birlikte ailenin büyüklük ve onuruna göre değişirler.
Duyurucu bu beratı yüksek sesle okur.
Okunurken baba yani tirsan seçtiği iki oğlunun kolunda ayağa kalkar. Bundan
sonra duyurucu yüksekçe yere, yani kürsüye çıkar, beratı ona verir. Bunu
yaparken orada bulunanların hepsi kendi dillerinde "Ben Salem halkına ne
mutlu!" diye bağırırlar. Bundan sonra duyurucu öteki çocuktan eline
altından üzüm salkımını, dalı ve üzümleriyle birlikte alır, fakat üzümler
boyalıdır. Ailede erkeklerin sayısı çoksa üzümler mor renge boyanmış,
üzerlerine küçük bir güneş oturtulmuştur. Kadınlar çoksa yeşile çalan sarı bir
renge boyanmış, üzerine bir yeni ay konmuştur. Üzümlerin sayısı ailede bulunan
birey sayısı kadardır. Bu altın salkımı da duyurucu tirsana verir. O da hemen,
birlikte oturacağı ve bu amaçla önceden seçtiği oğluna verir. Oğlu bundan sonra
onu babası ne zaman dışarı çıkarsa önünde bir onur işareti olarak taşır ve
"asmanın filizi" diye anılır.
Bu tören bittikten sonra, baba yani tirsan
çekilir, bir süre sonra yine yemeğe gelir. Orada daha önce olduğu gibi tek
başına sayvanın altında oturur; Süleyman Evi'nden olanların dışında soyundan
gelenlerin hiçbiri, ne derecede ve rütbede
olursa olsun, onunla oturmaz. Yalnızca kendi çocukları ona hizmet ederler.
Erkekler diz çökerek her türlü sofra hizmetini görürler, kadınlarsa, yalnızca
çevresinde duvara dayanarak ayakta dururlar. Yüksekçe yerin aşağısındaki odanın
yanlarında çağrılılar için masalar vardır. Bunlara büyük ve güzel bir törenle
yemek verilir, yemeğin sonuna doğru ki en büyük şölenler bile bir buçuk saatten
fazla sürmez, bir ilahi okunur. Bu ilahi, bestecinin düş gücüne göre değişir,
çünkü çok güzel şiirleri vardır, fakat bunlar her zaman Adem, Nuh ve İbrahim'in
övgüleridir. İlk ikisi dünyayı insanlarla doldurmuş, sonuncusuysa inançlıların
babası olmuştur. Sonuçta her zaman doğumuyla hepsinin doğumunu kutsamış olan
kurtarıcımız İsa'nın dünyaya gelişi için şükranlarını sunarlar.
Yemek bitince tirsan yine gider, tek
başına bir yere çekilerek dua eder, üçüncü kez geldiğinde, önce yaptığı gibi
çevresine toplanan akrabalarını kutsar. Sonra birer birer onları adlarıyla
çağırır, fakat yaş sırasını çok az bozar. Çağrılan kişi, masa önceden
kaldırılmış olduğundan, sandalyenin önünde diz çöker, baba elini onun başının
üstüne koyar. Şu sözlerle onu kutsar:
"Ben Salem'in oğlu veya Ben Salem'in
kızı, bunu sana atan söylüyor. Sayesinde soluk aldığın ve yaşama kavuştuğun
adam söylüyor. Sonsuz geçmişten sonsuz geleceğe kadar atamız olan barış ve
iyilik hükümdarının ve kutsal kumrunun iyilikleri, güzellikleri senin olsun ve
ziyaret günlerini çok ve uğurlu etsin"; onların her birine bunu söyler; bu
iş bitince oğullarından erdem ve artamları çok
yüksek olanlar varsa (bunların ikiden fazla olmaması gerekir) yine
çağırır, onlar ayakta dururken kollarını omuzlarının üzerine koyarak şöyle der:
"Çocuklarım, doğmanız iyilik getirmiş, Tanrı'ya şükredin ve sonuna
kadar böyle sürdürün." Aynı zamanda her birine buğday başağı biçiminde
birer elmas verir. Onlar bundan sonra onları hep kavuklarının ya da
şapkalarının önüne takarlar.
Tören bitince, günün kalan bölümünü
çalgılarla, danslarla ve kendilerine özgü başka eğlencelerle geçirirler.
Düğünün tam izlencesi budur.
Altı yedi gün geçtikten sonra, o kentte
Joabin adında bir tüccarla arkadaş oldum; kendisi Yahudi idi ve sünnet olmuştu.
Çünkü aralarında birkaç Yahudi ailesi hâlâ yaşamaktadır. Bunların kendi
dinlerini korumalarına izin verilmiştir. Bu da iyi olmuştur, çünkü diğer
ülkelerdeki Yahudilerden çok daha farklı kişiliktedirler. Diğerleri İsa'nın
adından nefret eder ve aralarında yaşadıkları insanlara karşı içten içe gizli
bir kin beslerlerken bunlar tersine kurtarıcımıza birçok yüksek nitelik
yüklemekte ve Ben Salem halkını son derece sevmektedirler.
Gerçekten bu söylediğim adam İsa'nın bir
erdenden doğduğunu ve insandan üstün bir varlık olduğunu her zaman kabul eder,
aynı zamanda Tanrı'nın onu kendi tahtını koruyan meleklere nasıl hükümdar
yaptığını anlatır. Ona Kehkeşan ve Mesih'in Eliası ve başka birçok yüksek ad
verirler. Bunlar ulu Tanrı'ya verilen özelliklerden aşağı olmakla birlikte
diğer Yahudilerin dilinden çok farklıdır. Bu adam Ben Salem ülkesini öve öve
bitiremedi; oradaki Yahudiler arasında var olan bir geleneğe göre, bu ülke halkının
İbrahim'in Nachoran adındaki başka bir erkek çocuğunun soyundan olduklarına ve
Musa'nın gizli bir kabbala (hâdis) ile Ben Salem'in şimdiki yasalarını
çıkardığına, Mesih gelip de Kudüs'teki tahtına oturduğu zaman Ben Salem
Kralının onun ayağının dibine oturacağına, oysa diğer kralların büyük bir
uzaklıkta duracaklarına inanılmasını istiyordu. Fakat, bu Yahudi düşlemlerini
bir yana bırakırsak, adamakıllı bilgili, aynı zamanda dikkatliydi. O ulusun
yasalarını ve geleneklerini biliyordu.
Diğer konuşmalarımız sırasında bir gün ona
dedim ki: "Arkadaşlarınızdan bazılarının anlattığı aile töreni yapma
göreneğiniz beni son derece duygulandırdı. Çünkü bana göre, doğaya bu kadar
uygun bir tören asla olamaz. Ailelerin çoğalması çiftlerin evlenmeleriyle gerçekleştiği
için nikâh yasa ve göreneklerinizi bilmek, evlilik yaşamınız iyi mi, tek bir
kadına mı bağlanıyorsunuz, öğrenmek isterim. Nüfusa bu kadar önem verirken
sizin ülkeniz gibi bir yerde -bana öyle geldigenel olarak birden fazla kadın
almaya izin var mıdır?"
Buna yanıt vererek, "bu eksiksiz aile
töreni göreneğini övmekte haklısınız" dedi, "deneyimlerle
anlamışsınızdır ki, bu törene katılan aileler o günden sonra çok güzel bir
gelişmeye ve gönence kavuşurlar. Fakat
dinleyin beni şimdi, ben de size bildiklerimi söyleyeceğim.
"Şunu bilmelisiniz ki, yeryüzünde bu
Ben Salem ulusu kadar namuslu, her türlü pislik ve kötülükten arınmış bir ulus
olamaz. Dünyanın erdeni bu ulustur. Avrupa'da yayınlanmış kitaplarınızdan
birinde okumuştum. Aranızdaki bir keşiş zina ruhunu cisim olarak görmek
istemiş, gözünün önüne ufacık, pis, çirkin bir yaratık çıkmış. Eğer Ben
Salem'in temiz ruhunu görmek isteseydi, önüne güzel, hoş bir melek çıkardı;
çünkü ölümlüler arasında bu halkın temiz ruhundan daha güzel, daha hayran
olunmaya değer bir şey olamaz.
"Bilin ki, bunlar arasında ne
genelevler, ne de bu tür şeyler vardır. Avrupa'da böyle şeylere izin verdiğiniz
için sizlere şaşar ve kızarlar. Sizin evlenme kurumunu yok ettiğinizi
söylerler. Çünkü evlenme yasa tanımayan isteklerin bir çaresidir. Fakat
insanların elinde kendi kötü isteklerine daha uygun gelen bir ilaç olursa
evlenme hemen hemen ortadan kalkar. Bu nedenle sizin ülkenizde bir sürü
evlenmeyen erkek vardır. Evlenenlerin çoğu da geç, gençlik çağının ilk
ateşliliği ve gücü geçtikten sonra evlenirler. Evlendikleri zaman onlar için
evlenme nedir? Ancak bir pazarlık ki, akrabalık ya da drahoma yahut ün için
yapılır. Çocuk sahibi olma isteği hemen
hiç yoktur. Bu evlenme ilk çağlardan beri görenek olan kadın ve erkeğin
birbirine sevgi bağlarıyla ve yasal olarak bağlanması değildir.
"Güçlerinin böyle büyük bir bölümünü
boş yere harcayanların öteki namuslu insanlar kadar çocukları sevmesi
olanaksızdır. Böylece evlilik içinde
bile durum düzelmez, oysa yalnızca bu
şeylere zorunluluk durumları için hoşgörü gösterilseydi düzelmesi gerekirdi.
Hayır, bunlar yine evliliği hiçe sayar gibi davranmaktadır. Bu gezi yerlerini
ziyaret eden evliler de bekârlar gibi hiçbir cezaya çarpılmazlar; çeşni
değiştirmek gibi kötü alışkanlık evliliği sıkıcı yapar ve bir tür yük ve vergi
durumuna getirir.
"Bu şeylerin daha büyük kötülükleri
önlemek için yapıldığını savunuyormuşsunuz, fakat hemen herkes bunun akıl ve
mantığa aykırı olduğunu söyleyebilir. Hatta daha da ileri giderek bundan büyük
bir şey kazanılmayacağını, çünkü aynı kötü huyların ve isteklerin oldukları
gibi kaldığını ve daha da arttığını söyleyenler var. Çünkü onaylanmayan şehvet
bir fırına benzer, alevlerini büsbütün bastırırsanız söner. Fakat onu biraz
havalandırırsanız kudurur... Dünyanın hiçbir yerinde burada olduğu kadar,
unutulmayan sevgiyle bağlı dostluklar olamaz. Genel olarak, daha önce
söylediğim gibi, bu insanlar kadar ar ve namus sahibi insanlar olduğunu hiç bir
yerde okumadım. Her zaman yineledikleri bir söz vardır: Namuslu olmayan kimsenin
kendine saygısı olamaz. Onlara göre, bir insanın kendine saygısı, dinden sonra,
bütün kötü huylarının en başta gelen dizginidir."
Bunu söyledikten sonra, iyi Yahudi biraz
durdu. Ben kendim konuşmaktansa onu konuşturmayı daha çok istemekle birlikte, bu
duraklaması sırasında büsbütün susmak da yakışık almayacağından yalnızca
şunları söyledim: "Size Sarepta'nın dul karısının Elias'a söylediğini
söyleyeceğim. Bize günahlarımızı anımsattınız; açık yüreklilikle söyleyebilirim
ki, Ben Salem halkının doğruluğu Avrupa'nın doğruluğundan üstündür."
Bu sözler üzerine başını eğdi. Sonra şöyle
sürdürdü: "Evlenme yasaları da pek akıllıca ve yanlışsızdır. Birden çok
kadın almaya izin vermezler... Erkekle kadının ilk görüşmelerinin üzerinden bir
ay geçmeden nişanlanmaları ve evlenmeleri yasaklanmıştır. Ana ve babanın onayı
alınmadan yapılan evlenmeyi geçersiz saymazlar, fakat bunun cezasını
mirasçılarından çıkarırlar. Çünkü, bu gibi evlenmelerden doğan çocuklar ana ve
babalarının mirasının ancak üçte birini alabilirler. Sizden birinin düşsel bir
devlet konusunda yazdığı bir kitabı okudum. Orada evli çiftlerin, nikâhlanmadan
önce, birbirlerini çıplak olarak görmelerine izin verilirmiş. Bunlar böyle
şeyden hoşlanmazlar, çünkü, bunlara göre, birbirini bu kadar yakından bildikten
sonra geri çevirmek aşağılamak olur. Fakat kadın ve erkeklerin gizli vücut
kusurlarını anlamak için daha uygar bir
yol bulmuşlardır. Her kentin yakınında Ademle Havva havuzları dedikleri
bir çift havuz vardır. Orada erkeğin arkadaşlarından biriyle kadının
arkadaşlarından birinin onları ayrı ayrı çıplak olarak yıkanırken görmelerine
izin verilir."
Biz böyle konuşurken üzerine başlıklı bir
palto giymiş haberciye benzer biri geldi. Yahudi ile bir şeyler konuştu. Bunun
üzerine Yahudi bana dönerek "Bağışlayın. Beni ivedi istiyorlar" dedi.
Ertesi sabah yine bana geldi, neşeli görünüyordu. "Kentin valisine haber
gelmiş" dedi. "Süleyman Evi'nin başkanlarından biri yedi gün sonra
burada olacakmış... On iki yıldan beri hiç buraya uğramamıştı. Ziyaretinin
nedeni bilinmiyor. Ben size ve arkadaşlarınıza kente girişini görebileceğiniz
bir yer bulacağım." Kendisine teşekkür ettim ve verdiği haberden çok
hoşnut olduğumu söyledim.
Başkan söylendiği gün kente girdi. Orta
boylu ve orta yaşta, yakışıklı bir adamdı. Yüzünde sanki insanlara acıyan bir
anlatım vardı. Ağır, siyah kumaştan geniş kollu ve kısa pelerinli bir giysi
giymişti. Bembeyaz ketenden iç çamaşırı ayaklarına kadar iniyordu. Aynı
kumaştan belinde bir kuşak, boynunda bir omuz atkısı vardı. İşlemeli ve değerli
taşlarla süslü eldivenler, kayısı rengi kadifeden ayakkabılar giymişti; boynu
omuzlarına kadar açıktı: Şapkası bir miğferi yahut İspanyol av şapkasını
andırıyordu. Saçları şapkasının altında güzel bukleler halinde taşıyordu ve
kestane rengindeydi, çember sakalının rengi de aynı, belki biraz daha açıktı.
Tekerleksiz tahtırevana benzeyen süslü
arabası işlemeli mavi kadifeden takımları olan iki atla çekiliyor, yine aynı
kumaştan giysiler içindeki iki uşak iki yanda oturuyordu. Araba baştan başa
sedir ağacından yapılmış, yaldız ve kristallerle süslenmişti. Yalnızca ön
bölümü altın yaldızlı kenarlar içine oturtulmuş safir levhalar, arka bölümüyse,
Peru zümrütleri renginde zümrütlerle kaplanmıştı. Tepesinde, tam ortada
doğmakta olan altından bir güneş vardı. Ön bölümün üstündeyse kanatlarını açmış
yine altından küçük bir melek yontusu görülüyordu. Araba mavi zemin üzerine
sırma işlemeli bir kumaşla döşenmişti.
Önünde elli koruma yürüyordu. Bunların
hepsi gençti ve dizlerine kadar inen beyaz atlastan bol paltolar ve beyaz
ipekten uzun çoraplar giymişlerdi. Pabuçları mavi kadifedendi. Türlü
renkte güzel tüyler şapkanın çevresini kurdele gibi çeviriyordu.
Arabanın hemen önünden başları açık,
ayaklarına kadar inen keten giysiler içinde, kuşaklı, mavi kadife ayakkabılı iki
adam gidiyordu. Biri bir başpiskopos, öteki de bir piskopos asası taşıyordu.
Bunların hiçbiri madeni değildi. Başpiskoposun asası belsem ağacından,
piskoposunki ise sedir ağacındandı. Arabasının ne önünde, ne de arkasında
atlılar vardı. Gürültü ve karışıklığa olanak vermemek istedikleri
anlaşılıyordu.
Arabanın ardından kentin bütün memurları
ve lonca başkanları yürüyordu. Başkan tek başına uzun tüylü bir tür mavi
kadifeden minderlerin üzerinde oturuyordu. Ayağının altına türlü renklerde,
işlemeli ipek halılar serilmişti. Bunlar İran halılarına benziyorlarsa da, çok
daha güzeldiler. Giderken, halkı kutsamak için, eldivensiz elini havada
tutuyor, fakat bir şey söylemiyordu. Cadde olağanüstü denecek kadar bakımlı ve
düzenliydi, hiçbir ordunun askerleri, bu halkın durduğu gibi, düzenli sıralar
oluşturamaz. Pencereler de kalabalık değildi, fakat herkes onların içine
çakılmış gibi duruyordu.
Geçit töreni bitince, Yahudi bana dedi ki:
"Bu büyük kişiyi ağırlamak için Kent
Meclisi bana görev verdi. Onun için sizlerle, istediğim gibi
ilgilenemeyeceğim."
Üç gün sonra, Yahudi yine geldi. "Siz
çok talihli insanlarsınız" dedi. "Çünkü Süleyman Evi'nin başkanı
sizin burada olduğunuzu öğrendi. Hepinizi huzuruna kabul edeceğini size
bildirmemi bana buyurdu. İçinizden seçtiğiniz bir kişiyle özel olarak
konuşacak. Bunun için yarından sonraki günü saptadı. Sizi kutsamak istediği
için de sabahtan öğleye kadar olan zamanını bu işe ayırdı."
Saptanan gün ve saatte geldik. Özel
görüşme için arkadaşlar beni temsilci seçmişlerdi. Onu güzel bir salonda
bulduk. Duvarlar ve yerler değerli halılarla kaplıydı. Son derece süslü, alçak
bir taht üzerine oturmuştu. Başının üstünde mavi atlastan işlemeli çok değerli
bir sayvan vardı. Yalnızdı. Tahtın iki yanında duran, biri güzel beyaz giysiler
içindeki iki içoğlanından başka yanında kimse yoktu. İç giysileri arabada
gördüğümüz gibiydi, fakat üzerinde cüppe yerine bir palto vardı. Aynı güzel
siyah kumaştan yapılmış bir kap onun üzerine tutturulmuştu. İçeri girdiğimiz
zaman bize öğretildiği gibi, ilk kez yerlere kadar eğildik. Tahtına
yaklaştığımız zaman ayağa kalktı, eldivensiz elini kutsar gibi ileriye doğru
uzattı. Her birimiz eğilerek atkısının ucunu öptük. Bundan sonra ötekiler
gitti. Ben kaldım. Sonra içoğlanlarını odadan çıkardı. Beni de yanına oturttu.
İspanyolca olarak şunları söyledi:
"Tanrı seni
mutlu kılsın, oğul,
ben sana elimdeki en
büyük mücevheri vereceğim. Çünkü
sana Süleyman Evi'nin doğru bir öyküsünü, Tanrı ve insanların iyiliği için,
anlatacağım. Oğlum, ben senin Süleyman Evi'nin gerçek durumunu bilmen için şu
sırayı izleyeceğim: İlkin kurulumuzun amacını; ikinci olarak çalışmalarımız
için gerekli hazırlıklarımızı ve araçlarımızı; üçüncü olarak, arkadaşlarımıza
verilen işleri ve görevleri; dördüncü olarak da uymak zorunda olduğumuz
kuralları anlatacağım.
"Kurulumuzun amacı olayların
nedenleri ve gizli etkenlerle
ilgili bilgi edinmek, olabilecek
her şeyi yapabilmek için, insanın doğa üstündeki egemenliğinin sınırlarını genişletmektir.
"Hazırlıklarımız ve araçlarımız şunlardır:
Bizim türlü derinliklerde geniş ve derin mağaralarımız var: En derini altı yüz
kulaçtır, bunların bazıları büyük tepeler ve dağlar altında kazılmış ve
yapılmıştır; dağın derinliğini ve tepenin derinliğini birlikte hesap ederseniz
bunların bazıları üç milden fazla derindir. Çünkü biz düzlükten başlayarak bir
dağın derinliğiyle bir mağaranın derinliğinin aynı şey olduğunu, her ikisinin
de güneş ve gökyüzünün ışınlarından ve açık havadan aynı derecede uzak olduğunu
anladık. Bu mağaralara biz 'aşağı bölge' diyoruz. Bunları cisimleri
katılaştırmak, sertleştirmek, dondurmak ve korumak için kullanıyoruz. Bunları
aynı zamanda doğal maden filizlerinin benzerlerini yapmak, kullandığımız ve
yıllarca orada beklettiğimiz karışımlar ve gereçlerle yeni yapay madenler elde
etmek için kullanıyoruz. Bazen de (bu garip görülebilir) hastalıkların
iyileştirilmesi için ve orada kendi istekleriyle yaşamayı kabul eden kendi
köşelerine çekilmiş insanların yaşamlarını uzatmak için kullanıyoruz. Bu
kişilerin bütün gereksinimleri sağlanır ve gerçekten pek uzun zaman yaşarlar;
biz de onlardan pek çok şey öğreniriz.
"Çinlilerin porselenlere yaptıkları
gibi, biz de türlü balçıkları ayrı ayrı topraklara gömeriz; fakat bizde bunlar
daha çeşitli, bazıları ise daha incedir. Aynı zamanda toprağı verimli kılmak
için türlü türlü gübreler ve küfler kullanırız.
"Bizim büyük kulelerimiz var.
Bunların en büyüğünün yüksekliği yarım mil kadardır. Bunlardan bazıları yüksek
dağlar üzerine kurulmuştur. Böylece dağın da eklenmesiyle en yüksek kule, en
aşağı üç mildir. Biz bu yerlere 'yüksek bölge' diyoruz. Yüksek yerlerle aşağı
yerler arasındaki havayı 'orta bölge' sayarız. Bu kuleleri biz, yükseklik ve
konumlarına göre, güneşlendirme, soğutma ve saklama için, aynı zamanda
rüzgârlar, yağmur, kar, dolu ve sıcaklık gibi türlü hava durumlarını gözlemek
için kullanırız. Bunların üzerinde, bazı yerlerde yalnızlığa çekilmiş kimseler
yaşar. Ara sıra onları görmeye gider, neleri gözlemeleri gerektiğini öğretiriz.
"Tuzlu veya tatlı suları olan büyük
göllerimiz var. Bunları balık ve kuşları çoğaltmak için kullanıyoruz. Aynı
zamanda oralara bazı doğal cisimler gömeriz. Çünkü toprağa yahut toprağın
altındaki havaya gömülmüş şeylerle suya gömülmüş şeyler arasında büyük ayrımlar
buluyoruz. Bizim havuzlarımız var ki, bazıları tuzlu suyu süzerek tatlı su
yaparlar, diğerleri ise yapay olarak tatlı suları tuzlu suya çevirirler. Deniz
ortasında da bazı kayalar ve kıyıda bazı koylarımız var ki, deniz hava ve
buğusuna gereksinim gösteren işlerde kullanılırlar. Hızla akan derelerimiz ve
çağlayanlarımız var ki, devinim verici güç görevi yapar, aynı zamanda
rüzgârları artırıp güçlendiren makinelerimizle türlü biçimlerde devinim verici
güçler elde ederiz.
"Bizim birçok yapay kuyularımız ve
kaynak sularımız var. Bunları doğal kaynak sularına ve kaplıcalara benzeterek
yaptık. Göztaşı, kükürt, çelik, pirinç, kurşun, güherçile ve diğer madenlerle
doymuş duruma getirdik. Yine birçok maddelerin eriyiklerini elde etmek için
küçük kuyularımız var. Buralarda sular onların özelliklerini, kaplar ve
leğenler içinde olduğundan daha çabuk ve kolay alırlar. Bunlar arasında
yaptığımız ve 'cennet suyu' dediğimiz bir su var ki, sağlık ve ömrü uzatmak
için en etkili ilaçtır.
"Büyük ve geniş evlerimiz var.
Buralarda kar, dolu, yağmur, bazı cisimlerin yapay olarak yağdırılmasını, gök
gürültüleri, yıldırımlar gibi hava olaylarının;
kurbağa, sinek ve diğer şeylerin hava içinde doğup üremelerinin
benzerlerini yapıyor ve gösteriyoruz.
"Bizim birtakım odalarımız var ki,
bunlara 'sağlık odaları' diyoruz. Oralarda havayı, türlü hastalıkların
iyileştirilmesine ve sağlığın korunmasına uygun ve iyi sandığımız biçimde
değiştiriyoruz.
"Güzel ve geniş hamamlarımız var.
Buralarda sulara türlü şeyler karıştırarak hastalıkları iyileştiriyor, insan
vücudunu kurumaktan alıkoyup ona eski tazeliğini veriyoruz. Sinirlerin,
yaşamsal organların ve vücudun sıvı ve öz maddelerinin güçlerini artırmak için
başka türlü hamam ve banyolar da kullanıyoruz.
"Aynı zamanda büyük ve çeşitli bağ ve
bahçelerimiz var. Buralarda güzellikten çok, her tür ağacın ve otun yetişmesine
uygun yer ve toprak türlerine önem veriyoruz. Üzüm bağlarından başka ağaçlar ve
yemiş ağaçları dikilmiş bazı bahçeler pek geniştir. Bunlardan türlü içkiler
yapıyoruz. Burada yabanıl ağaçları olduğu kadar, yemiş ağaçlarının
aşılanmasından elde edilen sonuçları da inceliyoruz. Bunlar türlü etkiler
yaratıyorlar. Yine yapay olarak, aynı bağ ve bahçelerde, ağaçlar ve çiçekleri
mevsimlerinden önce ya da sonra çiçek açtırıp doğal olarak vereceklerinden daha
çabuk meyve verdiriyoruz. Yine yapay olarak, onları olacaklarından daha büyük,
meyvelerini daha iri, daha tatlı, doğal tat, koku, renk ve biçimlerinden farklı
olarak yetiştiriyoruz. Bunların çoğunu tıpta yararlı duruma getirebiliyoruz.
"Toprakları birbirine karıştırmakla tohumsuz
olarak türlü bitkiler yetiştirmek, aynı zamanda yaygın olan türlerinden farklı
türde yeni bitkiler elde etmek, bir ağacı veya bitkiyi diğer bir ağaç veya
bitkiye çevirme olanağına sahibiz.
"Her türlü hayvan ve kuş için
parklarımız ve çevresi kapatılmış yerlerimiz var. Hayvanları yalnızca
görünüşleri veya az bulunur oldukları için oralarda bulundurmuyoruz, aynı
zamanda insan vücuduna ne gibi ameliyatlar yapılabileceğini aydınlatmak
amacıyla kesip inceleme ve deneyler yapmak için kullanıyoruz. Bunlardan pek
garip sonuçlar alıyoruz: Örneğin yaşamsal saydığınız bazı bölümleri, çürümüş ve
çıkarılmış olmalarına karşın, yaşatıyoruz; görünüşte ve diğer bakımlardan ölmüş
olanları da diriltiyoruz. Zehirleri ve diğer ilaçları cerrahi ve tıbbi
biçimlerde, onlar üzerinde deniyoruz. Yine yapay olarak onları türlerinden daha
büyük ve boylu yapıyoruz; türlerinden daha verimli, daha çok yavrular duruma
getirebildiğimiz gibi, tersine kısır ve doğurmaz duruma da sokabiliyoruz. Renk,
biçim, etkinlikleri bakımından onları farklılaştırıyoruz. Değişik türleri
karıştırıp çiftleştirerek birçok yeni tür elde etmeyi ve genel sanı olan
melezlerin kısır olmamasını da sağlamayı başardık. Çürümeyle, birçok yerde
sürünen hayvanlar, solucanlar, sinekler, balıklar ortaya çıkarıyoruz, bunların
bazıları gelişerek, hayvanlar ve kuşlar gibi, gelişmiş yaratıklar oluyorlar,
çiftleşip çoğalabiliyorlar. Bunu tümüyle raslantıya bırakmış değiliz. Hangi
maddelerden ve onların ne oranda karıştırılmasından ne tür varlıkların
oluşacağını önceden biliyoruz."
"Özel havuzlarımız da var ki,
oralarda balıklar, önceden söylediğimiz hayvanlar ve kuşlar üzerinde denemeler
yapıyoruz.
"Sizin ipekböcekleriniz ve arılarınız
gibi yararlı türden kurtları ve böcekleri türetmek ve yetiştirmek için de
yerlerimiz var.
"Özel etkiler elde etmek için az
bulunur türlü içkinin, ekmekler ve etlerin yapıldığı içki, ekmek
fabrikalarımızı, mutfaklarımızı sayıp dökmekle zamanınızı almayacağım. Üzümden
yapılmış şaraplarımız, meyvelerden, tahıldan ve köklerden çıkardığımız içkilerimiz,
bal, şeker ve şebnemden karışık şerbetlerimiz, kurutulmuş ve kaynatılmış
yemişlerimiz (pestil ve pekmezler) ağaçların yaralarından sızan özsularımız ve
kamış özlerimiz var. Bu içkiler birçok yıl, bazıları kırk yıl bekletilir. Yine
otlar, kökler ve baharattan, hatta çiğ etler ve beyaz etlerden türlü türlü
içkiler yapıyoruz. Bunların bazıları gerçekte hem yiyecek, hem içkidir. Birçok
kimse hele yaşlandıkları zaman, çok az et yiyerek ya da hiç yemeyerek, yalnızca
bunlarla yaşarlar. Her şeyden önce biz vücuda sızmaları için son derece ince
molekül yapılı fakat yine de yakıcı, ekşi ya da tırmalayıcı olmayan içkiler
yapmaya uğraşıyoruz. O kadar ki, bunlardan bazılarını elinizin üstüne koyacak
olursanız, bir süre durduktan sonra, avucunuza geçecek, bununla birlikte,
tadarsanız ağzınızda kötü bir tat bırakmayacaktır. Sularımız da var ki,
besleyici olacak biçimde olgunlaştırıyoruz. Gerçekten çok iyi yapılmış içkidir
bunlar ve birçok kişi başka içki kullanmaz.
"Türlü taneler, kökler ve çekirdek
içlerinden, hatta kurutulmuş et ve balıklardan türlü türlü mayalar ve lezzet
verici şeylerle yapılmış ekmeklerimiz var. Bazıları o kadar fazla iştiha
veriyor, bir kısmı da o kadar besleyicidir ki, birçok kimse başka bir şey
yemeden onlarla yaşar, hem de çok uzun ömürlü olurlar. Etlere gelince, bir
kısmı öyle dövülmüş, yumuşak ve hiç bozulmadan öyle ölgün duruma getirilmiştir
ki, midenin en zayıf bir sıcaklığı onları güçlü bir sıcaklığın başka türlü
hazırlanmış bir eti yaptığı kadar iyi bir biçimde, hamura çevirir. Bazı etlerimiz,
ekmeklerimiz ve içkilerimiz de var ki, yiyenleri uzun zaman açlığa dayanıklı
duruma getirir. Başka bir tür ekmek de insanların etlerini duyumsanır derecede
sertleştirip katılaştırıyor, onlara başka türlü sahip olacaklarından daha büyük
bir güç veriyor.
"Dispanserlerimiz veya ilaç
mağazalarımız var. Sizin Avrupa'da sahip olduğunuzdan daha çok bitki türüne ve
yaşayan yaratığa sahip olduğumuzu düşünürseniz, bu mağazalarda otlar, ilaçlar,
tıp gereçleri bakımından ne kadar çok çeşit bulunduğunu kolayca anlayabilirsiniz.
Bunlar aynı zamanda ayrı ayrı yıllarda ve uzun bozuşturmalarla elde
edilmişlerdir. Bunları hazırlamak için yalnızca büyük emeklerle yapılmış
ipliklerden çekmeler ve ayırmalar değil, özellikle hafif ısıtmalarla türlü
süzgeçlerden ve hatta gözenekli maddelerden süzme yöntemleri kullanıyoruz; aynı
zamanda tam bir biçimde karışımlar yapıyoruz. Bu karışımlarla hemen hemen
doğal, yepyeni maddeler elde edebiliyoruz.
"Sizde olmayan çeşitli makinelerimiz
ve onlarla yaptığımız kâğıt, bez, iplikler, kumaşlar, çok güzel parlaklıkta
tüylerden nefis işlemelerimiz, çok iyi boyalarımız ve başka birçok şeyimiz;
ayrıca, halkın henüz kullanmaya başlamadığı mallar için olduğu kadar,
kullandığı mallar için de dükkânlarımız var. Çünkü bilmelisiniz ki, daha önce
söylediğimiz şeylerin çoğu bütün ülke içinde kullanılmaya başlanmıştır; bunları
biz bulup yapmışsak örneğini ve ilkelerini de saklarız.
"Çeşit çeşit fırınlarımız var.
Bunların içinde şiddetli ve çabuk, güçlü ve sürekli, hafif ve yumuşak, körükle,
yavaş, kuru, yaş ve benzeri türlü ısılar elde ediyoruz. Fakat her şeyden önce,
güneşin ve yıldızların ısılarına öykünerek elde ettiğimiz öyle ısılar var ki,
yörüngeler ve dönüş devrelerinden aynı
noktaya dönerek türlü değişikliklere uğrarlar ve biz böylece şaşılacak sonuçlar
elde edebiliriz.
"Bunlardan başka, gübrenin, yaşayan
yaratıkların karın ve kursak ısılarını, kanlarının ve bedenlerinin, ıslak
olarak ambarlanmış saman ve otların, sönmemiş kirecin ve diğer benzer şeylerin
sıcaklıklarını anlıyoruz. Yalnızca devinimle ısı oluşturan araçlarımız, aynı
zamanda, güçlü güneşlendirme yerlerimiz, yine yer altında doğal ve yapay olarak
ısı veren mağaralarımız var. Bu değişik sıcaklıkları yapmak istediğimiz işin
niteliğine göre kullanıyoruz.
"Optik laboratuvarımız var. Oralarda
bütün ışık ve ışınımları, bütün renkleri, renksiz ve saydam şeyleri inceleyip
gözlem yapabiliyoruz. Biz size ayrı ayrı bütün renkleri, gökkuşağında olduğu
gibi değil, mücevher ve prizmalarda olduğu gibi değil, kendi başlarına
gösterebiliriz. Aynı zamanda kat kat artırarak büyük uzaklıklara götürdüğümüz
ve en küçük nokta ve çizgileri bile sezecek kadar keskin duruma getirdiğimiz,
renklendirdiğimiz ışıkları; biçimler, büyüklükler, devinimler ve renklerde gözü
aldatan şeyleri, her türlü gölge oyununu gösterebiliriz. Işık yayan cisimlerden
aydınlık sağlama konusunda sizin hiç bilemediğiniz araçlarımız var.
"Biz göklerdeki ve uzaklardaki
şeyleri görecek, yakındaki şeyleri uzak, uzaktaki şeyleri yakın gösterecek
araçlara sahibiz. Kullanılmakta olan gözlük ve camlardan çok daha üstün görme
araçlarımız var. Küçük ve en ufak cisimleri çok iyi ve açık bir biçimde görmek
için araçlarımız ve camlarımız da var. Bunlarla en küçük sinek ve kurtların
renklerini, başka türlü görülmesine olanak olmayan mücevherlerdeki benekleri ve
çatlaklıkları görür, yine başka türlü yapılamayan idrar ve kan incelemelerini
yaparız. Yapay olarak gökkuşağı, ayla ve bir ışık kaynağı çevresinde halkalar
oluşturabiliyoruz. Her türlü yansıma, kırılma, eşyadan yayılan göz ışınlarının
çoğaltılmasını da başarabiliyoruz.
"Çoğu pek güzel ve sizlerce bilinmez
olan her tür değerli taşımız, billur ve türlü camlarımız, bunlar arasında
camlaştırılmış madenlerimiz ve sizin cam yaptığınız maddelerden başka
maddelerimiz var. Sizde olmayan birtakım taşıllara, tam olgunlaşmamış
madenlere, aynı zamanda olağanüstü güçte mıknatıslara, doğal ve yapay az
bulunur taşlara da sahibiz."
"Her tür sesi ve onların
yayılmalarını incelediğimiz ve deney yaptığımız ses evlerimiz var. Sizin
bilmediğiniz çeyrek seslerden ve birinden ötekine kayar gibi geçilen küçük
seslerden armonilere, yine sizce bilinmeyen, sizinkilerden daha sesli, nefis ve
güzel zil ve çanlı, çıngıraklı türlü müzik araçlarına sahibiz. Küçük sesleri
büyütüp derinleştirdiğimiz gibi, aynı biçimde güçlü sesleri hafifletip
tizleştiririz. Aslında sürekli seslerden türlü titreşimler ve cıvıltılar
çıkarıyoruz. Harflerle yazılabilen sözleri ve sesleri, hayvanların ve kuşların
ses ve ötüşlerinin benzerlerini yapabiliyoruz. Kulağa takılınca işitmeyi çok
kolaylaştıran aletler de bulduk. Sesi birçok kez yansıtarak ve sanki onu
ileriye atarak türlü garip ve yapay yankılar oluşturabiliyoruz. Bunların
bazıları daha derin, hatta bir bölümü aldıkları sesi ve sözü değiştirerek
verirler. Sesleri acayip bir biçimde bükülmüş oluklar ve borularla uzak yerlere
taşıyan araçlara da sahibiz.
"Bizim koku evlerimiz var. Buralarda
tat deneyleri yapıyoruz. Garip görünebilir ama biz kokuları artırabiliyoruz.
Benzerlerini yapabiliyoruz. Bütün kokuları esas çıktıkları karışımlardan daha
başka karışımlardan çıkartabiliyoruz. Aynı biçimde tatların da, herhangi bir
kişinin dilini aldatabilecek derecede benzerlerini yapabiliyoruz. Bu evde bir
tatlıcılık bölümü var. Burada sizde olduğundan çok daha fazla türde kuru ve yaş
tatlılar, türlü güzel şaraplar, sütler, çorbalar ve salatalar yapıyoruz.
"Makine evlerimiz var. Buralarda her
tür devinime elverişli makine ve araçları hazırlıyoruz. Burada sizde
olduğundan, sizin tüfeklerinizden çıkan mermilerden ya da makinelerimizden daha hızlı devinimler elde etmek, bunları
tekerlekler ve benzer araçlarla küçük bir güç harcayarak daha kolayca artırmak;
sizin en büyük top ve havanlarınızdan daha güçlü ve şiddetli duruma getirmek
için araştırmalar ve denemeler yapıyoruz. Aynı zamanda ağır silahlar, harp
araçları ve her türlü makine üretiyoruz, yeni barut alaşımları ve karışımları,
su içinde yanan ve söndürülemeyen maddeler, şenliklerde ve başka nedenlerle
kullanılan her tür fişek yapıyoruz. Kuşların uçmasına öykünüyor, bir dereceye
kadar havada uçabiliyoruz: Suların altından geçebilecek ve denize dayanacak
gemilerimiz ve kayıklarımız, yüzme kuşaklarımız ve desteklerimiz var... Türlü
türlü sanatçı işi saatler, yinelenen devinimlerle işleyen başka aletler,
durmaksızın çalışan makineler yapıyoruz.
"İnsanların, hayvanların, kuşların,
balıkların ve yılanların çizim ve yontularını yaparak yaşayan varlıkların
devinimlerini yansılatıyoruz: Dikkate değer düzen, doğruluk ve incelikte türlü
devinimler de yaptırıyoruz.
"Bizim bir matematik evimiz var.
Orada eksiksiz bir biçimde yapılmış çeşitli geometri ve gökbilim araçlarımız
bulunuyor."
"Hokkabazlık, gözboyayıcılık,
madrabazlık ve onların her türlü oyununu ve hilesini gösterdiğimiz, beş
duyumuzu aldatan beceriler evi var. Ve siz elbette kolaylıkla inanırsınız ki,
gerçekten bu kadar çok hayranlık uyandıran doğal şeyleri olan bizler özel bir
dünyada bunları başka biçimler altında ve daha güzel göstermeye çalışarak
duyguları aldatabiliriz. Fakat biz her türlü sahtelik ve yalandan nefret
ediyoruz. Bu nedenle bütün arkadaşlarımıza bunu şiddetle yasakladık. Herhangi
doğal bir yapıtı ve şeyi süslü veya şişirilmiş olarak gösterirlerse, manevi ve
parasal cezalara çarptırılırlar. Her şeyi ancak olduğu gibi saf, her türlü
gariplik özentisi olmadan göstermek zorundadırlar.
"İşte, çocuğum, Süleyman Evi'nin
zenginlikleri bunlardır.
"Üyelerimizin, ayrı ayrı uğraşıları
ve görevleri arasında şu da var: On ikisi, kendilerini başka uluslardanmış gibi
göstererek; (çünkü biz kendi adımızı gizliyoruz) yabancı ülkelere giderler.
Bize kitaplar ve bütün başka ülkelerde yapılan denemelerin özetlerini ve
örneklerini getirirler. Biz bunlara 'ışık tüccarları' diyoruz.
"Üç üyemiz, bütün kitaplarda
buldukları denemeleri toplarlar. Bunlara 'yağmacılar' diyoruz.
"Üç üyemiz de makine sanayii, sosyal
bilimler ve sanatlar içine girmeyen diğer uygulamalar üzerindeki denemeleri
toplarlar. Bunlara biz 'giz adamları' diyoruz.
"Üç üyemiz, kendi düşüncelerine göre
iyi sandıkları yeni denemelerle uğraşırlar. Bunlara 'öncüler' ya da
'madenciler' diyoruz.
"Üç üyemiz, önceki dört öbek üyenin
denemelerini düzenli başlıklar altında ayırarak toplarlar. Böylece inceleme
yapmak ve onlardan genel kurallar
çıkarmak daha kolay olur. Bunlara 'toplayıcılar' diyoruz.
"Üç üyemiz, arkadaşlarının
denemelerini inceleyerek onlardan insan yaşam ve bilgisine yararlı olabilecek
ve uygulanabilecek şeylerin çıkarılması, aynı zamanda nedenlerin düpedüz
kanıtlanması, doğal nedenlerin etkilerini önceden kestirme araç ve
yöntemlerinin, cisimlerin özelliklerinin ve onları oluşturan maddelerin
bulunmasıyla uğraşırlar. Biz bunlara 'drahomacılar' veya 'iyilik sahipleri'
diyoruz.
"Önceki çalışma ve toplamalar
üzerinde düşünmek üzere bütün üyelerin katıldığı çeşitli toplantılar ve
tartışmalardan sonra üç üyemiz, doğaya öncekilerden çok daha nüfuz eden daha
yüksek bir ışık altında yeni denemeleri yönetmek işini üzerlerine almışlardır.
Biz bunlara 'lamba' diyoruz.
"Üç üyemiz bu
biçimde yönetilen denemeleri yapar ve bize bunlar hakkında rapor verir. Bunlara
'aşçılar' diyoruz.
"Sonunda, üç üyemiz denemelerle
yapılan önceki buluşları daha büyük
gözlemler, daha iyi araştırmalar ve kurallar biçimine getirirler. Bunlara 'doğa
yorumcuları' diyoruz.
"Şunu da bilmelisiniz ki, eski memur
ve işçilerimizin yerlerini alacak adaylarımız ve çıraklarımız, bunlardan başka
kadın, erkek birçok hizmetçi ve uşaklarımız var.
"Aynı zamanda buluşlarımızın, ortaya
çıkarttıklarımızın ve denemelerimizin hangisinin yayınlanıp yayınlanmayacağı
konusunda görüş alışverişi yapar ve
gizli tutulmasını uygun bulduklarımızı gizlemek için hepimiz ant içeriz. Ama bazen bir bölümünü devlete açıklarız, bir
bölümünü de açıklamayız.
"Toplantı ve ayinlerimiz için iki
uzun ve güzel salonumuz vardır. Bunların birinin içine her türlü az bulunur
buluşumuzun model ve örneklerini, diğerine bütün büyük buluşçularımızın
yontularını koyarız. Orada Batı Hindistan'ı bulan Kolombunuzun, gemiyi bulan
adamın, top ve barutu bulan keşişinizin, basımevini, gökbilim aletlerini,
madeni aletleri, camı, ipekböceğini, şarabı, buğday ve ekmeği, şekeri
bulanların yontuları vardır. Bütün bunlar hakkında biz daha doğru bilgilere
sahibiz. Sonra bizim de çok güzel şeyler bulmuş adamlarımız var. Bu yapıtları
görmediğiniz için, bunları size anlatmak çok uzun sürer. Sonra bunları
anlatırken sizin iyice kavrayamamanız da olasıdır. Her değerli buluş için
sahibine bir yontu diktiğimiz gibi büyük ve onurlu bir ödül de veririz. Bu
yontuların bazıları tunçtan, bazıları beyaz ve siyah mermerden, bazıları
yaldızlı ve süslü sedir ağacından veya başka özel ağaçlardan, bir bölümüyse
demir, gümüş ve altındandır.
"Olağanüstü
yapıtlarından dolayı Tanrı'ya her gün şükretmek için birtakım ilahilerimiz ve
ayinlerimiz, çalışmalarımıza rehberlik etmesi ve onları iyi ve kutsal kılması
için yardım ve koruyuculuğunu dilediğimiz dualarımız var.
"Sonra, ülkemizin başlıca kentlerini
dolaşır ve ziyaret ederiz. Oralarda, iyi olacağını düşündüğümüz yeni ve yararlı
buluşları yayarız. Aynı zamanda hastalıklar, veba, zararlı hayvanların akını,
kıtlık, fırtınalar, depremler, tufanlar, kuyrukluyıldızlar, yılın sıcaklık ve
soğukluğu ve türlü diğer şeylerle ilgili kestirimleri haber veririz. Bunları
önlemek ya da zararlarını karşılamak
için halkın ne yapması gerektiği konusunda onları aydınlatırız."
Bunu söyledikten sonra ayağa kalktı. Ben
de bana verilen yönergeye göre, diz çöktüm. Sağ elini başımın üstüne koyarak
"Tanrı seni kutsasın, oğlum" dedi. "Hem de bu anlattığım öyküyü
uğurlu etsin. Bunu başka ulusların yararlanması için yayınlamana izin
veriyorum; çünkü biz burada Tanrı'nın kucağında, bilinmeyen bir ülkedeyiz."
Bunun üzerine bana ve arkadaşlarıma iki bin düka altını değerinde bağışta
bulunduktan sonra ayrıldı. Çünkü, onlar her vesileyle geldikleri yerlerde büyük
bağışlar verirler.
Kalan bölümü
tamamlanamadı.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar