“Funny” İşler: Madame Tutli-Putli
İma C. Özkan | 10
Ekim 2012 | Kategori : Sinema |
Okunma:1.823
Bir seyahata
çıktığınızda yanınıza neler almak istersiniz? Beş-altı bavul,
sekiz-on çanta, sepetler, envai büyüklükte kutular, saksılar, boy
aynası, gramafon, şamdan, resim çerçeveleri, küçük çaplı konsol,kitap
sandıkları, toplar ve çeşitli gereçler? Yalnızca küçük bir sırt
çantası mı dediniz? Hadi, yapmayın ama; ne olur ne olmaz! Demek
ki siz çarçabuk “ev”e döneceksiniz. Tutun ki sıradan bir yolcu değil deWalter
Benjamin’de ele alındığı gibi bir “flaneur” ya da dişil
haliyle bir “flaneuse”sünüz. Yani müzmin biravare ya
da aylak; iflah olmaz bir seyyah, dur-durak bilmez
bir gezgin hem de. Hani öyle bir gezgin ki; kent
sokaklarında reha bulamayan; yeni bir zaman ve yeni bir fenomen ardısıra halini
yolda olma haline tevdi eden. Tüm varı-yoğuyla, malı-mülküyle kimler yola
çıkar-kaplumbağalar dışında?
Chris Lavis ve Maciek Szczerbowski’nin
ilk profesyonel eserleri olan 2007 yapımı stop-motion filmindeki
iri gözlü, ürkek flaneuse bana bunları düşündürdü. Onyedi dakikalık bu kısa
film aynı yıl Cannes da dâhil pek çok festivalde “en
iyi kısa film” ödülünü almış; sonraki yıl da Oscar’a aday olmuştu.
Filmimiz Madame Tutli-Putli kısaca tam bir başyapıt. Bir
akşam istasyonda, başında şapkası; ürkek iri gözleriyle Madam Tutli-Putli’nin
peron zeminine yığınak halinde sıraladığı eşyalarıyla tren
beklerken başlıyor sahne. Başının üzerinde dönenen pervaneyi eliyle
kovar ve trene biner. Böylece E.A. Poe hikâyelerini anımsatan
bir gece yolculuğu başlar. Ana karakter vagona yerleşir yerleşmez, ürkütücü bir
atmosfer içine çekiliriz. Cam kenarında oturmuş kitabını okumakta olan Madam
Tutli-Putli’nin eylemindeki normallik, tedirgin sekmeler tarafından görünmez
kılınırken, kitap okuma ediminin kendisi bile mevcut sarsıntının bir
parçasına dönüşür.
Vagonda
madam’a eşlik edenler; uyumakta olan dedesinin yanında oturmuş kitap okuyan bir
çocuk-ki kitap“How to Handle Your Enemies/Düşmanlarınızı Nasıl Bertaraf
Edersiniz” başlığını taşımaktadır. Tam karşısında atletik
vücuduyla, bedeni tapınılası bir nesne olarak algıladığı
sezdirilen, hatta bir ara kabaca madam’a askıntı olan bir sporcu. Fakat
vagondaki yolcuları gösteren sahneler içinde beni asıl etkileyen,
yukarıda iki bavul içine oturmuş satranç oynayan iki adamın
görüntülerinin yer aldığı bölümdü. Satranç tahtası üzerinde taşlar
dizilidir. Trenin her sarsıcı hareketi ya da freni sonunda oyuncular
hamleye hazırlanırlarken taşlar havalanır ve rastgele otururlar yerine. Bu
anlıksal yer değiştirme birkaç kez yinelendiğinde düşünmeden edemeyiz: Ömür
denilen süresi mahdut oyunda da hamleleri esasında biz mi yapmaktayız?
Yapıyorsak ne kadarı özgür irademize mal edilebilir? Bu bir yol haliyse;
durmalar, kalkmalar, hız ve yavaşlama oyundaki taşların yerini bizim etkimemiz
dışında nasıl değiştiriyor?Öyle ya, her sarsıntı ertesinde;
taşların kuraldışı da olsa dizilimi üzerinden devam etmiyor muyuz oyuna?
Ellerimiz çenemizde bir sonraki hamleye dair taktikler üretirken, aklederken;
birdenbire hız ve ivme parametreleri değişir ve akıl kullanışsız kof bir kabuğa
dönüşebilir. Fakat her şeye rağmen damalı tahtaya doğru elimizi uzatır
ve yalnızca bir “cüzz” olduğunu kayda değer bulmayarak irademizi
külliyen kullandığımıza kani oluruz. Elbette! Başka ne
yapabilirdik; ne gelir elimizden insan olmaktan başka? Bu
sahne sahiden ziyadesiyle etkileyiciydi. Dahası; bana elli yıl önce
çekilmiş ve çok etkileyici bulduğum Bergman filmlerinden Yedinci
Mühür’ün bir sahnesini anımsattı. Orada da satranç metaforu
hayranlık veren bir şekilde şovalye ve ölüm meleği arasında “vâde yetene dek”
kullanılmaktaydı.
Filmimizi
Poe’nun ürkü hikâyelerine benzeten süreç, geceyarısı tüm yolcuların uykuya
dalıp, Tutli-Putli’nin gözlerinden bizim uyanık kalışımızla başlar.
Hızla bir kâbusun koridorlarında volta atıyoruzdur artık: Esrarengiz ‘kötü
herifler’ kompartmanların önünden geçerler. Ayaklarında ziftli
çamurları her yere bulaştırarak sarı renkli bir gaz marifetiyle
yolcuları bayıltmışlardır bile. ‘Beden’ imgesinin tuhaf mecazı
olarak karşımıza dikilen sportif adamın organlarından birine varana değin her
şeyi soyarlar haramiler. Çünkü beden de dâhil “bizden” ve
“bize ait” olan tüm iyeliklerin ansızın basit bir yanılsamaya dönüşmesi işten
bile değildir. Çünkü; birer “edinim” yahut “kazanım” olarak addettiklerimiz
nelerse; isterse düpedüz organik parçamız olsunlar, kaybetme fiilinin konusu
olduklarında artık en az bir gramafon kadar “nesne”dirler. Derken
gazın etkisi geçip madam uyandığında, meçhul bir yöne doğru son sürat ilerleyen
trendeki kompartmanında ne yol arkadaşları, ne de eşyaları vardır. Nemli
gözleriyle ürkünün tüm anlamlarını ihtiva eden bakışları gezinir etrafta; yemekli
vagona doğru ilerler amaçsızca. Henüz yolculuk başlamadan istasyonda
gördüğü pervane bu defa da yemek masasının kırmızı örtüleri üzerine dizilmiş
bir çatalın ucuna ilişir, kanatlarını çırpar. Ardından karşıda bir
ışık huzmesi belirir; kelebek iliştiği çataldan havalanıp ışığa doğru
uçar. Madam Tutli-Putli pervanenin ardından öylece bakar.
Filmin
tekniği ve yönetmenlerin bizi “17 dakika ekrana kilitleyen” bu
şahane iş için yaklaşık dört yıllık emek sarfedişleri için de
birkaç cümle etmek istiyorum. 2002 yılında gerçekleştirdikleri bir tren
yolculuğundan ilhamla oluşmuş bu film fikri ve uzun süre yolculuklara katılıp
yolcu davranışları üzerine gözlem yapmış yönetmenlerimiz. Pek çok animasyon ve
özellikle de Toronto ve Ottowa Film Festivali’ni destekleyen
National Film Board of Canada (NFB), diğer bağımsız yönetmenleri
olduğu gibi bu iki genci de parasal olarak desteklememiş olsaydı, hayallerini
gerçeğe çeviren ilk filmlerini çekemeyebilirlerdi. Tıpkı
yakınlarımızda bir yerlerde son derece yaratıcı fikirlere sahip olmasına
rağmen, terazinin diğer kefesine konacak kadar maddi ağırlık bulamayan gizli
yetenekler olarak kalakalacaklardı. Yine de Chris Lavis ve Maciek
Szczerbowski’yi değil dört yıl; doğru dürüst dört hafta bile emek
sarfetmeksizin Oscar alamadığına hınçlanan kolaycılardan ayıran yetenek dışında
istikrarlı azimleri galiba. Belki kabiliyet kadar saygı duyulması
gereken bir nitelik bu.
İzleyen için
aşamaları üzerine sıklıkla kafa yorulmayan bu kukla filmi cidden çok meşakkatli
bir emek gerektiriyor. Bu tarz yapımlarda -meraklıları bileceklerdir, ilk kez
görerek hayranlıkla izlediğim bir diğer ayrıntı ise, kukla karakterlerin
yüzlerine gerçek insan gözlerinin eklenmiş olması. Bu filme o kadar
şaşırtıcı ölçüde bir ifade zenginliği katmış ki, düpedüz bir anime olmasına
rağmen bilhassa Madam Tutli-Putli’nin Amelie’deki Audrey Tautou
gözlerine zerk edilmiş korku ve ürkeklikle bakar gibi nemli bakışları, gerçek
insanlardan çok daha fazla içime işledi.
Dijital bir
geleceğin ipuçları mı bunlar? Madam’ın treninin
önündeki uçak pervanesi nasıl bir fütüristik eklentidir? Sonra bir
lokomotif ardına taktığı vagonlarla nasıl böyle hızla yol alabilir? Düşsel
finalde gece kelebeği formuyla birebir örtüşerek bizatihi bir pervaneye
evrilen kadın üzerinden ev ile yol; zemin ile boşluk, mesafe
ile moment, eşya ile hiçlik birbirine karışır. Zaman; içine demir
atılamaz mavi pustan bir akışkanlıkken anlaşılır ki: Bir yolcuysanız,
“bu tren nereye gidiyor?” diye sormak; yahut “son durağa dair hikmetlere malik
olmak” hızı da istikameti de zerrece etkilemez.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar