Print Friendly and PDF

“GEN SAVAŞLARI” İLE “CESUR YENİ DÜNYA” YA DÖNÜŞ






Cesur Yeni Dünya’ya hoş geldin Dolly!
Geçen yılın günde­mine yerleşiveren kuzucuk bir dizi etik tartışmayı da be­raberinde getirdi. Son on yılın en önemli gelişmesi ola­rak selamlanan bu ‘laboratuvar imali’ kuzu, Kopernik ve Galile ile birlikte bilim tarihindeki yerini aldı. Gerçi bu deneyin bilim tarihinde bu kadar mümtaz bir konuma yerleştirilmesine itiraz edenler de vardı ve genetik kanunlarını bulan Mendel ve DNA’yı keşfeden Watson ve Crick’e haksızlık edildiği söylendi. Ama kuzucuk yine de önemli bir ‘icat’tı ve kamuoyunda yankı uyandırdı. Yetişkin bir canlıdan insan eliyle türetilen ilk kopya olan Dolly, laboratuvarlarda bir dizi teknik işlemle gerçekleşti­rildi. Bir koyunun genetik materyali, içindeki genetik bilgi silin­miş bir yumurta hücresiyle birleştirildi, elektrik akımıyla rahim duvarına tutunacak bir embriyo haline getirildi ve bir kiralık an­nenin rahminde büyütüldü. Burada tüyleri ürperten nokta bu iş­lemin binyıllardır canlıların üremesini sağlayan biçimlerde değil de, eşeysiz olarak, insan marifetiyle gerçekleşiyor olmasıdır. Ki­mileri ‘zaten bütün koyunlar birbirine benzemiyor muydu’ diye dalga geçse de, Dolly üretme tekniğinin insanlara uygulanma ih­timali, bir karabasan gibi önümüzde duruyor. Bütün bu olup bi­tenler haklı olarak insanlara Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dün­yaadlı romanını çağrıştırıyor.
İnsanların kuluçka merkezlerinde üretildiği bir dünyanın resmini çizen Huxley’in öngörüleri, ger­çekleşecek mi dersiniz?
Biyolog George Williams eşeysiz üreme­nin piyango biletinizi fotokopi ettirmekle aynı şey olduğunu söylüyor, kazanan numaraya da sahip olsanız, o numara her se­ferinde aynı olmadığı sürece bu yöntem işe yaramaz. Bu yöntem­le değil insan, bir kurbağa bile üretmek şu an için mümkün gö­zükmüyor ancak varsayalım ki bu mümkün oldu, bu insanın da­ha çabuk yaşlanacağı, yaşlılık hastalıklarından yaygın biçimde ölebileceği, cinsel açıdan kısır olabileceği sanılıyor. Öte yanda bu deney insanlara uygulandığında pek çok hücre telef olacak­tır, bir insanın kopyası yapılmaya çalışılırken ortaya ‘laboratuvar garibesi’ mahlûklar çıkarsa bunun hesabını kim verebilecektir?
Sağduyu sahibi kimi bilim adamları tek bir olgudan büyük ge­nellemelere ulaşmanın yanıltıcı olabileceğini söylüyorlar. Araş­tırmacılar varolan yumurtanın bütün orijinal genetik materyali­ni silememiş olabilirler ve yeni çekirdeği yerleştirme işlemi bir ‘yalancı pozitiften ibaret olabilir. Üstelik Dolly, DNA’sını he­nüz olgunlaşmamış bir kök hücreden de almış olabilir. Yönte­min insanlara uygulanmasını önerenler bunun organ nakli hu­susunda büyük avantajlar söyleyeceğini iddia ediyorlar. Beyin ölümüne uğramış insanların kopyeleri çıkarılarak organ naklin­de kullanılabileceği söyleniyor. Bu kuşkusuz ‘insan olma’nın ne anlama geldiğine dair yeni bir tanımlama yapılmasını gerektire­cek.
Bir kişinin ‘fotokopisi’ insandan sayılmayacak mı?
Onun hak ve hukuku olmayacak mı?
Bilgi, tek başına bir hedef olarak, manevi ve etik değerleri önceleyecek ve suiistimallere açık araş­tırmalara salt ‘bilgi adına’ izin mi verilecek?
Bu gibi sorular Dolly’nin hukuk alanında da fırtınalar estireceğini gösteriyor. Bir Einstein ki onun orijinalinin dehasını göstermesi gerekmi­yor, hayat hikayelerimiz biyolojilerimizden daha önemli, yine de bu önümüze pek çok sorular koyuyor:
Bir klon kendisini nasıl al­gılayacak?
Hür iradesi olan, sorumlu bir birey olarak mı, yoksa ipleri başkalarının eline verilmiş bir robot olarak mı?
Genetik, insanı yeniden tanımlamak istiyor: O sorumlu bir varlık değil, genler havuzundan rasgele bir seçmeyle oluşmuş ve doğuşta te­mel özellikleri programlanmış bir yaratıktır. İnsanı biyolojinin zindanına mahkûm eden bu anlayış, insanlığın kadim birikimi­ne ve dine bir meydan okumadır. Genetik çalışmalarının yakın zamanlarda ulaştığı sonuçlardan birisi ‘geleceğin savaşları genler üzerinden mi yapılacak? ’ sorusunu giderek daha anlamlı kılan bir gelişmeyi göstermektedir. Geçtiğimiz aylarda Japonya’dan bir bilim adamları grubu bir fareye insanın kromozomlarını yani binlerce geni nakletmeyi başardılar. The lndependent gazetesinin verdiği habere göre hâlihazırda Amerikan Biocyte firması ile Avrupalı bazı firmalar arasında bir hukuk savaşı sürüyor. Biocyte Avrupa Birliği sınırları içinde doğan bebeklerin göbek kordo­nundaki alyuvarları kullanma hakkını elinde tutuyor. Avrupalı doktor ve kan uzmanları ise Avrupa Patent Bürosu’nun geçtiği­miz yıl verdiği bu hakka şiddetle karşı çıkıyorlar.
Japonya’daki nakil olayında bilim adamları insanın bağışık­lık sistemi için antikor üreten bir dizi geni fareye yerleştirdiler. Daha önceki çalışmalarda ‘transjenik’ organizmalar üretilmişti: yani birkaç geni özgün organizmadan diğerlerini nakledilenden alan organizmalar. Japon çalışmasıyla ilk kez bir hayvana insa­nın tüm kromozomu nakledilmiş oluyor. İleride her türlü hasta­lığa karşı bu tür hayvanların antikor üretiminde kullanılması düşünülüyor. Elbette bu da gen pazarını mültimilyar dolarlık bir işkolu haline dönüştürüyor. Sözgelimi inekler insan antikoru üretmeye başlarlarsa inek sütü anne sütünün yerini alabilir.
İş­te dananın kuyruğu burada kopuyor: Bir buluş yapan grup bu­nun patentini alarak insan sağlığını bir ticaret metaına dönüş­türdüğünde tartışma başlıyor. Mesela Biocyte firması göbek kor­donu hücrelerinin biricikliğini keşfeden ilk firma oldu: Bu hüc­reler ‘Kök hücresi’ işlevi görüyor ve şırınga edildikleri hastalık­lı dokuda taze alyuvarlar üretebiliyorlardı. Kanserler ve kalıtsal kan bozukluklarında kemik iliği naklinin yerini almaya başla­yan bu yöntemden bugüne kadar 5000 kişi yararlandı. Büyük firmalar biyoteknolojiye büyük yatırım yapıyorlar ve bunun kendilerine geri dönmesini istiyorlar. Ama bu iş çoğu zaman bir kumara da benzeyebiliyor:
Sözgelimi Dupont firması kanser ge­liştirmeye genetik yatkınlığı olan bir fare üretmek için 10 mil­yon dolar harcadı ve bu ürününü satamadığı için harcadıklarıy­la kaldı. Anlaşılan o ki geleceğin sektörü biyoloji pazarında. Bu kıran kırana rekabetin, yoksul insanların bazı tedavilerden mahrum kalacakları bir vahşi kapitalizme dönüşmesi tehlikesi mevcuttur. Düşünsenize, artık güç sahipleri gelişmiş silahlara değil ileri gen teknolojilerine sahip olmakla övünebilecekler­dir. Gen manipülasyonlarıyla insan katliamı da mümkün olabi­lecektir. Dolly kuzu ile zirve noktasına varan bilim prometeciliği, dur durak tanımadan, insan hayatının kudsiyetini ve biri­cikliğini ayaklar altına alarak yolculuğuna devam ediyor.
Can­lılar dünyasına ilişkin deneylere ciddi ahlâki ilkeler getiren bir bioetik devrime ihtiyacımız var.
İnsan, kendi soyunu bir talan ye­rine çevirmeden önce, sorumluluk sahibi insanlar bu devrimin fitilini ateşlemelidirler.
Türkiye iç siyasetin sıkıcı atmosferinde nefes almaya uğraşadursun dünya genetik ve biyoteknolojideki gelişme­lerle çalkalanıyor. Bu alanlardaki bilimsel tecessüs safiyane bir heves de değil, şifresi çözülen gen parçacıklarının pa­tentlerinin alınmasıyla dev bir pazar yürürlüğe girmiş oluyor. Artık kistik fibroz hastalığı için mahallenin gen bakkalından iki kutu DNA isteyebileceğiz.
[Kistik Fibrozis kalıtsal (ailevi geçiş gösteren) bir hastalıktır. Doğumdan itibaren birden çok organımızı etkileyerek bu organlarda fonksiyon (işlev) bozukluklarına yol açar. Kistik fibroziste esas olarak etkilenen organlarımız dış salgı bezlerinin bulunduğu organlarımızdır. Akciğer, pankreas, barsak, ter bezleri dış salgı bezlerinin en çok yer aldığı organlardır. Normalde dış salgı bezlerinin ince ve akışkan salgısı vardır. Bu salgılar ile akciğerlerin temiz ve sağlam kalması sağlanır; toz ve yabancı cisimler, mikroplar bu akıcı salgı ile atılabilirler. Kistik fibrozisli hastalarda ise bu salgıların kıvamı artmış olup, akcı özelliğini kaybederler.]
İşin daha vahim tarafı, bir hastalığın genetik kodunu önce hangi laboratuvar çözerse patente de o sa­hip olacağından koydukları ücreti tartışma şansımız olmayacak. Economist dergisinden öğrendiğimize göre biyoteknoloji firmala­rı henüz bu sektörden umduklarını bulamamışlar ama gelecek onyıllarda harcamalarının karşılığını alacaklarına inanıyor ol­malılar ki keşif faaliyetleri tam gaz sürüyor. Bugünlerde gen pro­jesi ABD ile Avrupa arasındaki soğuk savaşın gizli bir yüzünü oluşturuyor.ABD ulusal sağlık kurumu insan kromozomlarında­ki DNA şifrelerinin çözümü işlemine yılda 180 milyon dolar har­cıyor, aynı işlem Avrupa’da da hükümetlerin ve çeşitli vakıfla­rın desteğiyle benzer meblağlar harcanarak sürdürülüyor. Bir çe­kişme de ‘hayatın patenti’konusunda yaşanıyor. Fransa kimi hastalıkların çözülen genetik şifrelerinin kamu malı sayılması ve bunun üzerinden ticaret yapılmamasını savunurken, ABD ek­senli çalışmacılar bu bilgileri sızdırmamak için çaba harcıyorlar. Ne olursa olsun dünya üzerinde genetik araştırmaların faturası 3 milyar doları bulmuş durumda ve bu ancak uzay yolculuklarına harcanan parayla kıyaslanabilir. İnsanın genetik şifresinin büs­bütün çözülmesi yolundaki bu gayretkeşlik felsefe ve bilim çev­relerinde şüpheyle karşılanıyor: İlkin genetiğe yapılan bu vurgu insanların aklına Nazi bilimini ve âri ırk projelerini getiriyor is­ter istemez. Kusurlu genlerin yerine ıslah edilmiş olanları koya­rak bir genetik temizliğe doğru mu gidiyoruz? Burada biraz durup genetik tarama testlerinden bahsedebiliriz.
Huntington hastalığı insanlarda erken bunamaya yol açan bir durum ve anne yada babadan tevarüs edilebilecek bir genle ortaya çıkabiliyor. Ebeveynlerinden birisi bu hastalığa yakalan­mış birisi, yakın zamana kadar, yüzde ellilik hastalık ihtimali ta­şıyordu.Geliştirilen yeni bir test kişide sözkonusu kusurlu genin olup olmadığını söyleyebiliyor. Fenilketonuri de kusurlu bir gen vasıtasıyla geçen ve zihinsel özür bırakabilen bir hastalık. Bu hastalık da testlerle tanınabiliyor ve andığımız ilk hastalığın ak­sine, durdurulabiliyor. Çocuğun gıdalarından bir aminoasiti kal­dırmak yeterli oluyor.Ancak testler burada durmuyorlar. Yalnız­ca doğmamış çocuk için değil anne-baba adayları için de yürür­lüğe giriyorlar. Mesela anne ve baba adayının kistik fibroz geni taşıyıp taşımadıkları kontrol edilebiliyor ve her ikisinin de bul­gu vermeyen(sessiz) taşıyıcı olması durumunda, çocukta aynı hastalığın dörtte bir ihtimalle ortaya çıkabileceği öğreniliyor:
Ya sonra?
Ayrılırken ‘ biz seninle aynı genlerin ve bu yüzden ayrı dünyaların insanıyız’ demenin zamanıdır. Siyahlarda sık görülen bir kansızlık durumu, orak hücreli anemi, sıtmaya karşı bağışıklık sağlar. Afrika’da bu takdir edersiniz ki çok önemli ancak 1970’lerde iyiliksever Amerikan yönetimi ‘zenci’leri bu hasta­lıktan korumak için bir tarama başlatmış. Sonuçta olanlar gen­lerinde bu hastalığı taşıyan ama aslında hasta olmayan kişilere olmuş. Bu insanlar hasta olmadıkları halde ‘iyilikseverler’ tara­fından ayrıma tabi tutulmuş ve hasta muamelesi görmüşler. Bu türden tarama testleri hastalık ile sağlık arasındaki sınırları muğlaklaştırmakta ve insanı bir köşede sessiz sedasız bekleyen genle­ri yüzünden mahkum etmektedir. Aslında genetik elçabukluğu farklı olgularda farklı kimliklerle karşımıza çıkıyor: Andığım ör­nekte zavallı aşağılık ırkı ıslah etmek için ve yakın zamanlarda, homoseksüalitede genlerin oynadığı rolden bahsederken ahlâki bir konuyu tıbbın hükümranlık alanına çekmek için.
Genetik araştırmaların en ilginç ve o ölçüde korkutucu ola­nı ise klonlama tekniğinin keşfi. Temmuz 93’te ABD’den Hail ve Stillman laboratuvar ortamında döllenmiş bir hücrenin ço­ğalmasından türeyen ve biastomer adı verilen iki hücreyi ayır­mayı başardılar. Daha sonra bu hücreleri yapay zarlar içinde bir­birinden ayırabildiler ve 32 kez daha bölünmelerini sağladılar. Bu yeni bir embriyonun rahimde yerleşip büyümesi için gerekli asgari özelleşmiş hücre sayısı demekti. Yani laboratuvar koşulla­rında bir insan rüşeymi oluşturulmuş oluyordu. Bir an için bu de­neyin dışarıdaki dünyada da çoğaltılabilir olduğunu düşünelim. Gardırobumuzda organlarımızdan bir koleksiyona da yer verebil liriz artık, eskiyen organların yerine yenilerini koyabilir veya da­ha geniş imkânları haiz bir gen bankasından önümüzdeki bir kaç ay için bir sanat geni rica edebiliriz. Dilerseniz kendi kopyanız­dan beş on tane de edinebilirsiniz. Tıpkı bir bilimkurgu romanı gibi. Ama görünen o ki geleceğin bilimkurguları da uzay mace­ralarını değil gen savaşlarını anlatacak.
Biyolojinin krallığı hayatlarımıza beşikten mezara kadar el koymuş durumda. Gelişen gen teknolojisi, sınırları daha bir silikleştiriyor ve müdahale sürecini beşiğin de önce­sine, ana rahmine taşıyor. Modern bilimin ‘tabiat üzerinde ta­hakküm’ fikri, biyoloji ve gen mühendisliğinde, doğrudan haya­tın binlerce yıllık akışına bir müdahele şeklinde karşımıza çıkı­yor. Doğanın nesnel olduğunu söyleyen ve gerçek bilginin yegâ­ne kaynağı olarak mantıkla tecrübenin evliliğini gösteren basit fikir, yeni biyolojiye geniş bir iktidar sahası açarken ruhu krize itiyor. Bu ikonoklazm bugüne kadar şüphesiz kabul ettiğimiz şey­lerin gerçekliğine dair zihinlerimizde sorular uyandırmakla kal­mıyor, kendimizi ve dünyayı bilme biçimimizi de kökten dönüş­türmek istiyor.
Sözgelimi insanların bir anne ve bir babadan gel­diklerini hepimiz bilir ve kabul ederiz. Yeni biyoloji, üre(t)me mekanını laboratuvarlara taşıyarak bir anne ve babayı yalnızca sperm ve yumurta vericisi olarak görmemizi sağlamaktadır. Bir çocuk gerekli materyal olduğu sürece, suni ortamlarda ve cinsel edim gerçekleşmeksizin de doğabilir. Hatta klonlama tekniği ileride elverirse bir anne babaya ‘malzemeci’ olarak duyulan ih­tiyaç da ortadan kalkacak ve fotokopiye hayli benzeş bir yön­temle, bir insanın genetik malzemesinden sonsuz sayıda yeni nüsha üretilebilecektir.
Bütün bunlar, biyolojiyle politika ve ti­caretin içiçe geçtiği bir zeminde olup bitmektedir. Gen haritala­rının keşfedilen bölgeleri için patentler alınmakta ve çokuluslu ilaç şirketleri gen teknolojisine büyük yatırımlar yapmaktadır. Genetik ıslah projeleri de tam bu sırada devreye girmekte ve bi­yolojinin “krallığından yararlanarak insan ırkını ‘tashih etmek’ istemektedir. Genetik rahatsızlıklar anne karnında tesbit edil­meli ve sakat çocukların doğumu önlenmelidir. Sözgelimi bazı çevreler yaygın bir genetik hastalık olan kistik fibrozun tüm ge­belikleri tarayarak ve hastalıktan etkilenmese bile onun tek bir genini bile taşıyan rüşeymleri alarak, gelecek kırk yıl içinde ta­mamen ortadan kaldırılabileceğini söylemişlerdir. Bu filmi daha önce nerede görmüştük?
19. yüzyılın sonlarında ortaya çıkan ÖJENİ AKIMI mükemmel ne­siller yetiştirmeyi arzuluyordu. Olumlu ojeni toplumun üstün kesimlerini daha çok çocuk sahibi olmaya zorlarken, olumsuz öjeni ‘aşağı’ tabakadaki insanların evlenmesini önlemek ya da onları kısırlaştırmak gibi bir amaç güdüyordu. Aşağı tabakayı ise özürlüler, akıl hastaları veya çingeneler, siyahlar, Yahudiler gibi belirli ırklar oluşturuyordu. Öjeni fikri asıl yurdunu Almanya’da buldu ve 20. yüzyıl başlarında adına bilimsel enstitüler kuruldu, ojenik fikirler ders kitaplarında yer aldı ve nihayet ‘doğuştan hasta nesilleri önleme yasası’ çıkarıldı. Bu yasa ‘doğuştan akıl hastalan ve saralılar, şizofrenler, manik-depresif psikozlular ve ağır alkolikler’i kısırlaştırmayı hedefliyordu. Öjenist idealler Na­zi Almanya’sında ‘ari ırk’ projesiyle birlikte zirveye ulaştı ve ‘aşa­ğı tabaka’nın soykırımıyla nihayet buldu.
20. yüzyılın son çeyre­ğinde genetik bilimindeki sıçramayla birlikte ‘sağlık adına’ yeni öjenik eğilimler de ortaya çıkmakta gecikmedi.Genetik tara­mayla bazı hastalıkların anne karnında tesbit edilebilmesi, bu hastalığı taşıyan çocukların alınması yolunda bir tıbbi müdaheleye yol açtı. Hatta nesillerin bu hastalıklardan kurtulması için, hastalığın genlerini taşıyan ancak hasta olmayan bebeklerin de alınması gerektiğini söyleyen çevreler oldu.
Öjenik eğilimler bir yana, sakat çocukların doğumuna izin verilmemesi önemli bir ahlaki soruyu çıkarıyor karşımıza: herkesin, her ceninin eşit bir biçimde doğmaya hakkı yok mudur?
Daha zayıf insanları hayat hakkından mahrum bırakarak ortalama insan ömrünü uzatmak mı istiyoruz?
Yalnız ‘mükemmel’ bebeklerin yaşamasına mı izin verilecektir?
Ve en önemlisi acaba ıslah projeleri peşinde koşan­lar yanlış genleri mi izliyorlar?
Vietnam savaşını çıkaranlar her­halde Down sendromlu kişiler değildi. Yeryüzü kaynaklarını tü­keten ve onu kirleten kişiler de herhalde zekâ özürlü insanların bulunduğu bir kurumdan çıkmamışlardı. Dünya genetik kusur­lardan değil ahlaki ve manevi kusurlardan muzdariptir.
Biyomedikal teknolojilerin ye belki de tabiatı ele geçirip ona ta­hakküm etme yolundaki projenin örtük amacı, bir anlamda yer­yüzüne düşüşü tersine çevirmektir, başka bir deyişle cennete ge­ri dönmektir. Ancak geri dönülen cennette harika bahçeler as­faltların altında kaybolmuş olacaktır ve dahası, yeni ‘‘cennet’in sakinlerinin bir öncesi, bir anne babası olmayacaktır, tıpkı Hz. Âdem gibi masumdurlar ancak aynı zamanda ‘Cennet’in işleme­sini sağlayan teknolojik büyücülerdir onlar. Diğer teknolojiler insanın kullandığı alet edevatı değiştirirlerken biyomedikal tek­noloji kullanıcının kendisini, insanı değiştirmek arzusundadır.
Otomobil, televizyon, çamaşır makinası insanların yaşadığı ko­şulları değiştirmişlerdir ancak insanın biyolojik varlığı aynı kal­mıştır. İnsanlar bu teknolojileri kabul veya red edebilir, onların arasında bir seçim yapabilirler. Biyomedikal teknoloji ise seçim yapma yeteneğinin kendisini değiştirme imkânı sunmaktadır. Bu teknolojiler insana kendini yeniden yaratma yanılsamasını vermektedirler.
Babil’in meşhur kulesi gibi, genetik mühendisli­ği de cennete tırmanmak, Tanrı’yla boy ölçüşmek sevdasındadır.
Bilim ve teknolojinin nasıl kullanılacağına dair sorular yalnızca teknik sorular değildir, onlar belki daha çok, ahlaki ve politik sorulardır. Biyomedikal teknolojinin kullanılıp kullanılmaması­na dair şahsi veya ortak kararlar kaçınılmaz olarak iyi ve kötü yargılarımızdan, bilinen anlamıyla ‘değerlerimizden beslenir. Biyomedikal bilim bize iyinin ve kötünün standartlarını sağlaya­maz, onun yaptığı önü açılmış bir yolda ilerlemekten ibarettir. Yolun açık olması giiç ve iktidar arzusuyla yakından alakalıdır, nitekim insanın gen haritaları üzerinde at koşturan güçler bizi her ne kadar ‘insanlık adına’ çalıştıklarına ikna etseler de, yolun sonunda, harcadıkları milyon dolarların iktidar ve para olarak onlara geri döneceğini hesaplamaktadırlar. Öte yanda az bulu­nur kaynakların nasıl dağıtılacağı sorusu vardır.
Eğer talep arzı aşarsa hangi insanlar bir-böbrek nakli veya suni kalpten yararla­nacaktır?
Gen tedavisinin sunduğu imkanları kimler kullanabi­lecektir?
‘Erken Gelen Oturur’ ilkesini mi benimseyeceğiz yoksa kimi insanları bu hizmetlerden yararlanma konusunda daha de­ğerli mi sayacağız?
Bu sorulara verilecek ahlaki cevaplarımız yoksa, elimizdeki teknolojiler zenginler ve fakirler arasında za­ten var olan uçurumu büyütmekten başka işe yaramaz ve ‘bazı insanların diğerlerinden daha eşit olduğu’ yolundaki totaliter soya kapı aralanmış olur. Biyoloji ve tıp teknolojisiyle ilgili çalış­malara ayrılan kaynaklar eğer yoksulluğu, sefaleti, kirlenmeyi, ayrımcılığı ve kötü eğitimi ortadan kaldırmak için harcanan kaynaklardan fazlaysa ciddi bir politik ahlaksızlıktan söz edebili­riz. Toplumsal dertler acil çözüm beklerken nadir görülen gene­tik hastalıklar için para ve beyin gücünü seferber etmek en ki­bar deyimle haksızlıktır. Öncelikler ihtiyaçlara göre belirlenme­lidir. Aslında az önceki soruyu yani ‘biyoteknolojinin sağlayaca­ğı imkânları adil biçimde nasıl dağıtabiliriz’ sorusunu başka bir soruya tercüme etmek cevaba ulaşmamızı kolaylaştırabilir:
Bu imkanları nasıl dağıtacağımıza kim karar verecektir?
Soruyu bi­raz daha ileriye taşıyalım: klonlama tekniğinin insanlara uygula­nabildiğini varsayarsak hangi bireyi çoğaltılmaya değer üstün in­san olarak sayacağımıza kim karar verecektir?
İnsanların üreme­sine ve bu üremenin hangi yöntemle olması gerektiğine karar verme yetkesi kimin elinde olacaktır?
Bu sorular bilimin hiç de öyle masum bir zeminde işlemediğini, aksine bilimin işleyişine dair pek çok sorunun ancak politik alanın içinden verilebilecek cevaplarla anlam kazanacağını gösteriyor sanırız.
Bebeklerin laboratuvarlarda yapılması ebeveynliğin bir tenzil-i rütbeye uğratılması demektir. Programlı üremenin gayrı insani sonuçları sadece yeni bir hayat ortaya koymakla sınırlı tutula­maz. İlkahın ve dolayısıyla hayatın laboratuvarlara kayması ev­lilik ve ailenin dayandığı meşru temelleri sarsmaktadır. Cinsel­lik için artık evliliğe ihtiyaç duyulmaz, çocuk büyütme giderek devlete, okullara, kreşlere bırakılan bir etkinlik olur, insanlığın kadim bir sığmağı olan aile çözülmeye terkedilir. Oysa aile in­sanların giderek yalnızlığa itildiği bir dünyada, kişilerin şöyle ve- ya böyle oldukları, şunu veya bunu yaptıkları için değil yalnızca kendileri oldukları için sevildikleri neredeyse yegâne kurum ola­rak karşımıza çıkmaktadır. Aile aynı zamanda bize geçmişe iliş­kin bir devamlılık ve geleceğe ilişkin bir taahhüt duygusu veren yerdir. Ailenin çözülmesi işte bu yüzden bizi geçmişten ve gele­cekten koparır, yaşamakta olduğumuz anda bizi ıssız ve yalnız bı­rakır. İnsanı moleküllerin bir toplamı veya evrim sürecinde bir kaza olarak değerlendiren yaklaşımlar evin mahremiyetini laboratuvarların aleniyetiyle kolayca değişebilmektedirler. Ana rah­minin karanlığı ile laboratuvarların parlak ışıkları yer değiştirir­ken, insanın cinsel edimi çoğalma ve ailenin sürdürülmesi anla­mından sıyırılır ve genetikçi-doktor tanrılığa soyunur. Bu insa­na bakışımızda köklü bir değişikliği beraberinde getirmektedir, artık insan üzerine kadim uygarlıklardan bugüne süzülerek gelen bilgiler işe yaramaz. Artık kökleriyle birlikte anılan, ebeveyn ve akrabalarıyla bağı olan bir insan değildir sözkonusu olan ; Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünya adlı romanında anlattığı Bokanovskileştirilmiş bireyler yahut yumurtalardır.
[Bunun nedeni ise otomobillerin montaj hattında kitlesel olarak üretilmesi gibi Cesur Yeni Dünya romanında da bireyler, Londra Merkez Kuluçka ve Şartlandırma Merkezi’nde, Bokanovski Yöntemi ile in vitro (vücut dışı) döllenme sistemiyle kuluçkalama makinelerinde klonlanmaktadırlar. Bu noktada Huxley iki unsuru ortaya koymaktadır: O’na göre bilimsel-endüstriyel toplum en insani olmayan eğilimleri içinde barındıran temel ideoloji ve pratiktir. Günümüze kadar bu temelde en fazla yol kat etmiş olan ülkenin ise, Fordizm en sistematik uyarlayıcısıolarak Amerika olduğunu açıkça belirtmektedir.]
Huxley’in Cesur Yeni Dünya adlı romanında tekdüzelik ve istik­rara adanmış bir toplumla karşılaşırız. Bu toplumu oluşturan bi­reyler anında memnun edilerek idare edilirler, insan şeklindedirler ancak insanlıkları körelmiştir. Tüketir, evlililik dışı ilişki­de bulunur, makineleri idare eder ve ‘soma’ alırlar. Okumazlar, yazmazlar, düşünmezler, sevmezler, hür iradeleri yoktur. Üret­kenlik ve merak, akıl ve tutku ancak köreltilmiş olarak içlerin­de vardır. Bildiğimiz anlamıyla insan değillerdir ancak bundan yakınmazlar da. Aslında onlar mutlu kölelerdirler ve köle olduk­larını görmezler, görseler de umursayacak değillerdir.
İnsanlar toplumun ihtiyaçlarına göre beyin veya kol gücü olarak kuluç­kalıklarda üretilirler.
Huxley insanlık durumunu iyileştirmeye çalışan müşfik bir yaklaşımın berisinde gizlediği despotizme dik­katimizi çekmektedir. Biyomedikal teknolojinin ‘insanlık adı­na’, ‘sağlık adına’ giriştiği hamiyetperverlik bir kez de Huxley’in olağanüstü sezgilerini dikkate alarak okunabilir. Teknoloji bi­limsel araştırmanın temel meşruiyetini aldığı yer olarak karşımı­za çıkmaktadır, amaç tek başına bilgi değil iktidardır. Üstelik ik­tidar yegâne amaç da değildir, o aynı zamanda bilginin geçerlenmesidir. Ancak yapabildiğimiz şeyleri biliriz demektir bu. Ay­dınlanma bilimi laboratuvarlarda insan üretme konusunda hay­li mesafe aldı ancak hayatın veya insanın ne olduğu sorusuna verebileceği cevapları yitirdi. İnsan tabiatına ilişkin sınırların si­linmesi biyolojinin krallığını getirdi beraberinde, dahası bu kral­lığın elindeki yetkeyi nasıl kullanacağına dair bir ölçü yok.
Her şey müdahaleye açıktır, hiçbir şey tabii değildir, ilke olarak hiç­bir şey daha iyi ve daha kötü sayılamaz.
işte yeni biyolojinin de­rin tehlikesi burada yatmaktadır: sahip olduğu sınırsız güçte. Ne onu kullanırken başvurabileceğimiz ölçüler vardır ne de gücüne bir sınır çekilebilmektedir. Biyomedikal teknolojiler topluma tıbbın şefkatli kollarında girdiği için, bu tehlike gözden kaçırıl­maktadır. Cesur Yeni Dünya’da olduğu gibi.
Kaynak:
KEMAL SAYAR, OLMAK CESARETİ, Denemeler, Değiniler, İz- 1997-İstanbul
*******************************************************************************************
Kitap: Cesur Yeni Dünya
Yazar: Aldous Huxley
‘ Mideni bozan birşey mi yedin? dedi Bernard.
Vahşi başıyla doğruladı. “ Uygarlık yedim. “

Aldous Huxley
(1894 – 1963)
* 26 Temmuz 1984 de Surrey – İngiltere’de doğdu.
* Ailesinin gelir seviyesi orta üst sınıftır.
* Annesi Julia Arnold okul müdürüdür.
* Babası Leonard Huxley yazar ve öğretmendir.
* Ailesi İngiltere’nin bilim ve edebiyat camiasında tanınır.
* Dedesi Thomas Henry ünlü bir zoologdur. Darwin’in fikirlerinin koyu savunucusu olduğu için lakabı “Darwin’s Bulldog” dur.
* Anne tarafından akrabası Matthew Arnold, tanınmış bir şair ve eleştirel deneme yazarıdır.
[-- Matthew Arnold Fransa’da Grande Chartreuse manastırında kalırken yazdığı en ünlü şiirinden bir mısra:
Stanzas (Şiir kıtaları) from the Grande Chartreuse
Wandering (gezinmek) between two worlds, one dead
The other powerless (güçsüz) to be born,
With nowhere yet to rest (dinlendirme) my head
Like these, on earth I wait forlorn (umutsuzca).

-- Manastırdaki sakin, sükunetli ve dindar hayat ile dış dünyadaki acımasız makineleşme çağın tezatlığı. Manastırdaki sakinlik onun için ölen bir dünyayı temsil eder.]
* Huxley, ilk eğitimini evde alır. Annesi öldükten sonra Eton’a (1903-1913) gider.
* 16 yaşında lepröz keratit hastalığı geçirir ve bir kaç yıl neredeyse kör kalır. Tedavi ve özel gözlük ile bir gözü olabildiğince iyileşir.
* Eğitimine Balliol College, Oxford’da devam eder ve 1916 yılında İngilizce bölümünden mezun olur.
* Gözlerinden dolayı aile geleneği olan bilim adamı olamaz. Her ne kadar 1. Dünya Savaşına katılmak istediyse de reddedilir ve kendini yazmaya verir.
* Hayatı boyunca İngilizce kullanımı alanında master yapar ve en ileri bilimsel buluşlardan haberdar olur.
* Bilimsel anlayışı yüzelsel olsa da zaman içinde bilimi, romanlarında başarı ile işler.
* İngiliz üst tabakasını hicveden yazıları ile kendine isim yapar.
* Romanlarını yazmaya başlamadan önce 4 ciltlik şiir kitabı çıkarır. (1916–1920)
In Uncertainty To A Lady
I am not one of those who sip (içmek),
Like a quotidian (günlük) bock (alman birası),
Cheap (ucuz) idylls (kırsal yaşamı tasvir eden şiir) from a languid (isteksiz) lip (ağızdan)
Prepared (hazır) to yawn (esnemek) or mock (alay etmek).
I wait the indubitable (kesin) word,
The great Unconscious (şuursuz) Cue (fikir).
Has it been spoken (söylendi de) and unheard (duyulmadı mı)?
Spoken, perhaps, by you … ?
* 1919 da ilk karısı Belçikalı mülteci Maria Nys ile evlenir ve bir oğulları olur (Matthew Huxley).
* 1920 de yakın arkadaşı D.H. Lawrence ile İtalya ve Fransa’ya yolculuk yapar.
[D.H. Lawrence roman yazarı, şair, eleştirmen , öykücü ve ressam. Gençlik yıllarının çoğu fakir geçmiştir. D. H. Lawrence en önemli şiirinden:
How Beastly (Hayvanca) The Bourgeois (Burjuva) Is
How beastly the bourgeois is
Especially (özelliklede) the male of the species (türü) –
Nicely groomed (bakımlı), like a mushroom
Standing there so sleek (düzgün) and erect (dimdik) and eyeable –
And like a fungus (mantar), living on the remains of a bygone (geçmiş) life
Sucking his life out of the dead leaves of greater life
Than his own.]
* Huxley’in ilk romanı 1921 basılır ve arka arkaya romanları yayımlanır:
1921 – Crome Yellow
1923 – Antic Hay
1925 – Those Barren Leaves
1928 – Point Counter Point
* Bu romanlar savaş sonrası geçiş dönemindeki İngiltere toplumunu anlatır. Huxley, 1. Dünya Savaşı sonrası dünyası ters yüz olan İngiliz üst tabakasının düş kırıklığı ve çöküşünü hiciv eder.
* 1930′da Fransa’da uzun ömürlü çalışması Cesur Yeni Dünya ortaya çıkar ve 1932 de kitabı basılır.
* 1930′larda Pasifizmi savunur. Savaşları yalnızca bankacıların ve sanayicilerin kazandığına inanır. Savaşın kökünün rekabet ve zafer olduğuna ve barışın ancak bu iki değeri reddederek gerçekleşeceğine inanır.
* Huxley yakın arkadaşı Gerald Heard’in düşüncelerinden epey etkileniyordu. Heard bireylerin dünya barışı için meditasyon yapmaları ve ilk önce kendi içlerindeki mücadeleyi çözmeleri gerektiğini savunuyordu.
[Gerald Heard bir tarihçi, bilim adamı, eğitmen ve filozoftur. Birçok tanınmış Amerikalı için kılavuzluk ve danışmanlık yapar. 1950 ve 1960'larda Alcoholics Anonymous'un (A.A.) kurucusudur.]
* Etrafındaki gelişmeler (Hitlerin güçlenmesi, İspanyadaki İç Savaş) pasifist ve nötr davranması hemşerilerini kızdırır.
* 1937 de Avrupa savaşa hazırlanırken Huxley, ailesi ve arkadaşı Gerald Heard ile konferans vermek için Kaliforniya, USA’ya gider.
* Huxley, Neden USA’ya Gider?
Çünkü Huxley bir Pasifist (Barışsever) olarak Avrupa’daki silahlanma onu rahatsız eder ve savaş ihtimalinden kendini uzaklaştırmak ister.
* USA’de şansını senaryo yazarak kazanmak ister ve MGM stüdyosu Huxley soyadının değerini bildikleri için hemen işe alır.
* 1940 tarihli Pride & Prejudice romanının filme uyarlanmasını yapar. Huxley “Jane Austen için insan yapabildiğinin en iyisini yapmalıdır’’ der.
* 1944′te Jane Eyre filminin senaristliğini yapar. Başrolde Huxley’in hayranı olan Orson Welles oynar. Gotik hikâye Huxley’in elinde Protestan İngiltere’sine soğuk ve sert bir bakış açısıyla bakar.
* 1950 başlarında LSD ve Mescaline, Hipnotizma ve Mistisizm’e merak salar.
* Huxley 1954 ‘te “The Doors of Perception” kitabı ile Mescaline kullanırken deneyimlerini anlatan bir araştırma yayınlar. Kaliforniya’lı hippilerin gurusu haline gelir.
* Jim Morrison bu kitaptan çok etkilenir ve grubunun ismini
“THE DOORS” koyar.
[“The Doors of Perception” kitabı William Blake'in şiiri “The Marriage of Heaven and Hell” den gelir.
If the doors of perception (algılama) were cleansed every thing would appear to man as it is, infinite (sınırsız).
For man has closed himself up, till he sees all things thro’ narrow chinks(yarık) of his cavern (mağara).—
İnsanın aklının sınırlarla çevrili olduğu ve sınırların veya kapıları kırarak aslında aklın her şeyi veya herhangi bir şeyi aynı zamanda algılayabileceği. Algıdaki sınırları kaldırarak gerçeği görmek.]
* 1955 yılında karısı Maria ölür. 1956 yılında İtalyan asıllı kemanist ve terapist ikinci karısı Laura ile evlenir.
* 1961 yılında evi ve birçok eseri de yanar. 1962 yılında son kitabı Island basılır ve 22 Kasım 1962 yılında kanserden ölür.
CESUR YENİ DÜNYA
Modern Library’nin yazı işleri kurulu (Modern Library: Random House’a bağlı bir yayınevidir ve Random House: Dünyanın en büyük İngilizce dili kitap yayınevidir.) tarafından 20y.y. en iyi 100 İngilizce Romanları arasında 5 inci sırada yerini almıştır.
1. Ulysses – James Joyce
2. The Great Gatsby – F. Scott Fitzgerald
3. A Potrait of the Artist as a Young Man – James Joyce
4. Lolita – Vladimir Nabokov
5. Brave New World – Aldous Huxley
6. The Sound on the Fury – William Faulkner
7. Catch 22 – Joseph Heller
8. Darkness at Noon – Arthur Koestler
9. Sons and Lovers – D.H. Lawrence
10. The Grapes of Wrath – John Steinbeck
Kitabın Tarzı: DYSTOPIA
ÜTOPYA – Hayali bir ortamda insanlar için ideal bir yer yaratmak. Nefret, acı ve dünyadaki tüm kötülüklerin ortandan kaldırılması.
ÜTOPYA NEREDEN GELİYOR?
* Bu kelime ilk defa 1516 da Sir Thomas More’un romanı “Vtopiae Insvlae Figvra – Ütopya Adında Yeni Bir Ada” da kullanılmıştır. Köken olarak Yunanca, anlamı ise “İyi Yer” veya “Hiçbir Yer” dir.
* More’un amacı ideal toplumu veya yeri yazmaktan ziyade yarattığı hayal ürünü adanın olağandışı politik düşüncelerini dönemin düzensiz Avrupa politikalarını eleştirmek için sosyal bir zemin oluşturmuştur.
* Bu tarz toplumları anlatan yazılar Plato’nun “Republic” adlı eserine kadar uzanır.
[Republic; Socrates, çeşitli Yunanlı ve yabancıların Şehir-Devlet üzerine diyaloglardır. Örneğin: Adaletin anlamını konuşmak. Haklı birey daha mı mutludur haksız bireyden? Toplum filozof krallar tarafından yönetilse nasıl olur?]
DYSTOPIA – Bazen tanımlanan toplumlar en iyi toplumu tanımlar ama bazen ütopyalar mevcut toplumu hicvetmek için yaratılır.
Kitabın İsmi : Cesur Yeni Dünya ( Brave New World)

NİÇİN?
The Tempest (Fırtına)
O wonder (şaşırmak)!..
How many goodly (güzel) creatures (mahluk) are there here!
How beauteous (güzel) mankind (insanoğlu) is!
O brave new world !..
That has such people in’t!..
(Miranda’nın konuşması Act V, Scene I – William Shakespeare)
(Cesur Yeni Dünya – sf. 187 – 188)
* Miranda’nın 3 yaşından beri dış dünya ile bir teması olmadığından karşısında birden fazla erkek gördüğünde bu sözleri söyler.
* Vahşi John, Lenina’yı ilk gördüğünde birebir bu dizeleri söyler.
* “THE TEMPEST (Fırtına)” William Shakespeare:
Shakespeare (1564 – 1616), Elizabethan Döneminde yaşadı. Bu dönemde İngiltere sınırlarının dışına çıkmış ve başka kültürleri kolonize etmeye başlamıştı.
İngiltere’nin gücü farklı boyutları yükselmişti. Shakespeare bu oyununda Emperyalist İngiltere’nin bu yeni gücünü sorgular.
The Tempest, Shakespeare’in Amerikan oyunu olarakda kabul edilir. Neden? Çünkü İngiltere’nin başka ülkeleri kolonize etme hakkını sorgular aynen Amerika’ya giden kolonilerin, 200 yıl sonra Amerika’yı kolonize ettikleri gibi.
Shakespeare hayatı boyunca Kraliçeyi hoşnut etmek için oyunlar yazmıştır ancak bu son oyununda Kraliçenin ve ülkesinin değer yargılarını sorgular.
Milan Dükü Büyücü Prospero’nun hakları zorla kardeşi Antonio ve Napoli Krali Alonso tarafından gasp edilir. Prospero ve 3 yaşındaki kızı Miranda ile birlikte küçük bir kayığa bindirilip insanlıktan uzak 12 yıl bir adada yaşarlar.
Adaya geldiklerinde Prospero, Cezayirli bir büyücü olan Sycorax tarafından ağaca hapis olmuş Peri Ariel’i kurtarır. Oyun boyunca Prospero Ariel’e göstermiş olduğu iyiliği ona karşı şantaj olarak kullanır.
Prospero gelmeden Sycorax ölmüştür ve Prospero Sycorax’ın oğlu Caliban (sakat canavar) sahiplenir ve büyütür. Caliban Prospero’ya adada nasıl hayatta kalınacağını, Prospero & Miranda’da Calibana dini ve kendi dillerini öğretir. Caliban, Miranda’ya tecavüze kalkışır ve bu olaydan sonra Prospero’nun kölesi olur. Kötü koşullarda çalıştırılır.
Oyun bir adada geçer. Bu ada ve adada yaşayan yerel halk (Ariel ve Caliban) Prospero’nun kontrolü altındadır.
Prospero Peri Ariel aracılığıyla kardeşi Antonio gemisinin adanın yakınından geçeceğini öğrenir. Geminin içinde Napoli krali Alonso, Alonso’nun erkek kardesi Sebastian ve oğlu Ferdinand vardır. Prospero büyü yaparak Fırtına çıkarır ve gemileri karaya oturur.
Bundan sonra 3 olay olur:
1) Caliban mürettebattan bir kaç kişi ile Prospero’ya karşı ayaklanır ama ayaklanma bastırılır.
2) Miranda ve Ferdinand birbirlerine âşık olur.
3) Antonio ve Sebastian işbirliği yaparak Napoli kralı Alanso’ya suikast düzenler ama planlarını Ariel engeller.
Sonuç:
Prospero, Alanso’yu bağışlar.
Prospero, Antonio ve Sebastian’ı uyarır
Prospero, Ariel ve Caliben özgür bırakır.
Miranda ve Ferdinand evlenir.
Prospero büyü gücünü bırakacağını ilan eder.
Hepsi beraber ülkelerine geri dönerler.
Tüm seyircileri alkışlamaya davet eder Ada’dan azat edilmesi için!..
Kimlerden & Hangi Kitaplardan Etkilendi ?
H. G. Wells

Liberal gazetesinde çalışan depresif gazeteci Mr. Barnstaple ve birkaç arkadaşı yanlışlıkla paralel dünya Ütopya gönderilir.
Ütopya gelişmiş bir dünyadır. Sosyalist dünya devleti, ilerlemiş bilim, hastalıklar elimine edilmiş… Mr. Barnstaple ve arkadaşlarının kafası karışır.
Mr. Barnstaple sorar: “Sizin Hükümetiniz Nerede?”
Cevap : “Bizim Hükümetimiz Egitimimizde!..”
Mr. Barnstaple sorar: “Neden bahçıvan çalıştırmıyorsun da kendin çalısıyorsun?”
Cevap: “Çünkü yıllar önce işçi sınıfı yok oldu. Eğer gülü seviyorsan ona hizmet edebilmelisin.”
Mr. Barnstaple’in zaman içinde fikirleri değişir, bu yeni dünyayı takdir eder.
Ancak bir süre sonra Ütopyalılar hastalanmaya başlar ve bağışıklık sistemleri zayıflar. Sebep olarak dünyalılar gösterilir ve çözüm Dünyalıların kendi Dünyasına göndererek sağlanır.
The Sleeper Awakes

* Graham 230 yıl uyur ve uyanışında tamamen değişmiş bir Londra’ya gözlerini açar.
* Bu arada dünyanın en zengin adamı olur. Neden? Uyurken adına beyaz konsey bankadaki parasını bileşik faizde çalıştırır. Banka parasını dünya politika ve ekonomisini yönlendirmek için kullanır.
* Uyanınca kültür şoku yaşar. Beyaz Konsey durumdan rahatsız olur çünkü Graham sorular sormaya başlamıştır. Graham göz- altında tutulur ve sonunda aslında Beyaz Konsey’in Graham adına dünya’yı yönettiğini öğrenir.
* Ostrog gibi konseye karşı ajanlarla tanışır ve onlarla birlikte Beyaz Konsey’e karşı ayaklanır. Beyaz Konsey yönetimden el çeker. Şimdide Graham adına Ostrog yönetmeye başlar. Graham’da bu arada yeni dünyayı keşfetmeye başlar.
* Ancak Ostrog da Beyaz konseyden farklı değildir. Hiçbirsey değişmemiştir. Sonuçta Graham işleri eline alır ve şimdide halk kendilerinden olan Ostrog karşı ayaklanır
WE/ BİZ

George Orwell’e göre, Cesur Yeni Dünya, Yevgeni Zamyatin’in 1921 yazılan “We/Biz” romanından türetilmiştir. Huxley 1962 mektubunda Cesur Yeni Dünya’yı yazdığı yıllarda “We” romanı hakkında hiçbir bilgisi olmadığını yazar.
26y.y. da baş kahramanımız D-503’ın tuttuğu detaylı günlüğü: matematikçi olarak çalışmaları, INTEGRAL uzay gemisinin inşa çalışmaları, Mephi (Mephistopheles – cehennemin 7 prenslerinden biri) direnişçileri ile yaşadıkları…
D-503’ün yaşadığı ortam: bir devletin var olduğu tamamen camdan inşa edilmiş ve sürekli gizli polis tarafından denetlenen kentsel bir halk.
İnsanların hayatı Maximum Üretgenlik ve Verimlilik üzerine kurulmuştur.
İnsanlar aynı elbise giyer. İsim yerine erkelere tek sayı ve sessiz harf, kadınlara ise çift sayı ve sesli harf verilir.
Hükümetin yaptırdığı kan testleri insanların seks hormon düzeylerini tespit eder ve bu sonuca göre hükümet bir sayının herhangi bir sayı ile hangi sıklıkta seks yapacağına karar verir.
Herhangi bir birey pink kupon sistemi ile istediği bir numara ile seks talep edebilir.
Adam olmaz ve suçlular, özel bir ışına tutularak su haline getirilirler yani idam edilirler. Yemekleri petrol bazlı bir içecektir.
D-503 zamanın çoğunu kız arkadaşı O-90 ve Hükümet şairi R-13 ile geçirir. Rejimin koyu bir destekçisidir ve tek devletin keşfettiği mutluluğu yaymak için vasiyet niyetinde bir günlük tutmaya başlar. VE bu mutluluğu uzaylı medeniyetlere INTEGRAL ile ihraç etmeyi planlar.
Başın acımasız bir diktatör olduğunu kabul eder ama başın dürüst ve ehil olduğunu ve bu acımasızlığın daha iyi için kullanıldığını düşünür.
Gizemli ve cinsel açıdan çekici I-330 ile tanışır ve kayıtsızlıktan kurtulur. I-330 Mephi adında bir direniş grubundadır. D-503’ın I-330 tutku ile bağlanması hayatını zehir eder. I-330’a olan yıkıcı tutkusu, tek devlete olan sadakatini yener.
Sonunda D-503 yakalanır ve X-ray ile hayal gücü alınır öyle ki I-330’un idamını sakin bir şekilde izler. Bu sırada direnişçiler güç toplar, sosyal isyanlar başlar…
Hikâye güvensizlikle biter çünkü roman tekrarlanan bir tuzaktır oda aslında hiçbir devrim olmamasıdır.
1) Billingham, İngiltere’de yeni açılan ve ileri seviyede teknolojik açıdan gelişmiş Brunner & Mond tesislerini gezer. Bu tesis Imperial Chemical Industries bağlıdır. Dünyanın en büyük kimyasal üreticisidir. Şu anda AkzoNobel’e bağlıdır. Tesisin işleyiş yönteminden etkilenir.
ÖNEMLI NOT: Kitabın başında karakterlerden önce Londra Merkez Kuluçka ve Şartlandırma Merkezi’nin detaylı işleyişi hakkında bilgi verilir.
2) Roman her nekadar gelecekte geçse de 20y.y. yani güncel öğeler içerir.
– Seri Üretim, gelişmiş ülkelerde araba, radyo ve telefon gibi endüstriyel ürünleri ucuz ve erişilebilinir hale getirmiştir.
– 1917 Rus Devrimi
– 1914 – 1918 I. Dünya Savaşı
ÖNEMLI NOT: Kitaptaki karakter isimleri dönemin önemli şahıslarıdır. Bu karakterleri kullanmasının sebebi; çoğunluğun fikirlerini ifade etmek yani hızlı gelişen dünyada bireyselliğin kayboluşudur…
Benito Hoover: Benito Mussolini ( İtalyan diktatör) & Herbert Hoover (USA Başkanı)
Herbert Bakunin: Herbert Spencer ( İngliliz filozof ve Sosyal Darwinci) & Mikahil Bakunin ( Rus filozof ve anarşist )
Darwin Bonaparte: Napoleon Bonaparte (Fransız imparatorluğunun lideri) & Charles Darwin (Türlerin Kökeni yazarı)
Polly Trotsy: Leon Trotsky (Rus devrim lideri)
Prime Mellon: Miguel Primo de Rivera (1923-1930 İspanya Başbakan ve diktatörü) & Andrew Mellon (Amerikan Bankacı)
Sarojini Engels: Friedrich Engels (Karl Marx’la birlikte Komünist Manifesto yazarı) & Sarojini Naidu (Özgürlük savaşçısı Hintli politikacı)
Morgana Rothschild: J P Morgan (Çok zengin bir işadamı ve bankacı) & Rothchild Ailesi (Avrupa’da banka operasyonları ile meşhur).
Fifi Bradlaugh: Charles Bradlaugh (İngiliz politik eylemci ve ateist).
Joanna Diesel: Rudolf Diesel (Disel motoru icat eden Alman bilimci)
Clara Deterding: Henri Deterding (Hollanda Kraliyet Petrol Şirketinin kurucularından)
Tom Kawaguchi: Ekai Kawaguchi (Japon budist rahip ve ilk Tibet & Nepal giden Japon)
Jean-Jacques Habibullah: Jean-Jacques Rousseau (Fransız politik filozof) & Habibullah Khan (Afganistan’ın Emiri, ülkesini modernizasyona, Batı tıbbına ulaştırmış ve ülkesinde ilerici değişimler yapmıştır)
Miss Keate: John Keate (19y.y. okul müdürü, okulda disiplini çok sert önlemlerle sağladı. Örneğin: kamçı veya sopa ile öğrencilerin dövülmesi. Halkın önünde bir günde 80 öğrenciyi kamçılamasıyla bilinir.
Arch-Community Songster (Catenbury Büyük Cemaat İlahievi Baş Şarkıcısı) : Archbishop of Cantenbury (1930 kilisenin limitli olarak doğum kontrol yöntemlerinin kullanılmasın onay vermiştir)
3) Amerika’ya seyahatlerinde gördükleriyle dehşete düşmüştür:
– gençlik
– ticari reklamlar
– rastgele cinsel ilişki
Döneminde Avrupalılar, Amerikanlaşmaktan korkuyordu. Kendisinin Amerika’yı görmesi, fikirlerini okuması ve deneyimleri kitabı için önemli bir zemin hazırladı.
a.) Konuşan Sinemalar ( Talkie Motion Pictures): Cesur Yeni Dünya’da bu Duygusal Film ve kokulu Org dönüşüyor (feelies).
b.) Hormonly Sakız (Sex-Hormone Chewing Gum) : Sakız Amerika’nın sembolü idi.
c.) Henry Ford: Gemi ile Amerika’ya giderken Henry Ford’u anlatan bir kitap keşfeder.
Kitabın Zaman Çizgisi:

F.S. (A.F.) 632: Ford Sonrası (After Ford) 632 yıl.
Ford, Motor Company kurucusu ve seri üretimde kullanılan montaj hattının babası olarak kabuledilir.
Üretken bir mucittir. Amerika’da 161 tane patenti vardır.
Piyasalara 1908 yılında Model T arabasını çıkararak ulaşım ve Amerikan Sanayisi’nde devrim yapmıştır. Başta fiyatı $825 olan Model T 4 yıl sonra $575 kadar düşürülmüştür
FORDİSM diye bir kavram vardır. O da montaj hattını kullanarak seri üretim yöntemi ile yüksek miktarlarda ucuz araba üretmektir.
Çalışanlarına yüksek ücret öderdi. Muhasebecilere inanmazdı ve
şirket kendi yönetimi altında iken bir defa audit yapılmamıştır. Maliyeti düşürme çabaları teknik ve ticari yeniliklere yol açmıştır. En önemlisi Kuzey Amerika’da her eyalete Franchise sistemi yani bayilik sisteminin kurulması gibi.
SONUÇ: Orta sınıf çalışan bir Amerika’lı için kullanımı basit, güvenilir ve bütçesine uygun bir araba. Model T ve Seri Üretim Amerika’da çok büyük bir devrim yaptı ve şu anda yaşadığımız dünyayı da biçimlendirdi.
Gregoryen – Miladi Takvim: Papa XIII Gregory tarafından yaptırılmıştır. Miladı tarih başlangıcı ve Dünya’nın Güneş etrafındaki dönüş süreci olan 365 gün 6 saatlik zamanı 1 yıl olarak kabul eder. Milad İsa’nın doğduğu gün olarak kabul edilir yani sıfır noktası. Bu tarihten önceki tarihlere Milattan Önce (M.Ö) ve bu tarihten sonraki tarihlere Milattan Sonra (M.S.) olarak tanımlanır.
BİLGİ: A.D. (Anno Domini( In the year of (the/Our) Lord)– M.S.) ve B.C. (Before Christ – M.Ö)
Kitap Hangi Tarihte geçiyor? F.S. 632 , Ford’un Model T’yi piyasaya sürdükten 632 sonra .
Kısaca: 1908 + 632 = M.S. (A.D.) 2540
Kurgusal gelecekte, özgür irade ve bireysellik feda edilir.
NİÇİN?
Sosyal Denge İçin
Huxley bu kitapta, hiciv hüneri ile bilim büyülenmesini birleştirerek bir anti ütopya (dystopian) yaratır. İçinde yaşayan toplum totaliter bir hükümet tarafından teknoloji ve bilim ile üretilir & yönetilir.
Toplumdaki bireyler Fordist seri hattı gibi üretilir ve sınıflara ayrılır.
BİLİM, TEKNOLOJİ & POLİTİKA
Bu 3 halka bireyselliğin azalmasına sebep olur!..
Cesur Yeni Dünya’nın basımından 1 yıl sonra Hitler başa geçer.
6 yıl sonra 2. Dünya Savaşı başlar. Totaliter devletin tehlikesi ve trajik sonuçları yaşanır.
13 yıl sonra Atom Bombası atılır bu da soğuk savaşı tetikler. Modern dünyada silahların yarışı başlar ve bu da TEKNOLOJİNİN altını çizmiştir.
Huxley’in kitabı sanki geleceğin kehaneti gibidir. Cesur Yeni Dünya’da bunları tahmin etmiş ve öyle bir ütopya yaratmıştır ki aslında yaşananlar bir ütopyadan çok bir anti ütopyadır.
Kitabın Temaları:
A) Teknoloji kullanarak bir toplumu kontrol altına almak:
CYD, bir uyarı niteliğindedir. Bir hükümete güçlü bir teknolojinin kontrolünü verilmesinin ne kadar tehlikeli olduğunu göstermeye çalışmıştır.
1. Üremenin teknolojik ve tıbbi yöntemlerle kontrol altına alınması:
* Bokanovski İşlemi
* Hipnopedya
2. Duyusal Filmler (Feelies)
3. Soma
Hükümet her ne kadar bilim ve gelişim konuşsa da aslında daha çok bilim keşfi ve deney demek istemiyor. Yanlıca mevcut kullanılan teknoloji daha nasıl verimli hale getirilir ki bireyler daha KUSURSUZ, MUTLU & YÜZEYSEL olsun!..
Hükümet Bilim’e limit koyuyor.
NEDEN?
ÇÜNKÜ Bilim gerçeği bulmaktır. Bu da hükümetin kontrolüne darbe demektir.
B) Tüketim Toplumu:
Bireyin mutluluğu ihtiyaçlarını tatmin etmesi olarak değerlendirilir. Bir toplumun başarısı ekonomik büyüme olarak kabul görür. Aslında Huxley yaşadığı toplumu da taşlar.
C) Mutluluk & Gerçek Uyuşmazlığı:

* CYD da karakterlerin çoğu durumlarının gerçekliğini görmemek için kaçar. Soma buna bir örnek. Soma gerçeklere bir bulut çekiyor ve mutlu halüsinasyon görüyorlar. SOMA SOSYAL İSTİKRAR İÇİN ÇOK ÖNEMLİ BİR ARAÇTIR.
* John bunu kendi yolu ile denemeye çalışır. O YOL NEDİR? Shakespear’in Dünyası’dır. Örneğin: Lenina’yı ilk olarak Juliet gibi görmek ister ama sonra hüsrana uğrar ve ona “küstah bir fahişe” der.
* Mond, mutluluğa öncelik veriyor ama burada gerçeği feda ediyor. İnsanların mutlulukla daha iyi olacağına inanıyor.
MOND GÖRE:

Mutluluk: Tüm bireylerin anında tatmini. Ne için? Yemek, seks, esrar, güzel elbiseler ve diğer tüketim elemanları…
Gerçeklik/Hakikat: Mond’un John ile konuşmalarından anlaşılan Mond 2 çeşit gerçeği ELİMİNE etmek ister:
1. Bilimsel ve Deneysel gerçeğe hiçbir vatandaşın ulaşamaması. Sürekli kontrol ediyor ve sakıncalı buluşları örtmesi.
2. “İnsani” gerçeklerin yok edilmesi: Aşk, arkadaşlık, kişisel ilişkiler…
BU 2 GERÇEK ÇOK FARLIDIR.

1) Objective Gerçek: Bir gerçeğin veya olayın kesin sonucu.
2) İnsancıl Gerçek: Bu yalnızca keşfedilir tanımlanamaz.
AMA BU 2 GERÇEKTE BİR ŞEY ORTAKTIR:
TUTKU / IHTIRAS
Mond’un gençken yeni keşiflerle kendinden geçmesi
John’un Shakespeare dilinde ve duygu yoğunluğunda kaybolması gibi.
Gerçeği bulmak bireylerde gayret gerektiriyor ve bu da yanında terslikler getiriyor. Gerçeği bulmak bireysel bir istek veya emeldir ve bununla toplum birleşmez!..
Tam Yetki Devletin Tehlikeleri: Devlet kendi gücünü ve istikrarını sağlamak için bireylerin davranış ve faaliyetlerini kontrol ediyor.
George Orwell’ın 1984 ünde devlet gözetimi gizli polis ve işkence ile sağlanıyor.
CYD ise teknolojik müdahale ile doğumdan ölüme kadar.
1984 de gücü kaba kuvvet ve korkutma ile
CYD ise gerçek dışı bir mutluluk sağlayarak insanlar özgür olup olmadıklarını bile umursamıyor.
1984 & CYD Hükümet Kontrolünün Sonuçu
İtibarın kayboluşu
Ahlakın yok oluşu
Değer Yargılarının yok oluşu
Duyguların yok oluşu
KISACA İNSANLIĞIN YOK OLUŞU!……………
A) Pneumatic (İçi hava dolu) :
1) Lenina’nın vücudu: Henry Foster ve Benito Hoover Lenina ile seks yapmanın açıklamasını bu kelime ile yapıyor. Lenina’nın kendisi de sevgililerinin onu içi hava dolu bulduğunu söyleyip bacaklarına vurur. Balon gibi bir vücut özellikle sinesi/göğsü
2) Sandalye: Duyusal Film ve Mond ofisindeki sandalyeler.
Bu kelime ile fiziksel bir özelliği tanımlamak bir kadını mobilyaya benzetmektir. Aslında Lenina’nın cinselliği bir emtea yani mala benzetiliyor.
B) “Ford Aşkına (My Ford):
Normal hayatta Aman Allahım (Oh my Lord) yerine Aman Fordum gibi terimlerin kullanılması
Ford = İsa
Bu dinsel söylem bir alışkanlıktır. Bu dinsel söylem saygı göstermek için teknoloji ile yer değiştirmiştir.
C) Yabancılaşma (Dışlanma):

Dünya devletinde uygun görülen davranışların ve görüntünün dışına çıkıldığında karakterler dışlanıyor.
Neden Uygunsuz Kabul ediliyorlar?
*Bernard Marx: Pozisyonu Alfa artı için Küçük ve Güçsüz
*Helmholtz Watson: Alfa artı rolü için çok akıllı
*John: Kızılderiler diğer dünyadan geldiği için kabul etmiyor. Johh’da CYD’nın bir parçası olmak istemiyor.
D) Seks:
Kitabın her yerinde bolca bulunuyor. Nüfus sıkı kurallarla kontrol altına alınıyor.
*Kadınların üreme hakkı yok. Kadınların 2/3 kısırlaştırılıyor geri kalanı doğum kontrolü yöntemi ile korunuyor. Hayata yeni bir insan gelmesi gerektiğinde ise kadınların yumurtalıkları alınıyor.
*Sosyal ödül olarak kullanılıyor. Gelişi güzel seks ve birbirine bağlanmama destekleniyor.
İki toplum arasındaki FARK:
John, Lenina olan ŞEHVETLİ AŞKINDAN acı çekiyor Lenina ise SEKS ŞEHVETİNDEN acı çekiyor.
E) Shakespeare:
CYD da, Ford öncesi dünyada mevcut olan duygusal yoğunluk , trajedi yok ediliyor. Shakespeare ise John’un anladığı ve kendini ifade edebildiği bir dünya. Burada sert bir zıtlık ortaya çıkıyor.
Kitabın Sembolü:
Soma:

Toplumu kontrol altına almak için kullanılan teknolojik bilimin aracı. Toplum üzerinde dinsel ayin niteliğinde…
CEMAAT, ÖZDEŞLİK & İSTİKRAR İÇİN HANGİ YÖNTEMLER KULLANILIYOR?
1) Bokanovski Yöntemi (İnsan Kolonlama):
Bir yumurtanın 8 – 96 tomurcuklanarak çoğalması. Her tomurcuk 1 embriyo ve her 1 embriyo ise bir yetişkin demek. Önceden 1 insan yetiştirirken şimdi 96 insan yetiştirmek hedefleniyor.
Yalnızca Gamma, Delta ve Epsilonlar bu yöntemden geçer. Çünkü bu yöntem embriyoyu zayıflatıyor. Alfa ve Betalar bu yönteme tabi tutulmazlar. Bu yöntem istikrarın sağlanması için en önemli araçlardan biridir. Tek tip gruplarda standard erkek ve kadınlar. 96 tek tip makinede çalışan 96 tek yumurta ikizi.
2) Podsnap’s Tekniği (Hızlı Olgunlaşma):
1 yumurtanın olgunlaşmasını hızlandırmak. 2 yıl boyunca bir yumurta ve spermden binlerce kardeş bireyler üretmek.
3) Sosyal Belirleme Odası (Doğum Öncesi Şartlandırılma):
Niteliklerin bireylere dağıtılması. Yazgıları belirlenip şartlanmış olarak gözlerini açıyor. Hangi kastta iseler ona göre şartlandırılıyorlar. Örneğin: Kimya çalışanları toksik maddelere karşı direnci artırılıyor veya tropik hava şartlarında çalışacak olan işçilerin ısıya dayanıklı şartlandırılması gibi. Yapmak zorunda olduğu şeyi sevmek. Tüm şartlandırmaların amacı budur.
İNSANLARA KAÇINILMAZ TOPLUMSAL YAZGILARINI SEVDİRMEK!..
* Bu 3 teknik bireylerin genetik, fiziki ve psikolojik olarak kaçınılmaz sosyal kaderlerini hazırlıyor. Kast sistemindeki istikrar, köleliklerini sevip kabullenmelerinden geçiyor
* Seri üretim (Fordism) prensibi sonunda biyolojiye de uygulanır.
4) Neo-Pavlov Şartlandırma Odaları:
Kastlara neyi sevdirmek veya sevdirmemek isteniyorsa uygulanan yöntem. Örneğin: Delta bebeklerine Kitap & Çiçek veriliyor sonrasında çok yüksek zil sesleri ve elektrik şoku. Birkaç defadan sonra bebekler kitap ve çiçek gördüklerinde otomatik olarak kaçıyor.
5) Hipnopedya:
Uykuda öğrenme yöntemi entelektüel bilgilendirme için değil ama ahlaki değer yargılarının oluşumu için kullanılır. Örneğin. Bir Beta ya sürekli uykusunda Beta olmanın gururu ve mutluluğu, Gama, Delta & Epsilonlardan daha akıllı oldukları, Betaların Alfalar kadar çok çalışması gerekmediği….
6) Malthusin Kemeri:
Thomas Robert Malthus (1766-1834) İngiliz nüfus bilimci, ekonomik ve politik teorisyendir. Nüfus artışının yoksulluğa ve ölümlere yol açacağını savunmuştur. Teorisi yiyeceklerin aritmetik arttığı (1,2,3,4…) ama nüfusun ise geometrik arttığı ( 2, 4, 8, 32…..)
7) Seks
8) Soma
9) Günü Yaşamak:
Tarih öğretilmiyor ve “Tarih saçmalıktır” der Mond ( History is bunk -Henry Ford’un sözü-). Eğitimleri tarihi gereksiz ve yalnızca günün yaşanması gerektiği kısaca alternatif yaşamları hayal edemiyorlar.
10) Fordson Cemaat İlahi Evinde Dayanışma Günleri:
12 bireyin tek vücut olmaya, bir araya gelmeye, kaynaşıp 12 ayrı kimliği daha yüce bir varlıkta yitirmeye…
Benliğimin silinişine içiyorum.
Yüce varlığa içiyorum.
Yüce varlığın gelmek üzere oluşuna içiyorum.
Kitapta Shakespeare:

1.)
Nay, but to live
In the rank sweat of an enseamed bed,
Stew’d in corruption, honeying and making love
Over the nasty sty …
(Hamlet)
Hayır, fakat yaşamak
Dağınık bir yatağın ekşimiş ter kokusunda,
Çürüme, dalkavukluk ve sevişmeyle ağır ağır pişerek
Leş kokan domuz ahırının üst katında…
(CYD syf. 178)
Hamlet burada annesinin yeni kocası olan amcasıyla sevişmesinden duyduğu tiksintiyi dile getiriyor.
John gelişi güzel sekse şartlandırılmayan bir kişi olarak doğru zamanı bekliyor. Sevişeceği kişiyi umursamak istiyor. Gelişi güzel seksin problem olduğunu ve annesinin köyde gelişi güzel erkeklerle yatması köyden dışlanmalarına sebep olmuştur.
2.)
When he is drunk asleep, or in his rage
Or in the incestuous pleasure of his bed …
(Hamlet)
Sarhoş sızmışken, ya da öfkeli
Veya yatağında ensestten keyifli……
(CYD, sfy. 180)
Hamlet Claudius(amcası) kızgındır ve onu nasıl öldüreceğini söylemektedir.
Annesi ile yatan Pope’u uykudayken bıçaklama esnasında bu dizeleri söyler. Bu alıntı bir sav olarak davranışına kılavuz oluyor.
3.)
O wonder!
How many goodly creatures are there here!
How beauteous mankind is
O brave new world
(The Tempest)
Mucize
Ne kadar çok iyi yürekli varlık var burada!
Ne kadar güzel insanoğlu!
Hey cesur yeni dünya
(CYD, sfy. 187-188)
4.)
“Her eyes, her hair, her cheek, her gait, her voice;
Handlest in thy discourse O! that her hand,
In whose comparison all whites are ink
Writing their own reproach; to whose soft seizure
The cygnet’s down is harsh …”
(Troilus & Cressida)
Onun gözleri, saçları, yanağı, yürüyüşü, sesi:
Sözlerinle can bulur, Ah! Güzel elleri,
Tüm beyaz mürekkeptir yanında
Yazarlar kendi utançlarını: yumuşak dokunuşuna kıyasla
Yavru kuğunun tüyü sert kalırı…
(CYD, syf. 193)
Troilus bu dizelerle Cressida’ya olan duygularını tabir ediyor. Cressida’ya deli gibi âşıktır ve odada olmamasına rağmen iltifat üstüne iltifat ediyor.
Rezervasyondan dönmeden önce Lenina uyurken Jonh bu dizeleri kullanarak Lenina’yı tarif eder. John’da Lenina’ya âşıktır.
5.)
“On the white wonder of dear Juliet’s hand, may seize
And steal immortal blessing from her lips,
Who, even in pure and vestal modesty,
Still blush, as thinking their own kisses sin.”
(Romeo & Juliet)
Konabilir sevgili Juliet’in mucizevî beyaz eline
Ölümsüz saadeti çalabilirler dudaklarından,
O dudaklar ki saf ve bakir iffetlerinde bile
Kızarırlar hala, kendi öpüşlerini günah sayar gibi.
(CYD, syf.193)
John burada Lenina’yı uyurken gördüğünde büyülenir. Aynen Romeo’nun Juliet ile tanıştığında büyülendiği gibi.
John burada aşkı saf ve kutsal kabul ediyor. Kafasına giren şehvetli düşüncelerden utanıyor.
6.)
Eternity was in our eyes and lips.
(Antony & Cleopatra)
Dudaklarımız ve gözlerimizdeydi sonsuzluk
(CYD, syf. 205)
Linda’nın soma tatili ömrünü kısaltır. Soma zamanın birkaç yılını yitirilmesine neden oluyor ama zamandan bağımsız tanıdığı ölçülemez süreler veriyor yani İnsanların uyuşturucu alıp sonsuzluğa uçması.
7.)
“Oh! She doth teach the torches to burn bright.
It seems she hangs upon the cheek of night,
Like a rich jewel in an Ethiop’s ear;
Beauty too rich for use, for earth too dear…”
(Romeo & Juliet)
Ah, o sevgili ki meşalelere ışıldayarak yanmayı öğretir!
Bir Etyopyalı’nın kulağındaki şık küpe misali
Asılı durur yanağına gecenin: öyle bir güzellik ki,
Kıyamazsın dokunmaya, yeryüzünde yok eşi….
(CYD, syf. 234)
Romeo, Juliet’i gördüğünde nasıl mükemmel ve güzel olduğunu söyler.
John da burada yine Lenina ve onun güzelliğini tasvir etmek için bu dizeleri kulanır.
8.)
“Let the bird of loudest lay
On the sole Arabian tree,
Herald sad and trumpet be…”
(The Phoenix and The Turtle)
Uzansın tek Arap ağacına,
Kuşların en çığırtkanı,
Müjdelesin kötü haberi trompet olsun…
(CYD, syf. 240)
Burada iki mükemmel sevgilinin doğuşu ve ölümü anlatılıyor.
John burada Helmholtz’u rahatlatmak için bu şiiri okur. Helmholtz öğrencilerine yalnızlık ve tutkunun eksikliği hakkındadır bu şiiri(syf. 237-238) okuduktan sonra şikayet edilir. John burada her mücadelenin bedeli vardır demek istiyor.
9.)
Is there no pity sitting in the clouds,
That sees into the bottom of my grief?
O sweet my mother, cast me not away:
Delay this marriage for a month, a week;
Or, if you do not, make the bridal bed
In that dim monument where Tybalt lies …”
(Romeo & Juliet)
Hiç mi acıma yok bulutlarda,
Izdırabımın derinliğini anlayacak?
Ah, canım annem, verme beni ellere!
Bir ay ertele bu evliliği, bir hafta:
Veya ertelemezsen, gelinlik yatağımı
O loş kabre kur Tybalt’un yattığı….
(CYD, syf. 241 – 242)
Lady Capulet, Juliet’i Paris ile evlenmesi için zorlar ve bu dizeler Juliet’in haykırmasıdır.
Juliet’in üzüntüsünü hissedeceğine Helmholtz güler bu da John’un sinirlenmesine sebep olur. Çünkü John kendini Romeo ve Lenina’yı Juliet’in yerine koyar ve aşklarının hiçbir zaman Kendi hayal dünyasında gerçekleşmeyeceğine inanır.
10.)
The murkiest den, the most opportune place” ,
the strongest suggestion our worser genius can,
shall never melt mine honour into lust.
Never, never!” .
(The Tempest)
Mağaraların en karanlığı, mekânların en elverişlisi,
En kötü dâhilerimizin dil dökmesi dahi,
Şehvete dönüştüremez şerefimi. Asla, asla!..
(CYD, syf. 251)
The Tempest’de Prospero, Ferdinand’ı kızı Miranda evlendikten sonra seks yapmasına ikna etmeye çalışması. Ferdinand kabul eder.
John’da, ilişkide beklemenin daha iyi olacağını Lenina’ya kabul ettirmeye çalışır.
11.)
O thou weed, who are so lovely fair and smell’st
so sweet that the sense aches at thee.
Was this most goodly book made to write ‘whore’ upon?
Heaven stops the nose at it …”
(Othello)
Ah yabani ot, öyle mükemmelsin,
Kokun öyle güzel ki, Duyularım can atar kavuşmaya.
Bu güzelim kitap, üzerine, orusupu, yazılsın diye mi yaratıldı?
Tanrı durur bu kelimede, okumaz….
(CYD, syf. 255 – 256)
Othello karısını burada orospu olarak adlandırır. Her ne kadar sevse de ondan nefret eder.
John’da Lenina’nın orospu olduğunu düşünür. Lenina’nın bakire olmasını ister.
12.)
Sometimes a thousand twangling instruments will hum
About my ears and sometimes voices.
(The Tempest)
Bazen bin tane telli çalgı mırıldanır kulaklarıma,
Bazen de insan sesleri.
(CYN, syf. 282)
Mond sorar : “Uygarlıktan hiç mi hoşlanmadınız?” John:” bazı güzel yanları var mesela bütün o müzikler.” Mond Shakespeare’in bu dizelerini söyler.
1) Duygular
2) Tutku
3) Bağlılık
4) İnsani ilişkiler
5) Eşitlik
6) Gerçek
7) Sanat
8) Deneyimler
l Kitap da Karakterler:

JOHN:
Thomas (Londra Merkez Kuluçka ve Şartlandırma Merkezi Direktörü) ve Linda’nın oğlu.
Kitabın başında Bernard ana karakter gibi gözükse de rezervasyon dönüşünden sonra arka plana atılır ve John ana karakter olur.
Dünya Devletinin dışında New Mexico’da Vahşi Rezervasyonunda büyümüştür. Bu ilkel toplumdan da dışlanmış ve aynı şekilde Dünya Devletine de ayak uyduramamıştır. İki toplum tarafından ret edilir, “Ultimate Outsider” dır.
Dünya görüşü ve bilgisi Shakespeare’in oyunlarına dayalıdır. Değerlerini 900 yıllık yazar William Shakespeare’den alır.
Bu kitabın önemi nedir?
– Kendi karışık duygu ve reaksiyonlarını bu kitap ile dile
getirir.
– Dünya Devletinin değerlerini kritize etmek için Shakespeare’in kitabı bir iskelet oluşturur.
– Mustapha Mond ile yüzleşmesinde onun gibi müthiş bir konuşmacı karşısında durmasına yardımcı olur.
Shakespeare, insan ve insancıl değerleri barındırıyor ki bu epey bir zaman önce Dünya Devleti tarafından terk edilmiştir.
John’un Dünya Devletindeki sığ mutluluğu reddetmesi, Lenina ile aşkını uzlaşamaması ve ona karşı şehveti ve sonucundaki intiharı aslında Shakespeare temalarını yansıtır.
Othelo (intihar eder) & Desdemona (öldürülür)
Romeo (intihar eder) & Juliet (intihar eder)
Hamlet (öldürülür) & Ophelia (boğulur)
John’un başta kullandığı “Cesur Yeni Dünya” Dünya Devletini tanıdıkça ironik ve pesimist hale gelir. John’un kendi değerleri ile Dünya Devletinin gerçeklerinin çatışmasının sonuçu delirmesine ve intihara sebep oluyor.
BERNARD MARX:
Alpha artı erkeği ancak fiziksel özelliklerinden dolayı dışlanır.
Psikiyatrist ve hipnopedya da ihtisaslaşmıştır.
Seks, spor ve toplum olaylarına karşı düşünceleri unorthodox kabul edilir.
Kendine olan güvensizliği Dünya Devletine memnuniyetsizlik olarak geri döner. Memnuniyetsizliği aslında kendi ortamına ayak uyduramayışıdır. Hoşnutsuzluğu sistematik veya felsefi yönden değildir .
Bu karakteri tanımamız biraz ironiktir. Neden? Direktör öğrencilere aşk ile ilgili tüm hayal kırıklıkları, bastırılmış duygular… kısaca insancıl duyguların elimine edildiğini anlatırken birden Bernard’ın özel düşüncelerine gidilir ve kıskançlığı ve rakiplerine karşı kızgınlığı…. Kısaca insancıl duygularını görürüz.
Bernard romanda kahraman değildir hatta roman ilerledikçe daha da düşer ama yine de okuyucuya ilginç gelir çünkü insandır. Elde edemeyeceği şeyleri ister.
Vahşi Rezervasyona gitmeden önce yalnızdır, kendine güveni yoktur ve tecrit edilmiştir. John ile birlikte popülaritesi artar ve Dünya Devletinin eleştirdiği tüm yanlarından yararlanmaya başlar. Gelişi güzel seks gibi.
Ne zamanki John, Bernard’ın oyuncağı olmadığını ve onun istediklerini yapmayacağını söyler, işte o zaman Bernard tekrar düşüşe yani eski haline geri döner.
İsmi:
Bernard Marx : 19y.y. Alman yazar. Kitabı “Das Capital” , kapitalist bir toplumu kritize eden tarihi bir başyapıttır. Fikirleri komünizm temelini atmıştır.
George Bernard Shaw: İrlandalı oyun yazarı. Pygmalion (My Fair Lady) romanı için 25 yaşında Nobel ödülü, 38 yaşında da Oscar almıştır. Her 2 ödülü de almış tek insandır. Sosyalizm & Kadın haklarının savunucusudur. Genelde sosyal problemler, eğitim, din, hükümet, sağlık sistemi gibi konularda yazmıştır.
MUSTAPHA MOND:

Alpha çift artı dır.
Dünya’yı kontrol eden 10 denetçiden biridir. Batı Avrupa’nın başındadır.
Bir zamanlar hırslı genç bir bilim adamıymış. Kanuna aykırı ve tutkulu araştırma yaparmış. Ne zaman keşif edilir kendisine iki seçenek sunulur: ya sürgün ya da dünya denetçisi olarak eğitilecek.
Bilimi kendi isteği ile bırakır ve şimdi bilimsel buluşları sansürler ve farklı düşünenleri sürgüne yollar.
Dünya Devletini savunan en güçlü ve akıllı kimsedir. Romanın başında sesi Dünya Devletinin tarihini ve felsefesini açıklar. John ile olan münakaşasında ise Dünya Devleti ve Shakespeare toplumu arasındaki temel farklılıkları ortaya koyar.
Çelişkili bir karakterdir. Neden?
Çünkü Shakespeare ve İncil gibi yasaklanmış birçok kitabı vardır. Eskiden bir bilim adamıdır ama şimdi bu fikirleri sansürler ve totaliter bir devleti kontrol eder.
Ona göre insanlığın esas hedefi istikrar ve mutluluktur.
İnsan ilişkileri, duygular, kendini ifade etmek gibi kavramlara karşıdır.
İsmi:
Mustafa Kemal Atatürk: 1. Dünya Savaşından sonra Laik Cumhuriyetin kurucusu .
Sir Alfred Mond: Sanayici ve Kraliyet Kimyasal Endüstrisinin kurucusu. Sonra Siyonist hareketine katılmıştır (Filistin’de İsrail kurmak)
HELMHOLTS WATSON:
Duygu Mühendisliği Üniversitesinde yazı bölümünde hocadır ve Alpha artı dır.
Kastının en mükemmel örneği ama o işinin boş ve anlamsız olduğunu düşünür ve yazma yeteneğini daha anlamlı şeyler için kullanmak ister.
Bernard ile arkadaştır çünkü ortak noktaları Dünya Devletinden ikisi de hoşnut değildir.
Helmholts’un eleştirileri Bernard’dan daha felsefi ve entelektüeldir. Aslında Bernard önemsiz şikâyetler yapmaktadır.
Bernard için Helmholts olamadığı her şeydir: Kuvvetli, akıllı ve çekici…
Bernard verilen sosyal statü için yeterli değildir ve Helmholts ise tam tersi haddinden fazla yeterlidir ve bundan dolayı da dışlanır ve kendini yalnız hisseder.
Jonh ile iyi arkadaştır. Ama ikisi arasında çok büyük bir fark vardır. Helmholts Shaskepear’in şiirlerini anlar ama ne zaman anne, evlilik, baba kelimelerini duyar, bunları kaba bulur ve saçmalık olarak kabul eder, hatta güler. John ile konuşmalarından çıkan Helmholts gibi akıllı biri bile yetiştiği çevre tarafından etkilenir.
İsmi:
Herman Von Helmholts: Alman fizikci ve hekim.
John B. Watson: Amerikan davranış bilimci.
LENİNA CROWNE:

Londra Merkez Kuluçka ve Şartlandırma Merkezinde aşılama görevlisi bir Beta artı.
Major ve minor karakter için arzulanan bir obje.
Bazen davranışları alışılmışın dışında olduğu için ilginç bir karakterdir. Örneğin 4 ay aynı adamla (Henry Foster) çıkması veya Bernard gibi topluma uymayan birinden hoşlanması veya John’a karşı ihtirası gibi.
Ama eninde sonunda değerleri Dünya Devletinin geleneksel değerlerleridir.
İsmi:
Vladimir llyich Lenin: Komünist devrimci ve Bolşevik Partinin lideri
FANNY CROWNE:
Merkezde Embriyo bölümünde çalışan bir Beta ve Lenina’nın arkadaşı.
Lenina ile akraba değildir. Dünya Devletinde aynı soyadı olağandır. Çünkü yalnızca 10.000 soyadı kullanılır.
Fanny’nin sesi kendi kast ve toplumdaki geleneklere uygundur.
Lenina’yı sürekli uyarır (sağduyusu gibi )
İsmi:
Fanny Kaplan: Rus politik devrimci. Lenin’e başarısız bir suikast girişimi olmuştur. Fanny ile Lenina ‘nın arkadaşlığı ironiktir.
HENRY FOSTER:
Merkezde bilim adamıdır. Geleneksel bir Alpha erkeğidir. Lenina’nın sevgililerinden biridir.
İdeal bir vatandaştır: İşinde verimli ve akıllı. Boş zamanlarını spor ve seks ile doldurur.
Önemli bir karakter değildir ama merkezin nasıl çalıştığının açıklamasında yardımcı olur.
THOMAS ‘ TOMAKİN’ :

Merkezin Alpha direktörü ve John’un babası.
Bilmiş ve kendi öneminin etkisi altındadır.
John oğludur ve bu onu savunmasız bırakır. İşini bırakmak zorunda kalır çünkü Dünya Devletinde bir çocuğun babası olmak skandal ve müstehcen bir davranıştır.
LİNDA:

Jonh’un annesi Beta eksi.
Vahşi Bölgeye, Tomakin ile ziyaretinde kaybolur ve orada bırakılır. Tomakin’den olan oğlu John’u orada doğurur ve bebek ile Dünya Devletine dönmeye utanır.
18 yıldan beri Vahşi Bölge’de yaşamaktadır.
Dünya Devletindeki şartlandırılmasından dolayı köy erkekleri ile gelişi güzel ilişkiye girer ve bundan dolayı dışlanır.
Dünya Devletine geldiğinde de dışlanır: çünkü şişmandır ve yaşlanmıştır.
POPE:

New Mexıco’daki Malpais’in yerlisi.
Linda’nın sevgili ve Linda’ya ‘ The Complete Works of Shakespeare’ verir.
Linda ile ilişkiye girerek Linda’nın köyden dışlanmasına sebep olur ve John gençken onu öldürmeye çalışır.
İsmi:
Pope: Pueblo Kızılderili kabilesinin dini lideri ve Pueblo Ayaklanmasının lideri (İspanyol kolonistlere karşı ayaklanmıştır).
Kitabın Etrafındaki Tartışmalar:

1. CYD, 1932 da İrlanda’da yasaklanmıştır.
2. 1980 de Miller, Missouri eyaleti okullarından kaldırılmıştır.
3. 1993 de Kaliforniya eyalet okullarının okuma listesinden kaldırılmaya çalışılmıştır.
4. Polonyalı eleştirmenler Huxley’in CYD yazdığında Mieczyslaw Smolarski ( The City of the Sun 1924) ve Podroz poslubna pana Hamiltona ( The Honeymonn Trip of Mr. Hamilton 1928) kopya çektiğini savunur.
ALDOUS HUXLEY – CESUR YENİ DÜNYA & GEORGE ORWELL- 1984
– Orwell’in korkusu kitapların yasaklanması idi. Huxley ise kitapları yasaklamaya gerek kalmamasın zaten kimse okumak istemeyeceğini anlatır.
– Orwell bilgi akışının engelleneceğinden korktu. Huxley ise tam tersinden korktu. Çünkü her şeyin fazlası insanları pasif yapmaktadır.
– Orwell gerçeğin gizleneceğinden korktu. Huxley ise gerçeğin ilgisizlikten yok olacağından.
– Orwell toplumun esir olmasından korktu. Huxley ise önemsiz bir toplum olmamızdan (duyusal filmler, gelişi güzel seks…..)
– Orwell insanların şiddet ile kontrol edildiklerini, Huxley ise zevk enjekte edilerek kontrol edilebildiklerini yazdı.
– Orwell, KORKTUKLARIMIZ bizim sonumuzu getireceğini ama Huxley ise ARZULARIMIZIN sonumuzu getireceğini savundu.
BRAVE NEW WORLD REVISITED (1958)
– BNWR, roman değildir. İlk romanındaki hikâye veyahut karakterlere geri dönüş mevcut değildir. Bu kitap neredeyse 30 yıl sonra, o gün yaşadığı dünyanın Cesur Yeni Dünya’ya ne kadar yakınlaştığıdır.
– Hayal dünyası çok hızlı gerçeğe dönüşmektedir.
– Dünya çok değişmiştir. II Dünya savaşı sonrasında Soğuk Savaş ve Dünyanın teknolojik silahlarla donatıldığı insanların ise totaliter devletler tarafından yönetildiği.
– İnsanların rahatlıkları ve zevkleri için özgürlüklerini feda etmeye hazır olduklarını görebiliyordu.
–Televizyonlardaki sayısız reklam bombardımanları, insanların kullandıkları mutluluk hapları….
– Propaganda yaygınlaşmış ve Hitler gibi diktatörler propagandanın kuvvetini dünya’ya göstermişti.
‘’ Give me liberty or give me death ‘’
çok kolaylıkla
‘’ Give me television and hamburgers, but dont bother me with the responsibilities of liberty’’
değiştirilebilineceğini görmüştür.
Kaynak
**************
Erich Fromm, George Orwel’in meşhur kitabına yazdığı sonsözde şunları belirtir (Orwell, 1962, s. 260- 261):
“1984” ve “Biz” “Cesur Yeni Dünya”dan daha fazla ortak noktaya sahiptir. Her iki eserde insanın kişiliğinden uzaklaştırıldığı tamamen bürokratikleşmiş bir toplum ele alınmaktadır. Bu toplumlarda yer yer fiziki baskıya da varan ideolojik ve psikolojik bir yönlendirme söz konusudur. Huxley’in çalışmasında ise insanın bir tür makineye dönüştürülmeye çalışılması ele alınır. Genel kabule göre, Zamyatinve Orvell’in örnekleri daha ziyade Stalinist ve Nazist diktatörlükleri, Huxley’in Cesur Yeni Dünyası ise sanayileşen Batı dünyasındaki gelişmelerin sonucunu temsil etmektedir.”
Nitekim Cesur Yeni Dünya’da tarihler Ford’a endekslenmiştir. Ünlü otomotiv üreticisi Ford, kitapta yeni dünyanın Tanrısı olarak görülmektedir. İnsanlar T işareti yapmakta, ilahiler söylemektedirler. Mesela dayanışma ilahisinin sözleri şöyledir
“Fordum, on ikiyiz biz, bizi bir eyle,
Sosyal Nehir’deki damlalar misali,
Ah, güç ver bize koşalım birlikte,
Parlak Dört tekerin gibi çevikçe” (Huxley, 2000, s. 117).
Cesur Yeni Dünya, kitaba bir son- söz yazan David Bradshaw’ın da belirttiği gibi “şirket-devletin doğasındaki totaliter tehlikelerin bir geleceğe yansıtımı olarak okunabileceği gibi Amerikan öcüsüne dair bir hiciv olarak da alınabilir” (Huxley, 2000, s. 117).
1984 ile Cesur Yeni Dünyacı kıyaslayan Huxley’e (2001, s. 12 vd.) göre, 1984 Stalinizm’i kapsayan bir şimdi ile Nazizm’in gelişmesine tanık olan bir yakın geçmişin büyütülmüş bir gelecek yansıtımıdır: “Cesur Yeni Dünya, Hitler Almanya’da iktidarın en üst basamağına çıkmadan, Rus zorbası yürüyüşüne başlamadan önce yazılmıştı. 1931′de sistemli terörizm 1948′de dönüştüğü çağdaş saplantısal olgu değildi henüz; benim hayali dünyamın gelecekteki diktatörlüğü de Orweli’in çok başarılı bir şekilde betimlediği gelecekteki diktatörlükten çok daha az acımasızdı. 1948 bağlamında 1984 korkutucu derecede inandırıcıydı. Fakat en nihayetinde zorbalar ölümlüdür ve koşullar değişir. Rusya’daki son gelişmeler, bilim ve teknolojideki son gelişmeler Orvell’in kitabını gerçeğe olan korkunç benzerliğinin bir kısmından mahrum etti. Elbette ki bir nükleer savaş herkesin tahminlerini altüst edecektir, fakat bir an için Büyük Güçlerin bizi bir şekilde yok etmekten kaçınacaklarını kabul edersek diyebiliriz ki zarlar şu anda 1984 gibi bir şeyden çok Cesur Yeni Dünya gibi bir şeyin lehindedir”.
Nitekim, son senelerde sıkça söz edildiğini işittiğimiz Genom Projesi ve gen teknolojileriyle ilgili araştırmaların şimdilik elde edilen sonuçlan bile inanılması güç sonuçlar ortaya koymaktadır. Toplumu kontrol eğilimlerinin ya m sıra bu tür teknolojilerin de gelişmesi gözetim ve özel hayat açısından çok daha zorlu bir dönemin bizi beklenildiğine işaret.
Kaynak:
Bilim ve Gelecek, Aylık Bilim, Kültür,
Politika Dergisi, Kasım 2004, s.21

'SÜPER BEYİNLER' ÇAĞINA DOĞRU

Miguel Nicolelis:
Bu deney 'organik bilgisayar' yaratmak için hayvanların beyinlerini birbirine bağlama olasılığının yolunu açtı
Amerika'da yapılan deneyle süper beyin yaratıldı. Yarattılan süper beyin aracılığıyla iki farklı kıtada bulunan farelerin birbirine yardımcı olmaları sağlandı.
Birbirlerine beyin elektrotlarıyla bağlanan farelerden biri Brezilya'nın Natal kentindeki bir enstitüde tutulurken, bir diğeri de ABD'nin Kuzey Karolina Eyaletinin Durham kentindeki bir laboratuvarda tutuldu. Natal'daki fare internet aracılığıyla gönderdiği sinyalle Durham'daki farenin ödül kazanmasına yardımcı oldu.
Brezilyalı Nörobiyolog Miguel Nicolelis, bu deneyin 'organik bilgisayar' yaratmak için hayvanların beyinlerini birbirine bağlama olasılığının yolunu açtığını söylerken, felç geçirmiş ya da Locked-in Sendromu olan insanları güçlendirme araştırmalarında da yardımcı olacağını belirtti. Nicolelis, “İki beyin arasında fonksiyonel bir bağlantı sağladık. İki beyini kapsayan bir süper beyin yarattık” ifadelerini kullandı.
“Scientific Reports” adlı dergide yayınlanan araştırmaya göre, araştırma ekibi susuz farelere ışıkları ayırt edip suya ulaşmak için bir manivelayı kaldırmasını içeren temel bir eğitim verdi.
Daha sonra farelerin beyinlerine kabloyla bilgisayara bağlanan elektrotlar yerleştirildi.
Natal'da camdan bir kapta bulunan fare 'şifreleyici' görevi görürken, ödül almak için gerekli ipuçlarını çözdüğünde beyni elektrik sinyali gönderiyordu. Sinyaller gerçek zamanlı olarak Kuzey Karolina'da aynı aleti gözlemleyen 'şifre çözücü' ikinci farenin beynine gönderildi. Diğer fareden sinyali alan ikinci fare çok kolay bir şekilde ödüle ulaşmayı başardı.
Nicolelis, “Fareler bir sorunu çözmek için birlikte hareket etti” açıklamasını yaptı. İkinci farenin düşünce ya da görüntüler almadığını kaydeden Nicolelis, şifreleyici fare bazı görevleri başardığında, beyin sinyallerindeki en yüksek bölümlerin ikinci fare tarafından algılanan bir çeşit elektronik sinyallere dönüştüğünü söyledi.
Fare bunların faydalı olduğunu anladığında da görsel ve dokunma süreçlerine dâhil edildi.
(Deutsche Welle Türkçe)
http://t24.com.tr/haber/super-beyin-yaratildi/224774

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar