HARF DEVRİMİNİN NEDENLERİ ÜZERİNE
“Harf Devrimi geçmişin getirdiği bir mecburiyet olarak olgunlaşmış bir
değişim mi? ”
3 Kasım 1928'de" Türkiye modem dünya
koşullan içinde çok cesur bir denemeye girdi.[1]
Alfabe değiştirmek tarihte ilk kez görülen bir olay değildi. [2]
Hatta en başta Türkler,
tarih boyu birkaç kez alfabe değiştiren bir toplum olarak bu olayın önde gelen
örneği sayılabilirler. Ne var ki alfabenin değiştirilmesi, ilk ve
ortaçağ toplumları için köklü bir değişiklik sayılmayabilir. Yazı ve kayıt
işleri ile dar bir bürokratik kadronun, birkaç rahib ve şairin uğraştığı
geleneksel toplumlarda yazı ile ilgisi olmayan geniş yığınlar böyle bir
değişimden haberli bile olmamışlardır, ilkçağın parlak uygarlık örneklerini
veren Ahamanişler İranı çiviyazısını, Sasanîler İranı Pahlavi denilen kökü Aramî alfabesine
dayalı yazıyı kullanmış ve Araplar İran'ı fethedince Arap alfabesi bunların
yerini almıştı. Bu son olay her ne kadar eski İran uygarlığının kaynaklarını
bir süre karanlıkta bırakmışsa da, 9-10. yüzyıllarda eski kültürün restorasyonu
olanak kazanmıştı. Çünkü geleneksel toplumun bir özelliği, kültür ürünlerinin
sözlü olarak saklanmasıdır. Böylece eski Iran kültürünün destan, şiir, masal
gibi ürünleri, hatta dinî metinleri büyük oranda halkın tüm kesimlerinin
belleğinde yaşadığından, sonraki dönemlerde yeniden yazılı olarak saptanması
mümkün olmuştur. İran'ın ünlü şairi Farsçanın üstadı Firdevsî (Firdosî) bile Şehname'sini bu tip sözlü anlatımlardan
derlemiştir.
Oysa basının, kitapların ve eski çağlara
oranla yaygın eğitimin görüldüğü modern çağlarda, böyle bir değişiklik kolay
cesaret edilip yürütülecek bir iş değildi. Nitekim toplumlar bu konuda çok
ürkek ve tutucu davranmaktadır. Değişimden önemli sayıda kişi ve kümeler
olumsuz biçimde etkilenir ve yeninin benimsenmesi birçok güçlük yaratır.
Bunlara karşın Türk inkılâbının bu konudaki
ısrarlı tutumu nasıl olup da başarıya ulaşmıştır. Başarıyı gerçekleştirmeye yardım
eden ilk nokta; 1928 Türkiye'sinde Arap harflerine muhalif, kökü 19. yüzyılın
ilk yansına kadar uzanan edebî ve fikrî bir akımın varlığıdır. Bu akımın
varoluş nedenini ve yayılışını bu yazıda göstermeye çalışacağız. Arap
harflerinin yerine Türk dili için en uygun alfabenin hangisi olacağı sorusu
ise, Latin
harflerinin kabulü ile
çözülmüştür, Bu da harf devrimini olanaklı kılan ikinci noktadır. Alfabe
tarihine baktığımızda Latin harfleri, yazının gelişiminin doruk noktası olarak
karşımıza çıkar. Fonetik bakımdan en mütekâmil alfabe olduğundan, seslilerin
(vokal) önemli olduğu Türk dili için, Latin alfabesi en uygun görülmüştür.
Bunu yazının gelişim tarihinde saptamak mümkündür.
İlk yazı M.Ö. XXXII. yüzyılda uygarlığın
eşiği olan Mezopotamya'da Sümerler tarafından kullanıldı. Sümerce ağlutinant (ek ve kök yapısı ile kurulan
kelimelerden meydana gelen, iltisaki)
bir dildi. Sümer dilinin grameri, Mezopotamya'da daha sonra siyasî bir birlik
kuran ve Samî bir toplum olan Akadlar tarafından yazılmıştır. Bilinen Sümer
metinleri bir hece yazısı olan çiviyazısı ile yazılmıştır ve resim yazısından (pictographique) gelişerek ortaya çıkmıştır. Gerçi, Çin,
Japon ve Proto-Hind (Mohanjo) kültürlerinin de yazılan vardı. Ancak bu yazılar
resim yazısı olup, alfabetik değildir. Hitit hiyeroglifi, Aztek hiyeroglifi
gibi yazılar da böyledir. Fakat bunlarda tek ses gösteren bazı işaretler
vardır. Bu nedenledir ki Mezopotamya kültürlerinin kullandığı yazı, modem
alfabeyi doğuracak bir başlangıç olarak nitelendirilmektedir. Güney Mezopotamya'da,
bugün Varka, Tevrat'ta ise Erek diye geçen eski Uruk şehrinde Jordan tarafından yapılan kazılarda, Lirai: IV katmanında ilk resim yazılan ele geçti. Bu
yazı tahminen Sümerlerin Mezopotamya'ya gelişlerinden üç yüz yıl sonra
bulunmuştur. Sümer sitelerinin bu dönemdeki toplumsal düzenine 'mabed sosyalizmi' adı
veriliyor. Bu düzende özel mülkiyet gelişmemişti. Her topluluğun üyeleri yığma
tepeler üzerindeki tapınaklar etrafında yaşamakta ve elde ettikleri ürünü bu
tapınaklardaki rahiblere teslim etmekteydiler. Teslim edilen ürünlerin yazım,
sayım ve bölüşümü rahipler tarafından yapılıyordu. Rahipler getirilen ürünün
cinsi, miktarı ve verenin adım kaydetmek için bazı özel işaretler kullandılar.
Zamanla bu işaretleri her birinin anlayacağı şekilde sistemleştirdiler. Böylece
resim yazısı doğmuş oldu.[3]
Resim yazısından daha sistematik bir yazı olan çivi yazışma geçişin aşamaları
tam olarak aydınlanmış değildir. Ama çivi yazısı şekilleri dört-beş tane sesli
harfi verebiliyordu. Hele İranlılar tüm işaretlerin sayısını otuz dokuza
indirerek çivi yazısını neredeyse alfabetik bir aşamaya getirdiler.
….
Bir toplumda zaman içinde değişen ve gelişen
toplumsal ilişkiler nedeniyle daha standart ve mükemmel bir imlâya gerek
duyulur. Bu da bir yerden sonra alfabeyi etkileyip değişime zorlamaktadır.
Alfabe doğduğu günden beri değişmektedir ve halen de son şeklini aldığı
söylenemez. Türk dilini konuşanlar da tarih boyu kullandıkları alfabeyi dört
kez değiştirmişlerdir.
OSMANLI İMPARATORLUĞU'NDA REFORMLAR VE ALFABE SORUNU
Geleneksel toplumda bürokratik Örgütlerin
kadroları dardır. İşlemleri az olduğundan bürokratik kayıtlar da sınırlıdır. Böyle bir örgütte kayıt sistemleri ve
yazışmalar da geniş yığınların değil, küçük bir yönetici tabakanın denetimi altındadır. Okuma yazma oranı düşüktür ve yükseltilmesi
için gerek de duyulmaz. Bu durumda karmaşık ve alışkanlığa dayanan imlâ bir
sorun haline gelmemiştir. Hatta bürokrasinin içinde bazı uzmanlaşmış bölümlerin
memurları kendilerine özgü bir yazı ve kayıt sistemine sahiptirler. (Örnek;
Avusturya devlet arşivlerinde bulunan 18. yüzyıla kadarki belge ve kayıtların
çeşitli dillerde [Latince veya İtalyanca-Fransızca] tutulduğu görülür.
Kullanılan Almanca bile yabancı terim ve deyimlerle doludur. Bundan başka
kullanılan kaligrafi türleri az kimsenin rahatlıkla okuyabileceği yazı
türleriydi. Dönemin bazı kayıtlarını okumak uzmanların işidir).
Venedik devlet arşivleri yan Latince ve
gotik türü bir yazıyla kaleme alınan belgeler ve kayıtlarla doludur. Belirtildiği
gibi Büyük Petro'dan önce, Rus bürokrasisi, kilise Slavcası kalıntısı bir yazı
türünden rahatsız olmamıştır. Osmanlı bürokrasisinin alışkanlıkları da bu
durumun tipik bir örneğidir. Her memurun güzel yazı yazması yetmez, adeta
hattat olması istenir. Yazışmalarda edebî bir uslûb yaratması doğal
görülür ve takdirle karşılanır. Bir nişancının ve hattâ bir divan-ı hümayun
kâtibinin kendine özgü edebî üslûbu fermanlara ve yazışmalara işlemesi,
beğenilen doğal bir davranıştır. Kanunî devrinin ünlü nişancısı Celâlzade Mustafa
(Koca Nişana) bu bürokrat tipinin en parlak örneğiydi. Divan-ı hümayundan
çıkan fermanlar, divanî denen bir
yazı türüyle kaleme alınırdı. Maliyeci grup, siyakat
denen bir yazı ve rakam türü kullanırdı. Bu yazıyı okuyup anlayanlar da yine
kendileri olurdu. Bugün bile bu belgeleri çok az sayıda uzman tarihçi
değerlendirebilmektedir. Kısacası devlet arşivlerinin bürokrasi üyeleri dışında
kimseye hitab etmesine gerek görülmüyordu. Ama imparatorluk 19. yüzyılda
modernleşme sürecine girince hükümet merkezindeki bürolarda ve vilâyetlerde
memur ihtiyacı artmıştır. Üstelik bürokrasinin yeni adaylarının, hukuk,
maliye, yabana dil, coğrafya bilmeleri, daha önemliydi. Zaten bu çok sayıda
memurun tümünün yetenekli hattat ve 'edib' kişiler olmaları mümkün olmadığından,
Tanzimat bürokrasisinin kayıtlarında ve yazışmalarında bir üslûp sadeleşmesi,
bir basitlik görülmektedir. Bu sadeleşme, fermanların hitab ve elkab
bölümlerindeki (titulaturde)
yazışma kurallarında görüldüğü gibi, kaligrafide de görülür. Tüm büroların
belge ve yazışmaları nesih yazı
ile yazılmaktadır. Zaten tersi de düşünülemez. Çünkü hükümet merkezi ile en
uzak vilâyet arasındaki yazışmalar bile eskisine oranla çok artmıştır. Böylece
Tanzimat dönemi kendiliğinden ilk yazı düzenlemesinin yapıldığı, yönetimin her
kesiminde standart yazı türünün kullanıldığı bir dönem oldu.
Ülkede ortaokullar (rüşdiyeler) her yerde
açılıyor, yeni yeni sivil okullar kuruluyordu. Yaygınlaştırılmak istenen eğitim
dolayısıyla Arap harflerinin gücüğü, özellikle Türk dili ile bu alfabenin
uyuşmazlığı sorunu kendini duyurdu. Bu sorunlarla salt Osmanlı bürokrasisi
üyeleri değil, eğitim ve düşün alanında yeni bir uyanış dönemine giren Çarlık
Rusya’sı periferi vilâyetlerindeki Müslüman aydınlar da uğraşmaya başlamıştı.
Bu gruba girenler 19. yüzyıl başlarından beri ulusalcı bir bilinçle tarih ve
dil araştırmaları yapan eğitimciler ve yazarlardı. Sözü geçen her iki grup da
'imlâ ıslahatı' önerileriyle işe girişip, Latin harflerinin kabulünü savunmaya
kadar işi vardırdılar.
Osmanlı İmparatorluğu dışındaki ulusala
aydınların ilk örneğine 19. yüzyıl başlarında Çarlık Rusyası'nda rastlıyoruz.
Azerbaycanlı olup, Hıristiyanlığa geçen (Aleksandr) Mirza Kâzım Bey (kendisi 1835'te İmparatorluk Bilimler
Akademisi üyeliğine seçilmiş, 1840'ta İngiliz Kraliyet Bilim Cemiyeti üyesi
olmuştur) Türk lehçeleri ve dilleri üzerindeki araştırmalarıyla tanınmış bir
bilgindir. Bu bilim adamı, Türk dilleri için ortak bir dil ve imlâ
önermektedir. Yine 1863'te İstanbul'a gelen Azerbaycanlı ünlü dramaturg Mirza Fethali Ahundzade, Osmanlı Cemiyet-i
İlmiyesi'ne sunduğu, 20 Safer 1280 (6 Ağustos 1863) tarihli bir öneride,
imlânın düzeltilmesini önermektedir. Ancak Cemiyet bu öneriyi olumlu ve
yararlı görmekle birlikte, imlânın bu yeni öneriyle pek de kolaylaşmayacağım
belirtmiştir. Ahundzade aslında Türkçenin Latin harfleriyle yazılması
gerektiği görüşünde olan bir düşünürdü. İmlâ ıslahatı' projesi Fuat Paşa ve
Cemiyet tarafından 'ihtiyat' gerekçesiyle reddedilmiş, fakat Ahundzade'ye bir
Mecidî nişan ihsan buyrulmuştur.[4]
Aynı dönem içinde Osmanlı devlet adamları,
daha ihtiyatlı ve gerçekçi önlemler öneriyorlardı. Bu öneriler; 'Arap
harflerinin ıslahı, yani imlânın Türk diline uydurulması..' düşüncesi etrafında
toplanmaktadır. Bu, daha önce gördüğümüz Büyük Fetro tipi bir yenilikçiliktir.
Tarih, modernleşme dönemine daha geç giren Osmanlı İmparatorluğu'nda benzer
şartları yaratmaktadır. Nitekim; Ahundzade'den
bir yıl önce Osmanlı devlet adamı Münif Paşa
(Efendi) bir imlâ ıslahı önerisiyle ortaya çıkmıştı. Münif Paşa 13 Zilkaade
1278'de (12 Mayıs 1862) Osmanlı Cemiyet-i İlmîyyesi'ne sunduğu önergede, o gün
kullanılmakta olan yazı üzerindeki eleştirilerini şu dört noktada toplamıştır
1. Dilin imlâsındaki
kuralsızlık, okumayı alışkanlığa dayandırmaktadır. Örneğin, kürk ( كورك), on (اون) uç (اوج) kelimeleri birkaç türlü okunabilir.
2. Arapça, Farsça
tamlamalar okumayı daha da güçleştirir. Gerçekten de Arap harfleri, okumakla
kelime dağarcığım artırmaz, ancak kelime dağarcığı yüklü olanların rahat
okuyabilecekleri bir yazıdır.
3. Büyük harf olmaması,
cümlelerin izlenmesini güçleştirir.
4. Arap harfleri baskı
işlerinde güçlük doğurur. Başta, ortada ve sonda ayrı yazılmaları nedeniyle,
bir dizgi kasasında 30-40 tane değil, 100'ü aşkın harf gereklidir.[5]
Birkaç yıl sonra, gene aynı konu üzerinde
Namık Kemal ile İran'ın İstanbul büyükelçisi Mirza Melkom Han arasında Hürriyet gazetesinde bir tartışma açıldı.
Gazetenin 13 Rebiülahır 1281 (9 Ağustos 1869) tarihli sayısında Melkom Han; "Arap harflerinin halihazır
durumu İslam çocuklarının maarif ve terakkiine mâni olmaktadır,"
diyerek harflerin yeniden düzenlenmesini ve aşağıdaki işlerin yapılmasını
öneriyordu:
1. Sesli harflerin
artırılması,
2. Harflerin ayrı
yazılması,
3. Hareke sisteminin
getirilmesi. (Hareke, Arap alfabesinde seslilerin yerine kullanılan
işaretlerdir.)
Namık Kemal, Melkom Han'a aynı gazetede
verdiği cevapta ve sonraları yayımlanan başka mektuplarında, Arap harflerini
olduğu gibi savundu.[6]
Namık Kemal'in buradaki savunması ve ileri sürdüğü tez sonraları Arap
harflerini savunanlarca tekrar ele anılagelmiştir. Namık Kemal, okuma
güçlüklerinin Fransız ve İngiliz dillerinde de bulunduğunu söylüyordu. Ancak
Namık Kemal, Osmanlı imlâsının yalnızca güçlük değil bazı tutarsızlıkları da
barındırdığını zikretmemeyi tercih etmiştir. Aynı kelimenin birkaç türlü
okunabilmesi, imlânın saygın bir düzeyi olmadığını gösterir. Reform
isteklilerinin tüm çabalan da bu durumu düzeltmekti. Mirza Melkom Han daha
sonraları Londra'da büyükelçi iken 1885 yılında Durub-u Emsal adlı bir kitap bastırdı.10 Mirza
Melkom Han burada, önerdiği projeyi uygulamaya koyuyordu. Harfler ayn ayrı
basılmıştı. Üstelik imlânın Türkçeye uydurulması için sesliler bol bol
kullanılıyordu. Böylelikle sonraları Huruf-u
Munfasıla adıyla Enver Paşa tarafından orduda kullanılacak olan bu
alfabe. Mirza Melkom Han tarafından ortaya atılmıştı. Bu yazı türü vereceğimiz
örnekte de görüleceği gibi okumayı kolaylaştırıyorsa da yazmak için pek pratik
değildir. Örneğin, ak akçe kara gün içindir. Bunu yazı biçiminde yazıyordu.
Namık Kemal ve Mirza Melkom Han arasındaki tartışma sürerken Terakki gazetesinde Hayreddin Bey, 'Maarifi
Umumiye' adlı makalesinde Rusya'yı örnek göstererek elifbada değişikliği
öneriyor ve Ebüz Ziya Tevfik Beyle tartışmaya giriyordu.[7] Bu
tür tartışmaların İkinci Meşrutiyet'ten sonra yoğunlaştığını, üstelik daha
cüretkâr değişiklik önerileri de yapıldığını görüyoruz. 19. yüzyıl boyunca Ali
Suavi, Şemseddin Sami, Ebüzziya Tevfik gibi aydınlar önerilerini hep Arap
harflerinin düzeltilmesi etrafında yoğunlaştırmışlardı. Oysa şimdi Latin
harflerinin kabulünden söz edenler de vardır.
Latin harflerinin kabulünü önerenler içinde
Abdullah Cevdet, Hüseyin Cahit (Yalçın) ve Celal Nuri (İleri) başta gelir. Bunlar Arap harfleriyle Türk yazı dilinin
karışıklıktan kurtulamayacağını, bu harflerle hiçbir düzenlemenin mümkün
olmadığım ileri sürüyorlardı. Türk dilinin ve eğitiminin gelişmesinin ancak
Latin harflerinin kabulü ile mümkün olacağını savunmaktaydılar, Hüseyin Cahit Bey,
uygulama için Arnavutların Latin harflerini almasını örnek gösterirken, Celâl
Nuri, hiç değilse bir sancak merkezinde birkaç yıl bu sistemin uygulanmasını
istiyordu. Bu öneri ve
tartışmaların sonucunda Arnavut halkını temsil eden bir grup, Meclis-i Mebusan'a
Latin harflerinin kabulü için bir 'takrir" de verdirmiştir. Ancak Sinop
mebusu Hasan Fehmi Efendi, bu takrir aleyhine Şeyhülislam'dan bir fetva alarak,
yasalaşmasını önlemiştir.[8]
Latin harflerinin, kendini gizleyen bir
taraftarı da Sultan II. Abdülhamid gibi görünüyor. Ona göre: "Halkımızın
büyük cehaletine sebep, okuma yazma öğrenimindeki güçlüktür. Bu güçlüğün
nedeni ise harflerimizdir." Sultan Abdülhamid, "Belki
bu işi kolaylaştırmak için Latin alfabesini kabul etmek yerinde olur," demektedir.[9] İkinci
Abdülhamid'in tersine bu konuda inandığını cesaretle savunanlar da vardır.
Manastır vilâyetinin Görice Sancağı'nda Kuran-ı Kerim ve Ulûm-u Diniye
muallimi olan Hafız Ali Efendi, Latin harflerine taraftar olduğu için işinden
atılmıştır. Ancak Manastır Valisi Ali Münif Paşa'nın ricasıyla 4 Kasım 1327
(16 Ocak 1911) tarihinde yeniden işe alınmıştır.[10]
Taraftarlarının artmasına karşın, Latin harflerinin kabulü sorunu uygulamada
cesaretsizlik nedeniyle hasır altı edilmektedir. Arap harflerinden memnun olmayanlar
içinde Uygur harflerinin kabulünü savunanlar da vardır.[11]
Fakat İkinci Meşrutiyet döneminde Arap
harflerinin 'ıslahı' taraftarları düşüncelerini kısmen uygulamaya koyabildiler.
İranlıların daha VIII-IX,
yüzyıllarda Arap
harflerini bir ölçüde kendi dillerine uydurabilmelerine karşın, Türklerin aynı
titizliği gösteremediğini belirtmiştik. Oysa Türk dilinin ek kök yapısına ve
ses uyumu temeline dayanan morfolojik özelliği (analitik fleksibl), bu tür
düzenlemeleri kaçınılmaz kılmaktadır. Bu dönemde ıslahatçıların başında
gelenler, Milaslı İsmail Hakkı, İsmail Hakkı (Baltacıoğlu), Celal Sahir
(Erozan) ve Cihangirli M. Şinasi'dir.[12]
Bunlardan İsmail Hakkı ve Cihangirli M. Şinasi, 1912'de Tadîl-i Huruf Meselesi'
adlı bir risale yayımlayarak önerilerini sundular. Bu kişiler, seslilerin bol
bol kullanılmasını istemekteydiler.
…
İslahatçıların bu fikirlerini eğitim yoluyla
uygulamaya koyan iki düşünür ve eğitimci üzerinde durmak gerekir kanısındayız.
Üstelik bu iki eğitimcinin bu yoldaki katkıları bugüne değin literatürde
yadsınmıştır. Bunlardan birincisi Satı Bey'dir. (Sonraları Arap ülkelerine
göçen ve Satı-Al Husrî olarak
tanınan ve Arap ulusalcılığının teorisini yapan kişidir) Satı Bey, meşrutiyetin
fikir iklimi içinde önemli bir düşünür ve eğitimcidir. Daha çok
fizik-pozitivist olan bu düşünür, bireyin eğitimi sırasında bireyci bir topluma
yönelik değerlerin kazandırılması ve uygulamalı öğretime ağırlık verilmesi
taraftarıydı. 1910 yılında kendisinin kurduğu ve bizdeki ilk örnek olan
anaokuluna 'Yuva' adını vermiştir; Burada Satı Bey, Türk fonetiğine uygun bir
imlâyı esas almış ve çocuklara kısa zamanda okuma yazma öğretmiştir. Satı
Bey'ınkine benzer bir uygulamayı, daha önceden geniş bir şekilde gerçekleştiren
ikinci kişi ise İsmail Gaspiralı (Gaspırinski) Bey'dir. Rusya periferisindeki
Türk toplumlan, üzerinde eğitim ve basın organları ile etkili olan bu düşünür,
Türk fonetiğine uygun imlâyı okullarda öğretmek için 1883'te Kırım
Balıçesaray'da ilk Usul-ü Cedid
mektebini kurmuş ve üç ayda okuma öğrettiği görülünce 20 yıl içinde Rusya
periferisinin her yerinde bu okulların sayısı 500(76 çıkmıştır. Ayrıca
çıkardığı Tercüman gazetesinin
bazı makale ve haberleri bu imlâ ile yazılıyordu. Kuşkusuz bu imlânın
uygulanması için Gaspiralı, dilde de sadeleşme yönüne gitmiş ve Azeri-Oğuz
lehçelerinden alman kelimeleri bolca kullanmıştır,[13]
Gaspıralı imlâ düzenlemesi konusunda Tanzimat'tan beri rastladığımız Osmanlı
düşünürlerinin önerilerini de dikkate almış görünüyor.
İmlâ reformu konusundaki bu öneri ve
uygulamalar meşrutiyetten sonra etkili olmuştur. Basılan kitaplarda yeni imlâya
bir ölçüde dikkat edildiği, noktalamaya önem verildiği bilinen gerçeklerdendir.
Bunlar dışında örneğini daha önce Mirza Melkom Han'ın verdiği ve tümü ile Türk
fonetiğini dikkate alan bir yazının geliştirilip, Enver Paşa'nın emriyle
orduda uygulamasına geçildiğini belirtmiştik. Huruf-u
Munfasıla, Enverî Yazı, Hattı Cedid, Orda Elifbası denilen bu
alfabenin pratik olmadığı ve harb muhaberatını sekteye uğratacağı' gerekçesiyle
bırakıldığım biliyoruz.19 Şu kadarını da belirtelim ki, Birinci
Dünya Savaşı'nda Galiçya cephesinde haberleşme Latin harfleri ile yapılıyordu.
Bütün bu uygulama ve girişimler yeni Türkiye
Devleti'ne bir miras olarak geçmiştir. Ancak bu miras bir şeyi gösteriyor ki, o
da, Arap harflerinin modem bürokraside ve yaygın eğitimde kullanılabilecek bir araç olmadığıydı: Bu nedenle 1920'Ierde Latin harflerinin kabulü konusu Türkiye içinde ve
dışında tekrar canlılık kazandı. Daha 1923 yılında İzmir İktisat Kongresi'nde,
delegelerden biri Latin harflerinin kabulü için bir öneride bulunduğunda Kâzım
Paşa (Karabekir), "Latin harflerinin kabulü meselesi, Avrupalılarca bizi
bölmek ve İslam âleminden koparmak için ortaya atılan bir nifak tohumudur'
diyor ve Arnavutlarla Azerbaycanlıların bu
yüzden çoktan pişman olduğunu ekliyordu. Görülüyor ki, yeni Türkiye
Cumhuriyeti daha ilk günlerinden bu tartışmalarla karşı karşıya kalacaktır.[14]
1925'te Bakû'da toplanan Türkoloji
Kongresi'nde Bekir Çobanzâde, Haşan Sabrı Ayvazof, Ağamalioğlu tüm Türk
dillerini konuşanlar için Latin harflerinin kabulünü savundular ve bir genel
alfabe projesi önerdiler. Bu kongreye katılan Köprülüzade Mehmet Fuat Bey"in tutumu öğrenilemedi.[15]
Ancak kendisi, Aralık 1926'da Millî Mecmua'
da yayımlanan bir makalesinde, 'harfler konusu ile ihtisas sahibi olmayanların
uğraşmaması gerektiği halde, herkesin bu konuyu iş edindiği, bir milletin
maarif ve kültür hayatında harflerin önemsiz bir mesele olduğu, Latin
harfleriyle medeni terakki sağlanamayacağı,
zaten yeni alfabenin yaratacağı zorluklar dolayısıyla tutunamayacağını
yazmaktadır.[16]
Köprülü o sıralarda yeni
harflerin aleyhindedir. Nitekim Türk Ocağı'nda verdiği bir konferansta da
bu düşüncelerini açıklamıştır.[17]
Türk Ocağı'nda verilen konferans, Darülfünun müderrislerinden Şekib (Hüsnü)
Bey'in Akşam gazetesinde çıkan ve
Türkçenin ilkel bir dil olduğunu, bir yabancı dilin kabulü gerektiğini savunan
yazısı üzerine verilmiştir. Bu düşünceye karşı doğan haklı tepkileri Köprülü,
'ilmin sesi olarak', Latin harflerine karşı bir kampanya yürütmekle
kullanmıştır. Fuat Köprülü, Türk imlâsı İle Arap harflerinin ne derecede
bağdaştığı sorunu üzerinde durmaksızın, Namık Kemal'in bu konudaki itirazları
etrafında Arap harflerinin savunmasını yapıyordu. 1926 yılı bir yerde, bu
konudaki tartışmaların doruk noktasını teşkil eder. Aynı yıl içinde Ali Seydî
Bey, benzer fikirlere dayanarak Latin harflerinin aleyhinde bulunan bir risale
yayımlamıştır. Ali Seydî Bey'in başlıca itirazı, Arapça kelimelerin Latin
harfleri ile yazılmayacağıdır[18]
Gerçekten de bu tür itirazlara cevap, 1930'larda harf devriminin hemen ardından
başlayan dilde sadeleşme hareketi ile oldu. Bu sıralarda Dr. İsmail Şükrü,
Latin harflerinin kabulüne karşı çıkmakta fakat Arap harflerinde de önemli bir
düzenlemeyi gerekli görmektedir. Çıkardığı broşür, Latin Harflerinden
ve Arap Harflerinden Daha İyisini Bulalım adını taşıyordu.[19]
Bütün bu tartışmalar 1927 yılında
kesilmektedir. O tarihten sonra basında yalnızca Latin harflerinin
savunucularına rastlanıyor. Anlaşılan Cumhuriyet yöneticileri bu konuda kesin
ve kararlı tutumlarını duyurmuşlardır.
1927 ve 1928 yıllarında
Falih Rıfkı (Atay), Yunus Nadi, Mithat Sadullah (Sander) basında sürekli olarak
Latin harflerinin propagandasını yapmaktadırlar. Bir ara Latin harflerinin
savunuculuğundan vazgeçen Celal Nuri (İleri) şimdi gene İkdam'da Ahmet Cevat (Emre) Vakit'te bu kafileye katılmışlardır. Mayıs
1928'de Büyük Millet Meclisi, Arap asıllı Latin (!) rakamlarını kabul etmiştir.
Bu kanunun görüşmeleri sırasında, aslen ulemadan olan Haşan Fehmi, 'rakamlardan
başka Latin hurufunun ne zaman kabul edileceğini, gecikmesindeki sebebi'
hükümete sormaktadır.[20]
20 Mayıs 1928'de bir dil encümeni
kuruldu. Üyeler; Falih Rıfkı, Yakub Kadri, Ruşen Eşref, R. Hulusi, A. Cevad,
Fazıl Ahmet, M. Emin ve İhsan Bey'dir. Encümen,
Latin harflerinin kabulü ve uygulanması sorunuyla ciddî olarak uğraşıyordu. 9
Ağustos'ta Atatürk'ün Sarayburnu konuşmasından sonra, bir ölçüde uygulamaya
geçilmiştir. Ağustos ayı içerisinde, İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü, gelecek
yıl derslerin yeni harflerle yapılacağını açıkladı. Latin harfleri
kampanyasını yürütenlerin önde gelenlerinden Adliye Vekili Mahmut Esat
(Bozkurt), Hukuk Fakültesi diplomalarının yeni harflerle basılmasını emretti [21]
1 Kasım 1928'de Atatürk, Meclis'i açış nutkunda, getirilen kanun, tasarısından
söz ederek, Arap harflerini savunan görüşlerin inandırıcı olmadığını, bu
kuşağın, gelecek kuşakların eğitimi ve ilerlemesi için, alışkanlıklarından
fedakârlık etmek zorunda olduğunu bildirdi.[22]
Gerçekten de yeni harflere direnme, yazı konusundaki yeteneğini kaybetmek
korkusundan da geliyordu.
Devrimin ilk anda sarsıcı etkileri görüldü,
1 Ocak 1929'dan başlayarak Latin harflerinin istisnasız uygulanması, ders
kitabı stoku yapan bazı yayınevlerinin iflâsına neden olurken, gazetelerin
satışları da ilk aylarda düştü. Harf devrimini kısa sürede gerçekleştirmek biçimindeki "bu
radikal uygulama, Falih Rıfkı'ya göre, Atatürk'ün, 'Latin harflerinin de Enverî
yazının akibetine uğrayabileceği yolundaki endişesinden kaynaklanıyordu.[23]
Fakat bu sarsıntı dönemi, kısa sürede sona ermiştir.
Türkiye'de yeni harflerin kabulünden önce,
Latin harfleri 1924'te Kafkasya'da Azeriler, Kumık ve Karaçaylar tarafından,
1927'de de Özbekler ve Kazanlılar tarafından kabul edilmiştir. Ancak, anılan
yörelerde Latin harfleri uygulaması sınırlı bir deneme niteliğinde kalmıştır.
Oysa literatürde bu konuda bir yanılgı devam edegelmektedir.[24]
Türkiye'de Latin harflerinin kabulünden sonra, Sovyetlerdeki Türk
cumhuriyetlerde de Latin harfleri yaygınlık kazanmıştır. Üstelik 1928
sonlarında Kırım'da ve Kazakistan'da da Latin harfleri uygulamaya
başlanmıştır. Latin alfabesi yayın yaşamı ve eğitim düzeyinin oldukça düşük
bulunduğu bir dönemde kabul edildiğinden, değişikliğin büyük sorunlar yarattığı
söylenemez. Eğer bu tür bir yenilik hareketi gecikseydi, daha büyük sorunlar
yaratacağına kuşku yoktur. Nitekim, İran'da da Latin harflerinin kabulü
tartışmaları uzun zamandır sürdüğü halde, değişikliğe kimse cesaret
edememişti. 1946'da Ebulkasım Azâd Meragi tarafından kurulan 'Encümen-i Taraf
taran-ı Elifbayı Asân'ın faaliyeti, bu konuda bir başlangıç olduğu halde,
tartışmalar yakın zamana kadar sürmüştü.[25] Benzer
tartışmayı yapan bir grup İsrail'de de vardır.
1927 Kasım 1928'de
kabul edilen alfabe, o zamana kadar ileri sürülen alfabe projelerinden daha
mükemmeldi. Aslında Türkçede Latin harflerinin Tanzimat'tan beri telgraflarda,
bazı sözlüklerde;[26]
Yunan harflerinin ise Karaman Rumlarının İncil'lerinde kullanıldığını
biliyoruz.[27]
Ancak, 1927 devrimi ile getirilen alfabe, bu örneklere göre Türk fonetiğine
daha uygundu. Sadeleşen ve-konuşulduğu gibi yazılmaya başlanan Türkçe için bu
harflerden başkası da düşünülemezdi.
Kaynak: İlber Ortaylı, BATILILAŞMA YOLUNDA, Merkez Kitaplar, 2007
[1] Bu yazı: Türkiye Cumhuriyeti'nin Yetmiş Beş Yılı Armağanı,
Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Türk Tarih Kurumu Yayınlan, Dizi
XVI, S. 80. Ankara 1998, s. 68-84
[3] Fürüzan
Kınal, 'Çivi Yazısının Doğuşu ve Gelişmesi', DTCF Tarih Araştırmaları Dergisi,
C. VII, S. 12-13, Ankara 1973, s. 5-7.
[4] Ahundzade'nin
lâyihasını ise Cemiyet cevabında, "Fevaîd ve muhassenah tasdik ve teslim
olunmuş ise de, mücerred icrasında derkâr olan müşkülât-ı azîmi ve eski âsâr-ı
islamiyyenin nisyanında müeddi olacağını" ileri sürüyordu. Bkz. Agâh Sim
Levetıd, Türk Dilinde Gelişme ve Sadeleşme Safhaları,
T.D.K./D 31, T.T.K. Basımevi, Ankara 1949, s. 170; ayrıca bkz. Ş. Ülkütaşır, Atatürk
ve Harf Devrimi, TDK Yayını, Ankara 1973, s, 19; Ahundzade
projesine Cemiyet'in cevabı hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Tansel, a.g.m.,
s. 225-226.
[5] Münif
Paşa'nın bu projesi Mecmua-i Fünun Hic,
1270/M, 1868 sayı 14, s. 74- 77'dedir. Bkz. Ş. Ülkütaşır, a.g.e.,
s. 17.
[6] F.
A. Tansel, a.g e., s. 231 ve Melkom Han'ın Farsça
mektubunun metni ile Namık Kemal'in özel mektuplarını vermektedir.
[9] Sultan Abdülhamid'in 1930'dan sonra
yayımlanan bu görüş ve düşüncelerini içeren defter, dilimize çevrilmiştir. Bkz.
Sultan Abdülhamid, Siyasi Hatıratım, çev.
Salih Can, Hareket Yayınlan, İstanbul, 1974, s. 177-178.
[11] Ulkütaşır,
a.g.e„
s. 32'de Dobrucalı A. H. Mustafa Bey"in bu dönemde Uygur harflerinin
kabulünü önerdiği belirtiliyor.
[13] Örneğin
23 Eylül 1895 (Ortodoks-Rus Tak. Göre) tarihli Tercümanda yer alan bir haberdi;
"Yere atub, ayak ile basub... hanelerine kaytmaya mecbur bulundular"
gibi kelimelere rastlıyoruz.
[13] Bkz. Ordu Salnamesi,
İstanbul 1330 (1914).
[14] Gündüz
Okçun (derleyen), Türkiye İktisat Kongresi 1923 İzmir, Haberler, Belgeler,
Yorumlar, S.B.F., (ikinci baskı), Ankara 1971, s. 318-320.
[15] Bakû
Türkoloji kongresi için bkz: Thedor Menzel 'Der. II. Türkologische Kongress
in Baku (26.ll.bis
6.1II. 1926)' Sonderdruck
aus der Z. Der Islam bd. XVI,
Berlin Leipzig 1926, s. 176.
[16] Köprülüzade Mehmet Fuat, 'Harf Meselesi', Millî Mecmua, c. 7,
no: 75, Kânunevvel 1926, s. 1206*1207.
[18] Ali
Şeydi, Latin Harfleri lisammvza Kabü-i Tatbik Midir?
İkdam Matbaası, İstanbul 1340 (1926).
[19] İsmail Şükrü, Latin Alfabesi, Latín Harfleri ve Arap
Harflerinden Daha İyisini Bulalım, Kader Matbaası, İstanbul 1926.
[20] Faik
Reşit Unat, 'Latin Alfabesinden Türk Alfabesine', Türk Dili, c. 2, S.
23, Ağustos 1953, s. 721-737.
[24] Bernard
Lewis, Emergence Of Madem Turkey,
Oxford University Press London, 1961, s. 271'de Sovyet Türkik cumhuriyetlerinde Latin harflerinin kabul edilme sinin Türkiye'yi etkilemek amacını
taşıdığını söyler. Bu yanlış yargıya, olayı etraflıca incelemediği için
varmaktadır.
[27] Panaia Dia tiki, Gîani Teurati Şerif,
AtinataGeorgi Polumeri'nin Basmas'inde tab olunmuştur, 1838.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar