HAZRETİ İSA aleyhisselâma AÇIK MEKTUP
Süleyman Nazif
Bu
satırlar (Vatan) ve (Son Telgraf) gazetelerinde yayınlanırken. Hıristiyan
gazeteler, büyük gürültüler çıkartarak, yazarlarını savcılığa bile başvuruda
bulundurdular. Onların gözünde eleştiri ve küfür yalnız bizim dinimize yakışır
ve hedef olabilir. Hıristiyânlığa yönelecek küçük bir ima onları
saldırganlaştırıyor.
Bu
açık mektubu şu sırada Hazret-i İsâ’ya niçin yazdığımı söyleyeyim:
Bir
sabah, gazeteleri açtığımda, İngilizlerin Birleşmiş Milletler temsilcisi olan
Hıristiyan, Türkiye’de azınlıkları, yani kendi dinlerini koruma ve Türklerin
bunlar hakkındaki uygulamalarını kontrol için geçici veya daimi bir heyet
gönderilmesini önermiş olduğunu gördüm. Başka yerlerde azınlıkları değil, büyük
çoğunluğu oluşturan Müslümanlara yapılan işkenceleri körlerden daha çok
görmeyen bu İngiliz o isteğinin nedeni şüphesiz dini çabası ve Haçlılık
fanatizmidir, yine o gün Paris’te yayınlanan bir gazetede bilinen imza ile bir
makale okudum. Fas mücahitleri İspanya ordusunu yenerse, Kuzey Afrika’daki
Avrupa sömürgelerinin tehlikeye düşeceğini ve Müslümanların bunu örnek alarak,
özgürlük talep edeceklerini öne sürerek Abdülkerim"in kuvvetlerini yok
etmeye Fransız, İtalyan ve İngiliz devletlerini davet, yani Septe Boğazlından
Süveyş Kanalı’na ve Akdeniz'den Atlas Okyanusu ve Hindistan'a kadar bir Haçlı
ordusu göndermenin önemine dikkat çekiyordu. İşte o öneri ile bu talep
karşısında şiddetle başkaldıran kişiliğim bana bu yazılan yazdırdı. Türk
basınının bu konuda gösterdiği ilgi ve saldırganlara karşı birlik cephesi
gerçekten teşekküre yakışır ve ümit vericidir. Yalnız dar düşünceli bir dergi
ile nankör kişilikli bir gazete birlik cephesini etkili bir şekilde
gücendirecek birkaç satırı sahifelerine geçirerek Fenerdeki papazlarla bir süre
kucaklaştılar. Birincisi olası, farkında olmadan, İkincisi belki isteyerek ve
zevk alarak.
Süleyman
Nazif.
Ya
Nebiyallah!
Sana
hem duygum, hem akıl ve bilincimle seslenmek isterim. Kendimi bildiğim...
Özür
dilerim ben hiçbir zaman kendimi bilmedim. Aklım olayları anlamaya başladığı
zaman seni tanıdım. Çok dindar Müslüman olan annem ve babam, yirmi sekiz
peygamberin isimleriyle birlikte, senin adını da duygularıma ve imanıma
yerleştirdiler. O zaman duygulanma bugünkü gibi bin bir şüphenin acısı
bulaşmamıştı. Ben senin peygamberliğine, yani doğru yoldan ayrılan ve günah
işleyen insanları hayır ve iyiliğe yöneltmeye Allah tarafından memur edildiğine
uzun seneler namusumla, onurumla, sevgimle iman ettim.
Ama o namus gibi, bu onur ve sevgide şimdi hayal kırıklığına
uğratmıştır. Eğer hala îmân ediyorsam sebebini sen kendi şahsında arama. Seni
onaylamazsam kendi peygamberimi inkar etmiş olacağım. Allahın bu emrini o şerefli peygamber ilk Müslüman atam
aracılığı ile bana bildirdi, yoksa yirmi asırdan beri adına yapılan cinayetleri
insanlık tarihinden senin kitabın İncil ile, Ruh-ullah olduğunu da, peygamber bulunduğunu da inkar
ederdim. Ne yapayım ki Müslüman doğduğum gibi, Müslüman ölmeye karar verdim.
Sayısız tehlikelerden kurtardığım dinimiz esaslarından birini, senin
dinsizlerine öfkelenerek, ret ve inkar ederek tamamen dinden çıkmak istemem.
İşte sana seslenişimin masum duyguları budur.
Şimdi
de akıl ve bilincimin soru ve kızgınlığını şahsınıza yönelteyim:
Bilirsin ki, değişik değişik olayların ortaya çıkması
karşısında bir gün öfkelenen Hazret-i Mûsâ Cenabı-ı Hakka (Bu ancak senin
fitnendir) demişti. Ben de senin yirmi asırdan bu
güne fitne ocağı, fesat kaynağı olduğunu yüzüne karşı söylersem saygısızlık
etmiş olur muyum?..
Söyle:
Var mısın? yok musun?.. Kimsin, nesin?... yerde mi, göklerde
misin?..
Senden
beş yüz yetmiş bir sene sonra doğmuş olan Allah'ın Resûlü... Benim peygamberim,
Allah'ın Meryem’e üflediği rûhtan senin vücut bulmuş olduğunu söylüyor. Üstelik
seni çarmıha gererek öldürdüklerini söylemeye gönlü razı olmadığından o sevgi
dolu peygamberimiz, dipdiri göğe çıktığını Muhbir-i Sâdık-Sâdık Haberci
sıfatıyla haber vermiştir.
O
halde sen sağsın. Ve bulunduğun yerden Dünya denilen bu yerdeki öfkeli
kalabalığı görüyor, buradan yükselen duâları işitiyorsun demektir.
Roma
İmparatorlarından (Neron) , senin dinine ilk inananları topluca öldürttü. Onun
başka günahlarını bilmem; Ama bu kusurumu Allah af... Hayır af yeterli değil,
sevap kazanmış kalp ile Neron’a cennette... Ve senin yanında bir yer versin.
Sözüme
kızma:
Biraz
sonra imparator lakabını Papa unvanı ile değiştirerek onun makamına senin
yetkilerinle geçen herifler, eziyette, cinayette, rezillikte Neron’u kat kat
geçtiler, Neron yalnız on dört sene Roma’da hükümet ve bu arada biraz da eziyet
etmişti. Eğer yaptığı işlere hayran olan bu davranışlarına eziyet demek yerinde
ise... Ve günah değilse...
Oysa
sana şahitsiz inanan, dininin insanları bin sekiz yüz seneden beri, dünyanın
her yanında aralıksız kan döküyor ve dökülen kanlarda hep sessiz, ezilmiş
suçsuz damarlardan fışkırıyor. Neron’un kutsal satırı çekilir çekilmez senin
dininin insanları tecavüze başladı. İnsanlar o zamandan beri huzurdan
yoksundurlar.
(Cristofero
Colombo) adlı, İtalyan mı. İspanyol mu
Allah’ın ne belası olduğunu bilmediğim serserinin aklına bir gün eserek yaptığı
uzun yolculuğu sırasında, o zamana kadar bilinmeyen bir kıta buldu.
Senin
zamanında bilinmeyen bu yeni dünyanın adına dört yüz seneden bu güne Amerika
diyorlar, yaratılıştan bu güne rahat yaşamış ve seninkilerin kötülüklerinden
bin dört yüz seneden fazla güvende, sakin ve korunmalı kalmış olan bir halka.
İtalyan serserisi, İspanyol gemisiyle yok oluş ve ölüm götürüyordu.
Gerçekten, çok geçmeden oradaki yerli halk yok edilerek
yerlerine seninkiler geçip kuruldular. Senin -sözde- şahadetinin sembolü
olan kanlı haçı şimdi Amerika'dan da dünyanın Hıristiyan olmayanların yaşadığı
bölgelere de fesat, baştan çıkarma, karışıklık, değişik yerlerde toplu ölüm ve
sadaka dağıtıyor.
Ah!...
Kaç senedir, kaç asırdır bu uğursuz haç, katil sürülere hem öncülük, hem
artçılık etmekte!.. Müslüman Afrika'ya İngiliz. Fransız. İtalyan, İspanyol.
Portekiz, Hollanda, Belçika ve daha bilmem kimler sataşmış.
Misyonerlerin
ellerinde haç, her tarafa, her kabileye, her eve ateş ve ölüm saçıyorlar.
Endülüs'te*
(Got-Goth)s adlı yarı vahşi bir kavim ve devlet vardı. Gothlar senin dinine
bağlı oldukları için ben onlara doğrudan tam vahşi diyebilirdim. Ama tarihe ve
tarafsızlığa saygım olduğu için, oradaki sosyal yapılaşmayı da dikkate alarak
yarı vahşi dedim. Müslümanlar Endülüs'e bin iki yüz sene önce uygarlık ve ilim
götürdüler. Senin dininin insanlarını, bir gün dünyanın başına bela olacak
kadar güçlü donatılmış bilginin tohumlarını ikinci kez. Bu Endülüs Müslümanları
Avrupa'nın toprağına saçmışlardı, yunan ve Latin uygarlıkları putperest idi.
Bizimkiler onu (o uygarlığı) İslamiyet'e kabul, seninkiler gâvur ettiler. Bu
uygarlığı ve tüm dünyayı zehriyle boğan katile, patlaması bir dağı bir dakikada
havaya uçuran, parçalarını uzayın derinliklerine ulaştıran, bulutların üstünden
denizlerin dibine kadar her yeri yakıp yıkacak bir varlık ve yetenek verdiler.
Bu
uygarlık Hıristiyan olmadan, yani Müslüman iken, onda ahlak ve adaletin
yasalarına uyulan kutsal kitabı vardı. Seninkiler tümünü kovup doğruluk yerine
kuvveti getirdiler. Şeytanın Hıristiyan uygarlığındaki yeri senin makamından
çok yüksek ve seçkindir. Rûh-ullah olan sen bunu görmüyor ve sezinlemiyor
musun?
Söyle!.,
yoksa kafir şüphelere düşerim!..
Seninkiler
yalnız bize ve kendilerinden olmayan toplumlara kötülük etmekle yetinmediler;
Sende onların haksızlığına uğradın, birkaçını ben haber vereyim.
Sana Allah'ın oğlu dediler; sıkılmadın, hatırın için Allah'ı
üç parça ettiler; titremedin. Adına İncil adı ile birbirine zıt kitaplar
yazdılar; utanmadın. İbadet yerinden kötü düşünceleri
uzaklaştırmak için çabalarken, dünyada yaşamın tehlikeye girmişti. Kiliselerin
minber ve mihrabına kadar Hıristiyanlık dünyasının her yanı kumarhanelerden,
ayıp, aşağılık yerlere döndü; Sen ortakları gibi susuyorsun.
Dininin
dünyayı istila ettiği yeterli değilmiş gibi, Roma'daki vekilin öbür dünyada
cennetler ve cennetlerde yer satıyor; sen bir tapu memuru hoşgörüsü ile bu
alım-satımı uysal suskunluğun ile onaylattırmamasın. Ayıp değil mi?.. Ve sen
peygamber değil misin?
Saf olan bizimkiler senin bu dünyanın son gününde yeryüzüne
inerek, insanları yanlıştan kurtaracağına inanıyorlar. Seninkiler onları yıkıp-bozarken
bile çaresizler. Gelecek Mesih'e içtenlikle inanıp seni uyarıyorlar. Eğer
gerçekten dünyayı kötülüklerden kurtarmak için geleceksen vakti çoktan geldi ve
geçiyor. Şam'daki minareye mi nereye ineceksen acele et. Artık insanlığın
sabrı ve seninkilere katlanacak gücü kalmadı.
Ey Meryem’in oğlu, Adem oğullarını
özellikle seninkilerin kötülük ve eziyetlerinden kurtarmak için sana
inananların kesimevlerine çevirdiği bu dünyaya ya hemen gel; veya iki elini
utançla iki yüzüne tutarak, hangi katında olduğunu bilmediğim göklerden kendini
cehenneme at!..
Güçsüz
omuzlarımda tam yirmi yüz yılın acı yükünü taşıyorum. İnsanlar arasına
karıştığım dakikadan beri huzursuzum. Âdemoğullarının kötü bakışı, vücudumdan
temiz ve bakir anneme utanç odası yaptı ve başına konulmadan işkencelerle
sorgulandım.
Yeryüzündeki
otuz üç senelik yaşamımın, bir dakikası işkencesiz geçmedi. Göğe çıkarıldıktan
sonra da, bir an huzur bulamadım. Sonsuzluğun dikenli yollarında, çıplak
ayaklarla yürüyen varlığımdan aralıksız kan akıyor. Bu sonsuz yaşam değil,
sonsuz işkencedir.
Her
peygamber inananların üzüntü ve sevinç duygularını paylaşır. yeryüzünün birer
köşesinden öteki dünyaya gitmeyi bekleyen peygamber cesetleri, dünyanın iyisine
kötüsüne kayıtsız mutluluklarla dolu bir duygusuzluk içinde cennetlik bir yaşam
sürüyorlar. Hüzünleri yok ki cennette sonlansın. Öteki dünyanın zevkleri, o
mutlu cesetlerin dünya zevklerinde yalnız devam edecek.
Bense böyle değilim, ölmemiş olduğum için duygularım da
ruhumla birlikte çaresizdir, yüzyıllarca artan, sonsuz, kat kat ve tekrar
tekrar çoğalan bir eziyet... Ya Rabbi! Ölmemek ne büyük Felaket imiş!..
Adıma
şahitsiz inanan hayırsız insanların yaptığı işlerden beni azarlamak ve sorumlu
tutmak doğru değildir. Ben onları hiç kabul etmedim. Her zaman geri çevirdim,
inkâr ettim, çirkin gördüm ve lanetledim. Buna gökteki meleklerle,
peygamberlerin rûhları ve Cenabı Allah şahittir.
Sözde
dinimin kitabı olan İncilleri yazanlar ne yüzümü görmüş ne de sesimi
işitmişlerdi. Hıristiyanlık kimi delilerin elinde alay konusu oldu.
"Hatırın için Allah'ı üç parça ettiler;
Titremedin." diyorsun.
Senin
o zaman altmışıncı, yetmişinci atan daha doğmamıştı. Üzgün olup olmadığımı
nereden bileceksin?..
Titremedim mi?.. Titreyen yalnız ben değilim; Göklerde
benimle birlikte titredi. Ve ben göklerle birlikte hâlâ titriyorum.
İstanbul'un
yanı başında sularını Marmara Denizi'ne döken bir göl vardır. Adına (İznik)'
derler. Bilirsin zamanında bu gölün göz alıcı bir kıyısında büyük ve kusursuz
bir kent vardı. Ve ismini göle vermişti: İznik kenti baba, oğul ve kutsal ruh
gülünçlüğü, baba, oğul ve kutsal ruh inançsızlığı (küfürü) Hıristiyanlığın bu
lanetler ülkesinde ilkeleri ilan edildiği için Allah o şehri sonsuza kadar o
gölün sularına gömdü. Nefrete bundan açık şahit mi istersin?.. İznik kentini
kendi adını taşıyan gölün ortasında boğan güçlü eli benim beddualarım hareket
ettirdi. İnsanlar görecekler: Bir gün (Tiber)s nehri coşarak, her biri başka
bir canavarın pençesine dönüşen dalgalarıyla Roma'yı boğacaktır. Oradaki büyük
kilisenin çanı, gürültülerini göklere ulaştırdıkça ben onlara lanet yağdırırım.
Sabırsız olma ey ölümlü. Bir gün mutlaka Allah'ın sabır ve uysallığı Öfkeli
ve yok edici olur.
Roma
put-perest iken dünyanın en kusursuz beldesi idi. Roma birkaç yüzyıl dünyanın
hakimi oldu. Akdeniz, Karadeniz onun yönetiminde ayaklan zincirli birer köle
gibi Roma'nın her isteğine uyar ve her baskısına katlanırdı. Hıristiyanlık,
Roma'ya o yasak dünyaya, önce tamamını küllerle dolduran bir yangın, sonra da ikiyüzlülük,
hile, yalan, arabozuculuk, dolandırıcılık götürdü. Şimdiki Roma'da oluşturulan
misyoner olayları, eski Romalıların "Lejyon'larından daha yalancıdırlar. O lejyonlar toprak işgal
etmeye giderlerdi. Bu misyonerler ise duygu avlamaya çalışıyor, Afrika’daki
Büyük Sahra'dan, Asya'daki (Tibet) yaylaları’na kadar, dünyanın medeni, vahşi
bir yeri yoktur ki misyonerlerin uğursuz ayaklarıyla çiğnenmiş olmasın...
Adı Hıristiyan, Nasrâni, İsevî ne olursa olsun, yeryüzünü huzursuz eden din,
bana ait değildir. Ben Mûsâ'nın dinini devam ile
Muhammed salla’llâhu aleyhi ve selleme ulaştırmaya memur idim. Muhammed
salla’llâhu aleyhi ve sellemin gönderilmesinden sonra benim görevim yani dinim
sona ermiştir.
Zaten,
Hıristiyanlık istediğim gibi temelleşmedi. Daha ilk döneminde aslı esası
olmayan boş inanışlar Nasraniyyete akın akın yerleşmişti. Böyle olmasa bile,
yine İseviliğin altı yüz seneden fazla yaşam hakkı yoktu. Çünkü ben Mûsevîliği
sınırlayıp devam etmeye memur idim. Tamamlamaya mebus Muhammed salla’llâhu aleyhi
ve sellem idi. Allah kendi dinini onun zamanında tamamladı ve onun inananlarına
armağan edip çoğalttı.
Bu
böyle iken Roma’da bana yöneltilen suçlama ile makamına tanrısal bir yükseliş
ölçüsü vermek isteyen papalık, Müslümanlığın en büyük düşmanı oldu. Haçlı
sürüleriyle dünyanın her yanını bin seneye yakın zamandan bu yana Müslüman
kanına boyamaktadır.
Benim
doğup dolaştığım yerleri -ki her dince kutsal topraklardandır- acımasız
insanların ayaklarına çiğnetmekten çekinmedi.
Birinci
dünya savaşında İngiliz ordusu Kudüs’e girerken, papalık kendi köşesinde
Allah’a şükür duaları ile Allah’ın gazabından korunmaya çalıştığını ben de
duydum. Şaşkın yaratık!.. İngiliz Başbakanı ve Allah’ın... Hayır Allah ne
şekilde olursa olsun karıştırılmaz... Şeytanın lanetli kulu (Lloyd George''
tarafından kutsal bölgenin Yahudi bankerlerine vaat edilmiş olduğundan
habersiz, kendisi gibi Allah’ı da kandırmaya çalışıyordu.
Bana
seslenerek yayınladığın sitemlerinden memnun oldum. Hıristiyan yazarların
dinli, dinsiz, büyük, küçük her biri, ilahi ve kutsal kardeşim Muhammed
salla’llâhu aleyhi ve selleme aralıksız yazıları ile saldırmaktan utanmıyorlar.
İnan bana: Muhammed salla’llâhu aleyhi ve selleme atılan her iftira kalbimi
deliyor. Burada çektiğim acıların çoğu o utanmazların yazdıkları yüzündendir.
Ah!..
Bana nasip olmadı: Ama Muhammed salla’llâhu aleyhi ve selleme kutlu olsun.
Allah’ın birliğine inanmayı o mutlu peygamber temelleştirdi. Unutmamışındır: On
beş sene önce Bağdat’tan. Basra’ya dönüyordun. Dicle Nehrinin Şatt-ül Arab'a
yakın bir sahilinde gömülü. İsrail peygamberlerinden (Uzeyr)’in türbesini
ziyaret ettin. Orada önce bir haham Tevrat’tan, sonra bir papaz İncil'den,
sonunda bir imam Kur'an’dan birer sure okudular. Sen bu tevhidin-ilahi vahdeti
karşısında şaşkın, duygulu ağlamıştın.
İşte,
Allah’ın istediği ve benim başaramadığım şey bu idi. Onu Allah Muhammed
salla’llâhu aleyhi ve selleme takdir ve nasip etmiş. Adını bir kere daha kutsar
ve salavat ederim.
Hıristiyanlık
denilen cehennem cezası olmasaydı, dünyanın her yeri Üzeyir’in türbesine
dönecekti. Hiçbir yerde bu tartışmalı dinden... Bu "büyük kötülüğün
kaynağı’ndan felaket fırtınaları çıkmayacaktı.
Yirmi
yüz yıllık yaramı, bir kerede sen kaleminle açtın, önemli değil, ben sana dûa
ve senin dininin insanlarına iyilikler dilerim. Burada acılarım çok büyük.
Yeryüzünde en şeytanca cinayetler işlenir ve dünyada yangınlar çıkarılırken
benim adım kutsanıyordu, bu nedenle...
Hayır, haç senin göstermek istediğin gibi, benim varlığımın
sembolü değil. Onların cinayetlerini yansıtan, bir nefret silahıdır. O ağaca
dünyada çekemedikleri cismimi, gökte her gün, her dakika rûhumla birlikte
asıyorlar.
İnananlarının
soyu bitmiş peygamberler ne kadar mutludurlar!.. Onları burada üzecek olaylar,
yüzyıllardır dünyada işitilmiyor. Hepsi ölümsüzlüğün rahatına şimdiden ulaşmış
ebediliği her zevkiyle yaşıyorlar.
Sonsuzluğun dikenli yollarında, çıplak ayaklarla yürüyen
varlığım, inananlarının soyu bitmiş peygamberlere özeniyor. Allah’ın izni ile
ben de yakında inananlarının soyu bitmiş bir peygamber olurum.
(Aslına
Uygundur)
Sh:93-104
"Hazret-i
İsâ’ya açık mektup” sorunu isterdim ki tümüyle kapansın, çünkü halka da bana da
bıkkınlık verecek kadar uzadı. Ermenice, Rumca, Fransızca gazeteler, bundan
uzun uzun söz ettikleri gibi, ecnebi meclisleri de-ilgisiz kalmadıklarını ima
edip duruyorlar. Bu durum kuşkusuz; "Sebilürreşad”ın son sayısındaki bir
sayfayı haddini aşan ve imzasız hücum, akıldan da önce başa geldi. Hazret-i
İsâ'nın yanıtını bekleyip, bir hafta daha sessiz kalsa idi, o ağır başlı dergi,
zayi ettiği bu sayfayı daha anlamlı bir konuda kullanabilir idi.
Ben.
her şeyi bilmiyorum, ama dinimin emirlerini ve inanç kurallarını bilirim. İmân
ile imansızlık arasındaki farkın topografyası. En korkunç uçurumlarıyla ve her an gözümün
önündedir. O tehlikeli geçitlerin tümüne bin defa girdim, çıktım. Bu
gezilerimde kanıtım, yıllarca karanlıklar ve mezarlıkları korkutacak kadar
derin, gittikçe artan sessizlikler oldu. Çektiğim acıları Allah'tan başka kimse
bilmez. İçinde beni aydınlığa çıkaracak ferahlatacak bir ışık görmediğim
ateşler beni uzun seneler yaktı kavurdu. Allah, beni topraktan yaratıp bir
özellik vermişti. Oysa ben külden yaratılmış gibiyim. Mahşerden önce cehennemi
gördüm ve cehennem hayatı yaşadım. Şimdi gönlüm çok rahat. Çünkü sonunda
aradığımı buldum. İmânın da. inançsızlığın da her aşamasını, aydınlığını ve
karanlığını biliyorum. Beni eleştiren ve adını bilmediğim bey, bu ilahi boşluğa
atılıp düşse idi acaba nasıl bir şaşkınlıkta kalırdı?
Hazret-i
İsâ'ya olan açık mektubumda onun peygamberliğini-hâşâ-ret ve bu konuda açığa
çıkarılacak küçük bir kuşku bile yoktur. Ret ve kuşku şöyle dursun her
satırında coşkun bir onay açıkça görünür. Bu nedenle "Sebilürreşad"
(Hıristiyânlık dünyasını küçük düşüreyim derken, peygamberi küçük düşürür)
sözü, yüce Kur'an-ın çirkin saydığı (büyük yalan) türündendir.
Bu
imzasız makaleyi okumadan önce İsa'ya inananlar-Ümmet-i İsâ-hakkında dini ve
tarihi bilgilerimi, yine Hazret-i İsâ'nın dili ile açıklamıştım. Makalem
'‘Vatan” gazetesinde yayınlanmış olduğundan herkes "Sebilürreşad”daki
iftiraya yanıt sanabilir.
Doğrusu,
bizim görüşümüze göre yerleşmiş bir inanç ve bunu kabul eden birleştirici bir
İsevîlik bugün yoktur; Ama ısrarla bağlı, yani kendini doğrudan doğruya ona
inanan, onu kabul eden büyük topluluğu dünyada kim inkar edebilir?.. Hatta din
ile ilgisi olmayan kimi Avrupalı tarihçiler, Hazret-i İsâ'nın yaşamadığını
söylerler. Sözde, sonradan yaşadığı varsayımı ile Hıristiyânlık ona dayanak
olmuş.
Bununla
birlikte o kafir tarihçiler İsevîliğin varlığını ret ederken ansızın
yanıldıklarını kabul ediyorlar. Hatta bana karşı çıkan efendi bile
iftiralarında Hıristiyan sözcüğünü defalarca yazarak, İsâ'nın varlığını
defalarca ve ayırdında olmaksızın onaylamıştır. Hâlâ bu konuda duyarsız ise,
şaşılır. Çünkü Hazret-i İsâ’nın adı onlarca Hıristos dur ve Hıristiyân
Hıristos’a yani Hazret-i İsâ‘ya bağlıdır. Bize Muhammedi denildiği gibi.
Dinimizin imâmları ile büyük küçük tüm İslâm bilginleri bu güne değin Îsevî
sıfatını kullanmışlar ve bunda bir sakınca görmemişlerdir. Musevîlik için de
böyle.
İsteyen
istediği kadar kabul etmesin. Ortada İsâ’ya bağlı ona inanan bir topluluk
vardır; Doğru yoldan ayrılması o bağlılığı yok edemez. İslâmiyet'teki
ayrılıkçıları dışlayabiliyor muyuz?
Ölmüş olan peygamberlerin ruhlarından yardım istemek uygun
ve sakıncasız ve hatta hoş görülsün de, inancımızca sağ ve sonsuza kadar
yaşayacak olan Hazret-i İsa’dan yardım istemek neden inançsızlık ve günah
olsun?.. Bilirim: Bana karşı çıkan, efendi
mantığın tüm yönlerini en küçük ayrıntısına değin açıklamalarıyla birlikte,
kendi belleğinin ceplerinde uyutuyor. O mantık şayet uyanıp ta bu iddiayı, bu
karmakarışık sorunu görürse ne der?.. Veya ne demez?..
Hazret-i
İsa'nın sonunda yeryüzüne gelerek, dünyayı düzene sokacağı hakkında, yedi
yaşından yetmiş yaşına kadar, her Müslüman’ca bir söylence ve hatta büyük
coğunluğunca bir kanı vardır. Ben bu söylenceye inanır veya inanmış görünürsem
dinden mi çıkmış olurum?.. Görüyorum ki bana olağanüstü biri imişim gibi alaylı
bir şekilde iftira eden bu efendinin şu itirazı sıradan bile değildir.
(Mektup yazmak doğru ise Allah'a yazmak gerekir) diyor.
Herkesin
dileklerini yerine getiren Allah’a sözlü ve yazılı her zaman başvurmuyor muyuz?
Tevhîdler, münâcâtlar Allah'a ve naa'tlar peygambere birer mektuptan başka şeyler
midir?
Örneğin
ben şimdi fahr-i kâinat efendimize açıkça yalvarışımı yazarak,
-
Ya Resûl-ullah! Tramvayların perdesinden başka bir çok perdeler daha yırtılır.
Tesettür şimdilik giyinme ile sınırlı kalsın: Geleceği Allah bilir. Balolar,
barlar, meyhaneler senin mübarek ruhunu incitecek ayıpları güpegündüz
yapıyorlar. Ortada, Ebüzziya-zâde Velid Bey’in' gazetesinden başka bu durumu
çirkin bulan yok. Ama o da hem çok yalnız, hem mahkeme mahkeme sürünmekten
gözünü açmaya vakit bulamıyor. Sen imdada yetiş Ya Resûl-ullah!
Desem
peygambere saygısızlık ve dindaşlarıma hakaret mi etmiş olurum?..
Hem
benim Cenâb-ı Hakka da mektup yazacağımı bana taş atan efendi nerden anlamış?
yazacağım... Ona da... Evet, Allah’a da yazacağım.
Beni
elde dilekçe kapı kapı dolaştıran nedeni de açıklayayım: Bosna ve Hersek' in
ansızın katılımı ile başlayan son haksız ayrılışa kadar, bende birçok saf insan
gibi, sanıyordum ki uygar insan toplumlarında doğruluk ve adalete uyulan kutsal
ilkeleri ve yöntemleri var. yazık çok yazık!..
Avrupa
denilen, süslü kaba ve karanlık kıtaya bir çok haklı başvuruda bulundum.
Benimle dalga geçtiler ve İncil’in bozulmadan saklanmış en kusursuz ayetlerine
dayanarak saygı ile başlarını eğerek,
-
Salibin girdiği yere halel giremez
Alem-i
İslâm'dan yardım istedim. Dindaşlarım gerçekten koşup geldiler; Ama İngiliz
askerleri İle birlikte vatanımın kutsal topraklarını çiğnemek ve kirletmek
için...
İnsanların
duygularına seslendim; Gördüm ki o da bencil ve kindar...
Her
yerde hak ve adaletin düzen ve devamını gözeten türlü mahkemeler vardır. Ben
yeryüzündeki şu üç mahkemeden yararlanamadığımı görünce düzenlediğim mahkeme
sıralamasında dördüncü gelen ve -sayıların ne şaşılacak rastlantısı- dördüncü
kat gökte bulunan Hazret-i İsâ’ya o mektubu yazdım. Bu gerçekte mektup değil,
dilekçe idi. Düyûn-ı umumiye pul parası
vermemek için mektup dedim. Yerde aradığın adaleti dördüncü kat gökte de
bulamazsan işte o zaman Allah'ın adalet kapısını bağıra bağıra yumruklayıp,
açılıncaya veya kırılıncaya kadar çalacağım. Ve sonrada mahkemenin
mübaşirliğini özellikle ben yapacağım..
Dest-i feryâd ile açdım yine bâb-ı arşı
Buyur ey ümmet-i mazlûme, Huzûr-u Hakka!.,
diye
seslenip, Müslüman cemaati oraya dolduracağım. Bu son mahkemedir. Umarım ki
İslâm davasını yitirmez. Buradaki ummak sözcüğü kötüye kullanılmasın; Allah'ın
mahşerde her hakkı yerine getireceğine yalnız umut değil, imanımda var. Ama ben
adaleti yeryüzünde de görmek isterim. İslam’ı kederli dağınık halde bırakıp. bu
dünyadan yenilmiş, umutsuz gittikten sonra, mahşer divanı da, cennet ve
cehennem de dünyanın başına yıkılsın!..
Hızırı
bekledin...
Mehdiyi bekledin...
Mesih’i bekledin:
Hiçbiri gelmedi.
Hatta bizi Hıristiyan istilâsına karşı avutacak
Ye’cûc-Mecuclere' de razıyız. Bunlarda gâvurların
korkusundan, Kaf dağlarının ortasında birer deliğe gizlenmişler. İnsanlığı hiç
olmazsa çektiği işkencelerden kurtaracak bir Deccâl. bir Dabbet-ül arz bile yok.
Ben
açık mektubuma başka yerlerden karşılık beklerken "Sebilürreşad” gibi din
ve imana hizmet etmeyi amaçlamış olduğunu duyuran bir derginin haksız
çıkışmaları duygularımı çok incitti. Bu özgürlük devrinde ve ne yazık ki bir
kısım halkın dinsizliği moda tekeline sokarak, onunla övünmek utanmazlığını bir
zeka üstünlüğü ve incelik kabul etmeye yönelindiği bir zamanda, hiçbir yetki
sahibi ve başkalarının beni etkilemelerine izin vermeden, yalnızca kalp ve
vicdanımın derinliklerinden gelen imânımla ve samimiyetimle duyururum ki ben
dinin kurallarına uyan, dini bütün bir Müslüman’ım. İnkâr ve nefretim boş
inançlar ve asılsız şeyleredir. Kimlerin aracılığıyla İslamiyet'e karıştırılmış
olursa olsun. Dar düşünceler ve gereksiz fanatiklik, dine dışarıdan gelecek
hücumlardan fazla zarara neden olur. Bu kaleyi içeriden ele geçirilecek hale
sebeptir. Bundan sakınmalıyız. Bir adamın kaba sûfîliği, hatta iyi niyetle bile
olsa, benim akla yakın, nurlu dinime karanlık gibi çekmek isterse, benim
gözümde düşmanlardan hiçbir farkı yok, belki daha da zararlıdır.
İmânımı,
güçlendirebilmek için, yirmi beş sene inkâr ve inançsızlık geçitlerinde
dolaştım. Bu gerçeği arama döneminde kimi zayıf imânlı ve hasta kişiliklerle
mücadele ettim, hâlâ içinde çırpındıkları uçurumlara, o zayıf ve kişiliksiz
yaratıkları yuvarlamakla, kimi ikiyüzlülüklerden ismimi temize çıkarmayı
başardım.
Hazâ
min fadli rabbî (Bu Allah’ın keremindendir)
Bu yirmi beş sene içinde işittiğim ve okuduğum şeyleri benim
gibi zor sınava girmemiş olan zühd ve
takvâ sahipleri görselerdi, kim bilir
belki yüzde sekseni bugün hüzünlü, başıboş bilinçsiz bir inançla yaşardı. İslâm'ın
çektiği sızılar ile için için kaynayan gönlümden, kara kitaplarla tekke
yakınlarında oturup, bir köşede ibadet edenler ne istiyorlar?
Evet,
tam yirmi beş sene!.. Sırlarla dolu, şüphenin demir pençesi yakamda,
kararsızlığın zehirli oku vicdanımda, elimde îmânın demir asası ile. ayağımda
çaresizce arayışımın demir çarığı ile sar’adan daha şiddetli duygularla
çırpınarak, benden önce bu yoldan geçmek istemiş sayısız insanların, kanlar
sızan cesetlerine basa basa, tam yirmi beş sene durmadan, dinlenmeden aştığım
dikenli, uçurumlu yollar, sonunu göremediğim göklerden daha yüksek bir vahaya
ulaştırdı. Şimdi burada, büyük bir İslâm şairinin dediği gibi -Harabi bağrına
basmış- bir topluluğun arasına karışmış, yeniden doğacağım günü bekliyorum.
Beni
eleştirenler bu yüce îmân ve gönül rahatlığında benden niçin gizleniyorlar? Ve
ne zaman gelecekler?.. Çok uzaklarda, şüphe ve yanılsamaların geceler kadar
yoğun bulutları altında kımıldanır insanlar görüyorum. Ellerinde yalancı
sabahlardan daha yalancı bir şey. hepsi iki büklüm olmuş... Nihayet
tanıyabildim: Ellerindeki Aristoteles (Aristo) mantığı... Ve Aristoteles (Aristo)'nun mantığı ile ilm-i
kelâm sokaklarında, yorgun argın Allah’ı arıyorlar.
Beyler, buraya... Benim yanıma geliniz.
İlm-i kelâm sokaklarında Aristoteles (Aristo) mantığı ile aradığınız Allah
benim gönlümdedir. Sizin kara kaplı kitaplarınızın küf kokan sahifelerinde
yitirdiğim Allah'ı ben kendi gönlümde buldum.
Sh:
105-112
Kaynak: Süleyman Nazif, HAZRETİ İSA’YA AÇIK
MEKTUP, Osmanlıcadan Çeviren ve Sadeleştiren:Tahir Aday, LAMURE, 1. Baskı:
Kasım 2006, İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar