KERİM SADİ, [Nevzat Cerrahlar ] A. CERRAHOĞLU
Değeri
bilinmemiş ama Türk solunun ağır toplarındandır. Asıl adı Nevzat Cerrahlar olup
A. Cerrahoğlu takma adı ile yazmıştır.
A.
Cerrahoğlu adı ile "Türkiye’de Sosyalizm Tarihine Katkı" isimli eseri
1975 yılında yayınlanmıştır. ikinci cildini tamamlamaya ömrü yetmemiştir.
Bir de "tarih
anlayışı olmayan tarihçi :Fuat Köprülü" isimli 1964 basımı 43 sayfalık bir
kitapçığı vardır. Partiye kayıtlı olmaması sebebiyle tanınmamıştır. Cemil Meriç
'in has arkadaşıdır.
**
DÜCANE CÜNDİOĞLU
2 Temmuz 2006
2 Temmuz 2006
Bir adam düşününüz ki hayatını Türkiye’de
sol’un ve sosyalizm’in tarihini araştırmaya adamış olsun, ömrünü Marksizm’in en
güçlü muhaliflerine, hatta bazı yandaşlarına, hem de 1930-40’lı yıllarda,
eleştiriler yazmakla geçirsin!
Bir adam düşününüz ki Ziya Gökalp’e, Tevfik Fikret’e,
Ahmed Hâşim’e, Fuad Köprülü’ye, Hüseyin Cahid’e, Şevket Süreyya Aydemir’e,
Mehmed Ali Aynî’ye, Haydar Rifat’a, Hilmi Ziya Ülken’e, Babanzâde Hüseyin
Şükrü’ye, Prof. Kessler’e, hatta Dr. Hikmet Kıvılcımlı’ya gayet muknî ve ciddî
eleştiriler kaleme alsın, hatta bu sayede söylenilmeyeni söylemeye, ihmal
edileni ikame etmeye çalışsın, Ahmed Cevdet Paşa’nın, Nâmık Kemal’in, Mehmed
Akif’in fikirlerini farklı bir
nokta-i nazardan ele alsın, Fecr-i Aticileri, Servet-i Fünuncuları yerden yere
vursun!
Bir adam düşününüz ki
Muhammed ve
İslâmiyet’
İslâmiyet’
ve Sosyalizm Bağdaşabilir mi?
İsa
Sosyalist midir?
İslâmiyet’
ve Osmanlı Sosyalistleri
İslâmiyet’
ve Yöncü Sosyalistler
Osmanlı
İmparatorluğunun Dağılma Devri ve Tarihî Maddecilik
başlıklı yazılar, risaleler kaleme alıp din ve sosyalizm arasında irtibatlar kurmak için gece-gündüz demeden
kütüphaneler devirsin de muhalifleri bile, bu adam
ekmek yerine kitap yiyor, onunla münakaşa edilmez, desin!
Bir
adam düşününüz ki bütün bu faaliyetleri sırasında kimliğini saklamak, 100’ü
aşkın müstear ad kullanmak durumunda kalsın, sürgünlerden, mahkemelerden başını
alamasın, üstelik memleketin tanınmış birçok kaleminin ciddiye aldığı, hatta talebesi veya arkadaşı olmakla övündüğü bir isimken, gerçekte bir çelebi gibi yaşasın ve bir garip gibi ölsün!
VE bir adam düşününüz ki onca vasfına rağmen, hakkında
yazılmış bir tek, evet bir tek ciddi tedkik, bir tek biyografi ve/veya
bibliyografi neşredilmemiş olsun!
Kimden bahsettiğimi tahmin edebildiniz mi?
Merakta bırakmamak için hemen söyleyeyim:
Kerim Sadi’den, yani A. Cerrahoğlu’ndan... (ism-i müstearları bitmez!)
Güya hakkında bir yüksek lisans tezi yapılmış.
Değer hükmümüz: Atıf yaptığınız takdirde, bir
şeylerden haberdarmış gibi görünmenize yarar, işte o kadar!
Başka?
Bir de derleme suretinde bazı övgü ifadelerinden gayrı
pek ciddi malzeme içermeyen bir dostluk nişanesi.
Türkiye’de Sosyalizm’in Tarihine Katkı başlıklı
kitabı Mete Tunçay tarafından yayıma hazırlanıp sunulmasaydı, adını
hatırlayacak kaç kişi çıkardı, bilemeyiz. (Tunçay’ın sunuşunu okuyanlar,
kitabın hacmiyle müellifi hakkında verilen isteksiz ve yorgun bilgiler
arasındaki tezadı farketmekte güçlük çekmeyeceklerdir sanırım.)
Kerim Sadi hakkındaki bu bilgi fukaralığı bizi niçin
bu kadar ilgilendiriyor dersiniz?
Yakın tarihimizin en önemli münekkidlerinden bu zâtın
risalelerine başvurmadıkça, yukarıda adını saydığımız (ve saymaya lüzum
görmediğimiz) nice sanat ve düşünce adamı hakkında yapılacak tedkikat
eksiklerle ma’lul olacaktır da ondan! Üstelik, yerli bir sosyalist olması
sebebiyle, Kerim Sadi’nin eleştirileri, yapılacak yorumların başka alanlara
taşınmasını, yeniden gözden
geçirilmesini, hiç değilse sıkı bir münekkidle ciddi ciddi
hesaplaşılmasını sağlayacaktır.
Öyle ya, Ahmed Hâşim hakkında bir-iki söz
söyleyeceksiniz de Kerim Sadi’yi dikkate almayacaksınız, bu mümkün mü?
Kesinlikle mümkün değil. (Tereddüt edenler, Beşir
Ayvazoğlu’nun Ahmed Hâşim hakkındaki eserini okusunlar ve böylelikle Kerim
Sadi’nin kronolojik önceliğinin kıymetini bizzat takdir etmeyi denesinler.)
Peki ya Fuad
Köprülü hakkındaki “tarih felsefesi olmayan tarihçi” eleştirisi?
Veya eleştirilerin isabetli, kendisinin hatalı
olduğunu itiraf etmek zorunda kalan Hilmi Ziya Ülken hakkındaki
değerlendirmeleri?
Ya da Mehmed Ali
Aynî’nin ünlü tenkidlerini boşa çıkaran tenkidleri?
İki kitap kurdu: biri Cemil
Meriç, diğeri Kerim Sadi. Kerim Sadi'yle dostluklarının arasokaklarına
girilmeksizin kesinlikle bir Cemil Meriç biyografisi yazılamaz. En tehlikeli
yıllarda bile, genç Cemil Meriç, Marx ve Engels'in İslam'la, Arapça'yla ilgili
mektuplarını Türkçe'ye çevirip yoldaşı Kerim Sadi'nin risaleleri arasında
yayınlamayı göze alabilmiştir. Bir ömür boyu kendisine hayat arkadaşlığı
yapacak olan Fevziye Hanım'la Cemil Meriç'i tanıştıran ve evlenmelerine vesile
olan, aile dostları da yine Kerim Sadi'dir.
Daha hangisini sayalım, karar veremiyoruz.
Türkiye’de sol, kendi geçmişini kavrama konusunda
cidden yetersizdir, derken mübalağa ettiğimizi veya sırf lâf olsun diye
konuştuğumuzu düşünenler varsa, başlarını iki elleri arasına alsınlar, sonra
insafla karar versinler.
Kerim Sadi
niçin ihmal edilmiştir, bu bir tesadüf müdür?
Bu soruya cevap verebilecek nadir isimlerden biri de
Attilâ İlhan’dı, ne yazık ki o da aramızdan ayrıldı.
Sizi merakta bırakmayayım da sorunun sahibi olarak,
cevabını ben vereyim:
Kerim Sadi belki marksistti, komünistti, sosyalistti,
ama hepsinden evvel yerli bir adamdı. Sizin anlayacağınız, gâvursa bile bizim
gâvurumuzdu.
Türkiye’de onlarınolan
mümtaz ve muazzez, bizim olansa
merduddur.
Onların olan öne çıkıyor, bizim olansa geri itiliyor.
Bu, ne yazık ki bu toprakların yazgısı.
Erişim:
http://webcache.googleusercontent.com/search?q=cache:KyX1uuT4DCcJ:grubu9.rssing.com/chan-13441255/all_p3.html+&cd=4&hl=tr&ct=clnk&gl=tr
Hzl: Kerim Sadi, A. CERRAHOĞLU, [Nevzat Cerrahlar ]
— OSMANLI SOSYALİSTLERİ İSLÂMİYET’ HAKKINDA NE DÜŞÜNÜYORLARDI?
İkinci
Meşrutiyet’ten sonra haftalık bir organla fikirlerini yaymağa başlayan Osmanlı
sosyalistleri, İslamiyet’i kendilerine en büyük yardımcı sayıyorlar ve
Kur’an’daki âyetlerle İslâm Peygamberinin hadîslerinde sosyalizm prensipleri
için sağlam bir dayanak buluyorlardı.
İslâm dini, bilindiği gibi, RİBAYI TAHRİM EDEN bir dindir.
Yani İslâmda murabaha haramdır. Daha açık bir deyişle, gerçek bir müslüman
tefecilik yapamaz. Sosyalistler de tefecilikle savaşıyorlardı.
Yine
İslâm dininde zekât müessesesi vardır. Sosyalistler ise şunu ileri
sürüyorlardı: Sosyalizm İslâmiyet’te zekât gibi pratik bir şekle girmiş, elle
tutulur bir biçime bürünmüştür.
İslâm
dininde herkes kardeş sayılır. Sosyalistler de işi bu kardeşlik noktasından
tutturuyorlardı. Onlar da kardeşlik istiyorlardı. Şöyle diyorlardı:
«İslâmiyet’in cinsiyeti bir tarafa bırakarak vaz ettiği BÜTÜN İSLAMLARIN BİRBİRİNİN KARDEŞİ OLMASI KAİDESİ
SOSYALİSTLERİN TEBCİL ETTİKLERİ VE İNSANLARIN İNSANLARA YAKLAŞMALARI İÇİN TATBİKİNE
ÇALIŞTIKLARI BİR KAİDEDİR.»
Müslümanlık,
ırk ve millet ayrılığı gözetmiyordu yani enternasyonalistti. Sosyalistler de,
bu enternasyonal karakteri ileri sürerek .uluslararası bir mahiyet taşıyan
sosyalizm ile Muhammedin dini arasında köprü kuruyorlardı.
Parantez
içinde şunu da ekliyelim ki, bunu yaparken, işe Hıristiyanlıktan ve İsa’dan
başlıyorlardı. İsa’yı Hıristiyanlığın temellerini, ve Kur’an’da «Kitab-el
münir» diye geçen İncil’in bazı formüllerini de benimsiyorlardı. Esasen,
Osmanlı sosyalistleri arasında Müslümanlar olduğu gibi Hıristiyan vatandaşlar
da vardır.
— SOSYALİST LİDER HÜSEYİN HİLMİ DİNDE DAYANAK ARIYOR
Osmanlı
sosyalistlerinin haftalık organı İştirak dergisinin imtiyaz sahibi ve mes’ul
müdürü Hüseyin Himi, sosyalizm konusu etrafında yaptığı bir polemikte,
sosyalistliğin İslâm dini ile müşterek noktalarına dokunmaktadır.
Şimdi,
kısaca, bu polemiği sunuyoruz :
«Şurây-ı Ümmet» de Alâeddin Cemil «Yeni Fırkalardan
Sosyalistler» başlıklı bir yazı yazmış ve sosyalistlere kıyasıya saldırmıştı.
Sosyalist Hilmi, derhal, «Şurây-ı Ümmete Cevap» başlıklı
yazısıyla, bu saldırışı karşıladı.
Memleketimizde
bir Sosyalist Partisinin kurulmak üzere olduğunu bildiren «Şurây-ı Ümmet»,
sosyalistlerin içte zehirli birer mikrop olduklarını, anarşistlerin süt
kardeşi bulunduklarını yazmıştı.
«Şurây-ı
Ümmet» e göre: Sosyalistlerin evham ve hayallerden başka hiçbir programları
yoktur; meslekleri başkalarının ağzındakini kapmak, umumî servetin eşit olarak
bölüştürülmesini sağlamak ve nihayet yağmacılıktır. Çok şükür ki, Avrupa’dan
bu taraflara doğru akıp gelen bu fesat karşısında hissî kuvvetleri sağlam
muazzam bir devlet ve bir millet vardır.
Sosyalist Hilmi, bu makalenin gizli bir amaçla yazıldığını veya
yazdırıldığını kaydederek, bu yazıya karşılık vermenin büyük bir şîn, büyük
bir leke olduğunu söyledikten sonra, şöyle diyor:
«Fakat,
halkı uyarmak ve ona doğru yolu göstermekten ibaret olan ödevimiz bize o şîni
de irtikâp ettirecek. Ne yapalım, kendimizden ziyade diğer insanlar için
çalışıyoruz.
Sosyalistliğin
en evvel Hz. İsa tarafından vaz’ ve tesis olunmuş ve Roma’nın, milyonlarını
esirlerinin tırnaklarile kazanan zalim ulularına karşı teşkil ve tertip edilmiş
bir dinin esas maksadı olduğu ve İSLÂMİYET'TE
DADI NİCE ÂYÂT-I KERÎME VE HÂDÎS-İ ŞERİFE İLE TEYID VE TASDİK OLUNAN BU ESASIN
ZEKAT GİBİ AMELÎ BİR SURETTE DAHİ İFRAĞI düşünülecek
olursa, «Sosyalistlerin maksadı yağmacılıktır» gibi münasebetsiz sözler biraz
zor ağza alınır.
Bugün
hiç bir sosyalist yoktur ki, zenginlerden birinin kapısını çalsın da, «Ben sosyalistim, servetinin yarısını bana ver» desin!
Eğer biçâre Alâeddin Cemil Bey böyle sanıyorsa pek çok aldanıyor demektir.
Serveti
olanlara tröstler, sendikalar vesair her türlü murabaha vasıtaları kurmak
hakkı verilip dururken, fakir ve âciz işçiye bir karşılıklı yardım sandığı kurmayı
çok görmek doğru mudur? Günde milyonlar kazanan ve hiç şüphe yok ki, işçisinin
uykusundan, rahatından, hatta hayatından her gün zerre zerre çalarak gayri
meşru servet yığınlara karşı, «Biz günde ikişer kuruş
fazla isteriz» diyen ve bu dileğini GREV gibi gayet meşru ve son derecede hukukî bir
surette terviç ettirmeğe çalışan bir işçi niçin anarşist, niçin mikrop olsun!-..
Ey
insafsız zenginler! Hatırlayınız ki, bankalarınızda, kasalarınızda
sakladığınız bu büyük meblâğları kendi emeğinizle kazanmadınız. Siz
yazıhanenizin bir köşesinde yaldızlı sigaralarınızı içerek gazetelerin borsa
sütunlarını okurken aşağıda işçiniz, o binlerce aç, sefil, hasta, âciz
mahlûklar ^-kimisi evde nafakasızlıktan kıvranan zavallı yavrularını, kimisi
kundurasız okula giden ciğerpâresini düşünerek— çalışmışlar; toz toprak içinde,
gözlerile, tırnaklarile, bütün varlıklarile didinmişler ve sonra akşam üzeri o
zavallılar bu yıpratıcı çalışmanın mükâfatı olarak beşer onar kuruşla sefalet
yuvalarına dönerlerken, siz geçirdiğiniz dinlenme saatlerine karşılık milyon
kazanarak, köşkünüze, konağınıza avdet buyurmak için âstik tekerlekli, arap
atlı büyük ve debdebeli landonuzu bekliyorsunuz. Fakat yarın o işçi size, «Biz on kuruşa çalışmayız, on ikişer kuruş isteriz» derlerse
biliniz ki haklarıdır ve her hak mutlaka yerini bulacaktır.
İşte
biz de Şerriat-ı Garrây-ı Ahmediyyenin hepimizi kardeş sayan bir emr-i
şerifine uyarak birleşeceğiz. Kimseye de zararımız dokunmayacak.
Daha
az çalışacak yani biraz rahat ederek fazla kazanmanın kolaylıklarını
arıyacağız.
Gerekirse
büsbütün işi bırakacağız ve bu suretle, gayri-meşru kazanılan servetlerin hiç
olmazsa bir parçacığım emeğimize karşılık geri alacağız.»
Görülüyor
ki, sosyalizmden, iştirakten ve insanların kardeşliğinden ne anladığını
böylece açıklayan sosyalist Hilmi, sosyalizmi savunan bir polemik sırasında,
Kur’an’daki âyetlerle Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin hadislerine dayanmak
lüzumunu duymuş ve şeriatın emirlerini işçi davasına yardımcı olarak ileri
sürmüştür.
Osmanlı
sosyalistlerinin bayraktarlığını yapan ve ünlü Fransız sosyalisti Jaures’den
teşvik edici bir de mektup alan Hüseyin Hilmi, Zekâtı sosyalizmin pratik bir
şeklinden ibaret sayıyor.
Tefeciliğe
ve finans sermayesine çatarken, Islâmiyetin antikapitalist cephesiyle
birleşiyor ve şeriatın emrine uyarak işçileri birleşmeye çağırıyordu.
— ABDÜLAZİZ MECDİ (Tolun) EFENDİ SOSYALİZMİ NASIL ANLIYOR VE NE
DERECEYE KADAR KABUL EDİYORDU?
1908’den
sonraki. yayın hayatımıza göz gezdirdiğimiz zaman, sosyalizme karşı uluorta
cephe almayan, bunun tamamıyla aksine, İslâmiyet’te sosyalizmin bazı esaslarını
bulan, medrese eğitiminden geçmiş, şahsiyetler görürüz. Bunların en dikkate
değer örneklerinden biri de, İkinci Meşrutiyetin parlamento hayatına karışan,
ulemadan, Karesi (Balıkesir) mebusu Abdülaziz Mecdi Efendidir.
Abdülaziz
Mecdi Efendi (Abdülaziz Mecdi Tolun) «ahlâkının temizliği ve
seciyesinin yüksekliği» ile tanınmış bir şahsiyetti. Kur’an’ı
ezberlemiş ve Medreseden icazet almıştı. «İlmiye
mesleğine mensup ve onlara mahsus kisveyi giyinmiş» ti.
Ahlâk ve din konularında muhafazakârdı; masonluğa karşıydı ve mistikti. İttihat
ve Terakki Fırkası’na da mensuptu. Osmanlı Mebusan Meclisinde Birinci Reis
Vekilliği yapmıştı. Talâkat ve belâgat tabibiydi. Celâdeti ve cerbezesi vardı.
Mecliste hem muhalif sarıklılarla, hem de gayr-i müslim sosyalist mebuslarla tartışırdı.
Mecdi
Efendi, yıllarca, edebiyat ve Arapça hocalığı yapmış; zahire ticaretiyle
uğraşmış, Zahire Borsası komiserliğinde de bulunmuştur. 1920 de, ikinci defa,
Balıkesir Mebusu olmuş, Şurây-ı Evkaf âzalığında bulunmuş; bir sene de
Şer’iyye ve Evkaf Vekâleti Müsteşarlığını yapmıştır.
Bu
kısa biyografik bilgiden sonra, Abdülaziz Mecdi Efendinin sosyalizm anlayışına
geçebiliriz.
Mecdi
Efendi, batı dünyasındaki ekonomik, sosyal ve ahlâkî çöküntüyü tenkit ediyor;
kapitalist medeniyetine çatıyor; ve, hâdislere dayanarak, sosyalizm ile
İslâmiyet’i, belli sınırlar içinde, ve işçi sınıfının aktüel meseleleri
bakımından uzlaştırmaya çalışıyordu.
Mecdi
Efendiye göre, işçinin haklarını korumak insanlık icabıdır. İşçi sınıfının
haklarını korumağa ve kafalarını aydınlatmağa çalışan Osmanlı sosyalistleri,
insanlığa karşı, önemli bir görevi yerine getirmiş oluyorlardı.
Mecdi
Efendi, bizde tatbik edilebilecek sosyalistliğin sınırlarını kesin olarak
çiziyordu :
a)
işçi sınıfının haklarını korumak;
b)
işçilerin fikirlerini aydınlatmak.
Onun
inancına göre, memleketimizde sosyalizm bundan ileriye adım atamazdı; Atarsa
hem sosyalistler, hem memleket bundan zarar görürdü..
Filantrop
[hayırsever, yardımsever ] ve
yurtsever Efendi hazretleri, sosyalizm davasında, aşırı tezlerden kaçınılmasını
istiyor ve bunu öğütlüyordu. Aşırı davranışlar durumu ağırlaştırır, itidâl
üzere adım atılsın, diyordu. Ve, bundan ileri adım atılmasına cevaz vermiyordu.
Şimdi
okurlarımızı Mecdi Efendinin Osmanlıca makalesiyle karşı karşıya bırakacak;
fakat makaleyi, mümkün olduğu kadar kolay ve anlaşılabilir bir dille, ye yer
yer özetleyerek, sunacağız :
İştirak
dergisinin dördüncü ve beşinci sayılarında (6 ve 13 mart 1326), «Ulemadan bir
zat tarafından gönderilmiştir» kaydı ile, bir yazı yayınlanmıştı. «Düşün»
başlıklı yazının altında Karesi Mebusu Mecdi imzası vardı.
Mecdi
Efendi, «Düşün ey mütefekkir ruh» diye
başlıyan bu coşkun yazıda, yeryüzünü kaplayan sefaletin, insanlar arasındaki
çatışmaların, düşmanlıkların ve tehakkümlerin trajik tablosunu çizmekte ve batı
medeniyetine yani kapitalist uygarlığına hücum etmektedir.
Uygarlık
deniyor, medeniyet diye bir şey iddia ediliyor, ilerlemelerden söz açılıyor.
İyi ama, aslı bir olan insanın kendi cinsine reva gördüğü belâlar, savaşlar ve
sefaletler iddia olunan medeniyete, sözüm ona terakkilere bir zül, hem de
fahiş zül ve bir nakîse değil midir?
Yeryüzünün
bir saadet cenneti, bir dinlenme gülşeni olması mümkün iken, insanlık,
gözyaşları içinde, karalara bürünmüş, inim inim inliyor.
Niçin?,
Çünkü,
bir kişi mutluysa bin kişi tasalı.
Bunların
sebebi nedir?
İhtiras.
İhtiras yüzünden, bir insan şan ve zafer kazanacak diye, milyonlarca insanın
masum kanı akıtılıyor. Gene ihtiras yüzünden, milyonları olan bir kapitalist
binlerce işçinin alm terimin karşılığını vermiyor. İnsanı kemiren hep ihtiras.
Dünyayı dert ve elem dikenliğine çeviren hep ihtiras!..
Vaktiyle
Arabistan cehalet içinde kıvranırken karanlık bulutların arasından parlak bir
güneş doğmuştu. Dünyaya insanlığın feyizlerini saçmıştı. «Peygamber-i Zisân-ı arabî, Nebiy-i akdes-i Kureyşi» nin,
Mekke’den Medine’ye göç ederek insanlığı aydınlattığı sıralarda ilk şu
olmuştu:
Araplar
arasında kardeşliği kurmak, yardımlaşmayı sağlamak ve yoksulluğun köklerini
kazımak.
Muhammed,
Medine’de, ihtirasın kökünü kesmiş ve Mekke’den Medine’ye yalınayak sığınanlar
yerli zenginlerle bir olmuşlardı. İslâmiyet’in Medine’de diktiği insanlık
bayrağı az zamanda dünyayı
dolaşmışsa, bunun sebebi insanlığın birleşmesidir; gerçek ortaklaşma ve
yardımlaşmadır.
Mecdi
Efendi, böylece, İslâm dininin apolojisini yaptıktan sonra, tekrar batı
kapitalizmine çatıyor ve kapitalist sosyetesinin tezatlarını belirtiyor:
İnsan
aklı bin çeşit fennî bedialar, teknik harikalar, bin türlü yüksek buluşlar
ortaya atmıştır. Elektrik ve buhar kuvvetini icat etmiştir. Öyle olduğu halde,
teknik ve uygarlık yönünden en ileri olan memleketleri de bile binlerce can
açlıktan yerlere serilip helâk olmak| ta, fakirliğin ve zaruretin amansız
pençesinden yakasını kurtaramamaktadır. Fazla olarak, bereketli ve zengin
toprakları olan Amerika gibi yerlere sermayesi olmayan zavallılar ayak
bastırılmamaktadır.
Bütün
bu faciaların, bu acıklı hallerin kaynağı ise Mecdi Efendiye göre— ihtiras ve
daima ihtirastır. Şeyh Sadi :
Benî âdem
âzây-ı yekdigerent
Ki der
âferineş zi yek gevherent
derken
ve ayni cevherden yaratılan insanların birbirlerinin uzuvları olduğunu
anlatırken, gerçeği söylemiştir. Fakat, Sadi gibi temiz ahlâklılar azdır.
İnsanlık bağları çözülmüştür. Bu yüzden de, terakki ve ilerleme dedikleri «mevhum alâyiş insanlığı haziz-i mezellete» düşürmüştür.
Ruh
birliği, aslî unsur itibariyle insanlar birbirinin 'tıpkısı oldukları halde,
birbirine el uzatmıyor, birleşmiyor. Çağdaş uygarlığın yani modern kapitalist
sosyetesinin en büyük lekesi de budur.
Mecdi
Efendi, yazısına devamla Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin bir hâdisini
zikrediyor:
«Düşün
ey insanlık dostu! diyor Mecmuat ül hikemi kutsiyyet olan Nebiyy-i müctebâ
Hazret-i Muhammed Mustafa, usul-ü İslâmiyet’ten olan bir hadîs-i hikem
perveranesinde:
— Kendi hoşuna giden şeyi kardeşine de hoş görmedikçe mümin
sayılmazsın, buyurmuştur.
Şimdi
bu kavl-i celîl üzerinde Allah aşkına seninle beraber biraz düşünelim. Birçok
kademe ve işçi kullanan paralı ve güçlü bir kapitalist çalıştırdığı insanların
emeğinin her dakikasından faydalanmak için gözünü dört açar. İşçiye belli
hesapla nefes aldırır. Böyle kazanç hırsiyle yanan bir kapitalist vereceği ücrette
insafsız davranır, çalışmak zorunda olan işçi de, zaruret yüzünden onun her
teklifine eyvallah derse, buna insanlık, akıl ve mantık razı olur mu, olmaz mı?
Şüphe
yoktur ki olmaz. Çünkü, o zengin kendisine yapılsa mutlaka hoşuna gitmiyeceği
bir şeyi işçiye yaptırmış oluyor.
Kanuna
göre, iki tarafın rızası ile yapılan bir iş mukavelesi bahis konusu olduğu için
kapitalistleri bu yönden koruyacaklar olabilir. Artık hürriyet ve meşrutiyetle
yürütülen memleketimizde tarım, endüstri ve ticaret ilerliyecek; maden
işletmeleri gelişecek; birçok önemli eserler meydana gelecektir. Kapitalistlerle
işçiler arasında mühim karşılıklı haklar doğacaktır. İş kuvvetli bir hazine
olacaktır. Bugün memleketin bazı önemli bölgelerinde emeğinin hakkını alamayan
işçinin hukukunu korumak insanlık icabıdır. İş sahaları genişledikçe, iki
tarafın rızası meselesinde, işçinin rızası pek değerli ve nazlı olacaktır. Her
partinin, her cemiyetin, her cemaatin kafasını aydınlatacak bir akıl hocası
olmak gerektir.
Mecdi
Efendiye göre, Osmanlı sosyalistleri, elinin emeğile yaşayan işçi sınıfının
haklarını koruyacak, fikirlerine ışık saçacak ve böylece, insanlığa önemli bir
vazife yapmış olacaktır :
«Osmanlı
sosyalistleri de idame-i hayatını bazuy-u mesaisine rapteden amele gürühunun
müdafaa-i hukukuna, tenvir-i efkârına çalışırsa insaniyete karşı mühim bir
vazife ifa etmiş olur.»
Aşırı
sosyalizme ve komünizme aleyhtar olan Mecdi Efendi, bizde tatbik edilebilecek
sosyalistliğin sınırlarını kesin çizgilerle belirtiyor :
«Bizde
tatbiki kabil olabilecek sosyalistlik bundan ileriye adım atamaz diyor bundan
ilerisi hem sosyalist fikrini taşıyanlarca, hem de memleketçe mazarratı
muciptir. Her şeyde ifrat ve tefrit vehameti mucip, itidal ise ayni savap ve
mahz-ı fazilettir. İzafat ve nesebi bil’izale hepsi hepimizin diyecek kadar
pek vasi ve bütün ahkâmı lıedmedecek bir fikr-i iştirak dalâl-i mahz olduğu
gibi umur-u kevniyye ile de kabil-i tatbik değildir.»
Niçin?
İnsanları
çoğunluğu ideal bir yüksekliğe varamaz. Tam bir eşitlik mümkün değildir.
İnsanlar olgun olmadığı için, tam bir eşitliği tatbike kalkışırsak ortalık allak
bullak olur; noksanlık şaibelerile dolup taşan insanlığı nakiselerden tecrid
ile yükselte yükselte melekûtiyete kadar çıkarmak bazı fertler için mümkün
olmakla beraber umum için muhaldir. Beşeriyetin nakiselerile beraber umumî
tesviyeye kalkışmak ise umumî hercümerc sonucuna varır. Ahlâkı saflaştırma
yoluna girenlerce
(Şeriatta bu senin şu benim,
tarikatta seninki benim benimki senin, hakikatte ne senin ne benim)
diye
meşhur bir söz vardır. Bunun üçüncü şıkkı, yani ne senin ne benim sözü izafatı
selb etmeği gösterirse de, bu nevi kelimeler sırf kevnî alâkaları keserek ruhu
mensup olduğu yüksek âlemleri seyr-ü temaşaya yöneltme maksadına dayanıp yoksa
hukuku istihlâle matuf değildir.
Mecdi
Efendiye göre, yığınları büyük adamlar güdecektir :
Yüksek
ricalin fikirleri diğer fikirlere hükm eder ve yüksek akıllar orta ve adi
akılları kımıldatır.
Şu
halde ne yapmalı ?
Bilgi
kesimini yükseltmeli:
«Her
şeyden evvel irfan seviyyesi yükselmelidir ve şu âlemde görülen insanların haiz
olduğu muhtelif akılları tensik ve tesviye ve noksanlık şaibelerinden tecrit
ile saflaştırma mümkün olarak hepsini yüksek akıllar mertebesine çıkarmak
mümkün ise gerçekleri idrak eden değiştirici bir insan yığınının varlığı gerekeceğinden
başka bir içtima tarzı, başka bir muntazam kanun, başka bir iştirak düzeni
ihdası gerekir. Kendim düşünüyorum da, bu son düşüncenin meydana geleceğine
kendim de ihtimal veremiyorum. Çünkü yaratüışm sırrını bu son faraziyye ile
uzlaştıramıyorum. İşte buna mebnidir ki, memleketimizde sosyalistliğin kabil-i
intibaha davetine maksur görüyorum ve bundan ileriye adım atılmasını tecviz
etmiyorum.»
Görülüyor ki, Mecdi Efendi, sosyalizmi mutedil ve aşırı olarak
ikiye ayırıyor; ve, İslâm dininin mutedil sosyalizmle rahatça bağdaşabileceği
tezini savunuyor. İslâm’da sosyalist esaslar bulan Mecdi Efendiye göre, Osmanlı
İmparatorluğu sınırları içinde, mutedil bir sosyalistlik gerçekleşebilir ve
gerçekleşmelidir. İşçiyi korumalı; kapitalist batı dünyasında işçinin uğradığı
haksızlıklara yer vermemeli ve işçilerin kafasını ışıklandırmalıdır.
— OSMANLI SOSYALİST PARTİSİ BİLDİRİSİ VE BİR TANRI BUYRUĞU
Osmanlı
Sosyalist Fırkası (partisi) yayınladığı beyannamenin başına bir Tanrı
buyruğunu yerleştirmiş; ve bu suretle, İslâm dininin bazı temel prensipleriyle
tam bir uzlaşma halinde olduğunu ilân etmişti.
Bildiri,
aynen şöyle diyor :
«Ağniyanın servetinin kırkta biri fukaranın hakkıdır. — Ferman-ı
İlâhi.»
Zenginlerin
servetinin kırkta biri fakirlerin hakkıdır buyuran Tanrı fermanı
sosyalistlerce, daima en önemli bir formül olarak ileri sürülmüştür. Madem ki
İslâm dini zenginlerin servetinde fakirlerin de hakkı olduğunu kabul ediyordu;
şu halde, İslâmiyet’in esaslarında sosyalizmin prensiplerini bulmak mümkündü.
Çünkü, sosyalistler de fakirleri seviyorlar, onların iyiliği ve mutluluğu için
savaşıyorlardı. Bir kelime ile fukaraperverlik yani fakirleri sevme sosyalizm
ile İslâmiyet’te müşterek bir çıkış noktası oluyordu.
Sosyalizm
insanlığı refah ve saadete götürecek yolları arıyordu. Günden güne daha feci
bir hale gelen sosyetenin aç ve yoksul evlâtlarını bolluğa kavuşturmayı
düşünüyor, adalete aykırı olan ekonomik düzeni düzeltmek istiyordu. Kapitalist
ekonomisi bu bozuk düzenle insanlığı mutluluğa ulaştıramaz, diyordu.
Bildirinin
deyişine göre :
Sosyalizm,
kapitalin sayılı ve müstebit ellerde bulunmasına itiraz eder ve Herkese hakkı
kadar kaidesini kor. Niçin milyonlarca insan birkaç kişinin kölesi olsun?
Bir
yanda milyonların sağladığı çeşit çeşit zevklerin kucağında tembelce zevk-ü
safaya dalan kapitalistler, öte yanda onların emir ve arzusuna tâbi binlerce
aç ve sefil, hastalıklı işçiyi düşünelim. Medenî olduğu kadar adalet ve
hakkaniyete de yaklaşmak istiyen her ulus kendi memleketinde birçok sosyalist
partileri kurmuş, işçisinin hakkını ve rahatını sağlamaya çalışıyor. Bu maksat
ve mesleğin, Özellikle âyetler ve hadislerle tekid edilen bu fukaraperverliğin
dînen dahi tatbiki gerekmektedir. Şeriat da, «Fakirleri seviniz» diyor. Gerçekten, İslâm dininde, cennetin
anahtarı çocuklara ve fakirlere karşı gösterilen sevgi değil midir?
Ahlâkî
ve İnsanî erdemleri dinin belkemiği yapan Muhammed, bir hâdisinde : Fakirleri sev ve onlara yakın ol! demedi mi?
Görülüyor
ki, Osmanlı Sosyalistleri bir parti kurarken, İslâm dininin bazı esaslarına en
büyük yardımcı olarak sarılmışlardı. Osmanlı Sosyalist Fırkası İmparatorluk
sınırları içinde yaşayan muhtelif unsurların elele vererek kardeşçe
birleşmelerini ve eşit haklara sahip olmalarını istiyordu. Çoğunluğu meydana
getiren fakir halkın ve çalışan sınıfların haklarını savunmayı ve yaşayış
şartlarını düzeltmeyi temel amaç olarak alıyor ve bu amaca daha kolaylıkla
varmak için yeryüzündeki bütün işçilerle iş ve davranış birliği istiyordu.
Şöyle
diyordu :
«Vatanın ve müşterek insanlığın selâmet ve saadeti çoğunluğu meydana
getiren fakir sınıfların refaha kavuşmasına yani, ekonomik krizin ve bunun
sonucu olan ve her yeri saran yoksulluğun kaldırılmasına bağlıdır.»
Görüldüğü
gibi, Partinin bildirisi Tanrı buyruğundaki Fakirleri sevme ve fakirlere
yardım mihverine dört elle sarılmış ve sosyalizm ile İslâmiyet’i bu noktada
uzlaştırmak istemiştir.
— OSMANLI SOSYALİSTLERİ VE HZ. İSA aleyhisselâmın DİNİ
Çeşitli
unsurlardan örtülü Osmanlı İmparatorluğunun son yıllarında ortaya atılan
sosyalistler arasında muhtelif din ve mezhep salikleri vardı. Müslüman Osmanlı
sosyalistleri Türkçe yayın organlarında elele yürüdükleri Hristiyan Osmanlı
sosyalistlerle, Sosyalizm bayrağı altında birleşmişlerdi.
Osmanlı
sosyalistlerine göre, sosyalizmin temelleri en önce Hz. İsa tarafından kurulmuştu.
Hıristiyanlık, kölelerin tırnaklarıyla milyonlar kazanan Romanın zalim
ulularına karşı meydana çıkmış bir dindi ve sosyalistlik bu dinin temel
amaçlarından biriydi.
Osmanlı
sosyalistleri hıristiyanlığın ilk devresinde sosyalizmin insanlığın yararına
yayıldığını ileri sürüyorlar ve hıristiyanlığın ortaya çıktığı zaman bu dinde
sosyalizm fikirlerinin açıkça belirdiğini söylüyorlardı. Hz. İsa dinine
girenleri, egoist davranıştan, benlik dâvasından, hırstan, mülkiyet ve
tasarruftan kurtarıyordu.
Hıristiyanlığın
esaslarında, eşitliğin, mutlak adaletin hakkıyla hükmünü yürütmesi gibi bir
kaide yatıyordu. İncilde «birbirinizi seviniz!» formülü vardı. Ve bu formül
Kuran’ın öğrettiklerine uygun düştüğü için de kolayca idealize ediliyordu.
Osmanlı
sosyalistleri Hristiyanlığın esaslarında sosyalizmin prensiplerini bulmakla
beraber, mutaassıp papazlara, müstebit ruhanîlere şiddetle saldırmayı ihmal
etmemişlerdi.
Şunu
da söyleyelim ki Osmanlı Sosyalistleri İslâmiyet’e karşı durumlarını açıklarken
çok defa söze Hristiyanlıktan başlıyorlar ve böylece her iki dinde sosyalizmle
müşterek prensiplerin bulunduğunu ilân etmiş oluyorlardı.
Ona
göre; sosyalizm ile anarşizm birbirine zıttır ve bu iki ayrı doktirinin
birbirile bir ilişkileri mevcut değildir.
Sh: 509-520
Ahmet
Cevdet Paşa, —Bilindiği gibi— XIX. yüzyılda yetişen meşhur devlet adamı ve en
ünlü bilginlerdendir. «Lisan-ı Kur’an» olan Arapçayı çok iyi biliyor; «Lisan-ı Hikmet» olan Fransızcayı da «Okuduğunu anlayacak kadar» elde
etmiş. Parlak bir zekâ ve yorulmak bilmeyen bir çalışma gücü. Kadılıkta ve
müderrislikte bulunmuş. Meclis-i Maarif âzâlığı, Darülmuallimin müdürlüğü ve
Encümen-i Dâniş üyeliği yapmış. Vezaret rütbesine erişmiş. Valiliklerde,
Nazırlıklarda (Evkaf, Maarrif, Adliye, Dahiliye, Ticaret ve Ziraat) bulunmuş.
Divân-ı Ahkâm-ı Adliye Reisi olmuş. Cemiyet-i İlmiye Reisliği yapmış. Mecelle-i
Ahkâm-ı Adliyeye önemli katkıda bulunmuş. Mecelle Cemiyeti Reisliğinde,
Şurây-ı Devlet Âzâlığmda ve Reisliğinde çalışmış. Tarih-i Cevdet’i, Kısas-ı
Enbiya’yı yazmış. İbn Haldûn Mukaddemesini çevirmiş.
1895’e kadar yaşayan Cevdet Paşa, Doğu tarihleri arasında rahatça
dolaşabiliyor. Batıya da büsbütün yabancı sayılamaz. Bu çapta ve çok geniş
cepheli bir şahsiyetin, SOSYALİZM konusu ile ilgili görüşlerini ve ve husustaki
düşüncelerini dikkatle izlemek, her bakımdan, faydalı ve ilgi çekici
olacaktır.
Bürokratik
aristokrasi diyebileceğimiz bir kategoriye giren bu muhafazakâr Tanzimat
adamı, İmparatorluğun ayakta kalabilmesine çalışıyor ve Devlet-i Aliyeyi
güçlendirmek istiyordu. Avrupanın ve Batı Hıristiyan medeniyetinin sosyalist
akımlarla sarsılıp çökeceğini düşünüyor; selâmet ve kurtuluş alanı olarak
Osmanlı İmparatorluğunu görüyordu. Vardığı sonuç : Batının İhtilâlle
sarsılacağıdır. Ülkesi bu sarsıntıdan yalnız uzak kalmıyacak; hatta, emniyetli
ve sarsılmaz bir sığmak olacaktır.
Ebül’ulâ MARDİN’in deyişiyle :
«Şark
ve Garp âleminde şöhreti ebedileşen rahmetli Ahmet Cevdet Paşa’nın muhtelif
ilimlere ait pek çok te’lifi vardı. Şahsî cerbezesi, işlek kalemi, meseleleri
ihâta kudreti, yüksek zekâ ve kâbiliyeti ile dikkati üzerine çeken Paşanın
aklî, naklî bir çok ilimlere olan vukufu herkesin müsellemi idi. Mubahasayı,
münâkaşayı severdi. Ulum-u Nakliyeden ziyade ulum-i akliye ve edebiyeye
hevesli idi. Tarih ve tercüme-i ahvâl ilimlerindeki derin ihtisasını herkes
teslim etmektedir. Şeyhleri sevmediği hâlde tasavvuf ile uğraşmış, şiir söylemeğe
de heves etmiştir. Mantık ve hikmetle (felsefeyle) uğraşmıştı.
Darülmualliminde müdürlük ve İslâm Tarihi ile Umumî Tarih hocalığı yapmıştı.»
Muallim
Cevdet’in ifadesine göre :
«Fransızcaya
da vukuf hasıl ederek, Garp müverrihlerinin eserlerini mütalâa ederdi. Purusya
ve Fransız Öğretmen okulları teşkilâtile, Avrupa’da tarih yazma usullerini
tanımaya çalışmıştı.»
Demek
ki, tarihin hangi metodlara göre yazılacağını biliyor.
«Parlak
mavi gözlerinden zekâ kıvılcımları saçılan Cevdet Paşa, Koca Reşit Paşa’dan
ikram ve iltifat görmüştür.»
Güzel
yazı yazıyor. Eserlerinde, sade, selis, açık ifade var.
«Siyasî
hadiseleri yakından takip etmiş, siyasî ilimlere mümaresesini arttırmıştı.
Fransızcayı gizlice okumak zorunda kalmıştı. Arapça, Acemce konuşuyor,
Fransızca tarih kitaplarını anlıyordu : Michelet ve Taine... Hammer, Buckle ve Macaulay... Montesquieu...
Alelâde
Doğu yazarlarile kanaat etmediği için ince tahliller yapan sarıklı bir
müderristi. Hem eskiyi atmadı, hem yeniyi bırakmadı. Eskisinin de yenisinin de
hakkını vermesini biliyordu. Fransızcayı anlarsa da konuşamazdı. Kendisi,
Fransızcaya lâyikile çalışmadığını söylemektedir. Bazı Fransızca ıstılahların
mukabillerini Türkçe koyabilecek kadar lisana tasarruf kudreti vardı.
Ali
Şahbaz Efendi vasıtasile, Garp tarih ve hukukundan faydalanmıştı.
Reşit
Paşanın çocuklarına ders vermiş; Âli Paşa’ya nahiv, avâmil ve mantık okutmuştu.
Beynelmilel kelimeleri lisanda, olduğu gibi, muhafazaya çalışıyordu.
En
karışık meseleleri selis ve belîğ ifadelerle tasvir eden ve bu arada değerli
mütalâalar ileri süren Cevdet Paşa, bir kitap yazarken uzun sabr-ı ilmî
gösterir, tarih tenkitlerinde de isabet ederdi. Şark vak’anüvisliğine Garp
tarih sistemini aşılamıştı. Türkçülük tarihimizde de yeri vardır. İlmî fazilet
sahibi idi.»
İbnil
Emin’e göre :
«Ulum-i
Şarkiyede yed-i tûlâ sahibidir. Arap, Türk, Fars lisanlarının gavâmızma vâkıf,
herşeyden bahse kâdir bir merd-i fazıl idi. Beynelmüverrih’in bihakkin mevki-i
mümtaz sahibi idi.»
«İbn-i
Haldûn’un tesiri altında bulunan Cevdet Paşa, kendinden evvelki vak’anüvis
tarihçilerinden az çök ayrılmış, ve modern tarih yazıcılığına yaklaşmıştır.»
İslâm
Ansiklopedisi’ne göre de :
«Cevdet
Paşa, kaynakları kuvvetli bir mantık ve muhakeme ile tenkid eder, hâdiseleri
birbiriyle karşılaştırır, bundan netice ve dersler çıkarırdı. Tarih ilmine meftundu.
Müverrihlik onun mefhiret unvanını tetviç etmişti. Galata Mollalığına terfi
etmiş, bilfiil Kadı olmuştu. Mekke-i Mükerreme Kadılığı payesine yükselmişti.
Kendisine Arazi Komisyonu riyaseti de tevdi edilmişti.»
Oğlu
Sedat bey, «Sosyalistlere dair bir makaleyi, merhum pederinin kaleme aldığını»
söylemektedir ki, bizim de sunacağımız, Paşanın elyazısı ile bıraktığı bu
makalesidir.[ İstanbul Belediye
Kütüphanesi: M. Cevdet No
: 0.8
Kütüphanesi.]
Cevdet Paşa’ya göre :
İster
KOMÜNİST ve SOSYALİST, ister NİHLİST olsun, bütün bu doktirinler tek bir
temele dayanmaktadır. O temel de, mülkiyet, izdivaç ve ailenin kaldırılmasıdır
ki, MEZDEKÇİLER’in doktirininden başka bir şey değildir.
Komünizm
olsun ,sosyalist ve nihlist doktirinler olsun MEZDEK âyininden başka bir şey sayılamaz. Bunların
arasında, detaylarda, ayrılık varsa da, emlâkte tasarruf hukukunu ve
kadınlarda evlenme usulünü kaldırdıklarından, temelde hepsi birdir.
Nihlistlere
gelince :
Bunlar, Tanrı da dahil olmak üzere, her şeyi inkâr etmektedirler. Kelâm
ilmindeki, bu kelimeyi, gazeteciler ADEMİYÜN diye kullanıyorlarsa da, en
doğrusu İNÂDÎYYE diye çevirmektir.
Kısacası;
İranda ortaya çıkan mezdegi mesleği, İslâm ülkelerinde batıniyye’den olan
mezhepler hâline gelmiştir ki, bu mezhepler yolunu sapıtmış fırkalardır. Ve,
çok defa da aleviliğe dönmüştür. Bundan sonra Avrupaya geçmiş ve Frenk kılığına
bürünmüştür.
Cevdet
paşanın anlattıklarına göre :
Hicrî
tarihten 422 yıl önce Sâsâniyan hanedanının onbeşinci hükümdarı Kubad
zamanında, Merdek adında bir ünlü zındık ortaya
çıkmış; Peygamberlik iddia etmiş; halkı batıl inanca çağırmış. Şöyle demiş : insanlar
hep Âdem ve Havvâ çocukları olduğundan ana baba bir kardeştirler. Bundan
ötürü de mallarda ve kadınlarda eşit olarak ortak sayılırlar. Ayaktakımı
halk ona uyduğu gibi, Kubad da
onun bâtıl dinine girmiş. Fuhşun envai serbestçe fuhuş işlemeğe yol. bulmuş.
Yüksek tabakalarla aşağı halk tabakaları eşit olmuş ve İran ülkesi bir
fuhuş yatağı ve günah işlenilen bir yer hâline gelmiş. Nesil karışmış. Erkekler
çoluk çocuğun tadından yoksun kalmış. Kısaca, bu mezmum nahle, aşağı tabakadan
bazı insanlarla fahişelerin işine yaramış; fakat diğer halkın pek ağırına
gitmiş. Halk, elele, Kubad’ı tahtından indirmişler, kardeşlerini tahta
geçirmişler. Fakat, Kubad, İran sınırındaki bir taifeye sığınmış ve onların
yardımı ile birçok asker toplayarak,
İran’a dönmüş ve savaşarak kardeşini yenmiş; ölümüne kadar İran tahtına
yerleşmiş; Merdek âyini de sürüp gitmiş.
Kubad
ölünce, küçük bir çocuk olan Nûşirevan, İran tahtına oturuyor. Büyüyünce tek
başına saltanatı eline alıyor. Ulu kişileri toplayıp divân kuruyor :
-
Saltanat bana gelirse — Malları ve kadınları, mubah ve ortak kıldıkları için
— merdekçileri öldüreyim diye and içmiştim. Merdekçilere göre, bir kadın hiç
kimsenin olmamalıdır. Bu takdirde yetimlerle kerimlerin soyu karıştı ve
fahişelerin önüne fuhuş yolu ; kolayca açılmış oldu. Sokaktan geçen
kadınların yüzüne bakamayan ayak takımı onlara kavuştu,
Saltanat
tahtının sol yanında ayakta duran Merdek, Nûşirevan’ın bu nutkuna karşılık
verdi:
—
Bütün halkı nasıl öldürebilirsin? Bu büyük bir fesad olur. Tanrı seni fesat
için değil, mülkü ıslâh için; Hükümdar
yaptı.
Nûşirevan :
— Ey
piç!— diye bağırdı —hatırlıyor musun, annemle yatmak için, Kubad’dan izin
istedin. O da izin verdi. Annemin odasına gittin. Ben de arkandan yetiştim,
ayaklarını öptüm. Çoraplarının pis kokusu hâlâ burnumun direğini sızlatıyor.
Sana yalvardım. Sen de annemi bana bağışlamış ve geri dönmüştün.
Merdek,
evet deyince, Nûşirevan hemen onun idâmını emretmişti. Derhal lânetli Merdek’i
öldürüp laşesini yaktılar. Dellallar Merdekçilerin kanı helâldır, diye
bağırdı. O gün hadsiz hesapsız Merdekçi öldürüldü. Merdekçilerin öldürülmesi
için de, Vilâyetlere buyruklar gönderildi.
Fakat,
aradan uzun bir süre geçmeden, İslâmiyet’ çevreye yayılınca, Merdekçiler
İslâmın arasına karıştılar; ve arasıra bir yolunu bulup din hükümlerini bozmaya
kalkıştılar. Çok defa da batıl âyinlerini ALEVÎLİK perdesi arkasında
yürüttüler. KIZILBAŞLAR
MERDEKÇİ’LERİN kalıntılarıdır. BATINİYYE mezhebi de onlardan dalbudak salmış
bâtıl bir doktirindir ki, bunlara İBÂHHİYUN adı da verilmektedir. Azgın Şiiyî
takımından olan Suriye’deki NUSAYRİLER yâni NUSAY’in tarikatında olanlar gibi
bâtıl mezheplere saplananlar hep BATINİYYE’dendir. Bunlar Kur’ân’daki âyetleri
olmadık yanlış anlamlarla yorumlarlar. Yeryüzündeki bütün şeylerin bütün
insanlar için olduğu anlamına gelen âyeti, yanlış yorumlayarak herkes her
şeye ortaktır, derler. Yoksa her kişinin her şeyde ortaklığı
gerekmez.
Cevdet
Paşa’ya göre :
Özgürlük fikirleri de Haçlılar tarafından Avrupa’ya
götürülmüştür. Ortaya çıkan Farmasonların işaretleri Bektaşilerin işaretlerine
benzer.
Merdegî
fikirleri BÂTINİYYE’de esrar sayılmaktadır. Haçlılar, Avrupa’ya bu fikirleri
de beraber götürmüşlerdir. Fakat, bu fikirler, Avrupa’da gizli kalmıştır.
Demek
oluyor ki, daha sonraları meydana çıkan KOMÜNİZM ve SOSYALİST ve NİHLİST
mezhepleri hep Merdeki âyinidir. Zira bunların aralarında detaylar bakımından
ayrılık varsa da ,hepsi emlâke tasarruf hukukunu ve kadında evlenme
usulünü kaldırdıklarından, temelde birleşirler.
Bunlardan bazıları Tanrının varlığını da inkâr ediyormuş.
Özellikle, NİHLİSTLER her şeyi inkârda direnirlermiş. Şu hâle göre,
NİHLİSTLER, Kelâm ilminde sözü edilen sofistlerin bir kısmı olan İNÂDİYYE
fırkası demek oluyor ki, onlar bedihî ve apaçık olan herşeyi inkârda
direnirler, ve herşeyi hiç sayarlar. NİHLİST hiçlik anlamınadır; İNÂDİYYE diye
çevrilmelidir Gazeteciler, Kelâm ilminin terminolojisini bilmediklerinden Arapça
gazetelerin çoğunda, NİHLİST karşılığı ADEMİYYÜN diyorlar.
MERDEKÇİLİK, İran’da çıkmış; İslâm memleketlerinde BÂTINİYYE’ye
dönmüş ve ALEVİLİĞE bürünmüştür. Daha sonra, Avrupaya geçip Frenk esvabını
kuşanarak KOMÜNİZM, SOSYALİZM ve NİHLİZM gibi adlar takınmıştır.
Cevdet
Paşaya göre : -
DİN
fikirleri zayıfladıkça bu gibi yolunu sapıtmış partilerin çoğalması ve
özellikle hükümet tarafından karşı konulmaz ve engellenmezse, az bir süre
içinde meydan alması tabiidir.
Avrupa,
İBAHİYYUN doktrinine çok yatkındır.
Paşa,
Batıdaki servet ve sınıf ayrılıklarını görüyor ve tesbit ediyor : Zengini ne
kadar servete boğulmuşsa, fakirleri de o kadar yoksundur ve yeis içindedir.
Görenek ve gelenekler İBAHİYYE mezhebine pek elverişlidir. Dinî fikirler ise
günden güne yok olup gidiyor. Buna binaen, Avrupa’nın her tarafında, İBAHİYYE
fikirleri çoğalmıştır. Bu yüzden Avrupa’nın başına büyük felâket açacaktır.
Gidişattan anlaşılıyor ki, her geçen gün bir büyük Devrime yönelmektedir.
Vakıa, bu çeşit devrim fikirleri sürekli olamaz, tutunamaz. Çok geçmeden ezici
mutlak hükümet ortaya çıkar. Fakat, bu arada, Avrupa altüst olur. Batının altı
üstüne gelir. Alllah şerlerinden korusun!.
Cevdet
Paşa soruyor:
Avrupada
bir umumî devrim çıkarsa, biz ne durumda bulunuruz? —Ve, ekliyor— gelecekte,
olacakları Tanrıdan başka kimse bilemez! O zaman ne durumda bulunacağız
şimdiden tahmin edilemez. O takdirde bize seyirci kalmak düşer. Ve, ırz ehli,
namuslu insanlar için Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinden başka kurtuluş
yeri kalmaz.
Niçin?
Çünkü,
bizim göreneklerimiz ve âdetlerimiz İBAHİYYE fikirlerine aykırıdır. Bizde
dînine bağlı insanlar çoktur. Bizde bu bozuk fikirlere, Avrupada olduğu kadar,
yatkınlık yoktur. Bizdeki dinsizlerin ve zındıkların sayısı korkulacak
derecede değildir; ve, fesatlarının önünü almak fırsatı kaçırılmamıştır.
Tevfik Allahtan’dır.
«Devlet-i
Aliyenin en büyük tarihçisi» Ahmet Cevdet Paşa’nın sözlerini dinlerken, onun
doğu ve batı tarihçilerinden ne derece faydalanabildiğim açıkça görüyor; ve,
umumiyetle, SOSYALİZM konusundaki bilgisinin sınırlarını rahatça
çizebiliyoruz!
Şimdi de, diline ve üslûbuna dokunmadan
yazıyı aynen verelim :
«Mülûk-i
İrânın tabaka-i rabiası olan ve tarih-i hicret-i Nebeviyeden dörtyüz yirmi iki
sene evvel zuhur eden ekâsire-i Sâsâniye’nin onbeşincisi Kubâd nam -Kisrânın
zamanında Merdek nâm zındık-ı meşhur zuhur ile dâvayı-i Nübüvvet ve nâsı hep
Âdem ve Havva evlâdı olmak hasebile ana baba bir karındaşlar olduklarına
binaen hep emvâl ve nisâda mütesaviyen müteşarik olmak itikad-ı batılına dâvet
etmiş idi.
Esâfil-i
nâs ana tâbi oldukları gibi Kisrâ Kubâd dahî dîn-i batılına girdi. Fevâhiş
serbestçe icra-i fuhşiyata yol buldu. Eâli ve edânî mütesavî ve İran bir
kârhane-i fevahiş ve menahî oldu.
Nesil
karıştı. Erkekler evlat lezzetinden mahrum kaldı. Elhasıl bu nahle-i mezmune
bazı esafil ile fahişelerin işlerine yaradı, lâkin sair nâda pek girân geldi.
Binaenaleyh cümlesi ittifak ederek Kubâd-ı hâl, ile yerine biraderi Camsâf-ı
iclâs eylediler ise de Kubâd İran ile Turan arasında vâki Fehâristan memleketi
ahalisi olan Heyâtile tayifesine iltica etti ve onların ianesiyle hayli asker
topladı. Ve İran’a avdet ve ledelmuharebe galebe ederek Câmasfı hep edip
vefatına kadar taht-ı İranda istikrar buldu. Merdek-i âyini dahi payidar oldu.
Kubâd’ın
vefatında yerine oğlu Nûşirevan sağir olduğu hâlde İran tahtına cülus eyledi.
Büyüyüp de saltanatta keb-i istiklâl edicek havâs-i ricâli cem ile tertib-i
divan edüp cümlesine hitaben nutkana ağâz ederek Allah ile ahdetmişimdir ki
Saltanat bana teveccüh ederse Merdekçiler’i katledeyim; çünkü onlar halkın evâl
ve nisvânını mubah ve müşterek kıldılar. Şöyle ki kimseye mahsus bir karı
olmayıp yetimler ile kerimlerin soyu karıştı ve fahişeler için icrayı fuhşiyet
yolu kolaylaştı. Nis’a sokaktan geçerken onların yüzüne bakmaya cesaret
edemeyen esafil onlara vasıl oldu, dedikte Merdek ki serîr-ı saltanatın
sol canibinde kâim idi. Nutk-i Kisrâya cevaben: bütün halkı katledebilir misin;
bu senin dediğin bir büyük fesattır; Allah seni ıslâh-ı mülk için Melik etti,
fesât için etmedi, demesi üzerine Nûşirevan dahi: Ey veled-i zina hatırına
geliyor mu ki validen ile yatmak için Kubâd’dan ruhsat istedin; O da ruhsat
vermekle validenin odasına gittin, ben de arkandan eriştim ve senin ayağını
öptüm ki çoraplarının pis kokusu hâlâ burnumdadır ve senden rece ettim,
sen de valideni bana bağışladın ve geri döndün deyu sual etti ve
Merdek evet dedikte Nûşirevan hemen onun idamını emretmekle derhel Merdek-i
mel’un kati ve İaşesi ihrak edildi ve Merdekiler’in demi hederdir deyû
tellallar nida etmekle o gün bîhaddü ihsâ Merdekiler katlolundu ve Merdekiler
katliam olunmak için Vilâyetlere emirler gönderildi.
Cülûs-i
Nûşirevan’ın yirmidördüncü senesi Nebiyy-i ahirzeman aleyhissalâtürrahman
hazretleri dünyaya teşrif buyurmuşlardır. Ve Nûşirevan’m her tarafta âdâlet
ile şöhretine (Veldet fi zaman-ül Melük-ül âdil) hadisi şerifi şahid-i âdildir.
Meal-i münîf i Melik-i âdil’in zamanında doğmuştur demek olur.
Arası
çok geçmeyip dîni İslâm etrafa münteşir oldukta Merdekiler ehl-i İslâm içine
karıştılar ve ara sıra birer tarik ile ahkân-ı dîniyeyi ifsada kalkıştılar.
Ekseriya Alevilik perdesi arkasına gizlenip âyin-i batıl larım icradan geri
kalmadılar. Anadoiunun bazı mahallerinde mevcut olan Kızılbaşlar hep
Merdekiler bekâyasmdandur. Batıniyye mezhebi dahî onlardan tahassül etmiş bir
meslek-i bâtıldır. İbahiyyun dahî denilir. İşte badehu Surye tarafında Nuseyrî
gibi gulât-ı Şiiyeden olan mezâhib-i bâtıla hep Batıyyedendir. Bu makule
akaid-i sahife eshabı bu efkâr-ı batılalarım terviş ve (halkı) igfâl ve ıdlâl
için âyât-ı Kuraniye’yi hâtır-u hayâle gelmedik yanlış mânâlar ile tefsir
ederler. Hatta kalplerinde mündemiç olan Merdekî âyinini terviç için
(Huvellezi ceale mafiiarz cemiâ) âyet-i kerimesi le istidlâ ederler. Meali
münifi o şol zat ecl-i âladır ki yeryüzündeki şeyleri kâffeten sizin için yâni
hayır ve menfaatinize olarak yarattı demektir. Bundan mecmu eşyanın mecmu nâs
için olması mânâsı çıkar : yoksa her ferdin her şeyde iştiraki lâzım gelmez; ve
bu cihetle bazı eşyanın beyi’ ve şirâ ve hibe ve nikâh gibi bazı esbâb-ı
şeriyeye mebni bazı nâsa mutas olmasına münafi olmaz ve İbahiyyun’a bir gûna
senet olamaz.
Vaktile
Batıniyye eshabı düveli İslâmiye’ye büyük belâ oldular. Çünki içlerinde bir çok
fedailer bulunup onların vasıtasile mâruf zevatı idam ettiregeldiklerinden
halka dehşet verip bu suretle kesb-i kuvvet ve tevsi-i hükümet ederlerdi. Ve
onların fedaileri ekseriya esrar içtiklerinden onlara Hâşâşî derlerdi. İşte
Fransızca ıstılâhât-ı kanuniyeden olan (asesen) yâni katil-i müteammid tâbiri
Hâşâşîn lâfzından galattır. Bu dahi Ehli Salip’in Suriye’den Avrupa’ya
göndermiş oldukları tâmirattandır. Çünki Ehli Sâlib’in Suriye tarafına gittikleri
vakit Suriye’de pekçok Batıniyye bekâyâsı olan Hâşâşîn var idi. Ve ol zaman
Avrupa zulemât-ı cehl içinde olup ulum ve fünun sevdasını oraya Mısır ve
Suriye’den avdet eyleyen Ehli Salip götürmüştü. Hatta Avrupa’da en iptidaî
hikmetten tercüme olunan kitap İbni Sina’nın Kanun-i Tıb’ıdır. Bununla beraber
hürriyet ve serbesiyet efkârını da götürmüşlerdir. Fa.kat Feodalite asırları
olmak hasebile bu türlü sözler Avrupa’da alenen söylenemez olduğuna mebni
Batıniyyeden gördükleri usul üzere gizli cemiyetler yapıp ezhabı birbirini
tanımak için beyinlerinde bir takım işaretler vaz’ etmişlerdir. İşte Farmason
tariki bu veçhile zuhur etmiştir ki işaretleri Bektaşiler beyninde müstamel
olan işaretere pek benzer.
Mukaddemat-ı
meşrûhaya nazaran Ehli Salip o zaman Batıniyyede esrar ad olunan Merdeki
efkârını dahî beraber götürmüşler ise de meydana çıkmayıp mahfî kalmıştır.
Ba’de
ba’d zuhur eden komünist ve sosyalist ve nihlist mezhepleri hep Merdekî âyini
demek oluyor. Zira bunların beyinlerinde teferruatça fark var ise de hep
emlâkte hukuk-i tasarrufu ve nisâda usul-i izdivacı ilgadan ibaret olmakla
esas cümlesi birdir.
Şu
kadar ki bunlardan bazıları Vücud-i Saânii dahî münkir imiş. Alelhusus
nihlistler herşeyi inkârda ısrar ederlermiş. Şu hâle nazaran onlar İlm-ı
Kelâmda beyan olunan Sofustaiyyenin bir kısmı olan İnadiyye firkası demek
oluyor ki onlar kâffe-i bedihiyatı inkârda ısrar ederler ve her ne desen hiç
derler. Nihlist dahî hîçilîk mânâsına olmakla onu İnadiyye deyu tercüme etmek
sahih olur .Ama gazeteciler İstilâhat-ı kelâmiyyeyi bilmediklerinden ekser
Arabî gazetelerde nihlist makamında Ademiyyun diyorlar.
Elhasıl
İranda zuhur eden Merdekî mesleği sonra memâlik-i İslâmiyede Batıniyyeden olan
furuk-i dâlle mezahibine münkâlip olmuştur ve ekseriya Alevilik fırkasına
bürünmüştür.
Badehu
Avrupaya gidip elbise-i saday-i efrenciyye telebbüs ederek Komünizm ve
Sosyalist Nihlist gibi namlar takınmıştır.
Efkâr-ı
diniyyeye za’f geldikçe bu misillû furuk-i daılenin çoğalması ve alelhusus
cânib-i hükümetten mümanaat görmez ise az vakit zarfında meydan alması
tabiidir.
Ve
Avrupa’nın İbahiyyun mesleğine pek ziyade istidadı vardır. Zira ağniyâsı ne
kadar servet ve yesâra mâlik iseler fukarası o kadar mahrum ve meyus bir
hâldedir ve âdet ve teamül-i amme İbahiyye mezhebine pek ziyade müsaittir.
Efkâr-ı diniye ise yevmen feyevmmâ mahvolup gidiyor. Binaenaleyh Avrupa’nın her
tarafında efkâr-ı İbahhiyye pek çoğalmış ve günden güne çoğalmakta
bulunmuştur. Bu ise Avrupanın başına bir büyük felâket getireceği yâni her
geçen gün zarfında ihtilâl-i umumî çıkaracağı siyak ve sibâk-ı ahvelden anlaşılıyor.
Vakıa bu makule ahvali ihtilâliye payidar olamaz. Çok geçmeyip hükûmet-i
mutlaka-i kahire zuhura gelir. Lâkin bu arada da Avrupa hereümerç edilmiş olur.
Kader ne ise zuhura gelir. Hafazan Allah, miıı şürûrihim.
Acaba
Avrupa da öyle bir ihtilâl-i umumî zuhur ederse biz ne halde bulunuruz? Ahvâl-i
atiyeyi Cenab-ı Haktan başka kimse bilemez. Ve o zaman ne hâl ve mevkide
bulunacağımızı şimdiden tahmin edemeyiz. Fakat böyle bir hâl zuhur edecek olsa
seyirci ''gibi kalırız ve ehl-i ırz için memâlik-i mahrusadan başka cây-ı
selâmet kalmaz. Çünki memâlik-i mahrusada âdet ve teamül-i âmme efkâr-ı
ibahiyyeye münâfi olup her taifenin içinde mütedeyyin adamlar dahî çoktur. Bu:
cihetle memâlik-i mahrusada Avrupa kadar bu efkâr-ı fasideye istidat yoktur. Vakıa
her taifede mülhid ve zındık eksik olmaz Lâkin adetleri havf olunacak dereceye
varmamıştır ve fesatlarının önü alınmak fırsatı fevt olmamıştır.
Minallahüttevfik.»
Ek Not:
Cemil
Meriç Sosyalizm ve Osmanlı İntelijansiyası adlı yazısında (Ortadoğu, 28 temmuz
1974) Cevdet Paşadan bahsederken, diyor ki: «Cevdet Paşaya göre, Avrupanın
mimarı olduğu ihtilâller insanlığı iğtişâşâ sürüklemekten başka işe yaramamıştır
: İhtilâl çıkarmak bir selin önünü açmak gibidir. Bir kere açıldığı gibi tabiî
hızı kesilmedikçe durmaz ve açanlar sed ve bendine kadir olamaz. Ve yalnız
karşı gelenleri görülmeyip, ona yol verenleri dahi beraber gark ve telef eder!
(Tezâkir-i Cevdet, II, 223).» 1848 hâdiseleri, bu kâhir hakikatin su götürmez
delilleri. Azıtan halk bütün bütün hadd-i mârufun öte tarafına gitmedi mi?
Hukuk-i Mülkiyet ve zevciyeti inkâr edenler herkes kâffe-i hususta müsavat
üzere olmalıdır, demediler mi? Netice ne oldu? —Birçok edânî dahi bunu
mizaçlarına muaffık görmeleriyle Fransa Cumhuriyetini bu renge boyamaya
teşebbüs ettiler. Fransa kibar ve ukalasının bundan gözü ürkmekle
cumhuriyetten ve belki hükûmet-i meşruta serbestliğinden yüz çevirip
Napolyon’un henüz dört sene müddet-i siyaseti hitam bulmazdan evvel
İmparatorluğu bittasdik hükûmet-i mutlakaya serfürû berde-i in kıyat oldular.
İşbu Fransa ihtilâli arasında Nemçe halkı dahi serbestlik sevdasına düşerek ve
pek çok kanlar dökerek hükümetlerini, hükûmet-i meşrutiye kalbetmek istedilerse
de, hükûmet-i imparatoriyye galip gelerek gene hükûmet-i mutlaka tahtında
kaldılar. Bunların her birinde bir gûn fenalık melhûz ve meşhût olup, hele
cumhuriyetin zikrolunan fırka-i mütecâvizesi bütün bütün akıldan ve nevamis-i
tabiiyeden bait bir fikr-i batıldır. (Tarih-i Cevdet, I, S. 15-16).
Ne var ki Avrupa hak veya bâtıl bütün
fikirlerini Asyadan yağma etmiştir. Sosyalizm, Komünizm Nihilizm gibi abeslerin
de kaynağı Asya...»
Sh:487-499
Bir asra yaklaşan bir zaman var ki, gerek Türkiye’de gerekse yabancı
ülkelerde muhtelif uluslara ve çeşitli eğilimlere mensup birçok yazarlar ve
düşünürler İSLÂMİYET VE SOSYALİZM konusu üzerinde incelemeler yapmışlar;
kitaplar ve makaleler yayınlamışlardır. Sosyalistlikle İslâmiyet’in
münasebetleri davası uzun münakaşalara yol açmıştır.
Faraza, bundan elli iki yıl önce, Japonya’da, «İSLÂM» adiyle yayınlanan
bir gazetenin birinci sayısında, Luiz Nikel’in «SOSYALİZM VE İSLÂM» başlıklı
bir yazısı çıkmıştı. Doğu ve batıda büyük bir şöhret kazanmış Hint ülemasmdan
Eşşeyh Müşir Hüseyin Kıdvaî’nin «İSLAM AND SOCIALISM» adlı önemli eserini de zikredebiliriz.
İslâm dininin esasları ile sosyalizmin prensipleri bağdaşabilir mi?
Başka bir deyişle, sosyalistliğin İslâmiyetteki yeri nedir?
Ve, İslâmiyet’le sosyalizmin karşılıklı durumları ne olmalıdır?
Kalem ve fikir adamlarının her biri bu soruları kendi ideolojik açısından
cevaplandırmağa çalışmış; ve problemi, koruduğu sosyal ve ekonomik menfaatler
zemini üzerinde, çözmek istemiştir.
İslâm doktrinini kendi bayrağı altına çekmek isteyen sosyalistler olduğu
gibi, sosyalist akideleri Müslümanlığa mal etmeğe çalışan sarıklı hocalar da
yetişmiştir.
Daha geçen yüzyılın son yarısında «şeriat-ı Ahmediyye»nin Avrupa’daki
sosyalist programları ile uzlaşabileceği ileri sürülüyordu. İkinci
Meşrutiyetin Mebusan Meclisine seçilen üyeler arasında medreseden yetişmiş
Osmanlı sosyalistleri de vardı.
Bunlar, batıda, Hristiyan sosyalistlerin faaliyetini yakından görmek veya
uzaktan takip etmek imkânına kavuşan ve sosyalizmin, gittikçe genişliyen bir
akım olarak, Avrupa ve Amerika’nın sosyal ve politik hayatında oynadığı önemli
rolü kavramaya başlayanlardı. Bunların düşüncesine göre, sosyalizm için,
insanın saadeti bir yüce ülkü ise, bunun mutlaka Kur’an’da bir yeri olmak
gerekiyordu. Ve, her ne pahasına olursa olsun, sosyalizmi Hristiyanlığa
kaptırmamak şarttı.
Şunu da ekleyelim ki, sömürülen koloni ve yarı kolonilerin Müslüman
halkını düşünce alanında temsil etmek isteyen ve bu halkın hak ve dâvaları
adına kalem savaşma atılanlar, batıdaki sosyalist fikirlere ve işçi hareketlerine
Hristiyan kapitalizmin tenkitçisi olmak itibarile sempati beslemişler ve
Kur’an’ın antikapitalist bazı âyetlerinden mülhem olmağa çalışmışlardır.
Aşağıdaki yazıda, son devir Türkiyesi’nin en seçkin İslâm bilginlerinden İzmirli
İsmail Hakkı’nın, Anglikan Kilisesi’nin üçüncü sorusuna verdiği cevabı ele alacak; ve
mülga «Dâr-ül Hikmet-ül İslâmiye»nin bu meseledeki görüşünü, en yetkili bir
ağızdan dinleyeceğiz-
Anglikan Kilisesine verdiği cevapta, «DAR-ÜL HİKMET» üyelerinden İzmirli İsmail Hakkı devrimizin sosyal problemlerini İslâm dini
açısından ele almış ve bunları, özellikle üçüncü soruya verdiği cevapta
incelemiştir.
Anglikan Kilisesinin üçüncü sorusu şuydu :
«Muhammed’in dini zamanımızın çeşitli yaralarını nasıl iyileştiriyor?
Burada «yaralardan» anlaşılan anlam ise «işçi ihtilâli
şeklinde görülen politik, sosyal, sınaî düzensizlik; başka bir deyimle, Avrupa
sosyal hayatını altüst eden kapitalizm, sosyalizm, Bolşevizm gibi sosyal
akımların yarattığı kargaşalıklar» idi.
İzmirli İsmail Hakkı’nın cevabı
[Elcevap
- üssedîd Fi beyân i Dîn - üttevhid.] dinî nakillere dayanarak kaleme
alınmıştır. Üçüncü sorunun cevabında, yukarda bahis konusu edilen
düzensizliğin sebepleri, âmilleri tahlil ediliyor; sosyal tabakalar arasındaki
kaçınılmaz ayrılığın kaldırılamayacağı; İslâm dininin koyduğu yasalar
sayesinde, bu ayrılıktan doğan acının azaltılacağı bildiriliyordu. İslâm
dininin öğütlediği yaşayış tarzı sosyal savaşları ve kargaşalıkları kaldıracaktı.
Bütün politik ve sosyal devrimi erin faktörleri ekonomik, ruhanî ve politik
tehakkümden başka bir şey değildi. İslâm dini bunlardan ilk ikisini kökünden
kaldırmış, politik tehakkümü de, adalete uygun bir surette tadil etmişti.
İzmirli İsmail Hakkı, cevabında, bunları açıklıyor, mülkiyet hakkının meşru
olduğunu ispata çalışıyor, ve bu münasebetle toprak ve maden hükümlerini, miras
ve vasilik ahkâmını ve Beytülmal mallarını zikrediyordu.[ Bk.
Konya Mebusu, Şer’iyye ve Evkaf Vekili: Vehbi’nin önsözü C17 şubat 339).]
İzmirli İsmail Hakkı verdiği cevapta, ilkin, sosyalizm ve komünizm denilen
sosyal doktrinlerin nasıl doğduğunu izah ediyordu :
«Avrupa medeniyetinin temeli büyük bir çoğunluğun yoksulluğuna karşılık
azlığın zenginlik ve saadet kazanmasıdır. Kısası, zenginliğin boyunduruğu,
ekonomik, kölelik ve tefeciliktir. Bu böyle olunca, büyük çoğunluk, zorba
azınlığın pençesinde eriyor, sayısı çok olan işçi, sayısı pek az olan
zenginlerin ve kapitalistlerin elinde inliyor. Kapitalistle ücretli işçiler
arasında hâkimiyet ve mahkûmiyet bağlan kuruluyor. Siyaset ve idare bakımından
kölelikten kurtulan halk, iktisat ve servet yönünden köle durumuna düşüyor.
Rahat yüzü görmeyen işçi tabakası, refah ve bolluk içinde ömür süren
zenginlerin karşısına düşman gibi dikiliyor. Fabrikalar çoğalınca, ortaya
rekabet çıkıyor. Rekabet yüzünden işçiden daha ucuz olan araçlar bulunup kullanılıyor,
işçinin gündeliği azalıyor, yaşamak için gerekli şeylerin değeri artıyor. Bu
yüzden işçi sınıfı fakir ve yoksul düşüyor. İşçiler yok denecek bir gündelik
karşılığında akıl güçlerini durmadan kullanarak kapital tutarlarını
arttırdıkları halde, kendileri refaha kavuşamıyor. Kapitalistler, servetleri
sayesinde, her türlü ihtiyaçlarını sağladıkları halde, işçi ancak günlük masrafını
ödüyor. Hastalık zamanında veya başka bir suretle fabrikadan çıkarılınca aç ve
bîilâç kalıyor. Miras ve toprak meselelerindeki imtiyazlar ehaliyi bıktırdığı
gibi, vergilerin bütün ağırlığı da gene fakir halkın sırtına yüklenmektedir.
Avrupa medeniyetinin doğurduğu bu haller pek çok düşünürlerin zihinlerini
kurcalamış; bundan «SOSYALİZM» denilen sosyal bir meslek doğmuştur. Müşterek
felâket karşısında, işçiler arasında fikir birliği meydana gelmiş; bugünkü
medeniyeti onarmak emeliyle «KOMÜNİZM» denilen daha aşırı bir sosyal doktrin
ortaya atılmıştır.
Görülüyor ki, bir İslâm düşünürü burada kapitalizmi şiddetle tenkit
etmekte, İslâm dininin antikapitalist cephesini belirtmektedir.
Sosyalizm ne istiyor?
Kişinin elinden zenginliği alıp
herkese mal etmek, kazancı eşit olarak bölüştürmek.
Komünizm ne istiyor?
Sosyal sınıflar arasındaki büyük ayrılığı kaldırmak ve mesut bir sonuca
varmak. Kapitalistlerin ellerinden servetlerini alarak kapitalin önemini inkâr
eden komünizm, insanların büyük çoğunluğu bir zorba azlığın boyunduruğundadır,
diyor. Tek tek şahısların tehakkümüne son vermekle sosyeteyi bu talihsizlikten
kurtarmak amacını güdüyor. Komünizm sosyal ayrılıkları kaldırarak mallarda
ve kadınlarda ortaklık istiyor. Başka bir deyimle mülk edinme ve tasarruf
hakkını, hükümetin yasalarını, din veaile bağlarını kaldırmayı amaç biliyor ve
bu amaca, varmak için kan dökmekten ve başkasının haklarını çiğnemekten
çekinmiyor.
Batıda gördüğümüz bu sosyal savaşların önüne SOSYALİZM ve KOMÜNİZM
geçemediği gibi, Avrupa, uygarlığı da, bu sızlanmaları ve çatışmaları gideremiyor.
Batı uygarlığının dertlerine ne kapitalizm, ne .ie sosyalizm ve komünizm bir
deva olamaz. Şu halde, bir tek çözüm çaresi kalıyor ki, o da, İzmirli İsmail
Hakkı’ya göre — İslâm dininin gösterdiği çare ve öğütlediği tedavidir. Ancak
Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin gösterdiği tedavi usulünü kabul etmek
suretiyledir ki, herhangi bir ilâca lüzum kalmayacak ve insan sosyetesi, içinde
çırpındığı bütün tezatlardan kurtularak, saadete kavuşacaktır.
İzmirli’ye göre :
İslâm dini, 'on dört asır önce koyduğu Tanrı düsturlariyle, sosyal
dertlerin hepsini iyi edebilmektedir. Bu terapötik, hem kapitalizmin
faydalanmasına engel olmuyor, hem sosyalizm ve komünizmin isteklerine ihtiyaç
bırakmıyor. İslâm dininin kurduğu yaşayış tarzı benimsendiği takdirde, ortada
sosyal kargaşalıklardan eser kalmayacaktır. İnsanlar, hayvanca ihtiyaçlarından
kurtulacak; vicdan huzuruna kavuşacak; saffet, yardımlaşma ve kardeşlik
üzerine kurulmuş bir medeniyet güneşi dünyayı aydınlatacaktır. İslâm dininin gösterdiği
yaşayış tarzını kabul etmekle bütün sosyal problemler ebediyyen çözülmüş
olacaktır.
İzmirli, bundan sonra, Kur’an’daki âyetlere dayanarak, yaratılışta gerçek
eşitlik olmadığını «İştiraki emval ve nisâ» meselesinin katiyen meşru olmayacağını ispata girişmektedir. İslâm dini
gerçek hukuk eşitliği temelini koymuştur. Batı medeniyetinde ekonomik spritüel ve politik boyunduruk vardır. Bunun
içindir ki, bu medeniyet yani kapitalist medeniyeti çökmeğe mahkûmdur. İslâm
dini sosyal yaraların kaynaklarını kurutmakla, işçinin sızlanmalarına yer
vermediği gibi, meşru olmayan yollara girmesine de meydan bırakmıyor. İslâm
dininde para ve ekonomi boyunduruğu yoktur. İslâm dini yardımlaşma temeli
üzerinde, zekâtla, sosyal derdi onarıyor. Zenginlerin malında fakirlerin de
hakkı olduğunu söylemekle tedaviyi sağlıyor. Zenginler meşru olmak şartıyla
diledikleri kadar servet toplayabilirler. Ancak fakirler de nasipsiz
bırakılmamalıdırlar.
Acaba, İslâm dini ekonomik krizlerin önüne geçebilecek midir?
İzmirli, buna, evet diye cevap veriyor. Zekât vermekle, tefeciliği haram
etmekle, kanaat, şefkât ve adalet gibi erdemlerle bütün ekonomik krizlerin
önüne geçilebilecektir. İslâm dini ekonomik köleliği yasak etmiştir. Kapitalin
sayılı ellerde monopolinden doğan ekonomik köleliğe karşı zekâtı ileri
sürmüştür Yoksulluğu, önlemek için sadakalar ve ianeler verilmesini, hayrat, ve
hasenat, imaretler açılmasını övütlemlştir. Müslümanlıkta servaj yoktur.
Çiftliklerde, malikânelerde demirbaş olarak köle kullanılması İslâm’da
görülmemiştir. Esasen Tanrı hükümleri de köleliğe imkân bırakmamaktadır.
Kapitalist medeniyeti maddî medeniyettir. Orada sermayeci zekât vermekle mükellef
değildir. Sosyalistler ise, şahıs mülkiyetini kaldırıyor, özel mülkiyeti
tanımıyor. Demek ki, hem kapitalist hem sosyalist aşırı davranıyor. Kapitalist medeniyetinde maddî bir medeniyet varsa da manevî medeniyet görülemez.
Kapitalizmde iffet ve ahlâkın önemi kalmamıştır. Ücretle çalışan halk
yığınları ekonomik köledir.
O halde sınıf savaşma kalkması için çare nedir?
İzmirli, diyor ki :
Kapitalizm fedakâr, sosyalizm kanaatkâr olmalıdır. Kısası her ikisi de İslâm dininin Tanrı kanunu dediği şeri, hükmüne boyun
eğmelidir. İslâm dini bilgin ve cahilin, çalışkanla tembelin eşit olarak
faydalanmamasını kabul edemez. Ve mülkiyet hakkını meşru tanır Hâzineleri
kendisine saklıyan, yaşamanın bütün tatlarını kendilerine ayıran ve
karşılarında da bütün rahatlarını onların hevesleri uğruna feda eden işçiler
görüyorum. Açlık ta ne yazık ki bu İkincileri birincilere köle ediyor.
Sosyalist düşünürler bu durum karşısında çareler arıyorlar; komünistler başka
bir çare bulamayıp mülkiyeti inkâr ediyorlar. Onlara göre insanların tabiattan
faydalanması işçinin emeğiyle mümkün olduğu için toprak ve madenler işçiye
meccanen verilmelidir. Bunları zenginlere vermek zulümdür.
İzmirli devam ederek diyor ki:
Politik ve sosyal devrimler bu düşünüş tarzından doğuyor.
Sosyal problem nasıl çözülebilir? Mülkiyet meşru bir hak olduğuna göre, bu
hakkı inkâr etmekle, mesele çözülmüş olmaz. Çünkü insanlar eşit
yaratılmamıştır. Hikmetin muktezası da budur. İnsanlar eşit olsaydı, sosyetede
düzen ve ilerleme görülmezdi. Doğuşta eşit olmayan insanların dünyanın
tatlarından eşit olarak pay almaları zulmün ta kendisi değil de nedir?
Mal sahipleri ve zenginler muhtaçlara bir pay çıkarmazlarsa elbette bu
muhtaçlar zora veya hileye baş vurarak, o hakkı almaya çalışırlar. İşte, sosyal
düzen böyle bozulur, emniyet kalkar, can ve mal korunmaz olur. İslâm dininde,
şeriatın emrine uyularak, ayrılan gerekli pay fakirlere verilirse, ihtiyacını
gidermemiş hiç kimse kalmaz.
İzmirli diyor ki:
Kapitali hiçe indirmek fikri temelden çürüktür. Kapital ile emek mütenasip
olmalıdır. Mülk insan emeğinin meyvasıdır. Bu meyvayı sahibine vermezsek tembellik
alır yürür. Çalışanla tembel veya müsrif bir olur; ve sosyetede adaletsizlik
hüküm sürer.
İzmirli, BAKARA sûresinden bir âyete dayanarak diyor ki:
İslâm dini zenginlerin emekleriyle yığdığı meyvaya bir sınır çizmez.
Bununla beraber, kapitalistlerin fakirlere her ne suretle olursa olsun zarar
vermelerini de istemez. Karaborsa, rüşvet, tefecilik, zekât vermeden hazine
toplama İslâm dininde, suçtur. Böyleleri cehennem ateşinde yanacaklardır.
İzmirli, KASAS suresine dayanarak, kapitalist hakkında KUR’AN’ın anlattığı
Karûn kıssasını, ibret verici bir örnek olarak gösteriyor. Tanrının ihsan
ettiği zenginliği, Tanrının emrine uyarak, zekâtla, yardımlaşmayla, ihsanla
likide etmeyen Kârun, bütün ihtişamiyle, yerlere serilmedi mi? Acaba zenginler
bütün mal ve mülkünü işçilere ve fakirlere mi dağıtsın ve bölüştürsün? İslâm
dini, bu hususlarda, zenginleri zorlamıyor. Bunun tamamile aksine, ticaretle
uğraşın; Tanrının gösterdiği sınırlar içinde kazanabildiğiniz kadar kazanın
diyor, arzın kaynaklarından faydalanın; şirketler meydana getirin! diyor.
İslâm dini sosyal tabakalar arasına şiddetli düşmanlık sokan sebepleri
önlemiştir. Avrupada devrim hareketlerini doğuran faktörler nelerdir?
Aristokrat ve demokrat gibi, kapitalist ve işçi gibi, sosyal tabakalar arasında
insan emeğile doldurulamayacak uçurumlar açan kanunlardır ki, batıda devrim
hareketlerini doğurmaktadır. İslâm ülkelerinde ise böyle yasalar yoktur.
İslâm ülkesinde, kadın olsun erkek olsun, yüksek veya aşağı tabakadan bulunsun,
herkes kendi emeğinin meyvasını toplar, çiftlik sahibi olur, işçi iken kapitalist
olur. En fakir bir köylü çalışırsa en yüksek, en yüce mevkie yükselir,
karşısına hiç bir engel dikilmez.
Proleterlerin kapitalist oluş seyrini böylece izah eden düşünürümüz
zenginlere dönerek zekât vermelerini, işçilere ve fakirlere de dönerek
zenginlerin servetinden kırkta bire razı olmalarını istiyor, ve şeriatın
böylece sosyal problemi kökünden çözeceğini ileri sürüyor.
İslâm dini ,ona göre, toprak ve madenler hususunda dâ, büyük bir adaletle
hüküm vermektedir. İslâm şeriatının adaleti verasette de pek parlak bir surette
tecelli etmiştir. Fikir bilgisinin önemli bir kolu bulunan «fenn-i faraiz»
İslama has bir dinî bediadır. Miras hükümlerine göre, servet her vakit bölünüp
gittiğinden, zenginlik tekeli önlenmiş; ve, bunun tabiî sonucu olan, ekonomik
kölelik kökünden sökülüp atılmıştır.
İslâm ülkelerinde kapital niçin birikmedi ve klâsik anlamda kapitalizm
niçin gelişemedi? sorulan üzerinde fazla zihin yormayan İzmirli, İslâm
dünyasının çöküşü meselesini izaha girişiyor. İslâmda başsızlık, anarşistlik
yoktur, diyor. Ne yazık ki, zâlim Padişahlar başa geçmiş, bunlara yol
göstermesi gereken din bilginleri, fazilet ve doğruluktan ayrılarak, dünya
kazançlarına hırs ve tamahla sarılmışlardır. İslâm dünyası bunun için
ilerliyememiştir. Bunlar dinin yüce hükümlerini bozmasalardı, bir zamanlar en
parlak bir medeniyet’ yaratan İslâm dünyası çöker miydi?
Acaba nasıl olmuş bu zalim Padişahlar ve bu faziletsiz bilginler ortalığı
kaplayabilmiş?
İzmirli, tarih filozofu olarak bu
soruyu cevaplandırmıyor ve sözlerine devamla diyor ki:
İslâm dininde insanı kötümserliğe düşüren faktörler de yoktur. Anarşistlik,
düello, intihar gibi sosyal facialara yer kalmamıştır. İnsanlığın asude bir
yaşayışa, nezih bir vicdana, bahtiyar bir geleceğe kavuşmasını sâğlıyacak bu
yüce temeller İslâm dininde yer almıştır. Yapılacak şey, onun yüksek
hükümlerine hakkıyla riayet etmekten ibarettir. İslâm dininde sosyal düzeni
bozacak sebepler ortadan kaldırılmıştır. İSLÂMİYET, DÜZENİ BOZACAK, MÜLKİYET VE TASARRUFU, AİLE VE DİN BAĞLARINI
KALDIRACAK OLAN BİR SOSYAL DÜZENLE BAĞDAŞAMAZ. İslâm dininin gerçeği bilinseydi bütün bu aşırı doktrinlere lüzum kalır
mıydı?
Son söz olarak, İzmirli İsmail Hakkı bir takım öğüter sıralıyor ki,
bunlardan biri de Allah korkusu fikrini kalplere sokmaktır.
Görülüyor ki, insanoğlunun ergeç ismen değilse de amelen İslâm olacağını
müjdeleyen İzmirli, sömürgeleşmiş İslâm ülkelerinin prekapitalist devirde
duraklamasını ve klâsik bir kapitalizm tablosu göstermeyişini bir avantaj
gibi mütalâa etmiş ve açıktan açığa antipati duyduğu kapitalizmin yaralarını
daha eski çağların ilâçları ile tedavi yoluna girmiştir. Zira, din, — onun
anlayışına göre— bir tarih kategorisi değildi.
İzmirli, İslâmiyet’in —özel mülkiyeti ve ticâret sermayesini kabul etmekle
beraber— banka kapitaline ve malî sermayeye düşman oluşunu yeter derecede bir
açıklıkla anlatmağa çalışıyor. Tefeciliği haram sayan ve neticede banka ve
kredi müesseselerine yer vermiyen bir dinin burjuva kapitalizmi ile
bağdaşamıyacağı tezini de, hararetle, savunuyor. Bunun içindir ki, sosyalistlerin
antikapitalist tenkitlerine bütün varlığıyla ve seve seve katılmakta bir mahzur
görmüyor. Buna mukabil, -sosyalist doktrin ve sosyalizm ile İslâmiyet’ arasındaki
benzerlikleri vukufla inceleyecek yerde— peşin hükümlere saplanarak, sosyalizmi
kesin surette ve toptan reddediyor.
Oysa ki, yapılacak iş şu olmalıydı :
a) Sosyalist literatürü kulaktan dolma yankılarla değil de, ciddî surette
etüt etmek;
b) KUR’AN daki âyetlere ve İslâm Peygamberinin hadislerine dayanarak,
İslâmiyet’le sosyalizm arasındaki temel ve özel benzerlikleri, bütün detayları
ile, incelemek.
Bu yapılsaydı, sosyalizm, acele ve üstünkörü bir hükümle toptan reddedilmiş
olmaz; ve, bazı müellif lerce, kapitalizm ile sosyalizm arasında bir yeri
olduğu iddia edilen İslâmiyet’in sosyal mesele karşısındaki doktrin durumu,
gerçeğe en yakın bir şekilde, tesbit edilmiş bulunurdu. Bu takdirde,
İSLÂMİYETLE SOSYALİZM BAĞDAŞABİLİR Mİ? sorusuna daha ilmi ve tatmin edici bir
cevap verilebilir; ve bu cevap tam. bir tarafsızlık karakteri taşıma imkânına
kavuşurdu.
Sh:560-569
Kaynak:
Kerim Sadi, [Nevzat Cerrahlar ] A. CERRAHOĞLU, Türkiye’de Sosyalizmin Tarihine
Katkı, May Yayınları — Haziran, 1975, İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar