MAZİ ÖZLEMİ VEYA DÜN-BUGÜN
Abdülbakiy Gölpınarlı'nın Tarihi
İstanbul Konuşması
Abdülbakiy Dede bu konuşmayı 1950 yılında yapmış. Şimdi
yaşasaydı daha neler eklenirdi bu konuşmaya. Kendini yaşadığı çağa ait
hissetmeyenlerle dertleşiyor Abdülbaki dede. 2015 yılından biz de kafa
sallıyoruz dediklerine. Biz ruhumuzu hangi yıllara gömdük kim bilir?
Bir çeşit yol tarifi vardı.. Bir çeşit ev tarifi: "...
oraya vardın mı
sağa dön. Solda bir bostan göreceksin...
doğruca git. Gene
soldan, köşede: önünde koca asırlık bir çınar ağacı, cumbalı, sarayyavrusu bir
konak...
Sağda az meyilli
bir yokuş...
Vur o yokuşa!
Aşağı-yukarı yüz adım ötede, sağda: bahçesinde salkım söğüt; küçük, kuş yuvası
gibi ahşap bir ev.. 14 numara! Karşısında küçük
bir bakkal var; Bakkal İbrahim Efendi...
İşte o ev Selvinaz
Kalfa'nın evi...
" Bir çeşit gidiş vardı… Bir çeşit dosta gidiş: Yanları
açık, tek yahut çift atlı sayfiye arabasına kurulurdunuz. Yanınızda torununuz,
ön tarafta damat bey.. Yaya bir saatte varılacak yola, sağı-solu seyrede ede
yarım saatte varırdınız. Siz arabaya binerken arabacı yerinden iner, yardıma
"müheyya" dururdu. Varacağınız yere varınca "dur"' dediniz
mi, gene hemen yerinden atlar, önüne kavuşturur, hizmete amade bir hal alır:
gerekirse tutunmanız için elini değil "kolunu" uzatır: parasını
alınca da "teşekkürler" eder, "hayırlar" dilerdi...
Bir çeşit hitap
vardı...
Bir çeşit söz
söyleyiş: Kadına hanımefendi denirdi: Erkeğe beyefendi...
Yaşlıca ve sakallı
zata efendi hazretleri.. Erkeğe paşam diyenler bulunurdu ve bunlar
ekalliyetlerdi: yani azınlıklar. Arabadan inen "hayırlı
işler" derdi arabacıya...
Arabadan inene
"güle-güle" derdi arabacı...
Bir çeşit vapur
yolcululuğu vardı...
Bir çeşit dostluk:
Aynı semtte oturanlar, aynı yola gidenler buluşurlardı vapurda. Hemen herkesin
oturduğu yer belliydi. Yerden temennalar...
İçten
iltifatlar...
Hal-hatır soruş...
Biraz belki
"riya" da vardı...
Bir çeşit iltifat:
Oğul sorulurken, mahdum beyefendi denirdi. Oğuldan söz edilirken, mahdum
bendeniz...
Babaya peder
denirdi, anneye valide...
Kızdan kerime
cariyeniz diye söz edilirdi. Peder duacınız denirdi babadan bahsedilirken...
Ve muhatap her
sözü bir estağfirullahla karşılardı. Gidilirken babanın eli öpülürdü, annenin
eli...
Ve duaları
alınırdı. Küçükler öpülürdü. Yaşdaşlarla görüşülürdü. Evde kalanların gönülleri
hoş olurdu...
Gidenler
kutlulukla, sevinçle giderlerdi...
"Esnaftan...
" diye kınayanlar yok değildi: Belki de çoktu...
Fakat "Biz
esnafız, bizde yalan yok "demeyen esnaf yoktu. Seyyar satıcıların sesleri
besteliydi, sözleri ezgili...
Ürküten, can alan,
uyuyanı uyandıran ses yoktu. Ezan, namaz kılmayana bile bir "ruh
sükunu" ydu ...
Bir müzik
vakfesi...
Bir huşu anı...
Sabah salası
"dilkeş-i haveran'dan, ezanı saba"dan...
Öğle, ikindi,
yatsı ezanları, önce hazırlanmış makamlardandı. Akşam ezanının ise bambaşka bir
ahengi, bambaşka bir dokunuş tarzı vardı...
Mahalle kahvesinin bir çeşit vazifesi vardı. Bir çeşit
içtimai toplantı yeriydi orası. Her sabah işine giden oraya uğrardı...
Herkes
birbirleriyle bir kere daha görüşürdü. Hasta yoksulun iyaline, kimsesiz kadının
haline orda çare aranır, bulunurdu. Doktor yollanırdı...
İlaç alınırdı...
Kömür
gönderilirdi. Para toplanırdı. Bunlar yollanır, gönderilirken de: yollayanlar,
gönderenler söylenmez, yardım olduğu bildirilmezdi: "Akrabanızdan biri
göndermiş...
" denirdi...
"adını
söylemedi"...
Bir çeşit
külhanbeylik vardı...
Bir çeşit emniyet
kolu: Mahallenin namusundan mesul sayardı kendilerini
bunlar. Mahallenin bekçisine, karakoluna yardımcıydılar.
Bunlar yüzünden uykuda ürkmezdi insan...
Uyanan uyanacağı zaman uyanırdı. Geçinirdi
mahalleliden bunlar...
Ellerinden bir
kaza çıkarsa hapishanede mahalleli yardımcıydı bunlara...
Ve üzüntülü...
Bir çeşit hizmetçi
kadın vardı...
Bir çeşit ev
halkından olanlar: İhtiyarlayan dadı olurdu "ana yarısı"...
Genci
evlendirilirdi; kocasıyla o eve bağlı kalırdı. Varlıkları birdi, yoklukları
bir...
Bir çeşit yaşayış
vardı...
Bir çeşit huzur ve
sükûn: Sabah ezanında kalkılır...
Kuşlukta işe
gidilir...
Gün batarken ya
meyhaneye uğranır ya eve dönülür; fakat yatsıdan sonra uyunurdu. Geç kalan
genç, "terliksiz" çıkardı odasına...
Kimseyi
uyandırmazdı...
Herkesi sayardı. Geceleyin ne korna sesi vardı
ne vapur düdüğü, ne radyo haberi, ne mahalleler arasında çocukları uykularından
belinlendirip sıçratan, sinirlileri de delirten otomobili ilân yaygarası; ne
mahalle arasında kafeterya, ne çalgılı gazino...
Bir çeşit hayır
dileyiş vardı...
Bir çeşit gönül
alış: İnşaatta çalışan, yol kazan, odun kesen, kol gücüyle bir iş gören kişiye
rastlanınca, "kolay gelsin" denirdi. Bu söze muhatap olan, bir an
işini bırakır memnun olur, "eyvallah" der, yeni bir güçle işe
başlardı...
Bir çeşit aşinalık
vardı...
Bir tarz
kardeşlik: Yolda, kıble yönünden gelen davranır, rastladığına selâm verirdi;
sıra onundu. Ve büyük, küçüğe; yaşlı, gence; atlı, yayaya "ilk selam
veren" di. Selam, verilen tarzdan daha da güzel bir tarz alınır...
Bu rastlantı hayra
yorulur...
Her iki yolcu da
ferahlı, kutlu, yoluna devam ederdi...
Bir çeşit yola
çıkış vardı...
Bir çeşit yola
yöneliş: Evden, el-yüz öpülerek ayrılanın ardından su dökülürdü...
"Su gibi git,
su gibi gel; engel tanıma; rastlarsan su gibi aş" demekti bu. Arabaya
binen yolculara, şehrin sınırlarını aşınca önce arabacı "uğurlar
olsun" derdi. Bunu duyanlar, "uğurun Hakka olsun" sözüyle
karşılık verirler, birbirlerine de "uğurlar olsun" derlerdi.
Yolculukta rahatsızlanana yardım edilir, çocuklar eğlendirilir, ihtiyarlara yer
verilir. Yol, karşılıklı saygıyla sürer gider, aşılır biterdi...
Bir çeşit nezaket vardı...
Bir çeşit
insanlık: Lokantada bir masaya oturan, o masada evvelce oturmuş olanlara
mutlaka "müsaadenizle" der, izin alır; yer var da oturursa,
"afiyet olsun" demeyi ihmal etmez, "teşekkürle karşılanırdı.
Yemeyi önce bitiren, gene oturanlara "afiyet olsun" demeden gitmez.
Bir çeşit hatır saymak vardı...
Bir çeşit insanca saygı: Toplulukta gizli konuşulmazdı.
Kimsenin sözü kesilmezdi. Bağıra bağıra konuşmak pek ayıp sayılırdı. Herkes birbirinin
sözüne riayet eder. Özüne saygı beslerdi ve bu saygı bilmeyenler pek
ayıplanırdı. Kaçınılırdı onlardan...
"Meclis
bozan" denirdi onlara ve pek nadir bulunurdu böyle kişiler...
Bir çeşit hoşgörü
vardı: "İnancı inanılmasa bile hoşgörüş: ayıplananın ayıbını örtüş...
İnancı ayrı olan
sağsa, gıyabında "Allah hidayet etsin" diye anılırdı. Ölmüşse
"dinince dinlensin" denirdi. Körün, sağırın yanında körlükten,
sağırlıktan söz edilmezdi. Ayıplananın yanında o ayıbını hazırlatacak sözden
kaçınırdı ve böylece bir mecliste herkesin ilk düşüncesi buydu...
Yollar tertemizdi. Ayrıca da; herkes sabahleyin kapısının
önünü sular, süpürürdü. Nasılsa yolda bir taş...
Hem de küçük bir
taş gören giderken durur; bir çocuğun sürçmesine, bir âmânın düşünmesine sebep
olur diye hemen eğilir alır, yolun kenarına kordu. Yolda birisinin düşürdüğü
küçük bir ekmek parçası, bir simit parçası gören eğilir onu alır. Öper,
yahut öper gibi ağzına doğru götürür, sonra ya bir duvar kovuğuna ya bir ağaç
yarığına kordu. "Nimet" ti ve nimete hürmet getirirdi. Mahalleli
birbirini tanır, severdi. Uygunsuz kişi hiçbir mahallede tutunamazdı. Bir ölüm
bütün mahalleyi kapsardı. Cenaze kalkar kalkmaz, o eve "önce kıble
komşusundan" çorbasıyla, etlisiyle, tatlısıyla bir tepsi yemek gelirdi...
Ertesi gün sağ,
sonra sol komşudan. Ve bütün bunlara öbür komşular sırayla katılırdı, bir hafta
yaslı evde yemek pişirmek zahmeti düşünülmezdi. Sabahleyin evde ilk iş
"lambanın şişesini silmek" olurdu. Lamba şişesine hoffladıktan sonra
küçük incecik bir sopaya sarılı temiz bir bez şişeye sokulur; döndürüle
döndürüle, şişe gıcır-gıcır silinir; üstü de silindikten sonra kenara konur;
lambanın gazına gaz eklenir; fitili temizlenir; hususi makasla kesilir; idare
kandili de aynı tarzda hazırlanırdı. Ne elektrik vardı, ne elektrik kesilmesi!
Ne küçücük bu günün eğri-büğrü, kırık-dökük mum istifi...
Şehrin yollarında, iki yanda ağaçlar vardı...
Pencerelerde
fesleğenler...
Bahçeleri vardı
her evin...
Bahçelerde
güller, çeşitli güller, karanfiller...
Yol kenarında gecesefaları...
Bir meydan
vardı...
Geniş güzel:
Ortasında suyu pırıl pırıl büyük bir havuz. Girişinde sağda, iki güzel, temiz
kahve: asırlık çınarlarla, kestane ağaçlarıyla gölgeli...
İkinci kahvenin
sonunda tertemiz bir lokanta...
Buluşulur, oturulur,
sohbetler edilir. Yemek yenilir, dinlenilirdi. Üstatlar gelirler...
Şiirler okunur...
İstekliler
"baygın âşıklar" gibi onların yüzlerine, sözlerine dalarlardı. Küllük
denmişti nedense vaktiyle...
Sonradan Güllük olmuştu adı. Uçan kuşun kanat sesi
duyulurdu orda...
Alınan verilen
soluk, işitilebilirdi. Şehzadebaşı’ndan, Beyazıt'tan giderken sol yanda bir
kahve vardı. Adı, Fevziye’ydi...
Haftada bir musiki
âlemi kurulurdu orada. Hoca'dan Büyük Dede'ye, Büyük Dede'den Şevki Bey'e dek
nağmeler cağlardı, besteler dile gelirdi, güfteler duyulurdu gönülde. Ama ayrı
bir söz, bir fısıltı duyulmazdı...
Nefes alınmazdı
sanki. Birisi bir para düşürmüştü yere...
Hemen ayağını
basmıştı üstüne. Sesi, bu ahengi bozmasın diye...
Boğaz, Göksu,
Haliç, Kağıthane. Kıyılardaki yalılar...
Ordaki musiki
âlemleri...
"Hammiğnesi" kayıklar...
Nağmeler, elemler,
emeller...
Bütün bunlar ne
söze sığar, ne yazıya gelir...
Dostluk vardı,
vefa vardı; Söz vardı öz vardı; Sükûn vardı, rahat vardı, ruh vardı,
Huzur vardı, feyiz vardı, zevk vardı, Neş'e vardı, edeb vardı, can vardı; Canan
vardı, hicran vardı...
Aşk vardı...
Şimdi
"yol"u sormayın; bilen yok ki...
Evler burunsuz...
dümdüz yüzlü.
Hepsi de birbirinin aynı...
tanınmaz ki...
Şoför arkadaş,
sakallıya baba...
Amca; gence
abi diyor. Kadın'a artık "bayan"
demeyi de unutmuş...
Teyze, yenge, abla diyor. Vapurda
"bildik" yok...
"Belli yer" kalmamış. Ezan
artık inanana "Aziz Allah" dedirtmiyor...
adamı ürkütüyor; "Lâhavle" dedirtiyor.
Seyyar satıcıların sesleri canından bezdiriyor herkesi.. Mahalle kahvesi hiç
kalmadı. Külhanbeylik, "haraççılık" olmuş. Geceyle gündüz belli
değil. Yollar, pislikle dolu mu dolu. Apartmanlarda oturanlar birbirlerini
tanımıyorlar...
hepsi her gün bir
olayla dertli...
Elektrik muma, gaz
lambasına muhtaç ediyor adamı. Ağaçlar kesilmekte...
Çeşmeler
musluksuz. Kalanların kitabeleri, aynaları, kırılmayı bekleyen boynu bükük
zavallılar...
Küllük; eğri büğrü
merdivenli, yamrı-yumru duvarlı otomobil mahşeri...
Seyyar satıcı
pazarı...
Çiğ renkli kilim
duvarlara asılmış, Gözleri zedeliyor. Pislik birikintileri ayakları
kaydırmakta. Biber, et, soğan kokuları buram buram. Borazanlı satıcıların
sesleri kulakları tırmalıyor ve bu "meydanlıktan
çıkmış" meydanın sonunda, irfan merkezimiz
Üniversite! Çalışanın hatırı mı sorulur...
Tanıyan mı var
onu? Selâm, bir "gericilik ". Hiç böyle şey olur mu? Ne ilkel töre!..
"Uğurlar olsun" ne demek? Dense bile yok buna karşılık veren...
Masaya oturanın
"afiyet olsun" demesine şaşanlar bulunur...
"Nereden
tanıyor ki bu bizi" diyor içinden ve cevap bile vermiyor...
Beş kişi bir araya gelse, beşi de bağıra bağıra konuşuyor
bu gün...
Yahut "ee...
iii... uuı..’.’ diye inleye inleye, kesik konuşmak moda olmuş...
İnanca, dine,
imana saygı değil, "sövgü" var artık. Müzik piçleşmiş...
ne Doğulu, ne
Batılı, fakat şu muhakkak ki bizim değil, değil, değil.. Ve biraz değil çok pek
çok zırdeli!...
Ve biz, bu ülkede
artık garibiz: "Gâh olur gurbet vatan gâhi vatan gurbetlenir..."
Abdülbâkiy Gölpınarlı (1900-1982)
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar