Print Friendly and PDF

Muhyiddin İbn Arabî, Futûhât-ı Mekkiyye -Alıntı-


Muhyiddin İbn Arabî kaddesellâhü sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde beyan buyurduğu hikmetlerden
Herhangi bir yerde Allah Teâlâ’ya karşı bir günah işlediğinde o yeri terk etmezden önce bir ibadet yapman gerekir!
Böyle yapınca o mekân aleyhine şahitlik edeceği kadar lehinde de şahitlik eder. İbadeti yaptıktan sonra oradan ayrılabilirsin. Aynı şey giydiğin elbise için geçerlidir. Allah Teâlâ’ya, giymiş olduğun bir elbise içindeyken asi olunca, söylediğim üzere, elbisenin içindeyken bir ibadet yapmalısın. Kestiğin tırnakların, kılların, tıraş ettiğin saçın, sakalın, bıyığın, yıkanırken üzerinden ayrılan kirlerin vs. bunlardan herhangi birisi bedeninden ayrılırken taharede ve Allah Teâlâ’ı zikretme halinde bulunmalısın. Onlar seni nasıl terk ettiklerini sana soracaklardır. Bu durumlarda yapabileceğin en kolay ibadet emri hakkında Allah Teâlâ’nın tövbeni kabul etmesi için dua etmendir. Bu durumda O’nun emrine bağlanırken zorunlu bir işi yerine getirmiş de olursun. O emir ‘Rabbiniz size bana dua edin, size icabet edeyim’ ayetinde ifade edilir. Demek ki Allah Teâlâ sana kendisine dua etmeni emretmiştir. Ayetin devamında da şöyle der: ‘Bana ibadete karşı büyüklenenleri cehenneme sokacağım.’ Burada ibadet ile kastedilen duadır ve benim karşımda zelil olup bana muhtaç olmaktan sarf-ı nazar edenler demektir. Dua ibadet diye isimlendirilmiş, ibadet de zillet, eziklik ve yoksulluk anlamına gelir. Onlar cehenneme zelil ve hor bir şekilde gireceklerken emredileni yapanları ise Allah Teâlâ izzetli bir halde cennete girmekle ödüllendirir.
Otuzaltıncı Sifr, “Tavsiye”den  (c.XVIII, s.181)
Erdemli bir gençten şöyle bir olay anlatılır: Kurban bayramında Mina’da bulunuyormuş. Bu genç fakir, bekâr ve dünyalık hiçbir şeye sahip olmayan birisiymiş. İnsanların Allah Teâlâ’ya deve, inek, koyun ya da sa­hip oldukları hayvanları keserek yaklaşmaya çalıştıklarını görmüş. Bu­nun üzerine şöyle demiş: ‘Allah Teâlâ'm! İnsanlar bu günde kendilerine ver­diğin nimetlerden sahip olduklarıyla sana yaklaşmaya çalışıyor. Bu yoksul-çaresiz kulunun ise, sana kurban olarak canından başka verebileceği hiçbir şeyi yok, bari onu kabul et!’ Sözünü bitirir bitirmez, vefat etmiş. Allah Teâlâ da onu kendi uğruna öldürülen şehider gibi kabul etmiştir.
Bu konuda şöyle bir beytimiz vardır:
Kurban olarak ayıplı bir nefis sunuyorum
Ayıplı şeyleri kurban eden kimse görülmüş müdür?
Bir şair buna benzer şeyler söylemiştir: Mina’da bu gencin gördü­ğünü görmüş ve şöyle demiştir:
Kurbanlar sunuluyor. Ben ise, kanımı ve canımı sunuyorum..    .
41. Kısım. (c. IV, s. 41)
……
Kaynaklar:
Muhyiddin İbnü’l Arabî, Futuhât-ı Mekkiyye
Futuhât-ı Mekkiyye Tercümesi, hzl: Ekrem Demirli, 2011,İstanbul


Muhyiddin İbn Arabî kaddesellâhü sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde beyan buyurdu ki:
İnsan kendisi hakkında Rabbine insaf gösterdiğinde ya da kendine kendisi nedeniyle insaf gösterdiğinde, halini bilir. Hatta halini başkala­rından çok daha iyi bilir. Bunun tek istisnası Allah Teâlâ’yı bilenlerdir. Onlar, onu kendinden daha iyi tanırlar. Çünkü ariflerin kalplerinde bir takım gözleri vardır ki mârifet onlar adına bu gözleri açmıştır. Bu gözler vası­tasıyla senin kendinden bildiğin hususları senden öğrenirler. Çünkü sen bu göze sahip değilsin. Bu nedenle Cüneyd-i Bağdadi, ‘Ârif, sen susar­ken senin sırrını söyleyendir’ der. Susmak sözün olmayışıdır. Bunun an­lamı şudur: Ârif senin kendinden bilmediğini senden bilen kişidir. Ör­nek olarak, mizacın bozukluğu hakkında sana gizli kalan şeyi sana bak­tığında doktorun bilmesini diyerebiliriz. Sen ise onu bilmezsin. Ârifler, nefslerin doktorlarıdır.

Doksan Sekizinci Kısım,108. Bölüm, c.VII, sh. 241
“Sahabe bizden daha üstündür.” Çünkü onlar, zatı, biz ise ismi elde etmişiz, (öğrenmişiz). Biz de onların zata riayet ettiği gibi isme riayet edersek ecrimiz artar. Ayrıca onlarda bulunmayan uzaklık sıkıntısı nedeniyle ecrimiz kat be kat artar. Dolayısıyla biz, (peygamberin) kardeşleri, onlar ise arkadaşlarıdır. Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem bize özlem duyar. Bizden birisine kavuştuğunda ne kadar sevinecektir!
Nasıl sevinmesin ki? Özlem duyduğu kimse kendisine kavuşmuştur. Artık ona ikramı ve iyiliği hesap edilebilir mi?
Aramızdan bir amel sahibi, Peygamberin sahabesinin ameliyle amel eden kimseye göre elli kat mükâfat alır. Bu ecir, onların ecrinin aynısı değil, bilakis benzeridir. Bu nedenle Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Hatta sizden bile (daha çok olabilir): Ciddi olunuz ve çalışınız.’ Böylelikle sahabe şunu anlamıştır: Kendilerinden sonra öyle insanlar gelecektir ki, onlar, Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve selleme yetişmiş olsaydı, sahabe onları geçemezdi. Mükâfatlandırma da buradan kaynaklanır. Allah Teâlâ yardım istenilendir.
Onuncu Kısım, c.I,  Sh:307
Adem’in bedeni ortaya çıktığında, kendisinde cinsel arzusu yoktu. Hâlbuki Allah Teâlâ’nın ilminde, bu dünya hayatında üreme, çoğalma ve cinsel ilişkinin olacağı takdir edilmişti. Bu dünyada cinsel ilişki, türün varlığını sürdürmesi içindir. Bu nedenle Allah Teâlâ, Âdem’in sol kaburgasından Havva’yı çıkartmıştır. Allah Teâlâ’nın ‘Erkeklerin kadınlar üzerinde bir derecesi vardır’ buyurduğu gibi kadın bu nedenle erkekten bir derece eksiktir. O halde kadınlar, hiçbir zaman erkeklere katılamaz [seviyesine çıkamaz]. Havva, kaburgadaki eğiklik (ve de düşkünlük) nedeniyle kaburgadan meydana gelmiştir. Bu sayede çocuğuna ve kocasına muhabbet besler. Bu meyanda erkeğin kadına düşkünlüğü, gerçekte kendisine düşkünlüğüdür. Çünkü kadın erkeğin bir parçasıdır. Kadının erkeğe düşkünlüğü ise kaburgadan yaratılmış olmasından kaynaklanır. Erkekte kaburga, sevgi ve düşkünlük demektir.
Allah Teâlâ Havva’nın kendisinden çıktığı Âdem’deki yeri, Havva’ya arzu ile doldurmuştur. Çünkü varlıkta boşluk kalamaz. [Varlık boşluğu kaldırmaz]  Allah Teâlâ o boşluğu arzu ile doldurulduğunda, Âdem kendisine özlem duyar gibi Havva’ya özlem duymuştur. Çünkü Havva kendisinden bir parçaydı. Havva da, kendisinden geldiği vatanı olduğu için, Âdem’e sevgi duydu. Şu halde Havva’nın sevgisi vatan sevgisi, Âdem’in sevgisi kendisini sevmesidir. Bu nedenle erkek, kendisinin aynı olduğu için, kadına sevgisini gösterebilirken, kadına ise erkekleri sevmede hayâ diye ifade edilen güç verilmiştir. Böylelikle gizleme gücü artmıştır. Çünkü Âdem’in kadınla birleştiği tarzda vatan ile birleşilemez.
Allah Teâlâ ö kaburgada Âdemin bedeninde biçimlendirdiği ve yarattığı her şeyi şekillendirmiştir. Allah Teâlâ’nın kendi suretinde Âdem’in bedenini yaratması, çömlekçinin toprak ve taşta meydana getirdiği şeye benzer. Havva’nın bedeninin yaratılışı ise marangozun ahşapta yonttuğu şekillere benzer. Allah Teâlâ onu kaburgada biçimlendirip ve ona suretini yerleştirdiğinde ve onu düzenleyip dengeye kavuşturduğunda, ona ruhundan üflemiştir. Böylelikle Havva diri, düşünen ve türemeden ibaret olan doğumun meydana gelmesi için ekin ve ziraat mahalli olarak var olmuştur. Âdem onda, o da, Âdem’de dinginlik buldu. Böylece Havva, Âdem için bir elbise olduğu gibi Âdem de onun için bir elbise olmuştur. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Kadınlar sizin için siz de onlar için bir elbisesiniz.’ Âdem’in Havva’ya duyduğu arzu, bütün parçalarına yayılmış ve onu istemiştir.
Onbirinci Kısım, c.I, sh: 360
Melekler nurlara, cinler rüzgârlara, insanlar ise bedenlere üflenmiş ruhlardır. Şöyle denilmiştir: Havva’nın Âdem’den ayrışması gibi (kaburga kemiğinden var olması) ilk var olan cinden bir dişi ayrışmış (meydana gelmiş) değildir. Bazı kimseler şöyle iddia etmiştir: Allah Teâlâ cinlerden ilk yaratığı kimsede bir ferc yaratmış, onun bir parçası diğeriyle cinsel ilişkiye girmiş ve böylelikle Âdem’in zürriyeti gibi dişi ve erkek doğurmuş, sonra doğanlar birbirleriyle cinsel ilişkiye girmiştir. Dolayısıyla cinlerin yaratılışı hünsa idi. Bu nedenle cinler ara âlemdendir: Hünsa dişiye ve erkeğe benzediği gibi cinler de insana ve meleklere benzer.
Onikinci Kısım, c.I sh:383
Melâmîler diye isimlendirilen Allah Teâlâ’nın kulları, veliliğin en ileri derecelerine yerleşmiş kimselerdir. Artık bulundukları derecenin üzerinde sadece peygamberlik derecesi kalmıştır. Bu mertebe, velilikte yakınlık makamı diye isimlendirilir. Onlara işaret eden ayet, ‘çadırlarda saf ve çekingen, yumuşak huylu eşleri’  ayetidir. Allah Teâlâ, cennet kadınları ve hurilerinin özellikleriyle kendisine çekip koruduğu ve bir göz görür de kendilerini meşgul eder korkusuyla, âlemin köşelerinde ilahi kıskançlığın koruma çadırında hapsettiği Allah Teâlâ adamları’nın (Ricâlullah) nefislerine dikkat çeker. Hayır!
Yemin olsun ki, yaratıkların onlara bakmaları onları meşgul edemez. Fakat konumlarının yüksekliği nedeniyle, insanların melâmilerin üzerlerindeki haklarını yerine getirebilmeleri mümkün değildir. Böylece kullar, hiçbir zaman ulaşamayacakları bir sorumlulukla yüz yüze gelir. Bunun üzerine, onların görünen tarafları alışkanlık ve ibadet çadırlarında hapsedilmiştir. Söz konusu çadır, zahiri amellere, farz ve amellere sabırla devam etmedir. Bu nedenle Melâmîler âdeti aşmayı bilmedikleri gibi bundan dolayı hürmet de görmezler. Kendilerinden bir bozukluk ortaya çıkmadığı gibi, genelin örfünde tanımlanmış iyilik (yapmaları nedeniyle) ile parmakla gösterilmezler. Onlar gizliler, iyiler, âlemde güvenilirler ve insanlar içinde bilinmeyenlerdir.
Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem kutsî bir hadiste Rabbinden şöyle aktarır: ‘Benim katımda en gıpta edilir velim, namazdan payı olan, gizlide ve açıkta Rabbine güzelce ibadet ve itaat eden ve insanlar içinde gizli kalan bir mümindir.’ Kastedilen şudur: Söz konusu kimseler, insanlar arasında ibadetlerinin büyüklüğüyle tanınmadığı gibi açıkta ve gizlide Allah Teâlâ’nın yasakladığı şeyleri işlemeyen kimselerdir.
Arifin kim olduğu sorulduğunda adamlardan biri, onları nitelerken şöyle demiştir: ‘Arif, dünya ve ahirette yüzü kara kimsedir.’ Bu ifadesiyle, sözü edilen grubun halleri hakkında zikrettiğimiz şeyi kastetmişse, o zaman ‘yüz karalığı’ deyimiyle, arifin dünya ve ahirette bütün vakitlerini Hakkın tecellilerine ayırmasını kastetmiş olmalıdır. Bize göre insan, kendisine tecelli ettiğinde Hakkın aynasında kendisinden ve makamından başkasını göremez. İnsan, var olanlardan biridir ve oluş, Hakkın nurunda karanlıktır. Dolayısıyla insan, ancak kendi karanlığını görebilir. Çünkü bir şeyin yüzü, onun zatı ve hakikati demektir.
İlahi tecelli, özel olarak sadece bu grupta sürer. Dolayısıyla onlar, tecellinin sürekliliği hakkında ifade ettiğimiz üzere, dünya ve ahirette Allah Teâlâ ile beraberdir. Onlar Efrâd’ dır (Tekler).
Yüz karalığı ile efendilik, yüz ile insanın hakikati kastedilirse, bu durumda hadisin anlamı, ‘dünya ve ahirette o efendidir’ demek olur. Bu yorum mümkün olsa bile, efendilik, özel anlamda sadece Peygamberler için geçerli olabilir. Binaenaleyh efendilik, onların yetkinliği iken velilerde bir eksikliktir. Çünkü peygamberler, hüküm koyma nedeniyle görünmek ve üstün olmak zorundadır. Velilerin ise, böyle bir zorunluluğu yoktur.
Onaltıncı Kısım, c.II, sh. 69-70

Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem, efendisinin dövdüğü bir cariyeye şöyle demiş: ‘Allah Teâlâ nerededir?’ Kadın göğü işaret etmiş. Bunun üzerine Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem, kadının işaretini kabul edip sahibine şöyle demiştir: ‘Onu azad et, çünkü mümindir.’
Neredeliği soran kişi, Allah Teâlâ’yı en iyi bilen insan ve Allah Teâlâ’nın peygamberidir. Bazı şekilci âlimler, cariyenin göğü göstermesini ve Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellemin bu ifadeyi onaylamasını ibadet edilen ilahların yeryüzünde bulunmasıyla (buna mukabil Allah Teâlâ’nın gökte olması şeklinde) tevil etmiştir. Böyle bir tevil, gerçeği bilmeyen kimsenin tevilidir. Arapların Şi’ra adında ve rablerin rabbi olduğuna inandıkları gökteki bir yıldıza taptıklarını biliyoruz. Bu âdeti Ebû Kebşe çıkarmıştı. Ben de onların gökteki bu Tanrı’ya yakarışlarına vakıf oldum. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: ‘Şira (yıldız)mn Rabbi O’dur., Gökteki bir yıldıza tapılmasaydı, bu kişinin yaptığı tevil caiz olabilirdi.
Şira’ya tapma âdetini çıkaran Ebû Kebşe, Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellemin ana tarafından atasıydı. Bu nedenle, dedesi Şi’ra’yı tapmayı ortaya çıkardığı gibi kendisi de tek ilaha tapmayı ortaya koyduğunda Araplar onu Ebû Kebşe’ye nispet edip şöyle derlerdi:
‘Ebû Kebşe’nin oğlu ne yapıyor!’ sallallâhü aleyhi ve sellem
Onyedinci Kısım, c. II, sh: 77
Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin şeriatı, önceki bütün şeriatları içermiş, önceki şeriatların sadece Muhammedî şeriatın onayladığı hükümleri bu dünyada sabit kalmıştır. Biz de onları getiren peygamber kendi vaktinde o hükümleri ortaya koyduğu için değil, Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin onları onaylaması yönünden söz konusu hükümlerle ibadet ettik. Bu nedenle Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve selleme bütün hakikatleri toplama özelliği verilmiştir.
Günümüzde sorumlu bütün insan ve cinler Muhammedi’dir ve artık âlemde Hz. Muhammed’in şeriatının dışında ilahi bir şeriat olmadığına göre, bir Muhammedâ herhangi bir amel işlediğinde, Muhammed ümmetinden olan bu amel sahibi ameli işlerken kalbinde ve yolunda kendisine açılan hususlarda, daha önceki peygamberlerden birinin yoluna tesadüf etmiş olmalıdır. Muhammedî şeriat, söz konusu yolu içermiş, onun yolunu onaylamış, böylelikle sonucu kendisine eşlik etmiştir. Amel sahibine bu ameli nedeniyle bir bilgi geldiğinde, o şeriatın sahibine nispet edilir ve İsevî veya Musevî veya İbrahimî denilir. Bunun nedeni, kendisi için belirginleşen ve ona görünen ilimlerin Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin şeriatının ihatasında olmasıdır.
Böylece Muhammedi, bu nispet veya nispetler sayesinde başkasından ayrışır. Bunun nedeni bu insanın, Hz. Musa aleyhisselâm veya başka bir peygamber yaşayıp kendisine tabi olsaydı Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemden miras alacağı şeyleri Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemden tevarüs ettiğinin öğrenmesini sağlamaktır. O peygamberlerin şeriatları, Muhammedî şeriattan önce gelince, o arifi vâris saydık. Çünkü veraset, sonra gelenin önce gelene vâris olmasıdır. Önce olan kişi, Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin onayından önce, sabit bir şeriata sahip olmasaydı, (şeriat getirmeyen) nebi ile (bir şeriat getiren) resul denk olurdu. Çünkü hepimizi Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin şeriatının dönemi birleştirmiştir. Nitekim bu dönemde İlyas, Hızır ve indiği vakit İsa bize denktir. Çünkü vakit, hükümrandır: Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemden sonra şeriat getiren bir peygamberlik olamaz.
Bu yolda, iki şahsın dışında kimseye Muhammedi denilemez: Muhammedî denilen iki şahıstan biri, önceki herhangi bir şeriatta bulunmayan bir hükmün bilgisinin miras yoluyla tahsis edildiği kimsedir. Böylece bu kişiye Muhammedî denilir. İkincisi ise, bütün makamları birleştirip onlardan makamsızlığa çıkan kimsedir. Buna örnek olarak, Ebû Yezid ve benzerlerini verebiliriz. Böyle birine de Muhammedî denilebilir. Bu iki şahsın dışındakiler ise, herhangi bir peygambere nispet edilir. Bu nedenle bir rivayette ‘Alimler peygamberlerin vârisleridir’ buyrulmuş ve özel bir peygamberin vârisleridir denilmemiştir. Bu ifadeyle, bu ümmetin bilginlerine hitap edilmiştir. Aynı lafızlarla aktarılan hadislerde Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Bu ümmetin bilginleri diğer ümmetlerin peygamberidir’, başka bir rivayette ise, ‘İsrailoğullarının peygamberleri gibidir’ demiştir.
Otuzaltıncı Bölüm, c. II,sh:186
Ek Bilgi:
‘İsrailoğullarının peygamberleri gibidir’  Bu hadis-i şerifin işaretiyle eğer İslâm alimleri günümüzde ihlasları ve kemâlatları ile kavi olsalardı Yahudiler bu kadar seslerini çıkartamazlardı. Veliler de durum farklıdır. Onlar Allah Teâlâ’nın işlerine fazla karışmak istemezler. Ancak alimler şeriat üzere durdukları için ve peygamber mesabesinde olduklarından dua ve bedduaları İsrailoğullarını hizaya getirirdi. Maalesef durum şimdilik bu şekilde değil. İhramcızâde İsmail Hakkı

Kalp senin evin benim değil! Mamur kıl onu
Senin zikrettiğin bir şeyi zikretmiyorum ben                                    .
Kendimi zikretmem bir perde iken
Senin beni zikretmen başka!
Senin beni zikretmen en büyük mutluluk
Ben Seni zikredersem, zikir Senden bize ait
Sen bizim zikrettiğimiz bir şeyi zıkretmezsin
Halil’in meskeni Beyt’in zahiri
Kalbinden dolayı, sürekli tabi olursun
Ona yerleşmez ve onu imar etmez                              
Hamd o Allah Teâlâ’ya ki O’nu ifade etmez
O, benim kalbimde onu tasvir eder
Allah Teâlâ bizi ve seni Ruhu’l-kuds ile desteklesin, bilmelisin ki, Allah Teâlâ’m rahmeti her şeyi kuşatmıştır. O’nun rahmetinin bir yönü, kulunun kalbini rahmetle yaratmış ve onu rahmetinden daha geniş yapmış olmasıdır. Çünkü müminin kalbi Hakkı sığdırır. Nitekim Allah Teâlâ şöyle der: ‘Beni yerin ve göğüm sığdıramadı, mümin kulumun kalbi sığdır­dı.’ Allah Teâlâ’nın rahmeti genişliğine rağmen Allah Teâlâ’ya taalluk edememiş veya O’nu sığdıramamıştır. Çünkü rahmet Allah Teâlâ’dan olsa bile O’na dönmez. Hâlbuki Allah Teâlâ kulunun kalbinin O’nu sığdırmasını imkânsız sayma­mıştır. Çünkü (insandaki parçalar içinde) Allah Teâlâ’dan öğrenen ve (haki­kati) Allah Teâlâ’dan anlayan kalptir. Allah Teâlâ kalbe kendisini bilmeyi emreder­ken, ona ancak yapabileceği bir işi emretmiştir. Böylece Hak kulun kalbinde bilinen ve akledilen olur. Hâlbuki Allah Teâlâ merhamet edilen diye nitelenemez. Bu durum yaratıklarının rahmetinin O’na ulaşamayacağı­nı gösterir. Buna mukabil kalplerdeki takva O’na ulaşır. Nitekim Allah Teâlâ ‘Fakat sizden olan takva Allah Teâlâ’ya ulaşır’ buyurur. Başka bir ayette Allah Teâlâ’nın şiarları kastedilerek -ki onlar bir tür Allah Teâlâ’yı bilmedir-‘onlar kalp­lerin takvasındandır’ denilir. Başka bir ayette ‘Onların kendileriyle aklettikleri kalpleri yok mu?’ denilir. Allah Teâlâ’nın kalpleri akledici diye ya­ratmış olmasının nedeni, kulun onun vasıtasıyla ilahi hitabı anlayabil­mesidir. Allah Teâlâ’nın kula hitap ettiği hususlardan birisi, rahmeti her şeyi kuşatırken kulun kalbinin O’nu kuşattığıdır. Şu var ki burada işaret etmekle yetinip açıklamayacağım bir sır vardır, şöyle ki: Allah Teâlâ bilinme­yi sevdiğini söylemiştir. Sevginin gereği ise tanınan olmaktır. Bu mak­satla Allah Teâlâ âlemi yaratmış, onlara tanınmış, onlar da kendisini bilmiş­tir. Öyleyse yaratılmışlar O’nu kendi düşünceleriyle değil, O’nun ken­disini tanıtmasıyla tanımışlardır. Bu durum ‘kalbi olan veya kulak veren ve şahit olan kimse için işarettir.’
Muhabbet, zevk bilgisiyken bizde olan ise sevendir. Seven herkes sevginin gerektirdiği şeyi bilir. Buradan rahmetin genelliği öğrenilir. Başka bir hadis, Allah Teâlâ’nın gazabının kulun O’nu gazaba getirmesinden kaynaklandığını belirtir. Öte yandan Allah Teâlâ’nın tercümanı olan peygam­berlerin yaratıklar kıyamette kendilerinden şefaat istediklerinde şöyle diyecekleri aktarılmıştır: ‘Allah Teâlâ bugün daha önce hiç kızmadığı ve bir daha kızmayacağı şekilde gazaba gelmiştir.’ Bu gazap intikamla orta­dan kalkar. Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Sadaka Rabbin gazabını söndürür’ der. Allah Teâlâ kula sadaka verme imkânı ihsan edendir. Bu durumda kuluna vermeyi nasip ettiği sadakayla gazabını söndüren bizzat Allah Teâlâ’dır. Böy­le ifadeler çoktur. Fakat Allah Teâlâ’nın kulları nezdinde bu kadarı da O’ndan (olmak üzere yeterlidir). Biz bir ekleme yapmak istemiyoruz, çünkü biz O’nu kendisinin bildirmesiyle tanıdık. Bu da -yaratılmışın düşünce­sinden değil-O’nun bildirmesiyle meydana gelen bilgidir.
Allah Teâlâ kulun kalbini evi edinmiştir, çünkü orayı kendisi hakkındaki marifetin mahalli yapmıştır. Kalp -nazarî bilginin değil-irfanı bilginin yeridir. Allah Teâlâ kalbi koruyarak başkasının yerleştiği bir yer olmaktan sakınmıştır. Kul (farklı özellikleri) kendinde toplayan varlıktır (kevn-i cami). Bu nedenle Hakk’ın o kul için farklı suretlerde, başka bir ifadey­le her bir şeyin suretinde tecelli etmesi gerekir; çünkü kul her şeyi bi­lebilecek (kalbe) sahiptir. Eşyayı bilmenin yeri ise kalpten başkası de­ğildir. Allah Teâlâ, kulun kalbinin Rabbinden başkasının gireceği bir yer ol­masını kıskanır ve bunun için kendisinin her şeyin sureti ve her şeyin aynı olduğunu öğretir. Böylece kulun kalbi de her şeyi kuşatır, çünkü her şey, Hakk’tır. Kalp bu durumda Hakk’ı sığdırmış demektir. Binae­naleyh herkim hakikati bakımından Hakk’ı bilirse, hiç kuşkusuz, her şeyi öğrenmiş demektir. Hâlbuki herhangi bir şeyi bilen Hakk’ı bilmiş sayılmaz. Hatta kul, bildiğini zannettiği şeyi bilmiyordur, çünkü onu bilseydi, onun Hak olduğunu bilirdi. Bir şeyin Hak olduğunu bilme­yince, kulun o şeyi bilmediğini söyledik. Allah Teâlâ (kendini sığdıran kalp­ten söz ederken) ‘müminin kalbi’ demiş, müminden başkasını zikretmemiştir. Çünkü Allah Teâlâ’yı bilmek, O’nun bildirmesiyle gerçekleşebilir. Teorik/nazarî düşünceyle Allah Teâlâ bilinemeyeceği gibi O’nun öğretişini müminden başkası da kabul edemez. Çünkü mümin olmayan kişi, ge­nel itibarıyla, Allah Teâlâ’nın bildirmesini kabul etmez. Böyle bir insan, söz gelişi, Hakka dair verilen bilgiyi imkânsız sayabilir. Bu bağlamda ‘im­kânsız sayanlar’ kısımlara ayrılır: Bir kısmı peygamberleri suçlayarak onların hayal gücünün otoritesi altında bulunduklarını ileri sürer. Bu kısım, Allah Teâlâ’nın kendilerini saptırıp hidayet karşısında körleştirdiği ve en çok zarara uğrayanlardır. Onlar hidayet yolunda kör olanlardır. Hakikati bilselerdi durumun böyle olduğunu da anlarlardı. Onlar, bil­gisizlik ile dinden çıkmayı bir araya getirmiş, bu nedenle de mutluluk­tan nasipleri yoktur. Allah Teâlâ hakkında böyle bir bilgiyi imkânsız sayan başka bir grup şöyle der: ‘Peygamberler Allah Teâlâ’yı en iyi bilenlerdir. Bu­nunla birlikte onlar sözlerinde işin kendinde olduğu durumu ifade et­mek yerine insanların anlayış seviyelerine inmişlerdir. Çünkü gerçeği olduğu durumda ifade imkânsızdır.’ Bu insanlar, kendisine ve pey­gamberlerine nispet ettiği hususlarda Allah Teâlâ’yı ve peygamberi tekzip et­miş, bunu yaparken nazik ifadeler kullanmış kimselerdir. Bu duruma şöyle bir misal verebiliriz: insan saygı gösterdiği birinin dinleyenin onun söylediği durumda olmadığını zannedeceği konuşmalar yaptığını görür. Bu kişi ona ‘yalan söyledin’ demez, sadece ‘efendim doğru söy­lüyor, gerçek öyle değildir; gerçek efendimin şu şekilde söylediğidir’ der. Gerçekte bu kişi onu yalanlar ve nazik bir ifadeyle onu cahil ilan eder. İşte tevile kalkanların davranışı böyledir.
Bir kısmı, peygamberin ifade ederken insanların seviyesine indiği­ni söylemek yerine, şöyle der: ‘Bu sözle kastedilen, sıradan insanların anladığı değil, şu ve şudur.’ Burada zikrettikleri yorum, peygamberin vahyini kendisiyle getirdiği dilde mevcuttur. Bu insanlar, hal itibarıyla önce zikredilenlere benzer. Bununla birlikte onlar bu konuda kendi görüşleriyle Allah Teâlâ’ya hüküm dayatırlar ve ‘dilden anlaşılan budur’ (diye) kesin hüküm verirler. Hâlbuki aynı dilin mensuplarının inandığı anlam söylediklerinden başkadır. Bu durumda gerçek anlamın her iki yoru­mun birden olması imkânsız sayılamaz. Söz konusu tevilciler, Allah Teâlâ’nın kendisine dair vermediği bir hükmü vermiş olmakla yanılmışlardır. Onlar, sadece akıllarını kendisine bağlayıp sınırladıkları ve daralttıkları bir ilaha ibadet etmişlerdir.
Bir kısmı şöyle der: ‘Geldiği haliyle vahiydeki lafızlara iman ede­riz, fakat anlamını bilmeyiz.’ (Bu insanlar gerçekte şunu demiş olur): Biz lafza iman ederken vahyi duymamış kimseler gibi oluruz ve aklın bize verdiği delile göre sözün zahirinden anlaşılan anlamı imkânsız saymaya devam ederiz. Demek ki bu insanlar da nazik bir üslupla Allah Teâlâ’ya hüküm dayatmaktadır. Başka bir ifadeyle onların davranışı, nazik bir ifadeyle, Allah Teâlâ’ya karşı çıkmak demektir. Çünkü onlar, kendilerini ilahi hitabı duymayanlar gibi kabul etmektedirler. Başka bir grup ‘(vahyin) lafzına Allah Teâlâ’nın ve peygamberin lafız hakkındaki bilgisine göre iman ederiz’ derler. Bunlar, Allah Teâlâ bize abes sözle hitap etmiş diyen­lerdir, çünkü (onların anlayışına göre) Allah Teâlâ bize anlamadığımız bir şekilde hitap etmiştir. Hâlbuki Allah Teâlâ şöyle buyurur ‘Biz gönderdiğimiz her peygamberi kavminin diliyle gönderdik ki, onlara açıklasın.’ Vakıa da böyledir. Allah Teâlâ’nın da buyurduğu üzere, peygamber bize ge­len vahyi bize açıklamıştır. Fakat söz konusu tevilciler, müslüman ol­malarına rağmen, peygamberin sözlerinin bir beyan olduğunu kabule yanaşmamaktadır.
Üçüncü durum şudur: Onlar Allah Teâlâ’nın basiret gözlerinden bilgisiz­lik perdesini kaldırıp nefislerindeki ve ufuklardaki ayetleri gösterdiği kimselerdir. Bu sayede (görülen her şeyin gerçekte) Hak olduğunu, başkası olmadığını görürler. Onlar Hakk’a iman ederler. Daha doğru bir ifadeyle her yönden ve her surette Hakk’ı bilirler ve her şeyi ihata ettiğini öğrenirler. Dolayısıyla arif her şeyi Hak’ta görür. Bu yönüyle Hak her şeyi ihata eden bir zarftır. Nasıl böyle olmasın ki? Allah Teâlâ ed-Dehr ismiyle buna dikkat çekmiş, O’nun dışındaki her şey bu Dehr’e dâhil olmuştur. Her kim bir şeyi görürse, onu Hakta görmüştür. Bu nedenle Hz. Ebu Bekir radiyallâhü anh ‘Gördüğüm her şeyden önce Allah Teâlâ’yı gördüm’ demiştir. Çünkü o şey Hakk’a girene kadar onu görmemiştir ve bu durumda zorunlu olarak o şeyden önce Hakk’ı görür. Çünkü o şeyin Hak’tan ortaya çıkışını görmüştür. Öyleyse Hak, bütün varlıkların evi­dir, çünkü O, varlık demektir. Kulun kalbiyse Hakk’ın evidir, çünkü kalp Hakk’ı sığdırmıştır. Fakat söz konusu olan müminin kalbidir, başkasının değil!
Kim Hakkın eviyse Hakk da onun evidir
Hakkın varlığı, var olanların aynı
Müminin böyle bir genişliğe sahip olması, âlemin ve Hakkın sure­tinde yaratılmış olmasından kaynaklanır. Buna mukabil âlemdeki her­hangi bir parça Hakkın suretinde değildir. Bu nedenle Hak müminin kalbini kendini sığdırabilecek kadar geniş olmakla nitelemiştir. Ebu Yezid el-Bestami arifin kalbinin genişliğinden söz ederken şöyle der: ‘Arş’, yani Allah Teâlâ’nın mülkü ve içermiş olduğu bütün cüzîler ve onların cevherleri, ‘yüz bin katıyla birlikte’ -ki burada sınırlama değil sadece sonsuzluğu ve ulaşılamazlığı bildirmemek için böyle bir ifade kullanarak varlığa girenleri kastetmektedir ‘arifin kalbinde bulunsaydı, arif onları fark edemezdi.’ Çünkü kalp kadimi sığdırırken hadisi (zamanda yaratılmış) nasıl mevcut olarak hissedebilir ki? ’ Ebu Yezid’in ifadesi, dinleyenlerin anlayışı ölçüsünde, kalbin genişliğini anlatan bir ifadedir. Gerçekte şöyle demek gerekir: ‘Arifin kalbi Hakkı sığdırdığı için her şeyi de sığdırır.’ Çünkü Hakkın dışında hiçbir şey yoktur. Dolayısıyla var olan her şeyin sureti arifin kalbinde, yani Hakkı sığdıran kulun kalbindedir.
Arifin kalbi her suretin heyulası
Her suret için bir heyula sanki kalp

Sen şunun ve bunun arasında
Hakk seni orada suru olarak yerleştirmiş
Ebu Yezid’inkine benzer bir cümle Cüneyd-i Bağdadî tarafından söylenmiştir. Cüneyd ‘hâdis olan kadime bitiştiğinde geride izi kalmaz’ demiştir. Bununla birlikte Cüneyd’in cümlesi, Ebu Yezid’inkinden da­ha yetkindir. Çünkü hadisi kadime bitiştirdiğinde, iz ve eser hadise değil, kadime ait olur. Bu karşılaşmayla kendinde gerçek ortaya çıkar ki, o da bizim söylediğimizdir (eserin kadim’e ait olması). Çünkü ese­rin ve izin bilinmemesi mümkün değildir. Kadim ile karşılaşmazdan önce eser hadise nispet edilirken hadis kadimle karşılaştığında kadimde görülür. Buna mukabil hâdis, eserin kendisi olarak görülmüştür. Bu nedenle Cüneyd söylediğini söylemiştir.
Bu açıklamadan sonra Hz. İbrahim’in bu mesabede olduğundan kuşku duymayız. O ve bütün peygamberler, Hakk’ı sığdırmış kimse­lerdir. Allah Teâlâ onun sırtını Beyt-i Mamur’a dayandırmış, fakat oraya girmemiştir. Çünkü oraya girmiş olsaydı Beyt-i Mamur, Hakk’ı sığdırmış demek olurdu. Başka bir ifadeyle Hakk’ı sığdıran birini sığdır­mış olacağı için (dolaylı olarak) Hakk’ı da sığdırmış olurdu. Bu yo­rum, gerçek bir değil, işarî bir yorumdur. Çünkü Hz. İbrahim’in be­deni hiç kuşkusuz duvarlarla sınırlanmıştır. Burada onun ölümle birlik­te intikal ettiği berzahtaki suretini kastediyoruz.
Şiirde geçen ‘Onu kendimden boşaltırım’ ifadesine gelirsek, kaste­dilen, Kuran-ı Kerim’i okuyan hakkında Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellemin söylediği sözdür. Hz. Peygamber kutsi bir hadiste Rabbinden şöyle aktarır: ‘Be­ni zikretmenin kendisini benden bir şey istemekten alıkoyan kimseye istediğinden daha iyisini vereceğim.’ Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Kuş­kusuz biz zikri indirdik.’ Kastedilen Kuran’dır.. Başka bir ayette ise ‘Zikir ehline sorunuz’ denilir. Kastedilen yine Kuran ehlidir, çünkü Allah Teâlâ ‘Kitapta hiçbir şeyi ihmal etmedik’ buyurur. Kuran, her şeyi top­layan kitap demektir. Kim başkanın varlığına inanırsa, kalbini Hak için boşaltması gerekir.
İnsanlar derece derecedir, çünkü Allah Teâlâ âlemin bir kısmını öteki­lerden üstün kılmıştır. Derecelendirmenin en faziletlisi, Allah Teâlâ’yı bilmek hususundaki derecelenmedir. Bakınız! Allah Teâlâ insana kendisine ait olan el-Ahir isminin menzilini vermişken kendisine O’nu bilmede el-Evvel ismini vermiş, meleği el-Evvel ve el-Ahir arasında ihata edilen kılmış­tır. Mertebeleri bilen, meleğin ve insanın Allah Teâlâ hakkındaki bilgisinin (derecesini) de öğrenir. Bu nedenle melek -ki o Ruhu’l-emin’dir- el-Evvel isminden el-Ahir ilahi ismine yerleşmiş kâmil kul olan peygam­bere vahiy getirir. Bu durum ‘Allah Teâlâ şahittir’ ayetinde belirtilir. Allah Teâlâ kendi birliğine şahit ederken kendisiyle başlamış, sonra melekleri, meleklerden sonra bilgi sahipleri olan insanları zikretmiştir. Öyleyse ba­şında da sonunda da iş ve emir, Allah Teâlâ’ya aittir. Melek ise o ikisinin ara­sındadır. Varlığın durumu da böyledir: İlk olmak Hakk’a aittir. Sonra meleği yaratmış, ardından insanı yaratmış, ona halifeliği vermiştir. Hâlbuki meleğe halifelik vermemişti, çünkü ortadaki ihata edilmiş de­mektir. Meleğin insandan üstünlüğü, Allah Teâlâ katından ona getirdiği va­hiyle ortaya çıkar. Bu durum, akla ve dile göre, üstünlük hakkında ke­sin delil sayılmaz. Nitekim göklerin ve yerin yaratılışı da insanların ya­ratılışından ‘daha büyüktür (hâlbuki insan daha üstündür).’ Çünkü in­sanlar feleklerin hareketiyle ve unsurlarda gerçekleşen tekvini Kabul etmekle meydana gelirler. Öyleyse sadece özel yönler olduğu gibi hep­sini kuşatan bir yön vardır. Bir varlık bir açıdan diğerlerinden üstün iken başka bir açıdan da diğerleri üstündür.
‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’
Yirmi sekizinci sifir, c. XIV, sh. 354-361

Muhyiddin İbn Arabî kaddesellâhü sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde beyan buyurdu ki:
Çocukların fitne olmasına gelirsek, çocuk babanın sırrı, ciğerparesi, kendine en bağlı ve yapışık olan varlıktır. Çocuğu sevmek, bir şeyin kendi kendisini sevmesi demektir. İnsana kendinden daha sevimli bir şey yoktur. Bu nedenle Allah Teâlâ insanı onun dışında ‘çocuk’ diye isimlendirdiği bir surette bizzat kendisiyle sınamış, kendine bakmanın Hakkın onu mükellef tuttuğu hakları yerine getirmekten alıkoyup koyamayacağını görmeyi murat etmiştir. Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem kızı Hz. Fatıma aleyhisselâmın hakkı ve onun kalbinde bilinmeyen mertebesi hakkında şöyle demişti: ‘Muhammed’in kızı Fatıma bile hırsızlık yapsaydı elini keserdim.’ Hz. Ömer radiyallâhü anh oğluna zina cezası olarak dayak cezası vermiş, çocuk ölmüş, Hz. Ömer bundan rahatsızlık duymamış, had cezası uygularken -ki canın telef olmasına yol açmıştır- cana ağır gelen evladını feda edebilmişti. (Benzer bir durum zina ettiğini itiraf eden bir) kadın hakkında gerçekleşmişti. Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem o ikisinin tövbesi hakkında ‘bundan daha büyük tövbe olur mu?’ demişti. Nahoş bir hakkı ve cezayı evlada tatbik edebilmek, en büyük imtihan vesilesidir. Allah Teâlâ baba hakkında çocuğun ölümüne dair şöyle der: ‘Çocuğunun canını kabzettiğim bir mümin kulumun ödülü ancak cennet olabilir.’ En büyük imtihan ve en çetin fitne olan bu üç esası sağlam ve muhkem bir şekilde icra eden ve Hakkın mertebesini tercih edip bütün bu hususlarda Allah Teâlâ’nın hakkına riayet eden insan, hemcinsleri arasında kendinden daha üstün kimsenin bulunmadığı biridir.
Oztuzaltıncı Sifr, c. XVIII, sh:207
Kıbleye yönelen herhangi bir günahkârı tekfir etme. Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem birisini tekfir etmişse, onu tekfir edebilirsin. Cemaatle namaz kılmak isteyen bir eşin olduğunda, onu cemaate gitmekten alıkoyma, fakat evinin onun adına daha hayırlı olduğunu kendisine öğret. Öfkeyle veya sakinken, kendine, evladına, hizmetçine veya malına beddua etmekten uzak dur ve kendini koru. Hastayı yemeye zorlama, hiç kimseye ateşle azap etme, et yediğinde onu bıçakla kesme, çiğneyerek ye!
Oztuzaltıncı Sifr, c. XVIII, sh:323
Hz. Peygamber yaralandığında şöyle dua etmekteydi: ‘Allah Teâlâ’m! Kavmime hidayet et, onlar bilmiyor.’ Böylece Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem insanlar için Rabbine mazeret sunuyordu. O bir beşer olduğunu ve beşeriyet hükümlerin bazen kendisine baskın geldiğini bildiği için de Rabbine şöyle dua ederdi:
‘Allah Teâlâ’m! Bir insan olduğumu bilirsin, bir insan gibi razı olur, bir insan gibi öfkelenirim.’ [Yani kendim için kızar, razı olurum.] ‘Allah Teâlâ’m! Kime beddua edersem, bedduamı onun adına rahmet ve rıza vesilesi yap.’
Yirmi Beşinci Sifir, c. XIII, sh: 91


Muhyiddin İbn Arabî kaddesellâhü sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde beyan buyurdu ki:
Allah Teâlâ, Hz. Musa’ya şöyle der: ‘Bana kendisiyle günah işlemediğin bir dille dua et.’ Hz. Musa, ‘O dil nedir?’ diye sormuş, Allah Teâlâ ise, ‘Senin kardeşine, kardeşinin de sana dua etmesidir’ demiştir! Çünkü her biriniz, bir diğerinize dua ettiğiniz dilinizle bana asi olmadınız. Dolayısıyla kardeşi adına bana dua eden kişi, temiz bir dille dua etmiş demektir. Allah Teâlâ duayı ona izafe etmiştir, çünkü dua eden, edilenin vekilidir. Dua edenin diliyle ise, dua edilen insan günah işlememiştir.
Elli İkinci Kısım; c. IV, sh. 383

Muhyiddin İbn Arabî kaddesellâhü sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde beyan buyurdu ki:
Secde etmek, kalbe vaciptir. Kalp secde ettiğinde ise, yüz secdesinin aksine, secdeden asla kalkmaz.
Sehl b. Abdullah et-Tüsterî, tasavvuf yoluna girdiği ilk dönemde kalbinin secde etmiş olduğunu görmüş. Secdeden kalkmasını beklemiş fakat kalkmamış. Bunun üzerine hayrette kalmış. Yaşadığı hadiseyi bu yolun pirlerine sormaya başlamış, bilen kimse bulamamış. Çünkü onlar, dürüst insanlardı, gerçekleşmiş bir zevk (tecrübe) olmaksızın konuşmazlardı. Bunun üzerine Sehl’e şöyle denilmiş:
Abadan şehrinde saygın bir şeyh var, oraya gidersen belki sorunun cevabını alabilirsin.’ Bunun üzerine Sehl, yaşadığı şeyi sormak için Abadan’a gitmiş, o şeyhin huzuruna girmiş, selam vermiş ve şöyle demiş:
‘Ey şeyh! Kalp secde eder mi?’ Şeyh şöyle cevap vermiş: ‘Eder, hem de sonsuza kadar.’ Böylece, şifasını-bulmuş ve o şeyhin hizmetine girmiş.
İnsan için göz görmesiyle bir hal meydana geldiğinde, hiç kuşkusuz, kendisi kemale erdiği gibi marifeti ve korunmuşluğu da yetkinleşmiş demektir. Artık, şeytan ona ulaşmak için bir yol bulamaz. Veli hakkında bu koruma ‘muhafaza’ diye isimlendirildiği gibi nebi ve peygamber hakkında ‘ismet (masumluk)’ diye isimlendirilir. Bu farklılık, peygamber ve nebiler karşısında saygının bir gereğidir. Böylece onların korunmuşluğuna ‘ismet’ ismi tahsis edilerek, veli ve nebi arasındaki fark sağlanmıştır. Yine de, bu ikisinin arasındaki, farkı şöyle açıklayabiliriz: Nebiler, dışta ve içte (zahirde ve batında) şeytandan korunmuş kimselerdir. Onlar, bütün hareketlerinde Allah Teâlâ tarafından muhafaza edilir ve sakınılır. Çünkü Allah Teâlâ, onları örnek alınsınlar diye görevlendirdi. Onların işi, Hakka yakarmak ve O’nunla konuşmaktır. Gönderilmiş nebiler, kendi adlarına mübah bir işi yapmaktan korunmuştur. Çünkü onlar, söz ve fiilleriyle hüküm koyarlar. Mübah bir iş yaptıklarında ise, kendilerine uyulsun diye onu hüküm yapmak üzere işlerler ve Allah Teâlâ’nın o şey hakkındaki hükmünü takipçilerine bildirirler. Öyleyse, kendilerine indirilen şeyi insanlara açıklamak peygamberlerin zorunlu görevidir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
 ‘Ey peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Bunu yapmazsan, risâletini ulaştırmamış olursun. Allah Teâlâ seni insanlardan korur,’ Peygamberin varislerinin de bu tebliğden büyük bir pay ve nasipleri vardır.
Veli ise, Allah Teâlâ’nın dilediği bir şeyi kalbine aktarması esnasında, şeytanın yapmasını arzuladığı işten korunmuştur. Böylece Allah Teâlâ (şeytanın arzuladığı o işin) hakikatini razı olacağı tarza çevirmekle değiştirir. Bu durumda, veli Allah Teâlâ katında büyük bir mertebeye ulaşır. İblisin günahtaki ısrarı olmasaydı, bir daha bu veliye dönmezdi, çünkü veliye getirdiği işin (dürtünün) yakınlık ve mutluluğunu artırdığını görür. Nebiler ise, şeytanın bir şey aktarmasından korunmuştur. İşte (nebilere özgü) ismet ile (velilere özgü) hıfz arasındaki fark budur. Peygamber karşısındaki saygının gereği olarak, hıfz (korunma) velilere tahsis edilmiştir. Çünkü şeytanın ilahi tecellinin kalplerine verdiği bilgiden dolayı bazı velilerin kalplerine ulaşma imkânı da yoktur. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Her kovulmuş şeytandan koruyarak’ Kastedilen, şeytanların en büyüğüdür. Çünkü şeytan herkese makamına yaraşan şeyi aktarır. Şeytan, söz gelişi, bir veliye gelir ve ona ancak itaatleri yapmasını söyler, itaatleri çeşitlendirir, onun dikkatini bir itaatten daha üstün bir itaate çeker. Bu durumda veli, ibadetlerde nefsanî arzularına ait bir etki göremez ve onu yapmaya koşar. Kovulmuş şeytan ise, velinin verdiği düşünceyi almakla tatmin olur. Veli bu konuda Rabbinden bir delile sahip olsaydı, hiç kuşkusuz, daha iyi olurdu. Şeytan, ilahi tecellinin bilgisine herhangi bir şekilde zarar veremez. Bu nedenle Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem kendi şeytanı, yani onunla ‘sorumlu yakını’ hakkında şöyle der: ‘Allah Teâlâ bana ona karşı yardım etmiş, o da müslüman olmuştur.’ Yani, şeytanı peygambere boyun eğerek ona sadece iyiliği emretmiştir. Allah Teâlâ hakkındaki bilgisi teorik düşünce ve tümevarımdan olan kimse ise, bu durumda değildir. Şeytan ona kuşkulu kanıtlar verir. Amacı ise, kişiyi şaşırtmak ve Rabbini bilmeyerek ya da kuşku ya da hayret ya da tereddüt içinde ölmesini sağlamak için onu düşünme alanına çekmektir. Allah Teâlâ hakkındaki bilgisi tecelliden meydana gelen veli ise, basirete sahip olarak her kuşkudan korunmuştur. Çünkü şeytanın, yani insan ve cin şeytanlarının ilahi tecelli ilminin sahibinin kalbine ulaşma imkânı yoktur. Böyle bir hal ise, veliler içinde sadece ‘kalbi secde eden’ kimse için gerçekleşebilir. Çünkü şeytan insandan ancak kalbiyle ve yüzüyle (zahir ve batın) secde ettiğinde uzaklaşabilir. Kalbi secde etmeyen veli korunmuş değildir.
Kalbin secdesi, Allah Teâlâ ehlinin yolunda önemli ve büyük bir meseledir, az bulunan bazı fertlerin dışında kimse için gerçekleşmez. Onlar, rablerinden bir delile sahip kimselerdir. Delil, Hakkın tecellisi demektir. Bu delili, şeytanın ayrıldığı kuldan meydana gelen bir şahit (tanık) takip eder ki o da, ‘kalbin secdesi’dir. O halde, Rabden gelen bir delille onu takip eden şahit bir araya geldiğinde, kalp korunur ve sakınılır. Bu kalbin sahibi ise, insanları basiretle Allah Teâlâ’ya çağırır. Tasavvuf yolunda bu makam hakkında sûfilerin şaşırdığı pek çok sebep vardır. Ebu Yezid şöyle der:
‘İnsanları şu kadar yıl Allah Teâlâ’ya davet ettim, sonra Allah Teâlâ’ya döndüm, bir de ne göreyim: Hepsi beni geçmiş.’
Bu makamda Ebu Yezid’e şöyle denilmiş: ‘Arif günah işler mi?’ O da şöyle cevap vermiş: ‘Allah Teâlâ’nın emri mutlaka gerçekleşir.’ Bu ifade, edebin zirvesidir. Çünkü Ebu Yezid ‘evet’ ya da ‘hayır’ dememiştir. Bu ise, onun hali, bilgisi ve saygısının yetkinliğindendir. Allah Teâlâ ondan ve onun gibilerden razı olsun!
Kırkyedinci Kısım; c.IV, sh:198-200
Kalp temizliği, secde eden olması bakımından, Allah Teâlâ’ya secdenin geçerlilik şartıdır. Organların temizliği ise, secde esnasında manevi yoldan anlaşılır. Çünkü onlar, secde vaktinde başka bir işle ilgili olamazlar. Kalp ise, böyle değildir. Bu nedenle, kalp secde ettiğinde ebediyen secdeden kalkmaz. Namazın dışındaki secde halinde ibadetle ilgilenen organların fiilinde su veya toprağın kullanılması farz değildir. Secdenin abdestliyken yapılması, daha uygun ve daha üstündür. Abdullah b. Ömer abdestsizken bile tilâvet secdesi yapardı.
Kırkyedinci Kısım; c.IV, sh: 202
Sehl b. Abdullah el Tüsterî henüz altı yaşındayken bu makama ulaşmıştı. Bu yoldaki ilk hali, kalp secdesiydi. Halbuki büyük hal sahibi uzun yaşamış nice Allah Teâlâ velîsi vardır ki, kalp secdesi yapamamış, kalbin bir secdesi olduğunu da öğrenememiştir. Bununla birlikte o, velîlik makamına ulaştığı gibi onda derinleşmiştir de. Kalp secdesi gerçekleştiğinde, sahibi bir daha başını secdeden kaldırmaz. Kalp secdesi, başka pek çok ayağın (kadem) kendisinden çıktığı tek kadem üzerinde sabit kalmaktır. Bu secdeyi yapan kişi, o kadem üzerindedir. Velîlerin çoğu, kalbin bir halden bir hale dönüştüğünü görür. Zaten kalp de bu nedenle ‘kalp’ diye isimlendirilir. Bu makam sahibi ise, halleri değişse bile, tek bir yönden onun üzerinde sabittir. Bu durum ‘kalp secdesi’ diye isimlendirilir. Bu nedenle Sehl b. Abdullah Abadan’da bir şeyhin huzuruna girdiğinde, kendisine şöyle sorulmuş: ‘Kalp secde eder mi?’ Şöyle cevap vermiş: ‘Ebediyete kadar.’ Bunun üzerine Sehl, şeyhin hizmetine girmiştir.
Yetmişyedinci Kısım, c. VI, sh: 152
Allah Teâlâ kendilerinden razı olsun! Allah Teâlâ onları kalp secdesiyle dost edinmiştir. Onlar, dünya veya ahirette başlarını kaldırmaz. Bu hal, yakınlık hali iken aynı zamanda Hakka yakın kimselerin bir niteliğidir. Secde ancak bir tecelliden ve müşahededen kaynaklanır. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘secde et ve yaklaş’ dedi. Başka bir ifadeyle, bu secde, bir ikram, iyilik ve hediye yakınlığıdır. Bir hükümdar huzuruna girip önünde secde ederek kendisine yaklaşana ‘yaklaş, yaklaş’ der ve istediği ölçüde yaklaşmasını sağlar. Bu secde esnasında Allah Teâlâ’nın ‘yaklaş’ demesinin anlamı budur. Bu durum, kime secde edildiğini ve kimin huzurunda olduğunu bildirmeyi amaçlar. Huzurunda olunan kimse, yakınlığını katmerleştirmek için, kula ‘yaklaş’ demektedir. Kutsi hadiste Allah Teâlâ: ‘Bana bir karış yaklaşana bir arşın yaklaşırım’ der. Kulun Hakka yaklaşması ilahi bir emir nedeniyle olursa, bu, onun iyilik ve ikramında daha büyük ve yetkin bir davranış olur. Çünkü bu esnada kul, keşfe dayalı olarak, Efendisinin emrine uymaktadır.
İşte bu, Allah Teâlâ’nın peygamberine kendileri ve benzerleri için evini temizlemeyi emrettiği ariflerin secdesidir. Allah Teâlâ ‘Evimi tavaf edenler, itikâfa girenler, rükû ve secde edenler için temizle’ buyurur. Hz. Peygambere ise ‘Rabbinin övgüsünü tespih et ve secde edenlerden ol’ buyurdu. Burada, hiçbir zaman başlarını kaldırmayan kimseler kastedilir ki, böyle bir şey ancak kalbin secdesinde olabilir. Sözünün ardından ise ‘secde edenlerden ol’ demiş, sözünü tamamlayarak ‘sana yakîn (ölüm ve kesin inanç) gelene kadar Rabbine ibadet et’ demiştir. ‘Yakîn’ vasıtasıyla senden kimin secde ettiğini, kime secde ettiğini öğrendiğin gibi senin her şeye güç yetiren Hakkın elinde amade bir araç olduğunu da öğrenirsin. O, seni seçmiş, temizlemiş, nitelikleriyle süslemiştir. O’nun nitelikleri, (bu secde esnasında) secde ederek O’nu ve O’na nispet edilmeyi talep etmiştir.
Yetmişdokuzuncu Kısım, c. VI, sh:179

Sehl b. Abdullah, Abadanlı bir adama kalbin secdesini sormuş. Sehl kalbinin secde ettiğini görmüş, zamanındaki şeyhlerden bir gruba bunu arz etmiş, onlar ise aym hali tatmadıkları için ne söylediğini anlamamışlardı. Bunun üzerine Sehl konuyu bilen birini bulmak üzere yola çıkmış. Abadan’a gelince, bir şeyhin huzuruna girmiş ve ‘Üstat! Kalp secde eder mi?’ demiş. Bunun üzerine şeyh ‘Eder, sonsuzluğa secde eder’ demiş. Yani secdeden başını kaldırmaz. Bu sorusuyla Sehl, Allah Teâlâ’nın kendisini kalbinin secdesine muttali ettiğini anlamış, onun gereğine uymuş, dünyada başını secdeden kaldırmamış, ahirette de kaldırmayacaktır. Bu nedenle Sehl, bir daha bir şeyin gerçekleşmesi veya gerçekleşmiş olanın kaldırılması için dua etmemişti. İşte bu, ariflerin bile bilmediği meçhul bir makamdır. Bu makamda tekler (Efrad) sabit durabilir.
Nebilere seçkin ve sıradan insanlar için hüküm koyma yetkisi verilip (ahlakta uyulan) ‘örnek’ haline getirilmeselerdi, onların durumu zikrettiğimiz gibi olurdu. Fakat nebiler, şeriat getirme esnasında kalp secdesinde huzuru esas almışladır. Bu hal, hiçbir zaman ortadan kalkmayacak şekilde, eşlik eden halin hükmünün verdiği gücün zirvesidir. Nebi olmayan bu hali bilince, zorlanır. Pek çok yerde eşyada ilk olanın Allah Teâlâ’ya nispet edilmeye daha uygun olduğunu söylemiştik. İlkler, kuşkunun girmeyeceği doğrulardır. Aynı zamanda ilk düşünme, ilk bakış, ilk duyuş, ilk hareket ve ilk sözde zafiyetin giremeyeceği bir güç vardır. Sadece Allah Teâlâ için olabilecek bütün ilklerde şirk bulunmaz. İlkten sonra ise, ona girenler girebilir ve girenlerin bir kısmı doğru bir kısmı yanlış olabilir. Peygambere ilk gelen vahyin sahih rüya oluşuna bakınız! Böylelikle sahih rüyalar, vahiyde ilklik mertebesini kazanmıştır. Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellemin gördüğü her rüya sabah aydınlığı gibi gerçekleşirdi, çünkü sabah aydınlığı, rüya gören insanın uykudan uyanması gibi, geceden ortaya çıkıştır. Validemiz Hz. Aişe radiyallâhü anhanın yaptığı benzetmenin güzelliğine bakınız! Böylelikle Allah Teâlâ, bu ümmetin ricali için hiçbir zaman yanılmayan vahyin başlangıcı olan rüyaları geride bırakmıştır. Zikrettiğimiz ve dikkatini çektiğimiz hususu anlarsan, Allah Teâlâ’nın bu ümmete inayetini de öğrenirsin. Allah Teâlâ vahyin özeti olan şeyi onlar için geride bırakmıştır. Bu menzille ilgili bu kadar açıklama yeterlidir.
Yirmibirinci Sifr, c.XI sh:165
Sehl’in makamı kalbin secdesi
Başkalarında onun hükmü yok
Kalb secdeden sonra başını kaldırmaz
Yüz ise kalkar, başkalaşma bildirir
Çünkü kıblesini görmüyor
Kalbin kıblesi isim ve alametler
Secdesinin ebediliği hakikatini izhar eder
Yaratıkların ilimleri onu nereden bilsin?
Bu menzil, temkin menzili ve Allah Teâlâ’nın dışındaki her şeyin işinin döndüğü menzil diye isimlendirilir. Aynı zamanda ‘ismet menzili’ denilir.
Bilmelisin ki, Allah Teâlâ âlemi yaratırken onu zahir ve bâtın kısımlarıyla yaratmış, bizzat âlem için bir kısmını gayb bir kısmını şehadet (görülen) yapmıştır. Âlemden âleme görünmeyen yön gayb iken görünen kısım şehadettir. Âlemin bütünü Allah Teâlâ için şehadet sayılır. Allah Teâlâ kalbi gayb, yüzü şehadet âleminden yaratmıştır. Bu bağlamda Allah Teâlâ yüz için bir yön belirlemiştir ki yüz ‘Allah Teâlâ’nın evi’ ve ‘kıble’ diye isimlendirilen o yöne secde eder. Başka bir ifadeyle namaz kılarken insan o yöne yönelir. Allah Teâlâ bu dönmeyi ibadet saymıştır. Namazın en faziletli işini secde, en faziletli sözünü Kuran okuyarak Allah Teâlâ’yı zikretmek saymıştır.
Allah Teâlâ kalp için de bizzat kendisini belirlemiştir.
Kalp bir başkasına yönelmez!
Allah Teâlâ kalbe sadece kendisine secdeyi emretti. Kalp keşfe bağlı olarak secde ederse, hiçbir zaman dünya veya ahirette secdesinden başını kaldırmazken keşif olmadan secde ederse, başını kaldırır.
Bu başkaldırma ‘Allah Teâlâ’dan gaflet’ ve eşyada ‘Allah Teâlâ’yı unutmak’ diye isimlendirilir. Kim kalp secdesinde başını kaldırmazsa, o her şeyde Allah Teâlâ’yı müşahede ederek gördüğü her şeyden önce Allah Teâlâ’yı görür. Hz. Ebu Bekir radiyallâhü anhın hali buydu. Zannetme ki âlem secde eden değildi de, sonra secde etmiştir. Âlem her zaman secde edicidir, çünkü âlem için secde zati bir niteliktir. Âlemin bir kısmı secdesini keşifle yapmış onu bilmişken bir kısmına ise secdesi gösterilmemiş, dolayısıyla onu bilmemiştir. Keşfi olmayan insan başını secdeden kaldırdığını, sonra secde ettiğini ve dilediği şekilde davrandığını zanneder!
Bilmelisin ki, zahiri secde, ayakta durmak veya rükû veya oturma halinden yere kapanarak yüzü toprağa koyma haline geçmek demektir. İşte böyle yere yatma hali ‘secde’ diye isimlendirilir. Buradan ise, secde edende gözlerimizle gördüğümüz zahirde sahip olmadığı bir halin kendisine iliştiğini anladık ve Allah Teâlâ’dan bir halden bir hale taşınan o yerde durmayı talep ettik. İnsanların bir kısmı ve benzerleri bunu nispet saymıştır. Bu, ilahi keşfin varlıklar hakkındaki bilgi hakkındaki verisidir. Bunlar, hareket, durma, bir araya gelme ve ayrılma gibi olgulardır. Öyleyse hareket cismin varlığından veya cevherden ibarettir. Bir vakit cisim mekânda ya da tabii yerinde görülürken başka bir zamanda başka bir yerde ve mekânda görülür ve ‘hareket etti ve yer değiştirdi’ denilir. Durağanlık cevheri veya cismi bir yerde iki veya daha fazla anda görmek demektir. Cismin bir mekânda kalması durağanlık ve sükûn diye isimlendirilir. İçtima ise iki cevher veya cismin aralarında üçüncü bir mekânın bulunmadığı bitişik iki mekânda bir araya gelmesidir. Ayrışma bir mekândaki iki cismin aralarında mekânın bulunduğu iki farklı yerde bulunması demektir. Durum bundan ibarettir.
Kelamcıların bir kısmı bu konuda keşif sahiplerine uymuştur.
Bu konuda mesele, hareket ettiricinin kim olduğunu tespittedir?
Hareketli mi, ya da başkası mı?
İnsanların bir kısmı hareket ettirenin hareket olduğunu söylemiştir. Hareket cisimdedir ve böylece onun hareket etmesini ve yer değiştirmesini sağlar. Cismin hareketlenmesini sağlayan hareket hakkında da bu görüşü benimseyenler arasında görüş ayrılığı vardır. Hareket kulun iradesiyle mi ilgilidir? Bu durumda hangi hareket olursa olsun ihtiyari hareket diye isimlendirilir; veya hareketlinin iradesi onunla ilgili değildir. Bu durumda ise titreyenin hareketindeki gibi zorunlu hareket diye isimlendirilir. Bütün bunlar, bazılarının zannettiği gibi, bir hareket olduğunu kabul ettiğimizde böyledir.
İnsanlar bu olguların araz olduğunda görüş ayrılığına düşmemiştir; ister nispet ister kendileriyle nitelenen mahalde bulunan anlamlar olsunlar, durum birdir. Çünkü biz onlarda sahip olmadıkları bir halin kendilerine iliştiğinden kuşku duymayız ve arazlardan birisinin onlar için zati olması imkânsızdır! Çünkü zati olan, onları kabul etmektir. İnsanlar bu hareketi veya durağanlığı kimin var ettiğinde de görüş ayrılığındadır.
O sabit bir varlık ise hareket ettiren Allah Teâlâ mıdır, başkası mıdır?
Bir kısmı ilk görüşü benimserken diğer kısmı öteki görüşü benimsemiştir. Bu konuda titreyen gibi (zorunlu olup olmaması) birdir. Bir kısım olguların varlıkları olmadığını, onların sadece nispet olduklarını ileri sürmüştür.
Hareket kime nispet edilir?
Biz ihtiyarî nispet hakkında şöyle deriz: Allah Teâlâ kul adına bir irade ve seçim yarattı. Kul bu iradeyle o nispetin hükmünü diler. Allah Teâlâ’nın iradesinden meydana gelen bu iradeyle ilgili olarak ‘Siz dileyemezsiniz, Allah Teâlâ diler’ buyrulur. Allah Teâlâ meşiyet ve iradeyi hem kendisi ve hem bizim için ispatlamış, bizimkini kendi iradesine dayandırmıştır. Bu, ihtiyari harekette böyledir. Zorunlu harekete gelirsek, bize göre onda iş tektir:
Birinci sebep Hakkın meşiyetiyken ikinci sebep Hakkın meşiyetinden meydana gelen iradedir!
Şu var ki burada keşfin verdiği ve oluş perdesinin ardından kendisini gösterdiği ince bir sır vardır. Bu durum ‘Siz dileyemezsiniz, Allah Teâlâ diler’ ayetinde belirtilir. Keşfe göre meşiyet sahibi  Allah Teâlâ’dır. Kulda o konuda bir irade gerçekleşse bile, Hakk onun iradesinin aynıdır. Nitekim Allah Teâlâ kulunu sevdiğinde onun görmesi, duyması, eli ve bütün güçleri olur. Öyleyse kulun kendinde bulduğu irade ve meşiyet, Hakkın iradesinden başkası değildir. Allah Teâlâ dilediğinde ise, dilediği olur. Allah Teâlâ her irade sahibinin iradesinin kendisidir. Nitekim hareketi kabul eden şöyle der: ‘Zeyd hareket etti.’ Ya da ‘elini hareket ettirdi.’ Hareketi kabul eden insan kendi görüşüne göre bu sözü incelediğinde, elini hareket ettirenin elindeki hareket olduğunu görürsün. Onu görmezsen bile etkisini hisseder, yine de ‘Zeyd elini hareket ettirdi’ dersin. İşte bunun gibi ‘Zeyd elini hareket ettirdi’ dersin, fakat hareket ettiren Allah Teâlâ’dır.
Bilmelisin ki, âlemde hiçbir şekilde durağanlık yoktur. Âlem, dünya ve ahirette, zahirde ve bâtında sürekli bir halden ötekine intikal eder. Bununla birlikte gizli veya görünür hareketler vardır. Öyleyse haller gider gelir ve kendilerini kabul eden varlıklara ulaşır ve kaybolur.
Hareketler, âlemde farklı etkiler meydana getirir. Hareketler olmasaydı yardım olmayacağı gibi sayının da bir hükmü olmaz, eşya belli bir ömre kadar devam etmezdi. Veya da bir yerden başka yere intikal de olmazdı. Bu hallerin varlığının kaynağı ise Hakkın her gece yakın semaya inmesi, yaratılmış bir Arş üzerine istiva etmesi, Arş yokken Amâ’da bulunması gibi ilahi niteliklerdir. Bu durum, Hakkın kulunun duyması, görmesi ve iradesi olmasını gerekli kılan durumdur. Bu sayede kul görür, duyar, hareket eder ve diler! Öyleyse zuhurunda gizlenen, gizliliğinde zuhur eden Allah Teâlâ münezzehtir. O kendisini kendinde es-Samed diye nitelemiştir. O’ndan başka ilah yoktur. Rahimlerde dilediği gibi bize suret veren O’dur. Geceyi ve gündüzü değiştirir. Bulunduğumuz her yerde bizimle beraberdir. Bize bizden yakındır. O’nu kendimizle çoğalttık, O’nu O’nunla birledik. ‘Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur’ diyerek kendisini birlememizi isteyince, emriyle O’nu birledik ve kendimizle O’nu çoğalttık.
Hak sana her vakit hikmetini göstermez
Herhangi bir vakti hükmünden hali kılmaz
Kalpteki sevince bak bir
Kalem’den, Levhalardan sırayla gelir        '
Ruhların resulleri indirirken getirdi onları 
Döşeklerimize Kelim’in mertebesinden
Her gizli bilginin öğrenilmesi çetin
Akıllara, kadimliğe ulaşmamış akıllara
Sevgiyle ve saygıyla onun menzilinin karşısında kalktım.
Baş üstünde yürürüm, ayaklarımla değil
Olgular bu dört halden ibarettir. Durağan olduğunda neyle durduğu hakkında olmak üzere, duran hakkında konuşmamız lazımdır. Hareket ederse, neye doğru hareket eder, bir araya gelince kimle birleşir ayrışırsa kimden ayrışır?
Allah Teâlâ’dan başka yok bir başkası
Sadece O var bir de iradesi
Öyleyse insan, Allah Teâlâ’da sakin olmuştur. Allah Teâlâ, bilgisinde bulunup dış varlığı olmadığında onun mekânıdır. Bu yönüyle Allah Teâlâ, onun heyulasıdır. Bu durumda Allah Teâlâ kulun suretiyle suretlenir ve yaratılmışa ait bir hükmü olur. Gece ve gündüzde durağan olan şeyler O’na aittir. Gerçeğin başka olması mümkün değildir. Bununla suretlenir ve yapısı buna dayandırılır, sabitlenir.
Başkasını görürsen, O’nun suretidir
Ayet ve suretler çok olsa bile
Menzili olandan başkası değildir
Fakat surelerdir onlar, başkaları da onları anlatır
Alemde görülür bir sükûn ve durağanlık olmadığı gibi akledilir bir hareket de yoktur.
Zıdda bak nasıl gizlenir
Ondan başka görünen yok ki?
Hareketin en garip varlığı, durağanlıktadır, çünkü boşluk dolmuştur. Öyleyse âlem, boşlukta sakindir. Hareket ise boşlukta olabilir. Bu, cisimlerin hareketidir. Boşluk ise doludur ve bir eklenmeyi kabul etmez ve eklenecek yer de yoktur. Durağanlık Allah Teâlâ’da olduğu gibi hareket de O’na doğrudur. Allah Teâlâ ‘Hep birlikte Allah Teâlâ’ya dönün’ buyurur. Yani kendisinden çıktığınız varlığa dönün. Onlar Rabbliği ikrar etmek üzere çıkmış ve sonra dağılmışlardır. Onlara ‘kendinden çıktığınız kimseye dönün’ denmiştir ki, O da sadece Allah Teâlâ’dır. Allah Teâlâ’ya ancak Allah Teâlâ vasıtasıyla dönülebilir. Çünkü O yolculukta arkadaştır. Allah Teâlâ dönerse, biz de döneriz. Çünkü dönmek, hüküm sahibine aittir. Hüküm Allah Teâlâ’ya aittir ve Allah Teâlâ onlar da dönsün diye kullarına döner.
Dediğimizin doğruluğu bu   
Doğrudan ayrılma
Her nerede olursanız
Hak sizi gözler durur
Allah Teâlâ’ya doğru hareket ettiğinde o hidayet edendir. Ya da isimlerinden birisi el-Mudil’dir. Bu isim, seni hayrete düşürür. Sonra sana hidayet eder ve hidayetiyle sana döner. Bu durumda tövbe ederek Allah Teâlâ’ya doğru hareket edersin. O halde sen el-Mudil isminden el-Hadi ismine doğru hareket edersin. ‘Dönüş Rabbinedir.'
Bir araya gelince kimle birleşir demiştik: İnsan Allah Teâlâ’yı dost edinmesi itibarıyla Allah Teâlâ ile birleşir. Bu durum Allah Teâlâ’nın kuluna söylediği, ‘Benim dostumu veli edindiğinde, Allah Teâlâ dostunun nezdinde bulunur’ ifadesinde geçer. Kim Allah Teâlâ yolunda bir dost edinirse, hiç kuşkusuz, Allah Teâlâ’yı dost edinmiş demektir. Bir araya gelmek, bundan başka bir şey değildir.
Bir rivayette Allah Teâlâ’nın şöyle buyurduğu aktarılır: ‘Kulum! Hastalandım, beni ziyarete gelmedin.’ Kul şöyle der: ‘Seni nasıl ziyaret edebilirim ki? Sen âlemlerin rabbisin.’ Allah Teâlâ şöyle der: ‘Bilmiyor muydun falan kulum hasta! Onu ziyaret etmedin, onu ziyaret etseydin, beni orada bulurdun.’
Çünkü hasta mecburen Allah Teâlâ’yı zikreder. Zorunluluk, mümkünün varlığının dayandığı aslî zikirdir. Hak ise O’nu zikredenle beraberdir. Allah Teâlâ yolunda birini dost edinen, O’nunla bir araya gelmiş demektir. Sen dost isen, Allah Teâlâ’nın seninle olduğunu bilmelisin. Bir dost edindiğinde, kendisini bir araya getirmiş olursun ve bu cemiyet sahibinin hak ettiği sevap senin adına gerçekleşir. Bu durumda dostunu görmekle, Allah Teâlâ’yı görmüş olursun. Bununla birlikte o dostlukta senden daha yücedir. Öyleyse Allah Teâlâ onun katında senin katındakinden daha büyük ve daha yücedir. Çünkü Allah Teâlâ velilerinde kendisini bilmeleri ölçüsünde bulunur. Allah Teâlâ hakkında kim daha cahil ve daha çok hayretteyse, O Allah Teâlâ’yı daha çok biliyordur.
Bir Allah Teâlâ dostunun dostluğu sayesinde O’nun söz konusu veliyle ilişkisi senin adma da gerçekleşip bu sayede Allah’ın seninle ve o veliyle ilişkisini ayırt edememişsen, onu dost edinmemişsin demektir. Dost edinseydin Allah Teâlâ sahip olmadığın bir bilgiyi sana vermek üzere o velinin diliyle -duyacağın şekilde-seninle konuşurdu. Sen de veli isen, ondan dinler ve dostluğunu müşahede eder, Hak ile duyarsın. Çünkü o senin kulağındır. İşte bu herkesin kendinden öğrendiği bir zevktir. Onun mahiyetini gerçeği olduğu hal üzere bilenler anlayabilir.
Ayrışma sözümüze gelirsek, acaba ayrışma kimdendir? Bu, hadisin devamında belirtilir. ‘Ya da benim yolumda birisiyle düşmanlık edene...’ Benim düşmanlık ettiğim kimseden ayrılmışım demektir. Çünkü el-Hadi ismi el-Mudil, ed-Dar, en-Nafi isminden ayrılır. Kim ilahi isimlerin hikmetini anlarsa, ona Allah Teâlâ’yı bilme hakkında büyük bir kapı açılır ve bu kapı hiç bir şeye dar gelmez.
Söylediğimi bilseydin
Söylediğinden başkası olmazdım
Sen benim gibi değilsin, hatta bensin
Ne söz var ne söylenilen
İfade ettiğimde hayrete düştüm
Akılların getirdiği hususta   .
Muhakkik keşif sahibinin gördüğü şeyi dikkate aldığında, ulaşmak istediği hakikate ulaşabilir. Çünkü hakikat, son derece açık ve göz sahibi için bellidir.
Hal akıllarla ve zekâlarla oynar durur İsimlerin varlıklarla oynaması gibi Âlemde düşmanlık ve düşman olma hali buradan ortaya çıkar. Müşahede sahibi alimde zıtların kendisinde bulunması nedeniyle hal değişmesi olmaz. Çünkü o bütünüyle Haktır. İşaret ettiğimiz hususu anlayınca, nasıl dost ve düşman olunduğunu, kimin düşman olduğunu, kiminle dost olunduğunu ve kimin dost olduğunu öğrenirsin. Seni kendinden var edip sana seni gösteren, sana kendinden ihsan eden Allah Teâlâ münezzehtir! Nefsini bilen rabbini bilir. Her şey O’na nispet edilir ve Allah Teâlâ âlemlerden müstağnidir.
Bilmelisin ki, Allah Teâlâ ilahlığı hevaya nispet etmiş, onu peygamberi Hz. Davud’un mukabili yaparak şöyle demiştir: ‘İnsanlar arasında hak ile hüküm ver, hevaya uyma!’ Başka bir ayette ‘Hevasını rab edineni gördün mü?  demiştir. Heva kulun iradesidir. Bu irâde Allah Teâlâ’nın dün-yaya yerleştirdiği meşru teraziyle çelişince, heva adını alır. Daha önce, ‘Siz dilemezsiniz, Allah Teâlâ diler’  ayetini açıklamıştık. Hevayla hüküm verenin kim olduğunu öğrendin. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘Onu bilgiyle saptırdı’ yani hayrete düşürdü. Çünkü Allah Teâlâ’yı bilmek O’nun yolunda hayrete düşmeyi gerektirir. Çünkü O’ndan başka hüküm sahibi yoktur.
Yeryüzü şiddetle sarsıldı
Sahip olduğu şeyleri bir bir saydı
Gözler baksaydı idrak ederdi
Kendilerine vahyederken rablerine
Yeryüzü haberlerini söyledi
Ağırlıklarını senin için çıkartırken
Bu müşahedeye sahip olmayan insan, Allah Teâlâ’nın varlıktaki yüceliğini bilemez. Bunu bilemeyince de pek çok bilgiyi kaçırır.
Bilmelisin ki, emir dört hakikatle sınırlıdır: evvel, ahir, zahir ve bâtın.
Bu nedenle bilgi dört şeye dayanır. Allah Teâlâ yolunda temkin sahibi olan kimse, kendinde dört şeyi müşahede eden ve fiillerini de böyle görendir.
Böyle birisi, farzları yerine getirir. Birinci ikamet budur. Ardından nafile ibadetleri yerine getirir. Bu zahirinde ve bâtınındaki ikinci ikamedir. Çünkü zahirde bir hüküm olduğu gibi bâtında da bir hüküm olmalıdır. Böylece Allah Teâlâ’nın hükmü onun yapısını kuşatır.
Zevk yoluyla müşahede ettiğinde ise, bu emrin onun adına meydana getireceği şeyi de öğrenir. Bu nedenle onun zahirinde altı yönü vardır. Altı kâmil sayıdır, çünkü altı, ilk kâmil sayıdır. Onun altıda birini üçte birine ve yarışma izafe ettiğinde, bütün haline gelir. Kalp ise altı yönlüdür. Her yönün kalpte bir yüzü vardır ki, o bu yüzün gözüdür ve söz konusu göz ile Hak idrak edilir. Allah Teâlâ ez-Zahir isminde kula tecelli ettiğinde, tecelli her şeyi kuşatıcı olması yönüyle bütün yönleri kuşatırsa, kalbin bütün yüzlerini kuşatır. Haktan onun adına ortaya çıkan her şeyi kuşatır ve kalp bütünüyle nur olur. Burada kul şöyle der: ‘Rabbim, yaptım.’ Allah Teâlâ ona hitap ederken şöyle der: ‘Sen salih kulun dediği gibisin’: ‘Sen onların üzerinde gözetensin.’ Böylece zamir gizliyken açığa çıkar. Gerçi gizli olan zahir olandan farklıdır. Zuhuru esnasında gizli olmakla birlikte zamir ortaya çıkmıştır. Böylece Hak için tek bir yönden ‘zahir iken bâtın, bâtın iken zahir’ dersin. Çünkü ‘sen’ muhatap zamiridir ve senden başkası değildir. Sen ise hitapta görülensin. Öyleyse sen isimden farklı olarak görünen zamirsin. Zamir isimleri Allah Teâlâ’yı bilmede isimlerden daha güçlü ve daha sağlamdır.
Ariflerden birisinden aktarılır. Ben Ebu Yezid’den aktarıldığını görmüştüm. Hakkı müşahedesindeki hallerinden birisinde şöyle der: ‘Benim enaniyetim senin enaniyetin!’ Yani nasıl ki, kendi hakikatiyle isme zamir verilir, aynı şekilde sana da Zahir isminin benzeri olan şey verilir. Zahir niteliğin benzeri yoktur. İşte bu zamirlerin gücü hakkında söylediğimiz şeyin ta kendisidir. Âlemde tenzih ve suretlerde ortaklık gerçekleşir. İki şahıstan birisi gizlenir ve öteki ortaya çıkar. Görünene bakan, hazır olanın ötekinin aynı olduğunu zanneder. Allah Teâlâ Teâla âleme haber vermede işaret zamirleri yerleştirdi. Bunun amacı, bu zamirlere dayanarak, bu karışıldığı kaldırmak ve onun mahiyeti sayesinde, suretiyle gözükeni ayırt etmektir.
Allah Teâlâ Teâla insanın ilahi surete göre yaratıldığını bildirir. Hz. İsa şöyle der: ‘Sen onların üzerinde gözetmen idin: Böylece Hak ile ilahi surette yaratılmışı ayırt ederek adeta şöyle der: Suretinin üzerinde yaratılmış olan değil, Sen kendin yönünden onların üzerinde gözetmendin. Sen bu yerde onların varlığını almış oldun. Bizim zamirler hakkında yazdığımız Kitabü’l-Hüve adlı, zamir isimleri hakkında gerekli açıklamaları yaptığımız küçük bir risâlemiz vardır. Bu zamirler kadim hâdis bütün suretleri kabul eder. Bunun nedeni, onların imkânı ve makamlarının yüceliğidir. Binaenaleyh âlem, kendisi çok olsa bile, tek hakikate döner.
Varlıktaki her şey Hakk
Görünen her şey halk
Tecelli eden hikmete bak
Hakkın aynında, ihata eder onu Hakk
Kul Hakk’tır, Hakk Hakk’tır
Hâlbuki ne Hakk’tır ne Hakk olmayandır
Dostum! Zamanını hareketleri incelemeyle boşa harcama. Çünkü vakit, değerli! Bizim yöneldiğimiz şeye bak ve hakikatinin verisine göre ona dayan. Çünkü senin basiretin keskin olursa, neticede hareketi ve hareket ettireni de öğrenirsin. Hareket yüzün hareketidir. Hareket ettiren ise oluş perdesinin ardındadır. Netice ise, açıkça görünen, sefer eden ve varlığını ifade edendir. Öyleyse ona itimat etmelisin. İşte dostum! Sana nasihatim budur. Bu nedenle Hak kendisine bir intikal nispet ettiğinde, kendisine belirli bir durumda nispet edilen intikalin ne olduğunu öğrenmen için neticeyi de zikretti. Buna misal olarak ‘Rabbimiz gecenin son üçte birinde yakın semaya iner’ hadisini verebiliriz. Sonra neticeyi zikrederek şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ şöyle der: Tövbe eden var mı? Dua eden var mı? Bağışlanma dileyen var mı?’ Bu ve benzeri pek çok şeyi kullarını fikir yorgunluğundan ve mazeret beyan etmekten kurtarmak üzere söyler. Çünkü hareketlerdeki maksat, onların kendileri değil, neticeleridir. Her şeyde durum böyledir. (İsim cümlesinde) Haber olmasaydı, mübtedanın faydası olmaz ve onu zikretmek anlamsız kalırdı. Buradan ‘Sizi abes yere yarattığımızı mı zannettiniz’ ayeti anlaşılır. Başka bir ayette ‘Gökleri, yeri ve ikisinin arasındakileri batıl olarak yaratmadık’ denilir. Burada Allah Teâlâ’nın âlemi yaratmadaki sebebin ve hikmetin bilgisine dikkat çekilir. Allah Teâlâ’nın isimlerinden biri Haktır. ‘Allah Teâlâ âlemlerden müstağnidir’ buyrulur. Bunun anlamı, sabitliğinde değil, dış varlığında müstağnidir demektir. Âlem sabitlik halindeyken onunla yetinme ve varlığında müstağnilik gerçekleşir. Çünkü âlem mümkün iken, ilahlığa hakkını vermişti. Mümkünlerin talebi olmasa ve yokluk halini tattıkları gibi varlık halini tatmayı istemeselerdi, sabitlik dilleri varlığı zorunlu olan’dan kendilerini var etmesini istemezdi. Bu talebin sebebi bilgilerinin zevk bilgisi olmasını istemeleridir. Varlığı zorunlu olan -kendisi için değil-onları onlar için yaratmıştır. Allah Teâlâ onların varlıklarından müstağni olduğu gibi onların kendisine ve sabitliğine delil olmasından da müstağnidir. Onların Allah Teâlâ’ya delil olmaları bakımından yoklukları varlıkları gibidir. Yokluktan var edilen hangi şeyden Allah Teâlâ’yı bilme hakkında bilgi meydana gelir? Bu nedenle Allah Teâlâ’nın âlemden müstağni olmasının âlemin varlığında müstağni olmasının kendisi olduğunu anladık. Bu mümkünün ezelde yoklukla nitelenmesi bakımından garip bir meseledir. Ezel tercih kabul etmez. Mümkünün yokluğu ezelliğiyle beraber nasıl onu kabul eder ki? Bu husus, kendisi olması bakımından mümkün olması yönüyle onun hakkında iki hükmü kabul etmesi demektir. Mümkün adına yokluk var sayıldığında, varlık hali de var sayılır. Varlık halinde onun sahip olduğu hükme göre tercih edilendir. Tercih ezelde yokluk halinde ve tercih edilenin yokluğuyla nitelenmesi itibarıyla mümküne sirayet eder. Tercih edenin tercihi bu amaçla gerçekleşir. Amaç ve kasıt ise hükmü hakikatinin verisine göre her birisinde ortaya çıkan manevi bir harekettir. Mahsus olursa, bir mekânı doldurur ve mekânı meşgul eder; makul olursa, bir anlamı ortadan kaldırır ve bir manayı var eder, onu bir halden bir hale taşır.
Bu menzilde çeşitli ilimler vardır: Sınırlı dua ve sınırsız dua, dua edilene karşı neyin söylenmesi ve nasıl davranılması gerektiği bu menzilden öğrenilir. Hareket ilmi ile sebep ve neticeleri, bu menzilden öğrenilir. Bilmediği konuda bildiğini zannederek konuşanın durumu, bu menzilden öğrenilir.
Gerçekte konuştuğu konuda bilgisi var mıdır yoksa o bilgi değil midir?
Konuşan bilmese bile, onun bilgi olması zorunlu mudur?
Böyle bir şey âlemde ortaya çıkar mı?
Bu, mertebeleri ayrıştırmada Allah Teâlâ için bir yaratmadır. Bu sayede bilgisizin bilenin karşısında ve bilginin bilgisizlik karşısındaki derecesi ortaya çıkar. Veya sadece bilgi mi vardır? Allah Teâlâ’nın âlemde ellerinde yarattığı hayretin belirlenmesi bu menzilden öğrenilir.
Acaba hayret genel olarak mutluluğu verir mi, yoksa mutsuzluğu mu verir?
Bu konuda hayretin tafsili var mıdır? Bir kısmı mutluluk verirken bir kısmı bedbahdık mı verir?
Bu konuda hayrete düşülen şey nedir?
Onda hayrete düşmek zorunlu mudur, hayrete düşmemek mümkün müdür?
Hayret sahibinin hayret esnasında bâtınında bulduğu yanmanın sebebi bu menzilden öğrenilir. Acaba hayret sahibinin hayrete düştüğü konuyu bilmesi hayretin kendisi mi olur? Böyleyse yanma acısı kalkar. Delillerin ortaya konulması bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ onları nazar ve basiret sahibi olan akıllılar için nasıl düzenledi?
Garibin bilgisi bu menzilden öğrenilir. Bu, bilgiye kabiliyetli olan kimsenin üzerinde bilgi almadığı bir vaktin geçip geçmeyişini bilmektir. İlahi mertebe bu menzilden öğrenilir. Acaba Allah Teâlâ’dan perdeler mi, yoksa Allah Teâlâ’ya delil midir? Onu perdeleyen nitelik ve yaratıcısına delil olan nitelik, bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ’nın kesinlikle tek olarak yaratmadığı ve böyle bir yaratmanın geçerli olmadığı, iki veya daha fazlasını yarattığı bu menzilden öğrenilir. Hâlbuki varlıkta bir gecikme ve öncelik söz konusu değildir.
Hak adına birliğin ancak ilahlığında sabit olması bu menzilden öğrenilir. Varlığında iki veya daha fazla akli şey gerekir. Bunları nispet veya mutlak birliği bilmedikten sonra sıfat sayabilirsin. Bunlardan birisi de ilahi isimlerin var olanlara ilişmesinin bilgisidir. Ahiretin gelinceye kadar koşması, bu menzilden öğrenilir.
Acaba o nereden gelir?
Kendisine nispet edilen bu hareket nedir?
Dünya ve ahiretin makul olmasının mahiyeti nedir?
Allah Teâlâ’dan yüz çevirenin bilgisizliği bu menzilden öğrenilir. Hâlbuki Allah Teâlâ ‘Her nereye dönerseniz, Allah Teâlâ’nın yüzü oradadır’ buyurur. Allah Teâlâ’nın yüzüne yönelen insan nasıl bedbaht olabilir?
O kişi Allah Teâlâ’nın yüzüne dönmeyi amaçlamasa bile, gerçekte Allah Teâlâ’nın yüzüne dönmüş ve Allah Teâlâ’nın yüzünden yüz çevirmiştir.
Acaba insan için Allah Teâlâ’ya her yönden yönelen ifadesi nasıl kullanılır?
Bu, insan bütünüyle yüz ve göz olduğunda geçerlidir. Böyle bir niteliğe sahip olanın O’ndan yüz çevirmesi mümkün değildir. Garip bir bilgi, bu menzilden öğrenilir. Bu bilgi insana ancak kendisini ayakta tutan asıl nedeniyle ondan çıkan şeylerin döneceğinin bilinmesidir. Bu durum ‘Bütün iş O’na döner’ ayetinde belirtilir. İş bütünüyle O’ndan başlar ve tekrar O’na döner. Bu, Hz. Peygamber’in ‘Bunlar sizin amellerinizdir, size döndürülürler’ ifadesinde belirtilir. Sadece sana döndüğünde övülecek olan davranışların senden çıkması için çalışmalısın! Son kademinde Allah Teâlâ karşısında huzur sahibi olanın durumu bu menzilden öğrenilir. Bu, teklif diyarında olabilir. Kazanç ve zararın konusu bu menzilden öğrenilir.
İnsan için dünyada veya ahirette bulunacak bir yer var mıdır yok mudur?
Ahiret derken şeriatların Allah Teâlâ’dan getirdiği ahiret hayatım kastetmekteyim.
Dünyada hâlle bölünenin ahirette yer olarak bölüneceği bu menzilden öğrenilir. Öyleyse ahirette iki menzil vardır: Cennet ve cehennem. Dünya da İlci menzil vardır: Elem ve haz veya azap ve nimet. İnsan niteliksiz olduğu söylenen bir halde nasıl olabilir?
Misal olarak Ebu Yezid’in iddiasını verebiliriz. Acaba böyle bir iddia sahibi dünya veya ahirette olmayan bir mertebenin sahibi midir? Daha mühim ve mühimi dikkate almayı terk edenin durumu bu menzilden öğrenilir. Geçici durumların âlemde bir etkisinin olmayışı bu menzilden öğrenilir. Rızıkların hâzineleri bu menzilden öğrenilir.
Salihlerden birisine bir adam ailesinin çokluğundan şikâyet edince salih insan ‘Evine git! Kimin rızkı Allah Teâlâ’ya ait değilse, onu bul ve evden çıkart’ demiş. Adam ‘Hepsinin rızkı Allah Teâlâ’ya aittir’ deyince, arif şöyle demiş: ‘Peki onların azlık ve çokluğıından sana ne?’
Müşahedeyle hüküm, ayrım yapmak ve keşifle hüküm vermek, bu menzilden öğrenilir. İrade, meşiyet, himmet, kasıt ve niyet arasındaki fark, bu menzilden öğrenilir. Vekilin kendisini vekil atayanın niteliklerine sahip olması, bu menzilden öğrenilir. Acaba onların hepsini yerine getirir mi, yoksa bunlar kendisinden talep edilir mi?
Sözün mertebeleri, bu menzilden öğrenilir.
Kötülük iyilik ve güzelliğe göre söze nasıl nispet edilir?
Allah Teâlâ’yı tenzih ve ispat yoluyla övgünün O’na ulaştırılma yolları bu menzilden öğrenilir. Bedbaht ve mutlular arasında dünyada gerçekleşecek eşitliği sağlayan husus bu menzilden öğrenilir. Varlıklara yönelme ve Hakkın yönüne yönelme, bu konuda övülen ve kınanan hususlar bu menzilden öğrenilir.
Hakkın kendisine nispet ettiği yapıyı ortaya koyma ile sadece kullarının elleriyle gerçekleşecek hususlar, bu menzilden öğrenilin Dürülmek ve geri dönmek, lazım ve kaim, boyun eğen ve inen bu menzilden öğrenilir. Hakkın kullarını çağırdığı ibadetlerde Hakka yönelinen durumlarda niyetin tekrarlanmasının alametleri, bu menzilden öğrenilir. Yaklaştırıcı ve uzaklaştırıcı yollar, saliklerin bu konudaki durumları bu menzilden öğrenilir. Kendilerinde ve üzerlerinde sülük meşru olunca veya olmayınca, eserlerin hesabı bu menzilden öğrenilir. Bu yoları selim akıl ve doğru düşünce de gerektirir. Bu konuda -tevkif olmadan-ilahi yakınlık bu menzilden öğrenilir. Bu hususta sahih olan ve olmayan hususlar bu menzilden öğrenilir. İnsana uygun yakın nimetlere karşılık Allah Teâlâ’ya hamd bu menzilden öğrenilir. Âlemde her varlığa ait yararlar, bu menzilden öğrenilir. Âlemdeki engeller alda ve şeriata göre men edilenler, bu menzilden öğrenilir. Madumun mevcut suretinde ortaya çıkması, gerçek varlıktan ayrışması bu menzilden öğrenilir. Nihal ve milel, bu menzilden öğrenilir. Kendisinden ancak faydası kaybolduktan sonra fayda alınan şey bu menzilden öğrenilir.
Dilencilerin halleri bu menzilden öğrenilir. Her soruya layık cevap bu menzilden öğrenilir. Hakkın kullarını amellerinde kabul etmesi veya haram veya kınanmış olmadığı halde kabul etmeyişi bu menzilden öğrenilir. İlahi azamet ve büyüklük arasındaki fark, bu menzilden öğrenilir. İhsan ve mahiyeti bu menzilden öğrenilir. Üzüntü sebebi var iken, Hakkın kendisini üzen işte kulunun vekili olması bu menzilden öğrenilir. Misille karşılık vermek bu menzilden öğrenilir. Güzel isimlerin sonuçları, bu menzilden öğrenilir. İmaret, tahriplik ve dünya ve ahiretteki hükümleri, bu menzilden öğrenilir. Haktan dönüş dönende nasıl bir etki yapar, bu menzilden öğrenilir. Bir’in çok ile değerlendirilmesi bu menzilden öğrenilir. Şair şöyle der:
Allah Teâlâ’ya çok gelmez
Âlemi birde toplamak
Hadiste geçen ‘tehalüc’ün takdiri ve bu konuda ortadan kalkan ve kalkmayan hususlar, bu menzilden öğrenilir. Fitnelerin kalplere ilişmesi ve onlara alışan ile alışmayanın durumu bu menzilden öğrenilir. Kuşkuya kapılanın kuşkusunu baki kılacak sebep ile onu kuşkudan çıkartabileceği halde bunu yapmayan araştırma bu menzilden öğrenilir. İman ve bilgi arasındaki fark, alim ve mümin arasındaki mertebe farkları, bu menzilden öğrenilir. Hakkın kulların razı olacağı işleri soruşturması, bu menzilden öğrenilir. Onlar Hakkı razı edecek işlerin peşinden gider. Bu, uygun karşılıktır. Beyanı geride bırakmak, bu menzilden öğrenilir. Bu esnada kendisine ihtiyaç olmakla birlikte alimin gördüğü bir durum nedeniyle izahını öne almak mümkündür. İlahi affın talep ettiği şeyin niteliği bu menzilden öğrenilir. İzhar edilen ilimler ile örtülmesi gereken ilimler, bu menzilden öğrenilir. Gayb âleminin şehadete şehadet âleminin gabya girmesi, bu menzilden öğrenilir. İstidrac ve mekir, bu menzilden öğrenilir. Gayesi amel olup da bu gayenin ortaya çıkmadığı her bilgi bu menzilden öğrenilir. Bunun nedeni nedir?
Göğün içbükey küre gibi değil çadır gibi olması bu menzilden öğrenilir. Göklerin yapısı gök bilimcilerin zikrettiğinden farklıdır.
Acaba yıldızların dönüşünün sebebi nedir?
Kendilerinden dolayı mı?
Yoksa onları çevrine bir felekten dolayı mı dönerler?
Aklî imkânın varlığı nedeniyle çatışmanın kendisinde gerekli olduğu husus bu menzilden öğrenilir. Bilginin bilenin nefsine etkisi bu menzilden öğrenilir. Âlemin yaratılışının cevherlerin varlıklarına dönmesi, bu menzilden öğrenilir. Âlemdeki her tür ve cinsten seçilmiş ve tercih edilmiş şeyler bu menzilden öğrenilir. Manalarda ve mana olmayan şeylerde, babalar ve oğullar bu menzilden öğrenilir. Sebeplere bağlanmak ve onlarla bağlanmayı terk bu menzilden öğrenilir.
‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’
Yirmi dördüncü sifir sona erdi.
Yirmidördüncu Sifr, c.XII, Sh:380-393
Bu yazıyı ateistler okumalı, Allah Teâlâ insanı kendi zulmü sebebiyle cezalandırır. Çünkü Allah Teâlâ’nın rahmeti ölçülemez mahiyettedir.
Ateistler, Allah Teâlâ kötülüklere neden izin veriyor, demeleri yerine insanın dağları taşımadığı yükü kabullenmesindeki cehalet sorgulanmalıdır.

Muhyiddin İbn Arabî kaddesellâhü sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde beyan buyurdu ki:
Allah Teâlâ bir kuluna keşif yoluyla bedbahtlar hakkında müddetin sona ere­ceğini bildirirse -ki ona merhamet etsin-kitabımın bu bölümüne onu eklesin. Ben de tafsili olmaksızın genel anlamıyla onu öğrenmiştim. Allah Teâlâ O gün dönüş Rabbinedir, der. Rabb ıslah eden demektir. Allah Teâlâ kıyamette insanların arasını bulur ve düzeltir. Nitekim Peygamberden gelen bir hadiste böyle denilir:
‘Davalı iki adamdan birisinin ötekinden alacağı vardır. Allah Teâlâ’nın huzurunda dururlar ve alacaklı şöyle der: ‘Be­nim hakkımı şundan al.’
Allah Teâlâ ona şöyle der: ‘Başını kaldır.’ Başını kaldırınca pek çok hayır ve iyilik görür ve şöyle der: ‘Rabbim! Bunlar kimindir?’ Allah Teâlâ şöyle der: ‘Bedelini verenin.’ Mazlum şöyle der: ‘Bu­nun bedelini ödemeye kim güç yetirebilir ki?’ Allah Teâlâ şöyle der: ‘Sen kardeşini affedersen o bedeli ödemiş olursun.’ Mazlum ‘onu bağışla­dım’ der ve kardeşinin elinden tutarak birlikte cennete girerler. Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem bunu söyledikten sonra şu ayeti okumuş: Allah Teâlâ’dan korkun ve birinizin arasını düzeltin.'
Allah Teâlâ kıyamet günü kıllarının arasını dü­zeltir ve ıslah eder. Çünkü O’nun özelliği, mazlumun hakkının düşme­si ve kardeşini bağışlaması gibi, kulların arasında barışı temindir. Kul böyle yapmışken, Allah Teâlâ kullarına hakkını bırakmada kulundan daha çok bu niteliğe layıktır.
Bu bağ­lamda şirki de başkasına zulüm yapmanın gereği olarak cezalandırmış­tır.
Yirmialtıncı sifir, c.XIII, sh: 218

Muhyiddin İbn Arabî kaddesellâhü sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde beyan buyurdu ki:
Kâmil-ilahi tahsis, mutluluk ve sureti birleştirmede ortaya çıkar. Bu nedenle müminin kemali, mekânda halife olmaya bağlıdır. Söz konusu mekânın özelliği, öfke ve gazap esnasında kudretin nüfuz etmesi şeklinde (ilahi) suretin kemalinin gözükmesidir. Cennet böyle bir niteliğin yeri değildir, dolayısıyla orası, halifelik yeri değildir. Orası, velayet yeridir. Velayet sahibine kendisini aşamayacağı veya yaratılışının başkasını kabul etmeyeceği bir durum tahsis edilir. Farz-ı muhal, cennette gazabı gerektirecek bir durum olsaydı bile, velayet sahibi gazap özelliğine sahip olmazdı. Çünkü orası dünya yaratılışından farklı özel bir mizaca sahiptir. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘Yeryüzünde halife yaratacağım’ demiş, ‘âlemde’ dememiştir. Melekler itiraz etmeseydi, secde etmekle sınanmazlardı. Onlar, bilgide derinleşenlerin farkına varacağı gizli-ince öfkeye yol açan bir davranış nedeniyle sulanmışlardı. Âlemde gerçekleşen her ilahi intikam, Allah Teâlâ’yı öfkelendirdikten sonra gerçekleşir, çünkü Allah Teâlâ âlemi rahmeti nedeniyle yaram ve rahmetin özelliği, intikam almak değildir. Gazabın özelliği ise intikamdır. Fakat gazap, tabaka tabakadır. İntikam da onun terazisinde -bir ilave ve eksilme olmaksızın-ortaya çıkar. İntikam öfkelendiren adına bir temizlik olarak ortaya çıkar ve bu nedenle intikam sonsuza kadar sürmez. İntikam Allah Teâlâ katındaki belli bir süreye kadardır, ardından onu rahmet takip eder. Çünkü sonsuz ebedi hüküm, rahmete aittir. Zikrettiğimiz konuya aklını veren ve meseleyi iyi inceleyen, değerli bir bilgi öğrenir. O bilgi, adaletin ilahi hükme yayılması, ihsanın kapsayıcılığı ve rahmetin gazabı geçmesini bilmektir. Böyle biri, Hakkın hükmünü hakikatlerin gereğine göre uygulayacağını bilir. Hakikatler, kendileri nedeniyle, değişmez ve başkalaşmaz.
Yirmikinci sifir; c.II Sh.371

Muhyiddin İbn Arabî kaddesellâhü sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde beyan buyurdu ki:
Bazı bilginler intihar edenin namazının kılınmayacağı, bazı bilginler ise kılınacağı görüşündedir. Benim görüşüm, intihar edenin cenaze namazının kılınacağıdır.
Allah Teâlâ namazını kılarak cenazeye şefaate izin vermiştir. Buradan Allah Teâlâ’nın (cenazesi kılınan her) ölüden razı ve yapılan duanın makbul olduğunu anladık. ‘İntihar edenin ebedi olarak cehennemde kalacağı’ ve ‘cennetin intihar edene haram olduğu’ bildirilmiştir. Halbuki intihar edenin cenaze namazının yasaklandığı hakkında bir ifade gelmemiştir. Öyleyse hadisteki ifade, intihar eden ve cenazesi kılınmayan kimseye yorumlanmalıdır. Dolayısıyla bu yorum nedeniyle, müminlerin intihar edenin namazını kılmaları vaciptir. Bu sayede Allah Teâlâ, namaz kılanın ölü hakkındaki şefaatini kabul edebilir. Özellikle güvenilir rivayetler ve ilkeler, onun da ateşten çıkmasına hükmeder. Bu durumda, cehennemde ebedi kalacağı hakkındaki rivayet tehdit olarak yorumlanır.
Bu meselede işaret edilen hikmet Allah Teâlâ’nın ‘Kendi isteğiyle bana koşana (canına kıyana) cenneti haram kıldım’ ifadesinde yer alır. Burada bir işaret ve hakikat vardır. İşaret ‘koşarlar’, ‘koşunuz’, ‘bana bir karış yaklaşana ben bir arşın yaklaşırım’ gibi ifadelerdir. Ölüm, Allah Teâlâ’ya kavuşma sebebidir. İnsan hayatında yolculuk eder ve Rabbine kavuşuncaya kadar nefesleriyle menziller aşar. Allah Teâlâ onun için özel bir sınır (ömür) belirlemiştir. O ise kavuşma vaktini öne almak istemiş, bu sınıra ulaşmazdan önce ona koşmuştur. İşte bu, kavuşmada bir etkisi olmayan sebeptir. (Kulun kavuşmaya koşması) Hakk’a kavuşma özleminden kaynaklanmışsa, perdeleri ortadan kaldırarak O’na kavuşur (seyr ü sülük). Çünkü Allah Teâlâ şöyle der: ‘Ona cenneti haram ederim.’ Cennet örtmek, gizlemek demektir. Başka bir ifadeyle, ‘benden gizlenmesini engellerim.’ Çünkü o bana canıyla koşmuştur. Bunu ayrıntılı olarak söylememiştir. Dolayısıyla hadisin mümin için en hayırlı olan anlama yorumlanması, esasların da bunu desteklemesi bakımından daha uygundur.
Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellemin ‘kılıçla veya zehir içerek ya da dağdan atlayarak’ intihar eden kişi hakkındaki ifadesinde ise müminler ya da mümin olmayanlar denilmemiştir. Dolayısıyla ifade yoruma açıktır. İhtimal ortaya çıktığında ise, ilkelere ve asıllara döneriz. Asıllara döndüğümüzde ise, imanın otoritesinin güçlü olduğunu, sonsuza dek cehennemde kalmanın imanın gücü karşısında duramayacağını görürüz. Böylelikle Şari’nin bu ifadesiyle ebedi çekecekleri azabı belirlemede Allah Teâlâ’ya şirk koşanlardan söz ettiğini kesin olarak anladık. Şöyle der: ‘Nefsini kesici' bir şey ile öldüren’, yani bir müşrik, ‘elindeki kılıcıyla cehennem ateşine döner ve orada ebedi kalır.’ Yani cehennemde çekeceği azabın böyle bir azap olması onun hakkında verilmiş bir yargıdır. Aynı şekilde, zehir içip kendini öldüren kişi de cehennem ateşinde sonsuza değin kalmak üzere azap çeker. Başka bir ifadeyle o kâfire böyle azap edilir. Bir rivayette ‘herhangi bir şey ile kendisini öldürene cehennemde öldürdüğü şey ile azap edilir’ denilir.
Bu bağlamda mümine gelirsek, Allah Teâlâ’nın birliğine inanmak karşısında hiçbir şey duramaz. Öyleyse ifadenin müşrik hakkında olduğu ortaya çıkmıştır. Şari, bu ifadede bizzat bir türü belirlemese bile, dinî kanıtlar farklı kaynaklardan alınabilir ve kanıtlar birbirlerini destekleyecek şekilde birbirlerine eklenir. Çünkü mümin için mümin, birbirini tutan binaya benzer. Aynı şekilde, bir şeye inanmak başka bir şeye inanmakla desteklenir, böylelikle birbirlerini güçlendirirler. Çünkü cennet ehli, cennete girdikten sonra bir nimet olarak, rablerıni görür. Nitekim rivayette Rabbi ‘ziyaret etmek’ hakkında böyle bildirilmiştir. Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem: ‘İnsanlar cennetteki mekânlarına yerleştiğinde, Hakk’ı görmeye davet edilir’ buyurmuştur.
Binaenaleyh acele edip intihar eden kişi hakkındaki ‘Cenneti ona haram kıldım’ ifadesinin ‘benimle kavuşmazdan önce’ (cenneti ona haram kıldım) anlamında söylenmiş olması mümkündür. Bu durumda intihar eden insanın nimeti görmesi Rabbine kavuşmayı önceler ve sonra cennete girer. Çünkü intihar eden kişi, onu bu davranışa zorlayan halden, yani içinde bulunduğu durumdan Allah Teâlâ’nın ona daha merhametli olacağını görmüştür. İçinde bulunduğu azaba karşı Allah Teâlâ’nın nezdindeki rahatı hayalinde canlandırmasaydı, kendini öldürmeye kalkışmazdı.
Allah Teâlâ şöyle der: ‘Ben kulumun zannına göreyim, hakkımda iyi zanda bulunun.’ intihar eden insan mümin ise Rabbi hakkındaki zannı iyidir. Rabbi hakkında iyi zan beslemesi onu intihara sevk etmiştir. Bu kutsi rivayetin lafzının yorumlanabileceği en uygun anlam budur. Çünkü bu tevile aykırı açık bir nas yoktur. Bu yorum uzak görülebilir. Fakat uzak görmek, sabit ilkeleri inceleyen kişinin düşüncesindeki uzaklıktan kaynaklanır. Onları zihnine getirip tartarsa söylediğimizi anlar. Güvenilir bir rivayette şöyle denilir: ‘Kalbinde zerre miktarı iman bulunan herkesi cehennemden çıkarın.’ Dolayısıyla geride ancak zikrettiğimiz yorum kalmıştır ve Allah Teâlâ bu rivayette, özel anlamda cenneti ona haram kıldığını söylemekten başka bir şey dememiştir.
İntihar eden kimsenin bir ceza çekeceğini kabul etsek bile -ki bu kaçınılmazdır-cennetin ona yasaklanması, ceza çekmezden oraya girmesinin yasaklanması anlamına gelir. Onun durumu, büyük günah işlemiş kişilere benzer. Dolayısıyla bu ifade, intihar eden ve büyük günah işleyenlerin Allah Teâlâ’nın mutlak iradesinin hükmü altında bulunduklarını ifade eder. Çünkü sicilli kimseler, büyük günah sahibi olsalar bile cehenneme girmezler. Böyle bir insanın dünya hayatı boyunca söylediği yegâne şey, ‘Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur’ ifadesi olsa bile, bu ona yeterlidir.
O halde söylenebilecek nihaî şey, intihar eden için tehdidin cennete girmezden önce uygulanacağı ve ona mağfiret edilmeyeceğidir. Hâlbuki Allah Teâlâ, tehdidini gerçekleştirmenin kendisiyle ilişkilendirilmeyecek kadar cömertlik ve kerem sahibidir. Bunun yerine, mutlak iradeyi ve cömertliği yeğlemek Allah Teâlâ ile ilişkilendirilebilir. Bir bedevi dünyevi gayeleri olsa bile kendisine şöyle niteler:
Bu nedenle, şeriatta tehdit hakkında bir ifade geçtiği her yerde vaat de geçer. Söz gelişi Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Allah’ın vaadinden döneceğini zannetme.’  Öyleyse tehdit, özel olarak kötülük hakkında kullanılırken, vaat iyilik ve kötülük hakkında beraberce kullanılır.
Kırksekizinci Kısım; c.IV, sh:262-265

Muhyiddin İbn Arabî kaddesellâhü sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde beyan buyurdu ki:
Sevgi Şarabı Nedir? Cevap:
Sevgi şarabı, iki tecelli arasındaki orta tecellidir. Bu, kesilmeyen sürekli tecellidir ve Hakkın kendisinde ârif kullarına tecelli ettiği en üst makamdır. Onun başı, zevk tecellisidir. Kanmayı sağlayan tecelli ise ‘darlık’ sahipleri içindir. Onların içmeleri, kanmayla biter. Genişler ise, içmekten kanmaz. Buna örnek olarak Ebu Yezid ve benzerlerini verebiliriz. O halde bu soruda ilk takdim edeceğimiz husus, sevginin bilinmesidir. Bu durumda, kendisine izâfe edilen içme ve kâse de öğrenilir.
Birincisi doğal sevgidir ki, avamın sevgisidir. Bunun neticesi, hayvanî ruhta meydana gelen birleşmedir. Seven ve sevilenin ruhu, haz ve şehvet coşkusuyla sahibi için tek bir ruh haline gelir. Bunun sonu ise, cinsel ilişkidir. Çünkü sevgi şehveti, bütün mizaca suyun yüne yayılması gibi hatta rengin renklide yayılması gibi yayılır.
İkincisi ise ruhanî-nefsî sevgidir. Bunun gayesi ise hakkını yerini getirmede ve kadrini bilmede sevgiliye benzemektir.
Üçüncüsü ise ilahi sevgidir. Bu ise Allah Teâlâ’nın kulu, kulun da Allah Teâlâ’yı sevmesidir. Nitekim Allah Teâlâ ‘O onları, onlar da O’nu sever’ buyurur. Her iki uçtan bu sevginin sonu, kulun Hakkın, Hakkın da kulun mazharı olduğunu görmesidir. Kul kendisinde zuhur eden Hakk karşısında beden için ruh gibidir. O, kendisinde hiçbir zaman görülmediği cismin bâtını ve gaybıdır. Onu sadece seven görebilir. Hale da kulun kendisiyle nitelendiği sınırlar, ölçüler ve arazlar ile nitelenir ve bu kul O’nu görür. Bu durumda ise Hakkın sevgilisi olur. İş söylediğimiz gibi olunca, sevginin kendisiyle tanımlanacağı zâtî bir tanımı olamaz. Fakat sevgi, betimsel ve lafzî anlatımlarla tanımlanabilir. Sevgiyi tanımlayan kimse, onu bilmemiştir. Ondan bir şey tatmayan kimse, onu tanımamıştır. Ondan ‘kandım’ diyen kimse, sevgiyi tanımamıştır. Sevgi doyması olmayan bir içecektir. Perdelinin biri şöyle demiştir: ‘Bir şarap içtim bir daha susamadım.’ Ebu Yezid ise şöyle der: ‘Adam dediğin denizleri yudumlasa bile, dili susuzluktan dışarı çıkan kimsedir.’ İşte işaret ettiğimiz husus budur.
Bilmelisin ki sevgi doğal olabilir, sevilen ise doğa âleminden olmayabilir. Sevginin doğal olmasının nedeni, sevenin doğa âleminden olmasıdır ki, bu kaçınılmazdır. Doğal sevginin nedeni, bir bakış veya duyuştur. Bakış ve duyuş, sevilen gözle algılanan şeylerden olduğunda bakanın ve duyanın hayalinde bir şey meydana getirir. Bu görme ve duyma seveni sevdiğinin yaratılışına taşır, musavvire gücüyle onu hayalinde suretlendirir. Bazen sevilen hayalde tasavvur edilişine uygun doğal bir suret sahibi veya onun aşağısında veya ondan farklı veya üzerinde olabilir. Bazen ise sevilenin bir sureti olmayacağı gibi suret kabul etmeyebilir de. Seven ise, duyduğundan tasavvur edilemeyecek bir şeyi tasavvur eder. Suret kabul etmeyen bir şeyi tasvir ederken doğanın maksadı, dağılmaktan ve gücün yetmediği bir şeye bağlanmaktan korkarak, sevileni belirli ve sınırlı bir durumda toplamaktır.
Sureti olmayan birinin ya da sureti olsa bile görülmemiş birinin tasvirini yapmanın nedeni budur. Bu surette sevginin fiili, onun şahsını yüceltmektir. Öyle ki hayal onu tahayyül etmekten aciz kalır. Bu suretteki büyüklük ve azamet, sevenin bedeninde bir başkalaşmaya yol açar. Bu nedenle sevenlerin bedenleri bitkinleşir ve zayıflar. Çünkü gıda maddeleri ona (sevilenin bedenine) yönelir ve büyür, (sevenin) bedeni küçülür. Çünkü şevk onu yakar ve dolayısıyla bedende beslenilecek bir şey kalmaz. Bu yakma esnasında sevilenin sureti hayalde büyür. Bu ise (mecazî olarak) onun ‘yemesidir’. Musavvire gücü, hayaldeki bu surete üstün bir güzellik ve derin bir hoşluk giydirir. Bu güzellik nedeniyle sevenin dış sureti, değişir. Bu nedenle rengi sararır, dudakları kurur, gözleri içe batar. Sonra bu güç, söz konusu surete sevenin bedeninin gücünden aldığı büyük bir kuvvet giydirir. Böylelikle sevenin güçleri zayıflar, eklemleri titrer.
Sevginin sevendeki gücü, (bir yandan) sevgilisine kavuşmayı özletirken (diğer yandan) kavuşmaktan korkutur. Çünkü kendisinde ona kavuşma gücü görmez. Bu nedenle sevgiliyle karşılaştığında, seven bayılır ve kendinden geçer. Kimde bir fazlalık var ve sevgisi eksikse, sevgilisiyle kavuştuğunda titrer ve zihni karışır. Şair şöyle der:
Ayrıldığımızda ne diyeceğimi düşünüyorum
Sözün kanıtlarım -alışkanlık olarak-sağlamlaştırıyorum
Bir araya gelince onu unutuyorum
Konuştuğumda ise, imkânsızı dile getiriyorum
Doğal sevginin gücü, seveni sevdiği önünde cesaretlendirir. Fakat bu cesaret -ona karşı değil-onun lehinedir! Öyleyse seven korkaktır, atılgandır ve cesurdur. Sevdiği hakkındaki bu tasavvur hayalinde bulunduğu sürece, öyle kalmayı sürdürür. Ta ki ölür, bedenin nizamı dağılır veya bu suret hayalinden çekilir ve yok olur.
Doğal sevginin bir yönü de hayalindeki o suretin belirsizleşip onu tahayyül eden nefsin suretine katılmasıdır. İlci suret hayalde aşırı bir şekilde birbirine benzeşip sevilenin sureti -tıpkı havanın göze bitişmesi gibi-ona bitiştiğinde, seven onu hayalinde arar ve artık tasavvur etmez. Onu kaybeder ve kontrol edemez. Ona karşı aşırı bir yakınlık hisseder. Bu durumda, tıpkı sevdiğini yitiren İçimse gibi, bir hayal ve hayret onu tutar. İşte ‘özlem’ denilen şey budur. Bu bağlamda arzu (şevk) uzaklıktan kaynaklanırken özlem (iştiyak) aşırı yakınlıktan kaynaklanır.
Bu suret sevenin hayalinde güçlendiğinde, hayalin duyudaki etkisinin bir benzerini sevilende meydana getirir. Bu durum, düştüğünü hayal eden birinin düşmesine ya da korkutucu bir şeyi tahayyül edip de bundan dolayı mizacı başkalaşan ve sureti değişen kimsenin durumuna benzer. Bu suret güçlendiğinde, sevilende bir etkisi olur. Böylelikle sevileni sınırlar, onu sevenden daha çok o kendisini seveni sever hale gelir. Çünkü nefisler, önderliği sevme özelliğinde yaratılmıştır. Seven, sevdiğine dönük sevgisinin kölesi ve kuludur. Sevilen ise, ancak bu seven var olduğunda önder olabilir. Böylelikle başkanlığı, aşkı ölçüsünde, onu azat eder. Sevilen, sevenin kendisinden uzak duramayacağı ve daima kendisini isteyeceğiyle ilgili kesin kanaati nedeniyle böbürlenir. Böylelikle görünüşte bir izzete sahip olur. İçinden ise seveni talep eder. Kendi mülkü olduğu için, varlıkta onun bir benzerini görmez.
Seven, sevilenin davranışına neden aramaz. Çünkü neden aramak, aklın niteliğidir ve sevenin aklı yoktur. Birisi şöyle der:
Akılla yönetilen sevgide hiçbir hayır yoktur
Bu dizeyi de bana sevenlerden birisi olan
Ebu’l-Abbas el-Makkaranî kendisi adına okumuştu.
Nefislerin sahibi akıldan çök sevgidir
Sevilen ise sevenin davranışlarını en iyi şekilde sebeplendirir, çünkü seven onun mülküdür. Böylelikle sevilen -ki sahiptir-yükselsin diye, şeref ve üstünlüğünün ortaya çıkmasını diler. O kendisinin övülmesini sever. Bütün bunlar, sevginin eylemidir; sevilende belirttiğimiz hususları yaptığı gibi sevende de belirttiğimiz durumları meydana getirir. Bu ise şaşılacak şeylerin başında gelir: Bir mânâ, kendisinde bilfiil bulunmadığı kimsede -ki sevilendir -hükmünü meydana getirmiştir. Çünkü sevgi, sevende bir etki yaptığı gibi sevilende de etki yapar. Bu durum Mutezile’nin şu görüşüne benzer: ‘Allah Teâlâ bir yerde bulunmayan bir İradeyle irade eder. Allah Teâlâ onu ya bir yerde ya da ‘bir yer olmayanda’ yaratmış ve onunla irade etmiştir.’ Bu ise makul olmaktan uzaktır ve anlamların hükümlerini bulunmadıkları yerde zorunlu yapmaktır. Aynı şekilde sevgi de bir yerde akılla biraraya gelmez. Öyleyse sevginin hükmünün aklın hükmüyle çelişmesi gerekir:
Doğal sevginin özelliklerinden biri de, sevenin hayalinde gerçekleşen suretin bulunduğu yerin ölçüşünce olmasıdır (sevilenin sureti hayali tümüyle kaplar). Hayaldeki bu suretin herhangi bir şeyi kabul edebileceği bir fazlalığı olmaz. Böyle değilse, sevginin sureti değildir. Bu özelliğiyle sevginin sureti, diğer suretlerden farklılaşır. Nitekim âlemin sureti de (âlemdeki şeylerin suretleri), Hakkın isimlerinin mertebesi kadardır. Binaenaleyh ilahi mertebedeki her bir ismin -bir eksildik ve fazlalık olmaksızın(ilahi mertebedeki bulunuşu), âlemin yaratılışındaki etkisi ölçüsündedir. Bu nedenle âlemin yaratılışı, sevgiden meydana geldi. Bu durumu destekleyen bir rivayet hadiste geçer. Kutsi bir hadiste Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Ben bir hâzineydim, bilinmek istedim, halkı yarattım, onlara bilindim, onlar da beni bildi.’ Allah Teâlâ, sevginin âlemin yaratılış sebebi olduğunu bildirdi ve böylelikle âlem ilahi isimlere mutabık oldu. Nefsin cisme aşkı olmasaydı, kendisine zıt olsa bile, ondan ayrılırken acı duymazdı. Böylelikle, nispet ve şekillerin varlığı nedeniyle, miktarlar ve haller biraraya gelir. Öyleyse nispetler, neseplerin varlığında esastır. Bununla beraber ruhlar bedenlerden, anlamlar kelime ve harflerden farklıdır. Fakat kelime, örtüşme yoluyla anlamı gösterir. Öyle ki anlam bedenlenseydi, kelimenin niceliğine fazla gelmezdi. Böyle bir şey ise, ‘sevgi’ diye isimlendirilir.
Ruhanî sevgi ise, bu tanımın dışında, miktar ve şekilden uzaktır. Çünkü ruhanî güçler, nispi bir yönelme sahibidir. Seven ve sevilen arasında bakış, duyma ve bilgiden kaynaklanan iltifatlar ne zaman genelleşirse, bu, sevgi olur; eksik kalır ve nispetler yeterli gelmezse, söz konusu olan sevgi değildir. Burada ‘nispetlerin’ anlamı şudur: Özellikleri vermek ve ihsan etmek olan ruhlar, özelikleri tutmak ve almak olan ruhlara yönelmiştir. Birisi kabul olmadığı için acı duyarken öteki feyiz (akış) olmadığı için acı duyar. Gerçi feyiz yok olmaz. Fakat zaman ve hazırlık şartları tamamlanmamış olabilir. Böyle bir feyiz, kabul eden feyiz tarafından ‘feyzin yoksunluğu’ diye isimlendirilir ki, bu, doğru bir isimlendirme değildir. Ruhlardan her biri, diğerini sevmede bütün güçlerini kullanır. Böyle bir sevgi iki seven arasında yerleştiğinde, seven sevdiğinden ayrılmaktan şikâyet etmez, çünkü sevgilisi cisimler ve bedenler âleminden değildir. Bu durumda iki şahıs arasında ayrılık gerçekleşir ya da -tıpkı doğal sevgide yaptığı gibi-aşırı yakınlık etkisini gösterir. Anlamlar ise sınırlanmaz ve bir mekâna yerleşmez. Onları sadece fıtraten eksik kimseler, tahayyül eder. Böyle biri, sureti olmayan şeyi suret sahibi yaparak tahayyül edebilir. Ariflerin sevgisi budur. Onlar bu sevgiyle ‘birlik sahibi’ sıradan insanlardan ayrışır. Bu kişi, halde ve miktarda olmaksızın, yoksunlukta sevgilisine benzeyen bir sevendir. Bu nedenle seven, sevilen olması bakımından sevdiğinin kadrini bilir.
İlahi sevgi ise, Allah Teâlâ’nın el-Cemil ve en-Nur isminden kaynaklanır. Nur, mümkünlerin hakikatlerine geçer ve onun kendine bakış ve imkân halinin karanlığını kendinden uzaklaştırır. Böylelikle mümkün hakikatler için kendisinden ibaret bir görme yaratır. Çünkü o nur vasıtasıyla görülebilir. Bu durumda Allah Teâlâ o hakikate el-Cemil ismiyle tecelli eder ve o da bu isme âşık olur. Bu durumda mümkünün hakikati, söz konusu ismin mazharı haline gelir. Mümkünün varlığı Hakk’ta gizlenir ve kendinden fani olur. Böylelikle bunun Allah Teâlâ’ya bir sevgi olduğunu bilemez. Ya da kendi nefsiyle Haktan ‘fani olur’. Bununla beraber o bu haldedir ve Hakkın mazharı olduğunu bilemez ve kendisini sevdiğini bilir. Çünkü her şey, kendini sevmek üzerinde yaratılmıştır. Zuhur eden her şey ise, bir mümkünün hakikatinde zuhur eder. Öyleyse sadece Allah Teâlâ Allah Teâlâ’yı sevmiştir. Kul sevgiyle nitelenmez, çünkü onun sevgide bir hükmü yoktur. Kul Hakk’tan sadece kendisinde zuhur edeni sevmiştir. Hakk ise zuhur edendir. Dolayısıyla mümkünün hakikati, bunun da Allah Teâlâ’yı sevmek olduğunu bilemez. Böylelikle onu ister ve kendi hakikatine bakıyor olması bakımından onu sevmesini ister. Onu sevmesini sevmesi, kendisini sevmesinin ta kendisidir. Bu nedenle bu nur, parıltılı olmakla nitelenir. Yani bu nur bir parıltıdır. Çünkü o, Hakkın mazharı olsun diye, Hakk’tan mümküne uzanır. Bu nitelikteki birisi niteliğinde zıtları biraraya getirirse, ilahi sevginin sahibidir. Çünkü böyle bir sevgi, gerçekte de olduğu gibi, onu yokluğa katılmaya sevk eder.
Binaenaleyh ilahi sevginin belirtisi, mânevî, duyulur, hayali veya tahayyül edilen her mertebede var olan her şeyi sevmektir. Her bir mertebenin Hakkın en-Nur isminden bir hakikati vardır ki onunla el-Cemil ismine bakılır. Söz konusu nur ona bir varlık elbisesi giydirir.
Öyleyse seven herkes, kendini sevmiştir. Bu nedenle Hakk kendisini mazharlarını sevmekle nitelemiştir. Mazharlar ise a’yândaki yokluktur. Sevgi ise zuhur eden ile ortaya çıkar. Hakk bu a'yân’da zuhur edendir. İşte zuhur eden ile mazharlar arasındaki bu ilişki, sevgidir. Sevgi, yokluğa ilişir. Buradaki ilgisi ise devamdır ve devam gerçekleşmemiştir (dolayısıyla sevgi gerçekleşmeyen bir şeye ilişmiştir). Çünkü onun bir sonu yoktur. Sonu olmayanın gerçekleşmeyle nitelenmesi de mümkün değildir.
Sevgi Hakk’ın bir niteliğidir. Çünkü Allah Teâlâ ‘onları sever’ buyurdu. Aynı zamanda sevgi ‘onlar da O’nu sever’ ayetine göre yaratıkların da bir niteliğidir. Bu nedenle sevgi, Hakka nispet edilmesi ve Hakkın kendisiyle nitelenmesi nedeniyle, izzet özelliği kazanmıştır. Bu izzet özelliğiyle de sevgi yaratıklara yayılır. Böylelikle bu nispet, iki tarafta da bulunduğu yerde bir zelillik ve horluk meydana getirdi. Bu nedenle sevenin -sevilenin değil-sevginin izzeti altında zelil olduğu görülür. Çünkü sevilen bazen sevenin kölesi ve onun otoritesi altında ezilmiş biri olabilir. Bununla beraber sevenin onun karşısında zelil olduğunu görürüz. Bizim bildiğimiz, izzetin sevgiye ait olmasıdır, yoksa sevilene ait değildir! Müminlerin emiri Harun er-Reşid sevgilileri hakkında şöyle demiştir:
Üç sevgili insan gem’imi ele geçirdi
Kalbimin her yerine yerleştiler
Bütün yaratıklar beni istiyorsa, bana ne!
Onlar isyan ederken, yaratıklar itaat etse ne olur?
Bu ise hevanın otoritesinden başka nedir
 Onunla güçlendiler, benim otoritemden daha izzetli oldular!
Burada Harun Reşid, ‘hevanın otoritesi’ sözüyle otoritevi heva gücüne izafe etti.
Allah Teâlâ Kitabının dışındaki bir yerde kullarına lütuf göstererek şöyle der: ‘Ey kullarım! Sizi özledim... Ben sizi daha fazla özledim.’ Allah Teâlâ gizli bir lütufla kendilerine tenezzül ederek hitap eder. Bu hitap, ancak seven olması bakımından kendisinden meydana gelebilir. Böyle bir şey, O’nu sevenlerden meydana gelebilir. Öyleyse seven, sevilenin değil, sevginin hükmü altındadır. Bir kimsenin niteliği onun aynı ise, onun kendisi kendisinde hüküm sahibidir. Burada ilave bir durum söz konusu değildir ve bir eksiklik yoktur. Sevgi yaratıklarda tam yerleştiğinde (onların beşeri varlığını) siler. Çünkü yaratık yok olmayı kabul edicidir. Bu nedenle âlem farklı suretlere girer. Söz gelişi (âlemdeki bir şey) bir surette olur. Sevgi o surette sahibinin bilmediği yönden aşırıya kaçınca ve tecelli, (daha önce) zuhur etmediği yönden ortaya çıkınca, suret silinir. Bu kez, suretin bulunduğu yerde başka bir suret ortaya çıkar. Bu da hükümde -tıpkı ilki gibi-kendisine döner. İş böyle kesilmeden sürer. Bu nedenle şu sözü söyleyen yanılır: ‘Alemin yok olması zorunludur. Allah Teâlâ’nın âlem hakkındaki bdgisinin bir sonu vardır. Çünkü Allah Teâlâ, âlemdekiler hakkındaki bilgisini ‘ihata’ edicilikle nitelemiştir.’
Allah Teâlâ’nın bu hakikati (sevgi) varlıkla nitelenen bütün mümkünlere yayması, O’nun cömertliğinden kaynaklanır. Allah Teâlâ sevgiye kendisinden daha üstün bir hazzın olmadığı bir hazzı bitiştirdi. Böylelikle âlemdekilerin bir kısmı diğerlerini sever. Bu sevgi, mutlak sevgiden sınırlanmış bir sevgidir. Bu bağlamda ‘falan falanı seviyor’ ya da ‘falanca şunu seviyor’ denilir. Söz konusu olan, (gerçekte) Hakkın belirli bir hakikatte zuhur etmesi ve başka herhangi bir surette zuhurunu sevmesidir. Öyleyse Allah Teâlâ’yı seven kişi, herhangi bir şeyi sevenin sevgisini inkâr etmez. Çünkü o seven olarak sadece herhangi bir mazhardaki Allah Teâlâ’yı görür. Bu ilahi sevgiye sahip olmayan kimse, seven kimseyi (ve sevgisini) inkâr eder.
Burada ‘bir insanın Allah Teâlâ’yı sevmesi imkânsızdır’ diyenin sözünde bir incelik vardır: Hakka veya O’ndan olan bir şeye, bir yolduk nispetinin izâfesi mümkün değildir. Sevgi yoklukla ilgilidir. Dolayısıyla hiçbir yaratıktaki sevgi Allah Teâlâ’ya ilişmez. Fakat Allah Teâlâ’nın sevgisi, yaratılmışlara ilişir. Çünkü yaratılmışlar yoktur. Öyleyse yaratılmış, sürekli ve daima Allah Teâlâ’nın sevgilisidir. Sevgi sürdükçe, onunla beraber yaratılmışın varlığı düşünülemez. Öyleyse yaratılmış hiçbir zaman mevcut değildir. Bu hakikat ise yaratılmışın -zuhur eden değil-Hakkın mazharı olmasını sağlar. Öyleyse ilahi sevgiyle bir şahsı seven kimse, bu tanıma göre onu sevmiştir. Dolayısıyla onun sevgisi hayal ile ya da belirli bir güzellikle sınırlanmaz. Çünkü bunların hepsi, onun adına mevcuttur ve sevgi onlara ilişmez.
Böylelikle sevgideki üç mertebe arasındaki iki fark ortaya çıkmıştır. Bilmelisin ki, hayal bütünüyle gerçektir. Tahayyülün ise bir yönü gerçek iken bir yönü yokluktur (bâtıl).
Sevgi Kâsesi Nedir? Cevap:
Sevgi kâsesi sevenin ne aklı ne duyusudur bilakis kalbidir, çünkü kalp halden hale girer (tekallüb). Sevilen Allah Teâlâ da ‘Her gün bir iştedir.’ Bu durumda sevginin ilgileri de, sevilenin fiillerinde türden türe girmesi nedeniyle çeşitlenir. Bu durum, saf bir cam kâsenin kendisine yerleşen sıvının değişmesine göre türden türe girmesine benzer. Sevenin rengi, sevdiğinin rengidir. Böyle bir şey ancak kalp için olabilir. Çünkü akıl sınırlanma âlemindendir ve bu nedenle ‘bağ’ anlamındaki ‘ikal’ (kelimesinden türetilerek) akıl diye isimlendirildi. Duyunun da zorunlu olarak sınırlılık âleminden olduğu bilinir. Kalp ise böyle değildir.
Çünkü sevginin farklı ve birbirine zıt pek çok hükmü vardır. Söz konusu hükümleri ancak sevgiyle birlikte onlarda şekilden şekle girme gücüne sahip birisi kabul edebilir. Bu özellik de sadece kalpte vardır. Halden hale girmeyi Hakka izâfe etmek ise, ‘Bana dua ettiğinde dua edenin duasına olumlu karşılık veririm’, ‘Siz bıkana kadar Allah Teâlâ bıkmaz’ ve ‘Beni içinden zikredeni, içimden zikrederim’ gibi ifadelerde dile getirilen duruma benzer. Şeriatın bütünü ya da çoğu, bu bölümle ilgilidir.
Sevgi şarabı kâsede bulunan şeyin ta kendisidir. Kâsenin mazharın ta kendisi olduğunu açıklamıştık. Şarap mazharda zuhur eden iken içmek tecelli edenden tecelli edilen adına gerçekleşen şeydir. Özetle, bunu bilmelisin!
Seksen dokuzuncu kısım sona erdi, onu yüz on sekizinci soruyla doksanıncı kısım takip edecektir.
Seksen dokuzuncu Kısım; c.VI, Sh:421-429

Sevginin Kaynağı Neresidir? ,         Cevap:
Sevginin kaynağı, Hakk’ın el-Cemil ismindeki tecellisidir. Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ güzeldir, güzeli sever.’ Bu, sahih bir hadistir. Böylece Allah Teâlâ, kendisini güzeli sevme özelliğiyle nitelemiştir. Allah Teâlâ âlemi sever ve dolayısıyla âlemden daha güzeli yoktur. Allah Teâlâ güzeldir ve güzellik özü gereği sevilir. Öyleyse bütün âlem, Allah Teâlâ’yı sever. Allah Teâlâ’nın yaratmasının güzelliği, yaratıklara yayılmıştır ve âlem O’nun mazharıdır. O halde âlemdekilerin birbirini sevmesi, Allah Teâlâ’nın kendisinin sevmesinin bir esintisidir. Çünkü sevgi, herhangi bir varlığın niteliğidir. Varlıkta da sadece Allah Teâlâ vardır. Celal ve cemal, Allah Teâlâ için kendiliğinde ve yaratışındaki zâtî bir niteliktir. Cemalin neticesi olan heybet ile celalin neticesi olan ünsiyet, Yaratan’ın değil, yaratılmışın iki niteliğidir. Ya da bunlar kendisiyle nitelenene ait değildir. Öyleyse, bir mevcut heybete kapılır ve ünsiyet edebilir. Hâlbuki Allah Teâlâ’dan başka mevcut yoktur. O halde eser, niteliğin kendisiyken, nitelik de kendisiyle nitelendiği esnada nitelenenden başka değildir. Aksine o, nitelenin kendisidir.
Dolayısıyla -eğer anladıysan-, Allah Teâlâ’dan başka ne seven ne sevilen vardır! Varlıkta sadece ‘ilahi mertebe’ vardır. Bu ise, O’nun zâtı, sıfat ve fiilleridir. Nitekim ‘Allah Teâlâ’nın kelamı ilmi, ilmi ise zâtıdır’ deriz. Çünkü Allah Teâlâ’nın zâtına ilave bir şeyin O’nda var olması ya da zâtı olmayan bir şeyin O’nda bulunup söz konusu şey olmaksızın O’nda bulunmayacak, aksine sadece onunla var olabilecek Halılığının kemali gibi bir hükmü Allah Teâlâ’ya vermesi mümkün değildir. Bunun nedeni, Allah Teâlâ’nın her şeyi bilmesidir. Zâtını övmek maksadıyla Allah Teâlâ bunu kendinden bildirmiş, aklî delil de bunu göstermiştir. Allah Teâlâ’nın zâtının zâtı olmayan bir şey ile kemale ermesi imkânsızdır. Aksi halde, Allah Teâlâ’nın zâtı şerefini başkasından kazanmış olurdu.
Allah Teâlâ’nın zâtını bilmesinden Allah Teâlâ’yı bilenler, akılların doğru fikirleri yönünden öğrenemedikleri şeyleri O’ndan öğrenir. Bu bilgi, sûfilerin hakkında ‘aklın bilme yeteneğinin ardında’ dedikleri bilgidir. Allah Teâlâ kulu Hızır için şöyle der: ‘Ona katımızdan bilgi öğrettik.” Başka bir ayette ‘Ona beyanı öğrettik’ buyurur. Burada Allah Teâlâ, öğretim işini -düşünceye değil-kendisine tamlama yapmıştır. Buradan, fikrin üzerinde başka bir makam olduğunu öğrendik. Bu makam kula çeşidi şeylerle ilgili bilgi verir. Bir kısmı fikir gücüyle algılanabilirken bir kısmı, akıl fikir yönünden elde edemese de fikrin onaylayabileceği bilgilerdir. Bir kısmı ise fikrin -tanımlaması imkânsız olsa bile-onaylayabileceği bilgilerdir. Bir kısmı aklın ‘fikir gücü’ yönünden kabul edemeyeceği bilgilerdir. Bunların delillendirilmesi mümkün değildir. Akıl onları -doğru bir vakıa olarak-Hakk nezdinden öğrenir. Bunlardan imkânsız adı kaybolmadığı gibi imkânsızlık hükmü de -akla göre-ortadan kalkmaz.
Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Bilginin bir kısmı hazine gibidir. Onu sadece Allah Teâlâ’yı bilenler bilebilir. Onu dile getirdiklerinde ancak Allah Teâlâ ile aldananlar onu inkâr eder.’
Söze gelen bilgi böyleyse, onların sahip olduğu söze gelmeyen bilgi hakkında ne dersin?
Her bilgi ibareye dökülemez, bunlar, (kişisel tecrübeye dayanan) zevk ilimleridir. Öyleyse akıldan daha bilgilisi olmadığı gibi akıldan daha cahili de yoktur! Akıl sürekli bilgi alır. O halde akıl, bilgisi bilinmeyen âlim iken (aynı zamanda) bilgisizliğinin sonu olmayan cahildir.
Onun ‘Senin İçin’ Olan Sevgisinin Şarabı Nedir Ki, Seni O’nu Sevmekten Sarhoş Etti? Cevap:
Tirmizi, burada ‘senin için’ ve ‘O'nun için’ kelimelerindeki edatı, sebeplilik anlamında kullanmış olabilir. Bu durumda sorunun cevabı sebeplilik bildirmediği durumdaki sorunun cevabından farklıdır. Bu durumda anlam şöyledir: Onun seni sevmesinin şarabı nedir ki, seni O’nu sevmekten sarhoş etti?
Birinci ve ikinci tarzdaki cevap (birbirinden) farklıdır.
Birinci yorumla şöyle cevap veririz: Tecellilerin başkalaşması, Hakk’ın şendeki zuhuru bakımından gerçekleşir. Hak, senden dolayı kendisini sevgiyle nitelemiştir. Bu tecelliden senin adına gerçekleşen bilgi, senin O’nu seven olman, yani O’ndan dolayı seven olmandan seni sarhoş eder. Bu durumda sen O’ndan dolayı kimseyi sevmezken O senden dolayı sever. Sen ortadan kalksan, O sevme özelliğiyle nitelenmezdi. Sen ise, yok olmazsın, dolayısıyla O’nun sevgiyle nitelenmesi de ezelidir. İşte bu, birinci ve İkincinin hak ettiği duruma göre aralarında ince ve kapalı bir fark olmakla birlikte, birinci ve ikinci tarzı kuşatacak cevaptır.
İkinci yönden vereceğimiz cevaba gelirsek, Hakk’ın seni sevmesinin şarabı, O’nun senin O’nu sevmeni sevmesidir. O’nu sevdiğinde ise -ki bu esnada O’nun seni sevmesinin şarabını içersin-senin O’nu sevmenin O’nun seni sevmesinin aynısı olduğunu öğrenirsin. O’nun sevgisi, O’nu sevmekten seni sarhoş eder. Bununla beraber, O’nu sevdiğinin farkındasındır, dolayısıyla ayrım yapamazsın. İşte bu, marifet tecellisidir. Öyleyse seven, hiçbir zaman ârif olamazken ârif de hiçbir zaman seven olamaz. Buradan, seven âriften ayrıldığı gibi mârifet de muhabbetten ayrışır.
Binaenaleyh Hakk’ın sana olan sevgisi, O’nu sevmekten seni sarhoş eder. Bu ise, şarap içeceğidir. İsra gecesi Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem onu içmiş olsaydı, hiç kuşkusuz ümmetinin geneli taşkın olurdu. O’nu sevmen ise, O’nun seni sevmesinden seni sarhoş etmez. Bu ise süt şarabıdır. Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem İsra gecesi onu içmiştir. Böylelikle, Allah Teâlâ’nın yaratılmışları üzerinde yarattığı fıtrata göre hareket etmiş, ümmeti de, Peygamber’in zevki ve içeceğinde hidayet bulmuştur -ki bu ilahi korunma ve sakınmadır-, Böylece ümmet, ayıklık ve sarhoşluk esnasında lehinde ve aleyhinde olan şeyleri öğrenmiştir.
Öyleyse O’nun seni sevmesinin şarabı, Hakk’ı sevmenin O’nun seni sevmesinden kaynaklandığını bilmendir.
Bu durumda Hakk, O’nu sevmekten seni habersiz bırakmıştır. Öyleyse sen, sevensin, (ama) seven değilsin. ‘Atmadın, attığında, fakat Allah Teâlâ attı. Müminleri güzelce denemek için.’ Bu deneme, kendisinde gözüktüğü farklı makamlardaki denemedir. Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellemde bu deneme, düşmanların yüzüne toprak saçmakta görünmüştü. Bu bağlamda Allah Teâlâ Hz. Peygamber’in attığını söylemiş, sonra atma fiilini ondan olumsuzlamıştır. Tirmizi bunu ‘sarhoşluk’ diye ifade etmişti, çünkü sarhoş, akletmeyen (düşünmeyen) demektir. Çünkü Tirmizi sarhoşlukta Ebu Hanife’nin mezhebindeydi. O, şeriatı Şâri’den öğrenmezden önce, esas itibarıyla Hanefi’ydi. Bu ise sarhoşluğun tanımında doğrudur. Fakat içmeden kaynaklanan sarhoşluktan önce bir şey sarhoşta bulunmalıdır. O da, neşe ve sevinçtir. Bu ise, sarhoşluğunu tanımında Ebu Hanife’den başkalarının benimsediği görüştür ki, doğru değildir. Bu konumdaki her sarhoş edici hakkında meşru hüküm düzenlenir. Neşenin öncelemediği herhangi bir şeyden sarhoş olursa, şeriatın dinî cezasına ya da hükmî herhangi bir hükmüne muhatap olmaz.
Seksen dokuzuncu Kısım; c.VII, Sh:15-18

Muhyiddin İbn Arabî kaddesellâhü sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde beyan buyurdu ki:
İlk insanın yaratılırken söylediği ilk söz ‘el-hamdülillah (hamd Allah Teâlâ’yadır)’ sözüdür. Bu ifade ‘Onların son sözleri hamd Allah Teâlâ’yadır’ demektir’  ayetinde belirtilir. Böylece âlem övgüyle ve hamd ile başlamış, yine onunla sona ermiştir. Hal böyleyken, ebedi bedbahdık nerede kalmıştır?
Hâşâ! Allah Teâlâ’yın gazabı rahmetini geçebilir mi?
Allah Teâlâ doğru sözlü olandır. Veya Allah Teâlâ genel rahmetini (belirli bir kesime tahsis ederek) daraltır mı?
Bu konuda bir hikâye vardır:
Sehl b. Abdullah et-Tüsteri, iblis ile bir araya gelmiş. İblis tartışmada ona şöyle demiş:
Allah Teâlâ ‘Rahmetim her şeyi kuşatmıştır’  buyurur. Ayetteki ‘her’ genellik ifade ederken ‘şey’ en belirsiz olandır. Ben de Allah Teâlâ’nın rahmetinden umut kesmiyorum.’ Sehl şöyle demiş:
‘Önce şaşırdım, sonra kendi zannımca rahmetin sınırlılığını fark ederek İblis’e şöyle dedim: ‘Ey İblis! Allah Teâlâ rahmetini ‘Ben onu yazacağım’ ayetiyle kayıtlar.’ İblis şöyle karşılık vermiş:
‘Ey Sehl! Kayıtlama O’nun değil, senin sıfatındır.’ Sehl şöyle demiştir:
 ‘Buna karşılık bir cevap bulamadım.’
Yirmiyedinci Sifr, c.XIV, sh:44
Taht anlamındaki Arş’a gelince, Allah Teâlâ’nın bu Arş’ı omuzlarında taşıyan bir takım melekleri vardır. Onlar, bugün dört melektir, yarın (kıyamet günü) ise sekiz olacaktır. Bunun nedeni, taşımanın mahşere olmasıdır. Bu dört taşıyıcının suretleri hakkında İbn Meserre’nin görüşüne benzeyen bir ifade aktarılmıştır. Şöyle denilir:
Bu meleklerin ilki İNSAN, İkincisi ASLAN, üçüncüsü KARTAL, dördüncüsü BOĞA suretindedir.
Boğa, Samirî’nin görüp de Musa’nın ilâhı sandığı şeydir. Bu nedenle kavmi için bir buzağı yapmış ve şöyle demiştir: ‘İşte bu sizin ve Musa’nın ilâhıdır.’ Hikâye meşhurdur.
Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.
On üçüncü kısım, c. I, Sh:433

Muhyiddin İbn Arabî kaddesellâhü sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde beyan buyurdu ki:
Tikel ilim olan mucizeler ilmi nefsin bir kuvveti veya isimlerin özelliklerinden meydana gelmiş değildir. Çünkü asanın yılan haline gelmesi Hz. Musa’nın himmeti veya ona verilen isimlerin gücünden kaynaklansaydı, Hz. Musa aleyhisselâm ‘geriye dönüp kaçmazdı.’ Buradan, aracılığıyla mucizelerin gerçekleştiği kimsenin bilmediği Hakk’ın ilminde bulunan bazı durumlar olduğunu anladık. Bu menzil, bir hile olmayışında peygamberlerin getirmiş olduğu şeye komşudur. Fakat onlar, peygamberlerin mucizeleri gibi değildir. Çünkü peygamberlerin getirdikleri mucizeler hakkında bilgileri yoktur. Bunlar, velilerin himmetleri veya nefislerinin gücü veya doğrulukları sayesinde ortaya çıkar. Bunlardan hangisini istersen söyleyebilirsin. Bu nedenle onlara keramet denilmiş, mucize veya sihir diye isimlendirilmemişlerdir.
Çünkü mucize, ya engellenerek veya -nefsin gücünün olmayışı ve isimlerin özelliklerinin dışında kalmasından dolayı-insanın gücünün yeteceği bir şey olmaması nedeniyle, yaratıkların benzerini yerine getirmekten aciz kaldığı şey demektir. Mucizeler, peygamberlerin ellerinde ortaya çıkar. Sihir ise, gerçekte doğru olmadığı halde, içinde doğruya dönük bir yön bulunan şeydir. Kelime, zamanla ilgili seher (vakti) kelimesinden türetilmiştir. Seher, ışık ve karanlığın karışımı demektir. Başka bir ifadeyle seher, kendisine sabah aydınlığı karıştığı için, ne gecedir ne de güneşin ışığı gözlere vurmadığı için gündüzdür. Sihir denilen şey de böyledir. Sihir, ne mutlaka geçersiz sayılıp yok olan bir şeydir. Çünkü göz belirli bir durumu algılamıştır ve bunda kuşku yoktur.
Velilerin kerametleri ise, sihir kabilinden şeyler değildir. Çünkü kerametlerin kendiliklerinde varlıksal bir gerçeklikleri vardır. Fakat onlar, mucize de değildir. Çünkü keramet (mucizenin peygamberin bilgisinin ve himmet gücünün dışında gerçekleştiğini hesaba katarsak), bilgi ve himmet gücüne dayanarak meydana gelir.
Yirmibirinci Kısım, c.II, sh: 221
İnanç ve iman bahsinde bazen aklın açıklayamadığı konular bulunur. Bunlar aslında imanı düzeydeki manevî halin tartılmasında imtihan olarak vazedilmiş hususlardır. Bu nedenle Kâbe’yi dönmek, Hacer-i esved-i öpmek, şeytanı taşlamak gibi hükümleri bulunan Hacc ibadeti diğer ibadetlere kıyasla aklın daraldığı ve bunaldığı ibadetlerdendir. İnsanın ömründe bir kere yapması farz olan bu ibadetin bir dönüm noktası olmasına sebep oluşu, temelinde bu tür ritüellerin yer alması neden oluyor. [Haccdan sonra bu kişi çok değişti..] Hacc en çok tevili olan ibadet olmuştur. Hacc için ne söylenilse bir o kadar az iken,  yoksa o kadar da çok mu denilecek tereddütleri barındırarak, kulun son imtihanı durumuna dönüşmüştür. Genelde insanların ihtiyarlığa kadar bıraktığı bu ibadet İslâmın en son farzlarındandır. Sapıtmanın arefesinde olan insanlar bu ibadet yüzünden ayakları kaymış, inançlarını yitirmiştir. Hacc bir ayıklama potasıdır.
İhramcızâde İsmail Hakkı
Muhyiddin İbn Arabî kaddesellâhü sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde beyan buyurdu ki:
el-Bezzar, Cafer b. Abdullah b. el-Mahzuni’nin şöyle dediğini aktarır: ‘Muhammed b. Abbas b. Cafer, Hacer'i öpmüş, sonra secde etmişti. Ona ‘ne yapıyorsun?’ dedim. ‘Dayın İbn Abbas'ın Hacer'i öpüp sonra secde ettiğini gördüm’ diye karşılık verdi. Sonra şöyle ekledi: ‘Ömer'in Hacer'i öptüğünü, sonra da ona secde ettiğini gördüm.’ Başka bir rivayette, ‘Peygamberin Hacer'i öpüp ona secde ettiğini gördüm’ demiştir.
Hacer (taş, hacer-i esved) yeryüzü kaynaklıdır ve Allah Teâlâ yeryüzünü ‘zelil ve hor’ yapmıştır. Zelil horlukta aşırılığı bildiren bir kalıptır, çünkü kelimenin geldiği feûl (zelûl) kalıbı Arapça’da mübalağa bildirir. Şair şöyle der:
Kılıcın ucuyla köklerinden vurulmuş halde
Yeryüzüne -mübalağa kalıbında-zillet verilmiştir, çünkü zelil kimseler ki onlar Allah Teâlâ’nın kullarıdır onun omuzlarında, yani üzerinde yürümekle memurdur. Hor bir kimsenin temas ettiği şey, kendisine temas edenden daha zelildir. Allah Teâlâ bu horlukta yeryüzünün kırıklığını secdeyle yüzlerin ona sürülmesiyle giderdi. Yüzler insan bedenindeki en şerefli organlardır. Taş da yerdendir. Öyleyse bu kırıldık ona da eşlik eder, çünkü o, yüzlerin ve alınların secde ettiği yerdir. Bu sayede yerin ve taşın kırıldığı onarılır. Allah Teâlâ, topraktan ayrılmış ve kırıklık duygusu içindeyken taşa secdeyi emretti. Bu secdeyle taşın da onarandan bir payı olur. Çünkü o, ilgi gösterilen bir taştır ve Allah Teâlâ’ya nispet edilen ‘sağ el’ olması nedeniyle de öpülmüştür. Öyleyse onun öpülmesi biat etmek amacı taşır. ‘Sana biat edenler Allah Teâlâ’ya biat etmiştir.’ Taşa secde etmenin sebebi budur.
Tirmizi, İbn Abbas’ın şöyle dediğini aktarır: Hz. Peygamber şöyle der: ‘Hacer-i esved cennetten sütten daha beyaz bir halde inmişti. Âdemoğlunun günahları onu karartmıştır.’ Ebu İsa şöyle der: Hadis, hasen-sahih hadistir.
Âdem’in hatası olmasaydı, dünyada efendiliği ortaya çıkmayacaktı. Hata Âdem’i efendi yapan ve ona seçilmişliği kazandıran şeydir (İbn Arabi burada siyah anlamındaki sevd ile efendi anlamındaki seyd kelimeleri arasında anlam ilişkisi kurmaktadır.) Öyleyse Âdem’in hatası nedeniyle cennetten çıkması, onun efendiliğini ortaya çıkartmak içindi. Hacer-i esved cennetten çıkarken beyaz idi. Cennete döndüğünde de, sayesinde başkalarından farklılaştığı ve Hakka yakınlık elbisesinin üzerinde göründüğü bir izin onun üzerinde kalması gerekir. Allah Teâlâ onu ‘Hakkın sağ eli’ konumuna yerleştirmiştir. Söz konusu el Allah Teâlâ’nın kendisini yaratırken Âdem’in çamurunu yoğurduğu eldir. ‘Âdemoğullarının hataları onu karartmıştır.’ Başka bir ifadeyle, onu öperek kendisini ‘efendi’ haline getirmişlerdir.
Renkler arasında efendiliği gösteren renk, siyahtır. Allah Teâlâ Hacer-i esvede siyah rengi giydirmiştir. Bunun amacı, Âdem’i efendi yaptığı gibi, dünyaya çıkışıyla onu da efendi yaptığını öğretmektir. Âdem’in yeryüzüne inişi -uzaklaşma değil-halife olmak demekti. Hz. Peygamber, Hacer-i esved’in siyahlaşmasını Âdemoğullarının hatalarıyla ilişkilendirmiştir. Nitekim Âdem’in efendiliği ve seçilmesi de onun hatasıyla gerçekleşmiştir. Başka bir ifadeyle hataları sebebiyle Âdemoğullarına bu taşa secde edip onu öpmeleri ve kendisiyle teberrük etmeleri emredildi. Bütün bunlar, hatalarına karşı insanlar için bir kefarettir. Hacer-i esvedin efendiliği bu nedenle ortaya çıktı. ‘Âdemoğullarının hatası Hacer-i esvedi kararttı’ sözünün anlamı budur. Yani onu efendi yaptılar. Siyah renk, bu anlama delil yapıldı. Öyleyse bu, Âdemoğulları hakkında bir kınama değil, övgüdür.
Adem (aleyhisselâm) ile melekler arasında geçen hâdiseye balcınız! Allah Teâlâ önce meleklere Adem’in yeryüzünde halife olduğunu söylemiş, melekler Adem hakkında bilinen sözlerini söylemişlerdir. Böylece kendilerini üstün görüp bu göreve Âdem’den daha layık olduklarını iddia etmiş, düşüncelerini Allah Teâlâ’nın bu konudaki bilgisinden üstün tutmuşlardı. Onların bu davranışı, Âdemoğullarının hatalarının yerini aldığı gibi Âdem'in meleklere efendi olmasının da sebebi olmuştur. Âdem’in efendiliği ortaya çıksın diye de meleklere kendisine secde etmek emredildi.
Mutlu, başkasından öğüt alan kimsedir. Akıllı ise, kullarında uyguladığı hükümlerinde Allah Teâlâ’ya itiraz etmeyen kişidir. Bu yönüyle akıllı insan, arzusunun hükmüne uymayacağı gibi yönettiği kimselere de arzusunun hükmüne göre davranmaz. Bu konularda Allah Teâlâ’nın bir hükmü ve idaresi vardır. Çünkü Allah Teâlâ duymayı, itaat etmeyi ve ‘yöneticilere itiraz etmemeyi’ emretti. Allah Teâlâ bunu bir emir yapmıştır, çünkü hükümdarın adil olması, hem bizim hem onun lehinedir; zalim olması ise, bizim lehimize, onun aleyhinedir. Öyleyse biz, her iki durumda da kârdayız ve mutluyuz. Allah Teâlâ, bizi mutlu yaptıktan sonra kullarında yarattıklarında yaptığı işler bize bir zarar vermez.
Yönetici ve hükümdarlarımızın işledikleri haksızlıklardan söz edersek, onların zulümleri nedeniyle elde ettiğimiz sevap ortadan kalkar. Aynı zamanda, düşüncemizi bu konudaki fiiline yeğlediğimiz için Allah Teâlâ’ya karşı saygısızlık yapmış oluruz. Çünkü yöneticilerin zulümlerinde lehimize olan şey, hiç kuşkusuz, uhrevî bir paydır. Halbuki bu davranışımızla kendimizi ondan mahrum bırakırız. Nefsini ahiret ödülünden mahrum bırakan kişi ise, başarısızlığa uğrayandır. Yöneticilerin adaletinde lehimize olan pay, dünyevîdir. Dünya ise fani ve geçicidir. Öyleyse biz, gafletin bizi kuşatması nedeniyle, farkında olmaksızın dünya payını ahiret payına tercih etmekle geçici bir sevinç elde ettik. Öyleyse bu davranışımızla dünya malını isteyenlerden oluruz. Nitekim Hz. Peygamberin ‘hükümdarların adil olmaları onların lehinedir’ sözündeki pay da, uhrevidir. Halbuki hükümdarlar yaptıkları zulümle bu paylarını değersizleştirmişlerdir. Zulmün vebali ise onlara döner.
Müslüman Allah Teâlâ’ya teslim olan, tevekkül eden ve bütün işlerin Allah Teâlâ’nın hükmünde olduğunu gören kimsedir. Bu nedenle de, sadece karşı çıkması emredilen işe karşı çıkar ve bu karşı çıkma ibadet olur. İtiraz yerinde susarsa, susması gereken yerde itiraz eden kimse gibi olur. Allah Teâlâ, bizi adalet ile hükmeden ve ona göre adil davranan saygılı kullarından etsin!
Yetmişüçüncü Kısım,c. VI, sh:62-65
Tirmizî, İbn Abbas’ın şöyle dediğini aktarır: Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem Hacer hakkında şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ’ya yemin olsun ki, Allah Teâlâ onu kıyamet günü diriltecektir. Kendileriyle gördüğü iki gözü, kendisiyle konuştuğu bir dili olacaktır. Böylece, Hakk üzere ona temas edenler için tanıklık edecektir.’
Kur’an-ı Kerim’deki garip ifadelerden birisi, alâ (üzerinde) edatının lam (için) anlamında kullanılmasıdır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ’dan başkası adına (alâ nusub) kesilen  Kast edilen başkası için kesilen kurbandır. Çünkü aleyhte tanıklık, razı olmayacağın bir şeyle yapılır. Çünkü aleyhinde tanıklık yapılan kimse bu tanıklığı kabul edip inkâr etmezse, itirafı nedeniyle bir zarar umabilir. Burada ‘alâ’ edatını kendi anlamında almak gerekir. Her edat da böyle yorumlanmalıdır. Hal karinesi olmaksızın hiçbir edat asıl anlamından çıkartılmamalıdır. Aynı şekilde, buradaki ‘alâ’ edatını kendi anlamından çıkartıp onu ‘için’ anlamında yorumlayan kimse de böyle yapmıştır. Bu kişi, hal karinesini şunda bulmuştur: Hz. Peygamber bu hadisiyle Hacer-i esved’e dokunmamızı yüceltmiş ve inanarak ona temas ettiğimizde bizim adımıza büyük bir hayrın gerçekleşeceğini kast etmiştir. Bu yorum ‘Hakk üzere’ sözünden çıkar. Kast edilen, dince belirlenmiş haktır. Çünkü Hacer-i esved, bu imana sahip her ümmetin temas etmesi için, öpülmek ve dokunulmak üzere konulmuş Allah Teâlâ’nın sağ elidir. Bu nedenle chak’ sözü belirsiz gelmiş, belirlilik takısı almamıştır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Herkes için bir yol ve yöntem belirledik.’ Burada da belirsiz gelmiştir. Öyleyse, bütün şeriatler haktır. Hacer-i esved’e ‘Hakk üzere’ dokunan kimse, Hacer-i esved’in onun hakkında yapacağı mümin olduğuyla ilgili tanıklığın kapsamına girer. Hangi dinde ve hangi şeriade olursa olsun, aynıdır.
‘Alâ’ edatını kendi anlamında bırakmak da mümkündür ki, bu daha doğrudur. Çünkü burada ‘hale’ kelimesi belirsiz gelse bile, anlamı belirlidir. Belirsiz gelmesi, her şeye yayılmasından kaynaklanır. Öyleyse var olan ve varlıkla nitelenen her şeye, Hakk eşlik eder. Allah Teâlâ ‘Her nerede olursanız, O sizinle beraberdir’ buyurdu. Her nerede olursak olalım, Hakk varlık ve oluş bakımından münezzeh ve kendisine layık bir halde, bizimle beraberdir. Biz, var olan bir şeyiz; bâtıl yokluk; Hakk ise varlıktır.
Hacer-i esved Allah Teâlâ’nın sağ eli, dokunulma ve öpülme yeri sayıldığı için, kulluğumuz gereği olarak, onu öpmemiz gerekir. Onu öperken, Hakkın bizim görmemiz, işitmemiz ve bizdeki gerçek fail olduğunu düşünmemeliyiz. Çünkü böyle bir müşahede içinde olursak, Hakk kendi sağ elini öpmüş, kendi sağ eline temas etmiş olur. Sağ el, Hacer’dir. Bir şey kendi kendine temas etmez. Âdem (aleyhisselâm) Rabbinin sağ elini seçmiştir. Rabbinin her iki elinin mübarek sağ el olduğunu bildiği halde, yine de sağ eli seçmiştir. Kul kıyamet günü Hacer’e dokunma ağacının meyvesini devşirmek isterse, ona şöyle denilir: ‘Sen Hacer’e dokunmadın, Hakk kendi eliyle kendisine dokundu.’ Sonra Hacer-i esved getirilir ve ‘bu adamı tanıyor musun?’ diye sorulur. Hacer ‘evet’ der. Ona ‘sana teması hakkında nasıl tanıklık edersin?’ diye sorulur. Şöyle karşılık verir: ‘Bana kendi kulluğuyla değil, Senin vasıtanla temas etti.’ Bunun üzerine kula ‘Bu tanıklık sayesinde Hacer’e dokunmanın senin vasıtanla değil, Hakk ile olduğunu öğrendin.’ Bu esnada tanıklık, insanın lehine değil, aleyhine gerçekleşir. Artık onun talep edeceği bir şey kalmaz. Şâri’, işin kendiliğinde bulunduğu durumu bize bildirmiştir ki, kul olarak ve bu ibadede yükümlü-mecbur kimseler olarak Hacer-i esved’e temas edelim. Nitekim Ömer b. Hattab böyle yapmıştı.
Şöyle sorulabilir. Hz. Peygamber Rıdvan biatinde kendi elini diğer elinin üzerine koyarak, biat etmiş ve şöyle demişti: ‘Bu, Osman adınadır.’ Osman ise o biatte yoktu. Kul da Hakk vasıtasıyla Hacer’e temas ettiğinde, Hakk sağ eliyle sağ eline temas etmiş demektir. Çünkü Hakkın her iki eli de sağ eldir ve bu temas ‘Hakk üzere’ ona temas eden kul adına yapılmıştır. Kul da, bunun ürününü kıyamet günü devşirir. Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem ‘bu el Osman içindir’ demişti. Bu yorumda kulun mazereti, müşahede halinin otoritesinin onu etkisi altına almasıdır. Çünkü kul, dış varlıklarda Allah Teâlâ’dan başkasını müşahede etmemiştir.
Bu soruya şöyle karşılık veririz: Hz. Peygamber’in kendi eliyle diğer eline temas etmesiyle aynı şeyin Allah Teâlâ için düşünülememesi arasındaki fark şudur: İki benzer arasında ilişki geçerlidir. Peygamber ile Osman’ı birleştiren şey, kulluk ve yaratılışın hakikati demek olan insanlık hakikatidir. Bu nedenle Hz. Peygamber Osman adına vekil olabilmiş, her biri diğerinin yerini alabilmiştir, ikinci ayırıcı ise, biat ettiği elin Allah Teâlâ’nın eli olmasıdır. Böylece sahabe, elleriyle o ele biat etmişlerdir. Dokunulan şey Allah Teâlâ’nın eli, dokunan ise, yine Allah Teâlâ’nın elidir. Allah Teâlâ ile kullar arasında bir ilişki yok iken burada bir ilişki vardır.
Şöyle sorulabilir: Burada ilişki, insanın ‘ilahi sûrete’ göre yaratılmış olmasıdır ve bu nedenle insanın Allah Teâlâ’nın isimleriyle ahi aklanması mümkün olabilmiştir. Bu soruya şöyle yanıt verebiliriz: Sûrete gelirsek onu inkâr etmeyiz. Ahlâklanmadan söz edersek, onu da inkâr etmeyiz. Fakat burada (hacer-i esved’e) temas kula izâfe edilmiş, teması ise Hakk vasıtasıyla yaptığı düşünülmüştür. Gerçekte temastan başka bir şey yoktur ve o Hakk vasıtasıyla gerçekleşmiştir. Öyleyse Hakk, temas etmiştir. Sûret, hiç kuşkusuz, Hakkın aynı değildir, çünkü sûret Hakk’ın aynı olsaydı ‘Adem’i kendi sûretine göre yarattı’ denilmezdi. Bu noktada ‘Hakk kulun işitmesi görmesi ve eli olur.’ Burada duyan bakan ya da herhangi bir fiilin faili olması yönünden o Hakkın aynıdır. Başka bir ifadeyle kul, bu esnada oluşta bir etkisi, hükmü ve hali olan niteliğin aynıdır.
Kardeşim! Hepsi güzel haller olsa bile, hacer-i esved’e dokunurken hangi halde olacağını seç! Hepsi güzel haller olsa bile aralarında açık bir fark vardır. Alâ (‘e, üstüne) edatını kendi bağlamından çıkartmak sıradan insanlar adına daha uygun, anlamında bırakmak ise seçkinler için uygun yorumdur. Büyüklerimiz, her iki yorumla Hacer’e temas edenlerdir; bir (yandan) Hakk vasıtasıyla ona temas ederlerken bir de kulluk bakımından ona temas ederler. Böylece iki niteliği birleştirir, iki ödül elde eder, kıyamet günü Hacer onun lehinde ve aleyhinde tanıklık eder. Nitekim büyük insanlar, Hakk’tan Hakk’a sülük eder.
Makamın Ardında Namaz
Ebu Davud, Abdullah b. Ebi Evfa’dan şöyle bir hadis aktarır: ‘Hz. Peygamber umre yapmış, Kâbeyi tavaf etmiş ve makamın ardında namaz kılmıştır.’
Allah Teâlâ İbrahim’in makamını namazgah edinmemizi emretmiştir. Bunun bâtını yorumunu, daha önce belirtmiştik. Namaz kılarken ondan habersiz kalmayalım diye, o namazgâhı görebileceğimiz şekilde önümüze aldık. Böylece onu görmek, içinde değilsek bile o makamı elde etmeyi Allah Teâlâ’dan istemeyi hatırlatır. Onu görmek bizim halimiz ise, bu kez, Allah Teâlâ’dan o makamın sürekliliğini ve bizim o halde kalmamızı istemeyi hatırlatır. Her iki durumda da, onun ardında bulunmamız gerekir. Bunun amacı, onu ardımıza atarak -kendisini görmediğimiz için de hatırlamayanlardan olmam azı sağlamaktır.
Yetmişüçüncü Kısım, c. VI, sh:66-69
Muhyiddin İbn Arabî kaddesellâhü sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde beyan buyurdu ki:
Zeki insanın amelinin gayesi, asli bir nübüvvet olmalıdır, feri değil! Çünkü seçimlerde onun ihtiyarı olsa bile, işler gerçekte seçimi kabul etmez. Hakk bütün varlıklarda böyle yapmıştır. Allah Teâlâ her cins içinde bir şeyi seçmiştir.
Allah Teâlâ, sayılardan doksan dokuzu, diyarlardan cenneti, cennetteki mutluluk hallerinden görmeyi, hallerden rızayı, zikirlerden ‘Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur’ zikrini (kelime-i tevhid), kelamdan Kuran’ı, surelerden Yasin’i, ayetlerden Ayete’l-Kürsi’yi, mufassalın kısalarından ‘Allah Teâlâ birdir (ihlas)’ ayetini, zamanların dualarından Arefe günü duasını, bineklerden Burak’ı, meleklerden Ruh’u, renklerden beyazı, olgulardan bir araya gelişi, insandan kalbi, taşlardan Hacer-i evsedi, evlerden Beyt-i mamuru, ağaçlardan Sidre’yi, kadınlardan Meryem ve Asiye’yi, erkeklerden Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemi seçti. Yıldızlardan güneşi, hareketlerden doğru hareketi, yasalardan indirilmiş şeriatı, kanıtlardan varlık kanıtını (burhan), suretlerden Âdem’in suretini seçmiş ve onu ilahi surete göre izhar etmiştir.
Allah Teâlâ, nurlarda görmeye vesile olan ışığı, iki zıttan ispatı, iki çelişikten varlığı seçmiştir. Allah Teâlâ, rahmeti gazaba seçmiş, namazın hallerinden secdeyi, sözlerinden Allah Teâlâ’yı zikri seçmiştir. Allah Teâlâ irade sınıflarından niyeti seçmiştir. Bu nedenle niyet, âlemin kabul ve reddinde hükümrandır. ‘Herkes için niyetlendiği vardır.’ Amel edenden başkasını ise sevapta ve ziyadesinde amel edene katarsın.
çünkü Allah Teâlâ’yı zikretmek namazdaki en büyük unsurdur. Allah Teâlâ böyle buyurdu: ‘Namaz taşkınlık ve kötülükten alıkoyar. Allah Teâlâ’yı zikretmek ise daha büyüktür.’ Namaz bir münacattır. Allah Teâlâ’yı zikreden ise, Hakk ile oturandır. Kul Hakk’ı zikrederse, Hakk onun dili olur. Namazın fiillerinden secdeyi seçmesine gelirsek, bunun nedeni, secdede şeytandan korunmadır. Şeytan namazın fiillerinde özellikle secdede insandan uzaklaşır. Çünkü secdesizlik şeytanın hatasıydı. Secde esnasında şeytan ağlar, üzülür ve pişman olur. Pişmanlık, tövbedir ve bu kadarlık bir tövbenin de kabul edilmesi gerekir. Allah Teâlâ, ısrarla tövbe edenleri sever. Secdeden kalkınca şeytan tekrar saptırmaya başlar.
Rahmetin fiili minnetle gerçekleşir ve zorunlulukla faildir. Rahmet her şeyi kuşattı. Gazap da rahmetin kuşattıklarından biridir. Rahmet ile katışık olmayan saf gazap yoktur. Rahmete ise gazap katışmaz. ‘Gazabım bir insana helal olursa o, düşer (yıkılıp gider).’ Böylece gazabı düşme özelliğiyle nitelemiştir. Gazap düşünce rahmete yuvarlanır, rahmet de kendisini kuşatır ve içerir. Dolayısıyla gazap rahmete düşebilir ve gazaptaki rahmet vasıtasıyla düşmüştür (düşmek de rahmetin bir sonucudur). Binaenaleyh gazabın düşmesini sağlayan şey, rahmettir ve saf rahmet, bu sayede gazabı kabul eder. Gazaptaki rahmet, tıpkı içimi nahoş ilaçtaki rahmete benzer. Hasta -nahoş olsa bile-onu içer. Onda gizli bir rahmet vardır ve bu nedenle insan hasta olunca nahoş ilacı içmiş, gizli rahmet de hastayı iyileştirmiştir. Bu ise saf rahmettir. Bu nedenle ahirette rahmete ve onun hükmüne ulaşılır. Cehennemlikler ateşten çıkmasa bile onların da ateşte bir nimeti olacaktır. ‘Allah Teâlâ her şeye kadirdir.’ Allah Teâlâ’nın dünyada ateşte yarattığı yarar ve rahata bakınız! Allah Teâlâ’nın dünya hayatında bazı hastalıklara karşı ateşte yarattığı ‘tütsüleme’ yönteminden başka bir şey olmasaydı, bu bile yeterli bir kanıt olabilirdi. Çünkü tütsüleme ilaçların en keskinidir. Etkisinin gücü nedeniyle de tevekküle zarar verir. Gerçekte o, eş-Şafı ve el-Muafı isimlerinin yerini alır. Bu nedenle ilahi gayret, bu yöntemi kullananın tevekkül sahibi olmadığı hükmünü verir.
çünkü varlık O’nun niteliğidir. Allah Teâlâ mümkünler için de kendi niteliğini tercih etti. Ancak bu olabilirdi zaten, çünkü Allah Teâlâ iktidar sahibidir. İktidardan ise varlık meydana gelir. ‘Allah Teâlâ dilerse sizi götürür, başkasını getirir’ der. İktidar varlıkta diretmiştir. İrade ise yok etmeyle ilgilidir. Bu durumda onun adı, el-Mani’dir. Men etmek yokluktur.
İspat kendisine ‘ol’ denilen şeyin ta kendisidir. O şey yoklukta iken Allah Teâlâ onun adına ispatı olumsuzlamaya tercih etti. O şey de yokluk halinde mümkün olmayı sürdürür. Bu husus, yokluk halindeki tercihle ilgili ince bir meseledir. Mümkün kendisindeki bu zâtî yoksunluk nedeniyle -Hale kendisinden bunu istediğinde-varlığı kabul etmiş ve üzerinde bulunduğu ispat hükmü nedeniyle hızla varlığa koşmuştur.
Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem perde nurları hakkında ‘Nur idi, nasıl gerebilirim ki?’ demiştir. Sonra Allah Teâlâ, kendisi nur iken, görmeyi vaat etmiştir. Hakk’ın kendisinde kullarına gözüktüğü nurun bu perde nurlarının arasından seçilmiş olması gerekir. Perde nurlarına örnek olarak, mutlak birlik, izzet, kibir ve azamet nurlarını verebiliriz. Bütün bunlar, göz (algısından) yüksek iken hükümleri kalpte kalır. Onların kalkmasıyla Hale görülürken hükümlerinin kalpte kalmasıyla kullar görme esnasında kendilerinden geçer. Bu olmasaydı, Hakk’ı müşahede esnasında kendilerini görürlerdi.
çünkü Allah Teâlâ onu kendi suretine göre yaratmış, böylece bütün güzel isimlerini ona vermiştir. Bu isimlerin gücüyle de, kendisine teklif edilen emaneti üstlenebilmiştir. Bu hakikatin gereği ise, emaneti ehline ulaştırmaktır. Gökler, yerler, dağlar o emaneti taşımaktan çekinmiş, insan ise onu üstlenmiştir. İnsan -onu taşımasaydı- ‘zalim’ ve cahildir. Çünkü Allah Teâlâ’yı bilmek, O’nu bilmemek demektir. ‘İdraksizliği idrak, idraktir.’ İnsan bilinmeyen birisi bulunduğunu öğrendiğinde, bilmiş sayılır. Bu ise, bilinmeyenin olduğunu bilmektir. Bilginin konusu ise O’nu bilmemektir.
Bu kanıt, gerçeğin sübutunu tam olarak bilmeyi ve hasmın kanıtını geçersiz kılmayı sağlar. Cedelci kanıtların bu gücü yoktur. Onlar, bazen gerçek olmasalar bile, sadece hasmın kanıtını geçersizleştirir. Bir hayrete yol açan sofist kanıt ise, metafizik bilgide bir açıdan cedelci kanıtlardan daha çok varlık kanıtlarına yakındır.
Bunun nedeni, onda ahiret hayatını ve dünya yararlarını genel anlamda içermesidir. Dünya hayatındaki iyiliğin sürekliliği için konulmuş akli yasalar ise Allah Teâlâ’ya yaklaşmayı sağlayıcı özelliklerden yoksundur. Onlar, amellerin kabulü, derecelerin yükseltilmesi ve cennet ve cehennemlerin ispatıyla ilgili değildir. Bütün bunları Allah Teâlâ nezdinden indirilmiş şeriatlar ifade edebilir. Allah Teâlâ’nın kendilerine yazmadığı ibadetler geliştirip onlara Allah Teâlâ’nın rızasını kazanmak amacıyla hakkıyla riayet edenler, Allah Teâlâ nezdinden indirilmiş bir şeriat sahipleridir. Onlar bu şeriat içinde iyi adetler ortaya koymuşlardır. Bu adetler, kendilerine indirilmiş şeriata göre Şâri’nin yasasına uygundur ve onlara bu adetleri ortaya koyma izni veren Şâri’dir. Akli yasalar ise bu insanların yaptığı bu adetler değildir. Bu nedenle onlar için bir sevap belirlenmiştir.
Allah Teâlâ’nın suretine, göre yarattığı insanı da bu yola tahsis etmiştir. Mutlu, kıyamet günü bu yolda haşredilecektir. Öyleyse dünya ve ahirette bu yol insana özgüdür, çünkü günahkârlar gerisin geri harekete göre diriltilecektir. Allah Teâlâ günah-kârlar hakkında şöyle der: ‘Görsen ki, günahkârlar Rablerinin nezdinde başlarını öne eğmiştir Yatay-eğik hareket ise, hayvanlara özgüdür. Bu nedenle dikey hareket, Allah Teâlâ’nın ilahi surette yarattığı insana aittir. Söz konusu varlık, dünya ve ahirette bu niteliğin sahibi olan insan-ı kâmildir. Bu nedenle Allah Teâlâ Âdem’i bu surete tahsis etti. Çünkü insan, bu doğrusal hareketin üzerinde-baki kalan mutluluk ehlidir ve bu nedenle onu ‘halife’ diye isimlendirdi.
Bu nedenle İbrahim Peygamber, ‘Bu en büyüktür’ demişti. İki yaklaşıma göre güneş, Kürenin kalbine tahsis edilmiştir. Burası, dördüncü göktür ve İdris (aleyhisselâm) oradadır. Allah Teâlâ İdris’i yüksek bir mekâna yükselttiğini bildirmiştir. Bu mekânın yüksek olması, feleklerin kalbi olmasından kaynaklanır. Dördüncü gök, mertebece (mekanet) yüksektir. Onun üzerinde olan ise -dördüncü gök altında olsa bile-mesafe bakımından ve başlarımıza nispetle yüksektir. Güneş doğumu ve batımıyla gece ve gündüzü oluşturur. Allah Teâlâ o ikisi için iki perde yarattı ki, bu, ‘nikâh’ demektir. Gecenin gündüze girmesi, türeyenlerin varlıklarının ortaya çıkmasını sağlar. Allah Teâlâ’nın gece ve gündüzde yarattığı yaratıklar, bu girme ve gizlenmeden doğar. Allah Teâlâ bu varlıklardan her biri adına güneşin hareketinden gizli bir talep yaratmıştır. Bu talep, varlıkları o talepten ortaya çıkartmayı amaçlar.
diğer insan mizaçlarından ayrı olarak, onun mizacının gerektirdiği kemal ve itidaldir. Bu mizaç sayesinde Hz. Peygamber, ‘Âdem henüz toprak ve su arasındayken peygamberliğini görmüştür. Bu esnada Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin parçaları, unsurdan oluşan türeyenlerde dağınık bir haldeydi. Bu konu, Misak ayetinde dile getirilen hususu bilenlerin kavrayabileceği ince bir meseledir. Allah Teâlâ kendilerini kendilerine tanık tutarak ‘Ben sizin Rabb’iniz değil miyim?’ diye sorduğunda, Âdemoğullarını Âdem’in sırtından çıkartmış, onlar da ‘Evet’ demişti. Sözü edilen şey insanların üzerinde doğdukları fıtrat iken sonuçta insanlar da ona varır. Bu toplama hakkında Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Ruhlar sıralı askerlerdir.’ Allah Teâlâ onları toplayınca, suretlenme mertebesinde toplamıştır. Onlardan yüz yüze gelmiş olanlar, burada birbirlerini tanır. Orada sırt sırta gelenler ise, burada birbirlerini tanımaz. Orada yüzü başkasının sırtına dönük olanlar ya da bir yanına dönmüş olanlar da, burada aynı şekilde davranır. Bu konuda şu dizeleri söyledim:
Kalpler sıralı askerlerdir     .
Toplanma mertebesinde, gözüken ve ayrılan
Orada tanışmış olanlar birbiriyle uzlaşır
Birbirini tanımayanlar ise burada ayrı düşer
Ahirette herkes bu tanıklığı onaylayacak ve inkâr etmeyecek, kendi adına Rablik iddiasında bulunmayacaktır. Allah Teâlâ şöyle der: ‘O gün uyanlar, uyduklarından uzaklaşacaktır.’ Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem, en büyük ilahi tecelligâh olmuştur ve ‘Bu sayede öncekilerin ve sonrakilerin bilgisini öğrenmiştir’. Öncekilerin bilgisinin bir yönü, Âdem’in isimleri öğrenmesiydi. Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve selleme ise ‘cevamiü’l-kelim’ verilmiştir. Allah Teâlâ’nın kelimeleri tükenmez. O, kıyamet günü bütün yaratıklar üzerinde efendi olacak; melek, resul, nebi, velî ve müminler gibi şefaatçilerin şefaat etmeleri için şefaat edecektir. Görülen günde makam-ı mahmud Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve selleme aittir.
Bu durum, o ikisinin erkeklere ait kemale katılmaları demektir. Bununla beraber erkeklerin kadınlar üzerinde bir derecesi vardır ve bu derece gerçektir, kaybolmaz.
Sidre, kulların amellerinin ulaştığı yer ve ayrım mekânıdır. Amellerin suretleri onun altında kalır. Allah Teâlâ onları nurlardan -Ki amellerin nurlarıdır-diledikleriyle örter ve dolayısıyla kimse onları niteleyemez. Daha önce de söylediğimiz gibi bu nurlar, amellerin nurlarıdır ve amellerin suretlerinden ortaya çıkar. Böylelikle amelleri gizler, kimse onları betimleyemez. Eşyayı betimlemek, sınırlamak ve temyiz etmek demektir. Ameller ise farklı farklıdır ve bir takım mertebeleri olduğu gibi nurları da mertebeleri sayısıncadır. Bir kısmı üstün, bir kısmı daha üstün; bir kısmı aydınlık, bir kısmı daha aydınlıktır. Üstünün niteliği daha üstün olandan, aydınlık olanın niteliği daha aydınlık olanınkinden farklıdır. Dolayısıyla amellerin nurları, herhangi bir nitelikle sınırlanmaz. Onları bir nitelikle sınırlarsan, zıddı bunu ortadan kaldırır ve dolayısıyla nitelemede onlara haklarını vermemiş olursun. Amellerin nurları, tek bir derecede değildir ve bu nurlar, onları örtmüş ve perdelemiştir. Dolayısıyla kimse, onları niteleyemez. Onlar, böyle gölgelenmiş olsalar bile, bütün ağaçlara fazla gelecek nur elbiseleri onlara giydirilmiştir. Sidre, yemektir ve yıkayıcıdır. Kirazları iricedir, şehiderin ruhları ondan beslenir.
çünkü o, her gün hayat nehrinin damlalarından yaratılmış meleklerin doldurduğu yerdir. Bu damlalar, hayat nehrine dalan Ruhu’l-Emin’in kanatlarını çırpmasından meydana gelir. Cebrail bu meleklerin, yani Beyt-i mamur’u dolduran meleklerin yaratılması için her gün bu nehre bir kez dalar. Bunların sayısı, yetmiş bindir. Bir kez çıktıklarında bir daha geri dönmezler. Meleklerin imar ettiği yerdeki sır ise orada kalır ve bir boşluk yoktur. Âlemin tümü, boşluğu doldurmuştur. Artık bunu araştır! Çünkü o pek yüce bir bilgidir. Bunu araştırmak, varlıkların varlıklar içindeki dönüşümlerinin; yaratıkların tavırdan tavra girmesinin bilgisini öğrenmeni sağlar. Böylece Allah Teâlâ’nın her şeye -şey olmayana değil-güç yetiren olduğunu öğrenirsin. Şey olmayan ise, ‘şeyliği’ kabul etmez; kabul etseydi; hakikati ‘şey olmamak’ olmazdı. Bir şey kendi hakikatinin dışına çıkmaz.
Dolayısıyla hakkında ‘şey değil’ hükmü verilen bir şey yoktur. Şey hakkında ise ‘şey değil’ hükmü verilemez.
çünkü onu Allah Teâlâ biatleşmede sağ elinin yerine yerleştirmek üzere indirdi. Donuklardan daha çok (Allah Teâlâ’yı) bilen ve O’na daha sürekli ibadet eden kimse yoktur. Çünkü donuklar, bitki ve canlının hakikatinin yerine getirmekten aciz oldukları marifet ve mutlak ibadet üzere yaratılmıştır. Bu nedenle donuktan herhangi bir şey insanda bulunmaz, insanda bulunan her şey, gelişme özelliğine sahiptir ki, o da bitkilere ait bir özelliktir. Canlı ise, yönlerde tasarruf imkânına sahiptir. Öyleyse herhangi bir varlık madenden ayrıştığında, kendi hakikatiyle iddiayla bezenir. Bu ise, her bilenin farkına varmadığı gizli bir çatışmadır. Sehl (Tüsteri) buna kısmen dikkat çekmiş, fakat gerçeği olduğu gibi söylememişti. Sehl bu meseleyi biliyordu da söylediğiyle mi yetindi ya da Allah Teâlâ o esnada söylediğinden fazlasını kendisine bildirdi mi bilemiyorum. Allah Teâlâ onu sağ el olarak seçmiştir.
Kalp Allah Teâlâ’yı sığdıran organdır, çünkü Allah Teâlâ her gün bir iştedir. Gün ise, an içinde teneffüs edenin nefesi miktarıdır. Sürekli başkalaşması nedeniyle ‘kalp’ diye isimlendirildi. Bakınız! Kalp Rahman’ın iki parmağı arasındadır ve onu Rahman halden hale çevirir. Başka bir isim Rahman ismiyle birlikte kalbe etki edemez. Dolayısıyla Rahman ismi, hakikatinde bulunan şeyi verir. Öyleyse Allah Teâlâ’nın rahmeti, her şeyi kuşatmıştır. Başkalaşma esnasında gördüğümüz her şey -ki bu, bir sıkıntı, azap ve bedbahtlığa ulaştırabilir-bir rahmet içerir. Çünkü değişme, Rahman’ın parmaklarıyla gerçekleşmiştir. Çünkü Rahman kalbi söz konusu durumla doğrulttuğu gibi aynı şekilde diğer hal ile de saptırmıştır. Öyleyse bu, göreli bir sapmadır. Kalp, doğrulukta değiştirdiği gibi eğrilikte de kendisini değiştiren ismin (Rahman) otoritesi nedeniyle rahmete varacaktır. Bu, Allah Teâlâ’dan kullarına dönük bir müjdedir: ‘Ey kendilerine karşı aşırıya giden (zulmeden) kullarım!’ Burada herhangi bir aşırıya gitme türü zikredilmeyerek, müsriflerin bütüıı halleri dile getirilmiştir. ‘Allah Teâlâ’nın rahmetinden ümit kesmeyiniz., Çünkü sizi saptıran, Rahman’ın parmağıdır. ‘Allah Teâlâ, bütün günahları bağışlar.’ Bu, nesh edilemeyecek bir rivayettir. Bu ifadeyle ‘Allah Teâlâ kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz’ ayetini uzlaştırırız. Hakk şirki dilediği şekilde cezalandırır, sonra Rahman’ın parmağı onun üzerinde hüküm verir. Bu durumda müşrik rahmete varır. Şirkin dışında (kalbin değişmesiyle ilgili) başka sapma türleri ise bağışlanır. Bunların bir kısmı, cezalandırmadan sonra bağışlanır. Söz konusu kimseler, müşrik olmadıkları halde, büyük günah işleyen ve kömüre döndükten sonra şefaat ile ateşten çıkanlardır. Buna inanmak vaciptir. Bir kısmı ise, herhangi bir cezalandırma olmadan işin başında bağışlanır. Öyleyse herkesin rahmete ulaşması zorunludur.
çünkü toplanma, cem’de (birlik) ayrım ve temyizi sağlar. Dolayısıyla Rab ve merbub, kadir ve makdur (güç yetirilen) olmalıdır. Toplama, seçilen şeydir ve ilahi isimlerin hakikatlerinin ilgileri nedeniyle zorunludur.
Çünkü bütün renkliler, ona dönüşürken beyaz onlara dönüşmez. Onun beyazlığı, kendinde, gizlidir ve siyah, kırmızı sarı ve diğer renklerin perdesiyle varlıkta gözükür. Böylece herhangi bir yerde bulunan renk beyazdan var olduğu gibi görenin gözündeki renk de beyazdan meydana gelir. Renklinin kendisinde ise aynı şey yoktur. Örnek olarak beyaz dağların uzaktan kara görünmesini verebiliriz. Onların yanına geldiğinde beyaz olduklarını görürsün. Halbuki haklarında kara hükmünü vermiştin. Verdiğin yargında yanılmış, siyahlığı ise doğru görmüş sayılırsın. Bunun niteliği meçhuldür. Göğün maviliği de öyledir. Gök gözün görmesi nedeniyle mavi iken kendiliğinde başka bir renkte olabilir.
çünkü melek, felek, unsur, madde ve doğa kaynaklı bütün suretlere bu Ruh’tan üflenir. Ruh, eşyanın hayatının bağlı olduğu ve Allah Teâlâ’ya izafe edilen ruhtur. O, hayatın kendisinden meydana geldiği Rahman’ın nefesidir. Hayat, nimet; nimet ise mizaca göre gerçekleşen hazzın kaynağıdır. Nitekim serin mizacı hakkında ‘hararetlinin azap gördüğü şeyden nimetlenir’ demiştik. Bunu anla! Şâri’nin –anlarsan-‘Ateş ehli olan cehennemlikler bulunduğu gibi cennet ehli olan cennetlikler de vardır’ demesi yeterlidir. Allah Teâlâ cehennemlikler hakkında ‘orada ölmeyeceklerini ve diri de kalmayacaklarını’ söylemiştir. Onlar, soğukluğun varlığı nedeniyle ateşle nimeti talep eder. İşte bu, mizacın hükmüdür.
çünkü Burak, miraçların bineğidir. Burak dört ayaklılar ile kanatlıları kendinde toplamış ve hem yüksek hem süflidir. Nitekim bazı deniz ve kara hayvanları öyledir.
Bu dua, soyutlanma, horluk ve zamanı belli bir günün bilinmesi mertebesinde huşuyla yapılan duadır. Arefe, gece ve gündüzü bir araya getirir.
Çünkü bu sure, O’na özgüdür ve onda herhangi bir varlık zikredilmemiştir. Herhangi bir şeyin mutlak birliği, O’nun özel birliğine benzemez. Her şeyin birliğinin bu surede ispatı, Allah Teâlâ’nın kalbini açtığı kimseye ait garip bir bilgidir. Allah Teâlâ bu sureyi kendi birliğiyle açmış ve yaratılmışların birliğiyle bitirmiştir. Bilmelisin ki, var olanlar, el-Ahir’in el-Evvel (Son ve İlk) ile irtibatı gibi -Evvel’in el-Ahir ile irtibatı gibi değil-Allah Teâlâ ile irtibatlıdır. Çünkü Ahir evveli talep ederken evvel ahiri talep etmez, çünkü O, âlemlere muhtaç değildir. Bu, özü gereği müstağniliktir. Evvel ise, mutlak birlik ile nitelenen Allah Teâlâ isminden Ahir’i talep eder.
Bu surenin sonunda gelen birlik ile içerdiği bilginin kaynağına dikkatini çektim. Bu, el-Evvel ile irtibatıyla beraber, ona benzemez. Çünkü yaratılmışların birliği Allah Teâlâ’yı talep ederken Allah Teâlâ onları talep etmez. ‘Siz Allah Teâlâ’ya muhtaçsınız. Allah Teâlâ zengin ve övülendir.’
Ayetler alametlerdir. Hiçbir şey için kendinden daha ilk olanı yoktur. Ayete’l-Kürsi ise O’nun isimleri ve nitelikleridir. Bu ise başka bir ayette bulunmaz. Böylelikle Hakk, kendisine kendisiyle delil oldu. ‘Allah Teâlâ O’ndan başka ilah olmayandır.’ Burada Allah Teâlâ, mevcut bir ismi gaip zamirle ispat etmiş ve olumsuzlamıştır. O’nun görünmeyen bir isimlendirileni vardır. ‘Hayy’dır.’ Bu ise sahip olduğu isimlerin varlık şartı olan niteliktir. ‘Kayyum’dur.’ O, kazanmış olduğu her şey ile kendisinin dışındaki üzerinde kaimdir, çünkü O, her şeye yaratılışını verdi. ‘Onu uyku ve dalgınlık almaz.’ Bu, âlemi korumasıyla çelişen şeylerden tenzih niteliğidir. Allah Teâlâ Kaim olmasaydı, âlem bir an bile var olamazdı. ‘Onundur.’ Zamir Allah Teâlâ’ya döner ve gaip zamirdir. ‘Göklerde ve yerde olan şeyler.’ Bunlar, mülk ve köle olarak O’na aittir. Allah Teâlâ ulûhiyetiyle hükmün bekası için korumayı açıklamaktadır. ‘Kim şefaat eder?’ Şef (çift ve şefaat) kelimesi, hükümle ikilenmesi demektir. ‘O'nun nezdinde.’ Burada da gaip zamir vardır. ‘O'nun izni olmaksızın.’ Bu, Allah Teâlâ olmaksızın, kimsenin bağımsız olamayışından kaynaklanır. Dolayısıyla her şeyin O’nun izninden olması gerekir. Çünkü burada, şefaat eden ve şefaat edilenler vardır. Onlar, göklerde ve yerde şefaatçileri ve haklarında şefaat edilenleri bilir. ‘Önlerindekini bilir.’ Bu, onların üzerinde bulundukları durumdur. ‘Artlarındakini de bilir.’ Bu ise, kendisine dönmeleridir. ‘Bilgisinden bir şeyi ihata edemezler.’ Kastedilen, eşyaya dair bilgisidir. ‘Ancak O’nun dilediğini.’ Bir kısmını ihata edebilirler, bütününü değil! ‘Kürsüsü kuşattı.’ Kastedilen, bilgisidir. ‘Gökleri ve yeri.’ Yani, ulvî ve süflî âlemi bilgisi kuşattı. ‘O ikisini korumak ağır gelmez O'na.’ Çünkü söz konusu olan, manevi bir koruma, gaybi yardım, ulvî ve süflide sürekli yaratmadır. ‘O Yücedir.’ O’nun yaratıklarından müstağni olması, zâtından kaynaklanır. ‘Azim-dir.’ Celaliyle Allah Teâlâ’nın heybetinin bulunduğu ariflerin kalplerinde Yücedir.
Bu sure, isim ve zamir arasında on altı yerinde Allah Teâlâ’nın zikredildiği bir ayettir. Aynı şey başka bir ayette bulunamaz. Ayette beş isim açıkça zikredildi: Bunlar, Allah Teâlâ, Hayy, el-Kayyum, el-Alî ve el-Azim’dir. Dokuz zamir de açıktır. Bunlar zâhirde gizlenmiştir. İkisi ise bâtında gizlenmiştir, görünüşte yoktur. Bu iki zamir, bilgi ve meşiyet zamiridir. Aynı şekilde, Allah Teâlâ’nın bilgisini ve meşiyetini kendisi bilebilir. Dolayısıyla kimse O’nun bilgisinde ya da meşiyetinde neyin bulunduğunu bilemez. Bunlar, irade edilen gerçekleşip bilinenin ortaya çıkmasından sonra öğrenilebilir. Bu nedenle zamir, bilgi ve iradede gözükmemiştir.
çünkü bu sure, Kuran’ın kalbidir Onu okuyan, Kuran’ı on kez okumuş gibidir. Kalp Sad harfine mensup suretteki (beşerî suret) en şerefli parça olduğu gibi Sin’e (Ya-sin) mensup bu sure de en üstün suredir ve o bir mertebedir. Burçlardan ona ait olan, güneşin şerefli evidir. Burası, başlangıç burcu, ilkbahar mevsimi, canlanmanın geri gelmesi, başlangıcın zuhuru, doğa âleminin süslenmeye başlamasıdır. Bunun yanı sıra nefeslerin buharlarının inceldiği dönemdir. Söz konusu nefesleri kış mevsimi havanın soğukluğu nedeniyle yoğunlaştırmıştı. Soğuk hava, dışarıya çıkan nefeslere bir donukluk kazandırır. Nefes dışa çıktığında önce onları yoğunlaştırır, sonra suya çevirir. Bu, kış mevsiminde eline üflediğinde bulduğun nemliliktir. Hakkın (cc.) her nefes kendilerinde bulunduğu ilahi şe’nler, bu burca aittir.      
Çünkü Kuran, toplama özelliğine sahiptir ve toplamada ayrım bulunur. Çünkü toplama, çokluğun delilidir. Çokluk ise teklerdir. Öyleyse çokluk toplamda (cem’de) ayrımın ta kendisidir. O halde Kuran, Furkan-Kuran’dır.
Çünkü bu, olumlama ve olumsuzlamayı içerir. Başkasında bu özellik yoktur.
Allah Teâlâ hallerden rızayı seçti, çünkü o, Hakk’tan mutlular adına gerçekleşecek son müjdedir. Bundan sonra bir müjde yoktur. Çünkü rıza, bir rivayette yer aldığı gibi, ebediyete eşlik eden ve insanların (Hakk’ı) görme yerinden dönmelerinden sonra gerçekleşecek bir müjdedir. Hayır! O, büyük ziyaret esnasında görmenin geçekleştiği Kesib’te gerçekleşir.
Orası mutluluk ve bakışın gerçekleştiği yerdir. Bu ise ehlini onun mukabili olan yerde bulunan sevimsiz şeylerden ve intikam isimlerinin otoritesinin gereğinden gizler.
çünkü o gözün son noktasıdır. Hiçbir haz, görme hazzına benzemez. Çünkü o, ibadet edilen hakkındaki görme kesinliğidir (ayne’l-yakîn). •
çünkü o, isimlerin tekliğini gösterir ve tek ve bileşik sayıları bir araya getirendir. ‘Allah Teâlâ’nın doksan dokuz ismi vardır. Onları sayan kimse cennete girer.’ Kastedilen sayma, bilgi, ezber ve lafız bakımından öğrenmedir. ‘Allah Teâlâ tektir ve teki sever.’
Çünkü farzların sonucu, kulun Hakk’ın duyması ve görmesi gibi nitelikleri olmasıdır. Nafilelerle gerçekleşen sevme ise, Hakk’ın kulun duyması ve görmesi olmasını sağlar. Nafile, farzlardan sonra ikinci derecededir ve bu nedenle farz önceliklidir. Hakk celalinin gereğine göre (kutsi hadiste) belirttiği gibi ‘kulunun kulağı’ olmaya inmez. Öyleyse Hakkın kendi niteliğiyle inmesi gerekir. Bu ise, üzerinde yaratıldığı suret nedeniyle, kulun Hakk’ın niteliği olmasıdır. Öyleyse kulun niteliği, ‘ilahi suretten’ koparılmıştır. Nitekim ‘Rahim Rahman’dan bir daldır.’ Farz, kesmedir, insan onu yerine getirdiğinde Hakk’ın niteliği olabilir. Nafile kıldığında ise Hakk onun niteliği olur. Böylelikle farz nafileden ayrışır ve üstün derece farza ait olur. Farz bunu sağlamasaydı, Allah Teâlâ ‘Acıktım, beni yedirmedin’ ve ‘Ben kulumun kavuşmasını daha çok özlerim, hiçbir şeyde tereddüt etmedim...’ gibi kutsi haberlerde bildirilen sözleri söylemezdi.
Çünkü eşya Hakk’ın nezdinde kendi kaderleriyle ayrışır. Hakk, gaybdır. Böylelikle kader, (gayb konumundaki) geceye tahsis edildi. Gece de tıpkı gaybın gizlenmesi gibi örtünür.
çünkü onda iki suret ortaya çıkar. Allah Teâlâ bu günü suretlere tahsis etti. Bu ise, nutfenin (rahme) düştüğü beşinci aydır. Cuma, müennes (dişi) bir gündür. Süslenme ona ait iken yaratılış da onda tamamlanmıştır. Allah Teâlâ onda bir saati belirlemiştir ki, bu saat aynadaki nokta gibidir. Bu yer, aynaya yansıyanın gün aynasındaki yeridir ve orada kendisini görür. Ayna ile aynaya bakan arasında gerçekleşen surete göre hitap ve teklif gerçekleştiği gibi işaret isimleri de onunla meydana gelir. Örnek olarak şu, bu, bunlar vb; o, o ikisi, onlar, sen, siz, siz ikiniz, sizler, sen, seni, ikinizi, vb. gibi zamirler (şahıs zamirleri-işaret zamirleri); -vikaye nun harfi korumadığında (nî şeklinde)birinci tekil şahıs zamirini verebiliriz. Bu zamirin zorunlu olarak enniyette (benlik) bir etkisinin olması gerekir. Bu nedenle vikaye nun’una harfler âleminden ait olan şey, fütüvvet ve işardır ve yine bu nedenle ‘vikaye nun’u diye isimlendirilmiştir. O ‘Sana sığınırım hadisindeki ‘sana (ke)’ zamiri konumundadır. Bu konuda şu dizeleri söyledim:
Vikaye nun’una benzemez
Varlıkta oruçtan ve ahlâktan başkası
Fütüvvet ve isar onun varlığıdır
Lafızda, koruyucu’dan (vikaye) başka bir şeyimiz yok
Varlığın yarısı Yaratan’ın niteliğinden ona ait
 Mertebeden de; o daim ve baki olandır
Bunların ilki, Hz. Peygamber’in kemalinin görünmeksizin ve görünerek ortaya çıktığı dönemdir. Böylece Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem kendi başına şeriatı ortaya koymuş,, vekillerinin şeriat yaptığı şeyleri varlığıyla geçersizleştirmiş, dilediklerini onaylamış, hepsine imanı ortaya koymuştur. Söz konusu şeriatlardan neshedilen ve edilmeyen her şeyi ispat etmiştir.
İşte bu birinci asırdır. Ondan sonra, hepsi de fetih ve zuhur ehli olan iki asır daha gelir. Bu üçü, her ayın üç gününe benzer. Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der:
‘Bir grup savaşa çıkar ve onlara aranızda Peygamber’i gören var mıdır? diye sorulur. Onlar ‘evet’ diye yanıt verir. Bu durumda onlara fetih nasip olur. İnsanlardan bir grup savaşa çıkar. ‘Aranızda Peygamber’i göreni (sahabe) gören (tabiin) var mıdır?’ diye sorulur. Onlar da ‘evet’ der. Onlara da fetih nasip olur.’ Bu ikinci nesildir, diğeri ise birinci nesildi. ‘Sonra bir savaşa çıkar. Onlara aranızda Peygamber’i göreni göreni gören var mıdır?’ diye sorulur. Onlar da ‘evet’ der. Onlara da fetih nasip olur.’
Peygamber buna bir eklemede bulunmadı. Çünkü ilahi mertebenin dışında bir şey yoktur. İlahi mertebe ise, zât, sıfat ve fiillerden ibarettir. İşte bu asırların en hayırlısının anlamıdır. Öyleyse ilk asrın (neslin) inayetiyle hepsine fetih nasip olmuştur ki kastedilen Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellemin zâtıdır. Onun nurunun gücü ve otoritesi, kendisini görene veya onu göreni görene ya da onu göreni göreni görene fetih nasip etmiştir. Hz. Peygamber’in, ‘En hayırlı asır benim asrım, sonra onu takip eden, sonra ondan sonra gelendir’ diye dile getirdiği durum budur. Biz onları ayın üç gününe benzettik. Peygamber’in davet dönemini ise bir aya benzettik. Çünkü insanlar ‘karn (asır, nesil)’ ve onun zaman ölçüsü hakkında görüş ayrılığına düşmüştür. Bu bağlamda ileri sürülen görüşlerden birisi, onun otuz yıl olmasıdır. Bu nedenle asırları Peygamber’den kıyamete kadar bir ‘ay’ kabul ettik ve üç karnı (asır) ayın üç günü gibi saydık.
çünkü Hz. Peygamber kendisine soru soran birine ‘Oruç tutman gerekir, oruç misilsizdir’ diyerek orucun benzersizliğini dile getirmiştir. Bu durumda oruç ‘O’nun benzeri bir şey yoktur’ ifadesine benzer. Allah Teâlâ kutsi hadiste ‘Oruç benim içindir’ der. Halbuki bütün ibadetleri insana ait saymıştır. Oruç ise tenzih niteliğidir ve tenzih Allah Teâlâ’ya ait olabilir.
Bunun nedeni isimdeki ortaklığıdır. Ramazan ilahi isimlerden biridir ve böylelikle senenin diğer aylarına göre saygınlığı ortaya çıkmıştır. Hz. Peygamber onu kameri aylardan saymıştır. Bunun nedeni, bereketinin senenin tüm aylarına yayılmasını sağlamaktır. Böylelikle bu bereket, senenin her ayında ortaya çıktığı gibi senenin her günü için ondan bir pay gerçekleşir. Bize göre, ayların en üstünü Ramazan, sonra Rebiülevvel, sonra Recep, sonra Şaban, Zilhicce, Zilkade ve Muharrem’dir. Kameri ayların fazileti hakkındaki bilgim bu kadardır. Senenin diğer aylarının faziletinin sıralanışını bilmiyorum. Bunlar Safer, Rebiulahir ve Cemâziyelevvel ve Cemâziyelahir aylarıdır. Bu aylarda faziletin sıralanışı hakkında bilgim yoktur. Bunlar, fazilette denk midir? Zannı galibime göre, iş böyle olmalıdır. Çünkü bana gösterilmişti, fakat onu kesin olarak öğrenmemiştim. Bilgim olmadığı bir konuda ise konuşmam söz konusu değildir.
Çünkü her şeye sudan hayat verildi. Allah Teâlâ’nın su üzerinde var ettiği Arş bile öyledir. Böylelikle hayat Arş’a sudan yayılmıştır. Su, Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellemin ‘Hac Arafat'tır’ hadisindeki (ifade biçimine benzetirsek), en büyük unsurdur. Bununla beraber hayatın sebebi, suyla beraber başka şeylerdir. Fakat su (Arafat Haccın en önemli unsuru olduğu gibi) bu şeylerin en büyük unsurudur.
çünkü Arş bütün cisimleri ihata eder. Allah Teâlâ her şeyi ihata edendir. Arş, felekler içerisinde ve onun altında bulunan şeylerde öncelik sahibidir. Öyleyse Arş, ilktir ve ihata edendir. Er-Rahman istiva etmele için bu iki niteliği, yani ilklik ve ihatayı seçmiştir. Arş mülk ise, onun seçimin dışında olması yerindedir. Çünkü sadece Allah Teâlâ ve mülkü vardır. Allah Teâlâ’nın dışındaki her şey O’nun mülküdür. Arş bir ifadede de diğer şeylerden ayırt edilmiştir. Bu durumda Arş’ın ille olma ve ihata bakımından seçilmesi ortaya çıkar. Çünkü gölder ve yer Kürsü’nün içerisinde ‘ipe atılmış düğüm gibidir; Arş’ın içinde Kürsü ise ipe atılmış düğüm gibidir’.
çünkü onlar nurdan yaratıldı. Onlarm cisimleri nuranidir. Melekler diğer yaratıklara göre ilahi nura daha yakın olanlardır. Bu nedenle Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem Allah Teâlâ’dan kendisini nur yapmasını istemiştir. Bunun nedeni, doğanın karanlığını bilmesidir.
Amâ, âlemi yaratmazdan önce O’na ait idi. Buradan Allah Teâlâ güçlü melekleri yaratmış, onları kendi celalinde hayrete düşürmüştür. Sonra, âlemi yaratmış, onları başkasını görmeleri için cemalinin celalinde hayrete düşürmüştür. Onlar, Allah Teâlâ’nın bir kimseyi yarattığını bilmeyenlerdir. Bunun ne üstün bir hal olduğuna bakınız! Allah Teâlâ Amâ’yı mekânı, Arş’ı istivagâhı, yakın semayı iniş yeri, yeryüzünü ise beraberliğinin mekânı olarak seçti. Allah Teâlâ her nerede olursak bizimle beraberdir.
Bunun nedeni, onların hakikati Allah Teâlâ’dan tebliğ etmeleridir. Allah Teâlâ onları kendisini bilmek için (dünya hayatına) çıkarttı. Allah Teâlâ bilinmeyi sevmiş, peygamberler vasıtasıyla yaratıklarına tanınmıştır. Bu bilinme onlarla gönderdiği kitap ve sayfalarla gerçekleşti. Böylece zâtı bir bilgiyle onu bildikleri gibi kendilerinde yaratılmış akıllarla da Allah Teâlâ’yı tanırlar. Allah Teâlâ onlara fikri araştırma gücü verdi. Böylelikle delil ve kanıtlarla selbî-vücudî (olumsuzlayıcı) bir bilgiyle Allah Teâlâ’yı bilmişlerdir. Akıl kendi başına bundan fazlasını bilemez. Bundan sonra ise, zâtî bir bilgiyle peygamberler geldi. Böylelikle yaratıklar, şeriatıyla onlara tanınan İlah’a ibadet etti. Çünkü akıl, herhangi bir ameli ya da Allah Teâlâ’ya yaklaşmayı ya da Hakk’a ait olumlu zâtî bir niteliği ortaya koyamaz. Düşünce deliliyle hareket ettiği sürece, aldın şeriattan payı, ‘O’nun benzeri bir şey yoktur (ke-mislihi), ifadesinden ibarettir. Burada ‘ke’ benzetme değil, zait bir harf olarak bulunur. Allah Teâlâ aldın kendi başına algılayamayacağı bilgileri tebliğ etmesi için peygamberleri seçmiştir. Söz konusu bilgiler, Allah Teâlâ’nın zâtı ve O’na yaklaştırıcı ameller, terkler ve nispetlerle ilgilidir.
Onu kelimelerde kendi makamına yerleştirdi. Bu isim, nitelenen fakat başkasının nitelenmesinde kullanılmayan bir isimdir. Bütün ilahi isimler bu ismin niteliğiyken o bir nitelik olmaz. Bu nedenle onda kök aramaya kalkmak, bir zorlamadır. Binaenaleyh ‘Allah Teâlâ’ ismi, türetilmemiş, özel ve kelimeler ve harfler âleminde ilahi zât için konulmuş bir isimdir. Allah Teâlâ’dan başkası o isimle isimlenmemiştir. Böylelikle Allah Teâlâ, akü başka bir ilahın olamayacağını kanıtladığı gibi, onu da ortaklıktan korumuştur.
Böylece Allah Teâlâ’nın seçimlerinden uyarı yerine geçecek hususları zikretmiş olduk. Bu uyarı, davet edildikleri ibret ve basiretle bakmaktan habersiz kalan akıllara yöneliktir. Meseleyi tam olarak açıklamış değiliz. Çünkü bizler, Allah Teâlâ’nın yarattığı varlıkların ayrıntısını tam olarak bilmiyoruz. Allah Teâlâ’nın verdiği güçle, varlıkları belli esaslarda sınırlamayı başarırsak, bu taksime her şey girer. Bu bölümde Allah Teâlâ’nın varlıkta sınırlı yaratıkları içinden her türden seçip ayırdığı tek tek bireyleri tanıtmayı amaçladık. Onlar, kendi başına var olan veya var olmayan, mekânlı veya mekânsız ya da dolaylı olarak bir mekâna yerleşen türler, bundan bir araya gelen ve gelmeyen varlıklardır. Âlemin ve varlıkların kısımları, belirttiğimiz hususlarla sınırlıdır. Burada aklın tek başına anlayabileceği göreli bir tafsilat vardır. Bu ise, eşyanın mertebelerinin ayrışması, birbirlerinden etkilenme, birbirlerini etkileme ve birbirlerine dayanma bakımından derece derece olmasıdır. Fakat bu üstünlük, kendilerine olan inayet yoluyla ilahi yakınlığın üstünlüğüdür. Yoksa hakikatleri onu gerektirmez. Bu üstünlük, kalplerimize bildirdiği ilham bilgileri ya da indirilmiş kitap ve nebevi haberlerde tebliğ ettiği bilgilerle öğrenilebilir. Bunun dışında başka bir yol yoktur!
Sünnetler akli delillerdir, çünkü onlar bir takım yollardır. Farzlar ise kendisine ve yaratıklarına göre Hakk’ın durumunu bildiren şer’î bilgilerdir.
Ey Allah Teâlâ’nın kulları!
Kitabında ya da Peygamber’in dilinde kendisini nitelediği şekilde Allah Teâlâ’ya kulluk ediniz! Ne bir ilave ne çıkarma ne de bir üstünlüğe yol açacak te’vil yapınız. Kendisini nitelediği şeyi O’na bırakınız. Bu nitelik (akla göre) imkânsız ya da çelişik bir şey ise, bu, bizim işin kendiliğindeki durumunu anlamadaki eksiklik ve acizliğimize yorulur. Teorik akıl gücünün O’nun varlığının bilinmesiyle ve Hakk’tan kullarına haberleri bildirenlerin doğruluğuyla ilgili yargısını ifade etmiştik. Dolayısıyla herhangi bir itiraz olmaksızın, çelişik ya da imkânsız hususları bile kabul etmemiz gerekir. Zâtı kendisince meçhul olan birini akıl zâtıyla ilgili hususlarda zorunluluk, imkân ya da imkânsız hükmüne nasıl sokabilir ki; Akıl haddini aşmamalıdır ve kendisine ait hususlarda bize indirdiği ve bildirdiği işleri Hakk’a bırakmalıdır. Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır. Biz ise, Allah Teâlâ’ya ve bu konudaki bilgisinde Kitap ve Peygamber’in diliyle O’nun nezdinden gelen hususlara inanmak zorundayız. Allah Teâlâ bizi nezdinde bulunan şeyleri öğrenmeye muvaffak etsin. Allah Teâlâ’ya ancak yok olacak kimse itiraz edebilir.
Doksanbeşinci Kısım, c. VII, sh:175-190
Muhyiddin İbn Arabî kaddesellâhü sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde beyan buyurdu ki:
Rehbet korkudur, değişmekten ve kaderden
Ve tehditten, doğru sözlünün bildirmesi nedeniyle
Doğruluğunu gösteren delil var
Öyleyse korkan ve ürken koşan ve öne geçendir
Körlük karanlıklarında yürür durur
Korkanın yürümesi veya âşık-sevdalının yürümesi gibi
Himmetiyle korkarak yürür ve onu görürsün
Yürüyüşünde korkar, yıldızın kaymasından bile
Birincisi, tehdidin gerçekleşmesi,
İkincisi bilginin değişmesi,
üçüncüsü ise, takdir edilen işin gerçekleşmesinden korkmak.
Birincisi, hükmü kalkmayan ve geçerli bir haber yoluyla tehdidin gelmesidir. İkincisi ise, bilginin değişmesidir. Bu durum ‘Allah Teâlâ dilediğini siler ve dilediğini sabit kılar” ayetinde belirtilir. Üçüncüsü ise ‘Benim nezdimde söz değişmez” ayetinde belirtilir. Belirli bir şeyle sınırlanmayan genel rehbet ve korku ise, kulun belirlenmiş cezaların kendisine uygulanmasından endişe ettiği bütün korkulardır. Burada hükmün ilahi kaynaklı olmasıyla akıl kaynaklı olması birdir. Akıl kaynaklı hakkında Allah Teâlâ ‘Kendilerinin ortaya koyduğu bir ruhbanlık” demiştir. Yani onlar, bunu kendileri adına icat etmişlerdir, yoksa biz kendimizden onlara bunu yazmadık. Hakk da ruhbanlığı geçerli saymış ve kendisine riayet etmediklerinde onları cezalandırmıştır. Öyleyse Allah Teâlâ ruhbanlığı onlara yazmamıştır, (onlar ise) ancak Allah Teâlâ’nın rızasını kazanmak üzere bunu geliştirmişlerdir. Bu nedenle de Allah Teâlâ, bu konuda niyetlerini ve maksatlarını güzelleştirsinler diye, ruhbanlığa uyanları övmüştür. Sözde ise bir takdim ve tehir vardır. Adeta Allah Teâlâ şöyle der: Onlar ruhbanlığa sadece Allah Teâlâ’nın rızasını kazanmak üzere hakkıyla riayet etmişlerdir. Burada ruhbanlığa uyanları kast etmektedir. Bizim şeriatımızda bu ruhbanlığın tezahürü, ‘Kim iyi bir âdet çıkartırsa...’ şeklinde dile getirilmiştir ki, (bidat-ı hasene) bu da, bir şey üretmek kabilindendir.
Ömer b. Hattab radiyallâhü anh, insanları Ramazan’da (teravih için) cemaatte toplayınca şöyle demiştir: ‘Ne güzel bidat (âdet) oldu bu’ diyerek onu ‘bidat’ diye isimlendirdi. Günümüze kadar sünnet bu konuda böyle sürmüştür. Meşru ameller (bir kez niyetlenildiklerinde) yapılmaları zorunlu olduğu için -söz gelişi adale gibiyükümlü korkmuş ve korku kendisini kaplamıştır (rehbet). Böylelikle korku kendisini hadleri korumaya sevk etmiştir. Bu nedenle de ‘rahib (korkan)’ diye isimlendirilmişken şeriat da ruhbanlık diye isimlendirilmiştir. Allah Teâlâ Teala, kitabında ruhbanları övmüştür. Bu bağlamda bazı insanlar korkularını tehdide bağlarken tehdidin gerçekleşmesinden endişeye kapılır. Örnek olarak, tövbe etmeden ölen insan hakkında tehdidin gerçekleşeceğine inanana Mutezile mezhebindeki verebiliriz.
Şöyle ki: Allah Teâlâ’nın karşılığında cezalandıracağını söylediği bir günahı işleyip korkan bir müminin kendisinden meydana gelen davranış nedeniyle içinde pişmanlık duymaması mümkün değildir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: ‘Pişmanlık tövbedir.’ O halde günahkâr müminde pişmanlık vardır ve o pişmandır. Bu durumda pişmanlığın gerçekleşmesi nedeniyle tehdidin hükmü de ortadan kalkar. Çünkü müminin günahı nahoş bulması ve ondan memnun olmaması zorunludur. Bu esnada ise (günah olan) amelini yapmaktadır. Öyleyse mümin, günahı nahoş bulması ve onun günah olduğuna inanması yönünden salih amel sahibi iken günahı işlemesi bakımından ise günah sahibidir. Öyleyse bu kişinin sonu, salih amel ile günahları katıştıranlardan olmaktır. Allah Teâlâ bu sözün ardından şöyle buyurur: ‘Umulur ki Allah Teâlâ onların tövbesini kabul eder.’ Allah Teâlâ için ‘umulur ki’ ifadesi, zorunluluk bildirir. Allah Teâlâ’nın söz konusu kullarına dönmesi ise, onların tövbe etmesiyle gerçekleşir ve onlara mağfireti kazandıran ise pişmanlıklarıdır. Pişmanlık tövbe demektir. Günahkârlar pişman olduklarında, Allah Teâlâ’nın onlara dönmesi gerçekleşmiştir. Böyle biri, üç yönden salih amel sahibidir: davranışın günah olduğuna inanması, onu yapmayı nahoş bulması ve yaptığına pişmanlık duyması. Buna karşılık, tek bir yönden de günahkârdır. O da, söz konusu günahı işlemesidir.
Bu pişmanlıkla birlikte, ister söylediğimizi bilsin ister bilmesin, yine de korku kendisine hâkimdir. Çünkü o, bu tövbe üzerindeyken ölse bile, başka nahoş bir fiilin kendisinden çıkmasından korkar. Çünkü korku kendisinden ayrılmaz ve bu kez korkunun konusu tehdidin gerçekleşmesinden Hakkın azarlamasına ve sorgu esnasında kendisinden meydana gelen günahı itiraf etmeye intikal eder. Öyleyse sürekli korkuyu hisseder. Bu da tehdit türlerinden birisidir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Kim zerre miktarı iyilik yaparsa onu görür: Kim zerre miktarı kötülük yaparsa onu görür.’ Öyleyse yaptığına vâkıf olması kaçınılmazdır ve kişi o çirkin amelini görmek -ki görmesi zorunludur-nedeniyle azarlanmaktan korkmaktadır. Allah Teâlâ bu ayette o amel nedeniyle cezalandırılmaya değinmemiştir. Öyleyse zorunlu olan görmektir (ceza değil). Bağışlanan kimselerden ise, yaptığı suçun büyüklüğünü ve bunun karşılığında kendisini bağışlamakla Allah Teâlâ’nın nimetinin büyüklüğünü görür. Doğru sözlünün haberinin bildirdiği budur, yalan o söze giremez, çünkü böyle bir şey ilahi mertebe hakkında imkânsızdır. Âlim insan, Hakkın kullarına dönük hitabının onların aşina olduğu dille gerçekleştiğini dikkate alabilir. Kur’an-ı Kerîm’in dili, bütün Arapların anlayış birliğine vardıkları hususlara göre inmiş bir Arapça’dır. Söz konusu hususlar, kendi örflerine göre, övündükleri veya kınadıkları konulardır. Araplara göre güzel ahlakın gereği şudur: Güzel ahlak sahibi, söz verirse sözünü tutarken birini cezalandıracağını söylerse, bağışlar ve affeder. Onların güzel ahlak anlayışı ve asil insanı övdükleri nitelik budur. (Kur’an-ı Kerîm’de de) Tehdit onların anlayışlarına göre inmiştir ve akli delillerle bu hususta bir çelişme yoktur. Bunun nedeni bazı ilahi haberlerde neshin olmayışı ve yalanın imkânsızlığıdır. Maksat, güzel ahlakı getirmektir. Bir Arap şairi şöyle der:
Ona söz verir veya tehdit edersem
Sözümü tutarım da tehdidimden cayarım
Allah Teâlâ suç işleyene yönelik tehdidinden vazgeçerek, onu bağışlamak ve affetmekle özelliğiyle kendisini nitelemiştir. Bunun yanı sıra, söz verdiği iyilikleri yerine getirmekle kendisini övmüştür. Dilde şöyle denilir: ‘Ona iyilikte ve kötülük karşısında söz verdim.’ Hâlbuki ‘onu tehdit ettim’ sadece kötülük hakkında denilebilir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Her peygamberi kavminin diliyle gönderdik.’ Başka bir ifadeyle aşina oldukları dille gönderdik. Arapların anlayışlarına göre bağışlamak ve affetmek, kendisinden meydana gelen kimsenin övülmesini gerektiren davranışlardır. Öyleyse Allah Teâlâ bu davranışa daha layıktır. Kuşkusuz ki Allah Teâlâ tehdidini dilediği kimsede uygulayacağını bize bildirmiştir. Bütün bu yorumlara rağmen, tehdidin gerçekleşebileceği hakkındaki korku kulun kalbinden silinmez. Çünkü kul, kendisinin cezalandırılacaklardan mı, yoksa bağışlananlardan mı olacağını bilemez. Daha önce, günahkârın kendisinden meydana gelen günahın ardından hissedeceği pişmanlıktan söz etmiştik. Pişmanlık tövbenin ta kendisidir. Pişmanlığı tövbe yapan, sonra da kendisini et-Tevvab ve er-Rahim diye niteleyen Allah Teâlâ’ya hamd olsun! et-Tevvab, bütün günahlarda kullarına merhametle dönen demektir. Bu sayede günahkâr kuluna pişmanlık verir ve kulun kendisine dönmesiyle kul da Allah Teâlâ’ya döner. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Sonra Allah Teâlâ onlara döner ki, onlar da Allah Teâlâ’ya dönsün. Allah Teâlâ merhametli ve tevvab’tır,’
İkinci rehbet (korku) ise, (ilahi) bilginin değiştirebileceğini kesin olarak öğrenmekten kaynaklanır. İnsan, Allah Teâlâ’nın kendisine dair bilgisinin ne olduğunu bilmediği için korkar: Acaba o, hakkında değişiklik istenilenlerden midir, değil midir?
Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Yüz çevirirlerse, onların yerine bir topluluk getirir ve onlar gibi olmazlar.” Burada Allah Teâlâ sebebi bildirmiştir ki, yüz çevirmedir. Alameti de bildirir. O da, -Allah Teâlâ’dan değil-o’nun zikrinden yüz çevirmemektir, çünkü Allah Teâlâ’dan yüz çevrilemez. Bu nedenle Allah Teâlâ, peygamberine şöyle demiştir: ‘Benim zikrimden yüz çevirenden sen de yüz çevir.’
 Gözetleme yerinde bulunandan nasıl yüz çevrilir ki?
Her şey O’nun avucunda ve göz önündedir.
İnsan, bilinenin değişmesine göre, bilginin değiştiriciliğini müşahede edebilir. Çünkü bilgi bulunduğu Hakk göre bilinene ilişir. Bu nedenle de -bilginin değişmesi nedeniyle değil-konusunun değişmesi nedeniyle ilgi ve taalluk değişir. Öyleyse bilginin değiştiriciliğinden korkmak, gerçekleşen şeyden korkmaktır. Çünkü gerçekte bilginin değiştirmede bir etkisi yoktur. Değiştirme, kalpte korku meydana getiren fiilin varlığını var edene aittir. O ise Allah Teâlâ’nın kadir olmasıdır. Bilgi, değişme ve değişmenin kendisine doğru gerçekleştiği şeyle ilgilidir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Öğreninceye kadar sizi deneyeceğiz.’ Yani yükümlülükle sizi deneme esnasında sizden meydana gelen günah veya itaatler ortaya çıktığında, benim bilgim de -her kim olursa olsun-ona ilişir.
Bilginin değiştiricilik mertebesi “Allah Teâlâ dilediğini siler ve sabit kılar” ayetidir. Burada Allah Teâlâ, yazmadan sonra silmeyi zikretti ve yazdıktan sonra da dilediklerini sabit kılar. ‘Ümmü’l-kitab O’nun katindadır.’ Ümmü’l-kitab (kitabın anası), değişmeyen ve silinmeyen ezelî kitaptır. Allah Teâlâ yazdıktan sonra silinecek ve geride kalacak şeyleri bildiği için, değiştirme bilgiye izafe edilmiştir. Zikrettiğimiz konuda işin gerçeği ise, bilgide değişmenin olmayışı ve sadece (bilginin bilinene) ilişmesindeki değişmeden ibarettir. Allah Teâlâ ‘Allah Teâlâ sizin kendinize ihanet ediyor olduğunuzu bildi’ buyurur. Burada Allah Teâlâ bilgisinin onların nefislerine ihanet edeceğine ilişmesini kast etmemiştir. Burada gelecek zaman, geçmiş zaman anlamındadır. Çünkü Arapça’da -kesin olduğunda-gelecek zaman mazi kipinde gelebilir. Buna örnek olarak ‘Dikkat ediniz! Allah Teâlâ’nın emri gelmiştir, acele etmeyiniz’ ayetini verebiliriz. Allah Teâlâ bu bildirimden önce oruçlunun oruç gününün gecesinde eşine yaklaşmamasını emretmiş, bir kısmı Allah Teâlâ’nın bu konudaki sınırını aşmıştı. Allah Teâlâ bunu bilince, bu fiili işleyenleri bağışlamış ve mescitlerde itikaf yapanların dışındakiler için, Ramazan’da geceleyin cinsel ilişkiyi helal kılmıştır. Onlardan ise, böyle bir fiil kendilerinden meydana gelene kadar, yasağı hafifletmemiştir. Böyle bir iş yapan kimseden aynı şeyi yapması beklenir ve bu nedenle de -ona merhamet ederek-kendisine cinsel ilişki mubah yapılır. Böylece aynı şey kendisinden meydana geldiğinde, onun adına helal ve mubah olup hainlik niteliği kendinden düşer. Çünkü din, yükümlüdeki bir emanettir.
Takdir edileni öğrenmekten kaynaklanan korkunun kaynağı ise ‘Benim nezdimde söz değişmez’ ayetidir. Başka bir ayette ise Allah Teâlâ “Allah Teâlâ’nın kelimeleri değişmez” buyurur. Bu ayette Allah Teâlâ’nın kelimeleri derken var olanların kast edilmesi mümkündür. Nitekim Allah Teâlâ Hz. İsa aleyhisselâmdan söz ederken ‘Meryem’e ilka ettiği kelimesidir’ demişti. Bu durumda Allah Teâlâ, var olanların bir şeyi değiştirmesini reddetmiş olur. Değiştirme Allah Teâlâ’ya aittir. Özellikle de ayetin zahiri, bu tevile işaret eder. Bu durum ‘Yüzünü hanif olarak dine çevir, Allah Teâlâ’nın insanları kendisinde yarattığı fıtratı, onda değişme yoktur’ ayetinde belirtilir. Yani Allah Teâlâ’nın kelimeleri (bunu) değiştiremez. Başka bir ifadeyle onlar, bu konuda bir değiştirme imkânına sahip değildir. Bu ifade, Allah Teâlâ’nın bizi rabliğini kabul etme özelliğinde yarattığıyla ilgili bir müjdedir. Artık bu kabul, daha sonra bazı insanlarda ortaya çıkan ortak koşma nedeniyle değişmez. Çünkü Allah Teâlâ, insanların bu konuda değiştirme (imkânlarını) ortadan kaldırmıştır. Aksine onlar, kendi fıtratlarında bulunur ve kıyamet günü müşrik de -şirk koştukları şeyler kendilerinden uzaklaştığında-bu inanca varacaktır. Öyleyse değiştirmenin insanlara izafe edilmeyişi, rahmete ulaşacakları hakkında onlar adına bir müjdedir. Ateşte kalsalar bile, bu, oranın bir yer olması nedeniyle orada kalırlar, yoksa azap ve acı yeri olması nedeniyle orada kalmazlar. Aksine Allah Teâlâ onları ateşte nimet görmelerini sağlayacak bir mizaçta yaratır. Öyle ki, bu mizaçla birlikte cennete girselerdi, cennetin itidali nedeniyle mizaçlarına uygun olmadığı için, acı duyarlardı. Öyleyse her kimin adına Allah Teâlâ’nın kelimesi bir şekilde gerçekleşirse, çalışmaması gereken bir işte çalışan, arzu etmemesi gereken bir işi arzu eden kimsedir. Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem cennet ehlinin amelini yaparak, insanların gözünde ‘ameliyle cennete yaklaşan’ biri hakkında şöyle der:
Kaderi öne geçer ve sonunda cehennemliklerin bir amelini yaparak cehenneme girer.’ Aynı şey cehennemliklerin amelini yapan kimse hakkında geçerlidir. Sonra şöyle buyurmuştur:
‘Ameller, sonlarıyla değerlendirilir.’
Hz. Peygamber, bu hadiste önceki bilginin (kader) kime ait olduğunu ve sonucun söz konusu bilginin hükmünün ta kendisi olduğunu belirtmiştir. Bu nedenle bir sûfı şöyle der: ‘Siz sonuçtan korkuyorsunuz. Ben ise kaderden korkmaktayım (önceki bilgiden).’
(Kaderin) ‘Sabıka’ diye isimlendirilmesinin nedeni, sonucu öncelemiş olmasıdır. İşte bu, hükmü ancak zamandan sonra ortaya çıkan mevcut bir anlamdır. Bu yönüyle kader bilgisi (sabıka), bazı kelamcıların (Mutezile) kûmun ve zuhur (gizlenme ve açığa çıkma) derken dayandıkları ilkeyle ilgilidir. Bilhassa Şâri, cehennemliklerden birinin mutluların amelini işlemesiyle ilgili olarak buna dikkat çekmiştir. Sonra ‘insanların gözünde...’ der. Aynı şekilde, cennetliklerin bedbahdarın amelini işlemesi hakkında da ‘insanların gözünde’ demişti. Allah Teâlâ ise bunu kendilerinden bilir. İşte bu, varlığı kendilerinde olsa bile, hükmü dışta zuhur eden şeydir. Gösteriş yapanlar da bu kapsamdadır. Şu var ki, burada varılan yer hakkında bir müjde vardır. Şöyle ki:
Alimler, hükmün öne geçene ait olduğunu bilir. Sonra gelen ise ondan sonra gelir. Bu nedenle öndeki öncelik hakkını elde eder. Burada ‘öncelik hakkı’, Adem ve zürriyetidir. Kuşkusuz Allah Teâlâ’nın rahmeti ve gazabı, bu konuda birbiriyle yarışmış ve rahmeti gazabını geçmiş, bize mekân olmuştur. Gazap ardından gelmiştir. Böylelikle rahmet avucunda (kabza) var olduk ve rahmet öne geçerek bize mekân oldu. Artık gazabın bizde sürekli bir hükmü uygulanmaz. Aksine gazap, bazı durumları görmemiz için bize ilişir. Bunun nedeni tek bir mekânın bizi toplamasıdır. Bu nedenle gazap, kendisine olan istidadımıza göre, bize etki etmiştir. O mekânda rahmet gazaptan ayrıldığında, bize yerleşmesiyle rahmet bizi almış, biz de Allah Teâlâ’nın gazabından ayrıldık. Gazabın bizde, yani Ademoğullarındaki hükmü, sonsuz değildir. Bizim dışımızda ki yaratıklarda, söz gelişi şeytanlardaki süresini ise bilmiyorum. En iyisini Allah Teâlâ bilir!
Bu zevk sahibi, öne geçen bilgiden (kader) korkmaz. Çünkü yükümlülük diyarının dışındaki yerlerde, Allah Teâlâ’nın rahmetinden korkulmaz. Öyleyse öne geçen bilgiden korkmak, belirli bir şeyle ilgili olabilir, rahmet değildir o. Korkulan bu öndeki (bilgi) ‘bedbahtlık’ olarak takdir edilmişse, sürekli değil, geçicidir. Çünkü onu destekleyecek bir ilke yoktur, çünkü onun aslı Allah Teâlâ’nın gazabıdır. Gazap ise -öndeki değil-sonra gelendir. Mutluluğun öne geçmesi ise, sonra ortadan kalkacak şekilde arızî değildir. Çünkü onun kendisini destekleyen ve güçlendiren bir aslı ve dayanağı vardır. Bu ise, gazabını geçmiş olan Allah Teâlâ’nın rahmetidir. Bu nedenle mutlulukla ilgili bu tikel ve arızî durum sürekli iken, bedbahtlıkla ilgili tikel durum, sürekli değildir. Bunu bilmelisin! ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’
Otuzsekizinci Sifr- İki Yüz Otuz Dördüncü Bölüm, c.9 sh: 340-347
Not: Emir Sigası ile yapılan dua ifadesi Arapça gramere ve vahdeti vücud felsefesine muvafık düşse de, Türkçe ifade tarzında bu tür niyaz biraz kabih olmaktadır, diye düşünüyoruz. Fakat bu konuda Muhyiddin İbn Arabî kaddesellâhü sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde şu şekilde beyanı vardır…
Velilik ve nebilik arasında bir berzah var
Nebilik ordadır, sırrı bilinmez
İyice incelersen, iki kısımdır o
Birinci kısım yasa koyucu nebilik, herkes bilir onu
Başka bir kısım daha var ki
Bu kısım yasa getirmez,
İlkinden daha aşağıdır o bu dünyada
Bize göre ise diğeri ortaya çıkar
Varlık şeriatı ve hükmü silinir       
Buradan anlaşılır ki, en üstün olan buymuş
Ve o daha geneldir, çünkü asildir ve Allah Teâlâ’ya aittir
Çünkü Allah Teâlâ, bizim için en yetkin velîdir
Nebilik (bildirmek, haber vermek), ilahi bir özelliktir. Onu ilahi mertebede tutan isim es-Semi’dir (Duyan). Hükmünü sabit kılan ise, duadaki emir kipi ve kendisinden istenilen şeye Hakk’ın olumlu karşılık vermesidir. Çünkü (zahirde kuldan ortaya çıkan) bu talep de, Allah Teâlâ’nın kullarına söylediği ‘yap’ ya da ‘yapma’ şeklindeki bir isteğidir. Biz ‘duyduk ve uyduk’ deriz, Allah Teâlâ ise ‘duydum ve karşılık verdim’ der. Çünkü Allah Teâlâ, ‘Bana dua ettiğinde, dua edenin duasına karşılık veririm’ buyurdu. Kulun talepteki emir niteliği ‘bize mağfiret et, bize merhamet et’, ‘bizi affet’, ‘bize yardım et, ‘bize hidayet et’, ‘bize rızık ver’ gibi ifadelerdir. Yasaklama kipi ise, ‘kalplerimizi saptırma’, ‘bizi zalim kavmin oyuncağı yapma’, ‘kıyamet günü bizi başarısız kılma’, ‘diriltme günü beni mahzun etme’ gibi ifadelerdir.
Nebilik, zikrettiğimiz bu hususa ilave bir anlam değildir. Ne var ki Allah Teâlâ, kendisine bundan bir isim vermemiştir. Halbuki ‘velilik’ kelimesinden kendisine bir isim vererek el-Velî diye isimlenmiştir. ‘Bize bildirdi’, ‘duamızı duydu’ (gibi ifadeler geçerli olsa bile), Allah Teâlâ kendisini ‘nebi’ adıyla isimlendirmedi. Öyleyse o, her iki yönden de bu konumdadır. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Resullük ve nebilik kesilmiştir” der. Bunlar, özel bir yönden kesilmiştir. Başka bir ifadeyle, nebi ve resul denilenler kesilmiştir. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Benden sonra resul ve nebi gelmez’ der. Ardından, resullükten doğru rüyaları geride bıraktığı gibi, müçtehitlerin hükmünü de ‘nebilikten geri kalan şey’ diye nitelemiştir. Başka bir ifadeyle müçtehitlerden (nebi ve resul) adını kaldırmış, hükmünü geride bırakmış, ilahi hüküm hakkında bilgisi olmayan kimseye de (Allah Teâlâ) ‘zikir ehline sormayı’ emretmiştir. Böylelikle -şeriatların farklı olması gibi-kendileri de görüş ayrılığına düşmüş olsalar bile, müçtehitler kendilerine fetva soran kimseye kanıtın götürdüğü hükme göre fetva verir. ‘Her biriniz için bir şeriat ve yol belirledik.’ Aynı şekilde, her müçtehit için de bir hüküm ve yöntem belirlemiştir. Söz konusu olan şey, bir hükmü kanıtlarken yararlandığı ve yüz çevirmesinin mümkün olmadığı kanıtıdır. İlahi şeriat bütün bunları onaylamıştır. Söz gelişi Şafii, (Ebu) Hanife’nin haram saydığı bir hükmü helal sayarken Ahmed b. Hanbel, Malik’in yasakladığı bir şeyi caiz görür. Birinin caiz görmediğini diğeri caiz görmüş, bazı hususlarda görüş birliğine varmışken bazı hususlarda görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Hepsi, bu ümmet için dinen geçerlidir ve Allah Teâlâ nezdinde bizim adımıza onaylanmıştır. Bununla birlikte biliriz ki, müçtehitlerin mertebeleri, Allah Teâlâ nezdinden kendilerine vahyedilen resullerden daha düşüktür.
Öyleyse resullük ve nebilik, bizatihi ve hükümleri yönünden ortadan kalkmamıştır. Kesilen şey, meleğin kulağına veya kalbine inmesiyle getirdiği resul ve nebiye özgü vahiydir. Bu nedenle de nebi ve resul isminin kullanımı kesilmiştir. Artık bir müçtehide nebi veya resul denilmez. Nitekim Allah Teâlâ’nın şeriat yaptığı hususlarda da nebilerin içtihatta bulunması yasaktır. Müçtehit, kanıt ve içtihadının kendisini yönlendirdiği görüşe göre insanları irşat eder. Bu isim, nebi ve resullere özgüdür, Allah Teâlâ’ya ve velîlere bu isim verilmez. Bu isim, saf kulluğa tahsis edilmiş bir isimdir. Söz konusu kulluk (kölelik), Efendiye yakınlığın ta kendisidir ve rütbesinde efendiyle didişmemek demektir. Velilik böyle değildir, çünkü kul, el-Velî isminde Allah Teâlâ ile didişir (bu isme ortak olur). Bu nedenle ilahi isimlerde bulunmayan ve kulluğa özgü niteliklerden olması nedeniyle ihlâslı kullara, nebi ve resul adının kesilmesi ağır geldi.
Nebilik, hükümleri bakımından ilahi bir nitelik olduğu gibi Hakk kendisine vacip kıldığı şeyleri de ondan dolayı vacip laldı. Çünkü zorunlu kılmak, şeriata ait bir yetkidir, yoksa şeriatın dışındaki şeylere ait değildir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Rabbiniz kendisine rahmeti yazdı.’ Bu, şeriatın hükmüdür. Bunu öğren ve zikrettiğimiz hususta dirençli ol! Çünkü bilgiye ulaşmak kolay, ondan düşmemek zordur. Bu bölümü yazarken bana gösterilen bir vakıada durumu böyle gördüm. Öyleyse bu bölümde söylediklerimiz, vakıada gördüklerimizdir. Orada nebi ve resul isminin sağımda asılı olduğunu gördüm. Üzerinde insanların yürüdüğü caddeye çıkan bir merdiven vardı. Ben kapıdaydım. Hakk’ın beni durduğu bu makamın üzerinde kimseye ait bir makam yoktu. Ancak, son derece sağlam bir şekilde kapatılmış kapının içerisinde (makamı olanlar) vardır. Kapı kapalı olsa bile, içindekiler bana gizli değildi. Şu var ki, keşf olmaksızın, kimsenin oraya girmesi mümkün değildir. Bir şahıs bana doğru geldi. Kısa sürede ulaşıp onu görünce, iniş güçleşti, adam hayrete düştü ve orada durmaya güç yetiremedi. Beni bıraktı ve o yere geldiğim yola doğru yöneldi, yürüdü, geri dönerek beni bıraktı. Bu halde uyandım ve bu bölümde yazdıklarımı yazdım.
O gece rüyamda Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’i gördüm. Cenazelerin mescide sokulmasını nahoş karşılıyordu. Bunun yanı sıra erkek ölülere kefen üzerine elbise örtülmesini de kerih görmüş, üzerinden çıkartılmasını ve kefeninde öylece bırakılmasını ve kesinlikle bir tabut içinde örtülmemesini emretmişti. Ayrıca, hava soğuk olduğunda gusül abdesti almam için suyu ısıtmamı ve cenabet sabahlamamamı emretmişti. Onun cinsel ilişkiyi övdüğünü ve yapanı adına bu davranışı beğendiğini gördüm. Bütün bunları gece gördüm. O gece Ahmed b. Hanbel’i de rüyamda gördüm. Ona Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in gusül abdesti almak için suyu ısıtmamı emrettiğini söyledim. O da Buhari’nin Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemi rüyasında gördüğünü ve bunu kendisine emrettiğini aktardı. el-Ferberi de Buhari’yi rüyasında görmüş ve Buhari bunu kendisine emretmiş. (Ahmed dedi ki) Ferberi beni rüyasında gördü -ki ben de kendisini rüyamda gördüğümde, onun beni rüyasında gördüğünü anladım-ve bana Buhari’nin kendisine böyle söylediğini aktardı. Ben de ondan bunu öğrendim. Şimdi de sana söyledim, sen de ona göre davran.’ Uyandım ve aileme benim için su ısıtmalarını söyledim. Fecirle birlikte gusül abdesti aldım. Bütün bunlar, doğru rüyalardır.
Nebiliğe gelirsek -ki hemzeli (nübüvv) olmayandır-bu anlamıyla nebilik, yükseklik demektir. Allah Teâlâ’ya buradan da bir isim verilmedi. Allah Teâlâ’nın bu anlamdaki ismi, Refıü’d-derecât (Dereceleri yükselten), Zü’larş (Arş sahibi) ve ‘Ruhu dilediği kullarına aktarır’ gibi isimlerdir. Bunun yanı sıra el-Alî, el-A’lâ isimleri de bu anlamla ilgilidir. Bu, hemzeli nebiliktir (nebiie şeklindeki mastar). Bu nebilik, yükseklik anlamındaki nebilikten doğmuştur. Kısaltma asıl, uzatma ilavedir. Araplar, şiir gerektiriyorsa, uzun olanın kısaltılmasını caiz sayarlar. Çünkü kısaltma asla dönmektir. Kısa olanın uzatılması ise caiz değildir. Çünkü o, asıldan çıkmaktır.
(Bu anlamıyla nebilikte aracı) Ruh, Allah Teâlâ ile dilediği kullar arasında müjdeci ve korkutucu olarak bulunur. Veliler, daha önce de belirttiğimiz gibi, bu nebilikten büyük ölçüde tatmışlardır. Nitekim Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Kur’an hafızı için, “Nebilik onun iki yanının arasına girmiştir’ der. Çünkü nebilik onun adına gayb iken peygamber adına görünendir.
Nebi ve velî arasındaki nebilik farkı budur. Ona nebi denilirken velîye varis denilir. Varislik, ilahi bir niteliktir. Çünkü Allah Teâlâ, kendinden söz ederken, ‘O varis olanların en hayırlısıdır’ buyurdu. Öyleyse velî bir peygamberden nebiliği, Hakk kendisini tevarüs ettikten sonra alabi-lir. Bundan sonra onu, hakkında daha yetkin olsun diye velîye aktarır. Bu durumda velî, bu noktada başkasına değil, Allah Teâlâ’ya nispet edilir. Bazı velîler, nebiliği peygamberden tevarüs ederek alır. Onlar, kendisini gören sahabe ve uykusunda peygamberi görenlerdir. Şekilci bilginler ise, haleften selefe, kıyamete varıncaya kadar onu alır. Böylelikle, aradaki bağ uzaklaşır. Velîler nebiliği ‘ona varis olması ve onlara ihsan etmesi’ yönünden Allah Teâlâ’dan alır. Onlar, tıpkı korunmuş bu ‘yüce bağ’ gibi, peygamberlerin uyanlarıdır. Bâtıl o bağa önünden ya da ardından giremez. O, Hakim ve Hamid tarafından indirildi.
Ebu Yezid şöyle der: ‘Siz bilgilerinizi ölümlüden ölümlüye (aktarmayla) alıyorsunuz. Biz ise ölümsüz Diri’den alıyoruz.’ Allah Teâlâ böyle bir makamda peygamberleri zikrettikten sonra -En’am suresinde-peygamberine şöyle hitap eder: ‘Onlar Allah Teâlâ’nın hidayet ettiği kimselerdir ve onların hidayetlerine uy.’ Söz konusu peygamberler ölmüş, Allah Teâlâ onlara varis olmuştur. ‘Allah Teâlâ varislerin en hayırlısıdır.’ Sonra Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme onları ulaştırdığı bu hidayeti getirerek onların hidayetine uydurmuştur. Ulaştıran Allah Teâlâ’tır. O ne güzel bağ, ne güzel mevla, ne güzel yardımcıdır. Bu, günümüzdeki velîlerin bilgisinin Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin ve peygamberlerin hidayetine (uyması gerektiği) hakkındaki sözümüzün ta kendisidir: Onlar, bu hidayeti Allah Teâlâ’dan almıştır. Allah Teâlâ, bu bilgiyi katından bir rahmet ve Rablerinin nezdinde haklarında takdir edilmiş rehberlik olarak onların gönüllerine aktardı. Allah Teâlâ kulu Hızır hakkında şöyle der: ‘Ona katımızdan bir rahmet ve bilgi verdik.’
Bu anlamıyla nebilik canlılara yayılır. Allah Teâlâ, ‘Rabb’in arıya vahyetti’ buyurur. Bütün hayvanlar bu konumdadır. Allah Teâlâ bir insana kuşların dilini, bitkilerin ve donukların tespihini, yaratılmışlardan her birinin namaz ve tespihini öğretirse, o kişi nebiliğin bütün varlıklara yayıldığını da öğrenir. Keşf ve vecd ehli bunu bilir. Fakat bundan dolayı nebi ve resul adı, resullerin seçkinleri olan meleklerin dışında kimseye verilmez. Onlar, melekler diye isimlendirilenlerdir. Resullük vermeyen her ruh, sadece ruhtur ve ona ‘melek’ denilmez. Örnek olarak Allah Teâlâ’yı zikreden müminlerin nefeslerinden yaratılan ruhları verebiliriz. Allah Teâlâ onların nefeslerinden zikir sahibi adına kıyamete kadar bağışlanma dileyecek ruhlar yaratır. Aynı şekilde, nefeslerinin bulunduğu bütün iyi davranışlarından da ruhlar yaratır.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemi doğru bir rüyada gördüm. Kâbe’yi işaret ederek şöyle diyordu: ‘Ey bu evin sakini! Bu evi tavaf ederek, gece gündüz dilediği vakitte namaz kılanı engellemeyiniz! Çünkü Allah Teâlâ onun davranışından kendisi için kıyamete kadar bağışlanma dileyecek bir melek yaratır.’ Bunlar, temiz ruhlardır ve bunlardan herhangi bir görevle gönderilenler, ‘melek’ diye adlandırılır.        
Yüzbeşinci Kısım, c. VII, sh: 416-421
 Allah Teâlâ zatında âlemlerden müstağni olsa bile, O’nun kerem, cömertlik ve rahmetle nitelenmiş olduğunu bilmelisin. Bu durumda rahmet edilen (merhum), ikrama mazhar olanın (mükrem) var olması gerekir. Bu nedenle Allah Teâlâ şöyle der: ‘Kullarım beni sana sorarsa, de ki ben yakınım! Dua edenin duasına karşılık veririm.’
 Binaenaleyh Allah Teâlâ dua edene kendi cömertliği ve keremiyle karşılık vermiştir.

Zorda kalan muhtaca karşı cömertlik, gerçekte, zorda olmayana cömertlikten üstündür.
Mümkün yokluk halinde varlık halindekinden daha çok Allah Teâlâ’ya muhtaçtır. Yokluk halindeyken mümküne iddia eşlik etmezken varlık halinde bir iddia taşır. Yokluk halindeki mümküne varlık ihsanı, cömertlik ve ihsan bakımından daha üstündür. Binaenaleyh Allah Teâlâ âlemlerden müstağni olsa bile, bunun anlamı, fakirliğin O’nda bulunmasından münezzehliğidir. Ya da kendisinden başka O’na delil olmasından münezzehtir. Bu nedenle Allah Teâlâ âlemi kendi cömertliğinden ve ihsanından var etti. Bu, herhangi bir akıllının veya müminin kuşku duymayacağı bir hakikattir. Aynı zamanda cömertlik Allah’ın zati bir niteliğidir. Çünkü Allah Teâlâ kendisi nedeniyle cömert ve ihsan edendir. O halde âlemin var olması zorunluyken bilginin imkânsızlığı hükmünü verdiği şeyin de olmaması gerekir. Öyleyse nispetler ve -sıfatları kabul edenlere göre-sıfatların var olması gerekir. Ya da başka bir mezhebe göre, isimler olmalıdır. Öyleyse tek hakikatte çokluk bulunmalıdır. Başka bir ifadeyle nispeti veya sıfatı veya ismi kabul eden herkese göre, her halükarda birçokluk birliği olmalıdır. O halde zatın nurları, var olanlardan başka bir şey değildir. Bunlar, zatın tecellilerinden ibarettir, çünkü onlar, bizim için Hakka delil olmanın ta kendisidir. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Kendini bilen, rabbini bilir’ demiş, kendisini bildiğinde arifin nefsini Allah Teâlâ’yı bilmeye delil yapmıştır. Nur kendine olduğu kadar göze görünen şeye de delildir. O halde var olanların nuruyla var olanlar ortaya çıktığı gibi, kendilerini var eden de bu nurla onlara görünür. Başka bir ifadeyle var olanlar Yaratıcılarını ancak kendilerinden tanımıştır. Binaenaleyh O, onların talep ettiğidir. Talep yaratılmışlar söz konusu olduğunda muhtaçlığı bildirir. Allah Teâlâ talep edilen iken müstağnidir. Yaratılmışların talep ettiği olması bakımından, onların kendisine muhtaç olması mümkün olabilmiştir. Bu sayede Allah Teâlâ da onlardan müstağni kalabilmiştir. Allah Teâlâ’nın onların talebini kabul etmesi, (kendilerine muhtaç olmasından kaynaklanmaz) cömertlik ve keremden kaynaklanır.
Yirmi dördüncü Sifir, c. XII, sh: 348-349
Kaynaklar:
Muhyiddin İbn  Arabî, Futûhât-ı Mekkiyye
Futûhât-ı Mekkiyye Tercümesi, hzl: Ekrem Demirli, 2011,İstanbul


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar