Muhyiddin İbn Arabî, Futûhât-ı Mekkiyye -Alıntı-
Muhyiddin
İbn Arabî kaddesellâhü sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde beyan buyurduğu
hikmetlerden
Herhangi bir yerde Allah
Teâlâ’ya karşı bir günah işlediğinde o yeri terk etmezden önce bir ibadet
yapman gerekir!
Böyle yapınca o mekân
aleyhine şahitlik edeceği kadar lehinde de şahitlik eder. İbadeti yaptıktan
sonra oradan ayrılabilirsin. Aynı şey giydiğin elbise için geçerlidir. Allah
Teâlâ’ya, giymiş olduğun bir elbise içindeyken asi olunca, söylediğim üzere,
elbisenin içindeyken bir ibadet yapmalısın. Kestiğin tırnakların, kılların,
tıraş ettiğin saçın, sakalın, bıyığın, yıkanırken üzerinden ayrılan kirlerin
vs. bunlardan herhangi birisi bedeninden ayrılırken taharede ve Allah Teâlâ’ı
zikretme halinde bulunmalısın. Onlar seni nasıl terk ettiklerini sana
soracaklardır. Bu durumlarda yapabileceğin en kolay ibadet emri hakkında Allah
Teâlâ’nın tövbeni kabul etmesi için dua etmendir. Bu durumda O’nun emrine
bağlanırken zorunlu bir işi yerine getirmiş de olursun. O emir ‘Rabbiniz
size bana dua edin, size icabet edeyim’
ayetinde ifade edilir. Demek ki Allah Teâlâ sana kendisine dua etmeni
emretmiştir. Ayetin devamında da şöyle der: ‘Bana
ibadete karşı büyüklenenleri cehenneme sokacağım.’
Burada ibadet ile kastedilen duadır ve benim karşımda zelil olup bana muhtaç
olmaktan sarf-ı nazar edenler demektir. Dua ibadet diye isimlendirilmiş, ibadet
de zillet, eziklik ve yoksulluk anlamına gelir. Onlar cehenneme zelil ve hor
bir şekilde gireceklerken emredileni yapanları ise Allah Teâlâ izzetli bir
halde cennete girmekle ödüllendirir.
Otuzaltıncı
Sifr, “Tavsiye”den (c.XVIII, s.181)
…
Erdemli
bir gençten şöyle bir olay anlatılır: Kurban bayramında Mina’da bulunuyormuş.
Bu genç fakir, bekâr ve dünyalık hiçbir şeye sahip olmayan birisiymiş.
İnsanların Allah Teâlâ’ya deve, inek, koyun ya da sahip oldukları hayvanları
keserek yaklaşmaya çalıştıklarını görmüş. Bunun üzerine şöyle demiş: ‘Allah Teâlâ'm!
İnsanlar bu günde kendilerine verdiğin nimetlerden sahip olduklarıyla sana
yaklaşmaya çalışıyor. Bu yoksul-çaresiz kulunun ise, sana kurban olarak
canından başka verebileceği hiçbir şeyi yok, bari onu kabul et!’ Sözünü bitirir bitirmez,
vefat etmiş. Allah Teâlâ da onu kendi uğruna öldürülen şehider gibi kabul
etmiştir.
Bu
konuda şöyle bir beytimiz vardır:
Kurban olarak ayıplı bir nefis sunuyorum
Ayıplı şeyleri kurban eden kimse görülmüş
müdür?
Bir
şair buna benzer şeyler söylemiştir: Mina’da bu gencin gördüğünü görmüş ve
şöyle demiştir:
Kurbanlar
sunuluyor. Ben ise, kanımı ve canımı sunuyorum.. .
41.
Kısım. (c. IV, s. 41)
……
Kaynaklar:
Muhyiddin İbnü’l Arabî, Futuhât-ı Mekkiyye
Futuhât-ı Mekkiyye Tercümesi, hzl: Ekrem Demirli,
2011,İstanbul
Muhyiddin İbn Arabî
kaddesellâhü sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde beyan buyurdu ki:
İnsan kendisi hakkında
Rabbine insaf gösterdiğinde ya da kendine kendisi nedeniyle insaf
gösterdiğinde, halini bilir. Hatta halini başkalarından çok daha iyi bilir.
Bunun tek istisnası Allah Teâlâ’yı bilenlerdir. Onlar, onu kendinden daha iyi
tanırlar. Çünkü ariflerin kalplerinde bir takım gözleri vardır ki mârifet onlar
adına bu gözleri açmıştır. Bu gözler vasıtasıyla senin kendinden bildiğin
hususları senden öğrenirler. Çünkü sen bu göze sahip değilsin. Bu nedenle
Cüneyd-i Bağdadi, ‘Ârif,
sen susarken senin sırrını söyleyendir’ der. Susmak sözün olmayışıdır. Bunun anlamı şudur: Ârif senin
kendinden bilmediğini senden bilen kişidir. Örnek olarak, mizacın
bozukluğu hakkında sana gizli kalan şeyi sana baktığında doktorun bilmesini diyerebiliriz.
Sen ise onu bilmezsin. Ârifler, nefslerin
doktorlarıdır.
Doksan Sekizinci Kısım,108. Bölüm, c.VII, sh. 241
“Sahabe bizden daha üstündür.” Çünkü onlar, zatı, biz
ise ismi elde etmişiz, (öğrenmişiz). Biz de onların zata riayet ettiği gibi
isme riayet edersek ecrimiz artar. Ayrıca onlarda bulunmayan uzaklık sıkıntısı
nedeniyle ecrimiz kat be kat artar. Dolayısıyla biz, (peygamberin) kardeşleri,
onlar ise arkadaşlarıdır. Hz. Peygamber
sallallâhü aleyhi ve sellem bize özlem duyar. Bizden birisine
kavuştuğunda ne kadar sevinecektir!
Nasıl sevinmesin ki? Özlem duyduğu kimse kendisine
kavuşmuştur. Artık ona ikramı ve iyiliği hesap edilebilir mi?
Aramızdan bir amel sahibi, Peygamberin sahabesinin
ameliyle amel eden kimseye göre elli kat mükâfat alır. Bu ecir, onların ecrinin
aynısı değil, bilakis benzeridir. Bu nedenle Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve
sellem şöyle buyurur: ‘Hatta sizden bile (daha
çok olabilir): Ciddi olunuz ve çalışınız.’ Böylelikle sahabe şunu
anlamıştır: Kendilerinden sonra öyle insanlar gelecektir ki, onlar, Hz.
Peygamber sallallâhü aleyhi ve selleme yetişmiş olsaydı, sahabe onları
geçemezdi. Mükâfatlandırma da buradan kaynaklanır. Allah Teâlâ yardım
istenilendir.
Onuncu Kısım, c.I,
Sh:307
Adem’in bedeni ortaya çıktığında, kendisinde cinsel
arzusu yoktu. Hâlbuki Allah Teâlâ’nın ilminde,
bu dünya hayatında üreme, çoğalma ve cinsel ilişkinin olacağı takdir edilmişti.
Bu dünyada cinsel ilişki, türün varlığını sürdürmesi içindir. Bu nedenle Allah
Teâlâ, Âdem’in sol kaburgasından Havva’yı çıkartmıştır. Allah Teâlâ’nın ‘Erkeklerin kadınlar üzerinde bir derecesi vardır’
buyurduğu gibi kadın bu nedenle erkekten bir derece eksiktir. O halde kadınlar,
hiçbir zaman erkeklere katılamaz [seviyesine çıkamaz]. Havva, kaburgadaki
eğiklik (ve de düşkünlük) nedeniyle kaburgadan meydana gelmiştir. Bu sayede
çocuğuna ve kocasına muhabbet besler. Bu meyanda erkeğin kadına düşkünlüğü,
gerçekte kendisine düşkünlüğüdür. Çünkü kadın erkeğin bir parçasıdır.
Kadının erkeğe düşkünlüğü ise kaburgadan yaratılmış olmasından kaynaklanır.
Erkekte kaburga, sevgi ve düşkünlük demektir.
Allah Teâlâ Havva’nın kendisinden çıktığı Âdem’deki
yeri, Havva’ya arzu ile doldurmuştur. Çünkü varlıkta boşluk kalamaz. [Varlık
boşluğu kaldırmaz] Allah Teâlâ o boşluğu arzu ile doldurulduğunda, Âdem
kendisine özlem duyar gibi Havva’ya özlem duymuştur. Çünkü Havva kendisinden bir parçaydı. Havva da,
kendisinden geldiği vatanı olduğu için, Âdem’e sevgi duydu. Şu halde Havva’nın sevgisi vatan sevgisi, Âdem’in sevgisi kendisini
sevmesidir. Bu nedenle erkek, kendisinin aynı olduğu için, kadına
sevgisini gösterebilirken, kadına ise erkekleri sevmede hayâ diye ifade edilen
güç verilmiştir. Böylelikle gizleme gücü artmıştır. Çünkü Âdem’in kadınla
birleştiği tarzda vatan ile birleşilemez.
Allah Teâlâ ö kaburgada Âdemin bedeninde
biçimlendirdiği ve yarattığı her şeyi şekillendirmiştir. Allah Teâlâ’nın kendi
suretinde Âdem’in bedenini yaratması, çömlekçinin toprak ve taşta meydana
getirdiği şeye benzer. Havva’nın bedeninin yaratılışı ise marangozun ahşapta
yonttuğu şekillere benzer. Allah Teâlâ onu kaburgada biçimlendirip ve ona
suretini yerleştirdiğinde ve onu düzenleyip dengeye kavuşturduğunda, ona
ruhundan üflemiştir. Böylelikle Havva diri, düşünen ve türemeden ibaret olan
doğumun meydana gelmesi için ekin ve ziraat mahalli olarak var olmuştur. Âdem
onda, o da, Âdem’de dinginlik buldu. Böylece Havva, Âdem için bir elbise olduğu
gibi Âdem de onun için bir elbise olmuştur. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Kadınlar sizin için siz de onlar için bir elbisesiniz.’ Âdem’in
Havva’ya duyduğu arzu, bütün parçalarına yayılmış ve onu istemiştir.
Onbirinci Kısım, c.I, sh: 360
Melekler nurlara, cinler rüzgârlara, insanlar ise
bedenlere üflenmiş ruhlardır. Şöyle denilmiştir: Havva’nın Âdem’den ayrışması
gibi (kaburga kemiğinden var olması) ilk var olan cinden bir dişi ayrışmış
(meydana gelmiş) değildir. Bazı kimseler şöyle iddia etmiştir: Allah Teâlâ
cinlerden ilk yaratığı kimsede bir ferc yaratmış, onun bir parçası diğeriyle
cinsel ilişkiye girmiş ve böylelikle Âdem’in zürriyeti gibi dişi ve erkek
doğurmuş, sonra doğanlar birbirleriyle cinsel ilişkiye girmiştir. Dolayısıyla cinlerin yaratılışı hünsa idi. Bu nedenle cinler ara âlemdendir: Hünsa dişiye ve
erkeğe benzediği gibi cinler de insana ve meleklere benzer.
Onikinci Kısım, c.I sh:383
Melâmîler diye isimlendirilen Allah Teâlâ’nın kulları,
veliliğin en ileri derecelerine yerleşmiş kimselerdir. Artık
bulundukları derecenin üzerinde sadece peygamberlik derecesi kalmıştır.
Bu mertebe, velilikte yakınlık makamı diye isimlendirilir. Onlara işaret eden
ayet, ‘çadırlarda saf ve çekingen, yumuşak huylu
eşleri’
ayetidir. Allah Teâlâ, cennet kadınları ve hurilerinin
özellikleriyle kendisine çekip koruduğu ve bir göz görür de kendilerini meşgul
eder korkusuyla, âlemin köşelerinde ilahi kıskançlığın koruma çadırında
hapsettiği Allah Teâlâ adamları’nın (Ricâlullah) nefislerine dikkat çeker.
Hayır!
Yemin olsun ki, yaratıkların onlara bakmaları onları
meşgul edemez. Fakat konumlarının yüksekliği nedeniyle, insanların
melâmilerin üzerlerindeki haklarını yerine getirebilmeleri mümkün değildir. Böylece kullar, hiçbir zaman
ulaşamayacakları bir sorumlulukla yüz yüze gelir. Bunun üzerine, onların
görünen tarafları alışkanlık ve ibadet çadırlarında hapsedilmiştir. Söz konusu
çadır, zahiri amellere, farz ve amellere sabırla devam etmedir. Bu nedenle Melâmîler
âdeti aşmayı bilmedikleri gibi bundan dolayı hürmet de görmezler. Kendilerinden bir bozukluk ortaya çıkmadığı gibi,
genelin örfünde tanımlanmış iyilik (yapmaları nedeniyle) ile parmakla
gösterilmezler. Onlar gizliler, iyiler, âlemde güvenilirler ve insanlar içinde
bilinmeyenlerdir.
Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem kutsî bir
hadiste Rabbinden şöyle aktarır: ‘Benim katımda
en gıpta edilir velim, namazdan payı olan, gizlide ve açıkta Rabbine güzelce
ibadet ve itaat eden ve insanlar içinde gizli kalan bir mümindir.’
Kastedilen şudur: Söz konusu kimseler, insanlar arasında ibadetlerinin
büyüklüğüyle tanınmadığı gibi açıkta ve gizlide Allah Teâlâ’nın yasakladığı
şeyleri işlemeyen kimselerdir.
Arifin kim olduğu sorulduğunda adamlardan biri, onları
nitelerken şöyle demiştir: ‘Arif, dünya ve ahirette yüzü kara kimsedir.’ Bu ifadesiyle, sözü edilen grubun halleri
hakkında zikrettiğimiz şeyi kastetmişse, o zaman ‘yüz karalığı’
deyimiyle, arifin dünya ve ahirette bütün vakitlerini Hakkın tecellilerine
ayırmasını kastetmiş olmalıdır. Bize göre insan, kendisine tecelli ettiğinde
Hakkın aynasında kendisinden ve makamından başkasını göremez. İnsan, var
olanlardan biridir ve oluş, Hakkın nurunda karanlıktır. Dolayısıyla insan,
ancak kendi karanlığını görebilir. Çünkü bir şeyin yüzü, onun zatı ve hakikati
demektir.
İlahi tecelli, özel olarak sadece bu grupta sürer.
Dolayısıyla onlar, tecellinin sürekliliği hakkında ifade ettiğimiz üzere, dünya
ve ahirette Allah Teâlâ ile beraberdir. Onlar Efrâd’ dır (Tekler).
Yüz karalığı ile efendilik, yüz ile insanın hakikati
kastedilirse, bu durumda hadisin anlamı, ‘dünya ve ahirette o efendidir’
demek olur. Bu yorum mümkün olsa bile, efendilik, özel anlamda sadece
Peygamberler için geçerli olabilir. Binaenaleyh efendilik, onların yetkinliği
iken velilerde bir eksikliktir. Çünkü peygamberler, hüküm koyma nedeniyle
görünmek ve üstün olmak zorundadır. Velilerin ise, böyle bir zorunluluğu
yoktur.
Onaltıncı Kısım, c.II, sh. 69-70
Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem, efendisinin
dövdüğü bir cariyeye şöyle demiş: ‘Allah Teâlâ
nerededir?’ Kadın göğü işaret
etmiş. Bunun üzerine Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem, kadının
işaretini kabul edip sahibine şöyle demiştir: ‘Onu
azad et, çünkü mümindir.’
Neredeliği soran kişi, Allah Teâlâ’yı en iyi bilen
insan ve Allah Teâlâ’nın peygamberidir. Bazı şekilci âlimler, cariyenin göğü
göstermesini ve Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellemin bu ifadeyi
onaylamasını ibadet edilen ilahların yeryüzünde bulunmasıyla (buna mukabil
Allah Teâlâ’nın gökte olması şeklinde) tevil etmiştir. Böyle bir tevil, gerçeği
bilmeyen kimsenin tevilidir. Arapların Şi’ra adında ve rablerin
rabbi olduğuna inandıkları gökteki bir yıldıza taptıklarını biliyoruz. Bu âdeti
Ebû Kebşe çıkarmıştı. Ben de onların gökteki bu Tanrı’ya
yakarışlarına vakıf oldum. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: ‘Şira (yıldız)mn Rabbi O’dur., Gökteki bir
yıldıza tapılmasaydı, bu kişinin yaptığı tevil caiz olabilirdi.
Şira’ya tapma âdetini çıkaran Ebû Kebşe, Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellemin ana tarafından
atasıydı. Bu nedenle, dedesi Şi’ra’yı tapmayı ortaya çıkardığı gibi kendisi de
tek ilaha tapmayı ortaya koyduğunda Araplar onu Ebû Kebşe’ye nispet edip şöyle
derlerdi:
‘Ebû Kebşe’nin oğlu ne yapıyor!’
sallallâhü aleyhi ve sellem
Onyedinci Kısım, c. II, sh: 77
Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin şeriatı,
önceki bütün şeriatları içermiş, önceki şeriatların sadece Muhammedî şeriatın
onayladığı hükümleri bu dünyada sabit kalmıştır. Biz de onları getiren
peygamber kendi vaktinde o hükümleri ortaya koyduğu için değil, Hz. Muhammed
sallallâhü aleyhi ve sellemin onları onaylaması yönünden söz konusu hükümlerle
ibadet ettik. Bu nedenle Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve selleme bütün
hakikatleri toplama özelliği verilmiştir.
Günümüzde sorumlu bütün insan ve cinler Muhammedi’dir
ve artık âlemde Hz. Muhammed’in şeriatının dışında ilahi bir şeriat olmadığına
göre, bir Muhammedâ herhangi bir amel işlediğinde, Muhammed ümmetinden olan bu
amel sahibi ameli işlerken kalbinde ve yolunda kendisine açılan hususlarda,
daha önceki peygamberlerden birinin yoluna tesadüf etmiş olmalıdır. Muhammedî
şeriat, söz konusu yolu içermiş, onun yolunu onaylamış, böylelikle sonucu
kendisine eşlik etmiştir. Amel sahibine bu ameli nedeniyle bir bilgi
geldiğinde, o şeriatın sahibine nispet edilir ve İsevî veya Musevî veya
İbrahimî denilir. Bunun nedeni, kendisi için belirginleşen ve ona görünen
ilimlerin Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin şeriatının ihatasında
olmasıdır.
Böylece Muhammedi, bu nispet veya nispetler sayesinde
başkasından ayrışır. Bunun nedeni bu insanın, Hz. Musa aleyhisselâm veya başka
bir peygamber yaşayıp kendisine tabi olsaydı Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve
sellemden miras alacağı şeyleri Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemden
tevarüs ettiğinin öğrenmesini sağlamaktır. O peygamberlerin şeriatları,
Muhammedî şeriattan önce gelince, o arifi vâris saydık. Çünkü veraset, sonra
gelenin önce gelene vâris olmasıdır. Önce olan kişi, Hz. Muhammed sallallâhü
aleyhi ve sellemin onayından önce, sabit bir şeriata sahip olmasaydı, (şeriat
getirmeyen) nebi ile (bir şeriat getiren) resul denk olurdu. Çünkü hepimizi Hz.
Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin şeriatının dönemi birleştirmiştir. Nitekim bu dönemde İlyas, Hızır ve indiği vakit
İsa bize denktir. Çünkü vakit, hükümrandır: Hz.
Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemden sonra şeriat getiren bir peygamberlik
olamaz.
Bu yolda, iki şahsın dışında kimseye Muhammedi
denilemez: Muhammedî denilen iki şahıstan biri, önceki
herhangi bir şeriatta bulunmayan bir hükmün bilgisinin miras yoluyla tahsis
edildiği kimsedir. Böylece bu kişiye Muhammedî denilir. İkincisi ise, bütün
makamları birleştirip onlardan makamsızlığa çıkan kimsedir. Buna örnek olarak, Ebû Yezid ve benzerlerini
verebiliriz. Böyle birine de Muhammedî denilebilir. Bu iki şahsın dışındakiler
ise, herhangi bir peygambere nispet edilir. Bu nedenle bir rivayette ‘Alimler peygamberlerin vârisleridir’ buyrulmuş ve özel bir peygamberin vârisleridir
denilmemiştir. Bu ifadeyle, bu ümmetin
bilginlerine hitap edilmiştir. Aynı lafızlarla aktarılan hadislerde Hz.
Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Bu ümmetin bilginleri diğer ümmetlerin peygamberidir’, başka bir
rivayette ise, ‘İsrailoğullarının
peygamberleri gibidir’ demiştir.
Otuzaltıncı Bölüm, c. II,sh:186
Ek Bilgi:
‘İsrailoğullarının
peygamberleri gibidir’ Bu hadis-i şerifin
işaretiyle eğer İslâm alimleri günümüzde ihlasları ve kemâlatları ile kavi
olsalardı Yahudiler bu kadar seslerini çıkartamazlardı. Veliler de durum
farklıdır. Onlar Allah Teâlâ’nın işlerine fazla karışmak istemezler. Ancak
alimler şeriat üzere durdukları için ve peygamber mesabesinde olduklarından dua
ve bedduaları İsrailoğullarını hizaya getirirdi. Maalesef durum şimdilik bu
şekilde değil. İhramcızâde İsmail Hakkı
'KALBİNİ
BENİM EVİM YAPIP ONU BAŞKALARINDAN BOŞALTANA NE VERECEĞİMİ KİMSE BİLEMEZ; KALBİ
BEYT-İ MAMUR'A BENZETMESİNLER, ÇÜNKÜ ORASI -BENİM DEĞİL MELEKLERİMİN EVİDİR VE BU NEDENLE DOSTUM ORADA
KALMADI' MÜNAZELESİNİN BİLİNMESİ
Kalp senin evin benim
değil! Mamur kıl onu
Senin zikrettiğin bir
şeyi zikretmiyorum ben .
Kendimi zikretmem bir
perde iken
Senin beni zikretmen
başka!
Senin beni zikretmen
en büyük mutluluk
Ben Seni zikredersem, zikir Senden bize ait
Sen bizim zikrettiğimiz bir şeyi zıkretmezsin
Halil’in meskeni Beyt’in zahiri
Kalbinden dolayı, sürekli tabi olursun
Ona yerleşmez ve onu
imar etmez •
Hamd o Allah Teâlâ’ya ki O’nu ifade etmez
O, benim kalbimde onu tasvir eder
Allah Teâlâ bizi ve
seni Ruhu’l-kuds ile desteklesin, bilmelisin ki, Allah Teâlâ’m rahmeti her şeyi
kuşatmıştır. O’nun rahmetinin bir yönü, kulunun kalbini rahmetle yaratmış ve
onu rahmetinden daha geniş yapmış olmasıdır. Çünkü müminin kalbi Hakkı
sığdırır. Nitekim Allah Teâlâ şöyle der: ‘Beni yerin ve göğüm sığdıramadı, mümin kulumun kalbi sığdırdı.’ Allah Teâlâ’nın rahmeti genişliğine rağmen
Allah Teâlâ’ya taalluk edememiş veya O’nu sığdıramamıştır. Çünkü rahmet Allah
Teâlâ’dan olsa bile O’na dönmez. Hâlbuki Allah Teâlâ kulunun kalbinin O’nu
sığdırmasını imkânsız saymamıştır. Çünkü (insandaki parçalar içinde) Allah
Teâlâ’dan öğrenen ve (hakikati) Allah Teâlâ’dan anlayan kalptir. Allah Teâlâ
kalbe kendisini bilmeyi emrederken, ona ancak yapabileceği bir işi
emretmiştir. Böylece Hak kulun kalbinde bilinen ve akledilen olur. Hâlbuki
Allah Teâlâ merhamet edilen diye nitelenemez. Bu durum yaratıklarının
rahmetinin O’na ulaşamayacağını gösterir. Buna mukabil kalplerdeki takva O’na
ulaşır. Nitekim Allah Teâlâ ‘Fakat sizden olan
takva Allah Teâlâ’ya ulaşır’ buyurur. Başka bir ayette Allah Teâlâ’nın
şiarları kastedilerek -ki onlar bir tür Allah Teâlâ’yı bilmedir-‘onlar kalplerin takvasındandır’ denilir. Başka bir
ayette ‘Onların
kendileriyle aklettikleri kalpleri yok mu?’ denilir. Allah Teâlâ’nın kalpleri akledici diye yaratmış
olmasının nedeni, kulun onun vasıtasıyla ilahi hitabı anlayabilmesidir. Allah Teâlâ’nın kula hitap ettiği
hususlardan birisi, rahmeti her şeyi kuşatırken kulun kalbinin O’nu
kuşattığıdır. Şu var ki burada işaret etmekle yetinip açıklamayacağım
bir sır vardır, şöyle ki: Allah Teâlâ bilinmeyi sevdiğini söylemiştir.
Sevginin gereği ise tanınan olmaktır. Bu maksatla Allah Teâlâ âlemi yaratmış,
onlara tanınmış, onlar da kendisini bilmiştir. Öyleyse yaratılmışlar O’nu
kendi düşünceleriyle değil, O’nun kendisini tanıtmasıyla tanımışlardır. Bu
durum ‘kalbi
olan veya kulak veren ve şahit olan kimse için işarettir.’
Muhabbet, zevk
bilgisiyken bizde olan ise sevendir. Seven herkes sevginin gerektirdiği şeyi
bilir. Buradan rahmetin genelliği öğrenilir. Başka bir hadis, Allah
Teâlâ’nın gazabının kulun O’nu gazaba getirmesinden kaynaklandığını
belirtir. Öte yandan Allah Teâlâ’nın tercümanı olan peygamberlerin yaratıklar
kıyamette kendilerinden şefaat istediklerinde şöyle diyecekleri aktarılmıştır: ‘Allah Teâlâ bugün daha önce hiç kızmadığı ve
bir daha kızmayacağı şekilde gazaba gelmiştir.’ Bu gazap intikamla
ortadan kalkar. Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Sadaka Rabbin gazabını söndürür’ der. Allah Teâlâ kula sadaka verme imkânı ihsan
edendir. Bu durumda kuluna vermeyi nasip ettiği sadakayla gazabını söndüren
bizzat Allah Teâlâ’dır. Böyle ifadeler çoktur. Fakat Allah Teâlâ’nın kulları
nezdinde bu kadarı da O’ndan (olmak üzere yeterlidir). Biz bir ekleme yapmak
istemiyoruz, çünkü biz O’nu kendisinin bildirmesiyle tanıdık. Bu da
-yaratılmışın düşüncesinden değil-O’nun bildirmesiyle meydana gelen bilgidir.
Allah Teâlâ kulun
kalbini evi edinmiştir, çünkü orayı kendisi hakkındaki marifetin mahalli
yapmıştır. Kalp -nazarî bilginin değil-irfanı bilginin yeridir. Allah Teâlâ
kalbi koruyarak başkasının yerleştiği bir yer olmaktan sakınmıştır. Kul
(farklı özellikleri) kendinde toplayan varlıktır (kevn-i cami). Bu nedenle
Hakk’ın o kul için farklı suretlerde, başka bir ifadeyle her bir şeyin
suretinde tecelli etmesi gerekir; çünkü kul her şeyi bilebilecek (kalbe)
sahiptir. Eşyayı bilmenin yeri ise kalpten başkası değildir. Allah Teâlâ,
kulun kalbinin Rabbinden başkasının gireceği bir yer olmasını kıskanır ve
bunun için kendisinin her şeyin sureti ve her şeyin aynı olduğunu öğretir. Böylece kulun kalbi de her şeyi
kuşatır, çünkü her şey, Hakk’tır. Kalp bu durumda Hakk’ı sığdırmış demektir.
Binaenaleyh herkim hakikati bakımından Hakk’ı bilirse, hiç kuşkusuz, her şeyi
öğrenmiş demektir. Hâlbuki herhangi bir şeyi bilen Hakk’ı bilmiş
sayılmaz. Hatta kul, bildiğini zannettiği şeyi bilmiyordur, çünkü onu bilseydi,
onun Hak olduğunu bilirdi. Bir şeyin Hak olduğunu bilmeyince, kulun o şeyi
bilmediğini söyledik. Allah Teâlâ (kendini sığdıran kalpten söz ederken)
‘müminin kalbi’ demiş, müminden başkasını zikretmemiştir. Çünkü Allah Teâlâ’yı bilmek, O’nun
bildirmesiyle gerçekleşebilir. Teorik/nazarî düşünceyle Allah Teâlâ
bilinemeyeceği gibi O’nun öğretişini müminden başkası da kabul edemez. Çünkü
mümin olmayan kişi, genel itibarıyla, Allah Teâlâ’nın bildirmesini kabul
etmez. Böyle bir insan, söz gelişi, Hakka dair verilen bilgiyi imkânsız
sayabilir. Bu bağlamda ‘imkânsız sayanlar’ kısımlara ayrılır: Bir kısmı
peygamberleri suçlayarak onların hayal gücünün otoritesi altında bulunduklarını
ileri sürer. Bu kısım, Allah Teâlâ’nın kendilerini saptırıp hidayet karşısında
körleştirdiği ve en çok zarara uğrayanlardır. Onlar hidayet yolunda kör
olanlardır. Hakikati bilselerdi durumun böyle olduğunu da anlarlardı. Onlar,
bilgisizlik ile dinden çıkmayı bir araya getirmiş, bu nedenle de mutluluktan
nasipleri yoktur. Allah Teâlâ hakkında böyle bir bilgiyi imkânsız sayan başka
bir grup şöyle der: ‘Peygamberler Allah Teâlâ’yı en iyi bilenlerdir. Bununla
birlikte onlar sözlerinde işin kendinde olduğu durumu ifade etmek yerine
insanların anlayış seviyelerine inmişlerdir. Çünkü gerçeği olduğu durumda ifade
imkânsızdır.’ Bu insanlar,
kendisine ve peygamberlerine nispet ettiği hususlarda Allah Teâlâ’yı ve
peygamberi tekzip etmiş, bunu yaparken nazik ifadeler kullanmış kimselerdir.
Bu duruma şöyle bir misal verebiliriz: insan saygı gösterdiği birinin
dinleyenin onun söylediği durumda olmadığını zannedeceği konuşmalar yaptığını
görür. Bu kişi ona ‘yalan söyledin’ demez, sadece ‘efendim doğru söylüyor,
gerçek öyle değildir; gerçek efendimin şu şekilde söylediğidir’ der. Gerçekte
bu kişi onu yalanlar ve nazik bir ifadeyle onu cahil ilan eder. İşte tevile
kalkanların davranışı böyledir.
Bir kısmı, peygamberin
ifade ederken insanların seviyesine indiğini söylemek yerine, şöyle der: ‘Bu
sözle kastedilen, sıradan insanların anladığı değil, şu ve şudur.’ Burada
zikrettikleri yorum, peygamberin vahyini kendisiyle getirdiği dilde mevcuttur.
Bu insanlar, hal itibarıyla önce zikredilenlere benzer. Bununla birlikte onlar
bu konuda kendi görüşleriyle Allah Teâlâ’ya hüküm dayatırlar ve ‘dilden
anlaşılan budur’ (diye) kesin hüküm verirler. Hâlbuki aynı dilin mensuplarının
inandığı anlam söylediklerinden başkadır. Bu durumda gerçek anlamın her iki
yorumun birden olması imkânsız sayılamaz. Söz konusu tevilciler, Allah
Teâlâ’nın kendisine dair vermediği bir hükmü vermiş olmakla yanılmışlardır.
Onlar, sadece akıllarını kendisine bağlayıp sınırladıkları ve daralttıkları bir
ilaha ibadet etmişlerdir.
Bir kısmı şöyle der: ‘Geldiği
haliyle vahiydeki lafızlara iman ederiz, fakat anlamını bilmeyiz.’ (Bu insanlar gerçekte şunu demiş olur): Biz
lafza iman ederken vahyi duymamış kimseler gibi oluruz ve aklın bize verdiği
delile göre sözün zahirinden anlaşılan anlamı imkânsız saymaya devam ederiz.
Demek ki bu insanlar da nazik bir üslupla Allah Teâlâ’ya hüküm dayatmaktadır.
Başka bir ifadeyle onların davranışı, nazik bir ifadeyle, Allah Teâlâ’ya karşı
çıkmak demektir. Çünkü onlar, kendilerini ilahi hitabı duymayanlar gibi kabul
etmektedirler. Başka bir grup ‘(vahyin) lafzına
Allah Teâlâ’nın ve peygamberin lafız hakkındaki bilgisine göre iman ederiz’ derler. Bunlar, Allah
Teâlâ bize abes sözle hitap etmiş diyenlerdir, çünkü (onların anlayışına göre)
Allah Teâlâ bize anlamadığımız bir şekilde hitap etmiştir. Hâlbuki Allah Teâlâ
şöyle buyurur ‘Biz gönderdiğimiz
her peygamberi kavminin diliyle gönderdik ki, onlara açıklasın.’ Vakıa da böyledir.
Allah Teâlâ’nın da buyurduğu üzere, peygamber bize gelen vahyi bize
açıklamıştır. Fakat söz konusu tevilciler, müslüman olmalarına rağmen,
peygamberin sözlerinin bir beyan olduğunu kabule yanaşmamaktadır.
Üçüncü durum şudur: Onlar Allah Teâlâ’nın
basiret gözlerinden bilgisizlik perdesini kaldırıp nefislerindeki ve
ufuklardaki ayetleri gösterdiği kimselerdir. Bu sayede (görülen her şeyin
gerçekte) Hak olduğunu, başkası olmadığını görürler. Onlar Hakk’a iman ederler.
Daha doğru bir ifadeyle her yönden ve her surette Hakk’ı bilirler ve her şeyi
ihata ettiğini öğrenirler. Dolayısıyla arif her şeyi Hak’ta görür. Bu yönüyle
Hak her şeyi ihata eden bir zarftır. Nasıl böyle olmasın ki? Allah Teâlâ
ed-Dehr ismiyle buna dikkat çekmiş, O’nun dışındaki her şey bu Dehr’e dâhil
olmuştur. Her kim bir şeyi görürse, onu Hakta görmüştür. Bu nedenle Hz. Ebu
Bekir radiyallâhü anh ‘Gördüğüm her şeyden
önce Allah Teâlâ’yı gördüm’ demiştir. Çünkü o şey Hakk’a girene kadar onu
görmemiştir ve bu durumda zorunlu olarak o şeyden önce Hakk’ı görür. Çünkü o
şeyin Hak’tan ortaya çıkışını görmüştür. Öyleyse Hak, bütün varlıkların evidir,
çünkü O, varlık demektir. Kulun kalbiyse Hakk’ın evidir, çünkü kalp Hakk’ı
sığdırmıştır. Fakat söz konusu olan müminin kalbidir, başkasının değil!
Kim Hakkın eviyse Hakk da onun evidir
Hakkın varlığı, var olanların aynı
Müminin böyle bir
genişliğe sahip olması, âlemin ve Hakkın suretinde yaratılmış olmasından kaynaklanır.
Buna mukabil âlemdeki herhangi bir parça Hakkın suretinde değildir. Bu nedenle
Hak müminin kalbini kendini sığdırabilecek kadar geniş olmakla nitelemiştir.
Ebu Yezid el-Bestami arifin kalbinin genişliğinden söz ederken şöyle der:
‘Arş’, yani Allah Teâlâ’nın mülkü ve içermiş olduğu bütün cüzîler ve onların
cevherleri, ‘yüz bin katıyla
birlikte’ -ki burada sınırlama değil sadece sonsuzluğu ve
ulaşılamazlığı bildirmemek için böyle bir ifade kullanarak varlığa girenleri
kastetmektedir ‘arifin kalbinde
bulunsaydı, arif onları fark edemezdi.’ Çünkü kalp kadimi
sığdırırken hadisi (zamanda yaratılmış) nasıl mevcut olarak hissedebilir ki? ’ Ebu Yezid’in ifadesi, dinleyenlerin anlayışı
ölçüsünde, kalbin genişliğini anlatan bir ifadedir. Gerçekte şöyle demek
gerekir: ‘Arifin kalbi Hakkı sığdırdığı için her şeyi de sığdırır.’ Çünkü Hakkın dışında hiçbir şey yoktur.
Dolayısıyla var olan her şeyin sureti arifin kalbinde, yani Hakkı sığdıran
kulun kalbindedir.
Arifin kalbi her suretin heyulası
Her suret için bir heyula sanki kalp
Sen şunun ve bunun arasında
Hakk seni orada suru olarak yerleştirmiş
Ebu Yezid’inkine
benzer bir cümle Cüneyd-i Bağdadî tarafından söylenmiştir. Cüneyd ‘hâdis olan kadime bitiştiğinde geride izi
kalmaz’ demiştir. Bununla
birlikte Cüneyd’in cümlesi, Ebu Yezid’inkinden daha yetkindir. Çünkü hadisi
kadime bitiştirdiğinde, iz ve eser hadise değil, kadime ait olur. Bu
karşılaşmayla kendinde gerçek ortaya çıkar ki, o da bizim söylediğimizdir
(eserin kadim’e ait olması). Çünkü eserin ve izin bilinmemesi mümkün değildir.
Kadim ile karşılaşmazdan önce eser hadise nispet edilirken hadis kadimle
karşılaştığında kadimde görülür. Buna mukabil hâdis, eserin kendisi olarak
görülmüştür. Bu nedenle Cüneyd söylediğini söylemiştir.
Bu açıklamadan sonra Hz.
İbrahim’in bu mesabede olduğundan kuşku duymayız. O ve bütün peygamberler,
Hakk’ı sığdırmış kimselerdir. Allah Teâlâ onun sırtını Beyt-i Mamur’a
dayandırmış, fakat oraya girmemiştir. Çünkü oraya girmiş olsaydı Beyt-i Mamur,
Hakk’ı sığdırmış demek olurdu. Başka bir ifadeyle Hakk’ı sığdıran birini sığdırmış
olacağı için (dolaylı olarak) Hakk’ı da sığdırmış olurdu. Bu yorum, gerçek bir
değil, işarî bir yorumdur. Çünkü Hz. İbrahim’in bedeni hiç kuşkusuz duvarlarla
sınırlanmıştır. Burada onun ölümle birlikte intikal ettiği berzahtaki suretini
kastediyoruz.
Şiirde geçen ‘Onu
kendimden boşaltırım’ ifadesine gelirsek, kastedilen, Kuran-ı Kerim’i okuyan
hakkında Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellemin söylediği sözdür. Hz.
Peygamber kutsi bir hadiste Rabbinden şöyle aktarır: ‘Beni zikretmenin kendisini benden bir şey
istemekten alıkoyan kimseye istediğinden daha iyisini vereceğim.’ Allah Teâlâ şöyle
buyurur: ‘Kuşkusuz biz zikri
indirdik.’ Kastedilen Kuran’dır.. Başka bir ayette ise ‘Zikir ehline sorunuz’ denilir. Kastedilen
yine Kuran ehlidir, çünkü Allah Teâlâ ‘Kitapta hiçbir şeyi
ihmal etmedik’ buyurur. Kuran, her şeyi toplayan kitap
demektir. Kim başkanın varlığına inanırsa, kalbini Hak için boşaltması gerekir.
İnsanlar derece
derecedir, çünkü Allah Teâlâ âlemin bir kısmını ötekilerden üstün kılmıştır.
Derecelendirmenin en faziletlisi, Allah Teâlâ’yı bilmek hususundaki
derecelenmedir. Bakınız! Allah Teâlâ insana kendisine ait olan el-Ahir isminin
menzilini vermişken kendisine O’nu bilmede el-Evvel ismini vermiş, meleği
el-Evvel ve el-Ahir arasında ihata edilen kılmıştır. Mertebeleri bilen,
meleğin ve insanın Allah Teâlâ hakkındaki bilgisinin (derecesini) de öğrenir.
Bu nedenle melek -ki o Ruhu’l-emin’dir- el-Evvel isminden el-Ahir ilahi ismine
yerleşmiş kâmil kul olan peygambere vahiy getirir. Bu durum ‘Allah Teâlâ şahittir’ ayetinde belirtilir.
Allah Teâlâ kendi birliğine şahit ederken kendisiyle başlamış, sonra melekleri,
meleklerden sonra bilgi sahipleri olan insanları zikretmiştir. Öyleyse başında
da sonunda da iş ve emir, Allah Teâlâ’ya aittir. Melek ise o ikisinin arasındadır.
Varlığın durumu da böyledir: İlk olmak Hakk’a aittir. Sonra meleği yaratmış,
ardından insanı yaratmış, ona halifeliği vermiştir. Hâlbuki meleğe halifelik
vermemişti, çünkü ortadaki ihata edilmiş demektir. Meleğin insandan üstünlüğü,
Allah Teâlâ katından ona getirdiği vahiyle ortaya çıkar. Bu durum, akla ve
dile göre, üstünlük hakkında kesin delil sayılmaz. Nitekim göklerin ve yerin
yaratılışı da insanların yaratılışından ‘daha büyüktür (hâlbuki insan daha üstündür).’ Çünkü insanlar
feleklerin hareketiyle ve unsurlarda gerçekleşen tekvini Kabul etmekle meydana
gelirler. Öyleyse sadece özel yönler olduğu gibi hepsini kuşatan bir yön
vardır. Bir varlık bir açıdan diğerlerinden üstün iken başka bir açıdan da
diğerleri üstündür.
‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’
Yirmi sekizinci sifir, c. XIV, sh.
354-361
Muhyiddin İbn Arabî
kaddesellâhü sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde beyan buyurdu ki:
Çocukların fitne olmasına gelirsek, çocuk babanın sırrı,
ciğerparesi, kendine en bağlı ve yapışık olan varlıktır. Çocuğu sevmek, bir şeyin kendi kendisini sevmesi demektir.
İnsana kendinden daha sevimli bir şey yoktur. Bu nedenle Allah Teâlâ insanı
onun dışında ‘çocuk’ diye isimlendirdiği bir surette bizzat kendisiyle sınamış,
kendine bakmanın Hakkın onu mükellef tuttuğu hakları yerine getirmekten
alıkoyup koyamayacağını görmeyi murat etmiştir. Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi
ve sellem kızı Hz. Fatıma aleyhisselâmın hakkı ve onun kalbinde bilinmeyen
mertebesi hakkında şöyle demişti: ‘Muhammed’in
kızı Fatıma bile hırsızlık yapsaydı elini keserdim.’ Hz. Ömer
radiyallâhü anh oğluna zina cezası olarak dayak cezası vermiş, çocuk ölmüş, Hz.
Ömer bundan rahatsızlık duymamış, had cezası uygularken -ki canın telef
olmasına yol açmıştır- cana ağır gelen evladını feda edebilmişti. (Benzer bir
durum zina ettiğini itiraf eden bir) kadın hakkında gerçekleşmişti. Hz.
Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem o ikisinin tövbesi hakkında ‘bundan daha büyük tövbe olur mu?’ demişti. Nahoş bir hakkı ve cezayı evlada tatbik
edebilmek, en büyük imtihan vesilesidir. Allah Teâlâ baba hakkında çocuğun
ölümüne dair şöyle der: ‘Çocuğunun canını kabzettiğim bir mümin kulumun ödülü ancak
cennet olabilir.’ En büyük imtihan ve en çetin fitne olan bu üç
esası sağlam ve muhkem bir şekilde icra eden ve Hakkın mertebesini tercih edip
bütün bu hususlarda Allah Teâlâ’nın hakkına riayet eden insan, hemcinsleri
arasında kendinden daha üstün kimsenin bulunmadığı biridir.
Oztuzaltıncı Sifr, c. XVIII, sh:207
Kıbleye yönelen herhangi bir günahkârı
tekfir etme. Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem birisini tekfir etmişse,
onu tekfir edebilirsin. Cemaatle namaz kılmak isteyen bir eşin olduğunda, onu
cemaate gitmekten alıkoyma, fakat evinin onun adına daha hayırlı olduğunu
kendisine öğret. Öfkeyle veya
sakinken, kendine, evladına, hizmetçine veya malına beddua etmekten uzak dur ve
kendini koru. Hastayı yemeye zorlama, hiç kimseye ateşle azap
etme, et yediğinde onu bıçakla kesme, çiğneyerek ye!
Oztuzaltıncı Sifr, c. XVIII, sh:323
Hz. Peygamber yaralandığında şöyle dua etmekteydi: ‘Allah Teâlâ’m! Kavmime hidayet et, onlar bilmiyor.’ Böylece
Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem insanlar için Rabbine mazeret
sunuyordu. O bir beşer olduğunu ve beşeriyet hükümlerin bazen kendisine baskın
geldiğini bildiği için de Rabbine şöyle dua ederdi:
‘Allah
Teâlâ’m! Bir insan olduğumu bilirsin, bir insan gibi razı olur, bir insan gibi
öfkelenirim.’ [Yani kendim için
kızar, razı olurum.] ‘Allah
Teâlâ’m! Kime beddua edersem, bedduamı onun adına rahmet ve rıza vesilesi yap.’
Yirmi Beşinci Sifir, c. XIII, sh: 91
Muhyiddin İbn Arabî
kaddesellâhü sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde beyan buyurdu ki:
Allah Teâlâ, Hz. Musa’ya şöyle der: ‘Bana kendisiyle günah işlemediğin bir dille dua et.’
Hz. Musa, ‘O dil nedir?’ diye sormuş, Allah Teâlâ ise, ‘Senin kardeşine, kardeşinin de sana dua etmesidir’
demiştir! Çünkü her biriniz, bir diğerinize dua ettiğiniz dilinizle bana asi
olmadınız. Dolayısıyla kardeşi adına bana dua eden kişi, temiz bir dille dua
etmiş demektir. Allah Teâlâ duayı ona izafe etmiştir, çünkü dua eden, edilenin
vekilidir. Dua edenin diliyle ise, dua edilen insan günah işlememiştir.
Elli İkinci Kısım; c. IV, sh. 383
Muhyiddin İbn Arabî
kaddesellâhü sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde beyan buyurdu ki:
Secde etmek, kalbe
vaciptir. Kalp secde ettiğinde ise, yüz secdesinin aksine, secdeden asla
kalkmaz.
Sehl b. Abdullah et-Tüsterî, tasavvuf yoluna girdiği
ilk dönemde kalbinin secde etmiş olduğunu görmüş. Secdeden kalkmasını beklemiş
fakat kalkmamış. Bunun üzerine hayrette kalmış. Yaşadığı hadiseyi bu yolun
pirlerine sormaya başlamış, bilen kimse bulamamış. Çünkü onlar, dürüst
insanlardı, gerçekleşmiş bir zevk (tecrübe) olmaksızın konuşmazlardı. Bunun
üzerine Sehl’e şöyle denilmiş:
‘Abadan şehrinde saygın
bir şeyh var, oraya gidersen belki sorunun cevabını alabilirsin.’ Bunun üzerine Sehl, yaşadığı şeyi sormak için
Abadan’a gitmiş, o şeyhin huzuruna girmiş, selam vermiş ve şöyle demiş:
‘Ey şeyh! Kalp secde eder mi?’ Şeyh şöyle cevap vermiş: ‘Eder, hem de sonsuza
kadar.’ Böylece, şifasını-bulmuş ve
o şeyhin hizmetine girmiş.
İnsan için göz görmesiyle bir hal meydana geldiğinde,
hiç kuşkusuz, kendisi kemale erdiği gibi marifeti ve korunmuşluğu da
yetkinleşmiş demektir. Artık, şeytan ona ulaşmak için bir yol bulamaz. Veli
hakkında bu koruma ‘muhafaza’ diye isimlendirildiği gibi nebi ve peygamber
hakkında ‘ismet (masumluk)’ diye isimlendirilir. Bu farklılık, peygamber ve
nebiler karşısında saygının bir gereğidir. Böylece onların korunmuşluğuna ‘ismet’
ismi tahsis edilerek, veli ve nebi arasındaki fark sağlanmıştır. Yine de, bu
ikisinin arasındaki, farkı şöyle açıklayabiliriz: Nebiler, dışta ve içte
(zahirde ve batında) şeytandan korunmuş kimselerdir. Onlar, bütün
hareketlerinde Allah Teâlâ tarafından muhafaza edilir ve sakınılır. Çünkü Allah
Teâlâ, onları örnek alınsınlar diye görevlendirdi. Onların işi, Hakka yakarmak
ve O’nunla konuşmaktır. Gönderilmiş nebiler, kendi adlarına mübah bir işi
yapmaktan korunmuştur. Çünkü onlar, söz ve fiilleriyle hüküm koyarlar. Mübah
bir iş yaptıklarında ise, kendilerine uyulsun diye onu hüküm yapmak üzere
işlerler ve Allah Teâlâ’nın o şey hakkındaki hükmünü takipçilerine bildirirler.
Öyleyse, kendilerine indirilen şeyi insanlara açıklamak peygamberlerin zorunlu
görevidir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
‘Ey peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Bunu
yapmazsan, risâletini ulaştırmamış olursun. Allah Teâlâ seni insanlardan
korur,’ Peygamberin varislerinin
de bu tebliğden büyük bir pay ve nasipleri vardır.
Veli ise, Allah Teâlâ’nın dilediği bir şeyi kalbine
aktarması esnasında, şeytanın yapmasını arzuladığı işten korunmuştur. Böylece
Allah Teâlâ (şeytanın arzuladığı o işin) hakikatini razı olacağı tarza
çevirmekle değiştirir. Bu durumda, veli Allah Teâlâ katında büyük bir mertebeye
ulaşır. İblisin günahtaki ısrarı olmasaydı, bir daha bu veliye dönmezdi, çünkü
veliye getirdiği işin (dürtünün) yakınlık ve mutluluğunu artırdığını görür.
Nebiler ise, şeytanın bir şey aktarmasından korunmuştur. İşte (nebilere özgü)
ismet ile (velilere özgü) hıfz arasındaki fark budur. Peygamber karşısındaki
saygının gereği olarak, hıfz (korunma) velilere tahsis edilmiştir. Çünkü
şeytanın ilahi tecellinin kalplerine verdiği bilgiden dolayı bazı velilerin
kalplerine ulaşma imkânı da yoktur. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Her kovulmuş şeytandan koruyarak’ Kastedilen,
şeytanların en büyüğüdür. Çünkü şeytan herkese makamına yaraşan şeyi aktarır.
Şeytan, söz gelişi, bir veliye gelir ve ona ancak itaatleri yapmasını söyler,
itaatleri çeşitlendirir, onun dikkatini bir itaatten daha üstün bir itaate
çeker. Bu durumda veli, ibadetlerde nefsanî arzularına ait bir etki göremez ve
onu yapmaya koşar. Kovulmuş şeytan ise, velinin verdiği düşünceyi almakla
tatmin olur. Veli bu konuda Rabbinden bir delile sahip olsaydı, hiç kuşkusuz,
daha iyi olurdu. Şeytan, ilahi tecellinin bilgisine herhangi bir şekilde zarar
veremez. Bu nedenle Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem kendi şeytanı,
yani onunla ‘sorumlu yakını’ hakkında şöyle der: ‘Allah
Teâlâ bana ona karşı yardım etmiş, o da müslüman olmuştur.’ Yani,
şeytanı peygambere boyun eğerek ona sadece iyiliği emretmiştir. Allah Teâlâ
hakkındaki bilgisi teorik düşünce ve tümevarımdan olan kimse ise, bu durumda
değildir. Şeytan ona kuşkulu kanıtlar verir. Amacı ise, kişiyi şaşırtmak ve
Rabbini bilmeyerek ya da kuşku ya da hayret ya da tereddüt içinde ölmesini
sağlamak için onu düşünme alanına çekmektir. Allah Teâlâ hakkındaki bilgisi
tecelliden meydana gelen veli ise, basirete sahip olarak her kuşkudan
korunmuştur. Çünkü şeytanın, yani insan ve cin şeytanlarının ilahi tecelli
ilminin sahibinin kalbine ulaşma imkânı yoktur. Böyle bir hal ise, veliler
içinde sadece ‘kalbi secde eden’ kimse için gerçekleşebilir. Çünkü şeytan insandan
ancak kalbiyle ve yüzüyle (zahir ve batın) secde ettiğinde uzaklaşabilir. Kalbi secde etmeyen veli korunmuş
değildir.
Kalbin secdesi, Allah Teâlâ ehlinin yolunda önemli ve
büyük bir meseledir, az bulunan bazı fertlerin dışında kimse için gerçekleşmez.
Onlar, rablerinden bir delile sahip kimselerdir. Delil, Hakkın tecellisi
demektir. Bu delili, şeytanın ayrıldığı kuldan meydana gelen bir şahit (tanık)
takip eder ki o da, ‘kalbin secdesi’dir. O halde, Rabden gelen bir
delille onu takip eden şahit bir araya geldiğinde, kalp korunur ve sakınılır.
Bu kalbin sahibi ise, insanları basiretle Allah Teâlâ’ya çağırır. Tasavvuf
yolunda bu makam hakkında sûfilerin şaşırdığı pek çok sebep vardır. Ebu Yezid
şöyle der:
‘İnsanları
şu kadar yıl Allah Teâlâ’ya davet ettim, sonra Allah Teâlâ’ya döndüm, bir de ne
göreyim: Hepsi beni geçmiş.’
Bu makamda Ebu Yezid’e şöyle denilmiş: ‘Arif günah işler mi?’ O da şöyle cevap
vermiş: ‘Allah Teâlâ’nın emri mutlaka
gerçekleşir.’ Bu ifade, edebin
zirvesidir. Çünkü Ebu Yezid ‘evet’ ya da ‘hayır’ dememiştir. Bu ise, onun hali,
bilgisi ve saygısının yetkinliğindendir. Allah Teâlâ ondan ve onun gibilerden
razı olsun!
Kırkyedinci Kısım; c.IV, sh:198-200
Kalp temizliği, secde eden olması bakımından, Allah
Teâlâ’ya secdenin geçerlilik şartıdır. Organların temizliği ise, secde
esnasında manevi yoldan anlaşılır. Çünkü onlar, secde vaktinde başka bir işle
ilgili olamazlar. Kalp ise, böyle değildir. Bu nedenle, kalp secde ettiğinde
ebediyen secdeden kalkmaz. Namazın dışındaki secde halinde ibadetle
ilgilenen organların fiilinde su veya toprağın kullanılması farz değildir. Secdenin abdestliyken
yapılması, daha uygun ve daha üstündür. Abdullah b. Ömer abdestsizken bile
tilâvet secdesi yapardı.
Kırkyedinci Kısım; c.IV, sh: 202
Sehl b. Abdullah el Tüsterî henüz altı yaşındayken bu
makama ulaşmıştı. Bu yoldaki ilk hali, kalp
secdesiydi. Halbuki büyük hal sahibi uzun yaşamış nice Allah Teâlâ
velîsi vardır ki, kalp secdesi yapamamış, kalbin bir secdesi olduğunu da
öğrenememiştir. Bununla birlikte o, velîlik makamına ulaştığı
gibi onda derinleşmiştir de. Kalp secdesi gerçekleştiğinde, sahibi bir daha
başını secdeden kaldırmaz. Kalp secdesi, başka pek çok ayağın (kadem)
kendisinden çıktığı tek kadem üzerinde sabit kalmaktır. Bu secdeyi yapan kişi,
o kadem üzerindedir. Velîlerin çoğu, kalbin bir halden bir hale dönüştüğünü
görür. Zaten kalp de bu nedenle ‘kalp’ diye isimlendirilir. Bu makam sahibi
ise, halleri değişse bile, tek bir yönden onun üzerinde sabittir. Bu durum ‘kalp secdesi’
diye isimlendirilir. Bu nedenle Sehl b. Abdullah Abadan’da bir şeyhin huzuruna
girdiğinde, kendisine şöyle sorulmuş: ‘Kalp secde eder mi?’ Şöyle cevap
vermiş: ‘Ebediyete kadar.’ Bunun üzerine Sehl, şeyhin hizmetine
girmiştir.
Yetmişyedinci Kısım, c. VI, sh: 152
Allah Teâlâ kendilerinden razı olsun! Allah Teâlâ
onları kalp secdesiyle dost edinmiştir. Onlar, dünya veya ahirette başlarını
kaldırmaz. Bu hal, yakınlık hali iken aynı zamanda Hakka yakın kimselerin bir
niteliğidir. Secde ancak bir tecelliden ve müşahededen kaynaklanır. Bu nedenle
Allah Teâlâ ‘secde et ve yaklaş’ dedi.
Başka bir ifadeyle, bu secde, bir ikram, iyilik ve hediye yakınlığıdır. Bir
hükümdar huzuruna girip önünde secde ederek kendisine yaklaşana ‘yaklaş,
yaklaş’ der ve istediği ölçüde yaklaşmasını sağlar. Bu secde esnasında Allah
Teâlâ’nın ‘yaklaş’ demesinin anlamı budur. Bu durum, kime secde edildiğini ve
kimin huzurunda olduğunu bildirmeyi amaçlar. Huzurunda olunan kimse, yakınlığını
katmerleştirmek için, kula ‘yaklaş’ demektedir. Kutsi hadiste Allah Teâlâ: ‘Bana bir karış yaklaşana bir arşın yaklaşırım’ der.
Kulun Hakka yaklaşması ilahi bir emir nedeniyle olursa, bu, onun iyilik ve
ikramında daha büyük ve yetkin bir davranış olur. Çünkü bu esnada kul, keşfe
dayalı olarak, Efendisinin emrine uymaktadır.
İşte bu, Allah Teâlâ’nın peygamberine
kendileri ve benzerleri için evini temizlemeyi emrettiği ariflerin secdesidir. Allah Teâlâ ‘Evimi tavaf edenler, itikâfa girenler, rükû ve secde edenler
için temizle’ buyurur. Hz. Peygambere ise ‘Rabbinin övgüsünü tespih et ve secde edenlerden ol’
buyurdu. Burada, hiçbir zaman başlarını kaldırmayan kimseler kastedilir ki,
böyle bir şey ancak kalbin secdesinde olabilir. Sözünün ardından ise ‘secde edenlerden ol’ demiş, sözünü
tamamlayarak ‘sana yakîn (ölüm ve kesin inanç)
gelene kadar Rabbine ibadet et’ demiştir.
‘Yakîn’ vasıtasıyla senden kimin secde ettiğini, kime secde ettiğini öğrendiğin
gibi senin her şeye güç yetiren Hakkın elinde amade bir araç olduğunu da
öğrenirsin. O, seni seçmiş, temizlemiş, nitelikleriyle süslemiştir. O’nun
nitelikleri, (bu secde esnasında) secde ederek O’nu ve O’na nispet edilmeyi
talep etmiştir.
Yetmişdokuzuncu Kısım, c. VI, sh:179
Sehl b. Abdullah, Abadanlı bir adama kalbin secdesini
sormuş. Sehl kalbinin secde ettiğini görmüş, zamanındaki şeyhlerden bir gruba
bunu arz etmiş, onlar ise aym hali tatmadıkları için ne söylediğini
anlamamışlardı. Bunun üzerine Sehl konuyu bilen birini bulmak üzere yola
çıkmış. Abadan’a gelince, bir şeyhin huzuruna girmiş ve ‘Üstat! Kalp secde eder
mi?’ demiş. Bunun üzerine şeyh ‘Eder, sonsuzluğa
secde eder’ demiş. Yani secdeden başını kaldırmaz. Bu sorusuyla
Sehl, Allah Teâlâ’nın kendisini kalbinin secdesine muttali ettiğini anlamış,
onun gereğine uymuş, dünyada başını secdeden kaldırmamış, ahirette de
kaldırmayacaktır. Bu nedenle Sehl, bir daha bir şeyin gerçekleşmesi veya
gerçekleşmiş olanın kaldırılması için dua etmemişti. İşte bu, ariflerin bile bilmediği meçhul bir makamdır. Bu makamda
tekler (Efrad) sabit durabilir.
Nebilere seçkin ve sıradan insanlar için hüküm koyma
yetkisi verilip (ahlakta uyulan) ‘örnek’ haline getirilmeselerdi, onların
durumu zikrettiğimiz gibi olurdu. Fakat nebiler, şeriat getirme esnasında
kalp secdesinde huzuru esas almışladır. Bu hal, hiçbir zaman ortadan
kalkmayacak şekilde, eşlik eden halin hükmünün verdiği gücün zirvesidir. Nebi
olmayan bu hali bilince, zorlanır. Pek çok yerde eşyada ilk olanın Allah
Teâlâ’ya nispet edilmeye daha uygun olduğunu söylemiştik. İlkler, kuşkunun
girmeyeceği doğrulardır. Aynı zamanda ilk düşünme, ilk bakış, ilk duyuş, ilk
hareket ve ilk sözde zafiyetin giremeyeceği bir güç vardır. Sadece Allah Teâlâ
için olabilecek bütün ilklerde şirk bulunmaz. İlkten sonra ise, ona girenler girebilir
ve girenlerin bir kısmı doğru bir kısmı yanlış olabilir. Peygambere ilk gelen
vahyin sahih rüya oluşuna bakınız! Böylelikle sahih rüyalar, vahiyde ilklik
mertebesini kazanmıştır. Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellemin gördüğü
her rüya sabah aydınlığı gibi gerçekleşirdi, çünkü sabah aydınlığı, rüya gören
insanın uykudan uyanması gibi, geceden ortaya çıkıştır. Validemiz Hz. Aişe
radiyallâhü anhanın yaptığı benzetmenin güzelliğine bakınız! Böylelikle Allah
Teâlâ, bu ümmetin ricali için hiçbir zaman yanılmayan vahyin başlangıcı olan
rüyaları geride bırakmıştır. Zikrettiğimiz ve dikkatini çektiğimiz hususu
anlarsan, Allah Teâlâ’nın bu ümmete inayetini de öğrenirsin. Allah Teâlâ vahyin
özeti olan şeyi onlar için geride bırakmıştır. Bu menzille ilgili bu kadar
açıklama yeterlidir.
Yirmibirinci Sifr, c.XI sh:165
Sehl’in makamı kalbin secdesi
Başkalarında onun hükmü yok
Kalb secdeden sonra başını kaldırmaz
Yüz ise kalkar, başkalaşma bildirir
Çünkü kıblesini görmüyor
Kalbin kıblesi isim ve alametler
Secdesinin ebediliği hakikatini izhar eder
Yaratıkların ilimleri onu nereden bilsin?
Bu menzil, temkin menzili ve Allah Teâlâ’nın dışındaki
her şeyin işinin döndüğü menzil diye isimlendirilir. Aynı zamanda ‘ismet menzili’ denilir.
Bilmelisin ki, Allah Teâlâ âlemi yaratırken onu zahir
ve bâtın kısımlarıyla yaratmış, bizzat âlem için bir kısmını gayb bir kısmını
şehadet (görülen) yapmıştır. Âlemden âleme görünmeyen yön gayb iken görünen
kısım şehadettir. Âlemin bütünü Allah Teâlâ için şehadet sayılır. Allah Teâlâ
kalbi gayb, yüzü şehadet âleminden yaratmıştır. Bu bağlamda Allah Teâlâ yüz
için bir yön belirlemiştir ki yüz ‘Allah Teâlâ’nın evi’ ve ‘kıble’
diye isimlendirilen o yöne secde eder. Başka bir ifadeyle namaz kılarken insan
o yöne yönelir. Allah Teâlâ bu dönmeyi ibadet saymıştır. Namazın en faziletli
işini secde, en faziletli sözünü Kuran okuyarak Allah Teâlâ’yı zikretmek
saymıştır.
Allah Teâlâ kalp için de bizzat kendisini
belirlemiştir.
Kalp bir başkasına yönelmez!
Allah Teâlâ kalbe sadece kendisine
secdeyi emretti. Kalp keşfe bağlı olarak secde ederse, hiçbir zaman dünya veya
ahirette secdesinden başını kaldırmazken keşif olmadan secde ederse, başını
kaldırır.
Bu başkaldırma ‘Allah Teâlâ’dan gaflet’
ve eşyada ‘Allah Teâlâ’yı unutmak’ diye
isimlendirilir. Kim kalp secdesinde başını kaldırmazsa, o her şeyde Allah
Teâlâ’yı müşahede ederek gördüğü her şeyden önce Allah Teâlâ’yı görür. Hz. Ebu
Bekir radiyallâhü anhın hali buydu. Zannetme ki âlem secde eden değildi de,
sonra secde etmiştir. Âlem her zaman secde edicidir, çünkü âlem için secde
zati bir niteliktir. Âlemin bir kısmı secdesini keşifle yapmış onu
bilmişken bir kısmına ise secdesi gösterilmemiş, dolayısıyla onu bilmemiştir.
Keşfi olmayan insan başını secdeden kaldırdığını, sonra secde ettiğini ve
dilediği şekilde davrandığını zanneder!
Bilmelisin ki, zahiri secde, ayakta durmak veya rükû
veya oturma halinden yere kapanarak yüzü toprağa koyma haline geçmek demektir.
İşte böyle yere yatma hali ‘secde’ diye isimlendirilir. Buradan ise, secde
edende gözlerimizle gördüğümüz zahirde sahip olmadığı bir halin kendisine
iliştiğini anladık ve Allah Teâlâ’dan bir halden bir hale taşınan o yerde
durmayı talep ettik. İnsanların bir kısmı ve benzerleri bunu nispet saymıştır.
Bu, ilahi keşfin varlıklar hakkındaki bilgi hakkındaki verisidir. Bunlar,
hareket, durma, bir araya gelme ve ayrılma gibi olgulardır. Öyleyse hareket
cismin varlığından veya cevherden ibarettir. Bir vakit cisim mekânda ya da
tabii yerinde görülürken başka bir zamanda başka bir yerde ve mekânda görülür
ve ‘hareket etti ve yer değiştirdi’ denilir. Durağanlık cevheri veya cismi bir
yerde iki veya daha fazla anda görmek demektir. Cismin bir mekânda kalması
durağanlık ve sükûn diye isimlendirilir. İçtima ise iki cevher veya cismin
aralarında üçüncü bir mekânın bulunmadığı bitişik iki mekânda bir araya
gelmesidir. Ayrışma bir mekândaki iki cismin aralarında mekânın bulunduğu iki
farklı yerde bulunması demektir. Durum bundan ibarettir.
Kelamcıların bir kısmı bu konuda keşif sahiplerine
uymuştur.
Bu konuda mesele, hareket ettiricinin kim olduğunu
tespittedir?
Hareketli mi, ya da başkası mı?
İnsanların bir kısmı hareket ettirenin hareket olduğunu
söylemiştir. Hareket cisimdedir ve böylece onun hareket etmesini ve yer
değiştirmesini sağlar. Cismin hareketlenmesini sağlayan hareket hakkında da bu
görüşü benimseyenler arasında görüş ayrılığı vardır. Hareket kulun iradesiyle
mi ilgilidir? Bu durumda hangi hareket olursa olsun ihtiyari hareket diye
isimlendirilir; veya hareketlinin iradesi onunla ilgili değildir. Bu durumda
ise titreyenin hareketindeki gibi zorunlu hareket diye isimlendirilir. Bütün
bunlar, bazılarının zannettiği gibi, bir hareket olduğunu kabul ettiğimizde
böyledir.
İnsanlar bu olguların araz olduğunda görüş ayrılığına
düşmemiştir; ister nispet ister kendileriyle nitelenen mahalde bulunan anlamlar
olsunlar, durum birdir. Çünkü biz onlarda sahip olmadıkları bir halin
kendilerine iliştiğinden kuşku duymayız ve arazlardan birisinin onlar için zati
olması imkânsızdır! Çünkü zati olan, onları kabul etmektir. İnsanlar bu
hareketi veya durağanlığı kimin var ettiğinde de görüş ayrılığındadır.
O sabit bir varlık ise hareket ettiren Allah Teâlâ
mıdır, başkası mıdır?
Bir kısmı ilk görüşü benimserken diğer kısmı öteki
görüşü benimsemiştir. Bu konuda titreyen gibi (zorunlu olup olmaması) birdir.
Bir kısım olguların varlıkları olmadığını, onların sadece nispet olduklarını
ileri sürmüştür.
Hareket kime nispet edilir?
Biz ihtiyarî nispet hakkında şöyle deriz: Allah Teâlâ kul adına bir irade ve seçim yarattı. Kul
bu iradeyle o nispetin hükmünü diler. Allah Teâlâ’nın iradesinden meydana gelen
bu iradeyle ilgili olarak ‘Siz dileyemezsiniz,
Allah Teâlâ diler’ buyrulur. Allah
Teâlâ meşiyet ve iradeyi hem kendisi ve hem bizim için ispatlamış, bizimkini
kendi iradesine dayandırmıştır. Bu, ihtiyari harekette böyledir. Zorunlu
harekete gelirsek, bize göre onda iş tektir:
Birinci sebep Hakkın meşiyetiyken ikinci sebep Hakkın
meşiyetinden meydana gelen iradedir!
Şu var ki burada keşfin verdiği ve oluş perdesinin
ardından kendisini gösterdiği ince bir sır vardır. Bu durum ‘Siz dileyemezsiniz, Allah Teâlâ diler’ ayetinde
belirtilir. Keşfe göre meşiyet sahibi
Allah Teâlâ’dır. Kulda o konuda bir irade gerçekleşse bile, Hakk onun
iradesinin aynıdır. Nitekim Allah Teâlâ kulunu sevdiğinde onun görmesi,
duyması, eli ve bütün güçleri olur. Öyleyse kulun kendinde bulduğu irade ve
meşiyet, Hakkın iradesinden başkası değildir. Allah Teâlâ dilediğinde ise,
dilediği olur. Allah Teâlâ her irade sahibinin iradesinin kendisidir. Nitekim
hareketi kabul eden şöyle der: ‘Zeyd hareket
etti.’ Ya da ‘elini hareket ettirdi.’ Hareketi
kabul eden insan kendi görüşüne göre bu sözü incelediğinde, elini hareket
ettirenin elindeki hareket olduğunu görürsün. Onu görmezsen bile etkisini
hisseder, yine de ‘Zeyd elini hareket ettirdi’ dersin.
İşte bunun gibi ‘Zeyd elini hareket ettirdi’ dersin, fakat hareket ettiren Allah Teâlâ’dır.
Bilmelisin ki, âlemde hiçbir şekilde durağanlık yoktur.
Âlem, dünya ve ahirette, zahirde ve bâtında sürekli bir halden ötekine intikal
eder. Bununla birlikte gizli veya görünür hareketler vardır. Öyleyse haller
gider gelir ve kendilerini kabul eden varlıklara ulaşır ve kaybolur.
Hareketler, âlemde farklı etkiler meydana getirir.
Hareketler olmasaydı yardım olmayacağı gibi sayının da bir hükmü olmaz, eşya
belli bir ömre kadar devam etmezdi. Veya da bir yerden başka yere intikal de
olmazdı. Bu hallerin varlığının kaynağı ise Hakkın her gece yakın semaya
inmesi, yaratılmış bir Arş üzerine istiva etmesi, Arş yokken Amâ’da bulunması
gibi ilahi niteliklerdir. Bu durum, Hakkın kulunun duyması, görmesi ve
iradesi olmasını gerekli kılan durumdur. Bu sayede kul görür, duyar, hareket
eder ve diler! Öyleyse zuhurunda gizlenen, gizliliğinde zuhur eden Allah
Teâlâ münezzehtir. O kendisini kendinde es-Samed diye nitelemiştir. O’ndan
başka ilah yoktur. Rahimlerde dilediği gibi bize suret veren O’dur. Geceyi ve
gündüzü değiştirir. Bulunduğumuz her yerde bizimle beraberdir. Bize bizden
yakındır. O’nu kendimizle çoğalttık, O’nu O’nunla birledik. ‘Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur’ diyerek
kendisini birlememizi isteyince, emriyle O’nu birledik ve kendimizle O’nu
çoğalttık.
Hak sana her vakit hikmetini göstermez
Herhangi bir vakti hükmünden hali kılmaz
Kalpteki sevince bak bir
Kalem’den, Levhalardan sırayla gelir '
Ruhların resulleri indirirken getirdi onları
Döşeklerimize Kelim’in mertebesinden
Her gizli bilginin öğrenilmesi çetin
Akıllara, kadimliğe ulaşmamış akıllara
Sevgiyle ve saygıyla onun menzilinin karşısında
kalktım.
Baş üstünde yürürüm, ayaklarımla değil
Olgular bu dört halden ibarettir. Durağan olduğunda
neyle durduğu hakkında olmak üzere, duran hakkında konuşmamız lazımdır. Hareket
ederse, neye doğru hareket eder, bir araya gelince kimle birleşir ayrışırsa
kimden ayrışır?
Allah Teâlâ’dan başka yok bir başkası
Sadece O var bir de iradesi
Öyleyse insan, Allah Teâlâ’da sakin olmuştur. Allah
Teâlâ, bilgisinde bulunup dış varlığı olmadığında onun mekânıdır. Bu yönüyle
Allah Teâlâ, onun heyulasıdır. Bu durumda Allah Teâlâ kulun suretiyle
suretlenir ve yaratılmışa ait bir hükmü olur. Gece ve gündüzde durağan olan
şeyler O’na aittir. Gerçeğin başka olması mümkün değildir. Bununla suretlenir
ve yapısı buna dayandırılır, sabitlenir.
Başkasını görürsen, O’nun suretidir
Ayet ve suretler çok olsa bile
Menzili olandan başkası değildir
Fakat surelerdir onlar, başkaları da onları anlatır
Alemde görülür bir sükûn ve durağanlık olmadığı gibi
akledilir bir hareket de yoktur.
Zıdda bak nasıl gizlenir
Ondan başka görünen yok ki?
Hareketin en garip varlığı, durağanlıktadır, çünkü
boşluk dolmuştur. Öyleyse âlem, boşlukta sakindir. Hareket ise boşlukta
olabilir. Bu, cisimlerin hareketidir. Boşluk ise doludur ve bir eklenmeyi kabul
etmez ve eklenecek yer de yoktur. Durağanlık Allah Teâlâ’da olduğu gibi hareket
de O’na doğrudur. Allah Teâlâ ‘Hep birlikte Allah
Teâlâ’ya dönün’ buyurur. Yani kendisinden çıktığınız varlığa dönün.
Onlar Rabbliği ikrar etmek üzere çıkmış ve sonra dağılmışlardır. Onlara
‘kendinden çıktığınız kimseye dönün’ denmiştir ki, O da sadece Allah Teâlâ’dır.
Allah Teâlâ’ya ancak Allah Teâlâ vasıtasıyla dönülebilir. Çünkü O yolculukta
arkadaştır. Allah Teâlâ dönerse, biz de döneriz. Çünkü dönmek, hüküm sahibine
aittir. Hüküm Allah Teâlâ’ya aittir ve Allah Teâlâ onlar da dönsün diye
kullarına döner.
Dediğimizin doğruluğu bu
Doğrudan ayrılma
Her nerede olursanız
Hak sizi gözler durur
Allah Teâlâ’ya doğru hareket ettiğinde o hidayet
edendir. Ya da isimlerinden birisi el-Mudil’dir. Bu isim, seni hayrete düşürür.
Sonra sana hidayet eder ve hidayetiyle sana döner. Bu durumda tövbe ederek
Allah Teâlâ’ya doğru hareket edersin. O halde sen el-Mudil isminden el-Hadi
ismine doğru hareket edersin. ‘Dönüş Rabbinedir.'
Bir araya gelince kimle birleşir demiştik: İnsan Allah
Teâlâ’yı dost edinmesi itibarıyla Allah Teâlâ ile birleşir. Bu durum Allah
Teâlâ’nın kuluna söylediği, ‘Benim dostumu veli
edindiğinde, Allah Teâlâ dostunun nezdinde bulunur’ ifadesinde geçer. Kim Allah Teâlâ yolunda bir dost
edinirse, hiç kuşkusuz, Allah Teâlâ’yı dost edinmiş demektir. Bir araya gelmek,
bundan başka bir şey değildir.
Bir rivayette Allah Teâlâ’nın şöyle buyurduğu
aktarılır: ‘Kulum! Hastalandım, beni ziyarete
gelmedin.’ Kul şöyle der: ‘Seni nasıl
ziyaret edebilirim ki? Sen âlemlerin rabbisin.’ Allah Teâlâ şöyle
der: ‘Bilmiyor
muydun falan kulum hasta! Onu ziyaret etmedin, onu ziyaret etseydin, beni orada
bulurdun.’
Çünkü hasta mecburen Allah Teâlâ’yı zikreder.
Zorunluluk, mümkünün varlığının dayandığı aslî zikirdir. Hak ise O’nu
zikredenle beraberdir. Allah Teâlâ yolunda birini dost edinen, O’nunla bir
araya gelmiş demektir. Sen dost isen, Allah Teâlâ’nın seninle olduğunu
bilmelisin. Bir dost edindiğinde, kendisini bir araya getirmiş olursun ve bu
cemiyet sahibinin hak ettiği sevap senin adına gerçekleşir. Bu durumda dostunu
görmekle, Allah Teâlâ’yı görmüş olursun. Bununla birlikte o dostlukta senden
daha yücedir. Öyleyse Allah Teâlâ onun katında senin katındakinden daha büyük
ve daha yücedir. Çünkü Allah Teâlâ velilerinde kendisini bilmeleri ölçüsünde bulunur.
Allah Teâlâ hakkında kim daha cahil ve daha çok hayretteyse, O Allah Teâlâ’yı
daha çok biliyordur.
Bir Allah Teâlâ dostunun dostluğu sayesinde O’nun söz
konusu veliyle ilişkisi senin adma da gerçekleşip bu sayede Allah’ın seninle ve
o veliyle ilişkisini ayırt edememişsen, onu dost edinmemişsin demektir. Dost
edinseydin Allah Teâlâ sahip olmadığın bir bilgiyi sana vermek üzere o velinin
diliyle -duyacağın şekilde-seninle konuşurdu. Sen de veli isen, ondan dinler ve
dostluğunu müşahede eder, Hak ile duyarsın. Çünkü o senin kulağındır. İşte bu
herkesin kendinden öğrendiği bir zevktir. Onun mahiyetini gerçeği olduğu hal
üzere bilenler anlayabilir.
Ayrışma sözümüze gelirsek, acaba ayrışma kimdendir? Bu,
hadisin devamında belirtilir. ‘Ya da benim
yolumda birisiyle düşmanlık edene...’ Benim düşmanlık ettiğim
kimseden ayrılmışım demektir. Çünkü el-Hadi ismi el-Mudil, ed-Dar, en-Nafi
isminden ayrılır. Kim ilahi isimlerin hikmetini anlarsa, ona Allah Teâlâ’yı
bilme hakkında büyük bir kapı açılır ve bu kapı hiç bir şeye dar gelmez.
Söylediğimi bilseydin
Söylediğinden başkası olmazdım
Sen benim gibi değilsin, hatta bensin
Ne söz var ne söylenilen
İfade ettiğimde hayrete düştüm
Akılların getirdiği hususta .
Muhakkik keşif sahibinin gördüğü şeyi dikkate aldığında,
ulaşmak istediği hakikate ulaşabilir. Çünkü hakikat, son derece açık ve göz
sahibi için bellidir.
Hal akıllarla ve zekâlarla oynar durur İsimlerin
varlıklarla oynaması gibi Âlemde düşmanlık ve düşman olma hali buradan ortaya
çıkar. Müşahede sahibi alimde zıtların kendisinde bulunması nedeniyle hal
değişmesi olmaz. Çünkü o bütünüyle Haktır. İşaret ettiğimiz hususu anlayınca,
nasıl dost ve düşman olunduğunu, kimin düşman olduğunu, kiminle dost olunduğunu
ve kimin dost olduğunu öğrenirsin. Seni kendinden var edip sana seni gösteren,
sana kendinden ihsan eden Allah Teâlâ münezzehtir! Nefsini bilen rabbini bilir.
Her şey O’na nispet edilir ve Allah Teâlâ âlemlerden müstağnidir.
Bilmelisin ki, Allah Teâlâ ilahlığı hevaya nispet
etmiş, onu peygamberi Hz. Davud’un mukabili yaparak şöyle demiştir: ‘İnsanlar arasında hak ile hüküm ver, hevaya uyma!’ Başka bir ayette ‘Hevasını
rab edineni gördün mü? demiştir. Heva
kulun iradesidir. Bu irâde Allah Teâlâ’nın dün-yaya yerleştirdiği meşru
teraziyle çelişince, heva adını alır. Daha önce, ‘Siz dilemezsiniz, Allah Teâlâ
diler’
ayetini açıklamıştık. Hevayla hüküm verenin kim olduğunu
öğrendin. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘Onu bilgiyle
saptırdı’ yani hayrete düşürdü.
Çünkü Allah Teâlâ’yı bilmek O’nun yolunda hayrete düşmeyi gerektirir. Çünkü
O’ndan başka hüküm sahibi yoktur.
Yeryüzü şiddetle sarsıldı
Sahip olduğu şeyleri bir bir saydı
Gözler baksaydı idrak ederdi
Kendilerine vahyederken rablerine
Yeryüzü haberlerini söyledi
Ağırlıklarını senin için çıkartırken
Bu müşahedeye sahip olmayan insan, Allah Teâlâ’nın
varlıktaki yüceliğini bilemez. Bunu bilemeyince de pek çok bilgiyi kaçırır.
Bilmelisin ki, emir dört hakikatle sınırlıdır: evvel,
ahir, zahir ve bâtın.
Bu nedenle bilgi dört şeye dayanır. Allah Teâlâ yolunda temkin sahibi olan kimse, kendinde dört
şeyi müşahede eden ve fiillerini de böyle görendir.
Böyle birisi, farzları yerine getirir. Birinci ikamet
budur. Ardından nafile ibadetleri yerine getirir. Bu zahirinde ve bâtınındaki
ikinci ikamedir. Çünkü zahirde bir hüküm olduğu gibi bâtında da bir hüküm
olmalıdır. Böylece Allah Teâlâ’nın hükmü onun yapısını kuşatır.
Zevk yoluyla müşahede ettiğinde ise, bu emrin onun
adına meydana getireceği şeyi de öğrenir. Bu nedenle onun zahirinde altı yönü
vardır. Altı kâmil sayıdır, çünkü altı, ilk kâmil sayıdır. Onun altıda birini
üçte birine ve yarışma izafe ettiğinde, bütün haline gelir. Kalp ise altı yönlüdür. Her yönün kalpte bir
yüzü vardır ki, o bu yüzün gözüdür ve söz konusu göz ile Hak idrak edilir.
Allah Teâlâ ez-Zahir isminde kula tecelli ettiğinde, tecelli her şeyi kuşatıcı
olması yönüyle bütün yönleri kuşatırsa, kalbin bütün yüzlerini kuşatır. Haktan
onun adına ortaya çıkan her şeyi kuşatır ve kalp bütünüyle nur olur. Burada kul
şöyle der: ‘Rabbim, yaptım.’ Allah Teâlâ ona hitap ederken şöyle der: ‘Sen salih kulun dediği gibisin’: ‘Sen onların üzerinde
gözetensin.’ Böylece zamir
gizliyken açığa çıkar. Gerçi gizli olan zahir olandan farklıdır. Zuhuru
esnasında gizli olmakla birlikte zamir ortaya çıkmıştır. Böylece Hak için tek
bir yönden ‘zahir iken bâtın, bâtın iken zahir’ dersin.
Çünkü ‘sen’ muhatap zamiridir ve senden başkası değildir. Sen ise hitapta
görülensin. Öyleyse sen isimden farklı olarak görünen zamirsin. Zamir isimleri
Allah Teâlâ’yı bilmede isimlerden daha güçlü ve daha sağlamdır.
Ariflerden birisinden aktarılır. Ben Ebu Yezid’den aktarıldığını
görmüştüm. Hakkı müşahedesindeki hallerinden birisinde şöyle der: ‘Benim enaniyetim senin enaniyetin!’ Yani nasıl ki, kendi hakikatiyle isme zamir
verilir, aynı şekilde sana da Zahir isminin benzeri olan şey verilir. Zahir
niteliğin benzeri yoktur. İşte bu zamirlerin gücü hakkında söylediğimiz şeyin
ta kendisidir. Âlemde tenzih ve suretlerde ortaklık gerçekleşir. İki şahıstan
birisi gizlenir ve öteki ortaya çıkar. Görünene bakan, hazır olanın ötekinin
aynı olduğunu zanneder. Allah Teâlâ Teâla âleme haber vermede işaret zamirleri
yerleştirdi. Bunun amacı, bu zamirlere dayanarak, bu karışıldığı kaldırmak ve
onun mahiyeti sayesinde, suretiyle gözükeni ayırt etmektir.
Allah Teâlâ Teâla insanın ilahi surete göre
yaratıldığını bildirir. Hz. İsa şöyle der: ‘Sen
onların üzerinde gözetmen idin: Böylece Hak ile ilahi surette
yaratılmışı ayırt ederek adeta şöyle der: Suretinin üzerinde yaratılmış olan
değil, Sen kendin yönünden onların üzerinde gözetmendin. Sen bu yerde
onların varlığını almış oldun. Bizim zamirler hakkında yazdığımız Kitabü’l-Hüve
adlı, zamir isimleri hakkında gerekli açıklamaları yaptığımız küçük bir
risâlemiz vardır. Bu zamirler kadim hâdis bütün suretleri kabul eder. Bunun
nedeni, onların imkânı ve makamlarının yüceliğidir. Binaenaleyh âlem, kendisi
çok olsa bile, tek hakikate döner.
Varlıktaki her şey Hakk
Görünen her şey halk
Tecelli eden hikmete bak
Hakkın aynında, ihata eder onu Hakk
Kul Hakk’tır, Hakk Hakk’tır
Hâlbuki ne Hakk’tır ne Hakk olmayandır
Dostum! Zamanını hareketleri incelemeyle boşa harcama.
Çünkü vakit, değerli! Bizim yöneldiğimiz şeye bak ve hakikatinin verisine göre
ona dayan. Çünkü senin basiretin keskin olursa, neticede hareketi ve hareket
ettireni de öğrenirsin. Hareket yüzün hareketidir. Hareket ettiren ise oluş
perdesinin ardındadır. Netice ise, açıkça görünen, sefer eden ve varlığını
ifade edendir. Öyleyse ona itimat etmelisin. İşte dostum! Sana nasihatim budur.
Bu nedenle Hak kendisine bir intikal nispet ettiğinde, kendisine belirli bir
durumda nispet edilen intikalin ne olduğunu öğrenmen için neticeyi de zikretti.
Buna misal olarak ‘Rabbimiz gecenin son üçte
birinde yakın semaya iner’ hadisini verebiliriz. Sonra neticeyi
zikrederek şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ şöyle
der: Tövbe eden var mı? Dua eden var mı? Bağışlanma dileyen var mı?’ Bu
ve benzeri pek çok şeyi kullarını fikir yorgunluğundan ve mazeret beyan
etmekten kurtarmak üzere söyler. Çünkü hareketlerdeki maksat, onların kendileri
değil, neticeleridir. Her şeyde durum böyledir. (İsim cümlesinde) Haber
olmasaydı, mübtedanın faydası olmaz ve onu zikretmek anlamsız kalırdı. Buradan ‘Sizi abes yere yarattığımızı mı zannettiniz’ ayeti anlaşılır. Başka bir ayette ‘Gökleri, yeri ve ikisinin arasındakileri batıl olarak
yaratmadık’ denilir. Burada Allah Teâlâ’nın âlemi yaratmadaki
sebebin ve hikmetin bilgisine dikkat çekilir. Allah Teâlâ’nın isimlerinden biri
Haktır. ‘Allah Teâlâ âlemlerden müstağnidir’ buyrulur. Bunun anlamı, sabitliğinde değil, dış
varlığında müstağnidir demektir. Âlem sabitlik halindeyken onunla yetinme ve
varlığında müstağnilik gerçekleşir. Çünkü âlem mümkün iken, ilahlığa hakkını
vermişti. Mümkünlerin talebi olmasa ve yokluk halini tattıkları gibi varlık
halini tatmayı istemeselerdi, sabitlik dilleri varlığı zorunlu olan’dan
kendilerini var etmesini istemezdi. Bu talebin sebebi bilgilerinin zevk bilgisi
olmasını istemeleridir. Varlığı zorunlu olan -kendisi için değil-onları onlar
için yaratmıştır. Allah Teâlâ onların varlıklarından müstağni olduğu gibi
onların kendisine ve sabitliğine delil olmasından da müstağnidir. Onların Allah
Teâlâ’ya delil olmaları bakımından yoklukları varlıkları gibidir. Yokluktan var edilen hangi şeyden Allah Teâlâ’yı bilme hakkında
bilgi meydana gelir? Bu nedenle Allah Teâlâ’nın âlemden müstağni
olmasının âlemin varlığında müstağni olmasının kendisi olduğunu anladık. Bu
mümkünün ezelde yoklukla nitelenmesi bakımından garip bir meseledir. Ezel
tercih kabul etmez. Mümkünün yokluğu ezelliğiyle beraber nasıl onu kabul eder
ki? Bu husus, kendisi olması bakımından mümkün olması yönüyle onun hakkında iki
hükmü kabul etmesi demektir. Mümkün adına yokluk var sayıldığında, varlık
hali de var sayılır. Varlık halinde onun sahip olduğu hükme göre tercih
edilendir. Tercih ezelde yokluk halinde ve tercih edilenin yokluğuyla
nitelenmesi itibarıyla mümküne sirayet eder. Tercih edenin tercihi bu amaçla
gerçekleşir. Amaç ve kasıt ise hükmü hakikatinin verisine göre her birisinde
ortaya çıkan manevi bir harekettir. Mahsus olursa, bir mekânı doldurur ve
mekânı meşgul eder; makul olursa, bir anlamı ortadan kaldırır ve bir manayı var
eder, onu bir halden bir hale taşır.
Bu menzilde çeşitli ilimler vardır: Sınırlı dua ve
sınırsız dua, dua edilene karşı neyin söylenmesi ve nasıl davranılması
gerektiği bu menzilden öğrenilir. Hareket ilmi ile sebep ve neticeleri, bu
menzilden öğrenilir. Bilmediği konuda bildiğini zannederek konuşanın durumu, bu
menzilden öğrenilir.
Gerçekte konuştuğu konuda bilgisi var mıdır yoksa o
bilgi değil midir?
Konuşan bilmese bile, onun bilgi olması zorunlu mudur?
Böyle bir şey âlemde ortaya çıkar mı?
Bu, mertebeleri ayrıştırmada Allah Teâlâ için bir
yaratmadır. Bu sayede bilgisizin bilenin karşısında ve bilginin bilgisizlik
karşısındaki derecesi ortaya çıkar. Veya sadece bilgi mi vardır? Allah
Teâlâ’nın âlemde ellerinde yarattığı hayretin belirlenmesi bu menzilden
öğrenilir.
Acaba hayret genel olarak mutluluğu verir mi, yoksa
mutsuzluğu mu verir?
Bu konuda hayretin tafsili var mıdır? Bir kısmı
mutluluk verirken bir kısmı bedbahdık mı verir?
Bu konuda hayrete düşülen şey nedir?
Onda hayrete düşmek zorunlu mudur, hayrete düşmemek
mümkün müdür?
Hayret sahibinin hayret esnasında bâtınında bulduğu
yanmanın sebebi bu menzilden öğrenilir. Acaba hayret sahibinin hayrete düştüğü
konuyu bilmesi hayretin kendisi mi olur? Böyleyse yanma acısı kalkar.
Delillerin ortaya konulması bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ onları nazar ve
basiret sahibi olan akıllılar için nasıl düzenledi?
Garibin bilgisi bu menzilden öğrenilir. Bu, bilgiye
kabiliyetli olan kimsenin üzerinde bilgi almadığı bir vaktin geçip geçmeyişini bilmektir.
İlahi mertebe bu menzilden öğrenilir. Acaba Allah Teâlâ’dan perdeler mi, yoksa
Allah Teâlâ’ya delil midir? Onu perdeleyen nitelik ve yaratıcısına delil olan
nitelik, bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ’nın kesinlikle tek olarak
yaratmadığı ve böyle bir yaratmanın geçerli olmadığı, iki veya daha fazlasını
yarattığı bu menzilden öğrenilir. Hâlbuki varlıkta bir gecikme ve öncelik söz
konusu değildir.
Hak adına birliğin ancak ilahlığında sabit olması bu
menzilden öğrenilir. Varlığında iki veya daha fazla akli şey gerekir. Bunları
nispet veya mutlak birliği bilmedikten sonra sıfat sayabilirsin. Bunlardan
birisi de ilahi isimlerin var olanlara ilişmesinin bilgisidir. Ahiretin
gelinceye kadar koşması, bu menzilden öğrenilir.
Acaba o nereden gelir?
Kendisine nispet edilen bu hareket nedir?
Dünya ve ahiretin makul olmasının mahiyeti nedir?
Allah Teâlâ’dan yüz çevirenin bilgisizliği bu menzilden
öğrenilir. Hâlbuki Allah Teâlâ ‘Her nereye
dönerseniz, Allah Teâlâ’nın yüzü oradadır’ buyurur. Allah Teâlâ’nın
yüzüne yönelen insan nasıl bedbaht olabilir?
O kişi Allah Teâlâ’nın yüzüne dönmeyi amaçlamasa bile,
gerçekte Allah Teâlâ’nın yüzüne dönmüş ve Allah Teâlâ’nın yüzünden yüz
çevirmiştir.
Acaba insan için Allah Teâlâ’ya her yönden yönelen
ifadesi nasıl kullanılır?
Bu, insan bütünüyle yüz ve göz olduğunda geçerlidir.
Böyle bir niteliğe sahip olanın O’ndan yüz çevirmesi mümkün değildir. Garip bir
bilgi, bu menzilden öğrenilir. Bu bilgi insana ancak kendisini ayakta tutan
asıl nedeniyle ondan çıkan şeylerin döneceğinin bilinmesidir. Bu durum ‘Bütün iş O’na döner’ ayetinde belirtilir. İş
bütünüyle O’ndan başlar ve tekrar O’na döner. Bu, Hz. Peygamber’in ‘Bunlar sizin amellerinizdir, size döndürülürler’ ifadesinde belirtilir. Sadece sana döndüğünde
övülecek olan davranışların senden çıkması için çalışmalısın! Son kademinde
Allah Teâlâ karşısında huzur sahibi olanın durumu bu menzilden öğrenilir. Bu,
teklif diyarında olabilir. Kazanç ve zararın konusu bu menzilden öğrenilir.
İnsan için dünyada veya ahirette bulunacak bir yer var
mıdır yok mudur?
Ahiret derken şeriatların Allah Teâlâ’dan getirdiği
ahiret hayatım kastetmekteyim.
Dünyada hâlle bölünenin ahirette yer olarak bölüneceği
bu menzilden öğrenilir. Öyleyse ahirette iki menzil vardır: Cennet ve cehennem.
Dünya da İlci menzil vardır: Elem ve haz veya azap ve nimet. İnsan niteliksiz
olduğu söylenen bir halde nasıl olabilir?
Misal olarak Ebu Yezid’in iddiasını verebiliriz. Acaba
böyle bir iddia sahibi dünya veya ahirette olmayan bir mertebenin sahibi midir?
Daha mühim ve mühimi dikkate almayı terk edenin durumu bu menzilden öğrenilir.
Geçici durumların âlemde bir etkisinin olmayışı bu menzilden öğrenilir.
Rızıkların hâzineleri bu menzilden öğrenilir.
Salihlerden birisine
bir adam ailesinin çokluğundan şikâyet edince salih insan ‘Evine git! Kimin rızkı Allah Teâlâ’ya ait değilse, onu
bul ve evden çıkart’ demiş. Adam ‘Hepsinin rızkı Allah Teâlâ’ya aittir’ deyince,
arif şöyle demiş: ‘Peki onların azlık ve
çokluğıından sana ne?’
Müşahedeyle hüküm, ayrım yapmak ve keşifle hüküm
vermek, bu menzilden öğrenilir. İrade, meşiyet, himmet, kasıt ve niyet
arasındaki fark, bu menzilden öğrenilir. Vekilin kendisini vekil atayanın
niteliklerine sahip olması, bu menzilden öğrenilir. Acaba onların hepsini
yerine getirir mi, yoksa bunlar kendisinden talep edilir mi?
Sözün mertebeleri, bu menzilden öğrenilir.
Kötülük iyilik ve güzelliğe göre söze nasıl nispet
edilir?
Allah Teâlâ’yı tenzih ve ispat yoluyla övgünün O’na
ulaştırılma yolları bu menzilden öğrenilir. Bedbaht ve mutlular arasında
dünyada gerçekleşecek eşitliği sağlayan husus bu menzilden öğrenilir.
Varlıklara yönelme ve Hakkın yönüne yönelme, bu konuda övülen ve kınanan
hususlar bu menzilden öğrenilir.
Hakkın kendisine nispet ettiği yapıyı ortaya koyma ile
sadece kullarının elleriyle gerçekleşecek hususlar, bu menzilden öğrenilin
Dürülmek ve geri dönmek, lazım ve kaim, boyun eğen ve inen bu menzilden
öğrenilir. Hakkın kullarını çağırdığı ibadetlerde Hakka yönelinen durumlarda
niyetin tekrarlanmasının alametleri, bu menzilden öğrenilir. Yaklaştırıcı ve
uzaklaştırıcı yollar, saliklerin bu konudaki durumları bu menzilden öğrenilir.
Kendilerinde ve üzerlerinde sülük meşru olunca veya olmayınca, eserlerin hesabı
bu menzilden öğrenilir. Bu yoları selim akıl ve doğru düşünce de gerektirir. Bu
konuda -tevkif olmadan-ilahi yakınlık bu menzilden öğrenilir. Bu hususta sahih
olan ve olmayan hususlar bu menzilden öğrenilir. İnsana uygun yakın nimetlere
karşılık Allah Teâlâ’ya hamd bu menzilden öğrenilir. Âlemde her varlığa ait
yararlar, bu menzilden öğrenilir. Âlemdeki engeller alda ve şeriata göre men
edilenler, bu menzilden öğrenilir. Madumun mevcut suretinde ortaya çıkması,
gerçek varlıktan ayrışması bu menzilden öğrenilir. Nihal ve milel, bu menzilden
öğrenilir. Kendisinden ancak faydası kaybolduktan sonra fayda alınan şey bu
menzilden öğrenilir.
Dilencilerin halleri bu menzilden öğrenilir. Her soruya
layık cevap bu menzilden öğrenilir. Hakkın kullarını amellerinde kabul etmesi
veya haram veya kınanmış olmadığı halde kabul etmeyişi bu menzilden öğrenilir.
İlahi azamet ve büyüklük arasındaki fark, bu menzilden öğrenilir. İhsan ve
mahiyeti bu menzilden öğrenilir. Üzüntü sebebi var iken, Hakkın kendisini üzen
işte kulunun vekili olması bu menzilden öğrenilir. Misille karşılık vermek bu
menzilden öğrenilir. Güzel isimlerin sonuçları, bu menzilden öğrenilir. İmaret,
tahriplik ve dünya ve ahiretteki hükümleri, bu menzilden öğrenilir. Haktan
dönüş dönende nasıl bir etki yapar, bu menzilden öğrenilir. Bir’in çok ile
değerlendirilmesi bu menzilden öğrenilir. Şair şöyle der:
Allah Teâlâ’ya çok gelmez
Âlemi birde toplamak
Hadiste geçen ‘tehalüc’ün takdiri ve bu konuda ortadan
kalkan ve kalkmayan hususlar, bu menzilden öğrenilir. Fitnelerin kalplere
ilişmesi ve onlara alışan ile alışmayanın durumu bu menzilden öğrenilir.
Kuşkuya kapılanın kuşkusunu baki kılacak sebep ile onu kuşkudan çıkartabileceği
halde bunu yapmayan araştırma bu menzilden öğrenilir. İman ve bilgi arasındaki
fark, alim ve mümin arasındaki mertebe farkları, bu menzilden öğrenilir. Hakkın
kulların razı olacağı işleri soruşturması, bu menzilden öğrenilir. Onlar Hakkı
razı edecek işlerin peşinden gider. Bu, uygun karşılıktır. Beyanı geride
bırakmak, bu menzilden öğrenilir. Bu esnada kendisine ihtiyaç olmakla birlikte
alimin gördüğü bir durum nedeniyle izahını öne almak mümkündür. İlahi affın
talep ettiği şeyin niteliği bu menzilden öğrenilir. İzhar edilen ilimler ile
örtülmesi gereken ilimler, bu menzilden öğrenilir. Gayb âleminin şehadete
şehadet âleminin gabya girmesi, bu menzilden öğrenilir. İstidrac ve mekir, bu
menzilden öğrenilir. Gayesi amel olup da bu gayenin ortaya çıkmadığı her bilgi
bu menzilden öğrenilir. Bunun nedeni nedir?
Göğün içbükey küre gibi değil çadır gibi olması bu
menzilden öğrenilir. Göklerin yapısı gök bilimcilerin zikrettiğinden farklıdır.
Acaba yıldızların dönüşünün sebebi nedir?
Kendilerinden dolayı mı?
Yoksa onları çevrine bir felekten dolayı mı dönerler?
Aklî imkânın varlığı nedeniyle çatışmanın kendisinde
gerekli olduğu husus bu menzilden öğrenilir. Bilginin bilenin nefsine etkisi bu
menzilden öğrenilir. Âlemin yaratılışının cevherlerin varlıklarına dönmesi, bu
menzilden öğrenilir. Âlemdeki her tür ve cinsten seçilmiş ve tercih edilmiş
şeyler bu menzilden öğrenilir. Manalarda ve mana olmayan şeylerde, babalar ve
oğullar bu menzilden öğrenilir. Sebeplere bağlanmak ve onlarla bağlanmayı terk
bu menzilden öğrenilir.
‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’
Yirmi dördüncü sifir sona erdi.
Yirmidördüncu Sifr, c.XII, Sh:380-393
Bu yazıyı ateistler
okumalı, Allah Teâlâ insanı kendi zulmü sebebiyle cezalandırır. Çünkü Allah
Teâlâ’nın rahmeti ölçülemez mahiyettedir.
Ateistler, Allah Teâlâ
kötülüklere neden izin veriyor, demeleri yerine insanın dağları taşımadığı yükü
kabullenmesindeki cehalet sorgulanmalıdır.
Muhyiddin İbn Arabî
kaddesellâhü sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde beyan buyurdu ki:
Allah Teâlâ bir kuluna
keşif yoluyla bedbahtlar hakkında müddetin sona ereceğini bildirirse -ki ona
merhamet etsin-kitabımın bu bölümüne onu eklesin. Ben de tafsili olmaksızın
genel anlamıyla onu öğrenmiştim. Allah Teâlâ ‘O gün dönüş Rabbinedir, der. Rabb ıslah eden
demektir. Allah Teâlâ kıyamette insanların arasını bulur ve düzeltir. Nitekim
Peygamberden gelen bir hadiste böyle denilir:
‘Davalı iki adamdan
birisinin ötekinden alacağı vardır. Allah Teâlâ’nın huzurunda dururlar ve
alacaklı şöyle der: ‘Benim hakkımı şundan al.’
Allah Teâlâ ona şöyle
der: ‘Başını kaldır.’ Başını kaldırınca pek
çok hayır ve iyilik görür ve şöyle der: ‘Rabbim!
Bunlar kimindir?’ Allah Teâlâ şöyle der: ‘Bedelini verenin.’ Mazlum şöyle der: ‘Bunun bedelini ödemeye kim güç yetirebilir ki?’ Allah Teâlâ şöyle der:
‘Sen kardeşini affedersen o bedeli ödemiş olursun.’ Mazlum ‘onu bağışladım’ der ve kardeşinin
elinden tutarak birlikte cennete girerler. Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve
sellem bunu söyledikten sonra şu ayeti okumuş: ‘Allah Teâlâ’dan korkun ve birinizin arasını
düzeltin.'
Allah Teâlâ kıyamet
günü kıllarının arasını düzeltir ve ıslah eder. Çünkü O’nun özelliği, mazlumun
hakkının düşmesi ve kardeşini bağışlaması gibi, kulların arasında barışı
temindir. Kul böyle yapmışken, Allah Teâlâ kullarına hakkını bırakmada
kulundan daha çok bu niteliğe layıktır.
Bu bağlamda şirki de başkasına zulüm yapmanın gereği olarak
cezalandırmıştır.
Yirmialtıncı sifir, c.XIII, sh: 218
Muhyiddin İbn Arabî
kaddesellâhü sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde beyan buyurdu ki:
Kâmil-ilahi tahsis, mutluluk ve sureti birleştirmede
ortaya çıkar. Bu nedenle müminin kemali, mekânda halife olmaya bağlıdır. Söz
konusu mekânın özelliği, öfke ve gazap esnasında kudretin nüfuz etmesi şeklinde
(ilahi) suretin kemalinin gözükmesidir. Cennet böyle bir niteliğin yeri
değildir, dolayısıyla orası, halifelik yeri değildir. Orası, velayet yeridir.
Velayet sahibine kendisini aşamayacağı veya yaratılışının başkasını kabul
etmeyeceği bir durum tahsis edilir. Farz-ı muhal, cennette gazabı gerektirecek
bir durum olsaydı bile, velayet sahibi gazap özelliğine sahip olmazdı. Çünkü
orası dünya yaratılışından farklı özel bir mizaca sahiptir. Bu nedenle Allah
Teâlâ ‘Yeryüzünde halife yaratacağım’
demiş, ‘âlemde’ dememiştir. Melekler itiraz
etmeseydi, secde etmekle sınanmazlardı. Onlar,
bilgide derinleşenlerin farkına varacağı gizli-ince öfkeye yol açan bir
davranış nedeniyle sulanmışlardı. Âlemde gerçekleşen her ilahi intikam, Allah Teâlâ’yı
öfkelendirdikten sonra gerçekleşir, çünkü Allah Teâlâ âlemi rahmeti nedeniyle
yaram ve rahmetin özelliği, intikam almak değildir. Gazabın
özelliği ise intikamdır. Fakat gazap, tabaka tabakadır. İntikam da onun
terazisinde -bir ilave ve eksilme olmaksızın-ortaya çıkar. İntikam öfkelendiren
adına bir temizlik olarak ortaya çıkar ve bu nedenle intikam sonsuza kadar
sürmez. İntikam Allah Teâlâ katındaki belli bir
süreye kadardır, ardından onu rahmet takip eder. Çünkü sonsuz ebedi
hüküm, rahmete aittir. Zikrettiğimiz
konuya aklını veren ve meseleyi iyi inceleyen, değerli bir bilgi öğrenir. O
bilgi, adaletin ilahi hükme yayılması, ihsanın kapsayıcılığı ve rahmetin gazabı
geçmesini bilmektir. Böyle biri, Hakkın hükmünü hakikatlerin gereğine göre
uygulayacağını bilir. Hakikatler, kendileri nedeniyle, değişmez ve başkalaşmaz.
Yirmikinci sifir; c.II Sh.371
Muhyiddin İbn Arabî
kaddesellâhü sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde beyan buyurdu ki:
Bazı bilginler intihar edenin namazının kılınmayacağı, bazı
bilginler ise kılınacağı görüşündedir. Benim görüşüm, intihar edenin cenaze
namazının kılınacağıdır.
Allah Teâlâ namazını kılarak cenazeye şefaate izin
vermiştir. Buradan Allah Teâlâ’nın (cenazesi kılınan her) ölüden razı ve
yapılan duanın makbul olduğunu anladık. ‘İntihar edenin ebedi olarak
cehennemde kalacağı’ ve ‘cennetin intihar edene haram olduğu’
bildirilmiştir. Halbuki intihar edenin
cenaze namazının yasaklandığı hakkında bir ifade gelmemiştir. Öyleyse
hadisteki ifade, intihar eden ve cenazesi kılınmayan kimseye yorumlanmalıdır.
Dolayısıyla bu yorum nedeniyle, müminlerin intihar edenin namazını kılmaları
vaciptir. Bu
sayede Allah Teâlâ, namaz kılanın ölü hakkındaki şefaatini kabul edebilir. Özellikle güvenilir rivayetler ve ilkeler,
onun da ateşten çıkmasına hükmeder. Bu durumda, cehennemde ebedi kalacağı
hakkındaki rivayet tehdit olarak yorumlanır.
Bu meselede işaret edilen hikmet Allah Teâlâ’nın ‘Kendi isteğiyle bana koşana (canına kıyana) cenneti haram
kıldım’ ifadesinde yer alır.
Burada bir işaret ve hakikat vardır. İşaret ‘koşarlar’, ‘koşunuz’, ‘bana bir karış yaklaşana ben bir arşın
yaklaşırım’ gibi ifadelerdir. Ölüm, Allah Teâlâ’ya kavuşma
sebebidir. İnsan hayatında
yolculuk eder ve Rabbine kavuşuncaya kadar nefesleriyle menziller aşar.
Allah Teâlâ onun için özel bir sınır (ömür) belirlemiştir. O ise kavuşma vaktini öne almak
istemiş, bu sınıra ulaşmazdan önce ona koşmuştur. İşte bu, kavuşmada bir etkisi olmayan sebeptir. (Kulun
kavuşmaya koşması) Hakk’a kavuşma özleminden kaynaklanmışsa, perdeleri ortadan
kaldırarak O’na kavuşur (seyr ü sülük). Çünkü
Allah Teâlâ şöyle der: ‘Ona cenneti haram ederim.’ Cennet örtmek, gizlemek
demektir. Başka bir ifadeyle, ‘benden gizlenmesini engellerim.’ Çünkü o bana
canıyla koşmuştur. Bunu ayrıntılı olarak söylememiştir. Dolayısıyla hadisin
mümin için en hayırlı olan anlama yorumlanması, esasların da bunu desteklemesi
bakımından daha uygundur.
Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellemin ‘kılıçla veya zehir içerek ya da dağdan atlayarak’ intihar eden kişi hakkındaki ifadesinde ise
müminler ya da mümin olmayanlar denilmemiştir. Dolayısıyla ifade yoruma
açıktır. İhtimal ortaya çıktığında ise, ilkelere ve asıllara döneriz. Asıllara
döndüğümüzde ise, imanın otoritesinin güçlü olduğunu, sonsuza dek cehennemde
kalmanın imanın gücü karşısında duramayacağını görürüz. Böylelikle Şari’nin bu
ifadesiyle ebedi çekecekleri azabı belirlemede Allah Teâlâ’ya şirk koşanlardan
söz ettiğini kesin olarak anladık. Şöyle der: ‘Nefsini kesici' bir şey ile öldüren’,
yani bir müşrik, ‘elindeki kılıcıyla cehennem
ateşine döner ve orada ebedi kalır.’ Yani
cehennemde çekeceği azabın böyle bir azap olması onun hakkında verilmiş bir
yargıdır. Aynı şekilde, zehir içip kendini öldüren kişi de cehennem ateşinde
sonsuza değin kalmak üzere azap çeker. Başka bir ifadeyle o kâfire böyle azap
edilir. Bir rivayette ‘herhangi bir şey ile kendisini öldürene cehennemde öldürdüğü şey ile
azap edilir’ denilir.
Bu bağlamda mümine gelirsek, Allah Teâlâ’nın birliğine
inanmak karşısında hiçbir şey duramaz. Öyleyse ifadenin müşrik hakkında olduğu
ortaya çıkmıştır. Şari, bu ifadede bizzat bir türü belirlemese bile, dinî
kanıtlar farklı kaynaklardan alınabilir ve kanıtlar birbirlerini destekleyecek
şekilde birbirlerine eklenir. Çünkü mümin için mümin, birbirini tutan binaya
benzer. Aynı şekilde, bir şeye inanmak başka bir şeye inanmakla desteklenir,
böylelikle birbirlerini güçlendirirler. Çünkü cennet ehli, cennete girdikten
sonra bir nimet olarak, rablerıni görür. Nitekim rivayette Rabbi ‘ziyaret etmek’ hakkında
böyle bildirilmiştir. Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem: ‘İnsanlar cennetteki mekânlarına yerleştiğinde, Hakk’ı
görmeye davet edilir’ buyurmuştur.
Binaenaleyh acele
edip intihar eden kişi hakkındaki ‘Cenneti ona
haram kıldım’ ifadesinin ‘benimle kavuşmazdan önce’ (cenneti ona haram kıldım) anlamında söylenmiş
olması mümkündür. Bu durumda intihar eden insanın
nimeti görmesi Rabbine kavuşmayı önceler ve sonra cennete girer. Çünkü intihar
eden kişi, onu bu davranışa zorlayan halden, yani içinde bulunduğu durumdan
Allah Teâlâ’nın ona daha merhametli olacağını görmüştür. İçinde bulunduğu azaba
karşı Allah Teâlâ’nın nezdindeki rahatı hayalinde canlandırmasaydı, kendini
öldürmeye kalkışmazdı.
Allah Teâlâ şöyle
der: ‘Ben kulumun zannına göreyim, hakkımda iyi
zanda bulunun.’ intihar eden insan
mümin ise Rabbi hakkındaki zannı iyidir. Rabbi hakkında iyi zan beslemesi onu
intihara sevk etmiştir. Bu kutsi rivayetin lafzının
yorumlanabileceği en uygun anlam budur. Çünkü bu tevile aykırı açık bir nas
yoktur. Bu yorum uzak görülebilir. Fakat uzak görmek, sabit ilkeleri inceleyen
kişinin düşüncesindeki uzaklıktan kaynaklanır. Onları zihnine getirip tartarsa
söylediğimizi anlar. Güvenilir bir rivayette şöyle denilir: ‘Kalbinde zerre miktarı
iman bulunan herkesi cehennemden çıkarın.’ Dolayısıyla geride ancak
zikrettiğimiz yorum kalmıştır ve Allah Teâlâ bu rivayette, özel anlamda cenneti
ona haram kıldığını söylemekten başka bir şey dememiştir.
İntihar eden kimsenin bir ceza çekeceğini
kabul etsek bile -ki bu kaçınılmazdır-cennetin ona yasaklanması, ceza çekmezden
oraya girmesinin yasaklanması anlamına gelir. Onun durumu, büyük günah işlemiş
kişilere benzer. Dolayısıyla bu ifade, intihar eden ve büyük günah işleyenlerin
Allah Teâlâ’nın mutlak iradesinin hükmü altında bulunduklarını ifade eder.
Çünkü sicilli kimseler, büyük günah sahibi olsalar bile cehenneme girmezler.
Böyle bir insanın dünya hayatı boyunca söylediği yegâne şey, ‘Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur’ ifadesi olsa bile, bu ona yeterlidir.
O halde
söylenebilecek nihaî şey, intihar eden için tehdidin cennete girmezden önce
uygulanacağı ve ona mağfiret edilmeyeceğidir. Hâlbuki Allah Teâlâ, tehdidini
gerçekleştirmenin kendisiyle ilişkilendirilmeyecek kadar cömertlik ve kerem
sahibidir. Bunun yerine, mutlak iradeyi ve cömertliği yeğlemek Allah Teâlâ ile
ilişkilendirilebilir. Bir bedevi dünyevi gayeleri olsa bile kendisine şöyle
niteler:
Bu nedenle, şeriatta tehdit hakkında bir ifade geçtiği
her yerde vaat de geçer. Söz gelişi Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Allah’ın vaadinden döneceğini zannetme.’ Öyleyse tehdit, özel olarak
kötülük hakkında kullanılırken, vaat iyilik ve kötülük hakkında beraberce
kullanılır.
Kırksekizinci Kısım; c.IV, sh:262-265
Muhyiddin İbn Arabî
kaddesellâhü sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde beyan buyurdu ki:
Sevgi Şarabı Nedir? Cevap:
Sevgi şarabı, iki tecelli arasındaki orta tecellidir. Bu, kesilmeyen sürekli tecellidir ve Hakkın kendisinde
ârif kullarına tecelli ettiği en üst makamdır. Onun başı, zevk
tecellisidir. Kanmayı sağlayan tecelli ise ‘darlık’ sahipleri içindir. Onların
içmeleri, kanmayla biter. Genişler ise, içmekten kanmaz. Buna örnek olarak Ebu
Yezid ve benzerlerini verebiliriz. O halde bu soruda ilk takdim edeceğimiz
husus, sevginin bilinmesidir. Bu durumda, kendisine izâfe edilen içme ve kâse
de öğrenilir.
Birincisi doğal sevgidir ki, avamın sevgisidir. Bunun neticesi, hayvanî ruhta meydana gelen birleşmedir.
Seven ve sevilenin ruhu, haz ve şehvet coşkusuyla sahibi için tek bir ruh
haline gelir. Bunun sonu ise, cinsel ilişkidir. Çünkü sevgi şehveti, bütün
mizaca suyun yüne yayılması gibi hatta rengin renklide yayılması gibi yayılır.
İkincisi ise ruhanî-nefsî sevgidir. Bunun gayesi ise hakkını yerini getirmede ve kadrini
bilmede sevgiliye benzemektir.
Üçüncüsü ise ilahi sevgidir. Bu ise Allah Teâlâ’nın kulu, kulun da Allah Teâlâ’yı
sevmesidir. Nitekim Allah Teâlâ ‘O onları, onlar
da O’nu sever’ buyurur. Her iki
uçtan bu sevginin sonu, kulun Hakkın, Hakkın da kulun mazharı olduğunu
görmesidir. Kul kendisinde zuhur eden Hakk karşısında beden için ruh gibidir.
O, kendisinde hiçbir zaman görülmediği cismin bâtını ve gaybıdır. Onu sadece
seven görebilir. Hale da kulun kendisiyle nitelendiği sınırlar, ölçüler ve
arazlar ile nitelenir ve bu kul O’nu görür. Bu durumda ise Hakkın sevgilisi
olur. İş söylediğimiz gibi olunca, sevginin kendisiyle tanımlanacağı zâtî bir
tanımı olamaz. Fakat sevgi, betimsel ve lafzî anlatımlarla tanımlanabilir.
Sevgiyi tanımlayan kimse, onu bilmemiştir. Ondan bir şey tatmayan kimse, onu
tanımamıştır. Ondan ‘kandım’ diyen kimse, sevgiyi tanımamıştır. Sevgi doyması
olmayan bir içecektir. Perdelinin biri şöyle demiştir: ‘Bir şarap içtim bir daha susamadım.’ Ebu Yezid
ise şöyle der: ‘Adam dediğin denizleri yudumlasa
bile, dili susuzluktan dışarı çıkan kimsedir.’ İşte işaret ettiğimiz husus budur.
Bilmelisin ki sevgi doğal olabilir, sevilen ise doğa
âleminden olmayabilir. Sevginin doğal olmasının nedeni, sevenin doğa âleminden
olmasıdır ki, bu kaçınılmazdır. Doğal sevginin nedeni, bir bakış veya duyuştur.
Bakış ve duyuş, sevilen gözle algılanan şeylerden olduğunda bakanın ve duyanın
hayalinde bir şey meydana getirir. Bu görme ve duyma seveni sevdiğinin
yaratılışına taşır, musavvire gücüyle onu hayalinde suretlendirir. Bazen
sevilen hayalde tasavvur edilişine uygun doğal bir suret sahibi veya onun
aşağısında veya ondan farklı veya üzerinde olabilir. Bazen ise sevilenin bir
sureti olmayacağı gibi suret kabul etmeyebilir de. Seven ise, duyduğundan
tasavvur edilemeyecek bir şeyi tasavvur eder. Suret kabul etmeyen bir şeyi
tasvir ederken doğanın maksadı, dağılmaktan ve gücün yetmediği bir şeye bağlanmaktan
korkarak, sevileni belirli ve sınırlı bir durumda toplamaktır.
Sureti olmayan birinin ya da sureti olsa bile
görülmemiş birinin tasvirini yapmanın nedeni budur. Bu surette sevginin fiili,
onun şahsını yüceltmektir. Öyle ki hayal onu tahayyül etmekten aciz kalır. Bu
suretteki büyüklük ve azamet, sevenin bedeninde bir başkalaşmaya yol açar. Bu
nedenle sevenlerin bedenleri bitkinleşir ve zayıflar. Çünkü gıda maddeleri
ona (sevilenin bedenine) yönelir ve büyür, (sevenin) bedeni küçülür. Çünkü şevk
onu yakar ve dolayısıyla bedende beslenilecek bir şey kalmaz. Bu yakma
esnasında sevilenin sureti hayalde büyür. Bu ise (mecazî olarak) onun
‘yemesidir’. Musavvire gücü, hayaldeki bu surete üstün bir güzellik ve derin
bir hoşluk giydirir. Bu güzellik nedeniyle sevenin dış sureti, değişir. Bu
nedenle rengi sararır, dudakları kurur, gözleri içe batar. Sonra bu güç, söz
konusu surete sevenin bedeninin gücünden aldığı büyük bir kuvvet giydirir.
Böylelikle sevenin güçleri zayıflar, eklemleri titrer.
Sevginin sevendeki gücü, (bir yandan) sevgilisine
kavuşmayı özletirken (diğer yandan) kavuşmaktan korkutur. Çünkü kendisinde ona
kavuşma gücü görmez. Bu nedenle sevgiliyle karşılaştığında, seven bayılır ve
kendinden geçer. Kimde bir fazlalık var ve sevgisi eksikse, sevgilisiyle
kavuştuğunda titrer ve zihni karışır. Şair şöyle der:
Ayrıldığımızda ne diyeceğimi düşünüyorum
Sözün kanıtlarım -alışkanlık olarak-sağlamlaştırıyorum
Bir araya gelince onu unutuyorum
Konuştuğumda ise, imkânsızı dile getiriyorum
Doğal sevginin gücü, seveni sevdiği önünde
cesaretlendirir. Fakat bu cesaret -ona karşı değil-onun lehinedir! Öyleyse
seven korkaktır, atılgandır ve cesurdur. Sevdiği hakkındaki bu tasavvur
hayalinde bulunduğu sürece, öyle kalmayı sürdürür. Ta ki ölür, bedenin nizamı
dağılır veya bu suret hayalinden çekilir ve yok olur.
Doğal sevginin bir yönü de hayalindeki o suretin
belirsizleşip onu tahayyül eden nefsin suretine katılmasıdır. İlci suret
hayalde aşırı bir şekilde birbirine benzeşip sevilenin sureti -tıpkı havanın
göze bitişmesi gibi-ona bitiştiğinde, seven onu hayalinde arar ve artık
tasavvur etmez. Onu kaybeder ve kontrol edemez. Ona karşı aşırı bir yakınlık
hisseder. Bu durumda, tıpkı sevdiğini yitiren İçimse gibi, bir hayal ve hayret
onu tutar. İşte ‘özlem’ denilen şey budur. Bu bağlamda arzu (şevk) uzaklıktan
kaynaklanırken özlem (iştiyak) aşırı yakınlıktan kaynaklanır.
Bu suret sevenin hayalinde güçlendiğinde, hayalin
duyudaki etkisinin bir benzerini sevilende meydana getirir. Bu durum, düştüğünü
hayal eden birinin düşmesine ya da korkutucu bir şeyi tahayyül edip de bundan
dolayı mizacı başkalaşan ve sureti değişen kimsenin durumuna benzer. Bu suret
güçlendiğinde, sevilende bir etkisi olur. Böylelikle sevileni sınırlar, onu
sevenden daha çok o kendisini seveni sever hale gelir. Çünkü nefisler,
önderliği sevme özelliğinde yaratılmıştır. Seven, sevdiğine dönük sevgisinin
kölesi ve kuludur. Sevilen ise, ancak bu seven var olduğunda önder olabilir.
Böylelikle başkanlığı, aşkı ölçüsünde, onu azat eder. Sevilen, sevenin
kendisinden uzak duramayacağı ve daima kendisini isteyeceğiyle ilgili kesin
kanaati nedeniyle böbürlenir. Böylelikle görünüşte bir izzete sahip olur.
İçinden ise seveni talep eder. Kendi mülkü olduğu için, varlıkta onun bir
benzerini görmez.
Seven, sevilenin davranışına neden aramaz. Çünkü neden
aramak, aklın niteliğidir ve sevenin aklı yoktur. Birisi şöyle der:
Akılla yönetilen sevgide hiçbir hayır yoktur
Bu dizeyi de bana sevenlerden birisi olan
Ebu’l-Abbas el-Makkaranî kendisi adına okumuştu.
Nefislerin sahibi akıldan çök sevgidir
Sevilen ise sevenin davranışlarını en iyi şekilde
sebeplendirir, çünkü seven onun mülküdür. Böylelikle sevilen -ki
sahiptir-yükselsin diye, şeref ve üstünlüğünün ortaya çıkmasını diler. O
kendisinin övülmesini sever. Bütün bunlar, sevginin eylemidir; sevilende
belirttiğimiz hususları yaptığı gibi sevende de belirttiğimiz durumları meydana
getirir. Bu ise şaşılacak şeylerin başında gelir: Bir mânâ, kendisinde bilfiil
bulunmadığı kimsede -ki sevilendir -hükmünü meydana getirmiştir. Çünkü sevgi,
sevende bir etki yaptığı gibi sevilende de etki yapar. Bu durum Mutezile’nin şu
görüşüne benzer: ‘Allah Teâlâ bir yerde
bulunmayan bir İradeyle irade eder. Allah Teâlâ onu ya bir yerde ya da ‘bir yer
olmayanda’ yaratmış ve onunla irade etmiştir.’ Bu ise makul olmaktan
uzaktır ve anlamların hükümlerini bulunmadıkları yerde zorunlu yapmaktır. Aynı
şekilde sevgi de bir yerde akılla biraraya gelmez. Öyleyse sevginin hükmünün
aklın hükmüyle çelişmesi gerekir:
Doğal sevginin özelliklerinden biri de, sevenin
hayalinde gerçekleşen suretin bulunduğu yerin ölçüşünce olmasıdır (sevilenin
sureti hayali tümüyle kaplar). Hayaldeki bu suretin herhangi bir şeyi kabul
edebileceği bir fazlalığı olmaz. Böyle değilse, sevginin sureti değildir. Bu
özelliğiyle sevginin sureti, diğer suretlerden farklılaşır. Nitekim âlemin
sureti de (âlemdeki şeylerin suretleri), Hakkın isimlerinin mertebesi kadardır.
Binaenaleyh ilahi mertebedeki her bir ismin -bir eksildik ve fazlalık
olmaksızın(ilahi mertebedeki bulunuşu), âlemin yaratılışındaki etkisi
ölçüsündedir. Bu nedenle âlemin yaratılışı, sevgiden meydana geldi. Bu durumu
destekleyen bir rivayet hadiste geçer. Kutsi bir hadiste Allah Teâlâ şöyle
buyurur: ‘Ben bir hâzineydim, bilinmek istedim,
halkı yarattım, onlara bilindim, onlar da beni bildi.’ Allah Teâlâ, sevginin âlemin yaratılış sebebi
olduğunu bildirdi ve böylelikle âlem ilahi isimlere mutabık oldu. Nefsin cisme
aşkı olmasaydı, kendisine zıt olsa bile, ondan ayrılırken acı duymazdı.
Böylelikle, nispet ve şekillerin varlığı nedeniyle, miktarlar ve haller
biraraya gelir. Öyleyse nispetler, neseplerin varlığında esastır. Bununla
beraber ruhlar bedenlerden, anlamlar kelime ve harflerden farklıdır. Fakat
kelime, örtüşme yoluyla anlamı gösterir. Öyle ki anlam bedenlenseydi, kelimenin
niceliğine fazla gelmezdi. Böyle bir şey ise, ‘sevgi’ diye isimlendirilir.
Ruhanî sevgi ise, bu tanımın dışında, miktar ve
şekilden uzaktır. Çünkü ruhanî güçler, nispi bir yönelme sahibidir. Seven ve
sevilen arasında bakış, duyma ve bilgiden kaynaklanan iltifatlar ne zaman
genelleşirse, bu, sevgi olur; eksik kalır ve nispetler yeterli gelmezse, söz
konusu olan sevgi değildir. Burada ‘nispetlerin’ anlamı şudur: Özellikleri
vermek ve ihsan etmek olan ruhlar, özelikleri tutmak ve almak olan ruhlara
yönelmiştir. Birisi kabul olmadığı için acı duyarken öteki feyiz (akış)
olmadığı için acı duyar. Gerçi feyiz yok olmaz. Fakat zaman ve hazırlık
şartları tamamlanmamış olabilir. Böyle bir feyiz, kabul eden feyiz tarafından
‘feyzin yoksunluğu’ diye isimlendirilir ki, bu, doğru bir isimlendirme
değildir. Ruhlardan her biri, diğerini sevmede bütün güçlerini kullanır. Böyle
bir sevgi iki seven arasında yerleştiğinde, seven sevdiğinden ayrılmaktan
şikâyet etmez, çünkü sevgilisi cisimler ve bedenler âleminden değildir. Bu
durumda iki şahıs arasında ayrılık gerçekleşir ya da -tıpkı doğal sevgide
yaptığı gibi-aşırı yakınlık etkisini gösterir. Anlamlar ise sınırlanmaz ve bir
mekâna yerleşmez. Onları sadece fıtraten eksik kimseler, tahayyül eder. Böyle
biri, sureti olmayan şeyi suret sahibi yaparak tahayyül edebilir. Ariflerin
sevgisi budur. Onlar bu sevgiyle ‘birlik sahibi’ sıradan insanlardan ayrışır.
Bu kişi, halde ve miktarda olmaksızın, yoksunlukta sevgilisine benzeyen bir
sevendir. Bu nedenle seven, sevilen olması bakımından sevdiğinin kadrini bilir.
İlahi sevgi ise, Allah Teâlâ’nın el-Cemil ve en-Nur
isminden kaynaklanır. Nur, mümkünlerin hakikatlerine geçer ve onun kendine
bakış ve imkân halinin karanlığını kendinden uzaklaştırır. Böylelikle mümkün
hakikatler için kendisinden ibaret bir görme yaratır. Çünkü o nur vasıtasıyla
görülebilir. Bu durumda Allah Teâlâ o hakikate el-Cemil ismiyle tecelli eder
ve o da bu isme âşık olur. Bu durumda mümkünün hakikati, söz konusu ismin
mazharı haline gelir. Mümkünün varlığı Hakk’ta gizlenir ve kendinden fani olur.
Böylelikle bunun Allah Teâlâ’ya bir sevgi olduğunu bilemez. Ya da kendi
nefsiyle Haktan ‘fani olur’. Bununla beraber o bu
haldedir ve Hakkın mazharı olduğunu bilemez ve kendisini sevdiğini bilir. Çünkü
her şey, kendini sevmek üzerinde yaratılmıştır. Zuhur eden her şey
ise, bir mümkünün hakikatinde zuhur eder. Öyleyse sadece Allah Teâlâ Allah
Teâlâ’yı sevmiştir. Kul sevgiyle nitelenmez, çünkü onun sevgide bir hükmü
yoktur. Kul Hakk’tan sadece kendisinde zuhur edeni sevmiştir. Hakk ise zuhur
edendir. Dolayısıyla mümkünün hakikati, bunun da Allah Teâlâ’yı
sevmek olduğunu bilemez. Böylelikle onu ister ve kendi hakikatine bakıyor
olması bakımından onu sevmesini ister. Onu sevmesini sevmesi, kendisini
sevmesinin ta kendisidir. Bu nedenle bu nur, parıltılı olmakla nitelenir. Yani
bu nur bir parıltıdır. Çünkü o, Hakkın mazharı olsun diye, Hakk’tan mümküne
uzanır. Bu nitelikteki birisi niteliğinde zıtları biraraya getirirse, ilahi
sevginin sahibidir. Çünkü böyle bir sevgi, gerçekte de olduğu gibi, onu yokluğa
katılmaya sevk eder.
Binaenaleyh ilahi sevginin belirtisi, mânevî, duyulur,
hayali veya tahayyül edilen her mertebede var olan her şeyi sevmektir. Her bir
mertebenin Hakkın en-Nur isminden bir hakikati vardır ki onunla el-Cemil ismine
bakılır. Söz konusu nur ona bir varlık elbisesi giydirir.
Öyleyse
seven herkes, kendini sevmiştir. Bu nedenle Hakk kendisini mazharlarını sevmekle
nitelemiştir. Mazharlar ise a’yândaki yokluktur. Sevgi ise zuhur eden ile
ortaya çıkar. Hakk bu a'yân’da zuhur edendir. İşte zuhur eden ile mazharlar
arasındaki bu ilişki, sevgidir. Sevgi, yokluğa ilişir. Buradaki ilgisi ise
devamdır ve devam gerçekleşmemiştir (dolayısıyla sevgi gerçekleşmeyen bir şeye
ilişmiştir). Çünkü onun bir sonu yoktur. Sonu olmayanın gerçekleşmeyle
nitelenmesi de mümkün değildir.
Sevgi Hakk’ın bir niteliğidir. Çünkü Allah Teâlâ
‘onları sever’ buyurdu. Aynı zamanda sevgi ‘onlar
da O’nu sever’ ayetine göre
yaratıkların da bir niteliğidir. Bu nedenle sevgi, Hakka nispet edilmesi ve
Hakkın kendisiyle nitelenmesi nedeniyle, izzet özelliği kazanmıştır. Bu izzet
özelliğiyle de sevgi yaratıklara yayılır. Böylelikle bu nispet, iki tarafta da
bulunduğu yerde bir zelillik ve horluk meydana getirdi. Bu nedenle sevenin
-sevilenin değil-sevginin izzeti altında zelil olduğu görülür. Çünkü sevilen
bazen sevenin kölesi ve onun otoritesi altında ezilmiş biri olabilir. Bununla
beraber sevenin onun karşısında zelil olduğunu görürüz. Bizim bildiğimiz,
izzetin sevgiye ait olmasıdır, yoksa sevilene ait değildir! Müminlerin emiri
Harun er-Reşid sevgilileri hakkında şöyle demiştir:
Üç sevgili insan gem’imi ele geçirdi
Kalbimin her yerine yerleştiler
Bütün yaratıklar beni istiyorsa, bana ne!
Onlar isyan ederken, yaratıklar itaat etse ne olur?
Bu ise hevanın otoritesinden başka nedir
Onunla güçlendiler, benim
otoritemden daha izzetli oldular!
Burada Harun Reşid, ‘hevanın otoritesi’ sözüyle
otoritevi heva gücüne izafe etti.
Allah Teâlâ Kitabının dışındaki bir yerde kullarına
lütuf göstererek şöyle der: ‘Ey kullarım! Sizi özledim... Ben sizi daha fazla özledim.’ Allah Teâlâ gizli bir lütufla kendilerine
tenezzül ederek hitap eder. Bu hitap, ancak seven olması bakımından kendisinden
meydana gelebilir. Böyle bir şey, O’nu sevenlerden meydana gelebilir. Öyleyse seven, sevilenin değil, sevginin hükmü altındadır. Bir kimsenin niteliği onun aynı ise, onun kendisi
kendisinde hüküm sahibidir. Burada ilave bir durum söz konusu değildir ve bir
eksiklik yoktur. Sevgi yaratıklarda tam yerleştiğinde (onların beşeri
varlığını) siler. Çünkü yaratık yok olmayı kabul edicidir. Bu nedenle âlem
farklı suretlere girer. Söz gelişi (âlemdeki bir şey) bir surette olur. Sevgi o
surette sahibinin bilmediği yönden aşırıya kaçınca ve tecelli, (daha önce)
zuhur etmediği yönden ortaya çıkınca, suret silinir. Bu kez, suretin bulunduğu
yerde başka bir suret ortaya çıkar. Bu da hükümde -tıpkı ilki gibi-kendisine
döner. İş böyle kesilmeden sürer. Bu nedenle şu sözü söyleyen yanılır: ‘Alemin yok olması zorunludur. Allah Teâlâ’nın âlem
hakkındaki bdgisinin bir sonu vardır. Çünkü Allah Teâlâ, âlemdekiler hakkındaki
bilgisini ‘ihata’ edicilikle nitelemiştir.’
Allah Teâlâ’nın bu hakikati (sevgi) varlıkla nitelenen
bütün mümkünlere yayması, O’nun cömertliğinden kaynaklanır. Allah Teâlâ sevgiye
kendisinden daha üstün bir hazzın olmadığı bir hazzı bitiştirdi. Böylelikle
âlemdekilerin bir kısmı diğerlerini sever. Bu sevgi, mutlak sevgiden
sınırlanmış bir sevgidir. Bu bağlamda ‘falan falanı seviyor’ ya da ‘falanca
şunu seviyor’ denilir. Söz konusu olan, (gerçekte) Hakkın belirli bir hakikatte zuhur etmesi ve
başka herhangi bir surette zuhurunu sevmesidir. Öyleyse Allah Teâlâ’yı seven
kişi, herhangi bir şeyi sevenin sevgisini inkâr etmez. Çünkü o seven olarak
sadece herhangi bir mazhardaki Allah Teâlâ’yı görür. Bu ilahi sevgiye sahip
olmayan kimse, seven kimseyi (ve sevgisini) inkâr eder.
Burada ‘bir insanın Allah Teâlâ’yı sevmesi imkânsızdır’
diyenin sözünde bir incelik vardır: Hakka veya O’ndan olan bir şeye, bir yolduk nispetinin
izâfesi mümkün değildir. Sevgi yoklukla ilgilidir. Dolayısıyla
hiçbir yaratıktaki sevgi Allah Teâlâ’ya ilişmez. Fakat Allah Teâlâ’nın sevgisi,
yaratılmışlara ilişir. Çünkü yaratılmışlar yoktur. Öyleyse
yaratılmış, sürekli ve daima Allah Teâlâ’nın sevgilisidir. Sevgi sürdükçe,
onunla beraber yaratılmışın varlığı düşünülemez. Öyleyse
yaratılmış hiçbir zaman mevcut değildir. Bu hakikat ise yaratılmışın -zuhur
eden değil-Hakkın mazharı olmasını sağlar. Öyleyse ilahi sevgiyle bir şahsı
seven kimse, bu tanıma göre onu sevmiştir. Dolayısıyla onun sevgisi hayal ile
ya da belirli bir güzellikle sınırlanmaz. Çünkü bunların hepsi, onun adına
mevcuttur ve sevgi onlara ilişmez.
Böylelikle sevgideki üç mertebe arasındaki iki fark
ortaya çıkmıştır. Bilmelisin ki, hayal bütünüyle
gerçektir. Tahayyülün ise bir yönü gerçek iken bir yönü yokluktur (bâtıl).
Sevgi Kâsesi Nedir? Cevap:
Sevgi kâsesi sevenin ne aklı ne duyusudur bilakis
kalbidir, çünkü kalp halden hale girer (tekallüb). Sevilen Allah Teâlâ da ‘Her gün bir
iştedir.’ Bu durumda sevginin ilgileri de, sevilenin fiillerinde
türden türe girmesi nedeniyle çeşitlenir. Bu durum, saf bir cam kâsenin
kendisine yerleşen sıvının değişmesine göre türden türe girmesine benzer.
Sevenin rengi, sevdiğinin rengidir. Böyle bir şey ancak kalp için olabilir. Çünkü akıl sınırlanma âlemindendir ve bu nedenle ‘bağ’
anlamındaki ‘ikal’ (kelimesinden türetilerek) akıl diye isimlendirildi. Duyunun da zorunlu olarak sınırlılık âleminden
olduğu bilinir. Kalp ise böyle değildir.
Çünkü sevginin farklı ve birbirine zıt pek çok hükmü
vardır. Söz konusu hükümleri ancak sevgiyle birlikte onlarda şekilden şekle girme
gücüne sahip birisi kabul edebilir. Bu özellik de sadece kalpte vardır. Halden
hale girmeyi Hakka izâfe etmek ise, ‘Bana dua
ettiğinde dua edenin duasına olumlu karşılık veririm’, ‘Siz bıkana kadar Allah
Teâlâ bıkmaz’ ve ‘Beni içinden zikredeni, içimden zikrederim’ gibi
ifadelerde dile getirilen duruma benzer. Şeriatın bütünü ya da çoğu, bu bölümle
ilgilidir.
Sevgi şarabı kâsede bulunan şeyin ta kendisidir.
Kâsenin mazharın ta kendisi olduğunu açıklamıştık. Şarap mazharda zuhur eden
iken içmek tecelli edenden tecelli edilen adına gerçekleşen şeydir. Özetle,
bunu bilmelisin!
Seksen dokuzuncu kısım sona erdi, onu yüz on sekizinci
soruyla doksanıncı kısım takip edecektir.
Seksen dokuzuncu Kısım; c.VI, Sh:421-429
Sevginin Kaynağı Neresidir? , Cevap:
Sevginin kaynağı, Hakk’ın el-Cemil ismindeki
tecellisidir. Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ
güzeldir, güzeli sever.’ Bu, sahih bir hadistir. Böylece Allah
Teâlâ, kendisini güzeli sevme özelliğiyle nitelemiştir. Allah Teâlâ âlemi sever
ve dolayısıyla âlemden daha güzeli yoktur. Allah Teâlâ güzeldir ve güzellik özü
gereği sevilir. Öyleyse bütün âlem,
Allah Teâlâ’yı sever. Allah Teâlâ’nın yaratmasının güzelliği, yaratıklara
yayılmıştır ve âlem O’nun mazharıdır. O halde âlemdekilerin birbirini sevmesi,
Allah Teâlâ’nın kendisinin sevmesinin bir esintisidir. Çünkü sevgi,
herhangi bir varlığın niteliğidir. Varlıkta da sadece Allah Teâlâ vardır. Celal
ve cemal, Allah Teâlâ için kendiliğinde ve yaratışındaki zâtî bir niteliktir.
Cemalin neticesi olan heybet ile celalin neticesi olan ünsiyet, Yaratan’ın
değil, yaratılmışın iki niteliğidir. Ya da bunlar kendisiyle nitelenene ait
değildir. Öyleyse, bir mevcut heybete kapılır ve ünsiyet edebilir. Hâlbuki
Allah Teâlâ’dan başka mevcut yoktur. O halde eser, niteliğin kendisiyken,
nitelik de kendisiyle nitelendiği esnada nitelenenden başka değildir. Aksine o,
nitelenin kendisidir.
Dolayısıyla -eğer anladıysan-, Allah Teâlâ’dan başka ne
seven ne sevilen vardır! Varlıkta sadece ‘ilahi mertebe’ vardır. Bu ise, O’nun
zâtı, sıfat ve fiilleridir. Nitekim ‘Allah
Teâlâ’nın kelamı ilmi, ilmi ise zâtıdır’ deriz. Çünkü Allah
Teâlâ’nın zâtına ilave bir şeyin O’nda var olması ya da zâtı olmayan bir şeyin
O’nda bulunup söz konusu şey olmaksızın O’nda bulunmayacak, aksine sadece
onunla var olabilecek Halılığının kemali gibi bir hükmü Allah Teâlâ’ya vermesi
mümkün değildir. Bunun nedeni, Allah Teâlâ’nın her şeyi bilmesidir. Zâtını
övmek maksadıyla Allah Teâlâ bunu kendinden bildirmiş, aklî delil de bunu
göstermiştir. Allah Teâlâ’nın zâtının zâtı olmayan bir şey ile kemale ermesi
imkânsızdır. Aksi halde, Allah Teâlâ’nın zâtı şerefini başkasından kazanmış
olurdu.
Allah Teâlâ’nın zâtını bilmesinden Allah
Teâlâ’yı bilenler, akılların doğru fikirleri yönünden öğrenemedikleri şeyleri
O’ndan öğrenir. Bu bilgi, sûfilerin hakkında ‘aklın bilme yeteneğinin ardında’ dedikleri
bilgidir. Allah Teâlâ kulu Hızır için şöyle der: ‘Ona
katımızdan bilgi öğrettik.” Başka
bir ayette ‘Ona beyanı öğrettik’ buyurur. Burada Allah Teâlâ, öğretim işini
-düşünceye değil-kendisine tamlama yapmıştır. Buradan, fikrin üzerinde başka
bir makam olduğunu öğrendik. Bu makam kula çeşidi şeylerle ilgili bilgi verir.
Bir kısmı fikir gücüyle algılanabilirken bir kısmı, akıl fikir yönünden elde
edemese de fikrin onaylayabileceği bilgilerdir. Bir kısmı ise fikrin
-tanımlaması imkânsız olsa bile-onaylayabileceği bilgilerdir. Bir kısmı aklın
‘fikir gücü’ yönünden kabul edemeyeceği bilgilerdir. Bunların delillendirilmesi
mümkün değildir. Akıl onları -doğru bir vakıa olarak-Hakk nezdinden öğrenir.
Bunlardan imkânsız adı kaybolmadığı gibi imkânsızlık hükmü de -akla
göre-ortadan kalkmaz.
Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle
buyurur: ‘Bilginin bir kısmı hazine gibidir. Onu
sadece Allah Teâlâ’yı bilenler bilebilir. Onu dile getirdiklerinde ancak Allah
Teâlâ ile aldananlar onu inkâr eder.’
Söze gelen bilgi böyleyse, onların sahip olduğu söze
gelmeyen bilgi hakkında ne dersin?
Her bilgi ibareye dökülemez, bunlar, (kişisel tecrübeye
dayanan) zevk ilimleridir. Öyleyse akıldan daha bilgilisi olmadığı gibi akıldan
daha cahili de yoktur! Akıl sürekli bilgi alır. O halde akıl, bilgisi
bilinmeyen âlim iken (aynı zamanda) bilgisizliğinin sonu olmayan cahildir.
Onun ‘Senin İçin’ Olan Sevgisinin Şarabı Nedir Ki, Seni O’nu
Sevmekten Sarhoş Etti? Cevap:
Tirmizi, burada ‘senin için’ ve ‘O'nun için’
kelimelerindeki edatı, sebeplilik anlamında kullanmış olabilir. Bu durumda
sorunun cevabı sebeplilik bildirmediği durumdaki sorunun cevabından farklıdır.
Bu durumda anlam şöyledir: Onun seni sevmesinin şarabı nedir ki, seni O’nu
sevmekten sarhoş etti?
Birinci ve ikinci tarzdaki cevap (birbirinden)
farklıdır.
Birinci yorumla şöyle cevap veririz: Tecellilerin başkalaşması, Hakk’ın şendeki zuhuru
bakımından gerçekleşir. Hak, senden dolayı kendisini sevgiyle nitelemiştir. Bu
tecelliden senin adına gerçekleşen bilgi, senin O’nu seven olman, yani O’ndan
dolayı seven olmandan seni sarhoş eder. Bu durumda sen O’ndan dolayı kimseyi sevmezken O
senden dolayı sever. Sen ortadan
kalksan, O sevme özelliğiyle nitelenmezdi. Sen ise, yok olmazsın, dolayısıyla
O’nun sevgiyle nitelenmesi de ezelidir. İşte bu, birinci ve İkincinin hak
ettiği duruma göre aralarında ince ve kapalı bir fark olmakla birlikte, birinci
ve ikinci tarzı kuşatacak cevaptır.
İkinci yönden vereceğimiz cevaba gelirsek, Hakk’ın seni
sevmesinin şarabı, O’nun senin O’nu sevmeni sevmesidir. O’nu sevdiğinde ise -ki
bu esnada O’nun seni sevmesinin şarabını içersin-senin O’nu sevmenin O’nun seni
sevmesinin aynısı olduğunu öğrenirsin. O’nun sevgisi, O’nu sevmekten seni
sarhoş eder. Bununla beraber, O’nu sevdiğinin farkındasındır, dolayısıyla ayrım
yapamazsın. İşte bu, marifet tecellisidir. Öyleyse seven, hiçbir zaman ârif
olamazken ârif de hiçbir zaman seven olamaz. Buradan, seven âriften ayrıldığı
gibi mârifet de muhabbetten ayrışır.
Binaenaleyh
Hakk’ın sana olan sevgisi, O’nu sevmekten seni sarhoş eder. Bu ise, şarap
içeceğidir. İsra gecesi Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem onu
içmiş olsaydı, hiç kuşkusuz ümmetinin geneli taşkın olurdu. O’nu sevmen ise,
O’nun seni sevmesinden seni sarhoş etmez. Bu ise süt şarabıdır. Hz. Peygamber
sallallâhü aleyhi ve sellem İsra gecesi onu içmiştir. Böylelikle, Allah
Teâlâ’nın yaratılmışları üzerinde yarattığı fıtrata göre hareket etmiş, ümmeti
de, Peygamber’in zevki ve içeceğinde hidayet bulmuştur -ki bu ilahi korunma ve sakınmadır-,
Böylece ümmet, ayıklık ve sarhoşluk esnasında lehinde ve aleyhinde olan şeyleri
öğrenmiştir.
Öyleyse
O’nun seni sevmesinin şarabı, Hakk’ı sevmenin O’nun seni sevmesinden
kaynaklandığını bilmendir.
Bu durumda Hakk,
O’nu sevmekten seni habersiz bırakmıştır. Öyleyse sen, sevensin, (ama) seven
değilsin. ‘Atmadın, attığında, fakat Allah Teâlâ attı. Müminleri güzelce denemek
için.’ Bu deneme, kendisinde gözüktüğü
farklı makamlardaki denemedir. Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellemde bu
deneme, düşmanların yüzüne toprak saçmakta görünmüştü. Bu bağlamda Allah Teâlâ
Hz. Peygamber’in attığını söylemiş, sonra atma fiilini ondan olumsuzlamıştır.
Tirmizi bunu ‘sarhoşluk’ diye ifade etmişti, çünkü sarhoş, akletmeyen
(düşünmeyen) demektir. Çünkü Tirmizi sarhoşlukta Ebu Hanife’nin
mezhebindeydi. O, şeriatı Şâri’den öğrenmezden önce, esas itibarıyla
Hanefi’ydi. Bu ise sarhoşluğun tanımında doğrudur. Fakat içmeden kaynaklanan
sarhoşluktan önce bir şey sarhoşta bulunmalıdır. O da, neşe ve sevinçtir. Bu ise, sarhoşluğunu tanımında Ebu
Hanife’den başkalarının benimsediği görüştür ki, doğru değildir. Bu konumdaki
her sarhoş edici hakkında meşru hüküm düzenlenir. Neşenin öncelemediği herhangi
bir şeyden sarhoş olursa, şeriatın dinî cezasına ya da hükmî herhangi bir
hükmüne muhatap olmaz.
Seksen dokuzuncu Kısım; c.VII, Sh:15-18
Muhyiddin İbn Arabî
kaddesellâhü sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde beyan buyurdu ki:
İlk insanın yaratılırken söylediği ilk söz ‘el-hamdülillah (hamd Allah Teâlâ’yadır)’ sözüdür. Bu ifade
‘Onların son sözleri hamd Allah Teâlâ’yadır’ demektir’ ayetinde belirtilir. Böylece âlem övgüyle ve
hamd ile başlamış, yine onunla sona ermiştir. Hal böyleyken, ebedi bedbahdık
nerede kalmıştır?
Hâşâ! Allah Teâlâ’yın gazabı rahmetini geçebilir mi?
Allah Teâlâ doğru sözlü olandır. Veya Allah Teâlâ genel
rahmetini (belirli bir kesime tahsis ederek) daraltır mı?
Bu konuda bir hikâye vardır:
Sehl b. Abdullah et-Tüsteri, iblis ile bir araya
gelmiş. İblis tartışmada ona şöyle demiş:
Allah
Teâlâ ‘Rahmetim her şeyi kuşatmıştır’
buyurur. Ayetteki ‘her’ genellik ifade ederken ‘şey’ en belirsiz olandır. Ben
de Allah Teâlâ’nın rahmetinden umut kesmiyorum.’
Sehl şöyle demiş:
‘Önce şaşırdım, sonra kendi zannımca rahmetin
sınırlılığını fark ederek İblis’e şöyle dedim: ‘Ey
İblis! Allah Teâlâ rahmetini ‘Ben onu yazacağım’ ayetiyle kayıtlar.’ İblis şöyle karşılık vermiş:
‘Ey
Sehl! Kayıtlama O’nun değil, senin sıfatındır.’ Sehl şöyle demiştir:
‘Buna karşılık
bir cevap bulamadım.’
Yirmiyedinci Sifr, c.XIV, sh:44
Taht anlamındaki Arş’a gelince, Allah Teâlâ’nın bu
Arş’ı omuzlarında taşıyan bir takım melekleri vardır. Onlar, bugün dört
melektir, yarın (kıyamet günü) ise sekiz olacaktır. Bunun nedeni, taşımanın
mahşere olmasıdır. Bu dört taşıyıcının suretleri hakkında İbn Meserre’nin
görüşüne benzeyen bir ifade aktarılmıştır. Şöyle denilir:
Bu
meleklerin ilki İNSAN, İkincisi ASLAN, üçüncüsü KARTAL, dördüncüsü BOĞA
suretindedir.
Boğa, Samirî’nin görüp de Musa’nın ilâhı sandığı
şeydir. Bu nedenle kavmi için bir buzağı yapmış ve şöyle demiştir: ‘İşte bu sizin ve Musa’nın ilâhıdır.’ Hikâye meşhurdur.
Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.
On üçüncü kısım, c. I, Sh:433
Muhyiddin İbn Arabî
kaddesellâhü sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde beyan buyurdu ki:
Tikel ilim olan mucizeler ilmi nefsin bir kuvveti veya
isimlerin özelliklerinden meydana gelmiş değildir. Çünkü asanın yılan haline
gelmesi Hz. Musa’nın himmeti veya ona verilen isimlerin gücünden
kaynaklansaydı, Hz. Musa aleyhisselâm ‘geriye
dönüp kaçmazdı.’ Buradan,
aracılığıyla mucizelerin gerçekleştiği kimsenin bilmediği Hakk’ın ilminde
bulunan bazı durumlar olduğunu anladık. Bu menzil, bir hile olmayışında
peygamberlerin getirmiş olduğu şeye komşudur. Fakat onlar, peygamberlerin mucizeleri
gibi değildir. Çünkü peygamberlerin getirdikleri
mucizeler hakkında bilgileri yoktur. Bunlar, velilerin himmetleri
veya nefislerinin gücü veya doğrulukları sayesinde ortaya çıkar. Bunlardan
hangisini istersen söyleyebilirsin. Bu nedenle onlara keramet denilmiş, mucize
veya sihir diye isimlendirilmemişlerdir.
Çünkü mucize, ya engellenerek veya -nefsin gücünün
olmayışı ve isimlerin özelliklerinin dışında kalmasından dolayı-insanın gücünün
yeteceği bir şey olmaması nedeniyle, yaratıkların benzerini yerine getirmekten
aciz kaldığı şey demektir. Mucizeler, peygamberlerin ellerinde ortaya çıkar.
Sihir ise, gerçekte doğru olmadığı halde, içinde doğruya dönük bir yön bulunan
şeydir. Kelime, zamanla ilgili seher (vakti) kelimesinden türetilmiştir. Seher,
ışık ve karanlığın karışımı demektir. Başka bir ifadeyle seher, kendisine sabah
aydınlığı karıştığı için, ne gecedir ne de güneşin ışığı gözlere vurmadığı için
gündüzdür. Sihir denilen şey de böyledir. Sihir, ne mutlaka geçersiz sayılıp
yok olan bir şeydir. Çünkü göz belirli bir durumu algılamıştır ve bunda kuşku
yoktur.
Velilerin kerametleri ise, sihir
kabilinden şeyler değildir. Çünkü kerametlerin kendiliklerinde varlıksal bir
gerçeklikleri vardır. Fakat onlar, mucize de değildir. Çünkü keramet (mucizenin
peygamberin bilgisinin ve himmet gücünün dışında gerçekleştiğini hesaba
katarsak), bilgi ve himmet gücüne dayanarak meydana gelir.
Yirmibirinci Kısım, c.II, sh: 221
İnanç ve iman bahsinde
bazen aklın açıklayamadığı konular bulunur. Bunlar aslında imanı düzeydeki
manevî halin tartılmasında imtihan olarak vazedilmiş hususlardır. Bu nedenle
Kâbe’yi dönmek, Hacer-i esved-i öpmek, şeytanı taşlamak gibi hükümleri bulunan
Hacc ibadeti diğer ibadetlere kıyasla aklın daraldığı ve bunaldığı
ibadetlerdendir. İnsanın ömründe bir kere yapması farz olan bu ibadetin bir
dönüm noktası olmasına sebep oluşu, temelinde bu tür ritüellerin yer alması
neden oluyor. [Haccdan sonra bu kişi çok değişti..] Hacc en çok tevili olan
ibadet olmuştur. Hacc için ne söylenilse bir o kadar az iken, yoksa o kadar da çok mu denilecek
tereddütleri barındırarak, kulun son imtihanı durumuna dönüşmüştür. Genelde
insanların ihtiyarlığa kadar bıraktığı bu ibadet İslâmın en son
farzlarındandır. Sapıtmanın arefesinde olan insanlar bu
ibadet yüzünden ayakları kaymış, inançlarını yitirmiştir. Hacc bir ayıklama
potasıdır.
İhramcızâde İsmail
Hakkı
Muhyiddin İbn Arabî
kaddesellâhü sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde beyan buyurdu ki:
el-Bezzar, Cafer b. Abdullah b. el-Mahzuni’nin şöyle
dediğini aktarır: ‘Muhammed b. Abbas b. Cafer, Hacer'i öpmüş, sonra secde
etmişti. Ona ‘ne yapıyorsun?’ dedim. ‘Dayın İbn
Abbas'ın Hacer'i öpüp sonra secde ettiğini gördüm’ diye karşılık
verdi. Sonra şöyle ekledi: ‘Ömer'in Hacer'i
öptüğünü, sonra da ona secde ettiğini gördüm.’ Başka bir rivayette, ‘Peygamberin Hacer'i öpüp ona secde
ettiğini gördüm’ demiştir.
Hacer (taş, hacer-i esved) yeryüzü kaynaklıdır ve Allah
Teâlâ yeryüzünü ‘zelil ve hor’ yapmıştır. Zelil horlukta aşırılığı bildiren bir
kalıptır, çünkü kelimenin geldiği feûl (zelûl) kalıbı Arapça’da mübalağa
bildirir. Şair şöyle der:
Kılıcın ucuyla köklerinden vurulmuş halde
Yeryüzüne -mübalağa kalıbında-zillet verilmiştir, çünkü
zelil kimseler ki onlar Allah Teâlâ’nın kullarıdır onun omuzlarında, yani
üzerinde yürümekle memurdur. Hor bir kimsenin temas ettiği şey, kendisine temas
edenden daha zelildir. Allah Teâlâ bu horlukta
yeryüzünün kırıklığını secdeyle yüzlerin ona sürülmesiyle giderdi. Yüzler insan
bedenindeki en şerefli organlardır. Taş da yerdendir. Öyleyse bu
kırıldık ona da eşlik eder, çünkü o, yüzlerin ve alınların secde ettiği yerdir.
Bu sayede yerin ve taşın kırıldığı onarılır.
Allah Teâlâ, topraktan ayrılmış ve kırıklık duygusu içindeyken taşa secdeyi
emretti. Bu secdeyle taşın da onarandan bir payı olur. Çünkü o, ilgi
gösterilen bir taştır ve Allah Teâlâ’ya nispet edilen ‘sağ el’ olması nedeniyle
de öpülmüştür. Öyleyse onun öpülmesi biat etmek amacı taşır. ‘Sana biat edenler Allah Teâlâ’ya biat etmiştir.’
Taşa secde etmenin sebebi budur.
Tirmizi, İbn Abbas’ın şöyle dediğini aktarır: Hz.
Peygamber şöyle der: ‘Hacer-i esved cennetten
sütten daha beyaz bir halde inmişti. Âdemoğlunun günahları onu karartmıştır.’ Ebu İsa şöyle der: Hadis, hasen-sahih hadistir.
Âdem’in hatası olmasaydı, dünyada efendiliği ortaya
çıkmayacaktı. Hata Âdem’i efendi yapan ve ona seçilmişliği kazandıran şeydir
(İbn Arabi burada siyah anlamındaki sevd ile efendi anlamındaki seyd kelimeleri
arasında anlam ilişkisi kurmaktadır.) Öyleyse Âdem’in hatası nedeniyle
cennetten çıkması, onun efendiliğini ortaya çıkartmak içindi. Hacer-i esved
cennetten çıkarken beyaz idi. Cennete döndüğünde de, sayesinde başkalarından
farklılaştığı ve Hakka yakınlık elbisesinin üzerinde göründüğü bir izin onun
üzerinde kalması gerekir. Allah Teâlâ onu ‘Hakkın sağ eli’ konumuna
yerleştirmiştir. Söz konusu el Allah Teâlâ’nın kendisini yaratırken Âdem’in
çamurunu yoğurduğu eldir. ‘Âdemoğullarının
hataları onu karartmıştır.’ Başka
bir ifadeyle, onu öperek kendisini ‘efendi’ haline getirmişlerdir.
Renkler arasında efendiliği gösteren renk, siyahtır.
Allah Teâlâ Hacer-i esvede siyah rengi giydirmiştir. Bunun amacı, Âdem’i efendi
yaptığı gibi, dünyaya çıkışıyla onu da efendi yaptığını öğretmektir. Âdem’in
yeryüzüne inişi -uzaklaşma değil-halife olmak demekti. Hz. Peygamber, Hacer-i
esved’in siyahlaşmasını Âdemoğullarının hatalarıyla ilişkilendirmiştir. Nitekim
Âdem’in efendiliği ve seçilmesi de onun hatasıyla gerçekleşmiştir. Başka bir
ifadeyle hataları sebebiyle Âdemoğullarına bu taşa secde edip onu öpmeleri ve
kendisiyle teberrük etmeleri emredildi. Bütün bunlar, hatalarına karşı insanlar
için bir kefarettir. Hacer-i esvedin efendiliği bu nedenle ortaya çıktı. ‘Âdemoğullarının hatası Hacer-i esvedi kararttı’ sözünün anlamı budur. Yani onu efendi yaptılar.
Siyah renk, bu anlama delil yapıldı. Öyleyse bu, Âdemoğulları hakkında bir
kınama değil, övgüdür.
Adem (aleyhisselâm) ile melekler arasında geçen
hâdiseye balcınız! Allah Teâlâ önce meleklere Adem’in yeryüzünde halife
olduğunu söylemiş, melekler Adem hakkında bilinen sözlerini söylemişlerdir.
Böylece kendilerini üstün görüp bu göreve Âdem’den daha layık olduklarını iddia
etmiş, düşüncelerini Allah Teâlâ’nın bu konudaki bilgisinden üstün tutmuşlardı.
Onların bu davranışı, Âdemoğullarının hatalarının yerini aldığı gibi Âdem'in
meleklere efendi olmasının da sebebi olmuştur. Âdem’in efendiliği ortaya çıksın
diye de meleklere kendisine secde etmek emredildi.
Mutlu, başkasından öğüt alan kimsedir. Akıllı ise,
kullarında uyguladığı hükümlerinde Allah Teâlâ’ya itiraz etmeyen kişidir. Bu
yönüyle akıllı insan, arzusunun hükmüne uymayacağı gibi yönettiği kimselere de
arzusunun hükmüne göre davranmaz. Bu konularda Allah Teâlâ’nın bir hükmü ve
idaresi vardır. Çünkü Allah Teâlâ duymayı, itaat etmeyi ve ‘yöneticilere itiraz etmemeyi’ emretti. Allah
Teâlâ bunu bir emir yapmıştır, çünkü hükümdarın adil olması, hem bizim hem onun
lehinedir; zalim olması ise, bizim lehimize, onun aleyhinedir. Öyleyse biz, her
iki durumda da kârdayız ve mutluyuz. Allah Teâlâ, bizi mutlu yaptıktan sonra
kullarında yarattıklarında yaptığı işler bize bir zarar vermez.
Yönetici ve hükümdarlarımızın işledikleri
haksızlıklardan söz edersek, onların zulümleri nedeniyle elde ettiğimiz sevap
ortadan kalkar. Aynı zamanda, düşüncemizi bu konudaki fiiline yeğlediğimiz için
Allah Teâlâ’ya karşı saygısızlık yapmış oluruz. Çünkü yöneticilerin
zulümlerinde lehimize olan şey, hiç kuşkusuz, uhrevî bir paydır. Halbuki bu
davranışımızla kendimizi ondan mahrum bırakırız. Nefsini ahiret ödülünden
mahrum bırakan kişi ise, başarısızlığa uğrayandır. Yöneticilerin adaletinde
lehimize olan pay, dünyevîdir. Dünya ise fani ve geçicidir. Öyleyse biz, gafletin bizi kuşatması nedeniyle, farkında
olmaksızın dünya payını ahiret payına tercih etmekle geçici bir sevinç elde
ettik. Öyleyse bu davranışımızla
dünya malını isteyenlerden oluruz. Nitekim Hz. Peygamberin ‘hükümdarların adil olmaları onların lehinedir’ sözündeki
pay da, uhrevidir. Halbuki hükümdarlar yaptıkları zulümle bu paylarını
değersizleştirmişlerdir. Zulmün vebali ise onlara döner.
Müslüman Allah Teâlâ’ya teslim olan, tevekkül eden ve
bütün işlerin Allah Teâlâ’nın hükmünde olduğunu gören kimsedir. Bu nedenle de,
sadece karşı çıkması emredilen işe karşı çıkar ve bu karşı çıkma ibadet olur.
İtiraz yerinde susarsa, susması gereken yerde itiraz eden kimse gibi olur.
Allah Teâlâ, bizi adalet ile hükmeden ve ona göre adil davranan saygılı
kullarından etsin!
Yetmişüçüncü Kısım,c. VI, sh:62-65
Tirmizî, İbn Abbas’ın şöyle dediğini aktarır: Hz.
Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem Hacer hakkında şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ’ya yemin olsun ki, Allah Teâlâ onu kıyamet
günü diriltecektir. Kendileriyle gördüğü iki gözü, kendisiyle konuştuğu bir
dili olacaktır. Böylece, Hakk üzere ona temas edenler için tanıklık edecektir.’
Kur’an-ı Kerim’deki garip ifadelerden birisi, alâ
(üzerinde) edatının lam (için) anlamında kullanılmasıdır. Allah Teâlâ şöyle
buyurur: ‘Allah Teâlâ’dan başkası adına (alâ nusub) kesilen Kast edilen başkası için kesilen kurbandır.
Çünkü aleyhte tanıklık, razı olmayacağın bir şeyle yapılır. Çünkü aleyhinde
tanıklık yapılan kimse bu tanıklığı kabul edip inkâr etmezse, itirafı nedeniyle
bir zarar umabilir. Burada ‘alâ’ edatını kendi anlamında almak gerekir. Her
edat da böyle yorumlanmalıdır. Hal karinesi olmaksızın hiçbir edat asıl
anlamından çıkartılmamalıdır. Aynı şekilde, buradaki ‘alâ’ edatını kendi
anlamından çıkartıp onu ‘için’ anlamında yorumlayan kimse de böyle yapmıştır.
Bu kişi, hal karinesini şunda bulmuştur: Hz. Peygamber bu hadisiyle Hacer-i
esved’e dokunmamızı yüceltmiş ve inanarak ona temas ettiğimizde bizim adımıza
büyük bir hayrın gerçekleşeceğini kast etmiştir. Bu yorum ‘Hakk üzere’ sözünden çıkar. Kast edilen, dince
belirlenmiş haktır. Çünkü Hacer-i esved, bu imana sahip her ümmetin temas
etmesi için, öpülmek ve dokunulmak üzere konulmuş Allah Teâlâ’nın sağ elidir.
Bu nedenle chak’ sözü belirsiz gelmiş, belirlilik takısı almamıştır. Allah
Teâlâ şöyle buyurur: ‘Herkes için bir yol ve
yöntem belirledik.’ Burada da
belirsiz gelmiştir. Öyleyse, bütün şeriatler haktır. Hacer-i esved’e ‘Hakk
üzere’ dokunan kimse, Hacer-i esved’in onun hakkında yapacağı mümin olduğuyla
ilgili tanıklığın kapsamına girer. Hangi dinde ve hangi şeriade olursa olsun,
aynıdır.
‘Alâ’ edatını kendi anlamında bırakmak da mümkündür ki,
bu daha doğrudur. Çünkü burada ‘hale’ kelimesi belirsiz gelse bile, anlamı
belirlidir. Belirsiz gelmesi, her şeye yayılmasından kaynaklanır. Öyleyse var
olan ve varlıkla nitelenen her şeye, Hakk eşlik eder. Allah Teâlâ ‘Her nerede olursanız, O sizinle beraberdir’ buyurdu.
Her nerede olursak olalım, Hakk varlık ve oluş bakımından münezzeh ve kendisine
layık bir halde, bizimle beraberdir. Biz, var olan bir şeyiz; bâtıl yokluk;
Hakk ise varlıktır.
Hacer-i esved Allah
Teâlâ’nın sağ eli, dokunulma ve öpülme yeri sayıldığı için, kulluğumuz gereği
olarak, onu öpmemiz gerekir. Onu öperken, Hakkın bizim
görmemiz, işitmemiz ve bizdeki gerçek fail olduğunu düşünmemeliyiz. Çünkü böyle
bir müşahede içinde olursak, Hakk kendi sağ elini öpmüş, kendi sağ eline temas
etmiş olur. Sağ el, Hacer’dir. Bir şey kendi kendine temas etmez. Âdem (aleyhisselâm) Rabbinin sağ elini seçmiştir. Rabbinin
her iki elinin mübarek sağ el olduğunu bildiği halde, yine de sağ eli
seçmiştir. Kul kıyamet günü
Hacer’e dokunma ağacının meyvesini devşirmek isterse, ona şöyle denilir: ‘Sen Hacer’e dokunmadın, Hakk kendi eliyle kendisine
dokundu.’ Sonra Hacer-i esved getirilir ve ‘bu adamı tanıyor musun?’
diye sorulur. Hacer ‘evet’ der. Ona ‘sana
teması hakkında nasıl tanıklık edersin?’ diye sorulur. Şöyle
karşılık verir: ‘Bana kendi kulluğuyla değil,
Senin vasıtanla temas etti.’ Bunun üzerine kula ‘Bu tanıklık sayesinde Hacer’e dokunmanın senin vasıtanla
değil, Hakk ile olduğunu öğrendin.’ Bu esnada tanıklık, insanın
lehine değil, aleyhine gerçekleşir. Artık onun talep edeceği bir şey kalmaz.
Şâri’, işin kendiliğinde bulunduğu durumu bize bildirmiştir ki, kul olarak ve
bu ibadede yükümlü-mecbur kimseler olarak Hacer-i esved’e temas edelim. Nitekim
Ömer b. Hattab böyle yapmıştı.
Şöyle sorulabilir. Hz. Peygamber Rıdvan biatinde kendi
elini diğer elinin üzerine koyarak, biat etmiş ve şöyle demişti: ‘Bu, Osman adınadır.’
Osman ise o biatte yoktu. Kul da Hakk vasıtasıyla Hacer’e temas
ettiğinde, Hakk sağ eliyle sağ eline temas etmiş demektir. Çünkü Hakkın her iki
eli de sağ eldir ve bu temas ‘Hakk üzere’ ona temas eden kul adına
yapılmıştır. Kul da, bunun ürününü kıyamet günü devşirir. Hz. Peygamber
sallallâhü aleyhi ve sellem ‘bu el Osman içindir’ demişti. Bu yorumda kulun
mazereti, müşahede halinin otoritesinin onu etkisi altına almasıdır. Çünkü kul,
dış varlıklarda Allah Teâlâ’dan başkasını müşahede etmemiştir.
Bu soruya şöyle karşılık veririz: Hz.
Peygamber’in kendi eliyle diğer eline temas etmesiyle aynı şeyin Allah Teâlâ
için düşünülememesi arasındaki fark şudur: İki benzer arasında ilişki
geçerlidir. Peygamber ile Osman’ı birleştiren şey, kulluk ve yaratılışın
hakikati demek olan insanlık hakikatidir. Bu nedenle Hz. Peygamber Osman
adına vekil olabilmiş, her biri diğerinin yerini alabilmiştir, ikinci ayırıcı
ise, biat ettiği elin Allah Teâlâ’nın eli olmasıdır. Böylece sahabe, elleriyle
o ele biat etmişlerdir. Dokunulan şey Allah Teâlâ’nın eli, dokunan ise, yine
Allah Teâlâ’nın elidir. Allah Teâlâ ile kullar arasında bir ilişki yok iken
burada bir ilişki vardır.
Şöyle sorulabilir:
Burada ilişki, insanın ‘ilahi sûrete’ göre yaratılmış olmasıdır ve bu nedenle
insanın Allah Teâlâ’nın isimleriyle ahi aklanması mümkün olabilmiştir. Bu
soruya şöyle yanıt verebiliriz: Sûrete gelirsek onu inkâr etmeyiz.
Ahlâklanmadan söz edersek, onu da inkâr etmeyiz. Fakat burada (hacer-i esved’e)
temas kula izâfe edilmiş, teması ise Hakk vasıtasıyla yaptığı düşünülmüştür. Gerçekte
temastan başka bir şey yoktur ve o Hakk vasıtasıyla gerçekleşmiştir. Öyleyse
Hakk, temas etmiştir. Sûret, hiç kuşkusuz, Hakkın aynı değildir, çünkü sûret
Hakk’ın aynı olsaydı ‘Adem’i kendi sûretine
göre yarattı’ denilmezdi. Bu noktada ‘Hakk
kulun işitmesi görmesi ve eli olur.’ Burada
duyan bakan ya da herhangi bir fiilin faili olması yönünden o Hakkın aynıdır.
Başka bir ifadeyle kul, bu esnada oluşta bir etkisi, hükmü ve hali olan
niteliğin aynıdır.
Kardeşim! Hepsi güzel haller olsa bile, hacer-i esved’e
dokunurken hangi halde olacağını seç! Hepsi güzel haller olsa bile aralarında
açık bir fark vardır. Alâ (‘e, üstüne) edatını kendi bağlamından çıkartmak
sıradan insanlar adına daha uygun, anlamında bırakmak ise seçkinler için uygun
yorumdur. Büyüklerimiz, her iki yorumla Hacer’e temas edenlerdir; bir (yandan)
Hakk vasıtasıyla ona temas ederlerken bir de kulluk bakımından ona temas
ederler. Böylece iki niteliği birleştirir, iki ödül elde eder, kıyamet günü
Hacer onun lehinde ve aleyhinde tanıklık eder. Nitekim büyük insanlar, Hakk’tan
Hakk’a sülük eder.
Makamın Ardında Namaz
Ebu Davud, Abdullah b. Ebi Evfa’dan şöyle bir hadis
aktarır: ‘Hz. Peygamber umre yapmış, Kâbeyi tavaf
etmiş ve makamın ardında namaz kılmıştır.’
Allah Teâlâ İbrahim’in makamını namazgah edinmemizi
emretmiştir. Bunun bâtını yorumunu, daha önce belirtmiştik. Namaz kılarken
ondan habersiz kalmayalım diye, o namazgâhı görebileceğimiz şekilde önümüze
aldık. Böylece onu görmek, içinde değilsek bile o makamı elde etmeyi Allah
Teâlâ’dan istemeyi hatırlatır. Onu görmek bizim halimiz ise, bu kez, Allah
Teâlâ’dan o makamın sürekliliğini ve bizim o halde kalmamızı istemeyi
hatırlatır. Her iki durumda da, onun ardında bulunmamız gerekir. Bunun amacı,
onu ardımıza atarak -kendisini görmediğimiz için de hatırlamayanlardan olmam
azı sağlamaktır.
Yetmişüçüncü Kısım, c. VI, sh:66-69
Muhyiddin İbn Arabî
kaddesellâhü sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde beyan buyurdu ki:
Zeki insanın amelinin gayesi, asli bir nübüvvet
olmalıdır, feri değil! Çünkü seçimlerde onun ihtiyarı olsa bile, işler gerçekte
seçimi kabul etmez. Hakk bütün varlıklarda böyle yapmıştır. Allah Teâlâ her cins
içinde bir şeyi seçmiştir.
Allah Teâlâ, sayılardan doksan dokuzu,
diyarlardan cenneti, cennetteki mutluluk hallerinden görmeyi, hallerden rızayı,
zikirlerden ‘Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur’ zikrini (kelime-i
tevhid), kelamdan Kuran’ı, surelerden Yasin’i, ayetlerden Ayete’l-Kürsi’yi,
mufassalın kısalarından ‘Allah Teâlâ birdir (ihlas)’ ayetini, zamanların
dualarından Arefe günü duasını, bineklerden Burak’ı, meleklerden Ruh’u,
renklerden beyazı, olgulardan bir araya gelişi, insandan kalbi, taşlardan
Hacer-i evsedi, evlerden Beyt-i mamuru, ağaçlardan Sidre’yi, kadınlardan Meryem
ve Asiye’yi, erkeklerden Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemi seçti.
Yıldızlardan güneşi, hareketlerden doğru hareketi, yasalardan indirilmiş
şeriatı, kanıtlardan varlık kanıtını (burhan), suretlerden Âdem’in suretini
seçmiş ve onu ilahi surete göre izhar etmiştir.
Allah Teâlâ, nurlarda görmeye vesile olan
ışığı, iki zıttan ispatı, iki çelişikten varlığı seçmiştir. Allah Teâlâ,
rahmeti gazaba seçmiş, namazın hallerinden secdeyi, sözlerinden Allah Teâlâ’yı
zikri seçmiştir. Allah Teâlâ irade sınıflarından niyeti seçmiştir. Bu nedenle
niyet, âlemin kabul ve reddinde hükümrandır. ‘Herkes için niyetlendiği vardır.’
Amel edenden başkasını ise sevapta ve ziyadesinde amel edene katarsın.
çünkü Allah Teâlâ’yı zikretmek namazdaki en büyük
unsurdur. Allah Teâlâ böyle buyurdu: ‘Namaz taşkınlık ve kötülükten alıkoyar. Allah
Teâlâ’yı zikretmek ise daha büyüktür.’ Namaz bir münacattır. Allah
Teâlâ’yı zikreden ise, Hakk ile oturandır. Kul Hakk’ı zikrederse, Hakk onun
dili olur. Namazın fiillerinden secdeyi seçmesine gelirsek, bunun nedeni,
secdede şeytandan korunmadır. Şeytan namazın fiillerinde özellikle secdede
insandan uzaklaşır. Çünkü secdesizlik şeytanın hatasıydı. Secde esnasında
şeytan ağlar, üzülür ve pişman olur. Pişmanlık, tövbedir ve bu kadarlık bir
tövbenin de kabul edilmesi gerekir. Allah Teâlâ, ısrarla tövbe edenleri sever.
Secdeden kalkınca şeytan tekrar saptırmaya başlar.
Rahmetin fiili minnetle gerçekleşir ve zorunlulukla
faildir. Rahmet her şeyi kuşattı. Gazap da rahmetin kuşattıklarından biridir.
Rahmet ile katışık olmayan saf gazap yoktur. Rahmete ise gazap katışmaz. ‘Gazabım bir
insana helal olursa o, düşer (yıkılıp gider).’ Böylece gazabı düşme
özelliğiyle nitelemiştir. Gazap düşünce rahmete yuvarlanır, rahmet de kendisini
kuşatır ve içerir. Dolayısıyla gazap rahmete düşebilir ve gazaptaki rahmet
vasıtasıyla düşmüştür (düşmek de rahmetin bir sonucudur). Binaenaleyh gazabın
düşmesini sağlayan şey, rahmettir ve saf rahmet, bu sayede gazabı kabul eder.
Gazaptaki rahmet, tıpkı içimi nahoş ilaçtaki rahmete benzer. Hasta -nahoş olsa
bile-onu içer. Onda gizli bir rahmet vardır ve bu nedenle insan hasta olunca
nahoş ilacı içmiş, gizli rahmet de hastayı iyileştirmiştir. Bu ise saf
rahmettir. Bu nedenle ahirette rahmete ve onun hükmüne ulaşılır. Cehennemlikler
ateşten çıkmasa bile onların da ateşte bir nimeti olacaktır. ‘Allah Teâlâ
her şeye kadirdir.’ Allah Teâlâ’nın dünyada ateşte yarattığı yarar
ve rahata bakınız! Allah Teâlâ’nın dünya hayatında bazı hastalıklara karşı
ateşte yarattığı ‘tütsüleme’ yönteminden başka bir şey olmasaydı, bu bile
yeterli bir kanıt olabilirdi. Çünkü tütsüleme ilaçların en keskinidir.
Etkisinin gücü nedeniyle de tevekküle zarar verir. Gerçekte o, eş-Şafı ve
el-Muafı isimlerinin yerini alır. Bu nedenle ilahi gayret, bu yöntemi
kullananın tevekkül sahibi olmadığı hükmünü verir.
çünkü varlık O’nun niteliğidir. Allah Teâlâ mümkünler
için de kendi niteliğini tercih etti. Ancak bu olabilirdi zaten, çünkü Allah
Teâlâ iktidar sahibidir. İktidardan ise varlık meydana gelir. ‘Allah Teâlâ
dilerse sizi götürür, başkasını getirir’ der. İktidar varlıkta
diretmiştir. İrade ise yok etmeyle ilgilidir. Bu durumda onun adı, el-Mani’dir.
Men etmek yokluktur.
İspat kendisine ‘ol’ denilen şeyin ta kendisidir. O şey
yoklukta iken Allah Teâlâ onun adına ispatı olumsuzlamaya tercih etti. O şey de
yokluk halinde mümkün olmayı sürdürür. Bu husus, yokluk halindeki tercihle
ilgili ince bir meseledir. Mümkün kendisindeki bu zâtî yoksunluk nedeniyle
-Hale kendisinden bunu istediğinde-varlığı kabul etmiş ve üzerinde bulunduğu
ispat hükmü nedeniyle hızla varlığa koşmuştur.
Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem perde nurları
hakkında ‘Nur idi, nasıl gerebilirim ki?’ demiştir. Sonra Allah Teâlâ, kendisi nur iken,
görmeyi vaat etmiştir. Hakk’ın kendisinde kullarına gözüktüğü nurun bu perde
nurlarının arasından seçilmiş olması gerekir. Perde nurlarına örnek olarak,
mutlak birlik, izzet, kibir ve azamet nurlarını verebiliriz. Bütün bunlar, göz
(algısından) yüksek iken hükümleri kalpte kalır. Onların kalkmasıyla Hale
görülürken hükümlerinin kalpte kalmasıyla kullar görme esnasında kendilerinden
geçer. Bu olmasaydı, Hakk’ı müşahede esnasında kendilerini görürlerdi.
çünkü Allah Teâlâ onu kendi suretine göre yaratmış,
böylece bütün güzel isimlerini ona vermiştir. Bu isimlerin gücüyle de,
kendisine teklif edilen emaneti üstlenebilmiştir. Bu hakikatin gereği ise,
emaneti ehline ulaştırmaktır. Gökler, yerler, dağlar o emaneti taşımaktan
çekinmiş, insan ise onu üstlenmiştir. İnsan -onu taşımasaydı- ‘zalim’ ve
cahildir. Çünkü
Allah Teâlâ’yı bilmek, O’nu bilmemek demektir. ‘İdraksizliği idrak, idraktir.’
İnsan bilinmeyen birisi bulunduğunu öğrendiğinde, bilmiş sayılır. Bu ise,
bilinmeyenin olduğunu bilmektir. Bilginin konusu ise O’nu bilmemektir.
Bu kanıt, gerçeğin sübutunu tam olarak bilmeyi ve
hasmın kanıtını geçersiz kılmayı sağlar. Cedelci kanıtların bu gücü yoktur.
Onlar, bazen gerçek olmasalar bile, sadece hasmın kanıtını geçersizleştirir.
Bir hayrete yol açan sofist kanıt ise, metafizik bilgide bir açıdan cedelci
kanıtlardan daha çok varlık kanıtlarına yakındır.
Bunun nedeni, onda ahiret hayatını ve dünya yararlarını
genel anlamda içermesidir. Dünya hayatındaki iyiliğin sürekliliği için konulmuş
akli yasalar ise Allah Teâlâ’ya yaklaşmayı sağlayıcı özelliklerden yoksundur.
Onlar, amellerin kabulü, derecelerin yükseltilmesi ve cennet ve cehennemlerin
ispatıyla ilgili değildir. Bütün bunları Allah Teâlâ nezdinden indirilmiş
şeriatlar ifade edebilir. Allah Teâlâ’nın kendilerine yazmadığı ibadetler
geliştirip onlara Allah Teâlâ’nın rızasını kazanmak amacıyla hakkıyla riayet
edenler, Allah Teâlâ nezdinden indirilmiş bir şeriat sahipleridir. Onlar bu
şeriat içinde iyi adetler ortaya koymuşlardır. Bu adetler, kendilerine
indirilmiş şeriata göre Şâri’nin yasasına uygundur ve onlara bu adetleri ortaya
koyma izni veren Şâri’dir. Akli yasalar ise bu insanların yaptığı bu adetler
değildir. Bu nedenle onlar için bir sevap belirlenmiştir.
Allah Teâlâ’nın suretine, göre yarattığı insanı da bu
yola tahsis etmiştir. Mutlu, kıyamet günü bu yolda haşredilecektir. Öyleyse
dünya ve ahirette bu yol insana özgüdür, çünkü günahkârlar gerisin geri
harekete göre diriltilecektir. Allah Teâlâ günah-kârlar hakkında şöyle der: ‘Görsen ki, günahkârlar Rablerinin nezdinde başlarını öne
eğmiştir Yatay-eğik hareket
ise, hayvanlara özgüdür. Bu nedenle dikey hareket, Allah Teâlâ’nın ilahi
surette yarattığı insana aittir. Söz konusu
varlık, dünya ve ahirette bu niteliğin sahibi olan insan-ı kâmildir. Bu nedenle
Allah Teâlâ Âdem’i bu surete tahsis etti. Çünkü insan, bu doğrusal hareketin
üzerinde-baki kalan mutluluk ehlidir ve bu nedenle onu ‘halife’ diye
isimlendirdi.
Bu nedenle İbrahim Peygamber, ‘Bu en büyüktür’ demişti.
İki yaklaşıma göre güneş, Kürenin kalbine tahsis edilmiştir. Burası, dördüncü
göktür ve İdris (aleyhisselâm) oradadır. Allah Teâlâ İdris’i yüksek bir mekâna
yükselttiğini bildirmiştir. Bu mekânın yüksek olması, feleklerin kalbi
olmasından kaynaklanır. Dördüncü gök, mertebece (mekanet) yüksektir. Onun
üzerinde olan ise -dördüncü gök altında olsa bile-mesafe bakımından ve
başlarımıza nispetle yüksektir. Güneş doğumu ve batımıyla gece ve gündüzü
oluşturur. Allah Teâlâ o ikisi için iki perde yarattı ki, bu, ‘nikâh’ demektir.
Gecenin gündüze girmesi, türeyenlerin varlıklarının ortaya çıkmasını sağlar.
Allah Teâlâ’nın gece ve gündüzde yarattığı yaratıklar, bu girme ve gizlenmeden
doğar. Allah Teâlâ bu varlıklardan her biri adına güneşin hareketinden gizli
bir talep yaratmıştır. Bu talep, varlıkları o talepten ortaya çıkartmayı
amaçlar.
diğer insan mizaçlarından ayrı olarak, onun mizacının
gerektirdiği kemal ve itidaldir. Bu mizaç sayesinde Hz. Peygamber, ‘Âdem henüz
toprak ve su arasındayken peygamberliğini görmüştür. Bu esnada Hz. Muhammed
sallallâhü aleyhi ve sellemin parçaları, unsurdan oluşan türeyenlerde dağınık
bir haldeydi. Bu konu, Misak ayetinde dile getirilen hususu bilenlerin
kavrayabileceği ince bir meseledir. Allah Teâlâ kendilerini kendilerine tanık
tutarak ‘Ben sizin Rabb’iniz değil miyim?’ diye sorduğunda, Âdemoğullarını Âdem’in sırtından
çıkartmış, onlar da ‘Evet’ demişti. Sözü edilen şey insanların üzerinde
doğdukları fıtrat iken sonuçta insanlar da ona varır. Bu toplama hakkında Hz.
Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Ruhlar
sıralı askerlerdir.’ Allah Teâlâ onları toplayınca, suretlenme
mertebesinde toplamıştır. Onlardan yüz yüze gelmiş olanlar, burada birbirlerini
tanır. Orada sırt sırta gelenler ise, burada birbirlerini tanımaz. Orada yüzü
başkasının sırtına dönük olanlar ya da bir yanına dönmüş olanlar da, burada
aynı şekilde davranır. Bu konuda şu dizeleri söyledim:
Kalpler sıralı askerlerdir .
Toplanma mertebesinde, gözüken ve ayrılan
Orada tanışmış olanlar birbiriyle uzlaşır
Birbirini tanımayanlar ise burada ayrı düşer
Ahirette herkes bu tanıklığı onaylayacak ve inkâr
etmeyecek, kendi adına Rablik iddiasında bulunmayacaktır. Allah Teâlâ şöyle
der: ‘O gün uyanlar, uyduklarından
uzaklaşacaktır.’ Hz. Peygamber
sallallâhü aleyhi ve sellem, en büyük ilahi tecelligâh olmuştur ve ‘Bu sayede öncekilerin ve sonrakilerin bilgisini
öğrenmiştir’. Öncekilerin bilgisinin bir yönü, Âdem’in isimleri
öğrenmesiydi. Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve selleme ise ‘cevamiü’l-kelim’
verilmiştir. Allah Teâlâ’nın kelimeleri tükenmez. O, kıyamet günü bütün
yaratıklar üzerinde efendi olacak; melek, resul, nebi, velî ve müminler gibi
şefaatçilerin şefaat etmeleri için şefaat edecektir. Görülen günde makam-ı
mahmud Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve selleme aittir.
Bu durum, o ikisinin erkeklere ait kemale katılmaları
demektir. Bununla beraber erkeklerin kadınlar üzerinde bir derecesi vardır ve
bu derece gerçektir, kaybolmaz.
Sidre, kulların amellerinin ulaştığı yer ve ayrım
mekânıdır. Amellerin suretleri onun altında kalır. Allah Teâlâ onları nurlardan
-Ki amellerin nurlarıdır-diledikleriyle örter ve dolayısıyla kimse onları
niteleyemez. Daha önce de söylediğimiz gibi bu nurlar, amellerin nurlarıdır ve
amellerin suretlerinden ortaya çıkar. Böylelikle amelleri gizler, kimse onları
betimleyemez. Eşyayı betimlemek, sınırlamak ve temyiz etmek demektir. Ameller
ise farklı farklıdır ve bir takım mertebeleri olduğu gibi nurları da
mertebeleri sayısıncadır. Bir kısmı üstün, bir kısmı daha üstün; bir kısmı
aydınlık, bir kısmı daha aydınlıktır. Üstünün niteliği daha üstün olandan,
aydınlık olanın niteliği daha aydınlık olanınkinden farklıdır. Dolayısıyla
amellerin nurları, herhangi bir nitelikle sınırlanmaz. Onları bir nitelikle
sınırlarsan, zıddı bunu ortadan kaldırır ve dolayısıyla nitelemede onlara
haklarını vermemiş olursun. Amellerin nurları, tek bir derecede değildir ve
bu nurlar, onları örtmüş ve perdelemiştir. Dolayısıyla kimse, onları
niteleyemez. Onlar, böyle gölgelenmiş olsalar bile, bütün ağaçlara fazla
gelecek nur elbiseleri onlara giydirilmiştir. Sidre, yemektir ve yıkayıcıdır.
Kirazları iricedir, şehiderin ruhları ondan beslenir.
çünkü o, her gün hayat nehrinin damlalarından yaratılmış
meleklerin doldurduğu yerdir. Bu damlalar, hayat nehrine dalan Ruhu’l-Emin’in
kanatlarını çırpmasından meydana gelir. Cebrail bu meleklerin, yani Beyt-i
mamur’u dolduran meleklerin yaratılması için her gün bu nehre bir kez dalar.
Bunların sayısı, yetmiş bindir. Bir kez çıktıklarında bir daha geri dönmezler.
Meleklerin imar ettiği yerdeki sır ise orada kalır ve bir boşluk yoktur. Âlemin
tümü, boşluğu doldurmuştur. Artık bunu araştır! Çünkü o pek yüce bir bilgidir.
Bunu araştırmak, varlıkların varlıklar içindeki dönüşümlerinin; yaratıkların
tavırdan tavra girmesinin bilgisini öğrenmeni sağlar. Böylece Allah Teâlâ’nın
her şeye -şey olmayana değil-güç yetiren olduğunu öğrenirsin. Şey olmayan ise,
‘şeyliği’ kabul etmez; kabul etseydi; hakikati ‘şey olmamak’ olmazdı. Bir şey
kendi hakikatinin dışına çıkmaz.
Dolayısıyla hakkında ‘şey değil’ hükmü verilen bir şey
yoktur. Şey hakkında ise ‘şey değil’ hükmü verilemez.
çünkü onu Allah Teâlâ biatleşmede sağ elinin yerine yerleştirmek
üzere indirdi. Donuklardan daha çok (Allah Teâlâ’yı) bilen ve O’na daha sürekli
ibadet eden kimse yoktur. Çünkü donuklar, bitki ve canlının hakikatinin yerine
getirmekten aciz oldukları marifet ve mutlak ibadet üzere yaratılmıştır. Bu
nedenle donuktan herhangi bir şey insanda bulunmaz, insanda bulunan her şey,
gelişme özelliğine sahiptir ki, o da bitkilere ait bir özelliktir. Canlı ise,
yönlerde tasarruf imkânına sahiptir. Öyleyse herhangi bir varlık madenden
ayrıştığında, kendi hakikatiyle iddiayla bezenir. Bu ise, her bilenin farkına
varmadığı gizli bir çatışmadır. Sehl (Tüsteri) buna kısmen dikkat çekmiş, fakat
gerçeği olduğu gibi söylememişti. Sehl bu meseleyi biliyordu da söylediğiyle mi
yetindi ya da Allah Teâlâ o esnada söylediğinden fazlasını kendisine bildirdi
mi bilemiyorum. Allah Teâlâ onu sağ el olarak seçmiştir.
Kalp Allah Teâlâ’yı sığdıran organdır, çünkü Allah
Teâlâ her gün bir iştedir. Gün ise, an içinde teneffüs edenin nefesi
miktarıdır. Sürekli başkalaşması nedeniyle ‘kalp’ diye isimlendirildi. Bakınız!
Kalp Rahman’ın iki parmağı arasındadır ve onu Rahman halden hale çevirir. Başka
bir isim Rahman ismiyle birlikte kalbe etki edemez. Dolayısıyla Rahman ismi,
hakikatinde bulunan şeyi verir. Öyleyse Allah Teâlâ’nın rahmeti, her şeyi
kuşatmıştır. Başkalaşma esnasında gördüğümüz her şey -ki bu, bir sıkıntı, azap
ve bedbahtlığa ulaştırabilir-bir rahmet içerir. Çünkü değişme, Rahman’ın
parmaklarıyla gerçekleşmiştir. Çünkü Rahman kalbi söz konusu durumla doğrulttuğu
gibi aynı şekilde diğer hal ile de saptırmıştır. Öyleyse bu, göreli bir
sapmadır. Kalp, doğrulukta değiştirdiği gibi eğrilikte de kendisini değiştiren
ismin (Rahman) otoritesi nedeniyle rahmete varacaktır. Bu, Allah Teâlâ’dan
kullarına dönük bir müjdedir: ‘Ey kendilerine
karşı aşırıya giden (zulmeden) kullarım!’ Burada herhangi bir
aşırıya gitme türü zikredilmeyerek, müsriflerin bütüıı halleri dile
getirilmiştir. ‘Allah Teâlâ’nın rahmetinden ümit
kesmeyiniz., Çünkü sizi saptıran,
Rahman’ın parmağıdır. ‘Allah Teâlâ,
bütün günahları bağışlar.’ Bu, nesh edilemeyecek bir rivayettir. Bu
ifadeyle ‘Allah Teâlâ kendisine şirk koşulmasını
bağışlamaz’ ayetini uzlaştırırız. Hakk
şirki dilediği şekilde cezalandırır, sonra Rahman’ın parmağı onun üzerinde
hüküm verir. Bu durumda müşrik rahmete varır. Şirkin dışında (kalbin
değişmesiyle ilgili) başka sapma türleri ise bağışlanır. Bunların bir kısmı,
cezalandırmadan sonra bağışlanır. Söz konusu kimseler, müşrik olmadıkları halde, büyük günah
işleyen ve kömüre döndükten sonra şefaat ile ateşten çıkanlardır. Buna inanmak vaciptir. Bir kısmı ise, herhangi bir
cezalandırma olmadan işin başında bağışlanır. Öyleyse
herkesin rahmete ulaşması zorunludur.
çünkü toplanma, cem’de (birlik) ayrım ve temyizi
sağlar. Dolayısıyla Rab ve merbub, kadir ve makdur (güç yetirilen) olmalıdır.
Toplama, seçilen şeydir ve ilahi isimlerin hakikatlerinin ilgileri nedeniyle
zorunludur.
Çünkü bütün renkliler, ona dönüşürken beyaz onlara
dönüşmez. Onun beyazlığı, kendinde, gizlidir ve siyah, kırmızı sarı ve diğer
renklerin perdesiyle varlıkta gözükür. Böylece herhangi bir yerde bulunan renk
beyazdan var olduğu gibi görenin gözündeki renk de beyazdan meydana gelir.
Renklinin kendisinde ise aynı şey yoktur. Örnek olarak beyaz dağların uzaktan
kara görünmesini verebiliriz. Onların yanına geldiğinde beyaz olduklarını
görürsün. Halbuki haklarında kara hükmünü vermiştin. Verdiğin yargında
yanılmış, siyahlığı ise doğru görmüş sayılırsın. Bunun niteliği meçhuldür.
Göğün maviliği de öyledir. Gök gözün görmesi nedeniyle mavi iken kendiliğinde
başka bir renkte olabilir.
çünkü melek, felek, unsur, madde ve doğa kaynaklı bütün
suretlere bu Ruh’tan üflenir. Ruh, eşyanın hayatının bağlı olduğu ve Allah
Teâlâ’ya izafe edilen ruhtur. O, hayatın kendisinden meydana geldiği Rahman’ın
nefesidir. Hayat, nimet; nimet ise mizaca göre gerçekleşen hazzın kaynağıdır.
Nitekim serin mizacı hakkında ‘hararetlinin azap gördüğü şeyden nimetlenir’
demiştik. Bunu anla! Şâri’nin –anlarsan-‘Ateş
ehli olan cehennemlikler bulunduğu gibi cennet ehli olan cennetlikler de
vardır’ demesi yeterlidir. Allah
Teâlâ cehennemlikler hakkında ‘orada ölmeyeceklerini ve diri de kalmayacaklarını’ söylemiştir. Onlar, soğukluğun varlığı nedeniyle
ateşle nimeti talep eder. İşte bu, mizacın hükmüdür.
çünkü Burak, miraçların bineğidir. Burak dört ayaklılar
ile kanatlıları kendinde toplamış ve hem yüksek hem süflidir. Nitekim bazı
deniz ve kara hayvanları öyledir.
Bu dua, soyutlanma, horluk ve zamanı belli bir günün
bilinmesi mertebesinde huşuyla yapılan duadır. Arefe, gece ve gündüzü bir araya
getirir.
Çünkü bu sure, O’na özgüdür ve onda herhangi bir varlık
zikredilmemiştir. Herhangi bir şeyin mutlak birliği, O’nun özel birliğine
benzemez. Her şeyin birliğinin bu surede ispatı, Allah Teâlâ’nın kalbini açtığı
kimseye ait garip bir bilgidir. Allah Teâlâ bu sureyi kendi birliğiyle açmış ve
yaratılmışların birliğiyle bitirmiştir. Bilmelisin ki, var olanlar, el-Ahir’in
el-Evvel (Son ve İlk) ile irtibatı gibi -Evvel’in
el-Ahir ile irtibatı gibi değil-Allah Teâlâ ile irtibatlıdır. Çünkü Ahir evveli
talep ederken evvel ahiri talep etmez, çünkü O, âlemlere muhtaç değildir. Bu,
özü gereği müstağniliktir. Evvel ise, mutlak birlik ile nitelenen Allah Teâlâ
isminden Ahir’i talep eder.
Bu surenin sonunda gelen birlik ile içerdiği bilginin
kaynağına dikkatini çektim. Bu, el-Evvel ile irtibatıyla beraber, ona benzemez.
Çünkü yaratılmışların birliği Allah Teâlâ’yı talep ederken Allah Teâlâ onları
talep etmez. ‘Siz Allah Teâlâ’ya muhtaçsınız.
Allah Teâlâ zengin ve övülendir.’
Ayetler alametlerdir. Hiçbir şey için
kendinden daha ilk olanı yoktur. Ayete’l-Kürsi ise O’nun isimleri ve
nitelikleridir. Bu ise başka bir ayette bulunmaz. Böylelikle Hakk, kendisine
kendisiyle delil oldu. ‘Allah Teâlâ O’ndan başka ilah olmayandır.’
Burada Allah Teâlâ, mevcut bir ismi gaip zamirle ispat etmiş ve
olumsuzlamıştır. O’nun görünmeyen bir isimlendirileni vardır. ‘Hayy’dır.’ Bu
ise sahip olduğu isimlerin varlık şartı olan niteliktir. ‘Kayyum’dur.’ O,
kazanmış olduğu her şey ile kendisinin dışındaki üzerinde kaimdir, çünkü O, her
şeye yaratılışını verdi. ‘Onu uyku ve dalgınlık almaz.’ Bu, âlemi korumasıyla
çelişen şeylerden tenzih niteliğidir. Allah Teâlâ Kaim olmasaydı, âlem bir an
bile var olamazdı. ‘Onundur.’ Zamir Allah Teâlâ’ya döner ve gaip zamirdir.
‘Göklerde ve yerde olan şeyler.’ Bunlar, mülk ve köle olarak O’na aittir. Allah
Teâlâ ulûhiyetiyle hükmün bekası için korumayı açıklamaktadır. ‘Kim şefaat
eder?’ Şef (çift ve şefaat) kelimesi, hükümle ikilenmesi demektir. ‘O'nun
nezdinde.’ Burada da gaip zamir vardır. ‘O'nun izni olmaksızın.’ Bu, Allah
Teâlâ olmaksızın, kimsenin bağımsız olamayışından kaynaklanır. Dolayısıyla her
şeyin O’nun izninden olması gerekir. Çünkü burada, şefaat eden ve şefaat
edilenler vardır. Onlar, göklerde ve yerde şefaatçileri ve haklarında şefaat
edilenleri bilir. ‘Önlerindekini bilir.’ Bu, onların üzerinde bulundukları
durumdur. ‘Artlarındakini de bilir.’ Bu ise, kendisine dönmeleridir.
‘Bilgisinden bir şeyi ihata edemezler.’ Kastedilen, eşyaya dair bilgisidir.
‘Ancak O’nun dilediğini.’ Bir kısmını ihata edebilirler, bütününü değil!
‘Kürsüsü kuşattı.’ Kastedilen, bilgisidir. ‘Gökleri ve yeri.’ Yani, ulvî ve
süflî âlemi bilgisi kuşattı. ‘O ikisini korumak ağır gelmez O'na.’ Çünkü söz
konusu olan, manevi bir koruma, gaybi yardım, ulvî ve süflide sürekli
yaratmadır. ‘O Yücedir.’ O’nun yaratıklarından müstağni olması, zâtından
kaynaklanır. ‘Azim-dir.’ Celaliyle Allah Teâlâ’nın heybetinin bulunduğu
ariflerin kalplerinde Yücedir.
Bu sure, isim ve zamir arasında on altı
yerinde Allah Teâlâ’nın zikredildiği bir ayettir. Aynı şey başka bir ayette
bulunamaz. Ayette beş isim açıkça zikredildi: Bunlar, Allah Teâlâ, Hayy,
el-Kayyum, el-Alî ve el-Azim’dir. Dokuz zamir de açıktır. Bunlar zâhirde
gizlenmiştir. İkisi ise bâtında gizlenmiştir, görünüşte yoktur. Bu iki zamir,
bilgi ve meşiyet zamiridir. Aynı şekilde, Allah Teâlâ’nın bilgisini ve
meşiyetini kendisi bilebilir. Dolayısıyla kimse O’nun bilgisinde ya da
meşiyetinde neyin bulunduğunu bilemez. Bunlar, irade edilen gerçekleşip
bilinenin ortaya çıkmasından sonra öğrenilebilir. Bu nedenle zamir, bilgi ve
iradede gözükmemiştir.
çünkü bu sure, Kuran’ın kalbidir Onu okuyan, Kuran’ı on
kez okumuş gibidir. Kalp Sad harfine mensup suretteki (beşerî suret) en şerefli
parça olduğu gibi Sin’e (Ya-sin) mensup bu sure de en üstün suredir ve o bir
mertebedir. Burçlardan ona ait olan, güneşin şerefli evidir. Burası, başlangıç
burcu, ilkbahar mevsimi, canlanmanın geri gelmesi, başlangıcın zuhuru, doğa
âleminin süslenmeye başlamasıdır. Bunun yanı sıra nefeslerin buharlarının
inceldiği dönemdir. Söz konusu nefesleri kış mevsimi havanın soğukluğu
nedeniyle yoğunlaştırmıştı. Soğuk hava, dışarıya çıkan nefeslere bir donukluk
kazandırır. Nefes dışa çıktığında önce onları yoğunlaştırır, sonra suya
çevirir. Bu, kış mevsiminde eline üflediğinde bulduğun nemliliktir. Hakkın
(cc.) her nefes kendilerinde bulunduğu ilahi şe’nler, bu burca aittir.
Çünkü Kuran, toplama özelliğine sahiptir ve toplamada
ayrım bulunur. Çünkü toplama, çokluğun delilidir. Çokluk ise teklerdir. Öyleyse
çokluk toplamda (cem’de) ayrımın ta kendisidir. O halde Kuran, Furkan-Kuran’dır.
Çünkü bu, olumlama ve olumsuzlamayı içerir. Başkasında
bu özellik yoktur.
Allah Teâlâ hallerden rızayı seçti, çünkü o, Hakk’tan
mutlular adına gerçekleşecek son müjdedir. Bundan sonra bir müjde yoktur. Çünkü
rıza, bir rivayette yer aldığı gibi, ebediyete eşlik eden ve insanların
(Hakk’ı) görme yerinden dönmelerinden sonra gerçekleşecek bir müjdedir. Hayır!
O, büyük ziyaret esnasında görmenin geçekleştiği Kesib’te gerçekleşir.
Orası mutluluk ve bakışın gerçekleştiği yerdir. Bu ise
ehlini onun mukabili olan yerde bulunan sevimsiz şeylerden ve intikam
isimlerinin otoritesinin gereğinden gizler.
çünkü o gözün son noktasıdır. Hiçbir haz, görme hazzına
benzemez. Çünkü o, ibadet edilen hakkındaki görme kesinliğidir (ayne’l-yakîn).
•
çünkü o, isimlerin tekliğini gösterir ve tek ve bileşik
sayıları bir araya getirendir. ‘Allah Teâlâ’nın doksan
dokuz ismi vardır. Onları sayan kimse cennete girer.’ Kastedilen
sayma, bilgi, ezber ve lafız bakımından öğrenmedir. ‘Allah
Teâlâ tektir ve teki sever.’
Çünkü farzların sonucu, kulun Hakk’ın duyması ve
görmesi gibi nitelikleri olmasıdır. Nafilelerle gerçekleşen sevme ise, Hakk’ın
kulun duyması ve görmesi olmasını sağlar. Nafile, farzlardan sonra ikinci
derecededir ve bu nedenle farz önceliklidir. Hakk celalinin gereğine göre
(kutsi hadiste) belirttiği gibi ‘kulunun kulağı’ olmaya inmez. Öyleyse
Hakkın kendi niteliğiyle inmesi gerekir. Bu ise, üzerinde yaratıldığı suret
nedeniyle, kulun Hakk’ın niteliği olmasıdır. Öyleyse kulun niteliği, ‘ilahi
suretten’ koparılmıştır. Nitekim ‘Rahim Rahman’dan bir daldır.’ Farz, kesmedir,
insan onu yerine getirdiğinde Hakk’ın niteliği olabilir. Nafile kıldığında ise
Hakk onun niteliği olur. Böylelikle farz nafileden ayrışır ve üstün derece
farza ait olur. Farz bunu sağlamasaydı, Allah Teâlâ ‘Acıktım, beni yedirmedin’
ve ‘Ben kulumun kavuşmasını daha çok özlerim,
hiçbir şeyde tereddüt etmedim...’ gibi kutsi haberlerde bildirilen
sözleri söylemezdi.
Çünkü eşya Hakk’ın nezdinde kendi kaderleriyle ayrışır.
Hakk, gaybdır. Böylelikle kader, (gayb konumundaki) geceye tahsis edildi. Gece
de tıpkı gaybın gizlenmesi gibi örtünür.
çünkü onda iki suret ortaya çıkar. Allah Teâlâ bu günü
suretlere tahsis etti. Bu ise, nutfenin (rahme) düştüğü beşinci aydır. Cuma,
müennes (dişi) bir gündür. Süslenme ona ait iken yaratılış da onda
tamamlanmıştır. Allah Teâlâ onda bir saati belirlemiştir ki, bu saat
aynadaki nokta gibidir. Bu yer, aynaya yansıyanın gün aynasındaki yeridir
ve orada kendisini görür. Ayna ile aynaya bakan arasında gerçekleşen surete
göre hitap ve teklif gerçekleştiği gibi işaret isimleri de onunla meydana
gelir. Örnek olarak şu, bu, bunlar vb; o, o ikisi, onlar, sen, siz, siz ikiniz,
sizler, sen, seni, ikinizi, vb. gibi zamirler (şahıs zamirleri-işaret
zamirleri); -vikaye nun harfi korumadığında (nî şeklinde)birinci tekil şahıs
zamirini verebiliriz. Bu zamirin zorunlu olarak enniyette (benlik) bir
etkisinin olması gerekir. Bu nedenle vikaye nun’una harfler âleminden ait olan
şey, fütüvvet ve işardır ve yine bu nedenle ‘vikaye nun’u diye
isimlendirilmiştir. O ‘Sana sığınırım hadisindeki ‘sana (ke)’ zamiri
konumundadır. Bu konuda şu dizeleri söyledim:
Vikaye nun’una benzemez
Varlıkta oruçtan ve ahlâktan başkası
Fütüvvet ve isar onun varlığıdır
Lafızda, koruyucu’dan (vikaye) başka bir şeyimiz yok
Varlığın yarısı Yaratan’ın niteliğinden ona ait
Mertebeden de; o daim ve baki
olandır
Bunların ilki, Hz. Peygamber’in kemalinin görünmeksizin
ve görünerek ortaya çıktığı dönemdir. Böylece Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi
ve sellem kendi başına şeriatı ortaya koymuş,, vekillerinin şeriat yaptığı
şeyleri varlığıyla geçersizleştirmiş, dilediklerini onaylamış, hepsine imanı
ortaya koymuştur. Söz konusu şeriatlardan neshedilen ve edilmeyen her şeyi
ispat etmiştir.
İşte bu birinci asırdır. Ondan sonra, hepsi de fetih ve
zuhur ehli olan iki asır daha gelir. Bu üçü, her ayın üç gününe benzer. Hz.
Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der:
‘Bir grup savaşa
çıkar ve onlara aranızda Peygamber’i gören var mıdır? diye sorulur. Onlar ‘evet’ diye yanıt verir. Bu
durumda onlara fetih nasip olur. İnsanlardan bir grup savaşa çıkar. ‘Aranızda
Peygamber’i göreni (sahabe) gören (tabiin) var mıdır?’ diye sorulur. Onlar
da ‘evet’ der. Onlara da fetih nasip olur.’ Bu ikinci nesildir, diğeri ise
birinci nesildi. ‘Sonra bir savaşa çıkar. Onlara aranızda Peygamber’i göreni
göreni gören var mıdır?’ diye sorulur. Onlar da ‘evet’ der. Onlara da fetih
nasip olur.’
Peygamber buna bir eklemede bulunmadı. Çünkü ilahi
mertebenin dışında bir şey yoktur. İlahi mertebe ise, zât, sıfat ve fiillerden
ibarettir. İşte bu asırların en hayırlısının anlamıdır. Öyleyse ilk asrın (neslin)
inayetiyle hepsine fetih nasip olmuştur ki kastedilen Hz. Peygamber sallallâhü
aleyhi ve sellemin zâtıdır. Onun nurunun gücü ve otoritesi, kendisini görene
veya onu göreni görene ya da onu göreni göreni görene fetih nasip etmiştir.
Hz. Peygamber’in, ‘En hayırlı asır benim asrım, sonra onu takip eden, sonra ondan sonra
gelendir’ diye dile getirdiği
durum budur. Biz onları ayın üç gününe benzettik. Peygamber’in davet dönemini
ise bir aya benzettik. Çünkü insanlar ‘karn (asır, nesil)’ ve onun zaman ölçüsü
hakkında görüş ayrılığına düşmüştür. Bu bağlamda ileri sürülen görüşlerden
birisi, onun otuz yıl olmasıdır. Bu nedenle asırları
Peygamber’den kıyamete kadar bir ‘ay’ kabul ettik ve üç karnı (asır) ayın üç
günü gibi saydık.
çünkü Hz. Peygamber kendisine soru soran birine ‘Oruç tutman gerekir, oruç misilsizdir’ diyerek orucun benzersizliğini dile getirmiştir.
Bu durumda oruç ‘O’nun benzeri bir şey yoktur’ ifadesine benzer.
Allah Teâlâ kutsi hadiste ‘Oruç benim içindir’ der. Halbuki bütün ibadetleri
insana ait saymıştır. Oruç ise tenzih niteliğidir ve tenzih Allah Teâlâ’ya ait
olabilir.
Bunun nedeni isimdeki ortaklığıdır. Ramazan ilahi
isimlerden biridir ve böylelikle senenin diğer aylarına göre saygınlığı ortaya
çıkmıştır. Hz. Peygamber
onu kameri aylardan saymıştır. Bunun nedeni, bereketinin senenin tüm aylarına
yayılmasını sağlamaktır. Böylelikle bu bereket, senenin her ayında ortaya
çıktığı gibi senenin her günü için ondan bir pay gerçekleşir. Bize
göre, ayların en üstünü Ramazan, sonra Rebiülevvel, sonra Recep, sonra Şaban,
Zilhicce, Zilkade ve Muharrem’dir. Kameri ayların fazileti hakkındaki bilgim bu
kadardır. Senenin diğer aylarının faziletinin sıralanışını bilmiyorum. Bunlar
Safer, Rebiulahir ve Cemâziyelevvel ve Cemâziyelahir aylarıdır. Bu aylarda
faziletin sıralanışı hakkında bilgim yoktur. Bunlar, fazilette denk midir?
Zannı galibime göre, iş böyle olmalıdır. Çünkü bana gösterilmişti, fakat onu
kesin olarak öğrenmemiştim. Bilgim olmadığı bir konuda ise konuşmam söz konusu
değildir.
Çünkü her şeye sudan hayat verildi. Allah Teâlâ’nın su
üzerinde var ettiği Arş bile öyledir. Böylelikle hayat Arş’a sudan yayılmıştır.
Su, Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellemin ‘Hac Arafat'tır’ hadisindeki
(ifade biçimine benzetirsek), en büyük unsurdur. Bununla beraber hayatın
sebebi, suyla beraber başka şeylerdir. Fakat su (Arafat Haccın en önemli unsuru
olduğu gibi) bu şeylerin en büyük unsurudur.
çünkü Arş bütün cisimleri ihata eder. Allah Teâlâ her
şeyi ihata edendir. Arş, felekler içerisinde ve onun altında bulunan şeylerde
öncelik sahibidir. Öyleyse Arş, ilktir ve ihata edendir. Er-Rahman istiva
etmele için bu iki niteliği, yani ilklik ve ihatayı seçmiştir. Arş mülk ise,
onun seçimin dışında olması yerindedir. Çünkü sadece Allah Teâlâ ve mülkü
vardır. Allah Teâlâ’nın dışındaki her şey O’nun mülküdür. Arş bir ifadede de
diğer şeylerden ayırt edilmiştir. Bu durumda Arş’ın ille olma ve ihata bakımından
seçilmesi ortaya çıkar. Çünkü gölder ve yer Kürsü’nün içerisinde ‘ipe atılmış düğüm gibidir; Arş’ın içinde Kürsü ise ipe
atılmış düğüm gibidir’.
çünkü onlar nurdan yaratıldı. Onlarm cisimleri
nuranidir. Melekler diğer yaratıklara göre ilahi nura daha yakın olanlardır. Bu
nedenle Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem Allah Teâlâ’dan kendisini nur
yapmasını istemiştir. Bunun nedeni, doğanın karanlığını bilmesidir.
Amâ, âlemi yaratmazdan önce O’na ait idi. Buradan Allah
Teâlâ güçlü melekleri yaratmış, onları kendi celalinde hayrete düşürmüştür.
Sonra, âlemi yaratmış, onları başkasını görmeleri için cemalinin celalinde
hayrete düşürmüştür. Onlar, Allah Teâlâ’nın bir kimseyi yarattığını
bilmeyenlerdir. Bunun ne üstün bir hal olduğuna bakınız! Allah Teâlâ Amâ’yı
mekânı, Arş’ı istivagâhı, yakın semayı iniş yeri, yeryüzünü ise beraberliğinin
mekânı olarak seçti. Allah Teâlâ her nerede olursak bizimle beraberdir.
Bunun nedeni, onların hakikati Allah Teâlâ’dan tebliğ
etmeleridir. Allah Teâlâ onları kendisini bilmek için (dünya hayatına)
çıkarttı. Allah
Teâlâ bilinmeyi sevmiş, peygamberler vasıtasıyla yaratıklarına tanınmıştır. Bu bilinme onlarla gönderdiği kitap ve sayfalarla
gerçekleşti. Böylece zâtı bir bilgiyle onu bildikleri gibi kendilerinde
yaratılmış akıllarla da Allah Teâlâ’yı tanırlar. Allah Teâlâ onlara fikri
araştırma gücü verdi. Böylelikle delil ve kanıtlarla selbî-vücudî (olumsuzlayıcı)
bir bilgiyle Allah Teâlâ’yı bilmişlerdir. Akıl kendi başına bundan fazlasını
bilemez. Bundan sonra ise, zâtî bir bilgiyle peygamberler geldi. Böylelikle
yaratıklar, şeriatıyla onlara tanınan İlah’a ibadet etti. Çünkü akıl, herhangi
bir ameli ya da Allah Teâlâ’ya yaklaşmayı ya da Hakk’a ait olumlu zâtî bir
niteliği ortaya koyamaz. Düşünce deliliyle hareket ettiği sürece, aldın
şeriattan payı, ‘O’nun benzeri bir şey yoktur (ke-mislihi), ifadesinden
ibarettir. Burada ‘ke’ benzetme değil, zait bir harf olarak bulunur. Allah
Teâlâ aldın kendi başına algılayamayacağı bilgileri tebliğ etmesi için
peygamberleri seçmiştir. Söz konusu bilgiler, Allah Teâlâ’nın zâtı ve O’na
yaklaştırıcı ameller, terkler ve nispetlerle ilgilidir.
Onu kelimelerde kendi makamına yerleştirdi. Bu isim,
nitelenen fakat başkasının nitelenmesinde kullanılmayan bir isimdir. Bütün
ilahi isimler bu ismin niteliğiyken o bir nitelik olmaz. Bu nedenle onda kök
aramaya kalkmak, bir zorlamadır. Binaenaleyh ‘Allah Teâlâ’ ismi, türetilmemiş,
özel ve kelimeler ve harfler âleminde ilahi zât için konulmuş bir isimdir.
Allah Teâlâ’dan başkası o isimle isimlenmemiştir. Böylelikle Allah Teâlâ, akü
başka bir ilahın olamayacağını kanıtladığı gibi, onu da ortaklıktan korumuştur.
Böylece
Allah Teâlâ’nın seçimlerinden uyarı yerine geçecek hususları zikretmiş olduk. Bu uyarı, davet edildikleri ibret
ve basiretle bakmaktan habersiz kalan akıllara yöneliktir. Meseleyi tam olarak
açıklamış değiliz. Çünkü bizler, Allah Teâlâ’nın
yarattığı varlıkların ayrıntısını tam olarak bilmiyoruz. Allah
Teâlâ’nın verdiği güçle, varlıkları belli esaslarda sınırlamayı başarırsak, bu
taksime her şey girer. Bu bölümde Allah Teâlâ’nın varlıkta sınırlı yaratıkları
içinden her türden seçip ayırdığı tek tek bireyleri tanıtmayı amaçladık. Onlar,
kendi başına var olan veya var olmayan, mekânlı veya mekânsız ya da dolaylı
olarak bir mekâna yerleşen türler, bundan bir araya gelen ve gelmeyen
varlıklardır. Âlemin ve varlıkların kısımları, belirttiğimiz hususlarla
sınırlıdır. Burada aklın tek başına anlayabileceği göreli bir tafsilat vardır.
Bu ise, eşyanın mertebelerinin ayrışması, birbirlerinden etkilenme,
birbirlerini etkileme ve birbirlerine dayanma bakımından derece derece
olmasıdır. Fakat bu üstünlük, kendilerine olan inayet yoluyla ilahi yakınlığın
üstünlüğüdür. Yoksa hakikatleri onu gerektirmez. Bu üstünlük, kalplerimize
bildirdiği ilham bilgileri ya da indirilmiş kitap ve nebevi haberlerde tebliğ
ettiği bilgilerle öğrenilebilir. Bunun dışında başka bir yol yoktur!
Sünnetler akli delillerdir, çünkü onlar bir takım
yollardır. Farzlar ise kendisine ve yaratıklarına göre Hakk’ın durumunu
bildiren şer’î bilgilerdir.
Ey Allah Teâlâ’nın kulları!
Kitabında ya da Peygamber’in dilinde kendisini
nitelediği şekilde Allah Teâlâ’ya kulluk ediniz! Ne bir ilave ne çıkarma ne de
bir üstünlüğe yol açacak te’vil yapınız. Kendisini nitelediği şeyi O’na
bırakınız. Bu nitelik (akla göre) imkânsız ya da çelişik bir şey ise, bu, bizim
işin kendiliğindeki durumunu anlamadaki eksiklik ve acizliğimize yorulur.
Teorik akıl gücünün O’nun varlığının bilinmesiyle ve Hakk’tan kullarına
haberleri bildirenlerin doğruluğuyla ilgili yargısını ifade etmiştik.
Dolayısıyla herhangi bir itiraz olmaksızın, çelişik ya da imkânsız hususları
bile kabul etmemiz gerekir. Zâtı kendisince meçhul olan birini akıl zâtıyla ilgili
hususlarda zorunluluk, imkân ya da imkânsız hükmüne nasıl sokabilir ki; Akıl
haddini aşmamalıdır ve kendisine ait hususlarda bize indirdiği ve bildirdiği
işleri Hakk’a bırakmalıdır. Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru
yola ulaştırır. Biz ise, Allah Teâlâ’ya ve bu konudaki bilgisinde Kitap ve
Peygamber’in diliyle O’nun nezdinden gelen hususlara inanmak zorundayız.
Allah Teâlâ bizi nezdinde bulunan şeyleri öğrenmeye muvaffak etsin.
Allah Teâlâ’ya ancak yok olacak kimse itiraz edebilir.
Doksanbeşinci Kısım, c. VII, sh:175-190
Muhyiddin İbn Arabî
kaddesellâhü sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde beyan buyurdu ki:
Rehbet korkudur, değişmekten ve kaderden
Ve tehditten, doğru sözlünün bildirmesi nedeniyle
Doğruluğunu gösteren delil var
Öyleyse korkan ve ürken koşan ve öne geçendir
Körlük karanlıklarında yürür durur
Korkanın yürümesi veya âşık-sevdalının yürümesi gibi
Himmetiyle korkarak yürür ve onu görürsün
Yürüyüşünde korkar, yıldızın kaymasından bile
Birincisi, tehdidin gerçekleşmesi,
İkincisi bilginin değişmesi,
üçüncüsü ise, takdir edilen işin gerçekleşmesinden
korkmak.
Birincisi, hükmü kalkmayan ve geçerli bir haber yoluyla
tehdidin gelmesidir. İkincisi ise, bilginin değişmesidir. Bu durum ‘Allah Teâlâ
dilediğini siler ve dilediğini sabit kılar” ayetinde belirtilir.
Üçüncüsü ise ‘Benim nezdimde söz değişmez” ayetinde belirtilir. Belirli bir şeyle
sınırlanmayan genel rehbet ve korku ise, kulun belirlenmiş cezaların kendisine
uygulanmasından endişe ettiği bütün korkulardır. Burada hükmün ilahi kaynaklı
olmasıyla akıl kaynaklı olması birdir. Akıl kaynaklı hakkında Allah Teâlâ ‘Kendilerinin ortaya koyduğu bir ruhbanlık” demiştir.
Yani onlar, bunu kendileri adına icat etmişlerdir, yoksa biz kendimizden onlara
bunu yazmadık. Hakk da ruhbanlığı geçerli saymış ve kendisine riayet
etmediklerinde onları cezalandırmıştır. Öyleyse Allah Teâlâ ruhbanlığı onlara
yazmamıştır, (onlar ise) ancak Allah Teâlâ’nın rızasını kazanmak üzere bunu
geliştirmişlerdir. Bu nedenle de Allah Teâlâ, bu konuda niyetlerini ve
maksatlarını güzelleştirsinler diye, ruhbanlığa uyanları övmüştür. Sözde ise
bir takdim ve tehir vardır. Adeta Allah Teâlâ şöyle der: Onlar ruhbanlığa
sadece Allah Teâlâ’nın rızasını kazanmak üzere hakkıyla riayet etmişlerdir.
Burada ruhbanlığa uyanları kast etmektedir. Bizim şeriatımızda bu ruhbanlığın
tezahürü, ‘Kim iyi bir âdet çıkartırsa...’ şeklinde dile getirilmiştir ki,
(bidat-ı hasene) bu da, bir şey üretmek kabilindendir.
Ömer b. Hattab radiyallâhü anh, insanları Ramazan’da
(teravih için) cemaatte toplayınca şöyle demiştir: ‘Ne
güzel bidat (âdet) oldu bu’ diyerek onu ‘bidat’ diye isimlendirdi. Günümüze
kadar sünnet bu konuda böyle sürmüştür. Meşru ameller (bir kez
niyetlenildiklerinde) yapılmaları zorunlu olduğu için -söz gelişi adale gibiyükümlü
korkmuş ve korku kendisini kaplamıştır (rehbet). Böylelikle korku kendisini
hadleri korumaya sevk etmiştir. Bu nedenle de ‘rahib
(korkan)’ diye isimlendirilmişken şeriat da ruhbanlık diye
isimlendirilmiştir. Allah Teâlâ Teala, kitabında ruhbanları övmüştür. Bu
bağlamda bazı insanlar korkularını tehdide bağlarken tehdidin gerçekleşmesinden
endişeye kapılır. Örnek olarak, tövbe etmeden ölen insan hakkında tehdidin
gerçekleşeceğine inanana Mutezile mezhebindeki verebiliriz.
Şöyle ki: Allah Teâlâ’nın karşılığında
cezalandıracağını söylediği bir günahı işleyip korkan bir müminin kendisinden
meydana gelen davranış nedeniyle içinde pişmanlık duymaması mümkün değildir.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: ‘Pişmanlık tövbedir.’ O halde günahkâr müminde
pişmanlık vardır ve o pişmandır. Bu durumda pişmanlığın gerçekleşmesi nedeniyle
tehdidin hükmü de ortadan kalkar. Çünkü müminin günahı nahoş bulması ve ondan
memnun olmaması zorunludur. Bu esnada ise (günah olan) amelini yapmaktadır.
Öyleyse mümin, günahı nahoş bulması ve onun günah olduğuna inanması yönünden
salih amel sahibi iken günahı işlemesi bakımından ise günah sahibidir. Öyleyse
bu kişinin sonu, salih amel ile günahları katıştıranlardan olmaktır. Allah
Teâlâ bu sözün ardından şöyle buyurur: ‘Umulur ki
Allah Teâlâ onların tövbesini kabul eder.’ Allah Teâlâ için ‘umulur
ki’ ifadesi, zorunluluk bildirir. Allah Teâlâ’nın söz konusu kullarına dönmesi
ise, onların tövbe etmesiyle gerçekleşir ve onlara mağfireti kazandıran ise
pişmanlıklarıdır. Pişmanlık tövbe demektir. Günahkârlar pişman olduklarında,
Allah Teâlâ’nın onlara dönmesi gerçekleşmiştir. Böyle biri, üç yönden salih
amel sahibidir: davranışın günah olduğuna inanması, onu yapmayı nahoş bulması
ve yaptığına pişmanlık duyması. Buna karşılık, tek bir yönden de günahkârdır. O
da, söz konusu günahı işlemesidir.
Bu pişmanlıkla birlikte, ister söylediğimizi bilsin
ister bilmesin, yine de korku kendisine hâkimdir. Çünkü o, bu tövbe
üzerindeyken ölse bile, başka nahoş bir fiilin kendisinden çıkmasından korkar.
Çünkü korku kendisinden ayrılmaz ve bu kez korkunun konusu tehdidin
gerçekleşmesinden Hakkın azarlamasına ve sorgu esnasında kendisinden meydana
gelen günahı itiraf etmeye intikal eder. Öyleyse sürekli korkuyu hisseder. Bu
da tehdit türlerinden birisidir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Kim zerre miktarı iyilik yaparsa onu görür: Kim zerre
miktarı kötülük yaparsa onu görür.’ Öyleyse yaptığına vâkıf olması
kaçınılmazdır ve kişi o çirkin amelini görmek -ki görmesi zorunludur-nedeniyle
azarlanmaktan korkmaktadır. Allah Teâlâ bu ayette o amel nedeniyle
cezalandırılmaya değinmemiştir. Öyleyse zorunlu olan görmektir (ceza değil).
Bağışlanan kimselerden ise, yaptığı suçun büyüklüğünü ve bunun karşılığında
kendisini bağışlamakla Allah Teâlâ’nın nimetinin büyüklüğünü görür. Doğru
sözlünün haberinin bildirdiği budur, yalan o söze giremez, çünkü böyle bir şey
ilahi mertebe hakkında imkânsızdır. Âlim insan, Hakkın kullarına dönük hitabının
onların aşina olduğu dille gerçekleştiğini dikkate alabilir. Kur’an-ı Kerîm’in
dili, bütün Arapların anlayış birliğine vardıkları hususlara göre inmiş bir
Arapça’dır. Söz konusu hususlar, kendi örflerine göre, övündükleri veya
kınadıkları konulardır. Araplara göre güzel ahlakın gereği şudur: Güzel ahlak
sahibi, söz verirse sözünü tutarken birini cezalandıracağını söylerse, bağışlar
ve affeder. Onların güzel ahlak anlayışı ve asil insanı övdükleri nitelik
budur. (Kur’an-ı Kerîm’de de) Tehdit onların anlayışlarına göre inmiştir ve
akli delillerle bu hususta bir çelişme yoktur. Bunun nedeni bazı ilahi
haberlerde neshin olmayışı ve yalanın imkânsızlığıdır. Maksat, güzel ahlakı
getirmektir. Bir Arap şairi şöyle der:
Ona söz verir veya tehdit edersem
Sözümü tutarım da tehdidimden cayarım
Allah Teâlâ suç işleyene yönelik tehdidinden
vazgeçerek, onu bağışlamak ve affetmekle özelliğiyle kendisini nitelemiştir.
Bunun yanı sıra, söz verdiği iyilikleri yerine getirmekle kendisini övmüştür.
Dilde şöyle denilir: ‘Ona iyilikte ve kötülük
karşısında söz verdim.’ Hâlbuki ‘onu tehdit ettim’ sadece
kötülük hakkında denilebilir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Her peygamberi kavminin diliyle gönderdik.’ Başka bir
ifadeyle aşina oldukları dille gönderdik. Arapların anlayışlarına göre
bağışlamak ve affetmek, kendisinden meydana gelen kimsenin övülmesini
gerektiren davranışlardır. Öyleyse Allah Teâlâ bu davranışa daha layıktır.
Kuşkusuz ki Allah Teâlâ tehdidini dilediği kimsede uygulayacağını bize
bildirmiştir. Bütün bu
yorumlara rağmen, tehdidin gerçekleşebileceği hakkındaki korku kulun kalbinden
silinmez. Çünkü kul, kendisinin cezalandırılacaklardan mı, yoksa bağışlananlardan
mı olacağını bilemez. Daha önce, günahkârın kendisinden meydana gelen günahın
ardından hissedeceği pişmanlıktan söz etmiştik. Pişmanlık tövbenin ta
kendisidir. Pişmanlığı tövbe yapan, sonra da kendisini et-Tevvab ve er-Rahim
diye niteleyen Allah Teâlâ’ya hamd olsun! et-Tevvab, bütün günahlarda kullarına
merhametle dönen demektir. Bu sayede günahkâr kuluna pişmanlık verir ve kulun
kendisine dönmesiyle kul da Allah Teâlâ’ya döner. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Sonra Allah Teâlâ onlara döner ki, onlar da Allah
Teâlâ’ya dönsün. Allah Teâlâ merhametli ve tevvab’tır,’
İkinci rehbet
(korku) ise, (ilahi) bilginin
değiştirebileceğini kesin olarak öğrenmekten kaynaklanır. İnsan, Allah
Teâlâ’nın kendisine dair bilgisinin ne olduğunu bilmediği için korkar: Acaba o,
hakkında değişiklik istenilenlerden midir, değil midir?
Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Yüz
çevirirlerse, onların yerine bir topluluk getirir ve onlar gibi olmazlar.” Burada
Allah Teâlâ sebebi bildirmiştir ki, yüz çevirmedir. Alameti de bildirir. O da,
-Allah Teâlâ’dan değil-o’nun zikrinden yüz çevirmemektir, çünkü Allah Teâlâ’dan
yüz çevrilemez. Bu nedenle Allah Teâlâ, peygamberine şöyle demiştir: ‘Benim zikrimden yüz çevirenden sen de yüz çevir.’
Gözetleme
yerinde bulunandan nasıl yüz çevrilir ki?
Her şey O’nun avucunda ve göz önündedir.
İnsan, bilinenin değişmesine göre, bilginin
değiştiriciliğini müşahede edebilir. Çünkü bilgi bulunduğu Hakk göre bilinene
ilişir. Bu nedenle de -bilginin değişmesi nedeniyle değil-konusunun değişmesi
nedeniyle ilgi ve taalluk değişir. Öyleyse bilginin değiştiriciliğinden
korkmak, gerçekleşen şeyden korkmaktır. Çünkü gerçekte bilginin değiştirmede
bir etkisi yoktur. Değiştirme, kalpte korku meydana getiren fiilin varlığını
var edene aittir. O ise Allah Teâlâ’nın kadir olmasıdır. Bilgi, değişme ve
değişmenin kendisine doğru gerçekleştiği şeyle ilgilidir. Allah Teâlâ şöyle
buyurur: ‘Öğreninceye kadar sizi deneyeceğiz.’ Yani yükümlülükle sizi deneme esnasında sizden
meydana gelen günah veya itaatler ortaya çıktığında, benim bilgim de -her kim
olursa olsun-ona ilişir.
Bilginin değiştiricilik mertebesi “Allah Teâlâ dilediğini siler ve sabit kılar” ayetidir. Burada Allah Teâlâ, yazmadan sonra
silmeyi zikretti ve yazdıktan sonra da dilediklerini sabit kılar. ‘Ümmü’l-kitab O’nun katindadır.’ Ümmü’l-kitab (kitabın anası), değişmeyen ve
silinmeyen ezelî kitaptır. Allah Teâlâ yazdıktan sonra silinecek ve geride
kalacak şeyleri bildiği için, değiştirme bilgiye izafe edilmiştir.
Zikrettiğimiz konuda işin gerçeği ise, bilgide değişmenin olmayışı ve sadece
(bilginin bilinene) ilişmesindeki değişmeden ibarettir. Allah Teâlâ ‘Allah Teâlâ sizin kendinize ihanet ediyor olduğunuzu
bildi’ buyurur. Burada Allah Teâlâ bilgisinin onların nefislerine
ihanet edeceğine ilişmesini kast etmemiştir. Burada gelecek zaman, geçmiş zaman
anlamındadır. Çünkü Arapça’da -kesin olduğunda-gelecek zaman mazi kipinde
gelebilir. Buna örnek olarak ‘Dikkat ediniz!
Allah Teâlâ’nın emri gelmiştir, acele etmeyiniz’ ayetini
verebiliriz. Allah Teâlâ bu bildirimden önce oruçlunun oruç gününün gecesinde
eşine yaklaşmamasını emretmiş, bir kısmı Allah Teâlâ’nın bu konudaki sınırını
aşmıştı. Allah Teâlâ bunu bilince, bu fiili işleyenleri bağışlamış ve
mescitlerde itikaf yapanların dışındakiler için, Ramazan’da geceleyin cinsel
ilişkiyi helal kılmıştır. Onlardan ise, böyle bir fiil kendilerinden meydana
gelene kadar, yasağı hafifletmemiştir. Böyle bir iş yapan kimseden aynı şeyi
yapması beklenir ve bu nedenle de -ona merhamet ederek-kendisine cinsel ilişki
mubah yapılır. Böylece aynı şey kendisinden meydana geldiğinde, onun adına
helal ve mubah olup hainlik niteliği kendinden düşer. Çünkü din, yükümlüdeki
bir emanettir.
Takdir edileni öğrenmekten kaynaklanan korkunun kaynağı
ise ‘Benim nezdimde söz değişmez’
ayetidir. Başka bir ayette ise Allah Teâlâ “Allah
Teâlâ’nın kelimeleri değişmez” buyurur.
Bu ayette Allah Teâlâ’nın kelimeleri derken var olanların kast edilmesi
mümkündür. Nitekim Allah Teâlâ Hz. İsa aleyhisselâmdan söz ederken ‘Meryem’e ilka
ettiği kelimesidir’ demişti. Bu durumda Allah Teâlâ, var olanların
bir şeyi değiştirmesini reddetmiş olur. Değiştirme Allah Teâlâ’ya aittir.
Özellikle de ayetin zahiri, bu tevile işaret eder. Bu durum ‘Yüzünü hanif olarak dine çevir, Allah Teâlâ’nın insanları
kendisinde yarattığı fıtratı, onda değişme yoktur’ ayetinde
belirtilir. Yani Allah Teâlâ’nın kelimeleri (bunu) değiştiremez. Başka bir
ifadeyle onlar, bu konuda bir değiştirme imkânına sahip değildir. Bu ifade,
Allah Teâlâ’nın bizi rabliğini kabul etme özelliğinde yarattığıyla ilgili bir
müjdedir. Artık bu kabul, daha sonra bazı insanlarda ortaya çıkan ortak koşma
nedeniyle değişmez. Çünkü Allah Teâlâ, insanların bu konuda değiştirme
(imkânlarını) ortadan kaldırmıştır. Aksine onlar, kendi fıtratlarında bulunur
ve kıyamet günü müşrik de -şirk koştukları şeyler kendilerinden
uzaklaştığında-bu inanca varacaktır. Öyleyse değiştirmenin insanlara izafe
edilmeyişi, rahmete ulaşacakları hakkında onlar adına bir müjdedir. Ateşte kalsalar bile, bu, oranın bir yer olması nedeniyle
orada kalırlar, yoksa azap ve acı yeri olması nedeniyle orada kalmazlar. Aksine
Allah Teâlâ onları ateşte nimet görmelerini sağlayacak bir mizaçta yaratır.
Öyle ki, bu mizaçla birlikte cennete girselerdi, cennetin itidali nedeniyle
mizaçlarına uygun olmadığı için, acı duyarlardı. Öyleyse her kimin adına Allah Teâlâ’nın kelimesi
bir şekilde gerçekleşirse, çalışmaması gereken bir işte çalışan, arzu etmemesi
gereken bir işi arzu eden kimsedir. Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve
sellem cennet ehlinin amelini yaparak, insanların gözünde ‘ameliyle cennete
yaklaşan’ biri hakkında şöyle der:
Kaderi öne geçer ve sonunda
cehennemliklerin bir amelini yaparak cehenneme girer.’ Aynı şey cehennemliklerin amelini
yapan kimse hakkında geçerlidir. Sonra şöyle buyurmuştur:
‘Ameller, sonlarıyla değerlendirilir.’
Hz. Peygamber, bu hadiste önceki bilginin (kader) kime
ait olduğunu ve sonucun söz konusu bilginin hükmünün ta kendisi olduğunu
belirtmiştir. Bu nedenle bir sûfı şöyle der: ‘Siz sonuçtan korkuyorsunuz. Ben ise kaderden
korkmaktayım (önceki bilgiden).’
(Kaderin) ‘Sabıka’ diye isimlendirilmesinin nedeni,
sonucu öncelemiş olmasıdır. İşte bu, hükmü ancak zamandan sonra ortaya çıkan
mevcut bir anlamdır. Bu yönüyle kader bilgisi (sabıka), bazı kelamcıların
(Mutezile) kûmun ve zuhur (gizlenme ve açığa çıkma) derken dayandıkları ilkeyle
ilgilidir. Bilhassa Şâri, cehennemliklerden birinin mutluların amelini
işlemesiyle ilgili olarak buna dikkat çekmiştir. Sonra ‘insanların gözünde...’
der. Aynı şekilde, cennetliklerin bedbahdarın amelini işlemesi hakkında
da ‘insanların gözünde’ demişti. Allah Teâlâ ise bunu kendilerinden bilir. İşte
bu, varlığı kendilerinde olsa bile, hükmü dışta zuhur eden şeydir. Gösteriş
yapanlar da bu kapsamdadır. Şu var ki, burada varılan yer hakkında bir müjde
vardır. Şöyle ki:
Alimler, hükmün öne geçene ait olduğunu bilir. Sonra
gelen ise ondan sonra gelir. Bu nedenle öndeki öncelik hakkını elde eder. Burada
‘öncelik hakkı’, Adem ve zürriyetidir. Kuşkusuz Allah Teâlâ’nın rahmeti ve
gazabı, bu konuda birbiriyle yarışmış ve rahmeti gazabını geçmiş, bize mekân
olmuştur. Gazap ardından gelmiştir. Böylelikle rahmet avucunda (kabza) var
olduk ve rahmet öne geçerek bize mekân oldu. Artık gazabın bizde sürekli bir
hükmü uygulanmaz. Aksine gazap, bazı durumları görmemiz için bize ilişir.
Bunun nedeni tek bir mekânın bizi toplamasıdır. Bu nedenle gazap, kendisine
olan istidadımıza göre, bize etki etmiştir. O mekânda rahmet gazaptan
ayrıldığında, bize yerleşmesiyle rahmet bizi almış, biz de Allah Teâlâ’nın gazabından
ayrıldık. Gazabın bizde, yani Ademoğullarındaki hükmü, sonsuz değildir. Bizim
dışımızda ki yaratıklarda, söz gelişi şeytanlardaki süresini ise bilmiyorum. En
iyisini Allah Teâlâ bilir!
Bu zevk sahibi, öne geçen bilgiden (kader) korkmaz.
Çünkü yükümlülük diyarının dışındaki yerlerde, Allah Teâlâ’nın rahmetinden
korkulmaz. Öyleyse öne geçen bilgiden korkmak, belirli bir şeyle ilgili
olabilir, rahmet değildir o. Korkulan bu öndeki (bilgi) ‘bedbahtlık’ olarak
takdir edilmişse, sürekli değil, geçicidir. Çünkü onu destekleyecek bir ilke
yoktur, çünkü onun aslı Allah Teâlâ’nın gazabıdır. Gazap ise -öndeki
değil-sonra gelendir. Mutluluğun öne geçmesi ise, sonra ortadan kalkacak
şekilde arızî değildir. Çünkü onun kendisini destekleyen ve güçlendiren bir
aslı ve dayanağı vardır. Bu ise, gazabını geçmiş olan Allah Teâlâ’nın
rahmetidir. Bu nedenle mutlulukla ilgili bu tikel ve arızî durum sürekli iken,
bedbahtlıkla ilgili tikel durum, sürekli değildir. Bunu bilmelisin! ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’
Otuzsekizinci Sifr- İki Yüz Otuz Dördüncü Bölüm, c.9 sh:
340-347
Not: Emir Sigası ile
yapılan dua ifadesi Arapça gramere ve vahdeti vücud felsefesine muvafık düşse
de, Türkçe ifade tarzında bu tür niyaz biraz kabih olmaktadır, diye
düşünüyoruz. Fakat bu konuda Muhyiddin İbn Arabî kaddesellâhü sırrahu’l
azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde şu şekilde beyanı vardır…
Velilik ve nebilik arasında bir berzah var
Nebilik ordadır, sırrı bilinmez
İyice incelersen, iki kısımdır o
Birinci kısım yasa koyucu nebilik, herkes bilir onu
Başka bir kısım daha var ki
Bu kısım yasa getirmez,
İlkinden daha aşağıdır o bu dünyada
Bize göre ise diğeri ortaya çıkar
Varlık şeriatı ve hükmü silinir
Buradan anlaşılır ki, en üstün olan buymuş
Ve o daha geneldir, çünkü asildir ve Allah Teâlâ’ya aittir
Çünkü Allah Teâlâ, bizim için en yetkin velîdir
Nebilik (bildirmek, haber vermek), ilahi bir
özelliktir. Onu ilahi mertebede tutan isim es-Semi’dir (Duyan). Hükmünü sabit
kılan ise, duadaki emir kipi ve kendisinden istenilen şeye Hakk’ın olumlu
karşılık vermesidir. Çünkü (zahirde kuldan ortaya çıkan) bu talep de, Allah
Teâlâ’nın kullarına söylediği ‘yap’ ya da ‘yapma’ şeklindeki bir isteğidir.
Biz ‘duyduk ve
uyduk’ deriz, Allah Teâlâ ise ‘duydum ve karşılık verdim’ der. Çünkü Allah Teâlâ, ‘Bana dua ettiğinde, dua edenin
duasına karşılık veririm’ buyurdu. Kulun talepteki emir niteliği ‘bize mağfiret
et, bize merhamet et’, ‘bizi affet’, ‘bize yardım et, ‘bize hidayet et’, ‘bize
rızık ver’ gibi ifadelerdir. Yasaklama kipi ise, ‘kalplerimizi
saptırma’, ‘bizi zalim kavmin oyuncağı yapma’, ‘kıyamet günü bizi başarısız
kılma’, ‘diriltme günü beni mahzun etme’ gibi ifadelerdir.
Nebilik, zikrettiğimiz bu hususa ilave bir anlam
değildir. Ne var ki Allah Teâlâ, kendisine bundan bir isim vermemiştir. Halbuki
‘velilik’ kelimesinden kendisine bir isim vererek el-Velî diye isimlenmiştir. ‘Bize bildirdi’, ‘duamızı duydu’ (gibi ifadeler geçerli olsa bile), Allah Teâlâ
kendisini ‘nebi’ adıyla isimlendirmedi. Öyleyse o, her iki yönden de bu
konumdadır. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Resullük ve nebilik kesilmiştir” der. Bunlar, özel bir yönden kesilmiştir. Başka
bir ifadeyle, nebi ve resul denilenler kesilmiştir. Bu nedenle Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Benden sonra resul
ve nebi gelmez’ der. Ardından,
resullükten doğru rüyaları geride bıraktığı gibi, müçtehitlerin hükmünü de ‘nebilikten
geri kalan şey’ diye nitelemiştir. Başka bir ifadeyle müçtehitlerden
(nebi ve resul) adını kaldırmış, hükmünü geride bırakmış, ilahi hüküm hakkında
bilgisi olmayan kimseye de (Allah Teâlâ) ‘zikir
ehline sormayı’ emretmiştir.
Böylelikle -şeriatların farklı olması gibi-kendileri de görüş ayrılığına düşmüş
olsalar bile, müçtehitler kendilerine fetva soran kimseye kanıtın götürdüğü
hükme göre fetva verir. ‘Her biriniz için bir
şeriat ve yol belirledik.’ Aynı şekilde, her müçtehit için de bir
hüküm ve yöntem belirlemiştir. Söz konusu olan şey, bir hükmü kanıtlarken
yararlandığı ve yüz çevirmesinin mümkün olmadığı kanıtıdır. İlahi şeriat bütün
bunları onaylamıştır. Söz gelişi Şafii, (Ebu) Hanife’nin haram saydığı bir
hükmü helal sayarken Ahmed b. Hanbel, Malik’in yasakladığı bir şeyi caiz görür.
Birinin caiz görmediğini diğeri caiz görmüş, bazı hususlarda görüş birliğine
varmışken bazı hususlarda görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Hepsi, bu ümmet için
dinen geçerlidir ve Allah Teâlâ nezdinde bizim adımıza onaylanmıştır. Bununla
birlikte biliriz ki, müçtehitlerin mertebeleri, Allah Teâlâ nezdinden
kendilerine vahyedilen resullerden daha düşüktür.
Öyleyse resullük ve nebilik, bizatihi ve hükümleri
yönünden ortadan kalkmamıştır. Kesilen şey, meleğin kulağına veya kalbine
inmesiyle getirdiği resul ve nebiye özgü vahiydir. Bu nedenle de nebi ve resul
isminin kullanımı kesilmiştir. Artık bir müçtehide nebi veya resul denilmez.
Nitekim Allah Teâlâ’nın şeriat yaptığı hususlarda da nebilerin içtihatta
bulunması yasaktır. Müçtehit, kanıt ve içtihadının kendisini yönlendirdiği
görüşe göre insanları irşat eder. Bu isim, nebi ve resullere özgüdür, Allah
Teâlâ’ya ve velîlere bu isim verilmez. Bu isim, saf kulluğa tahsis edilmiş bir
isimdir. Söz konusu kulluk (kölelik), Efendiye yakınlığın ta kendisidir ve
rütbesinde efendiyle didişmemek demektir. Velilik böyle değildir, çünkü kul,
el-Velî isminde Allah Teâlâ ile didişir (bu isme ortak olur). Bu nedenle ilahi
isimlerde bulunmayan ve kulluğa özgü niteliklerden olması nedeniyle ihlâslı
kullara, nebi ve resul adının kesilmesi ağır geldi.
Nebilik, hükümleri bakımından ilahi bir nitelik olduğu
gibi Hakk kendisine vacip kıldığı şeyleri de ondan dolayı vacip laldı. Çünkü
zorunlu kılmak, şeriata ait bir yetkidir, yoksa şeriatın dışındaki şeylere ait
değildir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Rabbiniz kendisine rahmeti yazdı.’ Bu,
şeriatın hükmüdür. Bunu öğren ve zikrettiğimiz hususta dirençli ol! Çünkü
bilgiye ulaşmak kolay, ondan düşmemek zordur. Bu bölümü yazarken bana
gösterilen bir vakıada durumu böyle gördüm. Öyleyse bu bölümde söylediklerimiz,
vakıada gördüklerimizdir. Orada nebi ve resul isminin sağımda asılı olduğunu
gördüm. Üzerinde insanların yürüdüğü caddeye çıkan bir merdiven vardı. Ben
kapıdaydım. Hakk’ın beni durduğu bu makamın üzerinde kimseye ait bir makam
yoktu. Ancak, son derece sağlam bir şekilde kapatılmış kapının içerisinde
(makamı olanlar) vardır. Kapı kapalı olsa bile, içindekiler bana gizli değildi.
Şu var ki, keşf olmaksızın, kimsenin oraya girmesi mümkün değildir. Bir şahıs bana
doğru geldi. Kısa sürede ulaşıp onu görünce, iniş güçleşti, adam hayrete düştü
ve orada durmaya güç yetiremedi. Beni bıraktı ve o yere geldiğim yola doğru
yöneldi, yürüdü, geri dönerek beni bıraktı. Bu halde uyandım ve bu bölümde
yazdıklarımı yazdım.
O gece rüyamda Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem’i gördüm. Cenazelerin mescide sokulmasını nahoş karşılıyordu. Bunun yanı sıra erkek ölülere kefen üzerine elbise
örtülmesini de kerih görmüş, üzerinden çıkartılmasını ve kefeninde öylece
bırakılmasını ve kesinlikle bir tabut içinde örtülmemesini emretmişti. Ayrıca,
hava soğuk olduğunda gusül abdesti almam için suyu ısıtmamı ve cenabet
sabahlamamamı emretmişti. Onun cinsel ilişkiyi övdüğünü ve yapanı adına bu
davranışı beğendiğini gördüm. Bütün bunları gece gördüm. O gece Ahmed b.
Hanbel’i de rüyamda gördüm. Ona Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in gusül
abdesti almak için suyu ısıtmamı emrettiğini söyledim. O da Buhari’nin
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemi rüyasında gördüğünü ve bunu kendisine emrettiğini
aktardı. el-Ferberi de Buhari’yi rüyasında görmüş ve Buhari bunu kendisine
emretmiş. (Ahmed dedi ki) Ferberi beni rüyasında gördü -ki ben de kendisini
rüyamda gördüğümde, onun beni rüyasında gördüğünü anladım-ve bana Buhari’nin
kendisine böyle söylediğini aktardı. Ben de ondan bunu öğrendim. Şimdi de sana
söyledim, sen de ona göre davran.’ Uyandım ve aileme benim için su ısıtmalarını
söyledim. Fecirle birlikte gusül abdesti aldım. Bütün bunlar, doğru rüyalardır.
Nebiliğe gelirsek -ki hemzeli (nübüvv) olmayandır-bu
anlamıyla nebilik, yükseklik demektir. Allah Teâlâ’ya buradan da bir isim
verilmedi. Allah Teâlâ’nın bu anlamdaki ismi, Refıü’d-derecât (Dereceleri
yükselten), Zü’larş (Arş sahibi) ve ‘Ruhu dilediği kullarına aktarır’ gibi
isimlerdir. Bunun yanı sıra el-Alî, el-A’lâ isimleri de bu anlamla ilgilidir.
Bu, hemzeli nebiliktir (nebiie şeklindeki mastar). Bu nebilik, yükseklik
anlamındaki nebilikten doğmuştur. Kısaltma asıl, uzatma ilavedir. Araplar, şiir
gerektiriyorsa, uzun olanın kısaltılmasını caiz sayarlar. Çünkü kısaltma asla
dönmektir. Kısa olanın uzatılması ise caiz değildir. Çünkü o, asıldan
çıkmaktır.
(Bu anlamıyla nebilikte aracı) Ruh, Allah Teâlâ ile
dilediği kullar arasında müjdeci ve korkutucu olarak bulunur. Veliler, daha
önce de belirttiğimiz gibi, bu nebilikten büyük ölçüde tatmışlardır. Nitekim
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Kur’an hafızı için, “Nebilik onun iki
yanının arasına girmiştir’ der. Çünkü nebilik onun adına gayb iken peygamber
adına görünendir.
Nebi ve velî arasındaki nebilik farkı budur. Ona nebi
denilirken velîye varis denilir. Varislik, ilahi bir niteliktir. Çünkü Allah
Teâlâ, kendinden söz ederken, ‘O varis olanların
en hayırlısıdır’ buyurdu. Öyleyse velî bir peygamberden nebiliği,
Hakk kendisini tevarüs ettikten sonra alabi-lir. Bundan sonra onu, hakkında
daha yetkin olsun diye velîye aktarır. Bu durumda velî, bu noktada başkasına
değil, Allah Teâlâ’ya nispet edilir. Bazı velîler, nebiliği peygamberden
tevarüs ederek alır. Onlar, kendisini gören sahabe ve uykusunda peygamberi
görenlerdir. Şekilci bilginler ise, haleften selefe, kıyamete varıncaya kadar
onu alır. Böylelikle, aradaki bağ uzaklaşır. Velîler nebiliği ‘ona varis olması ve onlara ihsan etmesi’ yönünden Allah Teâlâ’dan alır. Onlar, tıpkı
korunmuş bu ‘yüce bağ’ gibi, peygamberlerin uyanlarıdır. Bâtıl o bağa önünden
ya da ardından giremez. O, Hakim ve Hamid tarafından indirildi.
Ebu Yezid şöyle der: ‘Siz
bilgilerinizi ölümlüden ölümlüye (aktarmayla) alıyorsunuz. Biz ise ölümsüz
Diri’den alıyoruz.’ Allah Teâlâ böyle bir makamda peygamberleri
zikrettikten sonra -En’am suresinde-peygamberine şöyle hitap eder: ‘Onlar Allah Teâlâ’nın hidayet ettiği kimselerdir ve
onların hidayetlerine uy.’ Söz konusu peygamberler ölmüş, Allah
Teâlâ onlara varis olmuştur. ‘Allah Teâlâ
varislerin en hayırlısıdır.’ Sonra
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme onları ulaştırdığı bu hidayeti
getirerek onların hidayetine uydurmuştur. Ulaştıran Allah Teâlâ’tır. O ne güzel
bağ, ne güzel mevla, ne güzel yardımcıdır. Bu, günümüzdeki velîlerin bilgisinin
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin ve peygamberlerin hidayetine (uyması
gerektiği) hakkındaki sözümüzün ta kendisidir: Onlar, bu hidayeti Allah
Teâlâ’dan almıştır. Allah Teâlâ, bu bilgiyi katından bir rahmet ve Rablerinin
nezdinde haklarında takdir edilmiş rehberlik olarak onların gönüllerine
aktardı. Allah Teâlâ kulu Hızır hakkında şöyle der: ‘Ona
katımızdan bir rahmet ve bilgi verdik.’
Bu anlamıyla nebilik canlılara yayılır. Allah Teâlâ, ‘Rabb’in arıya
vahyetti’ buyurur. Bütün hayvanlar bu konumdadır. Allah Teâlâ bir
insana kuşların dilini, bitkilerin ve donukların tespihini, yaratılmışlardan
her birinin namaz ve tespihini öğretirse, o kişi nebiliğin bütün varlıklara
yayıldığını da öğrenir. Keşf ve vecd ehli bunu bilir. Fakat bundan dolayı nebi
ve resul adı, resullerin seçkinleri olan meleklerin dışında kimseye verilmez.
Onlar, melekler diye isimlendirilenlerdir. Resullük vermeyen her ruh, sadece
ruhtur ve ona ‘melek’ denilmez. Örnek olarak Allah Teâlâ’yı zikreden müminlerin
nefeslerinden yaratılan ruhları verebiliriz. Allah Teâlâ onların nefeslerinden
zikir sahibi adına kıyamete kadar bağışlanma dileyecek ruhlar yaratır. Aynı
şekilde, nefeslerinin bulunduğu bütün iyi davranışlarından da ruhlar yaratır.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemi doğru bir
rüyada gördüm. Kâbe’yi işaret ederek şöyle diyordu: ‘Ey
bu evin sakini! Bu evi tavaf ederek, gece gündüz dilediği vakitte namaz kılanı
engellemeyiniz! Çünkü Allah Teâlâ onun davranışından kendisi için kıyamete
kadar bağışlanma dileyecek bir melek yaratır.’ Bunlar, temiz ruhlardır ve bunlardan herhangi bir
görevle gönderilenler, ‘melek’ diye adlandırılır.
Yüzbeşinci Kısım, c. VII, sh: 416-421
Allah Teâlâ
zatında âlemlerden müstağni olsa bile, O’nun kerem, cömertlik ve rahmetle
nitelenmiş olduğunu bilmelisin. Bu durumda rahmet edilen (merhum), ikrama
mazhar olanın (mükrem) var olması gerekir. Bu nedenle Allah Teâlâ şöyle der: ‘Kullarım beni sana sorarsa, de ki ben yakınım! Dua edenin
duasına karşılık veririm.’
Binaenaleyh
Allah Teâlâ dua edene kendi cömertliği ve keremiyle karşılık vermiştir.
Zorda kalan muhtaca karşı cömertlik,
gerçekte, zorda olmayana cömertlikten üstündür.
Mümkün yokluk halinde varlık halindekinden daha çok
Allah Teâlâ’ya muhtaçtır. Yokluk halindeyken mümküne iddia eşlik etmezken
varlık halinde bir iddia taşır. Yokluk halindeki mümküne varlık ihsanı,
cömertlik ve ihsan bakımından daha üstündür. Binaenaleyh Allah Teâlâ âlemlerden
müstağni olsa bile, bunun anlamı, fakirliğin O’nda bulunmasından
münezzehliğidir. Ya da kendisinden başka O’na delil olmasından münezzehtir. Bu
nedenle Allah Teâlâ âlemi kendi cömertliğinden ve ihsanından var etti. Bu,
herhangi bir akıllının veya müminin kuşku duymayacağı bir hakikattir. Aynı
zamanda cömertlik Allah’ın zati bir niteliğidir. Çünkü Allah Teâlâ kendisi
nedeniyle cömert ve ihsan edendir. O halde âlemin var olması zorunluyken
bilginin imkânsızlığı hükmünü verdiği şeyin de olmaması gerekir. Öyleyse
nispetler ve -sıfatları kabul edenlere göre-sıfatların var olması gerekir. Ya
da başka bir mezhebe göre, isimler olmalıdır. Öyleyse tek hakikatte çokluk
bulunmalıdır. Başka bir ifadeyle nispeti veya sıfatı veya ismi kabul eden
herkese göre, her halükarda birçokluk birliği olmalıdır. O halde zatın nurları,
var olanlardan başka bir şey değildir. Bunlar, zatın tecellilerinden ibarettir,
çünkü onlar, bizim için Hakka delil olmanın ta kendisidir. Bu nedenle
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Kendini bilen, rabbini bilir’ demiş,
kendisini bildiğinde arifin nefsini Allah Teâlâ’yı bilmeye delil yapmıştır. Nur
kendine olduğu kadar göze görünen şeye de delildir. O halde var olanların
nuruyla var olanlar ortaya çıktığı gibi, kendilerini var eden de bu nurla
onlara görünür. Başka bir ifadeyle var olanlar Yaratıcılarını ancak
kendilerinden tanımıştır. Binaenaleyh O, onların talep ettiğidir. Talep
yaratılmışlar söz konusu olduğunda muhtaçlığı bildirir. Allah Teâlâ talep
edilen iken müstağnidir. Yaratılmışların talep ettiği olması bakımından,
onların kendisine muhtaç olması mümkün olabilmiştir. Bu sayede Allah Teâlâ da
onlardan müstağni kalabilmiştir. Allah Teâlâ’nın onların talebini kabul etmesi,
(kendilerine muhtaç olmasından kaynaklanmaz) cömertlik ve keremden kaynaklanır.
Yirmi dördüncü Sifir, c. XII, sh: 348-349
Kaynaklar:
Muhyiddin İbn
Arabî, Futûhât-ı Mekkiyye
Futûhât-ı Mekkiyye Tercümesi, hzl: Ekrem Demirli,
2011,İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar