NİHİLİZMDEKİ "HİÇ" TEN TASAVVUFTAKİ "HİÇ"E DOĞRU
hzl: Muhsin İYİ
Tasavvufta Hiç,
….
‘Hiç’ bir sembol ve slogandır.
Arkasında büyük ve engin bir düşünce, felsefe,
ideoloji yatar. Tasavvufî hayat düşüncesinin de köşe taşıdır. Eğer, dosdoğru
anlaşılırsa insana yüce haller, manevi makamlar bağışlar.
Her düşüncede olduğu gibi ‘Hiç’in de bir negatif
bir de pozitif yönü bulunmaktadır.
Olumsuz tarafını felsefe yüklenmiştir.
Buna ‘Nihilizm (Hiççilik)’ denmektedir. Burada ‘Hiç’ nefsin arzularına hitap
etmektedir. Bu felsefi ekole bağlı olanların temel sorunu, nefsi sınırlayan,
kısıtlayan, engelleyen her şeyi özellikle ahlaki, dini kuralları yok saymaktır.
Ortadan kaldırmaktır. Çöpe atmaktır. Her ne kadar Nihilistler siyasi, sosyal,
felsefi alanlarda da tam bir özgürlük, hiçbir tabu tanımama, hiçbir şeye
inanmama, bağlanmama gibi iddiaları dile getirseler de temel sorunları din ve
ahlak cephesinde görülür.
Bir insan bu Hiççilik felsefesine
bağlandığı zaman içgüdülerini adeta ilah edinmiş gibi olur. Çünkü
içgüdülere az çok nizam veren din ve ahlak kurallarıdır. Onları ortadan
kaldırdığımızda, hiç olarak gördüğümüzde içgüdüler, her türlü denetimden ve
nizamdan uzak bir anlayışla adeta hortlarlar. Toplumda büyük suçların,
ahlaksızlıkların işlenmesine neden olurlar.
Din ve ahlak kuralları, insanların cinsel
hayatlarını düzenler, cinsel sapıklığa, sapmaya düşmelerini engeller, içgüdüleri
denetim altına alır.
Nefis ve şeytanlar, insanların zinaya, cinsel
sapıklıklara ve sapkınlıklara düşmeleri yönünde sürekli olarak vesvese
verirler. Kişinin sahip olduğu bazı değerler, özellikle din ve ahlak kuralları
onu bunlardan alıkoyabilir. Şayet bir insan ‘Ben felsefi bir görüş olarak Hiççiliği benimsiyorum.’ diyorsa, o nefse ve şeytanlara bu konularda
adeta davetçi çıkarmış gibi olur. Onun nezih, temiz bir hayatı yaşaması artık
çok zorlaşır. Çünkü nefis ve şeytanlar nasıl olsa bu kişi din ve ahlak
kurallarına bağlı değil, onların varlığına bile karşı diyerek, her vesile ile
ilgili kişinin cinsel hayatını alt üst etmek için komplolar kuracaktır.
Tabii ‘Hiççilik’ felsefesini benimseyip de
zinadan ve cinsel sapıklıktan, sapkınlıktan uzak insanların varlığını da inkâr
etmemek, bu felsefi ekole bağlı her insana olumsuz bir gözle bakmamak da
gerekir. Yüce dinimiz insanlar hakkında suizannı yasaklamış, her insana hüsn-i
zanla bakmayı emretmiştir. Elbette dini ve ahlaki kurallara saygılı olup da
Hiççiliği siyasi ve felsefi gibi düzlemlerde uygulamak isteyen kişiler de
bulunabilir. Böyle olduklarını iddia eden bir ikisine ben rastladım. Onlara
pek inanmasam da iddialarına saygı göstermek gerektiğini düşündüm.
Bir insan, karşı cinsten çekici ve hoş birisi ile
karşılaştığı zaman ona karşı biraz meyil hissedebilir. Bu normaldir. Çünkü her
birimiz nefis sahibiyiz. Kişi, dini ve ahlaki değerlere sahipse, bunu ona göre
ölçüp değerlendirir. ‘Estağfirullah!’ diyerek gözünü, gönlünü o kişiden çeker. Nefsine ve şeytanlara
uyarsa bu meyli önce hareket ve ses tonu gibi çeşitli dillerle karşı tarafa
sezdirebilir. Biraz cesaret alırsa ona yakınlaşabilir. Açık bazı tekliflerde
bulunabilir. Şayet karşı taraf din ve ahlak yönü ile güçlü ise, bundan hemen
utanır ve kaçma refleksi ile tepki gösterir. Eğer daha güçlü bir karaktere
sahipse kızabilir, çeşitli birimlere, kişilere şikâyetçi olabilir. Böyle
birisi, yani dini ve ahlaki yönü güçlü birisi bu tür bir teklifi hoş
görürse dinin ve toplumun meşru ilişki ölçülerinin dışına pek çıkmak istemez.
Çeşitli şekillerde ilişkiyi meşru zeminde sürdürme yollarını arar, sunar.
İşte Nihilist birisi böyle konularda utanmayı ve
kaçmayı, din ve ahlak kurallarını, toplumu küçük gördüğü, onlara değer
vermediği, onları hayatından dışladığı için farklı düşünmekte ve genellikle
nefsinin ve şeytanların istediği doğrultuda hareket etmektedir. Zinaya veya
bazı sapkın ilişkilere çok kolaylıkla düşebilmektedir. Toplumun temeli olan
aile kurumunu yıkıcı, yozlaştırıcı etkilerde bulunabilmektedir. Tabii her
Nihilisti bu kefeye koymamayı yukarıda belirttik.
Kısacası
Nihilizmde ‘Hiç’ olan şey, genellikle dini ve ahlaki kurallardır. Tek var olan
şey ise, nefsin arzularıdır. Amaç nefsin arzularını her sahada hâkim kılmak,
ilah edinmektir.
Şimdi asıl konumuza dönelim. Hiççiliğin negatif
yönünü, felsefeye bakan tarafını bir yana bırakalım. Pozitif/olumlu cephesine
değinelim.
‘Hiç’ ‘Hiç olmak’ ‘Yok olmak’ ‘Yokluk’ tasavvufun ideolojisinin sembolü ve sloganıdır. Tek bir kelime ile tasavvufun temeli ve ideolojisi
olan vahdet-i vücut düşüncesini taşır, ifade, hatta izah eder. O kadar derin
bir kelimedir…
‘Hiç’ tasavvufta derin anlamlı bir kelimedir. Ama
bunun yanında öz ve açık bir anlama da sahiptir. Sadece bu anlamı ile vahdet-i
vücut düşüncesini de taşıyabilir: Öz ve açık anlamı ile ‘Hiç’, kişinin kendi
nefsinin ve varlık âleminin yok olduğunu, asıl var olanın yalnız Allah olduğunu
anlatır.
‘Hiç’ Allah’tan
başka gerçek varlık [mevcud] yoktur, demektir. Öncelikle kişinin varlığını, nefsini yadsır/inkâr eder.
Tek gerçek varlığın Allah Teâlâ olduğunu vurgular. [La mecûde illâ hû] Bu
açıdan İslam’a girişte söylenilen parolayı, yani kelime-i tevhidi tasavvufi
anlamı ile tefsir eder.
Nefis makamları “kelime-i tevhid”in tasavvufi
anlamı ile zikretmedikçe aşılamaz. Normal anlamı ile yani Allah’tan başka ilah
yoktur anlamı ile kelime-i tevhit zikredilirse sevap kazanılır, günahlar
dökülür. Ama tasavvufi anlamı ile kelime-i tevhit zikredilirse bunların yanında
nefis yağ gibi erimeye ve nefis makamları hızla kat edilmeye başlanır. Allah
Teâlâ’nın rızasına erişilir.
Kelime-i tevhidi tasavvufi anlamı ile zikretmek
kolay değildir. Bunun için ölüm murakabeleri (tefekkür-i mevt), vahdaniyet
murakabeleri alışkanlık haline gelmiş olmalıdır. Yani bu derslerle nefis iyice
hal sahibi olduktan sonra kelime-i tevhidi bu tasavvufi anlamı ile zikretmek
mümkün olur.
Bir kısım insanlar tekke ve dergâhlara psikolojik
rahatsızlıklarından, sinir hastalıklarından şifa bulmak için geliyorlardı. O
zamanlar tekke ve dergâhların bu gibi toplumsal hizmetleri de vardı. ‘Hiç’
onların bu tür dertlerine en büyük şifaydı. Çünkü nefsine ‘Hiç’ dersini
günde en az beş dakika kadar veren bir kişinin bütün psikolojik ve sinir
rahatsızlıkları sabunun suda erimesi gibi yavaş yavaş ortadan kalkar. Yok olur.
Her türlü psikolojik ve sinir rahatsızlıkları
nefsin komplekslerinden kaynaklanır. Olumsuz
yaşantılar ve duygular nefiste kendini savunmak için kompleksler meydana
getirir. Kompleksler olumsuz
yaşantıların bilinçaltına bastırılması sonucu oluşur. Negatif duygular
buralardan kaynaklanır ve insan ilişkilerinin sağlıklı olmasını önlerler. İşte
nefse talim edilen günde beş dakikalık bir ‘Hiç’ dersi onun bütün
komplekslerini yavaş yavaş ortadan kaldırır. İnsanı ahlaki açıdan üstün duruma
doğru yükseltmeye de başlar.
‘Hiç’ olduğunu günde birkaç dakika tefekkür eden
bir kişi bir başka insana karşı kibir, küçük görme, haset, nefret, intikam,
çekememezlik gibi olumsuz duyguları duyamaz. Duysa da bunlar ‘Hiç’ tefekkürü
ile yavaşa yavaş erirler ve yok olurlar.
Ben ‘Hiç’ olduğuma göre bu tür olumsuz duygularım
benden de hiçtirler. Hiçliğini duyumsayan bir insanda varlık ve benlik kalmaz.
Dünyaya karşı şehveti sakinleşir. Başka insanlara karşı olumsuz duygular
duyması için bir nedeni de olmaz. Böyle olunca da insanların psikolojik ve
sinir rahatsızlıkları da ortadan kalkar.
Üst katımızda oturanlar iki yıldır evlerini tamir
ediyorlar. Daha doğrusu ev sahibi kendi çapında bir usta. Gündüz işine gidiyor.
Akşamları ve pazar günleri evini tamir etmeye çalışıyor. Bunun için de bize
mazeret bildirdi, bizden özür diledi. Tamir sesleri eşimi sinir hastası yaptı.
Psikolojisini bozdu. Ben ise önceleri bundan büyük bir rahatsızlık duyarken
sonraları bu rahatsızlık duygusunu irdeleyince onda nefsin bazı olumsuz
damarlarını keşfettim. İnsan kendisinin bir hiç olduğunu biraz tefekkür edince
başkalarına karşı pek öfkelenemiyor. Çok anlayışlı biri haline gelebiliyor.
Bambaşka bir insan oluyor. Sabrı yudum yudum tadabiliyor. Bundan da büyük bir
keyif alabiliyor. Bunu bu hadisede daha bir yakinen anladım. Hadis-i şerifte
belirtildiği üzere sabır imanın yarısıdır.
Allah Teâlâ buyurdu ki:
قُلْ
يَا
عِبَادِ
الَّذِينَ
آمَنُوا
اتَّقُوا
رَبَّكُمْ
لِلَّذِينَ
أَحْسَنُوا
فِي
هَذِهِ
الدُّنْيَا
حَسَنَةٌ
وَأَرْضُ
اللَّهِ
وَاسِعَةٌ
إِنَّمَا
يُوَفَّى
الصَّابِرُونَ
أَجْرَهُم
بِغَيْرِ
حِسَابٍ
(Resûlüm!) Söyle: Ey inanan
kullarım! Rabbinize karşı gelmekten sakının. Bu dünyada iyilik yapanlara iyilik
vardır. Allah'ın (yarattığı) yeryüzü geniştir. Yalnız sabredenlere, mükâfatları
hesapsız ödenecektir. [Zümer suresi, 10]
Bu müjdeler bizleri bu gibi durumlarda yeterli
derecede sabırlı kılabiliyor.
Bir insan başkalarına karşı niçin öfke, kin,
haset… gibi olumsuz duyguları duyar?
Çünkü karşı taraftaki insanları küçük
görmektedir. İnsan kendisinden üstün ve büyük kişilere karşı bu olumsuz
duyguları duymaz. Bilakis onlara karşı bir hayranlık besler. Oysa bu büyüklük
davası insana yakışmaz. Şeytana has bir sıfattır. O, Hz. Âdem’e (aleyhisselâm)
karşı böyle büyüklendi. Hem cennetten oldu hem de Allah’ın lanetine müstahak
oldu. Şayet bir insan nefsine her gün birkaç dakika bu ‘Hiç’ dersini uygulasa
bu olumsuz duygulardan tamamen uzaklaşır. Melekler gibi saflaşır. Manevi haller
yaşamaya başlar. Nefsi de ileri makamlara doğru yükselir.
Namazda ihsan hali ile huşua
daldığımızda, sonra da kendimizi Allah Teâlâ karşısında bir ‘Hiç’ olarak
gördüğümüzde ilgili hal daha da derinleşir. Namaz çok feyizli ve nurlu olur.
‘Hiç’ hali kadar şeytanları çaresiz, perişan bırakan başka
bir şey bilmiyorum. ‘Hiç’ hali olmasaydı şeytanların elinden kurtulmak
ve onlara karşı zafer elde etmek mümkün olmazdı. Bu sözlerimi kalp gözü ile
nurları müşahade etmiş ve tecelli-i nura gark olmuş kişiler anlayabilir.
Hz. Mevlana kaddesellâhü sırrahu’l azîzin
Mesnevi’sini değişik zamanlarda baştan sona üç kere okumak nasip oldu. İkinci
okuyuştan sonra kendime şu soruyu sordum:
Bu kadar hikâye içerisinde tasavvufi mesaj
açısından en etkili dersi hangisi verdi?
Aklıma iki
hikâye geldi.
Bu iki hikâyeyi iyi okuyup anlayana büyük bir
ders verilir, diye düşündüm. Hatta bu yolda büyük nasiplere kavuşur. Tasavvufun
özünü anlar, kanaati bende oluştu. Sonra, Mesnevi’yi üçüncü kez baştan sona
okumak nasip oldu. Aynı soruyu bir daha kendime sordum. Kendi kendime aynı
cevabı yineledim. Aynı sonuca ulaştım. Görüşümde bir değişiklik olmadı.
Evet, bu iki hikâyenin diğer yüzlerce hikâyeden
ayrılan yönü, tasavvufun temel konusunu doğrudan işlemeleriydi. Yani bu iki
hikâye ‘Hiç’i temel konu olarak almışlardı. Çok etkili bir şekilde bu temayı
adeta insanın kafasına kazıyorlardı.
Ben bu iki hikâyeyi çok tefekkür ediyorum. Her
zaman aklıma gelirler. Özellikle bir manevi güç almak istediğimde şuurum derhal
bu iki hikâyeye yönelir, manevi açıdan adeta şarj olurum. Öyle ki, bu benim
için adeta ‘Hiç’i murakabe etmek gibi bir şey oldu. Onlar bana çok şey
öğrettiler.
Burada kısaca bu iki hikâyeyi özetlemek
istiyorum:
Birinci hikâye:
‘’Tacirin birisinin bir papağanı vardı. Onu bir
kafeste besliyordu. Tacir bir gün Hindistan’a gitmeye niyetlendi. Ev halkına
veda etti. Onlara “Hindistan’dan sizlere ne getireyim”, diye sordu. Sıra
papağandan ayrılmaya gelmişti. Tacir kuşuna da aynı soruyu sordu. Papağan
efendisine dedi ki:
-Benim vatanıma gidiyorsun. Orada nice papağanlar
vardır. Ancak onlar benim gibi bir kafeste mahpus değillerdir. Kimi yeşillikler
içerisinde bahçede, kimi dallardadır. Onlara benden selam söyle. Onlara de ki:
Benim papağanım sizlere hasret çekiyor. O bir kafeste esirdir. Sizler ise
özgürsünüz. Ona bu sıkıntıdan kurtulması için bir öğüt veriniz.
Tacir
Hindistan’a vardı. Sahralarda pek çok papağan gördü. Onlara selam verip kendi
papağanından bahsetti. Ansızın bu papağanlardan birisi titremeye başladı.
Kendisinden geçti. Yere serildi. Tacir papağanı öldü sandı. Verdiği bu haberden
dolayı pişman oldu. Üzüldü. Kendi papağanın bununla akraba olduğunu,
bunun için kederinden dolayı öldüğünü düşündü. Tacir ticaretini bitirerek evine
döndü. Hediyelerini dağıttı. Papağan kendi hediyesini isteyip oradaki ahvalden
sordu. Tacir papağana üzüntü ve pişmanlığını belirttikten sonra Hindistan’da
bir papağanın kendi papağanının durumundan haberdar olunca titreyip yere
düştüğünü ve öldüğünü söyledi.
Papağan bu hikâyeyi işitince o da tıpkı
Hindistan’daki papağan gibi titredi, yere düşüp öldü. Tacir papağanı kafesten
alıp dışarı attı.
Papağan uçup yüksek bir ağacın dalına kondu.
Tacir bu duruma şaşıp kaldı. Nedenini papağandan sordu. Papağan şöyle dedi:
“Hindistan’daki papağan fiil ve hareketleriyle
bana ders verdi, nasihat etti. Hal dili ile bana dedi ki, seni sesin esarete
düşürdü. Kendini ölü gibi gösterirsen kurtulacaksın. Sözlerini tamamlayan
papağan Hindistan’ın yolunu tuttu. ‘’
Her birimiz papağan misali ten kafesinde esiriz.
Nefsimize ve dünyaya bağlıyız. Şayet Hindistan’daki papağan gibi birisinden
yani bir mürşid-i kâmilden ders alırsak marifete ve hakikate ulaşabiliriz. Bu
ten kafesinden kurtulmanın yolu tacirin papağanı gibi ölmeden önce ölmenin,
yani ‘Hiç’ olmanın sırrına ermektir.
İkinci hikaye:
‘Arslan, kurt, bir de tilki avlanmak için dağa,
ormanlığa gitmişlerdi. Savaşçı bir arslanın peşine takılan elbette eli boş
dönmez. Kısa zamanda bir dağ sığırı, bir keçi, bir de semiz bir tavşan
avladılar. Avları sürükleye sürükleye dağdan ormana getirdiler. Kurt ile tilki
açgözlü bir tavır takındılar. Hisselerine düşecek etleri düşünmeye başladılar.
Ağızları sulanarak daha çok et yemenin hayalini kurdular. Arslan ferasetiyle
kurt ve tilkinin kalbinde geçirdiği şeyleri bildi. Yüzlerine gülmesine rağmen
içten içe öfkelendi. Huzurunda bu tür bir edepsizliği cezasız bırakamazdı.
Onlara bir ders vermek istedi. Arslan kurdu imtihan etmek için av hayvanlarını
aralarında paylaştırmasını istedi.
Kurt dedi ki:
Padişahım, yaban sığırı senin payın olsun. O da
büyük, sen de büyüksün. Orta boyda, irilikte olan keçi de benim olsun. Tavşan
da tilkiye uygun bir av.
Arslan kükreyerek söylediklerini bir daha tekrar
etmesini emretti. Sonra kurdu yanına çağırdı. Bir pençe darbesiyle canını aldı.
Kurdu cansız yere serdi.
Arslan, kendi kendine şöyle dedi:
Ey koca kurt, madem hayvanlar padişahının önünde
kendini ölü saymadın. Cezanı gör.
فَانتَقَمْنَا مِنْهُمْ فَأَغْرَقْنَاهُمْ فِي الْيَمِّ بِأَنَّهُمْ كَذَّبُواْ بِآيَاتِنَا وَكَانُواْ عَنْهَا غَافِلِينَ
‘Biz onlardan intikam aldık (Araf suresi, 136).’ ayet-i kerimesinin hükmü
budur. Ondan sonra arslan yüzünü tilkiye çevirdi. Haydi, dedi, bunları aramızda
sen pay et!
Tilki arslana şöyle dedi:
Ey yüce padişah, şu semiz öküz, senin kuşluk
yemeğin olsun. Şu keçiden de aziz padişahımızın öğle yemeği için yahni yapılır.
Tavşan ise lütuf ve kerem sahibi padişaha akşamleyin bir çerez olur.
Arslan:
Ey tilki, dedi, bu hakça paylaşmayı nasıl
öğrendin?
Tilki:
Ey cihan padişahı, dedi, bunları ben kurdun
taksiminden öğrendim.
Arslan:
Mademki kendini bizim aşkımızda fani eyledin.
Avların üçü de senin olsun. Al götür!
Arslan sözlerine şöyle devam etti:
Ey tilki, sen tamamıyla biz oldun. Bizim oldun.
Artık seni nasıl incitebiliriz? Biz de seniniz. Bütün hayvanlar da senin. Artık
yedinci kat göğün üstüne ayak bas, yüksel!
Tilki, arslan bunu bana kurttan sonra teklif etti
diye yüzlerce şükürde bulundu.
Akıllı insanlar Firavunların, Ad kavminin
başına gelenleri duyunca şu varlıktan da geçer, hırs ve gururu da bırakır.
Varlıktan, kendini büyük görmekten vaz geçmezse bu sefer onun halinden,
sapkınlığından başkaları ibret alır.’
Allah Teâlâ nefsimizi tanımayı ve ona hiçbir
değer vermemeyi nasip eylesin. Âmin.
Muhsin İYİ-http://www.islamdergisi.com/tasavvuf/tasavvufta-hic/
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar