OSMANLI İMPARATORLUĞUNU YIKILIŞINDA BİR VELİNİN AHI
Niyâzî-i Mısrî kaddese’llâhü sırrahu’l azîz hakkında bir yabancı tarihçi olan Dimitri
KANTEMİR’in[1] kitabına derc ettiği bu hususu bizim yerli
tarihçilerimizin göz ardı etmeleri çok acı olduğu gibi, birde bu tarih
kitabının 1980 de Diyanet İşlerinin Din İşleri Yüksek kurulu tarafından
yasaklanma tavsiyesinin bulunması gariplikler yurdu olan memleketimizin yalnız
dış güçler tarafından yıpratılmadığı kendi kendimize çok yaptığımızın hataları
görmek açısından önemli olduğunu belirtmek isteriz. Kitaptan aldığımız bölümde Niyâzî-i Mısrî kaddese’llâhü sırrahu’l azîzin
Rodosa sürgün gidişini bir yabancı gözüyle okumanız için burada alıntıladım.
Sadrazamın savaş hazırlıklarıyla uğraştığı ve
hatta kentin dışında karargâh kurduğu bir sırada, Bursa Şeyhi Niyâzî-i Mısri
Efendi [3], kendisinin ilahi yardımına inanan derviş
adı altında üç binden çok gönüllüyü bayrağın altına toplar. Bu dervişler,
kendisinden ne maaş, ne de başka geçim gereksinmesi istemeyerek, nereye
götürmek isterse oraya gitmeye hazır olduklarını söylüyorlardı. Şeyh bu
dervişlerle deniz yoluyla Rodos'a gider; buradan da kara yoluyla Edirne'ye
gelir ve kente varır varmaz yandaşlarıyla birlikte doğru Selimiye Camii'ne gider.
Burada öğle namazı için gelen halka rastlar. Mısri Efendi de büyük bir gayret
ve dindarlıkla ibadette bulunur ve aşağı yukarı şu mealde halka hitap eder:
"Almanlara karşı yeni bir ordunun
kurulduğunu öğrendim. Bugünkü durum karşısında Müslümanların iyiliği ve çıkan
için Kuran-ı Kerim'in kurallarına göre ne yapabileceğimi uzun boylu düşündüm
durdum. Şu anda Osmanlı ordusunun bugüne dek Hıristiyanlar tarafından uğradığı
büyük kayıpların sebebinin ne olabileceğini araştırdım. Bu düşüncelerim
arasında bizzat Allah Teâlâ gökten, aralıksız süren bu büyük bozgunların
nedeninin, ne Almanların cesareti, ne de Türk halkının günahı olduğunu; aksine
gâvurların ruhu, imanı ve ananelerinin etkisi altında kalarak, kâfirlere karşı
büyük sayıdaki ordu değil, fakat Allah Teâlâ'ya imanlı, temiz yürekli ve uyruğa
karşı doğru dürüst olmak lazım geldiğini bilmeyen imparatorluğun on yedi
vali ve ileri gelenlerinin uygunsuz davranışları sebep olmuştur.
İmparatorluğumuzu yok olmaya sürükleyen bu
kişileri bilmek istemez misiniz? Pekâlâ, türban ve Müslüman giysileri içinde
çalımla aramızda dolaşmaktan utanmayan bu gâvurların adlarını ilâhi hikmet
bana açıkladı. Bunlar şunlardır:
Vezir, yeniçeri ağası, kaymakam[4], defterdar[5], reis efendi ve isimleriyle
adlandırabileceğim öteki büyük devlet memurları.
Bütün bunlar ölümle cezalandırılmadıkça,
gâvurları yenme ümidini taşıyamayız. Hattâ imparatorluğun top yekün yok olması
beklenebilir. Bu amaçla, Allah Teâlâ'nın emriyle sayılan az olmasına ve henüz
silahları olmamasına karşın, ilahi kudretten hız alarak din bilgisiyle
donatılmış, günahsız ve lekesiz bir yığın Müslüman toplamış bulunuyorum.
Bunlar sayesinde sayısız kâfir ordusuna salt karşı koymak değil, fakat Osmanlı
İmparatorluğu'nun sınırlarından tümüyle püskürtebileceğimi sanıyorum."
Bu haber her tarafa o kadar çabuk yayılır ki,
olaylara meraklı bulunan salt halk değil, fakat büyük sayıda yeniçeri, sipahi
ve öteki askeri memurlar camiye koşarlar. Cami çok geniş olmasına karşın, bu
kadar kalabalık dinleyiciyi içine alamayıp tüm dış salonlar dahi dolar. Bunca
kalabalığın toplandığını gören sözcü, o kadar çok coşar ki dinî nasihatleri
tam dört saat sürer. Bir ayaklanma olur korkusuyla sadrazama haber verilir.
Vezir de herhangi bir olasılığı zamanında önlemek amacıyla kaymakamı, Şeyh
Mısri Efendi'ye gönderir ve bir şeyler tebliğ edilmek üzere kendisine kadar
gelmesini rica eder. Kaymakam, en derin saygı ile iltifatlarla görevini yerine
getirdikten sonra Mısri Efendi kendisine,
"Ben, Allah Teâlâ'nın bana gökten açıkladığı
şeyleri kullarına söylemek için gönderilmiş bir kuluyum. Ve vezirin ne gâvuru
olabileceğini bilemem ve görevimi bırakıp da onu dinlemeye sebep görmüyorum" yanıtını verir. Kaymakam, kendisini dikkatle
dinleyen bu kadar kalabalık bir halk yığınının çevresini sarmış olduğunu
görünce, toplantıyı dağıtmak için kuvvet kullanmaktan başka çare olmadığını anlayarak,
sadrazama geri gider ve kendisine gördüklerini ve duyduklarını söyler ve aynı
zamanda kötülüğü önlemek ve bu halk topluluğunu dağıtmak için derhal gerekli
önlemleri önerir. Zira şeyhin baştan sonuna kadar vaizi salt devletin ileri
gelenlerine karşı değil fakat bizzat sultana karşı halkı ayaklandırmaktan
başka amaç gütmüyordu. Bunlardan sonra sadrazam, yeniçeri ağasını ve şeyhin
kâfirlikle suçladığı tüm ötekileri çağırtır ve hepsini bekleyen ortak
tehlikeyi belirterek, kendilerini tehdit eden olayı önlemek için ne gibi
tedbirler alınması gerektiğini sorar. Ortaya atılan tüm kanılar göz önüne
alındıktan sonra, önceden sultanın onayı alınmadan hiçbir şeyin yapılmaması gerektiği
sonucuna oybirliğiyle varılır. Bununla beraber bu arada şeyhi kentten
uzaklaştırmak için tüm önlemlerin alınması lazımdır. Bu amaçla derhal sultana
bir telhis gönderirler ve bununla derviş giysisi içinde büyük bir asker
çetesiyle birlikte bir şeyhin kente geldiğini ve Selimiye Camii'ne giderek
halka hitap ettiğini ve kararsız cemaati ayaklanmaya kışkırttığını ve devletin
ileri gelenlerine leke sürmekten ve hatta sultana dahi iğrenç isimler takmaktan
geri kalmadığını; kendilerini kâfir diye adlandırarak ve açıkça Osmanlı
Almanlarının, imparatorluk Almanlarına karşı savaş ettiklerini ve bundan
dolayı Allah Teâlâ'nın, Osmanlı sarayı üzerinde lütfü beklenemeyeceğini
diyerek, sadrazam ve öteki subaylardan öcünü aldığını bildiriyordu. Bu ve bunun
gibi başka yapmacık işaretler yüzünden sultan o kadar çok hiddetlenir ki, derhal
asinin yakalanmasını emreder ve kullandığı yeşil türbanına olan saygısından
ötürü kendisini ölüme mahkûm edemediğinden tüm çetesiyle birlikte Bursa'ya
gönderilmesini emreder. Böylece sadrazam, istediğini sultan adına yerine
getirmek yetkisini elde etmiş olduğuna sevinerek kaymakamı bir defa daha
camiye, fakat bu sefer yeniçeri ağası ve büyük sayıda askerin eşliğinde
gönderir. Kaymakamla yeniçeri ağası, yeniçerileri dışarıda, sokakta bırakarak
hâlâ vaazda bulunan şeyhin yanına giderler ve sultan adına selamlayarak,
sultanın kendisinin kutsallığı
ve ünü hakkında çok güzel şeyler işittiğini ve bunları kendisine duyurmak
istediğini, bundan dolayı oyalanmadan saraya gelmesini rica ettiğini haber
verirler. Mısri Efendi ise, ya bunların amacının farkına varır ya da saman
altındaki yılan gibi
"Buraya gelmenizin sebebi
dediğiniz gibi sultanın değil, fakat şeytanın [6]gönderdiğini sanıyorum" der.
“Mamafih Allah Teâlâ uğrunda savaştığım için insanların ne
övgüleri, ne de saldırıları beni rahatsız etmez. Bu itibarla bu İslam cemaatine
herhangi bir hakarette bulunmamak ve sultanın emirlerine boyun eğmek istemiyor
sanılmasın diye istediğiniz yere gitmeye hazırım. Bununla beraber bütün
bunları ne kendi isteğimle ve de fena amaçla değil, fakat ilahi vahiyle
konuştuğuma kanaat getirmeniz için, işte benim buradan ayrılmamdan birkaç saat
sonra tanık olacağınıza daha şimdiden bildiririm" cevabını verir. Bunları söyledikten sonra camiden
çıkar ve kapıda kendisini bekleyen sultanın faytonuna biner ve muhafızların
eşliğinde her yandan koşarak gelen büyük sayıdaki halkın saygı gösterileri
arasında gider. Fakat halk kendisini izleyemeyecek kadar uzaklaştıktan sonra
kapalı bir arabanın içine koyarlar ve ilkin Rodos'a, sonra da Bursa'ya
götürürler.
38 -
MISRI EFENDİ'NİN UZAKLAŞMASINDAN SONRA İZLENEN MUCİZE:
Şeyhin batıl kehaneti hakikaten gerçekleşir,
zira onun ayrılmasından iki gün sonra öğleye doğru yeniçerilerin ve subayların
tüm çadırlarını devirecek kadar şiddetli bir kasırga çıkar. Rastlantı olarak
bu sıralarda öğle yemeğini pişirmek için birçok çadırda âteş yanıyordu. Fırtınadan
devrilen çadırlar ateş alır ve çabucak ötekilere de yayılarak, bir saatten az
bir süre içinde yüksek rütbeli subayların pavyonlarıyla birlikte binden fazla
çadır kül olur gider. Halk bu görüntü karşısında seyirci kalıyor ve sadece:
işte bu gerçeğin kanıtıdır ve kulunun haksız yere sürgün edilmesinden dolayı
Allah öç alıyor diye haykırıyor ve ateşin söndürülmesi konusunda hiçbir
yardımda bulunmuyordu. Sonun da askerler büyük güçlükle
ordugâhın bir kısmını ateşin alevlerinden kurtarmayı başarırlar. Bizzat sultan
bile büyük bir korkuya kapılır ve şeyhe saygı dolu bir mektup yazarak, hain
vezirleri tarafından aldatıldığını itiraf eder, kendisini affetmesini rica eder
ve tekrar Edirne 'ye gelmesini ve orduyu kutsamasını istediğini bildirir. Buna
karşılık Mısri Efendi ise, kendisinin sürgün işinde sultanın değil, fakat saray
arabozucularının
kabahati olduğunu tâ baştan bildiğini; buna karşın bu haksızlığı unutarak
herkesi bağışladığını, fakat Edirne'ye dönemeyeceğini, çünkü ilk kez Edirne'ye
gitmesiyle şimdiki arasında çok farklı bir durum olduğunu söyler.] (Dimitri
KANTEMİR)
Konu üzerinde bir yabancının bu kadar hasas
davrandığı olayı yerli kaynaklara uygun anlatışına bakılınca durumun vahameti
açıkça görünmektedir. Aşağıda anlatılacak mevzu ile devletimizin Niyâzî-i Mısrî kaddese’llâhü sırrahu’l azîzin kabri
hakkında çalışmalara başlamasının elzem olduğu görülmektedir. Ayrıca bu hususun
Yunan Hükümeti tarafından kendileri açısından yine belirteceğimiz bilgiler
yüzünden Niyâzî-i
Mısrî kabri hakkında uyguladığı hakareti bir an önce
telafi etmeleri gerektiğini görmekteyiz. Çünkü Koca Osmanlıyı darmadağın eden
“Ah” ın onlara da dokunacağını düşünmekten kendimizi alamıyoruz.
[17
MART 1694'TEN 18 MART 1915'E VEYA MONDROS'TA ATILAN İMZA
Bu başlığı şöyle de atabiliriz: 17 Mart
1694'ten 18 Mart 1915'e veya ayağı bukağılı bir erenin 30 Ekim 1918de
Mondros'ta attırdığı imza.
XVII. asrın sonlarındayız.
Devir İkinci Ahmed devridir. Hazret-i
Niyazi'nin iş başında bulunan hainleri Padişaha tek tek bildireceği şayiası,
devlet adamları arasında, özellikle de Kâdızâdelilerden Vânî-i Cânî lakaplı
Mehmed Efendide telaş uyandırır. Sadrazam Bozoklu Mustafa Paşa, Mısrî
Efendinin duasını almak isteyen ve sonra sefere çıkılmasını münâsip gören
Sultân II. Ahmed'i, bu zât geldiği takdirde büyük bir fitne
zuhur edeceği yolundaki telkinleriyle fikrinden vazgeçirir.
Hazret-i Pîr, 30 Haziran 1693 Salı günü
Edirne'ye gelip va'z etmek üzere Selimiye Camiine indiği zaman, halk caminin etrafını doldurmuş kalabalıktan içeriye
girilemez olmuştur. Bu durumu gören Sadrazam, Niyâzî-i Mısrî'nin eğer derhâl
tutuklanıp sürgün edilmezse büyük bir karışıklık çıkacağını pâdişâha telkin
eder; Mısrî'nin Limni'ye sürgünü hususunda bir ferman alır. Bunun üzerine
Hazret-i Mısrî tekrar Limni'ye sürülür (1693). Hazret-i Pîr bu sefer
incinmiştir ve giderken:
"OSMANLI'NIN İNKIRAZI (ÇÖKÜŞÜ) İÇİN
DÖRDÜNCÜ KAT SEMÂYA BİR KAZIK ÇAKTIM. BU KAZIĞI BENDEN BAŞKA KİMSE
ÇIKARAMAZ." der ve ayağındaki bukağı ile bir koçu
arabaya bindirilip palas pandıras yola çıkarılır. Ve bir müddet sonra adada (17
Mart 1694) vefat eder.
Yıl 18 Mart 1915 İngiliz Agamemnon
zırhlısı Çanakkale Boğazına girer ve Mecidiye tabyasına ölüm kusar; ancak
Çanakkale'yi geçemez. İsabet alıp geri çekilir. Birinci Dünyâ Savaşı sonunda
ateşkes isteyen Osmanlı Devleti ile İtilaf Devletleri arasında 30 Ekim 1918
yılında Limni Adasında Niyâzî-i Mısrî'nin gömüldüğü yere bakan Mondros
Limanında Agamemnon zırhlısında yapılan antlaşma ile Osmanlı'nın inkırazı (çöküşü)
tescil edilir.
İmdi, sadede gelelim ve ricâl-i devlete dönüp
soralım:
Biz şimdi Hazret-i Mısrî'den özür dileyip
Mondros'ta ayağımıza geçirilen bukağıdan kurtulalım mı, kurtulmayalım mı?
Bu zat, zamanının büyük velîlerinden olup
kerametleri zahir ve bahirdir, ne buyurmuşsa hepsi ayniyle vuku bulmuştur.] (TATÇI Mustafa Niyâzî-i Mısrî
[Kitap]. - İstanbul : H Yayınları, 2010, s.92)
NİYÂZÎ-İ MISRÎ KUDDİSE SIRRUHU’L-AZİZİN
TÜRBESİNİN SON DURUMU
Değerli dostlar.
Size türbe diye gösterilen yerin eski bir
Osmanlı hamamı olduğunu tahmin ediyorum. Aklınıza hamamlarda pencere olur mu?
Diye bir soru gelebilir. Aynı hamamı Midilli Adasında eski limanı (kuzey liman
yolu üzerindeki Ermou caddesinin yakınında da görebilirsiniz. Türbe bugün Türk
yalısı semtinde mevcut olan (kapısı taş işlemeli) market olarak hizmet veren
binanın içindedir. Bu konuda elimde bazı eski mübadele öncesi resimler
mevcuttur.1930 lu yıllarda mezarı bursa belediyesinin Bursa’ya taşıma girişimi
olmuş fakat yunan yetkililer adada ikamet eden halkın sesine kulak vererek
mezarın Türkiye ye nakline karşı çıkmışlardır. Zira Mısriye hristiyan halk ta
sempati duymaktaydı. Myrina halkından öğrendiğim kadarı ile özellikle
yaşlılardan anlattıkları konu çok farklıdır.
Şöyle ki: türbe ….09.1939 tarihinde
belediyece yıktırılmış. Aynı gün myrinada bir sinemada büyük bir yangın çıkmış
olup 250 civarında insanın ölümünü Limni halkı türbenin yıkılmasına
bağlamıştır.
Konuyu bilgilerinize arz eder. Saygılar
sunarım.[7]
****
Niyâzî-i Mısrî'nin kabrinin Limni adasında
olduğu 1990 yılında devrin Başbakanı Merhum Turgut Özal tarafından Kültür
Bakanı Namık Kemal Zeybek'e talimat verilerek onarılması istenmiştir. Ancak,
Kültür Bakanlığı kabrin bulunduğu yeri ancak tespit edebilmiş ve müteakip
hükümetler yurtdışındaki kültürel varlıklarımıza ilgisiz kalınca Niyâzî-i
Mısrî'nin de mezarı onarılamaz olmuştur. Tâ ki 20 Şubat 2008’de TBMM’de kabul
edilen ve 27 Şubat 2008’de yürürlüğe giren 5737 Sayılı Vakıflar Kanunu çıkana
kadar. Vakıflar Genel Müdürlüğü Yurtdışındaki Türk Kültür Eserlerinin
onarılmasını bir bütün olarak kabul etmiş, bunun için bir daire kurmuş ve
Vakıflar Bütçesini de yaklaşık 37 milyondan 600 milyon YTL ye çıkararak ecdadın
kültürel mirasını korumayı hedeflemiştir. Haberi okuyunca sanki Niyâzî-i
Mısrî'nin türbesi yeni keşfedilmiş gibi haber yapılması bu tarihi bilgileri
yazmama beni adeta zorlamıştır. Umarım Vakıflar Genel Müdürlüğü Yurtdışı Daire
Başkanlığı diğer eserlerle birlikte planına almış olduğu Niyâzî-i Mısri
Türbesini de onarmayı başarır. Bence Niyâzî-i Mısrî’nin Mısırlı değil Malatyalı
olduğunu Yunanlılara erkenden söylenmekle onarımın gecikmesine sebep
olunmuştur. Zira Yunanistan bizden ayrılmış bir ülke olması hasebiyle bize ait
bütün eserleri korumasız ve bakımsız bırakmayı temel politika haline
getirmiştir. Tarihi eserlerin restorasyonu ile Yunan hükümeti
ilgilenmemektedir. Onun yerine bağımsız hareket eden Anıtlar ve Tarihi Eserler
Kurulu ilgilenmektedir. Bu kurum da dediğim gibi bizim eserlere çok lakayt
davranmaktadır. Bu iş Limni Belediyesinin işi değildir. Öyle ki Merhum Özal
1990 da Patrikhaneye onarım izni verdiğinde Yunanlılar Rodosta, aralarında bir
Malatyalı Paşanın da mezarı bulunan tarihi eserlerin onarımını zamana yayarak
karşılıklılık ilkesi çerçevesinde onarıma izin vermemişlerdir. Hatta İKO
İslam Mirasını Koruma Merkezi veya Ağa Han Vakfı tarafından Rodos’taki
camilerin onarımı için gönderilen paraları dahi bankalarda bekleterek yerinde
ve zamanında kullanmamışlardır. Bu bilgiler Özal zamanı içindir. Şimdi
Rodostaki Süleymaniye Camii kısmen onarım görmüştür. Bunu da şimdiki
Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül'ün Başbakanlığı ve bilahare Dışişleri
Bakanlığında kültürel varlıklarımıza sahip çıkmasına borçluyuz. Son zamanlarda
yurtdışındaki özellikle Osmanlı Eserleri onarılmaktadır. Bu işi Vakıflar Genel
Müdürülüğü Yurtdışı Daire Başkanlığı yapmaktadır. Bu iş Belediyelere
bırakılırsa Yunanistan’ın Tarihi Anıtlar Kuruluna toslar ve 2 senede yapılacak
bir onarım 10 sene sonra yapılır. Bu bilgileri okuyucularla paylaşmamın sebebi
Niyâzî-i Mısrî Türbesinin Özal zamanında başlayan hikâyesini anlatmak ve
Rodos'ta bulunan kaptanı Derya Murat Reis Paşa haziresinde bulunan ve güzel
mermerlerle yapılmış Malatyalı Paşanın da mezarının onarım beklediğini
anlatmaktır. Ben bu bilgileri aynı zamanda TBMM Dışişleri Komisyonu Üyesi olan
Malatya Vekilimiz Mehmet Şahin'den duyduğumda bir Malatyalı olarak sizlerle
paylaşmayı uygun gördüm.[8]
Sonuç olarak
alıntı yaptığım iki güncel not türbenin vahim
durumunu bize haber vermekte ve bu şekilde deşifre olması bizi üzmektedir.
Komşumuz Yunanistan’nın ve devletimizin artık bu konuda tedbir alacağını
düşünüyoruz. Çünkü Niyâzî-i Mısrî kaddese’llâhü sırrahu’l azîz Efendimizin
Osmanlıya karşı memnuniyetsizliği ile ilgili sıkıntıların neticesi
anlaşılmıştır. Eğer bu konuda Yunanistan ve devletimiz gerçek bir özveride
bulunulursa umarım ki Allah Teâlâ dostuna yapılan hizmetin karşılığını çok kısa
zamanda gösterecektir. Yoksa……
[1] Dimitri KANTEMİR trc.Dr. Özdemir ÇOBANOĞLU Osmanlı İmparatorluğu'nun Yükseliş ve Çöküş Tarihi
[Kitap]. - İstanbul : Çağ Yayınları-Cumhuriyet Kitap Kulübü, 4.Baskı
- 2001.
[2] (Dimitri KANTEMİR,
4.Baskı - 2001) ,c.II, 771-774; Açıklamalar: 968-970
[3] Mısrî Efendi: Birçoğu bunun Hıristiyan dinini en çok
sevenlerden biri olduğunu sanmalarına karşın, Türkler arasında dindarlığı
yüzünden çok tanınmış birisidir. Bu kanıyı, kendisinin yayımlayıp da camilerde
okunmasını emrettiği birçok dinsel şiir doğrulamaktadır. Birçoğunun kanısına
göre bedenleşme gizine ilişkin olan bazılarını, Türkçeden sözcük sözcük çevirdim
ve buraya aktarmaya layık olduklarını sanmaktayım:
(Orijinal ilâhi bu şekilde)
Ol menem kim vâkıf-ı esrâr-ı ilm-i Âdemim,
Kâşif-i genc-i hakikat hem hayât-ı âlemim.
Bende mahfî oldu gaybül-gaybın esrârı hemîn,
Bendedir sır-ı emânet ana kenz-i mübhemim.
Ben
cemâl-i Hakk’ı cümle şeyde zâhir görmüşem,
Bu merâyâya anın için baktığımca hurremim.
Her sözüm miftâh-ı kufl-i “küntü kenz” olmuş
durur,
Hem dem-i İsâ ile herbir nefiste mahremim.
Cümle
mevcûdâtı verdim ben vücûd-ü vâhide,
Zât u esmâ ve sıfâtın ile hâlâ yek demim.
Yerde gökte her ne kim var bağludur bâşı
bana,
Âşikâre vü nihâne ben tılsım-ı â’zâmım.
Ben o
Mısrî’yem vücûdum Mısrına şâh olmuşam,
Hâdisim gerçi velî ma’nîde sırr-ı akdemim.
(Tercüme bu şekilde yapılmış)
"İnsansal
anlayışın gizlerini bilen benim
Adaletin
hazinelerini ben ölçerim ve dünyanın yaşamı benim
Tüm
gizli şeyler ve tüm gizli şeylerin esrarı bende saklıdır
Bana
sır verildi ve ben onu içimde saklarım
Ben,
ilahi güzelliği herkesten daha aydır gördüm
Bundan
ötürü bu görüntüyü gördükçe sevinçten coşarım
Gökteki
ve yerdeki her şey bana bağımlıdır
Tüm
görülen ve görülmeyen şeyler aynaya yansır gibi içime yansır
Ben,
tüm yaratıklara öz ve biricik varlığımı adadım
Ben
sonsuza dek İsâ 'dayım ve sonuna dek onunla birlikteyim
Ben,
vücudumdan Mısır'da kral olan Mısrî'yim
Kehanetim
çok derindir ve onun gizli yorumunda ebedi bir sır içermektedir "
Aşağıdaki taşlamada aynı şeyleri ima
ettiği sanılmaktadır:
(Orijinal ilâhi
bu şekilde)
Gönlüm göğünün yıldızıdır hiç adedi yok,
Her burçta benim bin güneş bin kamerim var.
Âlimler ebced hacesi olmak olur âr,
Alçak görünen ebced’e âlî nazarım var.
Arş u semâvatı ulûmun budur el-hak,
Hem dahi zemininde tükenmez güherim var.
Bununla bir oldu dem-i Îsâ ile Mısrî,
Gönlüme dahi ne gelirim ne giderim var.
(Tercüme bu şekilde yapılmış)
"Allah aşkına, benim bilgim
sonsuzdur
Yaşamım süresince kutsal bilimler için
çalışırım
Yüreğimin semasında sayısız yıldızlar
var
Her burçta ben, biner güneş ve ay
sayarım
Bunlara bakarak, gök kubbenin ve öteki
gezegenlerin bilgisi küçümsenmeli
Zira benim yeryüzünde de sürekli
varlıklarım vardır
Dünya alfabesinin ustası olmaktan
utanıyorum
Fakat dünyada çok az sayılan bu
alfabenin kıymetini bilirim
Zira bununla Mısrî ile İsâ arasındaki
bağ kurulmaktadır
Bundan ötürü hiçbir arzum yoktur ve
hiçbir şeyim eksik değildir. "
Bu dizelerin içerdiği açık itiraflar,
Mısrî Efendi'nin İsâ aleyhisselâma duyduğu içten duygular hakkında bir fikir
edinmek için yeterli olur fikrindeyim. Buna karşın Mısrî Efendi hakkında bizzat
istanbul Patriği Kallinikos'un ağzından işittiğim anıyı belirtmeye değer
olduğunu sanırım. Bu yüksek rütbeli papaz, Bursa'da ruhani reis olduğu bir
sırada, kentin mollası olan Mısrî Efendi, bununla dost olmuş ve sık sık bunun
evine gidermiş. Bir seferinde metropolite gittiğinde, masanın üstünde Yunanca
bir kitap görür ve bunun ne olduğunu sorar. Ruhani reis de bunun İncil olduğunu
söyler. Bunun üzerine Mısrî Efendi,
"Ey pek aziz metropolitim, Allah
Teâlâ'nın sana lütuf olarak verdiğini yaşadıkça korumalısın; zira İsâ ile
İncil, Allah Teâlâ'nın kelamıdırlar" der.
Mısrî'nin bu duyarlılığından dolayı
Türkler, kendisinin yürekten Hıristiyan olduğunu sanmalarına karşın, yine de
ününü küçültmemişlerdir. Örneğin, yukarıda naklettiğim bu dizeler, Hıristiyan
Ortodoks mezhebine göre mi, yoksa Kuran öğretisine karşıt olarak mı düzenlenmiş
olup olmadıklarını kararlaştırmak için müftüye gösterildikleri zaman, müftü
resmen bildirmekte kararsızlık gösterir ve şu fetvayla iki anlamlı bir cevap
verir:
"Bu dizelerin anlamını ancak Allah
Teâlâ ile Mısrî bilir. Bu karar, bir kâfir tarafından verilmesine karşın, bunun
doğru olduğuna inanıyor ve bu insanın derin bilgisi hakkında yorumda bulunmanın
çok zor olduğunu anlıyorum."
Bu arada, müftünün bu beyanatından
sonra Mısrî Efendi'nin bu dizeleri, halka yayılmış ve tüm Türkler, Bunların
gerçek Ortodoks olduklarını kabul etmişlerdir. Buna rağmen bu dizelerin
ihtiyatla okunmasına izin verilir ve yayımlanan nüshaların başında aşağıdaki
uyarı vardır:
"Bu dizelerin ve özlü sözlerin
yazarı anılmaya değer Mısrî Efendi'dir. Bunların içinde İslam dinine uygun
düşmeyen ve Hıristiyanların kulaklarını tırmalayan bazı karar ve anlatımlar
vardır. Bununla beraber bunu salt yazarın coşkusuna vermelidir. Bu aşın
heyecanı sayesinde bazı Müslümanların gerçek inançlarını bozmuştur. Bab-ı Âli
bunlardan haberi olduğu zaman, müftüye Mısrî'nin şarkılarını ve şiirlerini bir
cilt halinde toplatılmasını ve incelemeye gönderilmesini emreder. Müftü,
bunları okuduktan sonra yakmıştır ve aşağıdaki fetvayı vermiştir.
“Mısrî Efendi gibi konuşan ve
düşünenler bu ateşte yansınlar; ancak Mısrî Efendi yanmasın, zira coşkunun
egemen olduğu kimselerin üzerine fetva çıkarılamaz. Bu Mısrî Efendi'nin
hakaretin öcünü almak için bundan önce sözünü ettiğim karışıklıkları çıkardığı
anlaşılmaktadır.”
[4]Kaymakam: Yani Osman Paşa olup, köken
bakımından Girit'te doğmuş bir Rum'du. Kandiye'nin kuşatılması dolayısıyla
Köprülü Ahmed Paşa'nın eline tutsak olarak düşer ve bunun teşvikiyle
Müslümanlığı kabul
eder. Bundan sonra giderek sadrazamlığa kadar yükselir. Çok akıllıydı ve duruma göre hareket etmesini bilirdi.
eder. Bundan sonra giderek sadrazamlığa kadar yükselir. Çok akıllıydı ve duruma göre hareket etmesini bilirdi.
[5] Defterdar: Bu sıralarda defterdarlık görevini Türklerin
devlet işlerindeki büyük becerisinden ve deneyiminden dolayı, bugüne dek
yücelttikleri Kirli ismail Efendi
görüyordu.
[6] Sultan değil, fakat şeytan (sultandan, şeytandan): Mısrî
Efendi'nin bu deyişi, bundan sonra iki türlü yorumlanmıştır. İlk önce motamo
(kelime kelime) anlamında, yani sultanın kendi kusurlarını ayıplayan bir
insanın yaşamına son vermek için, şeytani bir ruh tarafından kışkırtıldığı;
sonra iki anlamlı olarak yani Mısrî Efendi'nin, kendisini uyarmak için
gelenlerin sanki sultan tarafından değil de, kendisini bu suçu işlemeye iten
şeytan tarafından gönderilmiştir.
[7] Ruhi İYİGÜN, http://www.malatyaguncel.com/ 26 Ekim 2008
Pazar 21:32
[8] Ali Zeybek, http://www.malatyaguncel.com/ 11 Eylül 2008
Perşembe 15:35
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar