ŞÂH MUHAMMED MA’SÛM ÖMERÎ kaddesellâhü sırrahu’l azîz
Hindistan
velîlerinden. İsmi Şâh Muhammed Ma’sûm Ömerî bin Abdürreşîd Sâhib bin Ahmed
Saîd’dir. İmâm-ı Rabbânî kaddesellâhü sırrahu’l azîz hazretlerinin
torunlarındandır. 1846 (H.1263) senesinde Delhi’de Abdullah-ı Dehlevî
hazretlerinin dergâhında doğdu. 1922 (H.1341) senesinde Mekke-i mükerremede
vefât etti. Babasının yanına defnedildi.
Küçük
yaşta Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. Zâhirî ilimleri dedesinin talebelerinin önde
gelenlerinden Molla Muhammed Nüvâb ve küçük amcası Muhammed Mazhar’dan okudu.
Hadîs ilmini Şâh Abdülgani ve Şeyh Sıddık Kemâl Mekkî’den öğrendi. Dedesinden
ve babasından tasavvuf yolunda yetişti ve kemâle geldi.
1858
senesinde zâlim İngiliz orduları, Hindistan’ı işgâl edince, milyonlarca
müslüman hunharca katledildi. Bir kısmı da aç bırakılıp ölüme terkedildi.
İngilizlerin ellerinden kaçıp kurtulabilen müslümanlardan bir kısmı, Medîne-i
münevvereye hicret etti. Bunlar arasında Şâh Muhammed Ma’sum-i Ömerî de vardı.
Babası Abdürreşid Sâhib’in (rahmetullahi aleyh) vefâtından sonra, 1873
senesinde Hindistan’a döndü. Otuz üç sene sonra akrabâları ve talebelerinden
altmış kişi ile beraber, 1905 senesinde Medîne’ye tekrar hicret etti. İmâm-ı
Rabbânî hazretlerinin, Mebde’ ve Me’âd kitabını Arabiye tercüme etti ve çok
kitap yazdı. Bunlardan, Ahsen-ül-Kelâm fî-İsbât-i Mevlid-i vel-Kıyâm kitabı,
Hindistan’da konuşulan Urdu dilinde olup, Eshâb-ı kirâm düşmanlarını, kabir
ehline ve evliyâya dil uzatan mezhebsizleri red ve rezil etmektedir.
Hindistan’da basılmış ve Arabîye tercüme edilmiştir. Es-Sebe-ul-Esrâr fî
Medâric-il-Ahyâr kitabı, tasavvufu çok açık anlatmaktadır. Urdu dilindedir.
Oğlu Muhammed Abdülkâdir Medenî tarafından 1911 senesinde Arabîye tercüme
edilmiş, 1913 senesinde İstanbul’da basılmıştır. İkinci oğlu Ebü’l-Feyz
Muhammed Abdürrahmân’ın kitabının başına yazdığı takrîz çok istifâdelidir.
Kitabın önsözünde buyuruyor ki: “Şâh Veliyyullah Dehlevî,
Mukaddimet-üs-Seniyye fî İsbât-i Mezheb-is-Sünniyye kitabında, İmâm-ı
Rabbânî’yi uzun uzun övmekte ve; “Müminler onu sever, münâfıklar, şakîler
ise kötüler” demektedir.
KAYNAKLAR
1)
Hadîkat-ül Evliyâ; s.144
2)
Makâmât-ı Ahyâr; s.87
3) Tam
İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (49. Baskı) s.1034
4)
Zikrussaîdeyn
بِسْـــمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
الحمد لله رب العالمين والصلاة واسلام على رسولنا محمد
وعلى اله وصحبه وسلم اجمعين
Hamd,
insanı mahlûkatının en şereflisi kılan ve onu, zatı'nı bilmek için vücud
hilatını (elbisesini) giydirmekle hususi kılan Allah Teâlâ’ya mahsustur.
Salâtın en
efdali, varlığı tüm mevcudatın yaratılmasına sebep olan ve istidatları
ölçüsünce insanlara Allah Teâlâ’nın tecelliyatının perdelerini açan, büyük
vesile ve yüce vasıta Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme, pak ailesine ve
onun teşrifatı ile müteşerrif olan büyük ashabına olsun.
Fakir kul,
tarikat ve nesep yönünden müceddidi Muhammed Masum diyor ki;
Allah
Teâlâ yolunda kardeşimiz, Rahman'ın katında makbul el-Hac Niyaz Muhammed Han
el- Muradabadi, Allah Teâlâ onu kemâl ve ikmal mertebelerine ulaştırsın-
benden birçok kez tarikat-ı şerife Nakşibendiyye-i Müceddidiyye'nin makamları,
zikirler, eşgal ve murakebeler konusunda yazmamı istedi ki- müridlere lazım olan
hususlar bu tarikat-i aliyyenin büyükleri (Allah Teâlâ sırlarını takdis etsin)
ve başkalarınca yapılmıştı. Tarikat büyüklerinin tasniflerinin çok olması
sebebiyle (yapamayacağımı söyleyerek) ondan özür diledim.
Mesela; İmam-ı
Rabbani Ahmet Faruk Serhendî kaddesellâhü sırrahu’l azîzin Mektubatı ve
risaleleri, yine oğlu kutub ve urvetu'l-vüska Muhammed Masum Nakşibendi
Serhendi kaddesellâhü sırrahu’l azîzin yazdıkları ve Şeyh Abdullah Dehlevi
kaddesellâhü sırrahu’l azîzin risaleleri, iki büyük ceddimiz Şeyh Ebu Said ve
Şeyh Ahmed Said el-Müceddidi (Allah Teâlâ’nın rahmeti hepsinin üzerine
olsun)'nin risaleleri vardı. Bu tasnifler ortada dururken benim yazmam
yakışık almazdı. Fakat o çok ısrar etti ve ben onun elinden kurtulamadım.
(Niyaz Muhammed Han) şöyle diyordu: "Bu tasnifler her ne kadar çok olsa da onlar Farsçadır.
Taliblerin[1] çoğu
Farsça'yı bilmediğinden onlardan istifade edemiyorlar." Ben de bu
sahifeleri yazmaktan başka çare bulamadım. Sünnet olan istihare ve bu (eseri)
yazmanın gerekliliğini müşahededen sonra, mezkur kitaplardan alıntılar yaparak
(istifade ederek) başladım. Ve bu risaleyi yedi sır, bir hatime, bir de hüsn-i
hatime şeklinde tertib ettim. [2]
Birinci
Sır: Müridlere gerekli olan bazı hususların açıklanması.
İkinci
Sır: Alem-i emr ve âlem-i halk latifelerinin açıklanması.
Üçüncü
Sır: İsmi Zât ve Nefyü-isbat'ın zikri.
Dördüncü
Sır: Hususi Olarak Nakşibendiye makamlarının açıklanması.
Beşinci
Sır: Hususi Olarak Müceddidiye makamlarının açıklanması.
Altıncı
Sır: Nakşibendi tarikatında ıstılah haline gelmiş lafızların açıklanması.
Yedinci
Sır: Müridlerin edepleri.
Hatime:
Tarikatın silsilelerinin açıklanması.
Hüsn-i
hatime: Silsilelerdeki şeyhlerin vefat tarihleri hakkındadır.
Bu
risaleyi "ES-SEB'U'L-ESRÂR FÎ MEDÂRİCİ'L-AHYÂR" diye
isimlendirdim.
Muvaffak
kılan ve yardım eden yalnız Allah Teâlâ'tır. O'na tevekkül ettim ve O'ndan
yardım diliyorum.
Talib
(matluba ulaşmak isteyen kimse) biat kasdıyla geldiği zaman önce istihare ile
emrolunur. Eğer (istihare yapmaksızın) kamil-mükemmil bir şeyh talibin biatını
kabul ederse istihare yerine geçer. İkisi birlikte olursa nur üstüne nurdur.
Allah Teâlâ dilediğini nuruna ulaştırır.
Müceddid
İmam (İmam-ı Rabbani) kaddesellâhü sırrahu’l azîzu şöyle diyor: "Akreb (en
yakın), esbak (en önde olan), evfak (en uygun), ahkem (en sağlam), eslem (en
salim), esdak (en doğru), en evla, en yüce, en parlak, en yüksek, en mükemmel
ve en güzel tarikat, yüce Nakşibendi tarikatıdır. Bu tarikatın şanının
yüceliğinin sebebi; tarikat büyüklerinin sünneti seniyyeye (sahibine salât u
selam olsun) uymaya özen göstermeleri, bid'atlardan kaçınılması, tarikat
şeyhlerinin hallerinin sahabe-i kiramın (Allah Teâlâ onlardan razı olsun)
halleri gibi olması.
İşte
böylece diğer tarikatların şeyhlerinin ulaştıkları son nokta, nakşilerin
bidayetinde münderictir. Onların huzurları devam mertebesine ulaşmıştır. Kemâl
derecesine ulaştıktan sonra huzurları, diğerlerinin huzurundan yücedir.
Bu
tarikatın dışındaki tarikatların hilafeti Müceddid İmam (kaddesellâhü sırrahu’l
azîz)a babası ve diğer şeyhlerden ulaşmıştır. Bu tarikatın hilafeti ise ona,
Şeyh Muhammed Baki Nakşibendi'den vasıl olmuştur. Kutsî nefeslerinin
bereketleri Hindistan'da şöhret bulmuştur. Asrının şeyhleri onun kemâlatını ve
tasarrufatını ikrar ettiler ve onu tasdik ettiler. Hatta meşihatlarını terk
ederek ona biat etmekle iftihar ettiler ve müridleri arasına katıldılar.
Muhammed Baki'yi şeyhi hazreti Hacegi Emkineki -kaddesellâhü sırrahu’l azîzu-
bu tarikatı Müceddid İmam Rabbani (kaddesellâhü sırrahu’l azîz)e ulaştırmak
için Maveraünnehr'den Hindistan'a gönderdi.
O da şeyhinin emrine uyarak Hindistan'a gitti.
Müceddid İmam'ı kendisine hilafet-i hassayı (özel hilafeti) vermek suretiyle
şereflendirdi. Hilafeti devrettikten sonra irşadını müridlere bıraktı. Daha
doğrusu tüm müridlerine ondan istifade etmelerini emretti. Onu arkadaşları
arasında metheder ve şöyle derdi: "Gökyüzünün altında Şeyh Ahmed'in
benzeri bulunmaz. Eğer bulunursa söylenirse, onlar sayılı kimselerdir. Bana
göre onun tüm keşifleri sahih ve peygamberlerin (aleyhimüs-salâtu ve'sselam)
mütaalasına uygundur. O güneştir, bizim gibiler ise onun ışığında görülemeyen
yıldızlardır. Önceki şeyhler (mütekaddimun) doğumundan yıllar önce onun
geleceğini haber verdiler. Haber verenler, gavs-ı azam Şeyh Abdulkadir Geylani,
Şeyh Ahmed Cami, Şeyh Halilullah el- Bedahşi, Şeyh Nizam Narnuli ve diğerleri
(Allah Teâlâ hepsinden razı olsun.) gibileridir.
Şeyh
muhaddis Şah Veliyyullah Dehlevi, "Mukaddime-i seniyye" adlı
eserinde sünniliği anlatırken Müceddid İmam'ın menkıbelerini yazar ve şöyle
der: "Onu ancak müttaki mü'min sever ve ona ancak şaki, münafık
olan buğzeder."
Müceddid
İmam'ın (kaddesellâhü sırrahu’l azîz) halifesi Şeyh Muhammed el-Keşmi'de
"Berekât-ı Ahmediyye" aldı kitabında şöyle diyor: "Şeyh Muhammed
Bâki (kaddesellâhü sırrahu’l azîz) arkadaşlarına ondan istifadeyi emrettiği
zaman onlardan biri bundan hoşlanmadı da rüyasında Peygamber Efendimiz
(sallallâhü aleyhi ve sellem)'i Müceddid İmam (kaddesellâhü sırrahu’l azîz)'i
methederken ve şöyle derken gördü: "Şeyh Ahmed kimi kabul
ederse o bizim katımızda makbuldür, o kimi reddederse, o bizim katımızda
merduttur."
Kadiri
tarikatındaki hilafetine gelince, bu ona Şeyh İskender Kitehli'den vasıl
olmuştur.
Şeyh
İskender, Şeyh Abdulkadir Geylani kaddesellâhü sırrahu’l azîzin soyundandır. Bu
zat şeyhlerin büyüklerindendi. Şeyh Abdulkadir Geylani hırkasını bıraktığında,
evlatlarına onu, Müceddid İmam'a ulaştırmalarını vasiyyet etti. Yani kim onun
zamanına yetişirse hırkayı ona giydirmesini vasiyyet etti. İşte Şeyh İskender
onun zamanında yaşıyordu. Gavs-ı Azam Abdulkadir Geylani rüyasında defalarca
hırkayı ona ulaştırmasını emretti. Şeyh İskender Müceddid İmam'ın yanına geldi,
hırkayı eliyle giydirdi ve ona tarikatındaki hilafet-i hassayı (özel
halifeliğ)'i verdi.
Çeştiyye
ve Sühreverdiyye tarikatlarının hilafeti, babası Şeyh Abdulahad (kaddesellâhü
sırrahu’l azîz) dan kendisine intikal etti. Kubreviyye tarikatının hilafeti ise
Keşmir bölgesinde, kemâlat sahibi, şeyhlerin büyüklerinden Şeyh Yakub Asrî
hazretlerinden intikal etmiştir.
İlahi
mevhibeler, sayısız ihsanlar ve lütuflarla Müceddid İmam (kaddesellâhü
sırrahu’l azîz)'in dengi yoktur.
Onun
menkıbelerine, faziletlerine, keşif ve kerametlerine muttali olmak isteyen;
halifesi Şeyh Haşim Keşmi'nin "Berekat-ı Ahmediyye"sine ve yine
halifesi Şeyh Bedreddin es- Sehrendi'nin "Hazeratu'l-kuds'üne ve Şeyh
Muhammed İhsan el-Müceddidi'nin "er- Ravzatu'l-Kayyumiyye" adlı
eserine müracaat etsin.
Müceddid
İmam (kaddesellâhü sırrahu’l azîz) hicri 971'de doğdu. 28 Safer 1034 h.de vefat
etti. Her ne kadar tüm tarikatların halifeliği kendisine verilse de; şeriata
uygunluğu, nebevi sünnete ittibası ve bidatlardan kaçınması sebebiyle Müceddid
İmam (kaddesellâhü sırrahu’l azîz) Nakşibendiye tarikatını seçti. Müridler
başka bir tarikatda ona biat etmiş olsalar da bu tarikatın eşgalini
biliyorlardı.
Bu şerefli
tarikatın faziletleri ve metni kitaplarda mevcuttur. Ben bu kadarla iktifa
ediyorum.
Şeyhin,
müride evvela mücmel olarak tevbe yolunu öğretmesi gerekir. Çünkü şeyhler,
zamanımızda taliblerin himmetlerinin azlığı sebebiyle, tevbenin tafsilatıyla
öğretilmesini bıraktılar.
Zira
tevbenin tafsilatıyla öğretilmesi için uzun müddet gerekir. Bu müddette
tarikata girme isteği konusunda bir gevşeme olabilir. Tevbenin tafsilatından
kasıt; zor riyazetlerin olması, erbain[3] ve
benzerlerinde nefse çok ağır gelen mücahedelerin var olmasıdır. Şeyhler
riyazetlerin yerine, amel ve ibadetlerde orta yolu seçtiler. Hatta, talibleri,
âli himmetlerini ve güçlü teveccühlerini sarfederek maksuda ulaştırdılar.
Erbainden çok daha faydalı olan teveccühlerle müridlerini yönlendirdiler.
Şeyhler
sünnet-i seniyyeye ittibayı ve bidatlardan kaçınmayı emrediyorlardı. Taliblerin
ruhsatla amel etmesini caiz görmüyor, azimetle amel etmelerini emrediyorlar.
Şöyle diyorlardı: "Sünnete ittiba etmeksizin maksuda ulaşmak muhaldir." Talibin
şeriata muhalif olan keşfinin onların katında değeri yoktur. Talibe önce,
sıfatlara teveccüh etmeksizin ism-i zat'ın zikrini öğretiyorlardı. Diğer
tarikatların şeyhleri ise sıfatları düşünerek zikretmeyi öğretiyorlardı.
Bazı
arkadaşları Müceddid İmam (kaddesellâhü sırrahu’l azîz)’e, bir kısım erkek ve
kadın taliblerin biat etmek istediklerini, fakat bunların haramlardan ve
şüpheli şeylerden kaçınmadıklarını, böyle kimselerin tarikata girmesinin caiz
olup, olmadığını sordular. İmam şöyle cevap verdi. "Tarikata
girmeleri caizdir. Sonra şeyh onlara haramlardan ve şüpheli şeylerden
kaçınmalarını emreder. Umulur ki Allah Teâlâ onların durumlarını düzeltmelerini
nasib eder."
Müceddid
İmam (kaddesellâhü sırrahu’l azîz) şöyle diyor: Kadınlara tarikat vermek
caizdir. Eğer mahrem iseler hicabsız vermek caizdir. Mahrem değilseler mutlaka
hicabı (örtülü oldukları halde) vermek gerekir.
Müceddid İmam (kaddesellâhü sırrahu’l
azîz) şöyle diyor: "Tesirin olmaması veya az olması, tamamen talibin istidadının
olmadığı anlamına gelmez. Çünkü bazı talibler tam istidatlı olurlar fakat
onlarda te'sir görülmez."
Şeyh
Muhammed Masum (kaddesellâhü sırrahu’l azîz) de şöyle diyor:
"Asıl
gaye nisbetin[4] husule
gelmesidir. Nisbetin husule gelmesinin ilmi ayrı birşeydir. Eğer bu talibe
verilirse ne güzel. Verilmezse de birşey olmaz. Yavaş yavaş husule gelen
nisbetin kıymeti ve izzeti yücedir. Kim te'sirin hemen görülmesini isterse o
hakiki bir talib olamaz ve sohbete layık değildir. Görmüyor musun, dünyayı
isteyenler kazancın neticelerine bakmaksızın onu elde etmek için nasıl
çalışıyorlar. Mevla'yı isteyelerin, riyazetler, mücahedeler ve kendilerine
lazım olan diğer şeylerle çalışmaları gereklidir. Şeyhlerden birçoğunun
ömürlerini rizayetler, mücahedeler içerisinde geçirdikleri bilinmeyen birşey
değildir.
Yine
Muhammed Masum (kaddesellâhü sırrahu’l azîz) şöyle dedi:
"Şeyhin müridleri arasında mücmel olması,
istikamet ve saygınlığıyla saygı görüyor olması gerekir. Müridlerin ta'zim
ettiği, saydığı birisi olmasi için onların içerisine fazla karışmaması gerekir.
Müridlerin şeyhlerle hulusu (şeyhlere hüsn-i niyet beslemesi), onun edebine
sarılmaları terakkilerine sebep olur.
Şeyh Muhammed Masum (kaddesellâhü sırrahu’l
azîz) şöyle diyor: Bizim tarikatımızda kemâl derecesine ulaşmak, bağlanılan
şeyhe, muhabbet rabıtasına bağlıdır. Gerçek talib, bu muhabbetle şeyhin
batınından gelen fuyuzat[5] ve
berakatına erişir ve onun boyasıyla boyanır. Büyük şeyhler şöyle diyor:
"Fenâ
fi'ş-şeyh Allah Teâlâ'da fani olmanın başlangıcıdır. Fenâ fi'ş-şeyh ve rabıta
olmaksızın sadece zikir maksuda ulaştırıcı değildir. Her ne kadar zikir vuslat
sebeblerinden olsa da, vusul; muhabbet rabıtası ve fenâ fi'ş-şeyhe bağlıdır.
Evet,
sohbet adabına riayet edip şeyhe teveccühle rabıta maksuda ulaştırır. Çünkü
bizim bu yolumuz ashab-ı kiram (radıyallâhu anhum)'un yolu gibidr. Çünkü o
yolda ifade ve istifade şeyhten akseder. Bundan dolayı âdaba riayet ederek
şeyhle sohbet yeterlidir. Diğer vazifeler, zikirler ve riyazetler ile Allah
Teâlâ’dan imdad ve yardım hasıl olur. İman, teslimiyet ve inkiyad ile beraber
Peygamber Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)'in sohbetinin kemâlatın
husulü için yeterli olduğu gibi. Tabii iman, teslimiyet ve inkiyad ile
beraber... Bunun için maksuda ulaşmak diğer tarikatlerden daha kısa sürede
olur. Bu tarikatte feyiz ve bereket yaşlıya, gence, küçüğe, büyüğe, diriye ve
ölüye erişir.
Bu
tarikatın dışındakilerin işlerinin özü, vazifeleri, virdlere, riyazetlere ve
erbainlere bağlıdır. Sadece tarikat şeyhine bağlı değildir.
Eğer
kâmil-mükemmil bir şeyh tarikatta bir nakıs[6]'a icazet
verirse, bu caizdir. Tarikatımızın imamı Hz. Şeyh Hoca Bahauddin Nakşibend
(radiyallâhü anh)'ın Hz. Mevlâna Ya'kub Çerhi'ye kemâl derecesine ulaşmadan
önce icazet verdiği gibi. Onun tarikattaki kemâli Hz. Şeyh Alaaddin Attar'ın
(kaddesellâhü sırrahu’l azîz) hizmetinde vefatından sonra gerçekleşti. Nakıs
olan kimse her ne kadar icazete müsait olmasa da şeyh onu kendi makamına
oturttuğunda noksanlık zarar vermez.
Erbainde
esma-i ilahiyye ile meşgul olmak, Nakşibendiyye Müceddidiye tarikatında yapılan
birşey değildir. Bilakis bu tarikatın şeyhleri isimlerin müsemmasında fenâyı ve
istihlaki seçtiler. Yani onların asıl maksatları fenâ fillah ve bu tarikatın
şeyhlerine nisbetin hasıl olmasıdır. Bu her ne kadar az olsa da (bu durum nadir
olsa da) bu tarikatın dışındaki şeyhlere nisbetle çoktur. Çünkü diğer
tarikatların nihayeti bunların bidayetinde mündemiçtir.
Müceddid
İmam (kaddesellâhü sırrahu’l azîz) şöyle dedi: Mürid şeyhinin başkalarından
faziletli olduğuna inansa bunun bir sakıncası yoktur. Çünkü bu inanç muhabbetin
kemâlinin meyvesi, ifade ve istifadeye sebep olan manevi münasabetin
neticesidir. Fakat müridin, şeyhini faziletleri Şari tarafından belirlenmiş
kimselerden üstün görmemesi gerekir. Çünkü bu, Şari'ye muhalefet ve sevgide
ifrat demektir. Bu ifrat ise mezmumdur. Şiilerin muhabbetteki ifradlarından
dolayı bidatcı oldukları gibi. Yine aynı sebepten Hristiyanlar hüsrana düştüler
ve ebedî azabı hakettiler. Evet, müridin şeyhini diğerlerinden üstün görmesi
caizdir, hatta tarikatta vaciptir. Bu inanç sadık müridde kasdı ve ihtiyarı
olmaksızın meydana gelir ve bu inançla mürid şeyhinin kemâlatını alır. Eğer
kendi kasdı ve azmiyle böyle inanırsa bu caiz değildir. Bu bir fayda vermez ve
bununla bir netice de elde edemez.
Müceddid
İmam (kaddesellâhü sırrahu’l azîz)’e sahih keşf ile zahir oldu ki; insan on
latifeden ibarettir. Beş tanesi emir aleminden, beş tanesi ise halk
âlemindendir. Emir âleminin latifeleri şunlardır: Kalp, ruh, sır hafi ve ahfa.
Halk aleminin latifeleri ise şunlardır: Nefs ve dört unsur. (anasır-ı erbaa: Su,
hava, toprak, ateş)
Emir âlemi "kün=ol"
lafzıyla olan (meydana gelen) şeylerden ibarettir ve yeri arşın üstündedir,
imkan ve duyu organlarımızla duyulan âleminin dışındadır.
Halk âlemi
tedrici olarak yaratılan şeylerden ibarettir, yeri arşın altındadır, imkan ve
mahsusat âleminin içindedir. Allah Teâlâ mükemmel kudretiyle emir âleminin
latifelerine bağlı ve irtibatlı yarattı ki onlar (emir âleminin latifeleri)
mücerred cevherler ve insan cisminin müteaddit yerlerinde ışık saçan nurlardır.
Kalp
latifesinin taalluku sol göğsün (memenin) iki parmak altıdır.
Ruh
latifesinin taalluku göğsün ortasına doğru iki parmak aralıkla sol memenin
hizasıdır. Sır latifesinin taalluku sağ göğsün iki parmak altıdır.
Hafi
latifesinin taalluku göğse doğru iki parmak aralıkla sağ memenin hizasıdır.
Ahfa
latifesinin taalluku göğsün tam ortasıdır.
Halk
âleminin latifelerinin aslı, emir âleminin latifelerinden birinin aslıdır. Yani
nefs latifesinin aslı, kalp latifesinin aslıdır. Havanın aslı, ruh latifesinin
aslıdır. Suyun aslı, sır latifesinin aslıdır. Ateşin aslı hafi latifesinin
aslıdır. Toprağın aslı, ahfa latifesinin aslıdır. Bu latifelerden her birinin
tek başına bir nuru vardır. Kalp latifesinin nuru sarı, ruh latifesinin nuru
kırmızı, sır latifesinin nuru beyaz, hafi latifesinin nuru siyah, ahfa
latifesinin nuru ise yeşildir.
Nefs
latifesinin nuru keyfiyetsiz olarak, tezkiyeden sonra idrak edilir.
Emir
âleminin latifelerinden her bir latife ulu'l azm peygamberlerden birinin ayağının
altındadır. Onlar Allah Teâlâ'nın feyzinin ulaştırılmasında vasıtadır. Bu
feyzin zuhuru (açığa çıkması) öncelikle emir âleminin latifeleriyle irtibat ve
tealluku olan mezkur yerlerde olur. Her latife marifete süluk yolunun bir
kapısıdır. Peygamberler vasıta olmaksızın marifet mertebelerine ulaşmak mümkün
değildir. Bunun için bu latifeler onların ayaklarının altındadır.
Kalp
latifesi, Adem (aleyhisselam) efendimizin ayağının altındadır.
Ruh
latifesi, Nuh ve İbrahim (aleyhisselam) efendilerimizin ayaklarının altındadır.
Sır
latifesi Musa (aleyhisselam) efendimizin ayağının altındadır.
Hafi
latifesi İsa (aleyhisselam) efendimizin ayağının altındadır.
Ahfa
latifesi peygamberlerin sonuncusu Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem)
Efendimizin ayağının altındadır.
Feyyaz-ı
Mutlak (Allah Teâlâ)dan kime bir feyiz ulaşırsa o peygamberler (aleyhimüsselam)
vasıtasıyladır. Herkes aslının istidadı ölçüsünde feyiz alır. Yani bu
peygamberlerden hangisi onun vasıtası ise Hakk Subhânehu hazretlerinin
feyzinden o peygamber vasıtasıyla istifade eder.
Peygamberlerin
yakınlıkları mertebesi farklı olduğu gibi insanların kabiliyetlerinin
mertebeleri de farklıdır. Taliblerden herbirinin istidadı, vesilesine
yakınlığına göre olur. Kimin vesilesi Adem (aleyhisselam) efendimiz ise,
rabbani doğru feyizleri almak için onun istidadı ve kabiliyeti Adem
(aleyhisselam)’e yakınlığı mucibincedir.
Yine kimin
vesilesi Nuh ve İbrahim (aleyhisselam) efendilerimiz ise onun istidadı o
ikisine yakınlığı mucibincedir.
Kimin
vesilesi Musa (aleyhisselam) olursa; istidadı, ona yakınlığına, kimin vesilesi
ise İsa (aleyhisselam) olursa; istidadı, ona yakınlığına, kimin vesilesi de
efendimiz Muhammed (aleyhisselam) olursa onun istidadı, ona yakınlığına göre
olur.
Kim
maksuda Adem (aleyhisselam) vasıtasıyla ulaşırsa onun aslî merkezi "kalbi
Velâyet" olur.
Çünkü kalp Adem (aleyhisselam) efendimizin ayağının altındadır. Buna ıstılahta
Velâyetin birinci derecesinin sahibi denir.
Kim
maksuda İbrahim (aleyhisselam) vasıtasıyla ulaşırsa, aslî merkezi İbrahim (a.s.)'ın
ayağının altında bulunan "ruhi Velâyet" olur ve Velâyetde ikinci derecenin
sahibi olur.
Kim
maksuda Musa (aleyhisselam) vasıtasıyla ulaşırsa aslî merkezi Musa
(aleyhisselam)'ın ayağının altında bulunan "sır velâyeti"dir ve
velâyetde üçüncü derecenin sahibi olur.
Kim İsa
(aleyhiselam) vasıtasıyla maksuda ulaşırsa, aslî merkezi İsa (aleyhisselam)'ın
ayağının alında bulanan "hafi velâyetidir" ve
velâyetin dördüncü derecesinin sahibidir.
Kim
peygamber efendimiz (aleyhisselam)'ın vasıtasıyla maksuda ulaşırsa, aslî
merkezi efendimiz (aleyhisselam)'ın ayağının altında bulunan "ahfa
Velâyeti" dir ve
Velâyetin beşinci derecesinin sahibidir, mahbubiyet derecesine erişmiştir.
Saliklerin bir kısmına "murad", bir kısmına da
"mürid" denir. Kimin aslî merkezi ahfa latifesi ise o
muraddır, onun zatında mahbubiyet kabiliyetine istidat vardır. Çünkü, ona
rabbani feyz, mahbubların seyyidi (sevilmişlerin efendisi) aleyhisselam
vasıtasıyla gelir. O mahbubun biz-zatdır.
Cezbe[7] mahbubun
bi'z-zat olanın sülukunda mukaddemdir. Yani o süluk mertebelerini ve kurb
makamlarını kısa bir teveccüh ve az bir riyazetle kısa bir müddetle kateder.
Kimin aslî
merkezi latifelerden ahfa latifesinden başkası ise o müriddir. Süluk tarikini (yolunu)
cehd ve gayretle kateder.
Murad cehd
ve gayretsiz olması demek; maksuda manevi cezbe ile ulaşır. "Murad",
Hakk Subhânehu'nun cezbesi ile imtiyaz eder. "Mürid" kendi
çabası ile mesafe kateder.
Beşinci ya
da dördüncü derecenin sahibinin "kurb"[8] mertebelerinde,
birinci ve ikinci derece sahibinden daha faziletli olması zorunlu değildir.
Çünkü bunun tersi de olabilir, hatta olmuştur. Çünkü bazı birinci ve ikinci
derece sahipleri kurb mertebelerinde, beşinci ve dördüncü derece sahiplerinden
daha faziletli ve daha şereflidir.
Hakk
Subhânehu'ya yakınlığın sebepleri çoktur. Müridde terakki onlarla hasıl olur.
En alt derecenin sahibi en üst derecenin sahibinden daha şereflidir. Bu konunun
tafsilatı "Mektubat"da, Müceddid İmam ve oğlu Şeyh Muhammed Masum
(kaddesellâhü sırrahu’l azîz)’e ait risalelerde geniş olarak yazılıdır. Ben bu
muhtasar eserde bu kadarla iktifa ediyorum.
Bil ki, bu
tarikat-ı aliyye şeyhleri, önce âlem-i emr latifelerini tehzibe yöneliyorlar.
Meşayıh'a göre alem-i emrin letaifini tehzib için üç yol vardır: Zikir,
Teveccüh ve Murakabe...
Zikir iki
türlüdür.
KEYFİYYETİ:
Talib, önce Allah Teâlâ’ya tevbe eder, hulus-u niyetle günahlarından istiğfar
eder, ölümü gözünün önüne getirir. Allah Teâlâ’ya yönelerek kalbini havatır[9]dan ve
nefsin isteklerinden temizler. Dilini üst damağa yapıştırır ve hayalen kalbe
teveccüh eder. Kalbini "Allah Teâlâ" ism-i celâli-nin müsemmasına
yöneltir. Bedenini ve dilini oynatmaksızın hayaliyle kalbinin "Allah
Teâlâ, Allah Teâlâ" dediğini tasavvur eder. Zihne zuhur edenleri defetmek
için râbıta zaruridir. Rabıta; müridin şeyhin suretini kalbinde tasavvur
etmesidir. Bu, hataratı defetme konusunda tecrübe edilmiştir. Müridin bu
keyfiyet üzere zikirle meşgul olması gerekir.
Vukuf-u
kalbî[10] zikirin
şartlarındandır. O da talibin kalbe, kalbin de Allah Teâlâ'ye teveccühüdür.
Vukuf-u kalbi olmaksızın zikir bir fayda ve netice vermez.
Talib,
zikir onda bir meleke, kulak ve göz gibi ondan ayrılmayan bir vasıf olunyca
kadar zikre devam eder. Yani ne zaman kalbe teveccüh etse kalbini zikredici ve
hazır olarak bulur. Bu halden kurtulmak istese de bu meleke ondan kalkmaz.
Yüz defa
lafza-i celal zikrinden sonra tam bir huşu ve hudu ile kalbiyle hayalen şu
duayı okur:
"Allah
Teâlâ’m maksudum Sensin, isteğim Sen'in rızandır. Bana muhabbetini ve
marifetini ver."
Sonra yine
zikirle meşgul olur. Kalbi Allah Teâlâ'nın fazlıyla zikreder olup, müride,
istikamet[11] ve
cemiyyet[12] hasıl
olunca o zaman aynı şekilde ruh latifesinden zikreder. Sonra sır latifesinden,
sonra hafi latifesinden sonra da ahfa latifesinden zikreder. Sonra aynı şekilde
alem-i halkın latifelerinden zikreder. Yani önce, yeri alnın ortası olan nefis
latifesinden, ondan sonra yeri bedenin hepsi olan kalıp latifesinden zikreder.
Bil ki
emir âleminin latifelerinden herbir latife için arşın üzerinde bir asıl vardır.
Latife aslına ulaşmadıkça fenâ hasıl olmaz. Kalp latifesinin aslı efal-i
ilahiyyenin tecellisidir. Ruh latifesinin aslı subuti sıfatların tecellisi,
yani Hakk Subhânehu'nun zatının mevsuf olduğu sıfatlardır. İşitmek ve görmek
gibi. Sır latifesinin aslı şuunat-ı zatiyyedir. Yani zât-ı ilahiyyenin şânıdır.
Zât-ı ilahiyye semi, basar, kudret ve diğer sıfatlarla mevsuftur. Hafi
latifesinin aslı selbî sıfatlardır. Yani semi ve basarın olmaması sözkonusu
değildir. Ahfa latifesinin aslı şan-ı camidir. Yani sıfatların ve şuunatın
aslıdır.
Şeyhler
bazı müstefidlere murakabeleri bir usulle öğretir. Yani her latifenin
murakabesi aynı şekildedir. Onların talimi (öğretilmesi) şu keyfiyetle olur:
Talib
kalbini Nebi (sallallâhü aleyhi ve sellem)'in kalbinin hizasında tasavvur eder
ve Allah Teâlâ'nın huzurunda Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem)in kalbinden
Adem (aleyhisselam)'ın kalbine geçen tecelli-i ef'al benim kalbime aksın diye
dua eder. İşte o zaman ef'al-i ilahiyyenin tecellisinde, kalp latifesinin
fenâsı hasıl olur. Bu tecelli hasıl olduğu zaman salikin nazarından kendi
fiilleri, hatta tüm mahlukatın fiilleri gizlenir. Hakiki failin fiilinden başka
bir şey göremez. Kalp latifesinin Velâyeti Adem (aleyhisselam) efendimize
mensubtur. Kim bu Velâyetden maksuduna ulaşırsa ona "Ademî
meşreb" denir.
Yine
salik, ruhunun latifesini; Allah Teâlâ'dan Muhammed (sallallâhü aleyhi ve
sellem)'in ruhuna, oradan Nuh ve İbrahim (aleyhisselam)'ın ruhlarına ulaşan
sübuti tecelliyatın feyzinin kendi ruh latifesine akmasını isteyerek, Muhammed
(sallallâhü aleyhi ve sellem)'in ruhunun önünde düşünür. İşte o zaman salik
kendi sıfatlarının ve diğer mahlukatın sıfatlarının kendisinden ve onlardan
selbedilmiş olduğunu görür. Hatta o sıfatları bizzat Hakk Subhânehu'ya ait
görür. Kim maksuduna bu yoldan ulaşırsa ona "İbrahimî
meşreb" denir.
Mazhar Can
Canan Şehid Dehlevî, halifesi Hz. Şeyh Abdullah Dehlevi, Hz. Şeyh Abdurreşid
Müceddidi el-Medeni (kaddesellâhü esrarehum) hepsi İbrahimî meşreb idiler.
Yine sır
latifesini Nebi (sallallâhü aleyhi ve sellem)'in sırrının önünde, Allah
Subhânehu ve Teâlâ'dan, efendimiz Muhammed (aleyhisselam)'in sırrından Musa
(aleyhisselam)'ın sırrına ulaşan zati şuunatın feyzinin kendi sırrına aktığını
tasavvur eder. Burada Salik nefsini Hakk Subhânehu'nun zatında helak olmuş
olarak bulur. Kim maksuduna bu yolla ulaşırsa ona "Musevîyyü'l-meşreb" denir.
Hafi
latifesini Allah Teâlâ'dan Nebi (sallallâhü aleyhi ve sellem)'ın hafisine,
oradan İsa (aleyhisselam)'ın hafisine ulaşan selbî sıfatların feyzinin kendi
hafisine feyezan etmesini isteyerek -Nebi (aleyhisselam)'ın hafisinin önünde
tasavvur eder. İşte burada salik Hakk subhanehu'nun mahlukattan tecridine ve
tefridine şahit olur. Kim maksuduna bu yolla ulaşırsa ona "İsevî
meşreb" denir.
Büyük
dedemiz Şeyh Ebu Said el-Müceddidi ve Hz. Şeyh Muhammed Ömer el-Müceddidi
(kaddesellâhü sırrahu’l azîz) İsevî meşreb idiler.
Ahfa
latifesini, -Allah Teâlâ'dan habibinin ahfa latifesine feyezan eden "şan-ı
cami" feyzinin
kendi latifesine aktığını tasavvur eder. İşte bu makamda Allah Teâlâ-u
Teâlâ'nın ahlakıyla ahlaklanmak salikin nasibi olur. Kim maksuduna bu yoldan
ulaşırsa ona "Muhammedî meşreb" denir.
Hz. Şeyh
Ahmed Said Müceddid ve Şeyh Muhammed Mazhar (kaddesellâhü sırrahu’l azîz) gibi.
Bu ikisi de "Muhammedî meşreb" idi. Bu fakir müellifin münasebeti de
bu yüce meşreb iledir. "Şan-ı cami" o iki şeyhin ve bu fakirin
mürebbisidir.
Bu süluka
"süluk-u tafsili" denir. Tarikatın şeyhinin, ta'limin başında,
tafsili süluk ile terbiye etmesi caizdir. Ya da önce icmali sonra tafsili süluk
ile terbiye eder. Bu fakir müellife efendibaba hazretlerinin önce icmali sonra
da tafsili süluku öğrettiği gibi.
YAPILIŞI: Talib önce dilini üst damağına yapıştırır. Nefesini
karnında tutar. Sonra damağın sonuna kadar "Lâ" çeker. Sonra
oradan sağ omuzuna doğru "ilahe" oradan kalbinin üzerine "illa’llah"
der. Bunu hayali olarak yapar. Zikrin eserinin (etkisinin) bütün latifelerde
gözükmesi için böyle yapılır. Nefesini bırakışında yine hayali olarak "Muhamedu'r-rasulullah"
der.
Nefy ve
isbat zikrinin altı (6) şartı vardır:
Birinci
şart: Manayı
düşünmek. Yani "Allah Teâlâ’dan başka maksut yoktur." demek. Nefy
esnasında kendisinin ve tüm mevcudatın fani olduğunu tasavvur eder. İsbat
anında ise Hakk Subhânehu Teâlâ'nın varlığını tasavvur eder.
İkinci
şart: Tam bir
huşu ve hudu ile yüz defa kelime-i tevhidden sonra "Allah Teâlâ’m
maksudum Sen'sin, isteğim Sen'in rızandır bana muhabetini ve ma'rifetini
ver" diye dua etmesidir. Sonra tekrar zikirle meşgul olur.
Üçüncü
şart: Vukuf-u
kalbi. Yani talibin kalbe, kalbin de Allah Teâlâ’ya tevecühü. Bu iki teveccüh
olmaksızın Allah Teâlâ'nın huzurunda bulunmak muhaldir.
Dördüncü
şart:
Nigah-daşt: Allah Teâlâ'nın huzurunda, bulunmanın devamlı onda bir meleke
haline gelmesi için, kalbi havatır ve vesveselerden, nefsin fısıltısından
muhafaza etmektir.
Beşinci
şart: Vukuf-u
Adedi: Nefy ve isbat zikrinde tek sayı üzerinde nefes vermeye denir.
Altıncı
şart: Rabıta:
Yani, talibin şeyhinin suretini kalbinde veya kalbinin hizasında, ya da kendi
zatını şeyhinin zatı olarak tasavvur etmesidir.
Nefy ve
isbat zikrinin yapılışından ters bir "lamelif" şekli çıkar.
Talibin bu
zikirde bu şekli tasavvur etmesi gerekir. Bu zikir Hızır (aleyhisselam)
efendimizden rivayet olunmuştur. Hızır (aleyhisselam) onu Abdulhalik
Gucduvani'ye öğretmiştir.
Haps-i
nefes (nefesi tutmak), zikrin şartlarından değildir. Bilakis kalbîn hareketi
hareket, zevk, şevk ve hataratın defedilmesi faydalarını sağlar. Yine, keşfin
husule gelmesi onun faydalarındandır.
Şayet
talib bu zikirde bir nefeste yirmibire ulaştığı halde kalbî hararet ve
havatırın azalması gerçekleşmezse ameli batıldır. Şartlarına riayet ederek
mezkur zikre baştan başlaması gerekir.
Teveccüh,
talibin kamil-mükemmil şeyhin teveccühatından istifade etmesidir. Çünkü talibin
kalbinin gafletten ve havatırın hücumundan tasfiyesi şeyhin kuvvetli tevecühü
ve kudsi nefesiyle mümkün olur. Talib onun muhabbetinin cezbesiyle, nurların
zuhuru, tecelliyat ve sırların müşahedesi mertebesine ulaşır. Talibin şeyhinin
huzurunda, edebinin kemâline riayet etmesi, şeyhin rızasını başkalarından öne
alması, daha çok düşünmesi ve rabıtaya dikkat etmesi gerekir. Çünkü rabıta
ilahi feyizlerin vasıtasıdır. Feyiz kaynağından füyuzatın gelmesi, gaflet
sebeblerinin kesilmesi için rabıtaya bağlı kalınır. Talibe yüce makamlarda ve
ulu derecelerde terakki hasıl olur. Talibe, artık onu havatır rahatsız
etmeyecek şekilde Allah Teâlâ’ya teveccüh hasıl olur. İşte bu hale
"huzur" denir. Zikirden maksat da budur.
Murakabe:
Kalbi havatır ve vesveselerden korumak, zikir ve rabıta olmaksızın Hakk
Subhânehu hazretlerinden feyiz beklemektir.
(Bunlardan Velâyet-i Ulyâ’ya kadar
olanlar Nakşibendî Tarikatı’na, Velâyet-i Ulyâ ve sonrası ise Müceddidiyye’ye
mahsustur.)
Bil ki
tarikatımızın şeyhleri evvela letaife, yani emir ve halk aleminin letaifine
teveccüh ederler. Teveccüh etmenin yolu: Hakk Subhânehu hazretlerine iltica
ederek ve tarikat şeyhlerinin ruhlarından istimdat ederek şeyhin, kalbini,
talibin kalbinin hizasında tutmasıdır. Şeyh kendi kalbine ulaşanın, talibin
kalbine ulaşması ve zikir nurlarının ilkası için himmetini sarfeder.
Allah
Teâlâ'nın fazlıyla kalp latifesinin eseri şeyhin teveccühü ile istidadı
ölçüsünde talibin kalbinde zuhur eder. Şeyh tüm latifelere aynı şekilde
teveccüh eder. Yine süluk makamlarından hangisinde olursa olsun evvela bu
makamın nurlarıyla ve keyfiyetiyle boyanması gerekir. Sonra güçlü himmetini
sarfederek bunu talibe ulaştırır. Talib on latife ile zikir etmeyi anladığında,
şeyhin ona murakabeyi öğretmesi gerekir. Önce şu lafızlarla "ahadiyyet
murakebesi"ni öğretir. "Feyiz, tüm kemâl sıfatları toplayan ve bütün
noksanlıklardan münezzeh olan Zât'dan varid olur."
Şeyh
cem'iyyet nisbetinin husulü ve kalp huzuru için teveccüh eder. "Cemiyyet-i
kalb" havatırın
yok olması veya azlığından ibarettir. "Huzur" talibin kalbinin Hakk
Subhânehu hazretlerine teveccühünden ibarettir.
Eğer
müridde cem'iyyet nisbeti ve huzur[13] hasıl
olursa, şeyhin, müridin yücelere cezbinin husulü için teveccüh etmesi gerekir.
Müridde bu da hasıl olur ve nurlar ona zahir olursa bu, kalbin, arşın üzeri
olan aslına teveccühünün alametidir. Böylece her latife aslına ulaşır ve kamil
şeyhin teveccühünün bereketiyle latifeye cezb (çekicilik) hasıl olur.
Salikin
seyrinde sur'atin husulü iki şeyden dolayıdır:
1-
Zikirlerle iştigale devam etmesi,
halkdan uzak durması ve Allah Teâlâ'ya teveccühe devamı.
2-
Kamil şeyhin teveccühlerinin
çokluğu.
Eğer Allah
Teâlâ bunu müride müyesser kılarsa, salik süluk yolunu sür'atle kat'eder. Eğer
yukarıdaki iki husus eksik olursa salikin seyri yavaş olur.
Yine
sülukun seri olması hususunda saliklerin istidadının tesiri vardır. Eğer
talibin istidadı kuvvetli ise seyri süratli olur, kısa bir teveccühle ve az bir
iştigalle şimşek gibi süluk yolunu kateder.
Kim de
zayıf istidatlı ise sülukunu kuvvetli teveccüh ve çok iştigal ile kat'eder.
Velhasıl
bu tarikatte kamil şeyhin sohbetinin ve teveccühatının çok büyük tesiri vardır.
Şeyhin sohbeti ve teveccühü olmaksızın saliklerin çalışmalarındaki gayretleri
eksik kalır. Sadece riyazet ve mücahedenin faydası çok az olur. Bu tarikatta
cezbe süluktan önce gelir. Bunun sebebi kamil-mükemmil şeyhin teveccühünün
tesiridir.
Müceddid
İmam (kaddesellâhü sırrahu’l azîzu) saliklerin letaifini tafsili olarak, ayrı
ayrı terbiye ediyordu. Fakat oğlu ve halifesi Şeyh Muhammed Masum (kaddesellâhü
sırrahu’l azîz) icmali yolu seçti. Yani kalp latifesinin tasfiye ve
tezkiyesinden sonra nefis latifesini tezkiye ediyordu. Bu ikisiyle beraber
diğer dört latifenin tasfiyesi hasıl olur. Şimdiye kadar da onun halifeleri
aynı şekilde yaptılar. Ancak bazı talibleri tafsili süluk ile terbiye
ediyorlardı.
Cezbenin
süluka takdiminin sebebi, tarikatımızın şeyhi Hoca Bahauddin Nakşibend
hazretlerinin inayetidir. Şeyh Bahauddin Allah Teâlâ'nın huzurunda onbeş gün
kadar secde etti ve Cenab-ı Hakk'a şöyle yalvardı:
"Allah Teâlâ’m bana öyle bir
tarikat ver ki; sana en yakın ve sana en çabuk ulaştırıcı olsun."
Allah
Teâlâ'da duasına icabet etti ve ona, matluba ve maksuda en yakın olan ve çabuk
ulaştıran yolu verdi. Hatta bu tarikat, diğer tarikatlerin nihayetinin onun
bidayetinde olmasıyla temayüz etmiştir.
On makam
olan; "tevbe, inabe, zühd, kanaat, vera, sabır, şükür, tevekkül,
teslimiyet, rıza" husule gelmeden Velâyet mertebesine ulaşmak muhaldir.
Bu makamlar seyr u sülukun hulasasıdır. Bu tarikatte cezbe süluktan önce
olduğundan salik bu on makamı, on latifenin tehzibiyle beraber kateder. Bu
durum diğer tarikatlerin yanında, bu tarikatın, hususiyetlerindendir. Çünkü
diğer tarikatlerde süluk cezbeden öndedir. Salik cezbenin tesiriyle makamları
süratle kat'eder. Salike, kısa bir teveccüh ve az bir iştigalle acaib haller ve
varidatlar[14] hasıl
olur. Mürid kısa sürede yüksek makamlara ve yüce derecelere terakki eder.
Eğer süluk
makamları, Allah Teâlâ'nın "Melekler ve ruh O'na miktarı ellibin sene olan
bir günde çıkarlar." (70 Mearic Suresi, 4. Ayet) buyurduğu gibi
bin senede olursa o ganimet bilinir.
Bu ayet-i
kerimede "uruc" müddetinin ellibin sene olduğu sabittir. Cezb
eğer Allah Subhânehu ve Teâlâ’nın tarafından olursa "seyr"in
sürati ayet-i kerimedeki beyanın dışındadır. Salik göz açıp-kapayıncaya kadar
ki kısa bir müddette, "mutaassırın (güçlükle yol alanın) uzun yıllarda
katettiği süluk yolunu kateder.
Allah
Teâlâ şöyle buyuruyor:
"Allah Teâlâ dilediğini kendine seçer ve (O'na) yöneleni
kendisine iletir" (42. Şura Suresi, 13. Ayet)
Nakşibendi
şeyhlerine göre sabit olan asıl, cem'iyyet, huzur, cezbeler ve varidatın husule
gelmesidir. Onlar envarın keşfi, eşkalin zuhuru gibi hususlara itibar etmezler.
Letaif
için üst (fevk) cihetinden hasıl olan cezbi "cezebat" diye
isimlendirirler. Üst (fevk) cihetinden talibin kalbinde hallerin zuhurunu
"varidat" diye isimlendirirler.
Eğer
"Maksud ve Matlub yön ve cihetlerden münezzeh ve beridir, "fevk"
lafzı nasıl kullanılır?" dersen, şöyle cevap veririz: "Burada
"fevk" lafzının kullanılması, salikin hayalinin fevk cihetine doğru
olması sebebiyledir. Talibin kalbinde huzur ve cemiyyet hasıl olur ve kalbine
havatır gelmezse bu durum seyrin "daire-i imkaniyye" diye
isimlendirdikleri birinci dairede tamamlanması alametidir. Bazı şeyhler, mezkur
dairenin katedilmesinin alameti nurların müşahedesidir, derler.
İmkan
dairesi, halk ve emir alemine şamildir. İmkan dairesinin toprağın altından arşa
kadar olan yarısı "tahtaniyye" arşın üzerindeki yarısı da
"fevkaniyye"dir.
Kalp
latifesinin seyrinin başlangıcı bu dairenin alt yarısında olur. Böylece salikin
batınının (derununun) dışında envardan inkişaf eden nurlar, alem-i ervahın
keşfi, alem-i misalin keşfi, cisimler alemi ve cisim olmayanlar âlemi oluşuna
aid keşif, melekut aleminin, yani melâike, ruhlar ve cinler aleminin ve
semavatda bulunanların keşfini seyr-i afaki diye isimlendiriyorlar. Yani,
toprağın altından, arşa kadar inkişaf eden herşeyin keşfi seyr-i afakidir.
Salikin
batınındaki sırların ve nurların inkişafını da "seyr-i enfüsî"
diye isimlendiriyorlar.
Cemiyyet
nisbetinin husulü, varidatın çok olması, havatırın az olması, emir aleminin
latifelerinin cezbedilerek "asılları"na yükselmeleri yukarıdaki
dairenin üst kısmında olur. Keşif sahibi olan, bu halleri keşfiyle idrak eder.
Fakat
zamanımızdaki taliblerin çoğuna -helal yeme alışkanlığı kaybolduğundan- "keşf-i
ıyânî"[15] hasıl
olmuyor. Bilakis onların keşfi, vicdanî oluyor. Keşf-i ıyani sahibi, bir
makamdan diğer bir makama ulaşmasını açıkça görür. Yine ahvalin ve varidatın
değişmesini ıyanen görür.
Fakat
keşf-i vicdani sahibi ahval ve varidattaki değişmeyi göremez. İdrak ve
vicdanıyla anlar. Keşf-i vicdani, havanın görülmeyip hisle idrak edilmesine
benzer.
Şeyhin,
saliki makamlara nisbetinin husulüyle, hemen değil salikin hallerinde ve
varidatındaki değişikliğinden sonra müjdelemesi gerekir.
İkinci
murakebe Velâyet-i suğrâ dairesi. Bu da isim ve sıfatlar mertebesi ve "Nerede
olursanız olun o sizinle beraberdir." (57. Hadid
Suresi, 4. Ayet) ayet-i kerimesinden anlaşılan, murakabe-i maiyyet denilen
evliyanın Velâyeti makamı olan Velâyet-i suğrâ[16]
dairesidir.
Bu
makamlarda salik şöyle düşünerek murakabe yapar. "Feyz,
benimle ve kainatın tüm zerreleriyle beraber olan Zâtdan kalp latifesine
akıyor." Burada
feyzin mevridi (vardığı yer) sadece kalp latifesidir. Salikin bu mertebede
lisanıyla tehlil zikriyle meşgul olması gerekir. O da sessizce kelime-i
tevhidi, manasını düşünerek tekrar etmektir. Salik bunu günde 5000 defa
tekrarlar.
Velâyet-i
suğrâ diye ifade edilen bu makamda, seyr-i enfüsinin nihayeti salik için hasıl
olur. O da maiyyet sırları ve tevhidin zuhur mahallidir.
Tarikatımızın
şeyhi Hoca Bahauddin Nakşibendi (kaddesellâhü sırrahu’l azîz) şöyle dedi.
"Allah Teâlâ’nın veli kulları, bekâ ve fenâ mertebelerinin husulünden
sonra her ne görürlerse, nefislerinde görürler, ne anlarlarsa nefislerinde
anlarlar." Salik "seyr-i afaki"yi tamamlayıp da,
kendisine kalp latifesinin aslında fenâ ve bekâ hasıl olursa onun için, seyr-i
afakinin sonu husule gelmiş demektir. Bu mertebede kendisine Allah Teâlâ’nın
dışındaki her şeyi unutması nasib olur. Bu hale "kalp
latifesinin fenâsı" denir. Bu durumdaki müride "Allah
Teâlâ ile huzurun devamı" mertebesi hasıl olur. Öyle ki bu mertebede kalp
zikirden bir an bile gafil olmaz. Bu hale de "kalp latifesinin
bekâsı" denir. Velâyet-i suğrâ makamına kalp latifesinin ulaşmasının
alameti, talibin üst yöne teveccühünün kalmaması, üst yönden başka altı yöne
olmasıdır. Bu makamda salikin seyri, ilahi fiillerin tecellisinde olur. Salikin
nazarından kendi fiilleri ve tüm mahlukatın fiilleri gizlenir. Hakiki failin
fiili hariç.
Tevhid-i
vücudi sırlarının zuhuru, zevk, şevk, şehk, istiğrak, gaybet Allah Teâlâ
dışındakileri unutmak, Allah Subhânehu ve Teâlâ hazretleriyle huzur ve
maiyyetin devamı, bu makamın hususiyetlerindendir.
Tevhid-i vücudi
sırlarının bu makamda zuhurunun sebebi; salik, Allah Teâlâ'ya teveccühe devam
ederek, zikirler, murakabeler, ibadetler, riyazetler, mücahedeler, alışılmış ve
rağbet edilen şeylerin terkiyle meşgul olduğu zaman onda aşk ve mahbuba
muhabbet açığa çıkar hatta kalbi her an, teveccüh ve manevî cezbe sebebiyle "ızdırar" halinde
olur.
Zikirler
ve mücahedeler şeriata uygun olduğu zaman onların eserleri ortaya çıkar.
Salikin kalbi tasfiye olur. Bir ayna gibi ışık kaynağı ve sırların açığa
çıktığı yer olur. Onda Hakk Subhânehu'nun isimlerinin ve sıfatlarının akisleri
tecelli eder. Batın aynasında ona akis ve gölgelerin zuhurundan, mahbubun zatı
ve matluba ulaşmanın husulü gözükür. Aşkın şiddetinden, şevk ve zevkin
çokluğundan dolayı gölge ile aslı ayırdedebilecek şuuru kalmaz. Bu tahayyülün
galebesi öyle bir sınıra ulaşır ki, kendi zatının şahsiyyeti hatta tüm
mevcudatın şahsiyyeti (varlığı), basiretinden kalkar. Dilinde -ihtiyarı
olmaksızın- "Ene'l-Hakk", "Subhanî" nidaları,
şathiyyat[17] sözleri,
ittihad[18] ayniyyet
lafızları cereyan eder. Bu hallerin sahibi zat ve sıfatlarından fani ve gaib
olmuşsa, ta'na ve redde mahal olmaz. Yani, böyle birisi kınanamaz. Bilakis o,
Allah Teâlâ'nın velileri ve meczubları zümresinden sayılır.
Bazı
saliklere, Velâyet-i suğrâya ulaşmadan önce, imkan dairesindeki seyrinde,
murakabe-i vahdet sebebiyle tevhid-i vücudi hali tahayyül olunur. Bu tahayyül
(tevhid-i vücudinin hayalen husule gelmesi) önemli bir şey değildir.
Saliklerden
her kim bu makama ulaşmadığı ve kendisine bu haller hasıl olmadığı halde,
ayniyyet ve vahdet-i vücud iddiasında bulunur ve müridlerine de böyle
öğretirse, işte bu itikad, şeriata muhalif, dünya ve ahiret hüsranına sebep
olan, İlhad ve zındıklığa benzeyen bir itikaddır. Allah Teâlâ bizi onlardan ve
onların sohbetinden muhafaza buyursun- Özellikle bu halleri lehv aletleriyle
(çalgılarıyla) beraber sema meclisleri kurulup, içinde tevhid-i vücudi manası
olan kaside ve şiirler okunduğunda izhar ediyorlar. Tevhid-i vücudiyi hayal
ediyorlar ve vecde gelmeye çalışıyorlar. Bunların hepsi şeriat ve tarikata
muhaliftir. Allah Teâlâ onları doğru yola eriştirsin- Bilmiyorlar mı ki, bu
haller bir takım şartlara bağlıdır. O şartlardan en önemlisi, şeriata ve
sünnet-i nebeviye uymak, razı olunmayan bidatlerden kaçınmaktır. Mütekaddimin
şeyhlerinden bu hallere erişmiş olanlar, şeriat-ı garraya tabi, vera
metebelerinde en yüce dereceye erişmiş, aşk ve muhabbet şarabıyla sarhoş olmuş,
meveddet ve vahdet şarabıyla kendilerinden geçmişlerdi. Bu şekilde hallerinde
mağlub olanlar tabii ki mazurdurlar. Bu haller gerçekleşmeden onları taklit
etmek ise; şeriata muhaliftir ve ebedî hüsranı mucib olur. Böyle kimseyi Allah
Teâlâ şeriata uyma ve tarikat-ı seniyyeye süluk konusunda muvaffak kılsın.
İmam-ı Rabbani (kaddesellâhü
sırrahu’l azîz) Mektubatı'nda şöyle diyor:
"Allah
Teâlâ sırlarının kudsiyetini artırsın; meşayihten her kim fenâ makamına ulaşır
da, şeriatın zahirine muhalif söz (şathiyyat) söylerse bütün bu sözler, tarikat küfrü makamında söylenen sözlerdir. O
makam da,sekir ve ayırdetme durumunun bulunmadığı bir makamdır. Hakikât-ı İslam
devletiyle müşerref olan büyüklere gelince, bunlar, o gibi cümleleri
söylemekten yana münezzeh ve müberradırlar. Zahir ve batın olarak enbiyaya
iktida ederek, onlara tabi olmuşlardır.
O kimse ki, vecde ve zevke dayalı sofiye
sözlerini söyler; her şeyde sulh makamında olur; hepsini de sırat-ı mustakim
üzere bilir; halk ile Hakk arasındaki temyizi isbat eylemez; ikilik varlığına
da kail olmaz; bu kimse, eğer cem makamına vasıl olmuş, tarikat küfrü ile de
tahakkuk etmiş, masivayı dahi unutmuş ise, bu kimse makbuldür; sözleri de sekir
halinden gelmiştir; dedikleri zahir manasından alınmıştır.
Şayet bir
kimse de; bu halin husulü olmadan, kemâlin birinci derecesine ulaşmadan
anlatılan kelimeleri söyler ve herkesi de sırat-ı mustakim üzere bilip batılı
dahi haktan ayırdetmez ise, o kimse zındıklardan ve mülhidlerden olup maksadı,
şeriatı iptal etmektir. Bu gibilerin gayeleri de, âlemlere rahmet olan
enbiyanın davetini kaldırıp hükümsüz bırakmaktır. (Enbiyaya salât ve selâm
olsun)
O gibi sözler fenâ makamına ulaşmış, haklıdan
geldiği gibi, batıl kimseden de gelir. Ne var ki, o haklıdan çıkınca, hayat
suyudur, batıl kimseden sudur ettiği zaman ise, öldürücü zehir halini alır.
Tıpkı Nil suyu gibi... O, Beni İsrail'e halis su olmuştu, kıptîlere de helak
edici kan ve azap.
Bu makam
saliklerin, ayaklarının kayıp gitiği bir makamdır. Müslümanlardan pek çok kimse
bu zatların sözlerini taklit ettikleri için, sırat-ı mustakimden ayrıldılar.
Yani, sırat-ı müstakımden, dalâlet ve hüsran çukurlarına düştüler. Sağlam
dinlerini ettiler. Bilemediler ki, o kelimelerin söylenmesi, bazı şartlara
bağlıdır. O şartlar da sekir erbabında mevcut olup bu taklitcilerde yoktur. Bu
şartların en büyüğü ise, yüce Hakk'ın masivasını unutmaktır ki bu kabul
dehlizidir.
Haklı ile
batılın ayırdedilmesinde ölçü şudur: Şeriat üzere istikametin olması ve
olmaması. Haklı olan kimse, kıl kadar da olsa şeriatın hilafına hareket edemez.
Hem de kendisinde sekrin bulunmasına ve temyiz kabiliyetinin olmamasına rağmen.
Hallac'ı
ele alalım: Kendisinden "Ene'l-Hakk" "Ben Hakkım" sözünün
südur etmesine rağmen; her gece zindanda beşyüz rekat namaz kılardı. Hemde ağır
zincirlere vurulu olduğu halde. Bundan başka, zalimlerin ellerinin değdiği
yemeği de yemezdi. İsterse helal yoldan gelmiş olsun. O kimse ki, batıl
yoldadır; şeriat hükümlerini yerine getirmek ona cidden ağır gelir. Hem de Kaf
dağı kadar. Şu ayet-i kerime, onların halini anlatır:
"Kendilerini
davet ettiğin şey, müşriklere ağır geldi." (42. Şura
Suresi, 13. Ayet)
Dua
makamında bir ayet-i kerime meali:
"Rabbimiz bize rahmet ver, ve bize bu işimizden bir kurtuluş
yolu hazırla." (14. Kehf Suresi, 10. Ayet)
Bazı
saliklere, vücud zerrelerine sirayetinden ve letafetinden dolayı "unsur-u havaî" seyri
sebebiyle "tevhid-i vücudî"ye benzer bir hal olur. Bu sebeple salik
"iştibah" haline düşer ve arzu edilenin bu olduğunu zanneder. Yine
bazı saliklere alem-i ervah inkişaf ettiği zaman şüphe hali (iştibah) olur.
Alem-i ervah cisimler alemine nisbetle emsaliyyet sıfatıyla mevsuf olup,
cisimler alemini kuşattığı, onunla kaim olduğu için salik, alem-i ervahı alemin
kayyumu görür ve onun Hakk'ın Zât'ı olduğunu zanneder. Sultanu'l-arifin Bayezıd
Bestami (kaddesellâhü sırrahu’l azîz) nin, "Ruha otuz sene ibadet
ettim" dediği
gibi.
Salik
Allah Teâlâ'nın inayetiyle melhuz gaybi bilgilere yönelmiş olunca bu makamdan
terakki hasıl olur, bu iştibah ona zahir olur ve bu sözü söyler. Alem-i
imkandan olan ruh mahluktur. Fakat onun imkaniyyete özel taalluku vardır. Bunun
için bu iştibah vaki olur. Eğer böyle olmazsa o, emsal-i hakikiye nisbetle
misalîdir.
İbni Arabi
gibi vahdet-i vücuda kail olan sufiler tevhid ehliydiler. Vücud için beş
mertebe ısbat ediyorlar ve onlara hazerat-ı hams diyorlardı: Birinciyi
"vahdet" diye isimlendiriyorlar. "Bundan kasıt Zât mertebesinden
sonra olan taayyun-i evveldir. Bu mertebe, icmalî ilim mertebesi, Hakikâtlerin
Hakikâtı mertebesi, Muhammedî Hakikât (sahibine salât'u selam olsun) ve lahut
mertebesidir" diyorlar.
İkinci
mertebeyi "vahidiyyet" diye isimlendiriyorlar. Esma ve sıfatın
tafsili mertebesi, tüm mümkünatın Hakikâtleri mertebesi ve ceberut mertebeside
diyorlar. Bu iki mertebe vücud mertebelerindendir diyorlar.
Üçüncü
mertebeyi ervah ve melekut alemi diye isimlendiriyorlar.
Dördüncü
mertebeyi alem-i misal, beşinci mertebeyi de ecsam ve nasut alemi diye
isimlendiriyorlar. Bu son üçü, imkan alemindendir diyorlar. İmamı Rabbani ve
etbaı gibi tevhid-i şühudu benimseyen sufilere, sahih keşifle, bu beş
mertebenin imkan dairesinde sıfat ve isimlerin gölgelerinin makamı olan
Velâyet-i suğrâ dairesinde olduğu münkeşif oldu. Allah Subhânehu ve Teâlâ, tüm
işlerin Hakikâtlerini en iyi bilendir. Çünkü, tafsili olarak alem-i emrin
letaifine seyir hasıl olduğu zaman, önce imkan aleminde olur. Bu seyirde
cisimler alemi, ervah alemi, melekut alemi ve misal alemi müşahede edilir. Bu
dairenin seyri tamamlanınca, uruc, esma ve sıfatın gölgelerinin makamı olan Velâyet-i
suğrâda olur. Bu gölgeler önce, salikin nazarında esma ve sıfatın aynısı olarak
gözükür. Bu dairedeki her nokta aslından neş'et etmiştir.
Salikin
seyri tafsili olarak bu dairede vaki olunca ve aslı olan icmali noktaya
ulaşınca, bu daire-i asliyye'nin Hakikât-ı Muhammediyye olduğunu zanneder.
(Sahibine salât u selam olsun.) Bundan sonra ona sırf Zât mertebesi hayal
ettirilir. Allah Teâlâ bundan münezzehtir, yücedir, büyüktür. O, Subhânehu
ötenin ötesinde sonra ötenin ötesinde sonra ötenin ötesindedir. Tevhid-i vücud
erbabının nazariyeleri idrak edilememesine rağmen; onların nazariyeleri idrak
edilebilir. Çünkü şühud ehlinin keşifleri şeriata uygundur. Vahdet-i vücudu
benimseyen şeyhlerin hallerini şühud ehli teslim ederler.
Fakat
derler ki, bu makamda vahdet-i vücud erbabının halleri bazı taliblere münkeşif
olur. Onlar, halleri galebe ettiği için mazurdurlar. Tevhid-i vücud
marifetlerini gölgeler (zılal) mertebelerinde isbat ederler. Müceddid İmam
(kaddesellâhü sırrahu’l azîz)’e göre, sıfat ve esmanın gilgelerinin dairesi
enbiyayı ızam ve melaike-i kiram dışında tüm mümkünatın taayyun mebdeidir.
Çünkü peygamber ve meleklerin taayyunatının mebdeleri bu mertebenin
üzerindedir. Bunun açıklaması ileride gelecektir. Bu tahkik neticesinde,
vahdet-i vücudu benimseyen şeyhler ile, vahdet-i şühudu benimseyen şeyhler ve
marifetleri arasındaki fark ortaya çıktı. O fark da; vahdet-i vücudu benimseyen
şeyhlerin, vücub mertebesinde isbat ettikleri mertebeleri, vahdet-i şühudu
benimseyen şeyhler, esma ve sıfatın gölgelerinin mertebelerinde isbat
ediyorlar. Hakk Subhânehu'nun inayeti kime şamil olursa, gölge makamından
aslına terakki eder, tevhid-i vücudi halleri nazarından gizlenir, ayniyyet[19]'e
muhalif, isneyniyyet[20] ve şeriata
muvafık olan tevhidi şühudî halleri belli olur. Kendisinin, Zât'ın aynısı
olarak anladığı şeyin başkasının yerine konan misal olduğu ve bu durumun
halinin galebesinden kaynaklandığı ortaya çıkar. Hemen tevbe-istiğfar eder,
Rabbin Rab, kulun kul olduğunu ikrar eder. Bu tahkik, Müceddid İmam
(kaddesellâhü sırrahu’l azîz)’e keşfolundu ve bunu mektup ve risalelerinde
yazdı. Her kim, "İmamı Rabbani tevhid-i vücudiyi inkar ediyor" derse bu
doğru değildir. Çünkü İmamı Rabbani tevhid-i vücudiyi ikrar eder, fakat o,
tevhid-i şühudiye nisbetle tevhid-i vücudi halini bir kemal mertebesi tanımaz.
Tevhid-i vücudinin sahih hal sahibini evliya-i kiram zümresinden sayar. Eğer
hali şeriata muhalif değilse, hal sahibi, İmam-ı Rabbani'ye göre, sekir
erbabındandır ve sekrinde mazurdur.
Bil ki;
dünyadaki her ferde sayılamayacak kadar çok füyuzat, Hakk Subhânehu
hazretlerinden birbiri ardınca ve mütevaliyen (peşipeşine- arkası
kesilmeksizin) ulaşır. Vücud, hayat ve sayılamayan diğerleri gibi. Bu füyuzatın
izafesinin vasıtası Allah Teâlâ'nın sıfatları ve sıfatlarının gölgeleridir.
Çünkü Hakk Subhânehu Teâlâ, tam bir istigna ile mevsuftur. Şöyle buyurur: "Allah
Teâlâ alemlerden müstağnidir. (29. Ankebut Suresi, 6. Ayet)
Alem mahza
yokluktur. Hakiki mevcut ile sırf yokluk arasında asla bir münasabet yoktur.
Esma ve sıfat olmasaydı, ma'dum; vücud libası ve sayılamayacak izafelerle
şereflenemezdi. Esma ve sıfat ve bunların gölgeleri füyuzatın ve çeşitli
kemâlatın vürudu için vasıta oldu.. Esma ve sıfat, alemdeki tüm ferdlerin
taayyunatının mebdeleridir. Bunlara ayan-ı sabite[21] denir.
Bunun için meşayih şöyle demiştir: "Allah Teâlâ’ya ulaştıran yollar mahlukatın nefesleri adedincedir".
Bu
ifadede, bu gölgelere ve asıllarına işaret vardır. Emir aleminin latifelerinden
bir latife, Velâyet-i suğrâ dairesine ulaştığında, Hakikât ve asıllarında, esma
ve sıfatın gölgelerinden bir gölge olan taayyün mebdeinde fani ve yok olur. Sonra
bu mertebede bekâ hasıl olur ve alem-i emir latifelerinden her bir latife için
tek başına fenâ hasıl olur.
Kalp
latifesi aslına ulaştığı ve orada fani olduğu zaman, ona huzur ve cemiyyetin
devamlılığı ve hataratın azlığı mertebesi hasıl olur. Nefs latifesinin
fenâsından sonra, hataratın dimağdan vürudu gizli bir sırdır. Akıl erbabına
göre hataratın olmaması makul değildir. Fakat Hakk Celle ve A'la'yı sevenlerin
yolu akıl ve nazarın ötesindedir.
Bil ki fenâ dört kısımdır:
1- Halk
fenâsı: Yani
Allah Teâlâ’nın gayrısından ümit ve temenninin fenâsı (kesilmesi).
2- Heva fenâsı: Yani kalbinde Allah Teâlâ'dan başka bir
şeyin kalmaması.
3- İrade fenâsı: Yani irade sıfatının salikin kalbinden
fani olup zatını ölü gibi görmesi.
4- Fiil fenâsı: Yani nefsinin fiillerini kendi fiilleri
olarak görmez. "Benimle görüyor, benimle duyuyor, benimle tutuyor, benimle
yürüyor ve benimle düşünüyor" doğrultusunda olur. Salik bu makamda kalbi
fenâ ile müşerref olunca, kalbin fenâsı ve alem-i emir letaifinin fenâsının
halleri hakkında bir şeyler yazmamız uygun olur:
Bil ki;
salik, kalp ve emir aleminin letaifinin fenâsı ile müşerref olduğu zaman,
Müceddidi'ye meşayihının ifadesine göre geriye dönüşten korunmuş olur. Yani
asıllarına ulaşan bu latifeler için unutkanlık ve gaflet gelmez. Çünkü telvin
ahvalinden çıkmış temkin[22] makamına
ulaşmıştır. Fakat asıllarına ulaşmadan önce geriye dönüş mümkündür. İşte bu,
meşayıhın şu sözünün manasıdır: "Dönen ancak yoldan dönmüştür, kim maksuda ulaşırsa artık o
geriye dönmez." Müceddid İmam (kaddesellâhü sırrahu’l azîz) şöyle
diyor: "Kime kalbî fenâ hasıl olursa, onun kalbine Hakk
Subhânehu'nun zikrinin dışında birşey gelmez. Ömrü bin seneye ulaşsa
bile."
Bu
ibareden de anlaşıldı ki, kalbî fenânın sahibi geriye dönüşten emniyettedir.
Yani kime kalbî fenâ hasıl olursa; Allah Teâlâ’dan başkasını unutmak, huzur ve
cemiyyetin devamı onun kalbi için bir meleke haline gelir. Bu melekenin
husulünden sonra, sebepleri çok olsa da onun kalbinden gaflet kaçar. Eğer bir
kimse şöyle derse: "Nefsin şu ana kadar ki emmareliği, enaniyyeti ve ruuneti[23]ne
karşılık kalbin selameti nasıl mümkün olur?" Cevabı
şöyle olur: Kalp latifesi, nefs latifesinin rezil sıfatlarından etkilenmez.
Bilakis nefis; salih bir arkadaşla sohbetinden, onun halinin istihlakini
gördüğünden ve kalp latifesinin diğer hallerinden dolayı rezil sıfatlardan
pişmanlık duyar, hayır ve salaha meyleder. Latifelere fenâ hasıl olunca, Allah
Teâlâ’nın zikrinden ve huzurun devamından gaflet husule gelmez. Hatta uyanık
haldeyken huzura nasılsa uyku halinde de aynı olur. Devamı olmayan huzuru
gelince o, itibar derecesinden düşmüştür.
Fenânın
kemâline çalışmak onun üzerine huzurun itlak edilmesinden yücedir. Fenânın
kemâli Velâyet-i kübrâ mertebesi olan istihlak ve izmihlal mertebesinde hasıl
olur. Bu makamda "huzur" lafzının itlakı eksikliktir. Fenâ halinde
masivayı, unutmak ve Allah Teâlâ'dan gayrısının akla gelmemesi zaruridir. "Huzurun
devamlılığı denilen fenâ'nın kemâli" mertebesinde ise zaruri değildir.
Bu, akan suya benzer. Suyun akması süprüntünün bulunmasına engel olmaz. İşte
aynı şekilde huzurun devamı da hataratın gelmesine mani olmaz.
Kalbî fenâ
ancak, talibin, Hakk Subhânehu'yu talebinde ve O'na muhabbetinde tek bir yöne
yönelmiş olmasıyla gerçekleşir. Allah Teâlâ Tebareke ve Teâlâ şöyle buyurur: "Dikkat edin halis din yalnız Allah Teâlâ’nındır" (39. Zümer
Suresi, 3. Ayet) Yani tüm amel ve ibadetlerde, ihlâs zaruridir. İhlasın manası
özellikle tarikatta teveccühün hakiki mabudun gayrısına olmamasıdır. Tarikatın
muktezası sırf vahdete yöneliştir. Talibin kalbinin alakalara[24] bağlı
kalması onu vahdetten uzaklaştırır. Bağların az olması hakiki vahdete
yaklaştırır. Salik alakaları ve Allah Teâlâ'dan başkasından teveccühü kesmekle
meşgul ise o tarikattadır. Alakaların kesilmesi gerçekleştiğinde o Hakikâtte
olur. Bu halde Allah Teâlâ’nın gayrısını unutmak öyle bir sınıra ulaşır ki,
şayet masivayı hatırlamak için kendisini zorlarsa bu ona mümkün olmaz. Dünya
esbabından dolayı ona ne bir sevinç ne de bir üzüntü hasıl olur.
Bunun
manası; dünyanın sevinci ve üzüntüsü Allah Teâlâ'ı zikirden alıkoyamaz,
demektir. İşte bu Velâyetin kemâlatından ilk kemâldir ve diğerleri için de
şarttır. Meşayih bu hali "kalbî fenâ" diye tabir ederler. Salikin
çalışması ve bu kemâlin husulü için gayret etmesi gerekir. Çünkü tarikatta
diğer kemâlatın husulü buna bağlıdır.
İmam-ı
Rabbani (kaddesellâhü sırrahu’l azîz) zamanında meşayıhtan biri hallerini
açıklayarak İmam'a şöyle yazmışdı: "Ben fenâ makamında, semavatı, arzı, arşı ve kürsiyi, kendim
ve kendimden başka mahlukların yol olduğunu, Allah Teâlâ'nın Zâtı'nın
nihayetsiz olduğunu, O'nu kimsenin idrak edemediğini gördüğüm bir dereceye
ulaştım. Bu hal meşayıha göre kemâl mertebesidir. Eğer bu hal size göre de
kemâl mertebesi ise, yanınıza gelmeğe hacet yoktur. Eğer kemâli bundan başka
biliyorsanız bize yazın."
Müceddid
İmam (kaddesellâhü sırrahu’l azîz) şöyle cevap verdi: "Bu hal
kalbin telvinatındandır. Kalp bu yolda ilk makamdır. Her kime bu hal hasıl
olursa bu makamın dörtte birini katetmiş olur. Ona dörtte üçü kalır. Daha sonra
ruh latifesinin makamı vardır. Ondan sonra, uruc mertebelerinde Allah Teâlâ'nın
dilediği yere kadar diğer makamlar vardır."
Hazreti
Şeyh Muhammed Masum (kaddesellâhü sırrahu’l azîz) mektublarında şöyle diyor: "Alemin
şahısları esma ve sıfatın gölgeleridir. Her ismin gölgesi, salikle her ismin
arasına girer. Salik, bu gölgede seyrini aştıktan sonra aslına ulaşır."
Salike,
taayyunun mebdei olan ismin gölgelerinden bir gölgede, fenâ ve bekâ
mertebelerinde terakki hasıl olduğu zaman, salik kendi sıfatlarından çıkar, o
gölgenin sıfatlarıyla muttasıf olur. Şayet salike bu gölgeden terakki hasıl
olur da aslına ulaşırsa, onun rengiyle boyanmış olur. Yine böylece ona, üçüncü,
dördüncü, beşinci, altıncı, yedinci, Allah Teâlâ’nın dilediği kadar gölgenin
aslına terakki hasıl olur. Onların rengiyle boyanır, onlarda fani olur, onlarla
baki kalır.
Müceddid
İmam (kaddesellâhü sırrahu’l azîz) şöyle diyor: Çokluğu ve yüceliğiyle beraber
bu usul salik için cüzler halinde olur. Damla deniz; çakıl taşı dağ halini
alır. Yani salik bu mertebelere ulaşmadan önce bir damla ve çakıl taşı
hükmündeydi. Ne zaman ki ona fenâ ve bekâ hasıl oldu deniz ve dağ haline geldi.
Bu asıllar, salik için cüzler halinde olunca, onun için asılların kemâlat ve
bereketinden tam bir hazzın husule gelmesi gerekir. O zaman salikin kemâlinin
bu cüzlerin kemâlatını toplayıcı olması gerekir. İşte buradan insan
fertlerinden insan-ı kamil ile zıddı arasındaki fark anlaşılır. Çünkü insan-ı
kamil büyük bir okyanus, zıddı ise küçük bir damladır. Küçük bir damla okyanusu
nasıl bilip de ondan istifade edebilir.
İnsan-ı
kamil ile nakıs arasındaki fark, cüzlerin çokluğu ve azlığına göredir.
İbadetleri ve hasenatları arasındaki fark da böyledir. Mesela bir adamın yüz
dili olsa onlarla Allah Teâlâ'ı zikretse, bir şahsında bir dili olup bununla
zikretse ikincisi birinciye nisbet edilmez. İmanları, hatta tüm kemâlatları kıyas
edilir. Hadis-i şerifte varid olduğu gibi: "Ebu Bekir'in imanı,
ümmetinin imanıyla tartılsaydı, ağır gelirdi."[25]
Kalp
latifesinin aslına ulaşmasının ve Velâyet-i suğrâ dairesinin tamamlanmasının alameti
salikin teveccühünün fevk cihetinden ayrılarak altı yönü (cihat-ı sitteyi)
kuşatmasıdır. Saliklerin Velâyet-i suğrâ kemâlatına ulaşan ve kendisine huzurun
devamı, kalbî fenâ maiyyet nisbetinin cihat-ı sitteyi kuşatması, nisbeti hasıl
olursa, bu nisbetlerin korunmasının devamı şartıyla, bu salik meşayıha göre
huzurun kemâli mertebesine ulaşır, mukarreblerden olur ve tarikat ta'limi
icazetine ehil olur. Fakat icazet-i amme ve hilafet-i mutlaka, yeri Velâyet-i
kübrâ olan nefsin fenâsından sonra diğer kemâlatın husule gelmesi şartına
bağlıdır.
Salik,
Velâyet-i suğrâ kemâlatının husulünden sonra nefis tezkiyesine yönelir. Onun
seyri peygamberler (aleyhimü's-salâtu ve't-tahiyyat)'in Velâyeti olan Velâyet-i
kübrâ dairesinde olur.
Birinci
dairenin aşağı yarısı esma ve sıfatın mahallidir. Üst yarısı şuunat ve Hazret-i
Zât için Zât'ın itibarları mahallidir.
Salike
birinci derecede, akrebiyyet, tevhid-i şühudi sırları tecelli eder. Alem-i emir
latifelerinin urucu bu daireye kadar olur. Birinci daireyi "akrebiyyet
dairesi" diye isimlendiriyorlar.
"Biz ona şah damarından daha yakınız." (50. Kaf
Suresi, 16. Ayet) ayet-i kerimesinden anlaşılan akrebiyyet murakebesi şu düşünceyle
gerçekleşir: "Feyiz, Velâyet-i kübrânın birinci derecesinin menşeinden
daha yakın olan Zât'dan beş latifeyle birlikte nefis latifesine varid
olur."
Bu makamda
feyzin mevridi (vardığı yer) âlem-i emrin beş latifesiyle birlikte nefs
latifesidir. Mezkur şartlarına uyarak bu makamda dil ile tehlil zikri; uruc,
batınî keşifler ve nisbetin yücelmesine sebeptir.
Huzur,
intizar, uruc, nüzul ve cezbelerin devamı bu makamın hallerindendir, kalp
latifesinde olduğu gibi. Hatta burada cezbeler yavaş yavaş cismi kuşatır. Bu
makamın halleri kalp latifesine nisbetle daha latifdir. Kalp latifesinde olan
zevk ve şevk bu makamda zahir olmaz. Nefis latifesinde kemâl-i nisbet husule
geldiğinde, nefis latifesinin zevkleri, kalp latifesinin zevklerinden fazla
olur. Kalbin feyizleri nefs latifesine vürud edince salik vücudunu, tuzun suda,
karın güneş sıcağında erimesi gibi, erimiş olduğunu görür. Ne bir isim ne de
bir resim kalır. Salikin kendisinin zevali gerçekleşir, salikin zatı ve
sıfatları fani olur, yok olmuş bir hale gelir. Hatta zatını "Ben" lafzını
tasdik edici olarak görmez. Yokluk denizinde boğulur, mahza yokluk olur. Bu
makamda fenânın Hakikâti ortaya çıkar. Çünkü Velâyet-i suğrâda ona hasıl olan
fenâ, fenânın suretiydi. Bu ise Hakikâtidir.
Salik kalp
seyrinde mümkünün vücudunu Vacib'in vücuduyla bir görür. Bu durum tevhid
nisbeti ve vahdet zuhuru kuvvetinin basiretine galebesindendir. Velâyet-i
kübrâ'da seyir vaki olduğunda enbiyanın makamı ve kemâl-i sahvın mahalli olan
Velâyet-i kübrâda seyir vaki olduğunda; ona nazar kuvveti ve basiret keskinliği
verilir, mümkünatı zıllî vücud ile mevcut görür. Salike, hakiki vücudun
gölgesinin, yokluğa aksettiği ve zıllî vücudun ortaya çıktığı keşfolunur. Yine
mümkünatın sıfatlarını hakiki sıfatlarının gölgesi olarak görür. Salik,
Velâyet-i suğrâ mertebesinde, halinin galebesinden dolayı, zat ve sıfatların
ayniyyetine kail olur. İşte burada bu nazar, salikin müşahedesinden kaybolur.
Bu hal "tevhid-i şuhudî" diye isimlendirilir. Bundan Hakk Subhânehu
Teâlâ'ya "akrebiyyet"in manası anlaşılır.
Maiyyet ile akrebiyyet arasındaki diğer fark şudur: Maiyyet
vahdettir, kemâl-i akrebiyyet ise isneyniyyetdir.
Mümkünatın ve sıfatlarının vücudu Hakk Subhânehu Teâlâ'nın vücudundan ortaya
çıkmıştır. Çünkü, mümkünatın aslı ve Hakikâtı -hatta "Ben"
ve "Sen" lafızları
doğru olsa bile- yokluktur. Bundan da anlaşıldı ki, aslın vücudu gölgenin
vücuduna nisbetle, zatına gölgeden daha yakındır. Çünkü zıll ve onda bulunanlar
aslından müstefaddır, zatından değil. Çünkü Onlar bir şey değildir. Eğer salik
mümkünün vücudunu görürse, aslın gölgesini görüyordur. Sıfatlarını görüyorsa
aslın sıfatlarının gölgesini görüyordur. O zaman asla akrebiyyeti ikrar eder.
Çünkü zatından gölgeye hasıl olan kurb aslın vücudundan müstefaddır. Asıl,
gölgenin zatına yakınlığından daha yakın olur. Akrebiyyeti bilmek (ma'rifetü'l
akrebiyyet) takrir (ifade edebilme) ve yazabilme dairesinin dışındadır. Akıl bu
marifeti idrakten acizdir. Çünkü bu durum anlayış sınırından uzaktır. Ancak
sarih keşif, sahih vicdan sahibi olan kimse bunu idrak edebilir.
Bu
açıklamadan anlaşıldı ki, maiyyet sırları tevhid-i vücudidir. Akrebiyyet
marifetleri de tevhid-i şuhudi'dir.
Tarikat
şeyhleri, yüce hallerin ve üstün makamların sahibi idiler. Onlardan marifetler
konusunda konuşanlar -vücudî olsun, şuhudî olsun- hak üzeredirler. Çünkü böyle
bir kimse, keşfine uygun ve şuhuduna göre konuşur. Fakat süluk makamlarının
ihtilafından dolayı, meşayihin marifetlerinde ihtilaf vaki olmuştur. Onlardan,
kendi makamına uygun olarak marifetlerin arasındaki herhangi bir makama ulaşan
ve tevhid şarabından sarhoş olanlar kötülenme ve yalanlamaktan uzaktırlar.
Fakat "sahv" [26] ashabı
olan tevhid-i şuhudî erbabının marifetleri şeriata uygundur, kat'î deliller ve
yüce naslarla isbatlanmışlardır. Meşrebleri peygamberlerin ve ümmetin
velilerinin en faziletlisi olan ashab-ı kiramın meşreblerine uygundur. Onların
hiçbirinden tevhid-i vücudî akidesi rivayet edilmemiştir. Eğer te'vil etmek
suretiyle bu hal onlardan sabit olursa o, halin galebesine hamledilmiştir.
Tevhid-i vücudî ile tevhid-i şuhudî arasında "tatbik = uygunluk"
delillerle sabit olursa söyleyecek bir şey yoktur. Fakat makamların halleri
itibariyle nasıl olabilir. Çünkü onlardan her birinin marifeti diğerine zıttır.
Yine, ilimler, marifetler, haller ve zevkler birbirlerine zıttırlar. Bunlardan
husule gelen bilgiler nasıl birleşebilirler.
Nakşibendîye,
Müceddidîye tarikatı meşayıhına göre seyr u sülukun hülasası; fenâ ve bekâ
mertebelerinin, huzurun devamının, ahlakın tehzibinin, şer'i hükümleri
uygulamakta külfetin kalkmasının, şeriata ittibanın, nebevî sünnete iltizam ve
diğer yüce hal, makam, derecelerin husule gelmesidir.
Bütun bu
haller tevhid-i vücudî sırları keşfedilmeden saliklere hasıl olur.
Nakşibendîye
tarikatı Müceddid İmam (kaddesellâhü sırrahu’l azîz)’e, hazreti Şeyh Muhammed
Baki vasıtasıyla ulaştı. Müceddid İmam, şeriata uygun olduğu için bu tarikatı
en aydınlık yol olarak buldu. Bunun için diğer tarikatları bırakarak bu
tarikatı kendisine seçti. Bu tarikatta tevhid-i vücudi nisbeti hazreti Şeyh
Ubeydullah Ahrar'dan vasıl olmuştur. Ona da şerefli babalarından ulaşmıştır. Bu
nisbet saliklerin ayaklarının kaymasına sebep olunca, Müceddid İmam onu
terketti ve içinde tevhid-i vücudi nisbeti olmayan Nakşibendiliğe has nisbeti
seçti. Ayakların kaymasını önlemek için bu nisbeti saliklere yaydı.
Velâyet-i
kübrâ makamında ikinci daire, "birinci muhabbet dairesi" diye
isimlendirilmiştir. Bu dairede; "Feyiz, benim O'nu sevdiğim, O'nun da beni sevdiği,
Velâyet-i kübrâdan birinci dairenin aslı olan ikinci dairenin menşei Zât'dan
nefis latifesi üzerine varid olur." hayaliyle "O
onları sever, onlar da O'nu severler" (5. Maide
Suresi, 54. Ayet) ayet-i kerimesinden anlaşılan muhabbet murakabesi mülahaza
edilir.
Velâyet-i
kübrânın ikinci muhabbet dairesi diye isimlendirilen, üçüncü daire: Bu dairede
de mezkur ayet-i kerimeden anlaşılan murakabe şu hayal ile mülahaza edilir:
"Feyiz, beni seven, benim kendisini sevdiğim, Velâyet-i kübrânın ikinci
dairesinin aslı olan üçüncü dairenin menşei Zât'dan varid olur."
Aynı
şekilde Velâyet-i kübrâda üçüncü dairenin aslı olan "kavs"
makamında şu hayal ile tahayyül edilir. "Feyiz, beni seven
benim de kendisini sevdiğim Velâyet-i kübrâdan üçüncü dairenin aslı olan
kavs'ın menşei Zât'dan nefs latifesine varid olur."
***
Bu üç
makamda da feyzin vardığı yer, sadece nefs latifesidir. Bu üç asıl Zât'ın
huzurunda itibar edilen şeylerdir.[27] Bu
itibarlar, sıfatlar ve şuunatın başlangıcıdır. Şunlar bu yüce makamın
hallerindendir: Göğsün yarılması (inşirah-ı sadr), sabır ve şükrün kemâli,
kader hükmüne rıza, şer'i teklifatın kabulü için delile ve açık istidlallerde
bulunmaya ihtiyaç duymamak, nefs latifesinin bundan önceki hallerden mutmain
olması, ilahî vadlere kuvvetli yakinle inanmak, vücudda ve vücuda bağlı
şeylerde istihlak ve izmihlalin zuhuru, güneşin karşısında karın erimesi gibi
tevhid-i şühudi esrarı zuhur ettiğinde salikin enaniyyetinin yok olması. Öyle
ki "Ben" lafzı zat ve sıfatlarında ortaya çıkmaz.
Zât ve
sıfatında noksan ve şerden başka bir şey görülmeyecek biri sınıra ulaşacak
şekilde amellerde noksanlığın zuhuru, ahlakı güzelleştirmek, kötü hasletlerin
tezkiyesi, hırs, cimrilik, hased, kin, kibir, makam sevgisi gibi.
Nefs-i
mutmainne latifesi, Velâyet-i kübrânın gereklerinden olan şerh-i sadrdan sonra
makamından uruc eder. Sadr döşeğine oturur. Nefs-i mutmainne latifesi için tüm
latifelere galebe ve üstünlük hasıl olur. Sadr döşeğine oturmak Hakikâtte
Velâyet-i kübrâdaki tüm uruc makamlarından daha üstündür.
Eğer, "nefsin
makamı dimağıdır ve dimağ da göğüsten yukarıdadır. Sadr döşeğine oturmak
zahirde terakki ve uruca muhalif bir iniştir" dersen,
şöyle cevap veririz: "Bu doğrudur. Fakat bu üstte olma sureten (şeklî)dir,
manen değildir. Çünkü Hakikâtte üstünlük, sadrın dimağa üstünlüğüdür. Çünkü
dimağ, enaniyyet ve gururun makamıdır. Tekebbür makamı fasit düşüncelerin
kaynağıdır. Sadr ise iman, ilham ve varidatın mahalli.
"Allah Teâlâ’nın göğsünü İslam'a açtığı kimse, Rabbinden bir
nur üzere değil mi..." (39. Zümer Suresi, 22. Ayet) ayet-i
kerimesinin mefhumu mucibince esrar ve envarın vatanıdır.
Nefs rezil
vasıflardan kurtulup enaniyyet iddiasından tevbe ettiğinde ve mutmain olup
vatanından hicret ederek emir aleminin latifelerinden salihlerin civarında
ikamet ettiğinde -şu ayet-i kerime ve hadis-i şerifteki gibi-
"...Rabbimiz
bizi şu, halkı zalim kentten çıkar..." (4. Nisa
Suresi, 75. Ayet)
Ona sadr
döşeğine yerleşme ve saltanat hasıl olur. Bu döşeğin sahibinin nazarı
gizliliklerin en gizlisine nüfuz eder. Onda tuğyan ve kendisinin mutmainlik
derecesini elde etmesine muhalefet kalmaz. Varlığını ve benliğini doğrulayıcı
olmaz. Fenâ ve ademiyyete ulaşır. O zaman Hakk Subhânehu onu aziz kılar ve sadr
döşeği üzerinde saltanat elbisesini giymekle müşerref olur, seçkinleşir.
Kendisine, kınanmış sıfatlar ve kötü ahlak yerine; güzel, razı olunmuş ahlak
verilir. O zaman ondan sadece hayır sadır olur. Ve Allah Teâlâ-u Teâlâ'nın şu
sözünü tasdikleyici olur:
"...İşte Allah Teâlâ onların kötülüklerini iyiliklere
değiştirecektir. Allah Teâlâ çok bağışlayan çok esirgeyendir." (25.
Furkan Suresi, 70. Ayet)
Nefs
fenâsının kemalinde; salik fenâ halinde kemal sıfatlarını asla mülhak (ekenmiş)
olarak bulduğu gibi -yani zatını sadece yokluk görür- aynı şekilde kamalin
aynası olan bu ademi mutlak ademe mülhak görür. O zaman arifin varlığı ve eseri
kalmaz, bekâ elbisesiyle aziz kılınır. Şöyle buyrulduğu gibi "Kimi
öldürdüysem onun diyeti benim."[29]
Fenâ ve
bekâ Velâyet-i suğrâda sureten idiler. Burada, yani Velâyet-i kübrâda Hakikât
olurlar. Adem-i hassın adem-i mutlaka birleşmesi Velâyet-i kübrânın
hususiyetlerindendir. Müceddid İmam (kaddesellâhü sırrahu’l azîz) şöyle diyor:
"Afak
ve enfüs seyrinden sonra müyesser olan seyir, Yüce Hakkın pek yakınlığına doğru
olan seyirdir. Zira yüce Hakk'ın fiili, bize bizden daha yakındır.
Yüce
Hakk'ın fiilinden, sıfatından gelen ve bu mertebelerde olan yeri pek yakınlık
taşıyan bir seyirdir. Fiil tecellisinin, sıfat tecellisinin, zat tecellisinin
Hakikâti bu makamla tahakkuk eder. Vehim ve hayal saltanatı dairesinden necat
da burada hasıl olur. Zira, enfüs ve afak dairesinin daşında vehim ve hayal
sultanlığı saltanatı yoktur. Vehmin tasarruf nihayeti ise zıl dairesinin
sonunda biter. Çünkü zıllın olmadığı mahalde vehim yoktur.
Velâyet-i
zılliyede vehim kaydından kurtulmak, ancak ölümden sonra hasıl olur. Zira
vehim, ölümle yok olur.
Velâyet-i
kübrâ olan aslî Velâyette ise vehim ve hayal kaydından halas, bu dünya
hayatında müyesser olur. Birinci taife için ahirete ertelenen mana, ikinci
taifeye bu dünya hayatında müyesser olur.
Velâyet-i
zılliyede, matlub olandan yana bu dünya hayatında hiçbir şey hasıl olmaz. Ancak
vehim ve hayal. Velâyet-i kübrâda matlub ise vehim altına girmekten münezzeh ve
beridır.
Mevlana
Celâleddin Konevi, hayal kaydına girmenin ve vehmin kuşatmasına uğramanın
sıkıntısına düşünce, vehim ve hayal libasından çıkmak ve visal ile şereflenmek
için ölümü temenni etmiştir. Ta ki matlubuna nail olsun. Ölümün ilk alametleri
belirdiği zaman da kendisine; "Allah Teâlâ afiyet versin" diyene
engel olmuştur. Mesnevi'de şöyle diyor: "Hayalden ve tenden
uryanı olayım, ta ki visal meydanlarında salınarak gezeyim."
Afak ve
enfüs aynalarında her ne zuhura gelirse o zılliyet damgası ile damgalanmıştır.
Bunlar aslın isbatı için nefyedilmeye layıktır.
Afak ve
enüfüs muamelesi zail olunca, zılliyet kaydından kurtuluş olur. Fiil ve sıfat
tecellisine girilir. O zaman bilinir ki, bundan evvel afaki ve enfüsi makamda
zuhur eden her tecelli, her ne kadar zati olarak itikad ederlerse de, fiilin ve
sıfatın zıllına taalluk eder, fiilin ve sıfatın kendisine değil. Zâta taalluk
etmesi bir yana. Çünkü zılliyet dairesi, enfüsün nihayetinde sona erer. Bu
duruma göre, enfüste ve afakda her ne zahir olursa bu daireye dahildir.
Asıl
mertebesinden neş'et edip gelen berkî tecelli, zıll dairesinin müntehilerine
müyesser olur. Zira onlar, bir anda afak ve enfüs kaydından halas olurlar.
Afak ve
enfüs dairesini aşanlar, zılldan asla ulaşırlar. İşte berkî tecelli bunlar
katında daimidir. Çünkü bu büyüklerin meskeni ve sığınağı asıl dairesidir ki
berkî tecelli oradan neş'et eder.
Velâyet-i
suğrâ olan Velâyet-i zılliyede kemal, ancak berkî tecelli ile hasıl olur. Bu
berkî tecelli ise enbiya Velâyeti olan Velâyet-i kübrâda ilk basamaktır. Onlara
salât-u selam olsun. Velâyet-i suğrâ ise evliyanın Velâyetidir. Allah Teâlâ
onların sırlarının kudsiyetini artırsın.
İşte,
evliyanın Velâyeti ile, enbiyanın Velâyeti arasındazki fark yazdıklarımızdan
belli olur. Allah Teâlâ-u Teâlâ'nın salâtı onların üzerine olsun. Peygamberlerin
Velâyetinin bidayeti velilerin Velâyetinin nihayeti olmaktadır.
Enbiyanın
kemalatı hakkında ne diyebiliriz ki, zira nübüvvetin bidayeti bu Velâyetin
nihayeti olmaktadır. Fakat Hazreti Hace Bahauddin Nakşibend tebaiyet ve veraset
yoluyla enbiya Velâyetinden yana bol nasibe nail olmuş olacak ki, şöyle
demiştir: "Biz nihayete bu işin başında varıyoruz."
Bu fakire
belli oldu ki, Nakşibendiyye tarikatının sonu, Velâyet-i kübrâya varır. Bunun
ehillerine bu Velâyetin kemalatından bol haz (nasib) husule gelir. Ama bunların
dışında kalan tarikatlarda durum böyle değildir. Zira onların kemallerinin
nihayeti berkî tecelliye varır.
Bu fakirin
seçtiği tarikatta Nakşibendilik nisbeti bidayetten, nihayete kadar vardır.
Bütün her şey bu esas üzerinde durur. Bu esas olmasaydı bu yükler
yüklenilmezdi.
Tohumlar
Buhara ve Semerkand'dan saçıldı. Hindistan'da biçildi. Aslı ise Yesrib ve
Batha'[30]dandır.
Yıllarca fazilet suyuyla sulandı, ihsan terbiyesi ile yetiştirildi. Bu ekin
olgunlaşıp kemale erince, bu ilimleri ve marifetleri meyve olarak verdi.
Müceddid
İmam-ı Rabbani (kaddesellâhü sırrahu’l azîz) zamanından önce, Nakşibendiyye
tarikatına sülukun esma ve sıfat dairesine, yani peygamberlerine Velâyeti olan
Velâyet-i kübrâya doğru olduğu biliniyor.
Bu
husustaki delil, daha önce naklettiğimiz, İmam-ı Rabbini (kaddesellâhü
sırrahu’l azîz)'in mektupları, Velâyet-i kübrâdan sonra, sülukun sonuna kadar
mevcut makamlara ait yazılanlardır. Onlar da Allah Teâlâ’nın yardımı ile İmam'a
mahsus olan ve ona inkişaf eden bilgilerdir.
"Bu
Allah Teâlâ’nın fazl-ı keremidir, ki onu dilediğine verir. Allah Teâlâ büyük
fazilet sahibidir. (62. Cuma Suresi, 3. Ayet)
Bil ki;
Velâyet-i kübrânın tamamlanışından ve ism-i zahirdeki seyr-u süluktan sonra
salik, ism-i batında ve meleklerin Velâyeti olan Velâyet-i Ulyâyla süluk
etmekle şereflenir.
Salik bu
makamda şöyle hayal eder.: "Feyiz, ism-i batın diye isimlendirilen ve toprak unsuru
hariç, üç unsurun üzerinde olan Velâyet-i Ulyânın menşei zatdan gelir."
Bu makamda
feyzin varit olduğu yer üç unsurdur. Yani hava, su, ateş. Toprak unsuru istisna
edilir.
Bu
makamdaki terakki, dil ile kelime-i tehlil söylemek, uzun kıyam ile nafile
kılmak, azimetli amellerle hareket edip ruhsatı terk etmek, az söz, az uyku ve
az yemek, insanlarla muaşereti azaltmak, beşeriyetle olan münasebeti azaltmak
ve salikin melekiyetle olan münasebetini artıracak üç unsurla olur. Teveccüh,
huzur, uruc ve üç unsura nüzul hasıl olur. Salikin batınında acayib genişlik
meydana gelir ve melekler alemiyle münasebet hasıl olur.
Kim keşif
erbabından olursa, o melaike-i kiramı görmekle müşerref olur. Salike gizlenmesi
ve örtülmesi uygun olan, açıklanmaktan aciz bırakıldığı sırlar münkeşif olur.
Bil ki;
Velâyet-i suğrâ ve Velâyet-i kübrâdaki seyir "zahir" isminde
idi. Velâyet-i Ulyâdaki seyir ise "batın" ismindedir. Bu ikisi arasındaki fark
şudur: İsm-i zahirdeki seyir; yüce Allah Teâlâ’nın zatını düşünmeden sıfat
tecellilerinde olur. İsm-i batındaki seyir ise her ne kadar esma ve sıfatın
tecellilerinde olsa da, sıfatlarla yüce Allah Teâlâ’nın zatını düşünmekle olur.
Bu iki Velâyet (Velâyet-i suğrâ ve Velâyet-i kübrâ) ile Velâyet-i Ulyâ
arasındaki fark; zahir ve batın arasındaki fark gibidir. Çünkü Velâyet-i Ulyâ
öz, diğer iki Velâyet ise kabuk gibidir. Bu makamda Cenab-ı Hakk'ın zatını
mülahaza (düşünmek) de böyledir. Bu düşünme önceki iki Velâyetde yoktur.
Üst
(fevkani) dairenin az da olsa alt (tahtanî) daire ile münasebeti vardır. Fakat
nübüvvet kemâlatı ile, diğer üç Velâyet arasında zikredilen ölçüde münasebet
bulunmaz. Bu Velâyetler denize nisbetle bir damla gibidirler. Bu üç Velâyet ile
nübüvvet kemalatları arasındaki fark düşünülmez bile.
Tenzih
mertebelerinde olan süluk makamlarının münasebeti alem-i misalde daireler
olarak ortaya çıkar. Bunun için onları "daire" diye tabir ediyorlar.
Müceddid
İmam (kaddesellâhü sırrahu’l azîz) Velâyet-i Ulyâ makamının halları hakkında
şöyle diyor: "Bu makamda seyrim nihayet bulduğu zaman, zannettim ki maksat
hasıl oldu: "İş tamam oldu" İşte o zaman, bana şöyle nida
edildi.
"Bu
seyrin hepsi uçuş için gereken iki kanaddan biri olan ism-i zahirde seyirdir.
İsm-i batın seyri ise henüz duruyor. O kuds kalemine uçuş için lazım olan
ikinci kanattır. Eğer onu da tafsilatıyla tamamlarsan, uçuş için sana iki kanat
hasıl olur. Bundan sonra, Allah Teâlâ’nın inayetiyle ism-i batın seyrini de
tamamlayınca, bana uçuş için iki kanat müyesser oldu.
"...Lütfedip bizi buraya getiren Allah Teâlâ’ya hamdolsun,
Allah Teâlâ bizi getirmeseydi, biz bunu bulamazdık! Rabbimizin elçileri gerçeği
getirmişler..." (7. Araf Suresi, 43. Ayet)
Ey oğul!
İsm-i batında seyirden sana ne yazabilirim ki? Bu seyrin haline en münasip
olan, saklayıp gizlemektir. Ancak aşağıdaki kadar ondan bir nebze açabiliriz.
İsm-i
zahirde seyir, zatı mülahaza etmeden, sıfatlarda seyirdir. İsm-i batında seyir
her ne kadar isimlerde seyir ise de; zatı mülahaza vardır. O isimler Yüce
Mukaddes Zât'ı örten perdeler gibidir.
Mesela;
ilim sıfatında zat mülahazası yoktur. Amma alim sıfatında perdelerin arkasında
mülahaza edilen zattır. Zira alim öyle bir zattır ki ilim sıfatı onun için
sabit olmuştur. Bu duruma göre ilimde seyir, ism-i zahirde seyirdir. Alimde
seyir ise ism-i batınde seyirdir.
Diğer
isimler ve sıatlar da bununla kıyas edilebilir. Bu isimler batıni yönden mele-i
ala meleklerin taayyun[31] mebdeleridir.
Rasulullah efendimize ve onlara salât ve tahiyyat.
Bu
anlatılan isimlerde seyre başlamak, mele-i âlâ Velâyeti olan valeyet-i Ulyâya girmeye
başlamaktır. Zahir ve batın isimleri anlatırken beyan edilen ilim ve alim
arasındaki farkı az bir şey olarak sanmayasın. İlimle alim arasındaki fark, yer
merkezinden arşın mihverine kadar olan mesafedir. Bu fark için bir nisbet
yapılacak olursa, okyanusta bir damla olabilir. Bu mana, sözde yakın gibidir
ama husulde çok uzaktır.
Yine
Müceddid İmam (kaddesellâhü sırrahu’l azîz) şöyle dedi: Zahir ve batın
isimlerin kanatları elde edildikten sonra, uçuş müyesser olur ve uruc vaki
olursa, o zaman bilinir ki asalete doğru olan bu terakki, narî, hevaî ve maî
unsurun nasibidir. Çünkü melaike-i kiram bu üç unsurdan yaratılmışlardır.
Peygamberimize ve onlara salât-u selam olsun. Nitekim (bir hadis-i şerifte)
şöyle varit olmuştur:
"Bazı melekler ateşten ve kardan yaratılmıştır.[32] Bunların
tesbihi de şöyledir: Ateşle karı bir araya getiren Yüce Zât noksan sıfatlardan
münezzehtir."[33]
Yine
Müceddid İmam (kaddesellâhü sırrahu’l azîz) şöyle demiştir: Velâyet-i Ulyâ
dairesinde seyrin müntehası; bütün esma sıfat şuun ve itibarları toplayan
taayyun-u evveldir. Bu asılların husuli ilimle münesebetleri vardır. Eğer
bundan sonra seyir vaki olursa o da huzuri ilme bağlıdır.
Ey oğul!
Bu makamda husuli ilim ve huzurî ilim diye itlak edilmesi ancak temsil ve
benzetme itibarıyladır. Çünkü sıfatların varlığı Yüce Mukaddes Hakk'ın Zâtı
üzerine zaittir. Bunları bilmek husulî ilimle olur. Hakikâtte ilim sahibine bu
mukaddes mertebede, ilmin maluma taallukundan başka bir şey hasıl olmaz. Bu
taayyun-i evvel enbiya-ı kiram ve melaike-i ızamın bütün valeyetlerini toplayan
ve mele-i alaya mahsus olan Velâyet-i Ulyânın müntehası olan bir taayyundur.
Urvetu'l
vüska Muhammed Masum (kaddesellâhü sırrahu’l azîz) hazretleri bu makamın
halleri hakkında şöyle demiştir: "Bu makam Velâyet derecelerinin en
yükseğidir. Hatta peygamberlerin -onlara selat ve selam olsun- Velâyetinin
üstüne çıktığı keşfolunmuştur. Fakat peygamberlerin üstünlüğü nübüvvet
yoluyladır. Bu makamda kalp genişliği, önceki makamdan daha fazladır. Çünkü
önceki makamda genişlik; Cenab-ı Hakk'ın zatını düşünmeksizin, sıfat, esma ve
şuun (fiiller ve itibarlara göredir. Burada ise Cenab-ı Hakk'ın zatını bu
kemalatlarla birlikte mülahaza vardır. İkisi arasında ciddi bir fark vardır.
Cenab-ı Hakk'ın zatının yanında sıfat ve isimlerin genişliğine itibar edilmez.
Bir
Hakikâtın diğer bir Hakikâte üstünlüğü, evvelki Hakikât sahibi kişinin, ikinci
Hakikât sahibi kişiye üstünlüğünü gerektirmez. Belki de aşağıdaki Hakikât
sahibi kişinin, yukarıdaki Hakikât sahibi kişiye üstünlük sağlaması mümkündür.
Fevkani (üstteki) Hakikât sahibi yerinde mahpus olabilir ve ona Hakikâtinden
daha yukarıya uruc hasıl olmayabilir ve medar-ı fazilet olan kurb mertebelerini
aşmayabilir.
Anlaşıldı
ki, mele-i alanın Velâyeti, havass-ı beşerin Velâyetinin üstündedir. Meleklerin
Hakikâtlerinin üzerine yükselebildiklerinden havass-ı beşer meleklerden
faziletlidir. Meleklerde ise makamlarının üzerine yükselme yoktur. Cenab-ı Hakk
"Bizim içimizden herkesin belli bir makamı vardır." (37.
Saffat Suresi, 164. Ayet) buyurmuştur.
Bu ayet-i
kerime meleklerin hallerinde kesin bir nasdır. (Cürcani, Şerh-i mevakif adlı
eserinde şöyle diyor: "Meleklerin bazı işlerde beşere üstünlüğü vardırsa
da sevabın çokluğu manasında üstünlük beşer için sabittir.
Alem-i
emir, alem-i halkın üstündedir. Fakat fazilet alem-i halkındır. Çünkü alem-i
halkın yakınlığı aslî, alem-i emrin yakınlığı zıllî (gölgesel)dir. Turabi unsur
alem-i halk ve emrin letaifinden inmiştir. Onun inişi rifatinin (yükselmesinin)
sebebidir. Topraktan yaratılmış olan beşere hasıl olan kurb, üç unsurdan
yaratılmış olan meleklere hasıl olmaz.
Seyir,
Velâyet-i Ulyâ diye tabir edilen, Hakk Teâlâ'nın zatı mertebesine uçuş için
kanat olan zahir ve batın isimlerde tamamlandığında; sıfat ve isimlerin
perdelemesi olmaksızın zatî tecellinin devamından ibaret olan nübüvvet kemâlatı
mertebesinde olur. Bu makamda şöyle hayal ederek murakabe yaparlar.
"Feyiz, nübüvvet kemâlatının menşei olan mutlak zat'dan,
sadece türabi unsura varid olur." Bu makamda feyzin mevridi kaynağı
türabi unsurdur.
Bu
münevver makamda bir nokta miktarı yol almak, üç Velâyet makamının -yani
Velâyet-i suğrâ, Velâyet-i kübrâ Velâyet Velâyet-i Ulyâ- hepsinden daha
faziletlidir. Zevk,
şevk, ızdırap ve şiddetli arzu gibi önceki haller kalmaz. Cihet olmaksızın
huzur, yakîn[34], temkin
ve sekînet[35] bu ali
makamın hususiyetlerindendir. Kalem, bu makamın hallerini ve marifetlerini
açıklamaktan acizdir. Buna delil şu ayet-i kerimedir. "Gözler
O'nu idrak edemez." (6. En'am Suresi, 103. Ayet)
Vaktin
safası, tuma'ninet[36]in
Hakikâti, Mustafa (aleyhisselam)'ın getirdiğine uymak, batın nisbetinde kemal-i
vüs'at; ye's, mahrumiyet, nisbet cehaleti ve keyfin olmaması bu makamın
hallerindendir.
Bu
makamlar enbiya-i kirama (cümlesine salât ve selam olsun) mahsustur. Bu
makamların Hakikâtları ve marifetleri onların şeriatlarıdır. Bunlar tabi olmak
ve veraset yoluyla tabi olanlara hasıl olur. Burada feyzin mevridi, turabî
unsur asaleti iledir. Feyzin, turabî unsurdan başka unsurlara gelmesi, turabî
unsura tabi olmakla gerçekleşir.
Bu makamda
batının genişliği öyle bir sınıra ulaşır ki; üç Velâyetde olan önceki
genişlikle karşılaştırılırsa, onların sanki hiçbir şey olmadıkları ortaya
çıkar.
Suretin
Hakikâte nisbeti gibi de olsa, üç Velâyetin hepsinde münasebet sabittir. Fakat
batın muamelesi; kamil-mükemmil şeyhin teveccühatı ve talibin rü'yete benzeyen
istidadının kuvveti şartıyla vaki olur. Rü'yetin her ne kadar ahirette olacağı
va'dedilmiş olsa da; bu makamda hasıl olan muamele, Velâyetlerin müşahedelerine
nisbetle rü'yet gibidir. Çünkü ahirette gerçekleşecek rü'yet halk alemine
mahsustur. Bu mertebedeki muamele de halk alemiyle ilgilidir.
Emir
âleminin latifeleri bu mertebede ortadan yok olur. İlahî şerî hükümler, nebevî
haberler ayne'l-yakîn mertebesinde bedihi olur.
"Hakk Subhânehu Teâlâ mevcuttur" denildiği
zaman O'nu tasdik konusunda şek ve şüphe kalmaz. "Zeyd vardır"
denildiğinde ise, varlığı için görmeye ve düşünmeye ihtiyaç vardır. Hakk
Subhânehu'nun varlığı ayna, mümkünatın varlığı ise aynada gözüken şekiller
gibidir. Aynanın varlığı hakiki, aynada gözüken şekillerin varlığı ise vehmî ve
hayalîdir. Fakat şekil, önce surî aynada sonra gerçek aynada gözükür. Burada
bunun tersi olur. Önce Hakk Subhânehu'nun varlığının aynası, sonra da mümkünatın
varlığının şekilleri gözükür. Hakk Subhânehu'nun varlığı bedihî, mümkünatın
varlığı nazarî olur.
Gece
boyunca namaz, edeplerine tam riayetle secde, rüku, kıraat, tertil ve tecvid
ile Kur'an okumak, tefsir ve hadis ilmiyle meşgul olmak, me'sur dua ve zikirler,
nebevî sünnetlere ittiba bu makamda terakkinin sebepleridir. Gelecek makamlar
için de durum aynıdır.
Turabî
unsur, diğer üç unsurdan daha faziletlidir. Toplam dört unsur alem-i
halktandır. Bu makamda, yani alem-i halkda feyzin geldiği yer turabî unsurdur.
Bunun için Müceddid İmam (kaddesellâhü sırrahu’l azîz) halk âlemini, emir
aleminden faziletli saydı. Şöyle dedi:
"Ey
oğul! Peygamberlerin daveti halk alemine mahsustur. Şu hadis-i şerifte
buyrulduğu gibi. "İslam beş şey üzerine kurulmmuştur."[37] Bu cümle
İslam'ın rükünlerini açıklama konusunda söylenen sahih bir hadis-i şeriften bir
bölümdür. İslam'ın rükünlerinin edası - kalbin iştirakiyle beraber- azalara
bağlıdır. Azalar ise halk alemindendir."
Müceddid
İmam (kaddesellâhü sırrahu’l azîz) bu hadis-i şerifle şöyle istidlal etmiştir.
"Peygamberlerin daveti halk alemine mahsustur. Halk alemiyle kalbin
münasebeti daha ziyade olduğu için, kalbin tasdiki de İslam erkanına dahil
olmuştur. Kalbin dışında emir aleminin latifeleri, erkana dahil edilmemiştir.
Hatta onlar, maksatlardan bile sayılmamıştır.
Cennet
nimetleri, cehennem azapları, rü'yet devleti ve bundan mahrum olmak, hepsi halk
alemine bağlıdır, emir alemine değil.
Kendileriyle
tam bir haz hasıl olan ameller, halk alemine aittir. Onlar da; farzlar,
vacipler ve sünnetlerdir ki halk aleminden olan kalıpla eda edilir.
Emir
aleminin nasibi, nafilelere bağlıdır. Amelleri edanın semeresi olan kurb
mertebesi, amellerin miktarına göre olur.
Farzları
edanın semeresi olan kurb, halk alemine aittir. Nafileleri edanın semeresi olan
kurb ise emir alemine aittir. Farza kıyaslandığında, nafilenin itibarının
olmadığında şüphe yoktur. Keşke okyanusa nisbetle bir damla olabilse. Hatta
nafileler sünnetlere bile nisbet edilmez. Buradan iki yakınlığın nisbetinin
kıyas edilmesi gerekir. Böylece halk aleminin emir alemine olan üstünlüğü
bilinir.
Ey oğul!
Aşkın şiddeti, muhabbetin galebesi, şevk sayhası, vecd, tevacüd[38], raks
bunların hepsi zıllî tecellileri zuhuru anında zılal (gölgeler) makamlarında
olur. Asla ulaştıktan sonra bu işler tasavvur edilmez. Alimlerin dediği gibi
burada muhabbet taat anlamındadır.
Salik,
zilal mertebelerinden, fenâ makamından terakki edip bekâ mertebesine ve
asılların derecelerine ulaştığında; önceki haller kalmaz. Çünkü, kemal ve
tekmil mertebesi olan usul mertebelerine ulaştıktan sonra, zevk ve şevk
makamında yakın ve tuma'ninet hasıl olur. İşte o zaman muhabbet sadece taat ve
ibadet manasında olur. Rahat ve sekînet; Kur'an okumakda, farz ve sünnet
namazlarda ve sünnetlere ittibada olur. Buna delil "Namaz
mü'minin miracıdır"[39] "Gözümün
aydınlığı namazdadır"[40] hadis-i
şerifleridir.
Müceddid
İmam (kaddesellâhü sırrahu’l azîz) bu mukaddes mertebenin hususiyetleri
konusunda şöyle diyor: "İnsani latifelerin kemalatından hasıl olan bol
hazzın, aslında turabî unsurun olduğu sabittir. İnsanın sair cüzleri, ister
halk aleminden olsun, ister emir aleminden olsun, bu makamda temizlenmiş olan
turabî unsura tabidir. Turabî unsur sebebiyle bu yakınlıkla şereflenmişlerdir.
Anlatılan
unsur, beşere mahsus olduğuna göre beşerin havassının, (özelliklerinin)
meleklerin havassından (özelliklerinden) daha faziletli olması zaruri bir
duruma gelir. Zira bu unsura müyesser olan başka hiçbir şeye müyesser
olmamıştır.
Bu seyir
esnasında görülür ki, bütün Velâyetler nübüvvet makamı kemâlatlarının
gölgeleridir ve onların bir misalidir. Bu seyirde bir nokta katetmek Velâyet
makamının kemalatlarının hepsinden daha çok oluşur. O halde daha önceki
kemâlatın hepsinin hükmü, bu makamın kemâlatına okyanusa nisbetle bir damla
gibi bile olmaz. Burada da nisbet ortadan kalkmıştır.
Fakat ben
şunu diyebilirim: Nübüvvet makamına nisbetle Velâyet makamı, sonsuza nisbetle
sonu olan gibidir. Subhanallah. Bu sırra muttali olmayan sûfilerden biri "Velâyet
nübüvvetden efdaldir nasıl der! Bir diğeri bunu başka bir yönüyle,
bilgisizliğinden dolayı "Peygamberin Velâyeti, nübüvvetinden efdaldir" der. "Ağızlarından
çıkan kelime ne büyük oldu." (18. Kehf Suresi, Ayet; 5)
Yine
Müceddid İmam (kaddesellâhü sırrahu’l azîz) şöyle diyor: "Şu
bilinmelidir ki, bu mevhibe, yani peygambere verilen nübüvvet kemalatı tavassut
(aracılık) olmaksızın husule gelir. Fakat peygamberlerin velilik makamına
yükselen ashab, veraset, tabi olmak ve peygamberlerin tavassutuyla bu
mertebeyle şereflenmişlerdir.
Peygamberler
(salât ve selam üzerlerine olsun) ve sahabilerinden sonra bu mertebeyle
şereflenen az olmuştur. Her ne kadar tabi olma ve veraset yoluyla bu şereflenme
caiz olmuş olsa da.
Zannediyorum
tabiinin büyüklerinde bu mertebe hasıl olmuştur. Yine tebei't-tabiinin
büyüklerinde de hasıl olmuştur. Sonra ikinci bine kadar gizlenmiştir.
Bu mertebe
o zaman tebaiyyet ve veraset yoluyla zuhur etmiştir. Sonra gelenler de
öncekilere benzemişlerdir.
Bu ilim ve
marifetlerin sahibi bu bininci yılın müceddidir. Haller, vecdler, tecelliler ve
zuhuratlarla karışık olan fiillere, zat ve sıfatlara müteallık marifet ve
ilimlere muttali olan kimseye bu iş gizli kalmaz.
Bilinir
ki; bu marifet ve ilimler, evliyanın marifetlerinin, alimlerin ilimlerinin
ötesindedir. Hatta bu ilimlere nisbetle onların ilimleri kabuk, bu marifetler
özdür. (lübbdür)
Her
yüzyılın başında bir müceddid sabit olmuştur. Fakat yüzyılın müceddidi bin
yılın müceddidinden farklıdır. Aralarındaki fark yüz ila bin arasındaki fark
gibi, hatta daha fazladır.
Müceddid;
vasıtasıyla, feyzin tüm halka, hatta zamanındaki kutup[41], evtad[42] ve
abdallara[43] ulaştığı
kimsedir.
Hz. Şeyh
Muhammed Masum (kaddesellâhü sırrahu’l azîz) bu mertebenin halleri hakkında
şöyle diyor:
"Yedinci
mertebe Yüce Zât'ın isimler ve sıfatlardan ayrılmadan tekliği mertebesidir. Bu
mertebe şu düzenleme ile yedinci mertebe olur:
Birinci
mertebe Velâyet-i suğrâdır.
İkinci
mertebe, esma ve sıfat dairesi olan Velâyet-i kübrâ'nın birinci dairesidir.
Üçüncü
mertebe, Velâyet-i kübrâ'dan birinci dairenin aslı olan ikinci dairesidir.
Dördüncü
mertebe, Velâyet-i kübrâdan ikinci dairenin aslı olan üçüncü dairesidir.
Beşinci
mertebe, Velâyet-i kübrâdan üçüncü dairenin aslı olan "kavs"
mertebesidir.
Altıncı
mertebe, melaike-i kiramın (salât ve selam üzerlerine olsun) Velâyeti olan
Velâyet
Ulyâdır.
Nübüvvet
kemâlatı diye ifade edilen,mezkur yedinci mertebe; Zât Teâlâ hazretlerinin tek
başına esma ve sıfat düşünülmeden mülahaza edilmesi mertebesidir.
Zât'ın
sıfatlardan ayrılması (ifradı), Zât Teâlâ hazretlerinin muhibbinin sıfatların
ortaklığına razı olmaması sebebiyledir. Aslında Zât'ın sıfatlardan ayrılması
tasavvur edilemez. Fakat muhib (derviş) "Kişi sevdiğiyle
beraberdir."[44] hadis-i
şerifinin muktezasınca, Zât'ın maiyyetindeyken zatıyla birlikte olan sıfatları
mülahaza edemez.
Zât'ın
sıfatlar infiradı maiyyetin bir semeresi olarak sadece dervişin nazarındadır.
Tabi olma
ve varis olma yoluyla, ümmetin bazı fertlerine nübüvvet kemalatının husulü;
onların peygamber olduğu veya peygamberlere eşit olduğu anlamına gelmez. Çünkü
nübüvvet kemalatının husulü, nübüvvet makamının husulünden başkadır. Bu bahsin
tahkiki, tafsilatıyla Müceddid İmam'ın (kaddesellâhü sırrahu’l azîz)
mektuplarında vardır.
***
Velâyet-i
Ulyâ dairesinin seyri tamamlandıktan sonra Zât Teâlâ'nın esma ve sıfatın
perdelemesi olmaksızın tecelli ettiği bir mertebe zuhur eder. Bu tecelli için
üç mertebe vardır:
Birinci
mertebe, hallerini tafsilatıyla yazdığımız nübüvvet kemalatı mertebesi.
Bu
mertebeden sonra risalet kemâlatı mertebesi vardır. Bu makamda şöyle hayal
ederek murakabe yaparlar: "Feyiz, risalet kemâlatının menşei olan Zât'dan hey'et-i
vahdaniyyete gelir."
Hey'et-i
vahdaniye; emir ve halk alemlerinin mecmuundan (toplamından) ibarettir. (İki
alemin bir araya gelmesi) insanın on latifesinin tasfiye ve tezkiyesinden sonra
hey'et-i vahdaniye diye isimlendirilmiştir. O döğülüp süzülen tesirli ilaçlar
gibidir. Balla karıştırılıp macun olunca, bu ilaçlar için yeni bir özellik
oluşur. İşte insanın on latifesi de böyledir. Bu mukaddes mertebe ve süluk
makamlarının sonuna kadar feyzin geldiği yer, salikin hey'et-
i vahdaniyesidir.
Kur'an
tilaveti ve uzun kunutla namaz, bu makamda terakkiyi gerektirir. Salik bu
makamda, batınında vüs'ati ve nurların vürudunun çokluğunu önceki mertebeden
daha çok bulur.
Bu
daireden sonra ulu'l-azmin kemalatı dairesi vardır. Bu makamda şöyle hayal
ederek murakabe yaparlar. "Feyz, ulu'l-azm kemâlatının menşei olan Zât'dan hey'et-i
vahdaniyeye gelir." Bu mertebede salikin batını, zatî
tecellilerin vürudunun ve gayri mütenahi nurların çokluğundan dolayı dopdolu
olur. Batının genişliği, mertebenin yüceliğinden dolayı açıklama sınırının
dışında olur.
Müceddid
İmam (kaddesellâhü sırrahu’l azîz) ve oğlu Hace Muhammed Masum, bu mertebede;
Kur'an'ın mukattaatının sırlarını ve Furkan'ın müteşabihlerini keşfetmekle
müşerref oldular. Şöyle dediler: "Bu sırları açıklamak beşerî takatin üstündedir. Farzedelim
açıklamaya çalıştık. Hangi lafızlarla bu sırların manalarını açıklayacağız?
Bunları bir kimse konuşsa, duyan kendinden geçer ve bayılır."
Bu makam
ve bundan sonraki makamlarda terakki Allah Teâlâ'nın fazlına bağlıdır. Her ne
kadar tüm makamlarda da, Allah Teâlâ’nın fazlına bağlıysa da; ameller, zikirler
ve işgal (meşgul olma) sebep gibidir. Bu makamda-zikirler beşerî küduretin
(bulanıklığın) izalesinde müessir olsa bile- böyle değildir. Bu makamlarda
Kur'an kıraati ve gece boyunca namazla bile terakkinin neticesi hasıl olmaz.
Bil ki,
Ulu'l-azm kemâlatı makamından sonra süluk iki yolla olur:
1-
İlahi Hakikâtler yoluyla: Bunlar
Kabe'nin Hakikâtı, Kur'an'ın Hakikâtı ve namazın Hakikâtidir.
2-
Peygamberlerin (salât ve selam
üzerlerine olsun) Hakikâtleri yoluyla. (Bu Hakikâtlar da) İbrahimî, Musevî,
Muhammedî ve Ahmedî Hakikâtlardır.
Tarikat
şeyhleri, saliklerin evvela ilahî Hakikâtlar yoluna sokmayı tercih ettiler.
Önce şöyle
hayal ederek, Kabe'nin Hakikâtının murakabesini öğretiyorlar. "Feyiz,
Kabe'nin Hakikâtı ve tüm mümkünatın secde etmiş olduğu Zât'dan hey'et-i
vehdaniyeye gelir." Bu makamda feyzin geldiği yer, salikin
hey'et-i vahdaniyesidir. Bu makamda Hakk Subhânehu'nun azameti, salik
tarafından müşahede edilir. Salik heybet ve celal denizinin içine dalmış olur.
Bu yüce
mertebede, fenâ ve bekâ hasıl olduğunda, salik zatını bu mertebenin şanıyla
muttasıf bulur. Yani mümkünatın kendisine teveccühünü müşahede eder.
Salikin,
üç kemâlata nisbetle; mülevven[45] olmaması,
daha latif ve yüce olmasına rağmen ilahî Hakikâtlerin nisbetini idrak etmesi
hayret vericidir. Bunun sebebi, salikin, kemâlat makamlarına ulaşmadan önce
münasebeti Velâyetler nisbetiyleydi. Fenâsı ve bekâsı sıfatlar ve şuunlardaydı.
Bu mertebelerin nisbetiyle münasebeti yoktu ki "Yalnız
Zât Teâlâ'nın mertebesi nisbetini idrak edebilsin. Bunun için bu yüce nisbeti
idrak etmek ona zor geldi.
Bu mertebelerde
fenâ ve bekâ hasıl olup, bu derecelerin ahlakıyla ahlaklandığında hiç şüphesiz
salikin idraki ve vicdanı kuvvetlenir. Fevkaniyyet makamlarının nisbetini,
kemâlat nisbetinden daha çok idrak eder. Aslında kemâlat nisbetiyle, fevkaniyet
makamları nisbeti aynı cinstendir. Fakat salikin batınının nisbeti, fevkaniyet
makamlarından sonra yücelik ve vüs'at yönünden artar. Çünkü bu mertebeler daimi
Zât tecellisiyle müşerreftirler.
Müceddid
İmam (kaddesellâhü sırrahu’l azîz) bu makam hakkında şöyle dedi: "Bazı kamiller
peygamberlere (salât ve selam üzerlerine olsun) tabi olarak azamet ve kibriya
duvarlarının içine nüfuz ediyorlar. Onlara da (peygamberlerle beraber)
peygamber muamelesi yapılıyor.
Ey oğul!
Bu muamele, emir ve halk aleminin mecmuundan (toplamından) neş'et eden insanın
hey'et-i vahdaniyesine mahsustur. Bununla beraber turabî unsur hepsinin
başıdır.
Bu
mukaddes mertebeden sonra Kur'an'ın Hakikâtı mertebesi vardır. Burada şöyle
hayal ederek murakabe yaparlar: "Feyiz, Kur'an'ın Hakikâtının menşei hazreti Zât'ın misalsiz
vüs'ati mebdeinden, hey'et-i vahdaniyeye gelir" Bu
mertebede de feyzin geldiği yer hey'et-i vahdaniyedir.
Bu makamda
Allah Subhânehu ve Teâlâ’nın kelamının batıni manaları zahir olur. Kur'an'ın
her harfi maksud olan Kabe'ye ulaştıran bir deniz olur.
Ku'an
okuyanın dili, Kur'an okuma esnasında Musevî ağaç (şeceri-i museviyye)[46] gibi olur.
Hatta kalıbın hepsi dil gibi olur.
Kur'an
nurlarının inkişafının alameti, salikin batınında sıklet (ağırlık)ın zuhurudur.
Şu ayet-i kerimede buyrulduğu gibi: "Doğrusu biz senin üzerine ağır bir söz bırakacağız." (73.
Müzemmil Suresi, 5. Ayet)
Müceddid
İmam (kaddesellâhü sırrahu’l azîz) bu makam hakkında şöyle diyor: Sırf nur olan
bu yüce mertebeden sonra fakirin bulduğu Kabe'nin Hakikâtı cidden yüksek bir
mertebe olan Kur'an'ın Hakikâtı mertebesidir. Kabe-i muazzama Kur'an'ın
hükmüyle kıble olmuştur. Her şeyin onun bulduğu yöne secde etmesi mertebesiyle
şereflenmiştir. Kur'an imam, Kabe ise me'mum olmuştur.
Bu
mukaddes mertebe, hazreti Zât Teâlâ'yı tenzih vüs'atinin mebdeidir. Aynı
şekilde misal ve la-misal arasındaki imtiyaz mertebesinin mebdeidir.
Kur'an'ın
Hakikâtı dediğimiz mukaddes mertebeye, nur ıtlakının dahi yeri yoktur. Hatta bunu
anlamaktan bile kalır. Buraya tenezzüh vüs'ati ve la-misaliyye imtiyazından
başka bir şey giremez.
Allah
Teâlâ şöyle buyurur. "Allah Teâlâ’dan size bir nur geldi" (5. Maide,
15. Ayet) Buradaki "nur"dan murat Kur'an olsa dahi nüzul ve tenzil
itibariyledir. Nitekim bu manaya "Câeküm" "size geldi" lafzıyla
îma edilmiştir.
Bu
mertebeden üzerinde "namazın Hakikâtı" diye ifade
edilen cidden yüksek bir mertebe vardır. Bu mertebede şöyle hayal ederek
murakabe yaparlar: "Feyiz, namazın Hakikâtının menşei olan Zât'ın tenezzüh
vüs'atinin kemalinden, hey'et-i vahdaniyeye gelir." Burada da
feyzin mevridi (geldiği yer) hey'et-i vahdaniyedir.
Bu
mertebenin vüs'ati ve yüceliğine dairen denilebilir. Şöyle ki, Kur'an-ı
Mecid'in Hakikâtı bunun cüzlerinden biridir. Kabe'nin Hakikâtı başka bir
cüzüdür.
Bu
mukaddes Hakikâte erişen salik, namazı esnasında bu fani evden çıkar, baki olan
eve girer. Ve ona kemal vechi üzere "Görüyormuşcasına Allah Teâlâ’ya ibadet etmendir."[47] Hakikâtı
gözükür. Seyyidü'l-enamın (salât ve selam üzerine olsun) bu duruma "Namaz
mü'minin miracıdır."[48] buyurarak
işaret ettiği gibi. Yine şöyle buyurmuştur: "Kulun,
Rabbine en yakın olduğu vakit, namazdır."[49]
Namaz
olmasaydı maksudun yüzünden örtüler açılmazdı. Hangi şey talibi matluba
götürebilirdi? Hüzünlü kimsenin sevinci, hastanın rahatı namazdadır. "Bizi
rahatlat ey Bilal!"[50] hadisi bu
manaya işarettir. "Gözümün nuru namazdadır"[51] bu
temenniye işarettir.
Namazın
Hakikâtine muttali olmadıklarından dolayı bu taifenin çoğu teskin olmayı
nağmelerde aradılar. Matlubu; sema, vecd ve tevacüdde taleb ettiler. Raks ve
benzerleri onların adeti oldu. Şayet namazın Hakikâtının kemalatından onlara
birşey belirseydi vecd ve tevacüde iltifat etmezlerdi.
Musalli
tekbir aldığı zaman sanki âlemlerden çıkar ve "Allah
Ekber" diyerek
Hazreti Sultan'ın huzuruna gelir. Heybetinin, azametinin, kibriyasının zuhuru
anında nefsini zelil kılarak hakiki mahbubda fani olur.
(Salik)
kıraat esnasında hibe edilmiş bir vücutla mevcut olur, Hakk Subhânehu ile
konuşur. O'nun canib-i kudsiyetiyle muhatap olarak şecere-i Museviye hükmünde
olur. Sonra tam bir huşu ile rüku eder, tesbih ederek kalkar ve secde eder.
Çünkü kıyamdan secdeye gitmek tezellül ve inkisarın kemalini ifade eder. Acz ve
tazarru alnını kalbîyle bağlandığı mahbubun önüne koyar. Hakiki matlubun
karşısında O'na ulaşmayı talep ederek secde eder. Ulaştığını zannettiği zaman
bu hatadan istiğfar ederek oturur. Mağfireti, kurbu ve şükretmeyi isteyerek
ikinci secdeyi yapar. Teşehhüdde tahiyyat, yakınlığın ihsan edilmesi üzerine ve
şükrü eda eder. Şehadet kelimelerini okur. Çünkü tevhidi ikrar ve risaleti
tasdik olmaksızın kurb mertebesine ulaşmak muhaldir. Sonra salât-ı
İbrahimiye'yi okur. Çünkü hususi dostluk mertebesi İbrahim Efendimiz'e
mahsustur. (O'na ve peygamberimize salâtu selam olsun.) Bu duayla ünsiyyet[52] ve
hususi kurbiyeti talep eder.
Adab ve
sünnetleriyle namazın edası ve ta'dil-i erkana riayet namazın hikakatının
zuhuru için sebeptir. Salik namazda kalbe teveccüh ederek, gözlerini yumarsa namazın
Hakikâtı zuhur etmez. Çünkü gözleri yummak namazın adabından değildir.
Müceddid
İmam (kaddesellâhü sırrahu’l azîz) bu mertebenin beyanı hususunda şöyle diyor: "Bu
mukaddes mertebenin üzerinde cidden yüksek bir mertebe vardır. O da namazın
Hakikâtı olup, onun sureti şehadet aleminde, nihayet erbabından namaz
kılanlarla kaimdir. Herhalde Mirac hadisesinde varid olan "DUR
YA MUHAMMED, ALLAH TEÂLÂ NAMAZ KILIYOR."[53] kıssası
namazın Hakikâtını ima etmektedir. Yani tecerrüd ve tenezzüh mertebesine ancak
vücub mertebelerinden ve kıdem etvarından sadır olan ibadet layıktır. Hakikâtte
o abid ve mabuddur. Bu mertebede vüs'atin ve la-misali imtiyazın kemali vardır.
Yine
Müceddid İmam (kaddesellâhü sırrahu’l azîz) hamd ve salâtdan sonra şöyle dedi:
"Namaz, İslam'ın beş rüknünün tüm ibadetleri toplayan ikincisidir. Cüz
olduğu halde toparlayıcılığından dolayı kül (bütün) hükmündedir. Allah Teâlâ’ya
yaklaştıran amellerin hepsinden daha üstündür.
Seyyidü'l-mürselin
(salât ve selam üzerine olsun) efendimize rü'yet Mirac gecesi hasıl olmuştur.
Bu dünyada da bu ona namazda hasıl olmuştur.
Namazın
haricinde ve namazın Hakikâtını anlamadan elde edilen zevkler, vecdler,
ilimler, marifetler, haller, makamlar, nurlar, renkler, telvinat, temkinat,
keyfiyeti belli olan ve olmayan tecelliyat, mütelevvin ve mütelevvin olmayan
zuhuratdan hemen hepsinin menşei gölgelerdir, emsaldir (benzetmedir) vehim ve
hayalden neş'et etmiştir.
Namazın
Hakikâtını anlayan bir musalli, namazını eda ederken sanki bu dünya hayatından
çıkar, ahiret hayatına geçer. Hiç şüphe yok ki o zaman ahirete mahsus olan
mertebeden bolca nasip alır. Zılliyet şaibesi olmadan asıl manadan bir haz
hasıl olur.
Sufilerden
bir taife hallerin artmasında namazın netice vermediğini zannetmiştir. Namazı
mübayenet ve muğayerete hamletmişlerdir. Orucu namazdan daha faziletli
görmüşlerdir. Şeyh Muhyiddin Arabi'nin şöyle dediği gibi:
"Oruçta
yemeyi içmeyi terk vardır. Oruçlu samediyyet sıfatıyla mevsuftur. Musalli ise
namazında gayriyyet makamında olur. Çünkü o,abidi mabudiyetden ayırır."
İbni
Arabi'nin bu sözü sekir hallerinden olan tevhid-i vücudi meselesi üzerine bina
edilmiştir. Bu kemalat bin sene sonra zuhur etmiştir. Sonra gelenler,
öncekilerin rengine boyanmıştır. Bunun için Peygamber Efendimiz (salât ve selam
üzerine olsun) şöyle buyurmuştur: "Evveli mi hayırlıdır, yoksa ahiri mi?"[54] "Evveli
mi hayırlı yoksa ortası mı" buyurmadı. Çünkü evvel ile ahir arasındaki
münasebeti, evvel ile orta arasındaki münasebetten daha ziyade gördü. Yine
Efendimiz (salât ve selam üzerine olsun) şöyle buyurdu:
"Ümmetimin en faziletlisi öncekiler ve sonrakilerdir. İkisi
arasında keder (bulanıklık) vardır."[55]
Bu ümmetin
son gelenlerinde her ne kadar yüksek nisbet varsa da, ona sahip olanlar azdır.
Ortadakilerde nisbet bu derece yüksek olmamakla beraber onlar çoktur.
Sonun
başlaması, ikinci binin başlangıcından itibarendir. Çünkü, bin senenin
geçmesinin, işlerin değişmesinde büyük bir özelliği, tebdilinde kuvvetli bir
tesir olmuştur.
Bu ümmetin
şeriatında nesh ve tebdil olmadığı için, öncekilerin sonrakilere nisbeti, eski
tazeliğiyle ve önceki parlaklığıyla tecelli etmiştir. Şeriatın teyidi ve dinin
tecdidi ikinci binde zuhur etmiştir. Davamızın doğruluğunun tasdiki, adil
şahitlerin ortaya çıkacak olmasıdır. Onlar da İsa (aleyhisselam) Efendimiz ve
Mehdî (aleyhisselam) Efendimizdir.
Bu söz
bugün, insanların çoğuna ağır gelir, anlayışlarından uzak görülür. Fakat onlar
insafa gelip ilim ve marifetlerin bazısını bazısıyla kıyas etseler, şeriata
uyup uymaması açısından hallerin sıhhatlisiyle çürüğünü düşünseler ve şeriatla
nübüvvete tazimin hangisinde daha çok olduğunu görseler, bu söz onların
anlayışlarına uzak gelmezdi.
Bu fakir,
kitap ve risalelerinde şöyle yazmıştır: Tarikat ve Hakikât şeriatın
hizmetindedir. Nübüvvet de Velâyetden efdaldir. Sözkonusu olan peygamberin
Velâyeti olsa bile. Buna benzer görüşleri çok yazdım. Özellikle tarikatın
beyanı hususunda oğluma yazdığım muktupta.
Bütün bu
sözlerden maksat, Hakk Subhânehu'nun nimetini izhar, tarikat taliblerini
teşviktir. Kendimi diğerlerinden üstün göstermek değil. Çünkü, din böyükleri
şöyle dursun; kendisini kafirlerden bile üstün görene Hakk Subhânehu'nun
marifeti haramdır.
"Namazın Hakikâtı" diye ifade
edilen bu mertebenin üzerinde "sırf mabudiyet mertebesi" vardır. Bu
mertebede şöyle hayal ederek murakabe yaparlar. "Feyiz,
tek mabud olan Zât'dan hey'et-i vahdaniyeye gelir."
Bu yüce
mertebe hepsinin aslıdır. Makamlardaki batini vus'at (genişlik) burada aciz
kalır. İmtiyaz da böyledir. Elhamdülillah (böylece) kademî seyir tamam olur ve
nazarî seyre bir engel kalmaz.
Müceddid
İmam (kaddesellâhü sırrahu’l azîz)şöyle diyor: "Namazın Hakikâtı
mertebesinin üzerindeki mukaddes mertebe, sırf mabudiyet mertebesidir.
Peygamberlerin ve büyük velilerin basamakları, bütün ibadetlerin nihayeti olan
namazın Hakikâtı makamının nihayetine kadardır.
Bu makamın
üstünde sırf mabudiyet makamı vardır. Hiçbir şekilde o makama kimsenin gücü
yetmez ki, onun üzerine ayak basabilsin. Lakin -Allah Teâlâ'ya hamdolsun- oraya
nazar etmek yasaklanmamıştır. Muhtemeldir ki Mirac'taki "Dur
ey Muhammed" emri,
ayağın ulaşamamasına işarettir. Yani "Dur ey Muhammed!
Ayağını bunun üstüne koyma" Çünkü bu mertebe, vücub mertebelerinden
sadır olan namazın Hakikâtı mertebesinin üzerindedir. Hazreti Zât'ın tecerrüd
ve tenezzühü mertebesidir. Kadem oraya ulaşamaz.
Bu makamda
"La ilahe illallâh " kelime-i
tayyibesinin Hakikâtleri tahakkuk eder. İbadete müstehak olmayan mabudların
ibadeti de burada nefyedilir. Allah Teâlâ hazretlerine layık olan ibadetin
isbatı da bu makamda tahakkuk eder. Yine , abidiyet ve mabudiyet arasındaki
fark ortaya çıkar. Abid mabuddan ayrılır. Nasıl ayrılması gerikiyorsa öylece
ayrılır.
Müntehilerin
hallerine göre "La ilahe illallâh kelime-i tayyibesinin manası şudur:
"Allah Teâlâ'dan başka mabud yoktur."
Müptedilere
göre ise de "Allah Teâlâ'dan başka mevcut yoktur." Mütevassıt
(süluk da orta mertebeye gelmiş olanlara göre de Allah Teâlâ'dan başka maksud yoktur.
Bu
mertebede nazardaki terakki ve basiret keskinliği, müntehilerin meşguliyeti
olarak namaza bağlıdır.
Bil ki,
ilahî Hakikâtler seyri bu mertebeyle tamamlanır. Bu mertebede terakki Allah
Teâlâ'nın fazlı ve ihsanına bağlıdır.
Daha önce
de geçtiği gibi, ulu'l-azm (peygamberlerin) kemalatından sonra süluk için iki
yol vardır:
1- Daha önce anlattığımız ilahi Hakikâtler
yolu
2- Peygamberlerin (salât ve selam üzerlerine
olsun) Hakikâtleri yolu.
Bu
Hakikâtlerde terakki, Seyyidü'l-mürselin efendimizin muhabbetine münhasırdır.
Hazreti
Hakk-Subhânehu'nun Zâtı sevildiği gibi, sıfatları ve fiilleri de sevilir. Zât
ve sıfat sevgisinin muhibbiyet ve mahbubiyet[56] itibarı vardır.
Mahbubiyet
kemâlatının zuhuru, sevilmişlerin efendisi (aleyhisselam)ın zatındadır.
Muhibbiyet
kemâlatının zuhuru, Musa (aleyhisselam) efendimizin zatındadır.
İsimlere
ait sıfat mahbubiyetinin kemâlatının zuhuru, İbrahim (aleyhisselam) efendimizin
zatındadır.
Salikin
seyri önce, dostluk makamı olan İbrahimî Hakikâtte bir sıfat kemalatında olur.
Bu makamda şöyle hayal ederek murakabe yaparlar: "Feyiz,
İbrahimî Hakikâtin menşei olan Zât'dan hey'et-i vahdaniyyeye gelir." Bu makam,
makamların en nurlusu ve bereketleri çok olanıdır. Bu makamda peygamberler
Halil İbrahim (aleyhisselam) efendimize tabidirler. Peygamberimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem)’e emredildiği gibi... "Allah Teâlâ'ı
birleyerek İbrahim'in yoluna uy" (16. Nahl Suresi, 123. Ayet) Bu
sebeple Peygamber efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) salavat ve berekatda "Kemâ" lafzıyla
ona benzetildi. Ümmeti namazda ve namaz dışında şu salavatı okumakla emrolundu:
"Allah
Teâlâ’m İbrahim efendimize ve İbrahim efendimizin aline Salât eylediğin gibi,
Muhammed efendimize ve Muhammed efendimizin âline de salât eyle. Sen hamde
layık ve şanı yüce olansın. Allah Teâlâ’m İbrahim efendimizi ve İbrahim
efendimizin alini mübarek kıldığın gibi, Muhammed efendimizi ve Muhammed
efendimizin âlini de mübarek kıl! Sen hamde layık ve şanı yüce olansın."
Bu emir ve
benzetmeden bu makamın bereketi anlaşılır. Mezkur salâtı çok okumak bu makamda
terakkiye sebeptir. Bu ve bundan sonraki makamlarda salâtın adedini üç bin
olarak belirlediler. Bundan fazla okunursa daha güzel olur.
Salik bu
makamda özel ünsiyet ve Hakk Subhânehu'nun Zâtına mahsusu hulus ile
hususileşir. Hakiki vahdet noktası diye tabir olunan zahiri sıfat mahbubiyeti
ve benzerleri salike gözükür.
Hakk
Subhânehu'nun zatıyla tam bir ihlas ve nisbet-i hanifiyye bu makamın
özelliklerindendir.
Salikin
teveccühünün Hakk Subhânehu'dan başkasına olamaması bu makamın hallerinin
eserlerindendir. Bu hal İbrahim (aleyhisselam) efendimize mahsus olan dostluk
makamının gereğidir. Kur'an-ı Kerim'de İbrahim (aleyhisselam)'ın sözü olarak
şöyle buyrulduğu gibi:
"Ben yüzümü tamamen, gökleri ve yeri yoktan var edene
çevirdim ve artık ben Ona ortak koşanlardan değilim." (6. En'am
Suresi, 79. Ayet)
Bu ihlasın
ve hususi ünsiyetin manasıdır.
Bu
makamdan sonra salikin seyri, sırf muhibbiyet diye ifade edilen Musevî
Hakikâttedir. Burada şöyle hayal ederek murakabe yaparlar: "Feyiz,
Musevi Hakikâtın menşei olan ve sevilen Zât'tan hey'et-i vahdaniyeye
gelir."
Tam bir
kuvvet ve Zât'ın nefsine muhabbetiyle acaib bir keyfiyet ortaya çıkar. Zâtî
muhabbetin varlığıyla beraber istiğna şanı da gözükür. İşte bu edep sınırını
aşan kimsenin sözünün sırrıdır. Ayet-i kerimede Musa (aleyhisselam) efendimizin
sözü şöyle nakledilmiştir:
"...İçimizden bazı beyinsizlerin yaptıklarından ötürü bizi
helak mı edeceksin? Bu (iş) senin imtihanından başka bir şey değildir..." (7. Araf
Suresi, 155. Ayet)
Musevî
Hakikâtın menşei sırf muhabbet olunca Musa Kelimullah efendimiz, aşkının
galebesinden ve şevkinin kemâlinden dolayı rü'yeti talep etti. Şöyle demeğe
mecbur kaldı:
"Rabbim,
bana (kendini) göster, sana bakayım" (7. Araf Suresi, 143. Ayet)
"Allah Teâlâ’m efendimiz Muhammed'e, tüm nebi ve rasullere,
hususen kelîmin Musa'ya salât eyle" salâtını tekrar etmek bu makamda
terakkinin sebebidir.
Bu makamın
üzerinde Hakikât-ı Muhammediye'den ibaret olan (sahibine salâtu selam olsun)
Hakikâtlerin Hakikâtı mertebesi vardır. Bu makamda şöyle hayal ederek murakabe
yaparlar: "Feyiz, muhib ve zatından dolayı mahbub olan, Hakikât-ı
Muhammediye'nin menşei Zât'dan hey'et-i vahdaniyeye gelir."
Muhammed
ismi şerifindeki iki "mim" harfi muhibbiyet ve mahbubiyete işaret
eder. Bu mukaddes mertebede fenâ ve bekâ hususi bir surette ortaya çıkar.
Seyyidü'l-mürselin efendimizle (sallallâhü aleyhi ve sellem) hususi ittihad
müyesser olur. Yine bu makamda evliyanın büyüklerinin söylediği tavassutun
kaldırılmasının manası zahir olur. Tabi olan, kendisine tabi olunana benzer.
Sanki tabiilik ismi ortadan kalkmış olur. Tabi olan kimse, kendisine tabi
olunan gibi "asıldan aldığını zanneder. Aynı kaynaktan içerler, aynı yerden
nasiblenirler. Bu hallerin varid olmasıyla beraber, salike Peygamber efendimiz
(sallallâhü aleyhi ve sellem)'le beraber özel bir muhabbet hasıl olur. Müceddid
İmam'ın (kaddesellâhü sırrahu’l azîz) "Ben Allah Teâlâ'yı
seviyorum. Çünkü O, Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem)'in Rabbidir" sözünün
manası zahir olur.
Dinî ve
dünyevî bütün işlerde; hatta tüm hal, söz ve fiillerde peygamber
(aleyhisselam)’e ittiba etmenin salik için rağbet edilen ve istenilen bir şey
olması bu makamın özelliklerindendir.
Hakikât-ı
Muhammediye'nin birinci zuhur ve Hakikâtların Hakikâtı olduğu biliniyor. Şöyle
ki; Hakikât-ı Muhammediye, enbiya-i kiram ve melaike-i zamın Hakikâtlerinin
aslıdır. Onlarsa gölgeleridir.
Bu
mukaddes mertebeden sonra Hakikât-ı Ahmediye mertebesi vardır. Bu makamda şöyle
hayal ederek murakabe yaparlar: "Feyiz, Hakikât-ı Ahmediye'nin menşei ve zatı sebebiyle
mahbub olan Zât'dan hey'et-i vahdaniyeye gelir."
Bu yüce
makamda nisbetin ululuğu ve nurların vürudunun çokluğu tüm berraklığıyla zahir
olur. Yine bu makamda salike muamelatın hususiyetlerinden, gizlemeye layık olan
sırlar münkeşif olur. İfade etme sınırının dışında olan garip haller ve ilginç
keyfiyetler varid olur.
Kemal-i
iltifatdan ibaret olan zatî mahbubiyet, sıfat mahbubiyeti dostluğu makamında
zahir olanın aksine, sıfatlardan nazarı kesmekle beraber Zât'a mahsus mahbub
muhabbeti inkişaf eder. Çünkü bu mertebede zatî mahbubiyet, yanında sıfat
mahbubiyetinin heba olduğu, zatî mahbubiyet haysiyetiyle parlar. Muhibbe aşkın
galebisini mucib olur. Bu iş, Hakikâtte zevke bağlıdır. Zevki olmayanın bu
Hakikâtten hazzı olmaz.
"Allah Teâlâ’m Muhammed efendimize, âline, ashabına
malumatın adedince salât ve selam eyle ve mübarek kıl" salâtını
tekrar etmek bu makamda terakkiye sebeptir.
Müceddid
İmam (kaddesellâhü sırrahu’l azîz) bu makam hakkında şöyle diyor: Peygamberimiz
(aleyhisselam) iki isimle isimlendirilmiştir ve bu isimlerin her ikisi de
Kur'an'da zikredilmiştir. "Muhammedü'r-resulullah" (48. Fetih
Suresi, 29. Ayet) "İsmühû Ahmed" (61. Saf
Suresi, 6. Ayet) iki isimden herbiri için başlı başına bir Velâyet vardır.
Velâyet-i
Muhammediye her ne kadar, hazreti peygamberin mahbubiyeti makamından neş'et
etmiş olsa da, onda "sırf mahbubiyet" yoktur. Bilakis muhibbiyetden bir
şeyle imtizac etmiştir. Bu imtizac, asaleten olmasa bile sırf mahbubiyete
manidir.
Velâyet-i
Ahmediye'ye gelince; O, muhibbiyet katkısı olmaksızın, sırf mahbubiyetden
neş'et etmiştir. Bu Velâyet, matluba diğer Velâyetden bir merhale daha yakın ve
muhibbin nazarında daha rağbetlidir. Bu sebeple, mahbubiyetinde tam olan her
mahbubun istiğnası mükemmel, iltifatsızlığı daha çok olur...
Subhanallâh,
"Ahmed" ilginç bir isimdir. Mukaddes "ehad" kelimesi
ve ilahî sırların gizliliklerinden olan "mim" harfinin
halkasından mürekkeptir. Onun misal aleminde ifadesi ancak "mim"
halkasıyla olmuştur. İmkan olsaydı onunla Hakk Subhânehu ifade edilirdi. "Ehad"a gelince;
o ortağı olmayan "Ehad"dır.
"Mim" halkası, kulun Mevla'dan ayrıldığı,
ubudiyyet çemberidir. Kul, mim halkasıdır. "Ehad" lafzı ise
Ahmed'i ta'zim için varid olmuştur ve peygamber (aleyhisselam)’e özel olduğunu
izhar etmiştir.
Eğer, "meşayihin
isbat ettikleri ve Velâyeti irtibatlandırdıkları fenâ ve bekânın manası ve
taayyun-i Muhammedi'nin açıklanmasında zikredilen fenâ ve bekânın manası
nedir?" denilirse;
şöyle cevap veririz:
"Velâyeti
irtibatlandırdıkları fenâ ve bekâ şuhudidir. Zeval fenâsı olursa bu nazar
itibariyledir. Sebat bekâsı olduğunda da böyledir. Çünkü orada, beşerî
sıfatların örtülmesi vardır, zevali değil. Bu taayyunun fenâsı ise böyle
değildir. Bilakis burada beşerî sıfatların vücudî zevali tahakkuk eder. Bekâ
canibinde cesedin ruhla beraber ayrılması sabit olur. Kul, Hakk olmasa ve
ubudiyetten çıkmasa da zatıyla beraber olduğundan dolayı Hakk'a çok yakın olur.
Kendi zatından da uzaklaşır ve ondan beşerî hükümler sıyrılır."
Müceddid
İmam (kaddesellâhü sırrahu’l azîz) gibi diğer tarikat büyükleri de şöyle
yazdılar: "Kabe'nin Hakikâtı aynen Hakikât-ı Ahmediye'dir." Bu söz
görünüşte anlayıştan uzaktır. Çünkü Kabe'nin Hakikâtı, ilahî Hakikâtlardandır,
Hakikât-ı Ahmediye ise peygamberlerin Hakikâtlerindendir. Onlardan herbiri için
kendi başına ilimler, marifetler ve hususiyetler vardır. İttihadları nasıl
mümkün olabilir?
Bu sözün
manası Şeyh Muhammed Masum'un yazdığından anlaşılır ki o şöyle diyor:
"Şeyhimiz Müceddid İmam (kaddesellâhü sırrahu’l azîz) Hakikât-ı
Muhammediye'nin, takdis ve tenzih aleminden peygamber efendimizin iniş
makamlarının nihayeti olduğunu yazdı. Hakikât-ı Kabe ise, Kabe'nin uruc
makamlarının nihayetidir. O, tenzih mertebesinde Hakikât-ı Muhammediye
basamaklarında ilk derecedir. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem)'in uruclarına Hakk
Subhânehu ve kendisinden başka kimse muttali olmadı. Hz.
Peygamber, Ahmed ve Muhammed isimleriyle isimlendirilmiştir ve bu isimlerden
herbirinin başlı başına bir Velâyeti vardır.
Vücud-i
unsurî[57] ve zulmanî alemi[58] irşadı
itibariyle ismi Muhammed'dir. (Sallallâhü aleyhi ve sellem) Bu ismin Velâyeti,
bu süfli alemin terbiyesiyle münasebeti olan ilahî isimden neş'et etmiştir.
Hakikât-ı Muhammediye denilen budur. Ervah alemi ve melekut alemi için merhub
olan vücudu ruhanî itibariylede ismi Ahmed'dir (sallallâhü aleyhi ve sellem)
Peygamber
(aleyhisselam) vücudî unsuriden önce bu vücutla (vücud-i ruhani) mevcuttu.
Hadis-i şerifte varid olduğu gibi. "Adem su ile çamur arasındayken ben peygamberdim."[59] Bu ismin
Velâyeti Hakikât-ı Muhammediye'nin mebdei ve aslı olan "şan-ı
cami'den neş'et
etmiştir. Onun da nuranî alemin terbiyesiyle münasebeti vardır ve Hakikât-ı
Ahmediye diye isimlendirilmiştir. Aynı şekilde Rabbani Kabe'nin Hakikâtı diye
de ifade edilmiştir.
Neş'et-i
unsuriye tealluk eden nübüvvete gelince o tek Hakikâta mahsus değildir. Bilakis
iki Hakikât itibariyledir. Mürebbisi (aleyhisselam) şan-ı cami ve bu şanın da
mebdeidir. Bunun için bu mertebenin daveti, önceki davetden daha mükemmel oldu.
Çünkü o, ruhanî ve emir alemine mahsustur. Bu ise halk ve emir alemlerine
şamildir.
Peygamber
(aleyhisselam)'ın Hakikâtlerinden her biri ismi şerifleri itibariyle, kendisi
için tabi bir mekan yerindedir.
Hz.
Peygamberin iki Hakikâtın üzerindeki urucları beyan edilme ve açıklayabilme
kabiliyetinin dışındadır. Onların nihayetlerini ancak "Allamu'l-ğuyub" bilebilir.
Lütuf ve ıstıfa ekseni buna dayanır.
Bu
tahkikten, Kabe'nin Hakikâtinin, Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem)'in
cismanî, ruhanî, emir alemi ve halk aleminin kemalâtlarını toplayan Hakikât-ı
camiasından bir cüz olduğu ortaya çıktı. Yine Hz. Peygamber (aleyhisselam)'ın bazı
kemalâtının diğer bazısından üstünlüğü de anlaşılmış oldu.
Bu
mertebenin üzerinde "sırf sevgi" mertebesi vardır. Bu makamda şöyle hayal
ederek murakabe yaparlar: "Feyiz, sırf sevginin menşei olan Zât'dan hey'et-i
vahdaniyeye gelir."
Mutlak Zât
hazretlerine yakınlığından dolayı, nisbetin misalinin olmaması bu makamın
hususiyetlerindendir. Bu makamda taayyun da yoktur. Çünkü Mutlak zat hazretleri
mertebesinden sonra çıkan ilk taayyün, sevgidir. Ve o sevgi, mümkinatın zuhuru,
mahlukatın yaratılması için sebeptir. Hadis-i kudsîde varid olduğu gibi, "Ben
gizli bir hazine idim. Bilinmemi istedim ve bilmeyim diye muhlakatı
yarattım"[60]
Müceddid
İmam (kaddesellâhü sırrahu’l azîz) şöyle diyor: "İlahi gizlilikler
hazinesinden zahir olan ilk şey, mahlukatın yaratılmasına sebep olan sevgidir.
Şayet sevgi olmasaydı alem mahza yokluk olurdu. Buradan Hz. Peygamber hakkında
varid olan şu kudsi hadislerin manası da anlaşılmış olur: "Sen
olmasaydın alemleri yaratmazdım." [61] "Sen
olmasaydın rububiyeti izhar etmezdim."[62]
Bu makam
öncekilerin ve sonra gelenlerin efendisi (aleyhisselam)’e mahsustur.
Peygamberlerin Hakikâtlerinden bu makamda ona kimsenin ortaklığı yoktur.
Hakikâtte
bu yüce mertebe Hakikât-ı Ahmediye mertebesidir. Ondan önce olan ise bu
mertebenin gölgesidir.
Bu
mertebeden sonra, la-taayyun,[63]
hazreti itlak ve zat-ı baht mertebesi vardır. Burada kademin mecali yoktur.
Bilakis nazarî seyir vaki olur.
Allah
Teâlâ'nın zatının mertebesinin nihayeti yoktur.
Kasır
nazar hayret makamında olur. Bu makam da öncekilerin ve sonrakilerin efendisi
(aleyhisselam)’e mahsustur. Bu makamda da şu hayal ile murakabe yaparlar: "Feyiz,
taayyunatdan münezzeh ve beri olan zat'dan hey'et-i vahdaniyeye gelir."
İşte
bunlar, beşinci sırda kısaca yazdığımız makamlardır. Allah Subhânehu ve Teâlâ
Müceddid İmam'ı (kaddesellâhü sırrahu’l azîz) zikredilen bu makamları
keşfetmekle hususi kıldı ve onu bu yeni tarikatla seçkinleştirdi. "Bu,
Allah Teâlâ’nın, dilediğine vereceği lütfudur. Allah Teâlâ, büyük lütuf
sahibidir." (62. Cuma
Suresi, 4. Ayet)
Müceddid
İmam (kaddesellâhü sırrahu’l azîz) bu makamların feyizlerinden şerefli evlat ve
halifelerine akıttı. Onların vasıtasıyla da, sayı ve sınırını bilemediğimiz
taliblerden birçoğu zikredilen bu makamların nisbeti ve hususiyetleriyle
şereflendiler.
Bu fakiri,
mezkur makamların nisbetiyle, rasih alimlerin umdesi arif velilerin imamı;
Allah Teâlâ’ya vasıl olan kamillerin önderi hilim ve temkin dağı; imamımız;
efendimiz; dedemiz; Allah Teâlâ'ya ulaştıran vesilemiz; Hazreti Şeyh Ahmed Said
Nakşibendi Müceddidi Dehlevi ve Medenî (rah.a) ve alimlerin seçkini; velilerin
zübdesi; kamil ariflerin tacı; saliklerin kalplerini nurlandıran; kutup, gavs;[64]
efendimiz, mürşidimiz ve babamız Hz. Şeyh Abdurreşid Nakşibendî Müceddidi
Devlevî ve Medenî (rahmetullahi aleyh)dir. Allah Teâlâ hazretleri, onların
güzel kokularından bizi faydalandırsın, yardımlarıyla bizi desteklesin, yüce
himmetlerini ve güçlü teveccühlerini sarfetmek suretiyle iki cihanda sırlarıyla
bizi hususi kılsın.
Fakire
istidadı ölçüsünce her makamdan nasib hasıl oldu. Aslına bakılırsa fakirin, haz
almak şöyle dursun bu yüce makamları telaffuz etmesi bile uygun olmaz. Fakat,
her vakit ve lahzada, peygamber (aleyhisselam) ve tüm büyük meşayihi, keremli
babalarını vesile edinerek Allah Teâlâ’nın fazıl ve bereketinden ümitli olmaya
devam etti. Bu fakir, evlatları ve arkadaşları hususi nisbetle bu makamlardan
bol hazla müşerref oldular. Tarikat şeyhleri, özellikle de yukarıda bahsedilen
iki şeyhin nazarlarını, hakir nefsine saçtıklarını gördü. Dili bunun şükrünü
eda etmekten acizdir.
TENBİH:
Salikin,
üç kemalat, ilahî Hakikâtler ve peygamberlerin Hakikâtleri nisbetleriyle
muttasıf olması bu zamanda, son derece şaşılacak şeydir. Ancak bu makamların
isimlerini öğrenmek kalmıştır. Çünkü bu makamların nisbetinin bizim gibilere
husulü imkansızlığa yakındır.
Şeyhin,
salikleri; hallerinin ve hususiyetlerin tahakkukunu ve batınlarındaki eser ve
alametlerin zuhurunu bilmeden, bu mertebelerin nisbetinin husulüyle müjdelemesi
uygun değildir. Çünkü bu hareket, tarikat şeyhlerinin amellerine aykırıdır.
Hatta tarikata ihanet sebebidir.
Şeyhlerin;
"halleri bilmek zaruri değildir" diye
yazmalarından maksad; saliklerin hallerinin tafsilatını bilmek ve onların
durumları keşfetmektir. Yoksa, cezbe, hataratın azlığı, Allah Teâlâ'ya
teveccühün devamı yani huzur, fenâ ve bekânın devamı mertebesi, kemâlat
nisbetinin mülevven olmaması, batınî vüsat, peygamberlerin Hakikâtleri ve ilahi
Hakikâtlerin tecellilerinin çok olması gibi varidat ve hallerin huzuru
konusunda bilgileri olmadığında, salikleri müjdelemeleri muteber olmaz.
Bahsettiğimiz haller idrak edilmediğinde, müjdelerin manası ve faydası da
yoktur.
Zamanımızda
saliklerde zevk ve şevkin bulunması "Anka" [65] gibidir.
Şeriat hükümlerini yerine getirmek, sünnete tabi olmak, bidatlerden kaçınmak,
Nakşibendiye makamları nisbetinin husulü- yani fenâ ve bekâ mertebeleri- kalbin
tasfiyesi, nefsin tezkiyesi yine ganimettir. Nerede kaldı, Müceddiye mahsus
makamlar nisbetinin husulü, hatta onlarla münasebet bile. Bunlar muhal
kabilinden şeylerdir. Taliblerin önce, asıl olan Nakşibendiye nisbetinin
tahsili için çalışmaları gerekir. Müceddidiye nisbeti onun fer'idir. Asıl
sağlam ve mazbut olursa, fer'de öyle olur.
Bil ki, bu
yüce tarikat; tarikat, Hakikât ve şeriat önderi, bidayette nihayeti kateden,
Velâyet ve marifet dairesinin merkezi, muhakkiklerin kutbu, nebî ve rasullerin
varisi, Şahı Nakşibend diye meşhur olan Hazreti Hace Bahauddin Muhammed b.
Muhammed Buhari hazretlerine mensubtur. (Allah Teâlâ ondan razı olsun ve onu en
hayırlı mükafatlarla mükafatlandırsın. Ve bizi onun berekât ve kemâlatından
feyizlendirsin.) O, büyük insanlardandır. Şerefli nesebi, şehitlerin efendisi,
Hz. Hüseyin efendimize varır. Doğumu, h. 708 yılının Muharrem ayında, vefatı
ise h. 791 yılının Rebiülevvel ayının Pazartesi gecesinde vuku bulmuştur.
Bil ki,
kıymetli Müceddidiye tarikatı yüce Nakşibendiyeye tarikatının esasları üzerine
kurulmuştur. Bu esaslar da; vukufu kalbî, feyiz kaynağına daimî teveccüh, kalbi
havatırdan korumak, iktida edilen şeyhin sohbetini iltizam ve devamlı zikirden
ibarettir.
Birinci
sırda zikrin kısımlarını anlatmıştık. Şimdide Nakşibendiye tarikatının
temelini oluşturan ve bu tarikatın müntesiplerinin amel etmesi gereken bazı
terimleri beyan edeceğiz. Bunlar da Şeyh Abdulhalik Gucduvani hazretlerinden
nakledilen 8 terimdir:
1. Hûş der dem 2. Nazar ber-kadem
3. Sefer der-vatan 4. Halvet der-encümen 5. Yad kerd 6. Bâz geşt 7. Nigah daşt
8. Yad daşt.
Bahauddin
Nakşibend hazretlerinden nakledilen 3 terim de şunlardır:
1. Vukuf-i zemani 2. Vukuf-i
kalbî 3. Vukuf-i adedî
Şimdi
bunların açıklamasına geçelim.
1.
Hûş Der Dem: Salikin
daima, nefsinin zikir ile meşgul olup olmadığı murakebe edip gözetmesinden
ibarettir. Bu murakabe ve düşüce, saliki, basamak basamak, huzurun devamına ulaştırır.
Bu, yolun başındaki salik için faydalı ve gerekli olan bir şeydir. O, daima
nefsini kontrol etmeli, Hakk'ın zikrinden gaflete düşmesine engel olmaya
çalışmalıdır. Eğer gaflet zuhur etmişse hemen istiğfar etmeli ve onu terke
azmetmelidir. Hakk Teâlâ ile devamlı huzur hasıl oluncaya kadar böyle
yapmalıdır.
Hace
Bahauddin Nakşibend hazretlerinin "Huş der-dem" teriminden çıkardığı
vukuf-u zemani'nin manası budur.
Çünkü
yolun ortasında olan salik, ilmin ilmi yönüne teveccühünü bozar ve ona bu
teveccühün bilgisi Hakk'ın zikrine mani olmayıncaya kadar, Allah Teâlâ’ya
teveccüh ve istiğrak[66] layık
olmaz.
"İlmin
ilmi"nin manası: İlim anlayıştan ibarettir. Yani, salik her an nefsinin
Hakk'ın zikrinden gafil olmadığını anlar.
Bu hayal
ve nefsinin Hakk Subhânehu'nun zikrinden gafil olmadığına dair işin ilmi
(bilgisi), Hakk'ın zikrine mani olmayan bir şekilde olur.
2.
Nazar Ber Kadem: Salikin
yürürken ayaklarından öteye, otururken de sağ ve soluna bakmamamasından ibarettir.
Çünkü edebi terketmek büyük bir fesadı mucib olup, maksudun husulüne manidir.
Bu şekilde kendisini insanların (boş) sözlerinden, kıssa ve hikayeleri
dinlemekten koruyabilir. Bu mânâ müptedinin haline uygundur.
Müntehi'nin
batın hallerinde, hangi peygamberin izi üzere olduğunu düşünmesi gerekir. Tabi
olduğu peygamberi tanıdığı zaman, şüphesiz ki hal ve hareketleri o peygambere
benzeyecektir. Bunun geniş izahını birinci sırda yapmıştık.
3.
Sefer Der Vatan: Bu,
salikin, çirkin beşerî sıfatlardan sıyrılıp meleklerin güzel sıfatlarına
intikal etmesinden ibarettir. Salik şunu düşünmelidir: Hakk'dan başkasının
sevgisi onda baki olmaz. Kendisinde böyle bir şey hissederse tevbe eder, bu
sevginin bir put olduğunu anlar ve bunu "La = Hayır" kelimesiyle
reddeder. "İllallâh" ile de sadece Hakk'ın sevgisinin var
olduğunu haykırır. Aynı şekilde şunu düşünmelidir: Herhangi bir kimseye karşı
kin ve düşmanlık gibi bir sıfat kendisinde var mıdır? Kalbinde böyle bir şeyin
varlığını hissederse, bunu kelime-i tayyibeyi tekrar ederek defeder.
4.
Halvet Der Encümen: Bu,
saliklerin kalbinin; yerken, içerken, konuşurken, yürürken, otururken, ayakta
dururken yani her zaman Hakk Teâlâ hazretleriyle meşgul olmasından ibarettir.
Sufîlerin "Sufi
zahiren halkla beraber, Hakikâtte ise halktan uzak ve Allah Teâlâ iledir" sözleri
de bunu ifade eder.
"Kendilerini ne ticaretin, ne de alışverişin Allah Teâlâ'ı
anmaktan, namaz kılmaktan, zekat vermekten alıkoymadığı erkekler (Onlar),
yüreklerin ve gözlerin (dehşetten) ters döneceği günden korkarlar."(24. Nur
Suresi, 37. Ayet) ayet-i kerimesi, Hace Bahauddin Nakşibend hazretlerinin
söylediği gibi, bu duruma işaret eder.
Bu
tarikatın müntesipleri kendilerini fakir ve miskin gösteren elbiseleri
giymemelidir. Çünkü bunun riya ve gösterişe sebep olma ihtimali vardır. Bu
tarikatta güzel kabul edilen, alim ve salihlerin libası üzere daima Hakka
müteveccih olmaktır.
5.
Yâd Kerd: Bu, Allah
Teâlâ’yı zikirden ibarettir. İster ism-i Zât (Allah Teâlâ), ister nefy'ü isbat
(La ilahe illallâh) zikri olsun. Nitekim bunun tafsili üçünsü sırda geçmişti.
Hasılı zikir, fenâ ve bekâyı mucib olup, kulu Allah Teâlâ’ya ulaştırır. Allah
Teâlâ'nın buyurduğu gibi: "... Allah Teâlâ'ı çok zikredin ki, felah bulasınız." (8. Enfal
Suresi, 45. Ayet)
6.
Bâz Geşt: Bu,
salikin zikir esnasında, yüzüncü defadan sonra tam bir huşu ile şu duayı
okumasıdır.
"Ya Rabbi! Maksudum Sen'sin.
Rızanı istiyorum. Dünya ve ahireti senin için terkettim. Bana sevgini,
marifetini ve huzuruna ulaşmayı nasip eyle."
Salikin
Hakk Teâlâ'yı zikretmesinde bu dua en büyük şarttır. Bu duadan gafil olmaması
ve zikrederken mutlaka bu duayı okuması gerekir. Çünkü bu dua çok faydalıdır.
7.
Nigah Daşt: Bu,
havatır, nefsin isteklerini ve vesveseyi kalpten çıkarmaktan ibarettir. Salik
uyanık olmalı; daha sonra defedemeyeceği şekilde kalbini havatırın sarmasına
engel olmalıdır. Bu şekilde insan; kalbini diri, uyanık ve daim Allah Teâlâ'la
beraber tutma kabiliyeti kazanır.
8.
Yâd Dâşt: Salikin
hayal ve lafızları düşünmeden Allah Teâlâ'nın la-misali (benzersiz) olan
sırf zatına teveccühünden ibarettir. Bu teveccüh de ancak tam fenâ ve kamil
bekâdan sonra hasıl olur.
9. Vukuf-u zemani: Bunun manasını "Hûş der dem"in
manasının içerisinde açıklamıştık.
10.
Vukuf-u Adedi: Bu da,
salikin; nefy ve isbat zikrinde, teneffüs vaktinde tek sayısını (adedini)
düşünmesinden ibarettir. Bunu üçüncü sırda anlatmıştık.
11. Vukuf-u Kalbî: Bu, salikin; yeri sol göğsün altı olan
kalbe teveccühünden ibarettir. Bu kalbin teveccühünün menfaatleri, Kadiri ve
Çeşti tarikatlarındaki zikrî çarpıntıların menfaatleri gibidir.
Nakşibendiye
Müceddidiye tarikatının şeyhlerinin; mühim bir iş için himmeti sarfetmek ve o
işin şeyhlerin himmetlerini uygun şekilde zuhur etmesi gibi ilginç ve az
rastlanan tasarruflarının olduğu biliniyor.
Hastalıkların
defedilmesi, günahkar kimsenin tevbeye muvaffak olması ve neticesi, muhabbet,
ihlas, tazim olan, mahlukatın kalblerinde tasarruf da böyledir. (Yani meşayıhın
tasarruflarındandır.)
Hayatlarında
ve ölümlerinden sonra ehlullahın nisbetini (mertebesini) bilmek, mahlukatın
hatırlarından geçen düşünceleri, gelecek olayları, nazil olan afetlerin
defedilmesini bilmek ve bundan başka özellikler bu yüce tarikatın şeyhlerinin
hususiyetlerindendir.
TALİBLERE TEVECCÜH ETMENİN YOLU:
şeyh önce,
talibe ika (aktarmak) istediği nisbet (mertebe) de kendi zatına teveccüh eder.
Sonra bu nisbeti talibe ika etmek için tam bir kuvvetle himmetini sarf eder.
Allah Subhânehu ve Teâlâ’nın inayetiyle nisbet, istidatı ölçüsünde talibin
batınına intikal eder. Eğer talib gaib olursa (şeyhin huzurunda bulunmazsa),
şeyh talibin suretini tasavvur eder ve gaib olduğu halde ona teveccüh eder.
Şeyh, aynı şekilde, mühim bir iş için himmetini sarf eder ve halli için Cenab-ı
Hakk'a iltica eder. Allah Teâlâ’nın fazlıyla, matluba göre, maksut zahir olur.
(Maksut, istenilmiş olması ölçüsünde ortaya çıkar.)
EHLULLAH'IN NİSBETİNİ BİLME YOLU:
(Ehlullah)
hayatta ise önüne, vefat etmişse kabrinin yanına oturur, kendisini nisbetten
hali kılar; ruhunu onun ruhuyla birleştirir (ittisal) sonra, kendi nefsini
teveccüh eder. Bu durumda iken zahir olan keyfiyyet (ehlullahın) nisbetidir.
MAHLUKATIN HAVATIRINI
(HATIRLARINDAN GEÇENLERİ) BİLME YOLU:
Nefsini
her şeyden hali kılar ve adamın nefsiyle ittisal eder. Bundan sonra ortaya
çıkan şey havatırın aksetmesi (yansıması)dır.
GELECEK OLAYLARI BİLMENİN YOLU:
Gelecek
olayları bilmeyi beklemeden, nefsini her şeyden hali kılar. Nefsi her şeyden
kesildiğinde ve (gelecek olayları) bilmeyi istemek, susuzun su istemesi gibi
olduğunda, işte o zaman nefsi melaike-i kiram'a katılır (lahik olur). Ve ona
istenen olaylar gaybi hatıfdan, yakaza halinde ya da uykuda münkeşif olur.
Hastalık yada belanın temsili suretini
tasavvur eder. Ve onu defetmek için tam bir teveccühle güçlü himmetini sarf
eder. Allah Subhânehu ve Teâlâ’nın yardımıyla bela veya hastalık gider.
İkinci
binin müceddidi İmam-ı Rabbani (kaddesellâhü sırrahu’l azîz) müritlere gerekli
olan edepler konusunda bir mektup yazmıştır. Bu tarikatın müridlerinin be
edeplere riayet etmeleri gerekir. Nitekim efendim Hz. Şeyh Ahmed Said
(kaddesellâhü sırrahu’l azîz), müritlerine bu mektuba göre amel etmelerini
emrederdi. Sözkonusu mektup şudur:
"Rahman
ve Rahim Allah Teâlâ’nın adıyla. O yüce Allah Teâlâ’ya hamdolsun ki; bizleri
peygamber terbiyesiyle terbiye etti. Ahlak-ı Mustafaviye ile bezedi. Ona ve
âline en faziletli salât ve selam, en güzel tahiyyat..
Bil ki, bu
tarikatın salikleri, şu iki şeyden hali değillerdir:
Eğer murad
olmuşlarsa, ne saadet onlara. Bu hal onları, ihtiyarsız olarak, incizab ve
muhabbet yoluyla en yüce talebe ulaştırır. Vasıtalı veya vasıtasız olarak lazım
olan her edebi öğrenirler. Eğer kendilerinden bir zelle sudur ederse, hemen
ayıktırılırlar. Onunla muahaze olunmazlar. Eğer zahirde bir şeye ihtiyaç
duyarlarsa; kendilerinden bir gayret olmadan onun yolunu bulurlar. Hûlasa;
ezelî inayet bu büyüklerin hallerini tekeffül eder. Sebepli veya sebepsiz
olarak, elbette işleri husule gelir. Şu ayet-i kerimede buyurulduğu gibi. "...Allah
Teâlâ dilediğini kendine seçer. ve (O'na) yöneleni kendisine iletir." (42. Şura
Suresi, 13. Ayet)
Eğer mürid
iseler, kamil ve mükemmil bir şeyh olmadan, bunların işi zordur. Şeyhin de,
cezbe ve süluk devleti ile müşerref, fenâ ve bekâ saadeti ile mesud, seyr-i
ilallâh, seyr-i fillah, seyr-i anillah billâh, seyr-i fi'l-eşyai billâh yolunu
tamamlamış olması gerekir. Eğer cezbesi süluklarından önce ve muradların
terbiyesiyle terbiye görmüşse böyle bir şeyh kibrit-i ahmerdir.[69] Onun
kelamı deva, nazarı şifadır. Ölmüş kalplerin canlanması onun mübarek
teveccühüne kalmıştır. Azgın nefsin tezkiyesi onun iltifatına bağlıdır. Böyle
bir devletli bulunmadığı takdirde, meczub salik dahi bir ganimettir. Nakısların
terbiyesi onun vasıtasıyla hasıl olur; onun vasıtasıyla fenâ ve bekâ devletine
ulaşırlar.
Eğer
talib, Yüce Sultan Hakk'ın inayetiyle anlatıldığı manada kamil ve mükemmil bir
şeyhi bulur da ona kavuşursa onun varlığını ganimet bilmeli, tamamıyla bütün
işlerini ona ısmarlamalı. Saadetin, onun rızasında; şekavetin de onun razısının
hilafına olduğuna itikad etmelidir. Özetle, tüm arzusunu onun rızasına tabi
kılmalıdır. Peygamber efendimiz (aleyhisselam) şöyle buyurmuşlardır: "Sizden
biriniz, hevası (arzusu) benim getirdiğime uyuncaya kadar iman etmiş
olamaz."[70]
Bilesin
ki, sohbet edepleri ve onun şartlarına riayet etmek bu tarikatın zaruretleri
arasındadır. Faydalı olmak ve faydalanmak yolunun açık olabilmesi için bu
gereklidir. Bunlar olmadan, sohbetin bir neticcesi olmayacağı gibi, yapılan
beraber oturmaların bir semeresi olmaz. Anlatılan sebepten dolayı, bazı
edepleri ve zaruri olan şartları beyan edelim. Bunların akıl kulağı ile
dinlenmesi gerekir.
Talibin,
kalbini bütün cihetlerden alıp şeyhine teveccüh etmesi, şeyhi hayattayken onun
izni olmadan nafilelerle ve zikirlerle meşgul olmaması gerekir. Onun huzurunda
başkasına iltifat etmemeli, önünde bütünüyle kendisine teveccüh edip oturmalı,
onun emri olmadan yanında zikirle dahi meşgul olmamalıdır. Huzurunda,
farzlardan ve sünnetlerden başka nafile namazlarla meşgul olmamalıdır.
Bu zamanın
sultanından şöyle anlatıldı:
Veziri,
yanında dururken, tesadüfen nazarı elbisesindeki açıklığa ilişmiş. Onu eliyle
düzeltmiş. Bu haldeyken sultan onu görmüş ve onu kendisinden başkasına yönelmiş
bulmuş. Azarlayarak şöyle demiş:
-"Bunu hazmedemem. Vezirim
olduğun halde huzurumda bulunup benden başkasına iltifat edesin ve elbiseni
düzeltmekle meşgul olursun."
Şimdi
düşünmek lâzım, bu düşük dünya işleri için böyle ince edeplere riayet gerekli
olunca, yüce Allah Teâlâ’ya vüsul vesilelerinde edeplere riayet etmek elbette
daha fazla gereklidir. Hem de tam manası ile.
Mümkün
olduğu kadar, gölgesi şeyhinin elbisesi üzerine veya gölgesine düşecek şekilde
ayakta durmamalı. Onun namaz kıldığı yere ayağını koymamalı, abdest aldığı
yerde abdest almamalıdır. Onun kullandığı kapları kullanmamalı, onlarla yemek
yiyip bir şey içmemelidir. Onun huzurundayken bir başkasıyla konuşmamalıdır.
Hatta başkasına teveccüh bile etmemelidir. Bulunduğu tarafa gıyabında da olsa,
ayak uzatmamalıdır. O tarafa tükürmemelidir.
Şeyhinden
her ne südur ederse onu doğru bilmelidir, isterse onu zahiren doğru görmemiş
olsun. Zira o, yaptığını ilham ve izinle yapar. Böyle olunca da, itiraza mecal
kalmaz. Bazı suretlerde, onun ilhamına hata düşse dahi, ilham işindeki hata,
ictihaddaki hata gibidir. Onda ayıplama ve itiraza yer yoktur.
Şeyhine
muhabbetinin müridin özünde hasıl olması gerekir. Zira mahbubtan ne zuhur
ederse, muhibbin nazarında sevimlidir. Onda itiraza yer yoktur.
Mürid,
küllî ve cüz'î işlerde şeyhine iktida etmelidir. Yemekte, içmekte, giyim
işinde, taat işinde. Hiç değişmez. Müridin, şeyhin eda tarzında namazını
kılması, fıkhı onun amelinden alması gerekir. Şeyhinin harekatına ve
sekenâtına, nefsinde hiçbir itiraz yeri asla bırakmamalıdır. Eğer itiraz bir
hardal tanesi kadar olsa, bu itirazın mehrumiyetten başa bir neticesi olmaz.
İnsanların
en şakisi ve saadetten en uzak olanları, bu evliya taifesini ayıplı
görenlerdir. Bu gibi büyük belalardan Allah Teâlâ bizi korusun.
Bir mürid,
şeyhinden kerametler ve harika işler talep etmemelidir. İsterse bu talep
gönlünden geçsin veya vesvese yoluyla olsun. Sen hiç işittin mi ki, bir mü'min
peygamberinden mucize talep etsin. Bu talebi ancak kafirler ve inkar ehli
yapar.
Müridin
hatırına bir şey geldiği zaman, ara vermeden onu hemen şeyhine arz etmelidir.
Şayet o durumu çözülmezse kusuru kendi nefsinden bilmelidir. Hiçbir şekilde
noksanlığın şeyhinin tarafına dönmesine yol vermemelidir.
Eğer
başına bir olay gelir ve rüya görürse, onu gizlemeden şeyhine anlatmalıdır.
Rüyanın tabirini ondan talep etmelidir. Tabirden dolayı kendisine inkişaf eden
durumu da ona arzetmeli ve doğrusunu yanlışından ayırmayı ondan istemelidir. Bu
hususta asla kendi keşfine itimat etmemelidir. Zira bu alemde hak, batılla
karışık durumdadır. Doğru da hata ile karışıktır. Zaruretler hariç, şeyhin izni
olmadan şeyhinden ayrılmamalıdır. Çünkü, bir başkasını tercih etmek ve
başkasını ondan faziletli görmek, müridliğe aykırıdır.
Sesini
şeyhinin sesinden yüksek çıkarmamalıdır. Onunla konuşurken, sesini ondan yüksek
tutmamalıdır. Zira, bu gibi şeyler edep dışı hareketlerdir.
Gelen her
türlü feyiz ve fütuhatın şeyhinin vasıtasıyla geldiğine inanmalıdır. Şayet
rüyasında, başka meşayihten kendisine feyiz geldiğini görürse, bunu da
şeyhinden bilmeli, görmelidir.
Şunun
bilinmesi gerekir ki; müridin şeyhi kemalatı ve füyuzatı cami olduğundan,
kendisinin özel istidadına münasip bir şekilde feyiz ulaşır. Demek istediğim,
feyiz verme suretinin şeyhte zuhur edeceğidir. Çünkü, şeyhinin latifelerinden
bir latifenin, o feyizle münasebeti vardır. O (latife) şeyhin suretinde zuhur
eder. Mürid de o latifeyi iptila yollu şeyh olarak ve şeyhten geldiğini
zanneder. İşte bu büyük bir yanılmadır.
Allah
Teâlâ bizi, ayakların kaymasından korusun. Şeyhin itikadı ve muhabbeti üzerine
istikamet nasib eylesin. Seyyidü'l-beşer hürmetine (Ona ve âline salâtu selam
olsun.)
Hülasa,
"tarikat tümden edeptir" darb-ı meseli meşhurdur. Edeplerden sıyrılan
kimse, yüce Allah Teâlâ’ya vasıl olamaz.
Şayet
mürid bazı edeplere riayette kendini kusurlu görürse, onların edasında layık-ı
vechihe duramadığını, çalışmak suretiyle onların mesuliyetinden çıkamadığını
anlarsa, onun bu kusurları affedilir. Lakin, mutlaka kusurun itiraf edilmesi
gerekir.
Hem
edeplere riayet edemediğini, hem de nefsini kusurlu saymazsa; böyle bir şeyden
Allah Teâlâ’ya sığınmak gerekir. Zira böyle bir kimse, o büyüklerin
bereketlerinden mahrum kalır.
Evet,
şeyhin teveccühü ve himmeti bereketiyle mürid, fenâ ve bekâ mertebesine
ulaştığı zaman, kendisine ilham ve feraset yolu açılırsa (zuhur ederse); şeyhi
de bunu kabul edip onu doğrular, kemaline ve ikmaline şehadet ederse; işte o
zaman, ilhama dayalı olan bazı işlerde, müridin şeyhine muhalif davranması
yerinde olur. O ilhamın gereği ile hareket edebilir. İsterse şeyh katında onun
aksi tahakkuk etmiş olsun. Çünkü mürid, artık taklit bağından kurtulmuştur. Bu
hali ile onun için taklit hatadır. Bilmezmisin ki; ashab-ı kiram, bazı ictihada
dayalı meselelerde ve kendisine nazil olmayan hükümlerde Rasulullah
(aleyhisselam) Efendimizin reyine muhalefet etmişlerdir. Bazı kereler de doğru
olan, ashab tarafından bulunmuştur. Bu mana ulu'l-elbab olan ilim erbabına
gizli değildir.
Üstte
anlatılan manadan anlaşılmış oldu ki, kemal ve ikmal mertebesine ulaştıktan
sonra, muhalefet caiz olup edep dışı hareketten de uzaktır. Belki de bu durumda
edep muhalefet etmektir. Nitekim ashab-ı kiram mükemmel edep sahibi idiler.
Rasulullah (aleyhisselam) efendimize saygısız bir harekette bulunmazlardı.
Bu manadan
olarak, İmam Ebu Yusuf'un, ictihad mertebesine ulaştıktan sonra, Ebu Hanife'yi
taklit etmesi hatadır. Doğru olan, kendi görüşüne tabi olmasıdır. Ebu
Hanife'nin reyine değil İmam Ebu Yusuf'un, Ebu Hanife'yle altı ay Kur'an'ın
mahluk olup olmadığı konusunda tartıştığı meşhurdur. Bunu bizzat İmam Ebu Yusuf
anlatmıştır. Allah Teâlâ ona rahmet etsin.
"Sanatın tekmili, fikirlerin katılmasıyladır." şeklindeki
meşhur cümleyi duymuş olmalısın. Eğer sanat, bir fikir üzerinde kalıp dursa,
onda bir ziyadelik ve yenilik olmaz. Sibeveyh'in zamanındaki nahiv ilmi,
değişik görüşler ve ayrı ayrı fikirlerle aslının yüz misli daha artıp kemale
ermiştir. Ancak, o ilmin binasını kuran, onun temelini atan Sibeveyh olduğundan
fazilet onundur. Fazilet evvelkilerin ise de, kemal son gelenlerindir. Bu
manada gelen şöyle bir hadis-i şerif vardır:
Bil ki,
müritler "şeyh öldürür ve diriltir." demişlerdir.
Öldürmek ve diriltmek, şeyhlik makamının ayrılmaz parçaları arasındadır. Burada
diriltmekten murat; ruhun diriltilmesidir, cismin değil. Öldürmekten murat ise;
ruhun öldürülmesidir, cismin değil.
Hayattan
ve ölümden murat; fenâ ve bekâdır. Bu ikisi, Velâyet ve kemal makamına
ulaştırır. Kendisine uyulan şeyh ise, Allah Teâlâ’nın izniyle bu iki şeyi
tekeffül etmiştir. O zaman, bu iki şeyin her biri şeyhe lazımdır. Bu durumda
"öldürür ve diriltir" cümlesinin manası "fenâya ve bekâya
ulaştırır" şeklinde olur. Esas manasıyla öldürme ve diriltme işinde
şeyhlik makamının bir dahli yoktur.
Kendisine
iktida edilen şeyhin durumu, kehribar gibidir. Kendisiyle münasebeti olan her
şey ardından gider, onun cezbesine kapılır. Kehribara nisbetle, saman çöpü
gibi. Tam manasıyla ondan nasibini alır.
Harika
haller ve kerametler, müridlerin cezbesi için değildir. Müridler, şeyhe manevi
münasebetle cezbolunurlar. Bu büyüklerle münasebeti olmayanlar, onların kemâlat
nimetlerinden mahrumdurlar. İsterse o büyüklerin kerametlerinin bin tanesini
müşahede etsinler. Bu mana için, Ebu Cehil ve Ebu Leheb'in şahit (delil)
getirilmesi yerinde olur. Bundan başka Allah Subhânehu ve Teâlâ, küffar için
şöyle buyurdu:
-"Onlar, bütün ayetleri görseler, yine onlara iman etmezler.
Hatta o kafirler seninle çekişmeye geldikleri zaman, şöyle derler: Bu,
evvelkilerin masalından başka bir şey değil" (6. En'am
Suresi, 15. Ayet)
Vesselam.
[2]
(Kitabın aslında bölümler bu şekilde olmakla birlikte, makamların ayrıntılarına
uygun olarak başlıklar yeniden düzenlenmiş, silsile kısımları alınmamıştır.)
[3] Erbain: Çile çekmek, nefsi
ezmek, bencilliği kırmak için müritlerin bırk gün halvete çekilmeleri, bu süre
içinde zaruret bulunmadıkça bir şey yememeleri, konuşmamaları, uyumamaları,
daima zikir ve tefekkürle meşgul olmalarıdır.
[4] Nisbet: Salikin bağlı
olduğu hal ki, o bu hal ile tanınır. Ayrıca şeyh ile müridi arasındaki manevî
bağa da nisbet denir.
[5] Fuyuzat-feyz: Salikin
çalışması ve çabası sözkonusu olmaksızın Allah tarafından onun kalbine herhangi
bir hususun verilmesi.
[7] Cezbe: İlahi inayetin gereği
olarak Cenab-ı Hakk'ın kendisine giden yolda ihtiyaç duyalan her şeyi kuluna
bahşedip çabası ve çalışması olmaksızın onu kendisine yaklaştırması.
[8] Kurb: Allah'ın ibadet ve
taatına yakın olmak. Hakk'ın tevfikine ve inayetine yakın olmak. Kul ile
Hakk'ın arasında araçların bulunmaması veya az olması. Kul ile Hakk arasındaki
yakınlık mesafe itibariyle değildir.
[9] Havatır (Hatır): İnsanın
içine gelen hitabı, iç âlemde duyulan ses, alınan mesaj. Bu hitab Allah'tan,
lemekten, şeytandan ve nefsten olabilir.
[11] İstikamet: Ahde vefa,
taahhütlere sadakat. Her hususta ifrat ve tefritten sakınarak itidal yolunda
yürümek. Bir insanın zikzak yapmadan hayat boyu takip ettiği çizgi.
[12] Cem: Hakk'ı halksız temaşa
etme, halkı değil sadece Hakkı, seyretme, bütün eşya ve varlıkların Allah
sayesinde mevcut olduklarını görme, her şeyi Allah'tan görme.
Cemiyet: Masivadan yüz çevirme ve dikkat, yüce Allah'a teveccüh
noktasında toplama.
[13] Huzur: Hakk'ın huzurunda
bulunma ve kendinden geçme. Halktan gaib olan Hakk'ın huzurunda bulunur. Hakk'dan
gaib olan ise halkın huzurunda bulunur.
[16] Velayet-i suğra: Velayet-i
evliya. Ermişlerin veliliği demektir. Bu velayette, ilahi fiillerin
tecellilerinden, isim ve sıfatların gölgelerinde seyir bahis konusudur.
[17] Şatah-şathiye: İlahi feyiz
ve kuvvetli tecellilirle kendilerinden geçen, coşan ve taşan velilerin gayr-i
ihtiyarı söyledikleri sözler ki, çoğu şeriata aykırı gibi görünür. Bu yüzden
veliler kendilerne geldikleri zaman o sözleri söylediklerine pişman olarak
tevbe ederler.
[18] İttihad: Vahdet-i vücud, her
şey, kendi kendine var olan mutlak, bir ve gerçek varlığın temaşa edilmesi.
[19] Ayniyyet (Ayn): Vahdet-i
vücud. "Heme üst" Yani kainatta varlık olarak ne varsa hep O'nun
kendisidir.
[20] İsneyniyyet: "Heme ez
üst": Hepsi O'ndandır, O'nun hilkatinin eseridir. "O'na benzer bir
şey yoktur." (42. Şura Suresi, 11. Ayet) hükm-i ilahisine uygun olarak
Rabbi Rab, kulu kul olarak bilme.
[21] A'yan-ı Sabite: Eşyanın
görünür hale gelmeden önce Allah'ın ilminde bilgi olarak mevcudiyeti, zahir
olan varlıkların Allah'ın ilmindeki mahiyetleri gizli hakikatleri.
[22] Telvin-temkin: a) Telvin:
Talep ve istikamet yolunu araştırma makamı b) Temkin: İstikamet üzre karar
kılma ve iyice yerleşme makamı.
[23] Ruûnet: Kişinin tabiatıyla
beraber olması. Salikin aşağı arzuların esiri olması, hep benliğini öne
çıkarması. Kendinden "Ben" diye söz etmesi.
[24] Alaka: Kulu bağlayıp Hakk'a
giden yola girmesini, bu yola girdekten sonra da doğru dürüst bir şekilde
yürüyüp mesafe almasını engelleyen maddi ve nefsani sebepler, her çeşit
engeller, dünyevî bağlar.
[25] Acluni, Keşfü'l-Hafa, c. 2,
sh. 216. (Acluni, hadisi Beyhaki ve Deylemi'nin sahih senetle rivayet
ettiklerini nakleder.)
[26] Sahv: Hislerini yitiren ve
kendinden geçen arifin hissine dönmesi, kendine gelmesi. Sekr sarhoş olma ve
kendinden geçme, sahu ayılma ve kendine gelme halidir.
[27] Metinde sık sık geçen
"hayal ve tahayyül" kelimeleri Türkçe'de kullanıldıkları meşhur
anlamlarında değildirler. Burada "hayal" bir duayı ya da zikri
düşünerek murakabe yapmaktır.
[31] Taayyun: Müşahhas hale
gelme, birbirinden seçilme, ayırd edilme, ayn olarak ortaya çıkma. Sufilere
göre Hakk'ın zatında herşey vardır, ama belirsiz olarak vardır. Şeyhlerin ondan
zuhur ve tecelli yoluyla çıkışları bir taayyun (belirme) şeklinde kendini
gösterir.
[34] Yakin: a-) Delille değil,
iman gücüyle apaçık olarak görme. b-) Saf kalple gaybı temaşa, fikri muhafaza
ile sırrı mülahaza etmek. c-) Bir şeyin hakikatı konusunda kalbin doyum halinde
olması. d-) her türlü şüpheyi ortadan kaldırıp tasdik edilen gaybın hakikatine
ermek.
[35] Sekinet: Gaybın ve manevî
feyzin gelişi esnasında kalbin bulduğu itminan ve huzur hali. Sekinet nebi ve
velilerin kalplerine iner.
[36] Tumaninet: Nefsin, sükun,
emniyet, huzur ve istikrar halinde olması. Ünsün verdiği rahatlıktan
kaynaklanan nefsin kendini tam emniyette hissetmesi hali.
[38] Vecd-tevacüd: Vecd, kulun
herhangi bir kasdı ve çabası olmadan onun kalbine tesadüf eden şey (ilham, his,
feyiz)dir. Tevacüd ise salikin bilerek ve isteyerek vecde gelmesi, daha doğrusu
vecde gelmek için çabalaması, vecde gelmiş gibi bir tavır takınması ve vecd
halini taklit etmesidir.
[41] Kutub-kutb: a-) En büyük
veli b-) Her zaman âlemde Allah'ın nazar kıldığı yer olan tek kişi c-) Kutub
alemin ruhu, alemde onun bedeni gibidir. Her şey kutbun çevresinde ve onun
sayesinde hareket eder.
[42] Evtad: Biri doğuda, diğeri
batıda, üçüncüsü kuzeyde, dördüncüsü güneyde bulunan döt büyük veli. Allah bu
bölgeleri bu ermiş kulları aracılığıyla korur. Bu dört veli sırasıyla Abdulhay,
Abdulalim, Abdulmürid ve Abdulkadir isimlerini alırlar.
[43] Abdal: Allah'ın yeryüzünü
kendilerine musahhar kıldığı kimselerdir. Onlar alemin intizam sebebidir.
İnsanların işlerini tanzim ederler. Abdal kırkı Şam'da, otuzu diğer
memleketlerde olmak üzere yetmiş kişidir.
[45] Müle'ven: Renkli.
Tasavvufta renk ve renksizlik deyimleri çok kullanılır. Nakşibendilere göre
zikirle meşgul olan salikin kalbinde sırayla kızıl, sarı, beyaz, yeşil ve mavi
renkte nurlar zuhur eder. Renksizlik veya tek renklilik ise vahdet aleminden
ibarettir.
[46] Şecere-i Museviyye: Hz. Musa
(a.s.)'ın onun bulunduğu taraftan "Ben Allahım" sesini işittiği ağaç.
[52] Üns (Ünsiyet): Reca ve bast
halinin üstünde ve onlardan daha güçlü bir neşe hali. Üns makamında bulanan
salik ateşe atılsa veya kılıçla yüzüne vurulsa, yaşadığı derin ruhî hazlar
sebebiyle bunu hissetmez.
[56] Muhibbiyet -mahbubiyet:
Muhibbiyet, seven olma; mahbubiyet ise sevilen olma. İster sevsinler ister
sevmesinler herkesin hakiki mahbubu Allah'tır.
[58] Zulmanî alem: Süfli alem.
Cismani ve maddi alem. Ayn ve arazlar toplamı olan alem. Unsurlar alemi. Kevn
ve fesat alemi.
Acluni, Keşfü'l-Hafa, c.2, sh. 173, Hd. No: 2016.
(İbni Teymiye, "Bu söz Peygamber (a.s.)'ın sözlerinden
değildir, sahih ya da zayıf bir senedi bilinmiyor" der. Zerkeşî, Hafız
İbni Hacer ve Süyuti aynı kanaattedirler. Aliyyü'l-kari, "Manası sahihtir
ve "Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye
yarattım" (51. Zariyat Suresi, 56. Ayet) ayet-i kerimesinin muhtevasına
uygundur" der. Bu söz sufiler arasında meşhurdur ve usullerini bu söz
üzerine bina etmişlerdir.)
Bu hadis hakkında mukaddislerin kanaati genel olarak Acluni'nin
yukarıdaki değerlendirmesi gibidir. Mutasavvıfların değerlendirmelerini ise
İsmail Hakkı Bursevi'nin "Kenz-i mahfi" adlı eserinden aynen
aktarıyoruz:
"Bir hadis-i kudsi de şöyle buyruldu: "Ben, gizli bir
hazine idim. Bilinmemi istedim. Halkı, bilinmem için yarattım."
Muhyiddin Arabi hazretleri Fütuhat-ı Mekkiye adlı eserinde bu
hadis-i şerif için şöyle buyurur: "Bu hadis keşfen sahih; fakat naklen
sabit değildir."
İmam Suyuti hazretleri ise, Dürer-i Münteşire adlı eserinde şöyle
demiştir: "Bu hadis asılsızdır."
Bu mevzuda bizim fikrimiz de şudur: Keşif ehline göre bu sahih
olmasın. Zira keşif ehli olanlar, bizzat hazreti Peygamber (s.a.v.)
efendimizden alır söylerler. Hadis ezbercileri ise nakil yoluyla rivayet
ederler... Keşif itibariyle sahih olan bir şey, nakil yoluyla gelenden daha
sahihtir. Zira keşif halinde vehim ve hayal olmaz. Onda tam bir açıklık ve
hakk'l-yakin hali vardır." (İsmail Hakkı Bursevi, Kenz-i Mehfi, sh. 10-11,
İstanbul, 1980)
[63] La-taayyun: Allah'ın saf ve
halis zatı. La taayyun, hazreti itlak ve zat-ı baht aynı manayı ifade
etmektedir. Yani bu üç terimle Allahu Teâlâ'nın halis zatı kasdolunur.
[64] Gavs: Kendisine sığınıldığı
zaman kutba gavs denir. Sufiler darda ve sıkışık durumda kaldıkları zaman
"Yetiş ya Gavs" "Meded ya Gavs!" "İmdat ya Pir!"
diye feryat eder ve kutbun manevi himayesine iltica ederler. Gavs-ı a'zam: En
ulu Gavs. Bunu kutb-i ekber de denir. Hz. Peygamberin batınından ibarettir.
Veliliğin en yüce mertebesi budur.
[65] Anka: İsmi var cismi yok
efsanevî bir kuştur. Kaf dağında yaşar. Tüyleri renkli ve süslü, yüzü insan
yüzüne benzer, boynu gayet uzun, her hayvanın bir alametine sahip, çok büyük.
[66] İstiğrak: İlahi sevginin
istilası altında sevgiliyi temaşa ederken, salikin kendisi, maddî alem ve
masiva hakkında, hiç bir his, idrak ve şuura sahip olmaması. Bu halde bulunana
müstağrak denir.
[68] Murad: Gerekli olan her şey
kendisine bahsedildikten sonra iradesi alınarak zahmetsizce bütün engelleri ve
makamları aşarak Hakk'a eren. Sufilere göre, mürid müptedi, murad müntehidir.
[69] Kibrit-i ahmer:
Marifetullah, ilahi hakikat ve buna aşina olma, bunu yaşama. Erenlerin sohbeti.
"Yolunu sapıtanları ancak kibrit-i ahmer olan ehl-i irşad sohbeti ıslah
eder."
[71] Tirmizi, Emsal, 6, (2873);
Kütüb-i Sitte Muhtasarı Trc. ve Şerhi, İbrahim Canan, c. 13, sh. 84, Hd. No:
4522.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar
Yorum Gönder