SANA NEYİ İNFAK EDECEKLERİNİ SORARLAR
Recep İhsan Eliaçık
Günümüzde hidayete eren birisi için “Bir görsen
baştan aşağı değişmiş; sakal bırakmış, cübbe ve sarık giymiş, saçının telini
göstermiyor, kadınların elini sıkmıyor, haremlik selamlık uyguluyor” vs.
dendiğini çok duymuş ve görmüşsünüzdür.
Demek “hiyadet coşkusu” böyle yaşanıyor.
Vatandaş müzikle uğraşıyorsa muziği, sinemayla
uğraşıyorsa sinemayı, tiyatroyla uğraşıyorsa tiyatroyu ve dahi her ne şeyle
uğraşıyorsa onu bırakıyor. Bunların hepsini “cahiliye dönemim” diyerek kestirip
atıyor. İçki, zina, kumar vs.’yi anlarım da bunları niye bırakırlar hala
anlayabilmiş değilim. Öteden beri bu işte bir terslik var diye düşünmüşümdür…
Hatta okulunu bırakıp bir mollanın önünde emsile bina
maksut, avamil (Arapça) öğrenmeyi hayatının gayesi haline getirenler bile
oluyor. Onca eğitimini bir çırpıda sıfırlayıp, bir medrese mollasının önünde
hayata yeniden başlayanlar oluyor. Tabi “Bizim oğlan bina okur döner döner bir
daha okur” hesabı bunun da bir türlü sonu gelmiyor. İlkokul, ortaokul, lise,
üniversite yıllarında aldığı eğitimi aşağılamaya başlıyor. Halbuki bu yıllar
çok önemli… Aksi halde örneğin “kompozisyon”, “anlatım sanatları”, “alıntı”,
“parağraf” vs. nedir bilmeyen bir adamın, bırakın Kur’an’ı, okuduğu herhangi
bir metni bile anlaması zordur. O mollaların çoğu bunları bilmez. Döner döner nasara
yensuru okurlar. Bunu da bir şey zannederler…
İşin bu tarafına fazla girmeden asıl meseleden
gidelim. Zaten bu dini dünyanın sorunları neresinden tutsanız elinizde kalır
ya, neyse…
Acaba diyorum neden?
Hidayet coşkusunu neden onlarda buluyorlar?
Oysa açın “hayatu’s-sahabe” kitaplarını okuyun. Orada
onlarca sahabenin hidayete eriş hikayesini okuyacaksanız. Oralarda genellikle
manzara şudur: “Hidayete erdi malını dağıttı… Hidayete erdi artık bir daha asla
yalnız yemek yemedi… Kapı kapı dolaşıp bütün borçlarını ödedi, helallik diledi…
Ömrünün sonuna kadar elinden ve dilinden kimsenin zarar gördüğü görülmedi…”
Aradaki farkı fark ediyor musunuz?
Şahsen şu ana kadar onca hidayete eren zengin gördüm
fakat hidayet coşkusunu “malını dağıtmada” gören bir tek “muhtedi zengin”
görmedim.
Nasıl oluyor?
Bunlar sahabenin girdiği dine girmiyorlar mı?
Sahabenin okuduğu Kur’an’ı okumuyorlar mı?
Yoksa din aynı da din anlayışı mı farklı?
***
Besbelli ki din anlayışı farklı.
İslam, sahabenin ilk önce “eşyaya, varlığa, mala, mülke”
bakışını değiştiriyordu. “Lehu’l-mülk” (Mülk Allah’ındır) anlayışına ulaşıyor,
kendini mülk karşısında emanetçi olarak görüyor, “Bu benim” demekten haya
etmeye başlıyordu. Üzerinde fazla mal ve mülk bulundurmayı “yük” hatta “ateş”
olarak görmeye başlıyordu. Bundan bir an önce kurtulması gerektiğini düşünüyor
ve ilk iş olarak malını mülkünü dağıtıyordu.
İslam, sahabenin ilk önce “insana” bakışını
değiştiriyordu. Tüm insanları erkek olsun kadın olsun kendi hemcinsleri olarak
görüyor, aradaki tüm statü farklılıkları gözünde küçülüyordu. “Üstünlük takva
iledir” anlayışını benimsiyor ve mala ve mülke dayalı üstünlük kasıntılarından
kurtuluyordu. Zihninde altın, gümüş, dinar ve dirhem “değer” olmaktan
çıkıyordu. İnsana başka bir pencereden bakmaya başlıyordu.
İlk ve en önce eşyaya, varlığa ve insana yaklaşımı,
perspektifi ve felsefesi değişiyordu. Bu farklı bakış derhal amellerine
yansıyor ve başka bir insan ortaya çıkıyordu.
Oysa mevcut din anlayışı yüzünden, zamane hidayete
ermelerinde, muhtedinin varlığa, insana ve eşyaya bakışında esastan bir
değişiklik olmuyor. Şeklen kimlik ve ritüel değiştiriyor. Bir kamptan öbür
kampa, bir mahalleden öbür mahalleye geçiyor. Varlığa ve insana özellikle de
eşyaya; altına, gümüşe, toprağa, servete, mala, mülke, dinara, dirheme, dolara,
euroya, paraya bakışı aynı…
Sahabenin nasıl olup ta öyle olduğunu anlamak
istiyorsak, önce Kur’an’ın onları nereden alıp nereye getirdiğine bakmamız
lazım.
Bakın, Kur’an 23 yıllık süreç içinde varlığa, eşyaya,
mala ve mülke bakışı nasıl değiştirmiş. Nüzul sırasına göre izini sürelim…
***
İlk olarak Mekke’ye hükmeden tefeci bezirganlara
zenginlik, mal ve mülk noktasında sarsıcı eleştiriler yöneltildiğini görüyoruz.
İlk inen surelerin hepsinde de bu var…
Ebu Cehil’e (karakterine) : “Küstahça azgınlık
ediyor. Kendisini dev aynasında görüyor. Zira Rabbinedir dönüş…Kulunu
içtenlikle yönelirken engellemeye kalkıyor. Onu alnından tutup sürükleyeceğiz,
o ar damarı çatlamış alnından… O zaman çağırsın meclisini, biz de çağıracağız
zebanileri…” (Alak; 96/6-19).
Umeyye bin Halef’e (karakterine) : “Çokça yemin
eden aşağılık adi, küçük gören, dedikoducu, iyiliği engelleyen, günahkar,
zorba, kaba saba asalak…Zenginliğine zenginlik katmış da ne olmuş? (Kalem;
68/10-14).
Velid bin Muğire’ye (karakterine): “Bana bırak
doğarken yapayalnız olan o adamı… Zenginliğine zenginlik kattığım, etrafında
dolanıp duran oğullarıyla önüne alabildiğine geniş imkânlar serdiğim o adamı…
Hala gözü doymuyor; verdiğimden daha fazlasını istiyor….” (Müddesir; 74/11-14).
Kabe Çetesi’ne (rolüne/misyonuna): “Nimet azgını o
inkarcıları bana bırak ve onlara biraz mühlet ver. Biz de onlar için
hazırlanmış kelepçeler ve ateş var. Boğaza düğümlenecek bir yiyecek var.”
(Müzzemmil; 73/11-13)
Ebu Leheb’e (rolüne/misyonuna): “Kahrolsun Ebu
Lehep iktidarı; kahrolsun!
Zenginlik ve iktidar onu
kurtaramayacak!
O kıpkızıl bir ateşe atılacak!
Çenesi düşük karısı da yanında
olacak!
Gerdanında fitillisinden bir de ip
olacak!” (Leheb;
111;1-5)
(Karakter/rol/misyon notu koymamın sebebi bunların
benzerinin bugünde devam ettiğini, ayetlerin yönünün yaşayan karakter, rol ve
misyonlara yönelik olduğunu ihsas ettirmek içindir.)
Alak, Kalem, Müddesir, Müzzemmil ve Leheb gibi ilk
inen bu beş surede görüldüğü gibi, hareket, “Kâbe çetesine” ve Mekke’de
kurdukları düzene (yedâ) karşı “öfke patlamasıyla” ve “kahrolsun, yıkılsın,
kurusun” haykırışlarıyla başlıyor.
Çünkü bunlar Kabe’nin etrafında oligarşi (yeda)
oluşturmuşlar, Allah, Kabe ve din istismarı yaparak şehri sömürüyorlardı.
Kabe’ye gelen hediyeleri iç ediyorlar, onunla kervanlar kuruyorlar,
zenginliklerine zenginlik katıyorlardı. Muhtaç Mekkelilere faizle borç
veriyorlar, borçlarını ödeyemeyenlerin erkeklerini köleleştiriyorlar,
kadınlarını da açtıkları lüks genelevlerinde çalıştırıyorlardı. Mekkeliler de
büyüyünce bunların eline düşmesin diye daha doğar doğmaz kız çocuklarını diri
diri toprağa gömüyordu.
Kur’an işe işte buradan başladı. Peygamberimiz yalın
kılıç meydana atılarak bu kokuşmuş, iğrenç düzene meydana okudu. Bu ses
Mekke’de büyük yankı uyandırdı. Kabilesizler, korumasızlar, kimsesizler,
köleler, kadınlar, zayıflar, düşmüşler, özellikle ezilenler bu sesin etrafında
hızla toplanmaya başladı.
Bir taraftan da aynı sure içinde Peygamberimize şöyle
dendiğini görüyoruz: “Pisliğe (ahlaksızlığa, hırsızlığa, yolsuzluğa,
istismara, kokuşmuşluğa) bulaşma! Servet yığma hayallerine kapılma! Daima
Rabbinle birlikte ol ve güçlüklere göğüs ger…” (Müddessir; 74/5-7).
Keza Kur’an’ın iniş
sırasına göre ilk anlattığı kıssa ne biliyor musunuz? Bahçe sahipleri
kıssası… Hani yoksula vermeyelim diye erkenden bahçelerine/bağlarına ürünü
toplamak için giden ve fakat geldiklerinde bahçelerinin afetle yerle bir
olduğunu gören iki kişinin kıssası (Kalem; 68/17-32)… Peki yine iniş
sırasına göre ikinci kıssa ne biliyor musunuz? Salih’in devesi kıssası…Hani
herkese (kamuya) ait olmayı ifade eden “Allah’ın devesine” (Nagatallah)
dokunmamayı, bunları talan etmemeyi, bunlar üzerinden mal ve servet yığmamayı
ifade eden Salih’in devesi kıssası (Şems; 91/11-15)…
Kıssa anlatımında bile ilk bu konuya
öncelik verilmiş…
Neden?
Çünkü Kur’an ilk olarak muhataplarının eşyaya, mala,
mülke bakışını değiştirmek istiyor!
Çünkü Kur’an Rablik, ilahlık, tanrılık meselesini
bunlarla ilişkili görüyor. Bu açıdan Kur’an’ın “Allah” dediği şey sırf
teolojik, zihni, soyut, felsefi bir fenomen değildir. Tamamen “praxis” yani
pratik, eyleme, amele, hayata, sokağa dönük yüzü vardır. Mü’min insanda hayatın
akışı içinde varoluş, oluş, arayış, tavır alış, duruş, cephe açış olarak
ifadesini bulur. Bu nedenle içinde tarihin, insanın, hayatın ve tabiatın sesi
gelmeyen Allah ve din söylemlerinin içi boş ve koftur.
Çünkü Kur’an Rabbin, tabiatın, yerin, göğün, suyun,
toprağın, buralardan rızık çıkaranın, doyuranın, besleyenin, bütün mülkün
sahibinin Allah olduğunu ısrarla hatırlatıyor. Kimi insanların kalkıp da
bunlardan istif ederek öteki insanlar üzerinde rızık verici konuma gelmelerini,
bundan kendilerine pay çıkararak adeta “Rezzâkcık” pozlarına bürünmelerini
şiddetle reddediyor. Firavun ne diyordu? “En büyük Rabbiniz benim!” Yani rızık
veren, maaş veren, topraklarımda, sulama kanallarımda, her yana yayılmış
mülkümde (ülkemde) sizi çalıştıran, doyuran, besleyen benim… İlginçtir nüzul
sırasına göre tarihten ilk örnek verilen kişi de yine Firavun (Müddessir;
74/15-16)… Bu noktada “Rabbimiz Allah” demenin ne demeye geldiğini düşünün
artık …
***
Yine ilk inen surelerden dördü; Allah (Kabe) namına
toplanan yardımları iç edip insanlara vermemek demek olan Maun, şehir demek
olan Beled, zenginlik yarışı, biriktirme, çoğaltma demek olan Tekâsür, tanyeri
demek olan Fecr sureleridir. Bu surelere “bu açıdan” baktığınızda da adeta
çarpılır ve sarsılırsınız.
Maun suresinde “dinin afyon yüzü” deşifre
edilir. Gerçek din ile sahte din, gerçek dindarlıkla sahte dindarlık arasındaki
farkın ne olduğu açıklanır. Esas ölçünün yine mala mülke bakışta toplandığını
görürüz. Buna göre dinin afyon yüzü, birkaç şekli ritüel ile insanları aldatır.
Hacılara su vermek, Kabe’nin örtüsünü değiştirmek, namaz (salat) kılmak gibi
gösterişlerle halkın malını ve mülkünü alır fakat yetimi, yoksulu gözetmez.
Bunları yoksullar ve kimsesizler için değil; kendini zengin etmek için
kullanır. İşte bu dinin afyon yüzü olup Ebu Cehil’in veya Yeda Ebu Leheb’in
dinidir. Bunların yaptığı, dini yalanlamak yani din ile aldatmak, gösteriş,
riya ve sahtekarlıktır. (Maun; 107/1-7) Oysa gerçek hayat dini olan İslam, işte
böylesi halkı afyonlayan tapınak dinlerini deşifre etmek için gelmiştir. Onun
için söylemi din formundadır. Gerçekte ise o dinlerden bir din hatta öteki
dinlere dendiği anlamda bir din değildir…
Beled suresi, insanlara sarp yokuşa çıkmak gibi zor
gelen şeylerin ne olduğunu açıklar. Bunların ne olduğuna baktığımızda yine mal
ve mülkün ölçü olarak konduğunu görürüz:
“İnsan
kendisine hiç kimse güç yetiremez mi sanıyor?
“Sadece
harcadıklarım yedi sülâleme yeter” diye
böbürleniyor.
Kimsenin
kendini görmediğini mi sanıyor?
Biz insana
iki göz vermedik mi?
Bir dili ve
iki dudağı yok mu onun?
Ona
yürüyeceği iki yol gösterdik.
Fakat o zor
olana yanaşmadı.
Bilir misin,
nedir zor olan?
Bir köleyi
özgürlüğüne kavuşturmak…
Zor zamanda
vermek…
Öksüzün
başını okşamak…
Düşmüşün
elinden tutmak…
İman etmek,
göçlüklere göğüs gerip acıları paylaşmak; sevgi ve merhamet yumağı olmak.” (Beled; 90/5-17)…
Tekâsür suresi ise zenginlik yarışı, biriktirme, mal
ve mülk hırsının hayatı nasıl bir cehenneme çevireceğini hatırlatır ve çağları
aşıp gelen evrensel mesajlar verir. Sanki bugünkü “küresel krizi” haber veriyor
sanırsınız. Şifreciler biraz da bunlara kafa yorsalar çok iyi ederler.
Dinleyin:
“Bir zenginlik
yarışıdır oyalanıp duruyorsunuz.
Mezarlarınıza
girinceye kadar süren bir oyun ve oynaş…
Fakat hayır!
Yakında bileceksiniz.
Fazla uzak
değil; çok yakında bileceksiniz.
Evet, daha
derinden bakabilseydiniz,
Ateşe
yuvarlanmakta olduğunuzu görürdünüz.
Kendi
gözlerinizle onu apaçık göreceksiniz.” (Tekâsür; 1-7)
Yani:
1- Uhrevî açıdan: “Bu aç gözlülüğün, zenginlik
yarışının, mal mülk hırsının, sizi ateşe (cahîm) yuvarlamakta olduğunu bizzat
içine girerek “ahirette” göreceksiniz…”
2- Dünyevî açıdan: “Bu aç gözlülüğün, zenginlik
yarışının, mal mülk hırsının, hayatı çekilmez hale getiren bir ihtiras
yarışına, çalma, çırpma, alıp satma dışında hiçbir insani değerin kalmadığı
vahşi bir pazara dönüştürdüğünü, kendi ellerinizle yarattığınız bir kaosun,
krizin ve ateş çemberinin (cahîm) içine yuvarlanmakta olduğunuzu bizzat
yaşayarak “dünyada” göreceksiniz…”
Öyle ya seyirlik değeriniz yoksa, “piyasa” da
fiyatınız yoksa, “para” dışında hiçbir geçer akçe kalmamışsa, insanlara zengin
olup olmadıklarına göre bakılıyorsa, yegane ölçü bu olmuşsa, bilin ki, eski
çağların verimlilik, başarı, altın ve gümüş (sahte) tanrısı “Mammon” geri
gelmiş, dünyaya o hakim olmuş demektir. Kapitalizm dediğiniz bundan başka bir
şey midir!
“Mammon’dan başta tanrı, paradan
başka değer yoktur” diyorsanız
kelime-i şehadet getirip bu dine girmişsiniz demektir. Artık her işe onun
adıyla başlarsınız. Her şeye “Kaç lira, fiyatı ne?” diye sorarsınız. “Bunun
fiyatı yok, bu para ile ölçülmez” derseniz Mammon’u inkar ediyorsunuz demektir.
İşte Kur’an önce bunun yapılmasını istiyor. Çünkü satılık meta olmaktan ancak
böyle kurtulursunuz. “İnsanlık erdemine” ancak böyle ulaşabilirsiniz. Zira
insan diye “satılık olmayana” denir, öyle değil mi?
Fecr suresinde ise eşyaya, mala, mülke bakışı
değiştirme yönünde şu uyarıları görürüz:
“İnsanoğlu
Rabbi onu ne zaman imtihan edip de kendisine cömertçe verse “Rabbim bana
cömertçe verdi ” der.
Fakat ne
zaman da sınayıp rızkını daraltsa “Rabbim bana ihanet etti” der.
Hayır!
Bilakis asıl siz öksüze vermiyorsunuz.
Birbirinizi
yoksulu doyurmaya teşvik etmiyorsunuz.
Her şeye
açgözlülükle saldırıyorsunuz.
Mala mülke
gözünüz doymuyor; yığdıkça da seviyorsunuz…” (Fecr; 89/15-20)
Yani: “Şu insanoğlu ne kadar garip? Nimet içinde
yüzerken “Allah’ın eli geniş, veriyor işte..” diyerek Allah’ı emrine amade bir
hazine sanır. Sıkıntıya girince de “Nerede bu Allah? Bu nasıl ilâhî adalet?”
diye şikayetlenmeye başlar… iki durumun da zorluklardan geçerek kendini
kanıtlama (imtihan) olduğunu anlamaz. İlk durumda şükredip bu nimeti başkalarıyla
paylaşmak yerine, Rabbim beni tercih etti diyerek kendini ayrıcalıklı zanneder.
Diğer durumda ise sıkıntıyı ve zorluğu ilahi adaletsizliğin kanıtı olarak
görür…
Mekke dönemi ayetlerinin ruhunu yansıtan bu tür
örnekler çoktur.
Görüldüğü gibi bu tür ayetlerle Mekke dönemi boyunca
mal ve mülk konusunda esaslı bir bilinç aşılanıyor, bakış açısı veriliyor,
perspektif oluşturuluyor. Hemen her Mekkî surede buna benzer eşyaya, mala ve
mülke bakışı değiştirici, bilinç aşılayıcı ayetler var.Tek tek inceledim. Fazla
uzamasın, bu örnekler sanırım yeter…
Öte yandan ilk Mekkî surelerden itibaren giderek artan
bir vurguyla Mu’minlere vererek arınma (tezkiye/zekat) çağrıları yapılır. Bir
taraftan mal ve mülk yığanlar eleştirilir, diğer yandan yeni kurulacak toplumun
fertleri olacak olan Mu’minlere sürekli arınma çağrısı yapılır. Yani
“Eleştirdiklerinize dönüşmeyin. Siz biriktirmeyeceksiniz, yığmayacaksınız,
vererek arınacaksınız. Sizin farkınız budur…” denmek istenir.
Böylece Medine’ye gelinir…
Medine’ye gelince, Mekke’den beri süren
“tezkiye/zekat” çağrıları ile birlikte “infak”, bazen “afv” ve ilerleyen
yıllarda da “sadaka” kavramının kullanılmaya başlandığını görürüz. Çünkü
Mü’minler Medine’de yeni bir şehir kurmuş, artık mala mülke kavuşmaya
başlamıştır.
Bu dört kavram birbirinin yerine kullanılıyor gibi
görünmekle birlikte, aralarında ne gibi bir fark olduğunu biraz deştiğimizde
şunları söylememiz mümkündür.
Tezkiye/zekat Mekke ve Medine dönemlerinin tümüne
yayılmış, genel anlamda vererek, elinden çıkararak “arınma çağrısı” olup daha
çok ontolojik/metafizik vurgusu baskındır. Namaz (salat) ile beraber sık sık
kullanılır. Mü’minler namaz kılarak genel anlamda kirlerinden arındıkları gibi,
zekat ile de özellikle mülk konusundaki kirlerinden arınmalıdırlar. Vermek, paylaşmak,
bölüşmek yeni kurulacak toplum fertlerinin olmazsa olmaz özelliklerindendir. Bu
yüzden Mekke’den Medine’ye sürekli olarak ve dikkat çekici bir ısrarla
tezkiye/zekat çağrıları yapılır…
***
Yoğunlukla Medine’de görülmek üzere, bu arınmanın, mal
ve mülk kalemindeki vurgusu için “infak” geçmeye başlar: “Mallarından infak
ederler, verdiğimiz rızıklardan infak edin…” vb. (Bakara; 2/3, 267).
“İnfak” kavramının “nifak” ile aynı kökten olması
nedeniyle, Medine’ye gelindiğinde infak ile münafıkın birlikte kullanılmaya
başlanması bu açıdan manidardır.
Sözlükte NFQ kökü mastar olarak “tükenmek, bitmek,
kalmamak” demektir. Harcamak, sarf etmek, tüketmek (infâq), çok harcayan, çok
tüketen (minfâq), tünel (enfâq), masraf, harcama, gider (nafaqa), Arap tavşanı
(jerboa) veya tarlafaresinin yuvasına girip çıkması (münâfega), iki yüzlülük,
bir öyle bir böyle görünen (münâfıq) kelimeleri bu köktendir…
Medine döneminin ilk yıllarında nazil olan Ankebut
suresi, Kuran’da “münafık” teriminin iniş sırasına göre ilk geçtiği yerdir
(10-11 ayet). Kuran bu terimle ele aldığı karakteri Arapların “jerboa”
dedikleri tavşana veya tarlafaresine benzetiyor. Bu tarlafaresi kendine iki
yuva yapar, birinde tehlikeli bir durum olursa hemen diğerine geçerdi. İşte
tarlafaresinin bu davranışını iman konusunda da kimi insanlar yapınca onlara
münafık dendi. Bunların da biri içte biri dışta iki yuvaları bulunur. Bakarlar
durum hangisinde iyi ise ona girerler. İman yuvası tehlikeye maruz kalır,
sıkıntılı olmaya başlarsa hemen orayı terk ederek küfür yuvasına geçiverirler.
Duruma göre işlerine hangisi geliyorsa ona giriverirler. Sabit bir yuvada sebat
göstermezler. Daima yedekte yuvaları bulunur…
Keza “tükenmek” anlamına gelen infâq ile nifâq aynı
kökten olduğu için, biri iki diğeri tek yuvası olanların karakterini betimler.
İki yuvası olanlar içten tükenmiş, bitmiş, kof veya zayıf inançlı oldukları
için sıkıntıyla karşılaşınca hemen yuvayı terk ederler. Onların bu davranışına
nifâq denir. Tek yuvası olanlar ise içten güçlü, kavi, sağlam inanca sahip
oldukları için yuva değiştirmezler. Bulundukları yuvalarında sebat eder,
güçlüklere göğüs gererler. Böylece güçlü imanları onların direnmelerini, yuvayı
terk etmemelerini sağlar. İçten içe tükenmiş olmadıkları için buna gerek
duymazlar. Bilakis ellerindekini başkası için harcayarak tüketirler. Buna da
infaq denir. Bu harcama aslında maddî veya manevî olarak tükenmiş olanları
güçlendireceği için görünüşte malın tükenmesi (infâq ) gibi görünen, gerçekte
ise tükenmişliğin (nifâq) ortadan kaldırılmasına dönüşür…
***
Yoğun tezkiye/arınma ve infak çağrılarından sonra
artık sahabeler sormaya başlar: “Sana neyi infak edeceklerini sorarlar. De ki:
İhtiyaç fazlasını…” (Bakara; 2/219).
Burada da karşımıza “afv” kavramı çıkar. “Fazlalığın
silinmesi, ortadan kaybolması, kalmaması, zail olması, bağışlanması” demek olan
afv, affetmek ile aynı köktendir. Artık iyice Türkçeleşmiş olan affetmek, muaf
tutmak, muafiyet, afiyet, affedersiniz vb. kelimeler bu köktendir. Mesela
affetmek; fazlalığı (günahı, hatayı) almak, silmek, afiyet olsun; fazlalığın
(hastalığın) ortadan kalksın, muafiyet; fazlalığı (sorumluluğu) ortadan
kaldırmak demektir.
Bu durumda “De ki; fazlalığı infak etsinler” demek,
kişinin geçimini kolayca sağlayabileceği temel ihtiyaçlarından fazla olanı
versinler demektir. Çünkü afv fazlalığı almak ve böylece işi kolaylaştırmak
anlamına geldiği için, kolay kılmak, kolaylaştırmak, hafifletmek anlamında da
kullanılmıştır (Razi). Bu ise bugün adına “asgari geçim standardı” dediğimiz
şeydir.
Demek ki ayette neyi infak edeceğiz diye sorulunca
“Zorunlu temel ihtiyaç maddeleri dışında kalanı, asgari geçim sınırını aşan
fazlalığı…” denmiş oluyor. Yoksa bugün anlaşıldığı şekliyle “ıskarta”, “işe
yaramayan”, “seri sonu” veya “defolu” malı değil…
Asgari Geçim Sınırı’nın (AGS) ne olduğu, Medine’de ve
sahabeler döneminde “ihtiyaç fazlası”ndan ne anlaşıldığı ve günümüzde (içinde
yaşadığımız toplumda, bizim Medine’mizde) Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK)
verileri baz alınarak nasıl belirleneceğini iyi bilmek ve araştırmak gerekmektedir.
Yaptığım araştırma ve karşılaştırmaya göre 2008
AĞUSTOS ayında 4 kişilik bir ailenin asgari şartlarda geçinebilmesi için
harcaması gereken tutar 2.238,52 YTL olarak belirlenmiş. Asgari Geçim Haddi
(Yoksulluk Sınırı) gıda, giyim, sağlık, barınma ve eğitim başta olmak üzere,
vazgeçilmesi mümkün olmayan 14 zorunlu harcama kalemi esas alınarak tespit
edilmiş.
Hz. Ömer radiyallâhü anh ve Hz. Ali kerremallâhü
vechenin görüşüne göre, ihtiyaç fazlası (afv) ortalama asgari ihtiyaç olan
yıllık 4 bin dirhemdir. Hesapladığımızda bugün için aşağı yukarı yıllık 55-60
bin YTL oluyor. Biz yıllık değil aylık hesapladığımıza göre bunu aya bölünce
aylık 5 bin YTL civarında oluyor. Bunu yukarıdaki asgari geçim sınırı ile
kıyasladığımızda demek ki aylık 5 bin YTL’den yukarısı fazlalık oluyor. Bu,
normal şartlara, yaşadığınız ülkeye ve kendi halkınızın genel durumuna göredir.
Ortalamalar esas alındığında üç aşağı beş yukarı durum budur. Burada amacımın
başınıza hesap uzmanı ve ekonomist kesilip kılı kırk yaran hesaplar yapmak değil;
Kur’an’da verilmek istenen eşya, mal ve mülke dair bakış açısını günümüze
taşıyarak gözler önüne sermek olduğunu lütfen unutmayalım.
Şu halde günümüz şartlarında bir
Müslümanın, kendi halkı aylık 2.238,52 YTL sınırına bile ulaşamadan yaşarken,
komşusu bunu bile bulamadan sabahlarken ve bu milyonları bulmuşken aylık 5
bin YTL’den fazlasını üzerinde tutması, biriktirmesi fıkıh literatürüyle
konuşmayı sevmem ama burada konuşacağım haramdır, vebaldir, yüktür, ateştir!
Eğer Mü’min imanına, içinde şerefimiz olduğu söylenen
Kur’an’a inanıyorsak bu böyle olmalı değil midir? Aksi halde “Dışı Müslüman içi
kapitalist de yaşarım, yıllık zekatımdan “donmuş” kırkta biri veririm, gördüğüm
dilenciye de sadakamı atarım” diyorsanız, Peygamberimizin Abdurahman bin Avf radiyallâhü
anhe dediği gibi “Cennete emekleyerek zor girersiniz…” Bakın bakalım
Abdurrahman bin Avf bu sözü duyunca ne yapmış…
Anlı şanlı hocalar “kâr payı” adı altında ihlaslı
bankacılık oyunlarına fetva vereceklerine bunlar üzerine kafa yormalıdır.
Asgari ücret, asgari geçim haddi, yoksulluk sınırı, gayri safi milli hasıla
üzerinden gitmeli, dinamik içtihatlar yapmalıdır. Kırkta bir, onda bir, öşür
gibi tarım döneminden kalma oranlarda donup kalmış fıkhı bırakmalı, Akif’in
tabiri ile 700 yıllık eserlerle avarelik etmeyi terk etmeli, “yaşayan fıkıh”
üretmelidir. Örneğin KDV’ye benzer, anlık, üzerinden yıl geçme şartı olmayan,
doğrudan alım satıma dayalı “yaşayan zekat” türleri üzerinde çalışmalıdır.
Artık çalışma hayatı, geçim vasıtaları, alım satım ve üretim araçları
değişmiştir. Başka bir dünyada yaşıyoruz. Eski fıkıh kitapları bu dünyayı hiç
görmemiştir ve bilemezler. Bu nedenle de oranlar değişebilir.
Bunun için “yaşayan müçtehidlere” ihtiyaç vardır.
Zaten bana göre ölmüş müçtehid taklit edilemez. Yaşayan müçtehide de taklit
için değil; ihtiyaca cevap için soru sorulur. Ve bu soru her defasında bir
başkasına yöneltilebilir. Ölmüşün içtihadı bizim için artık sadece bir
zenginliktir. Çünkü içtihadı yaşayan yapar. Kur’an der ki “Hiç ölmüşle
yaşayan bir olur mu?” (Fâtır; 35/22). Keza yaşayan müçtehid eski
görüşlerden yararlanabilir, yararlanmayabilir de. Eski içtihatlar ancak
yaşayanın zihninden geçerek yeniden hayata dönebilirler. Sadece müçtehitler
yetmez; ekonomist, hukukçu, sosyolog, tarihçi vs. hepsi el ele vermelidir.
Gerçi “devlet düzeyinde” yaşanmadan bunları konuşmak biraz boşlukta kalıyor ama
yine de işin önemini göstermesi bakımından faydalı olabilir…
Her şeyden önce de mal mülk meselelerine makalenin
birinci bölümünde özetini verdiğim Mekke dönemi ayetlerinin ruhunu ve bilincini
kuşanarak başlamalıyız. Zira işin kökü orada…
Demek ki nüzul seyrinde vererek arınma (tezkiye) ve
maldan mülkten verme (infak) çağrılarından sonra, işin, önce asgari geçim
standardının (afv) belirlenip, sonra da bizzat vergi (sadaka) olarak
tahakkukuna geldiğini görüyoruz.
***
Burada da karşımıza bugün adına “vergi” dediğimiz
“sadaka” kavramı çıkıyor. Sanıldığının aksine ne Türkçe’de kullandığımız
“zekat” ne de “sadaka” kavramı Kur’an’da kullanılana pek benzemez. Bugün zekat
ve sadaka kavramları anlam kaymasına uğramış ve donmuş vaziyettedir.
Malum, zekat denince kırkta bir, sadaka denince de
dilenciler akla gelir. Zekatın sadece zenginlere farz olduğu söylenir. Halbuki
Kur’an “zor zamanda ekmeğini aşını bölüşmekten” (Beled;90/14) ve “darlıkta ve
bollukta infak etmekten” (Al-i İmran; 3/134). bahsediyor. Kur’an’ın zekat,
infak, afv, sadaka kavramlarıyla neyi anlatmaya çalıştığını çok iyi
kavramalıyız. Bu kavramlar, yoksul için günü kurtarma, zengin için de ucundan
vererek meşrulaştırma aracı değildir. Bu açıdan bakarsak sanıldığının aksine bu
ayetlerin hiç birisi nesh olmamıştır. Kur’an’da nesh diye bir şey yoktur.
Dikkat ediniz! “Onda yoksa bendeki ateştir” diyerek
komşusu açken yatağında uyuyamayan, kabuslar geçirerek sabahı bir türlü
edemeyen, bambaşka bir “insan türü”nden bahsediyoruz.
Bu açıdan kırkta bir, onda bir gibi
ölçülerin yıllık ekim ve hasat zamanı gözetilerek belirlenmiş, ağırlıklı olarak
tarım toplumunu esas alan oranlar olduğunu ve tarihsel olduklarını bilmek
lazımdır. Evrensel
olan malı ve mülkü birkaç zengin arasında dolanıp duran bir “devlet” (güç,
iktidar, otorite, tahakküm, sınıf) aracı olmaktan çıkarmak ve genele yaymaktır
(Haşr; 59/7). Bunun için de arınmak, vermek, “kenz”i (biriktirme, yığma) ateş
bilmektir. Aksi halde zekat, infak, sadaka vs. zenginler ve yoksullar arasında
oynanan terapik (günü kurtarmaya, rahatlamaya yönelik) bir oyunun adı olmaktan
öteye geçemez.
Pek tabi ki bu bir sistem meselesidir.
Böylesi bir sistem zihnimizde olsa bile 14 asır öncesi
kurulduğu şekliyle donmuş vaziyette. Bunun için zekat ayrı vergi ayrıdır.
Devlet 22 çeşit vergi alır, Müslüman zihin bundan ayrı zekat hesaplar.
Toplumsal sistemin mihveri olan vergili yaşam almış başını gitmiş, zekat fıkhı
ise 14 asır öncesinin kırkta birinde donmuş kalmıştır. O eski zekat muktesebât,
bugün sararmış sayfalarda keneler tarafından yenmeyi beklemektedir.
Halbuki bunların o sararmış sayfalardan çıkarılıp
hayatın içine taşınması gerekir. Seyyid Kutup’un tabiri ile bize artık
“varakatu’l-fıkıh” yani sayfalarda kalmış, eski kitaplarda gömülü fıkıh değil;
“hareketu’l-fıkıh” yani yaşayan, canlı, dinamik, hayatın içinde, hareket
halinde olan fıkıh lazımdır.
Hareket halinde olma ise, gerçek anlamda devlet ve
onun temel hukuk (maliye, vergi) düzeninde gerçekleşir. Gerçek bir Adalet
Devleti’nde bunlar Medine’de Peygamberimizin yaptığı gibi devlet düzeyinde
yaşanır ve yaşatılır.
Eski müçtehitlere bakın, içtihatlarının çoğu, bir
zamanların devlet ve toplum hayatını şekillendiren temel hukuk mevzuatlarıdır.
Sadece Abbasi hukuk düzeninde Ebu Hanife talebesi 800 kadı görev yapmıştır. O
içtihatların ve görüşlerin hiçbiri boşlukta oluşmamıştır. Yaşanmış, canlı ve
dinamik bir devlet ve toplum hayatının ürünüdür onlar. Fakat asırlar geçtikçe
tarihin gerisinde kaldılar ve giderek hayattan çekilerek sararmış sayfalarda
mollanın ezber yapıp durduğu “varakatu’l-fıkıha” dönüştüler. Halbuki
“hareketu’l-fıkıh” sararmış sayfalarda değil; yaşayan toplum ve devlet
hayatında olandır. Böyle bir devlet var mı şu an derseniz, kurumsal anlamda
devlet evet var ama düzen bozuk. Düzenin değişmesi için ise eskinin külüne
değil; ateşine talip olarak işe başlamalıyız. Bu ayrı bir konu yeri şimdi
burası değil…
***
İşte “sadaka”, şimdiki anlamın tam tersi bu “devlet
düzeyini” ifade ediyor. Sadaka kavramının Kur’an’da geçtiği 13 yere
baktığımızda hepsinin de Medine’de inen ayetler olduğunu görürüz. Bunların çoğu
Bakara ve Tövbe surelerindedir.
Bu şu demek oluyor: Artık Medine’de devlet kurulmuş,
tekziye, infak ve afv doğrultusunda sürekli vererek arınma (tezkiye) ve maldan
verme (infak) çağrıları yapılmış, üstelik verme standardı (afv) da belirlenmiş
iş bizzat vermeye, vergilendirmeye gelmiştir. Bunun için sadaka ayetlerinin
“otorite katından” konuştuğunu görürüz: “Mallarından sadaka al. Böylece bu
kendilerini hem temizlesin, hem de arındırırsın.” (Tövbe; 9/103) “Sadakalar
ancak yoksullar, düşkünler, toplayıcılar, kalpleri ısındırılmak istenenler,
köleler, borçlular, Allah yolundakiler ve yolu kesilmişler içindir. Allah böyle
farz kıldı. Allah bilendir, bilgedir.” (Tövbe; 9/60).
Böylece alınan vergilerin (sadakaların) kamu
otoritesince nerelere harcanacağı da beyan edilmiş oluyor. Peki bunlar devlet
olmadan olmaz mı? Olur neden olmasın. Arınmanın, paylaşmanın, bölüşmenin,
vermenin yeri, zamanı, mekanı olmaz, değil mi? Burada devlete adalet, güvenlik,
dirlik ve düzen için gerek vardır. Aksi halde mallar kim vurduya gidebilir.
Karşılıklı güven ve sadakat tesis edildikten sonra infak her ortamda tabîki
yerini bulur…
***
Mekke’den Medine’ye doğru gelişen süreçte, kanımca
Kur’an’ın eşya, mal ve mülk konusunda izlemiş olduğu seyir genel hatlarıyla
buydu. Zaten burada niyetim bir model önermekten ziyade bu seyri ortaya
koymaktı. Sanırım bu az çok anlaşılmış oldu. Buradan nasıl bir model
çıkabileceği ise yine ayrı bir konudur.
Demek ki Kur’an işe mal mülk sahiplerini,
biriktirenleri, yığanları eleştirerek başlıyor. Biriktirmeyen, dağıtan,
paylaşan ve bölüşen bir toplum istiyor. Bunu “arınma, temizlenme” olarak
görüyor.
Bugünkü tabirlerle söylersek Kur’an’ın istediği
aslında “orta sınıflaşmış” bir toplum… Böyle bir toplum ekonomi-politik olarak
sağlam durur. Krizlere dayanıklıdır. Boyuna kin ve nefret üreten sınıf
çelişkilerinden ve derin uçurumlardan arınmıştır. Sermaye biriktirerek dev
yatırımlara dönüştürme meselesi eşit hakka sahip emek-sermaye ortaklıkları ile
sağlanır. Yani bir adam tek başına bütün köyün ağası veya bütün fabrikanın
ebediyen patronu olamaz, olmamalıdır. Emeğin değeri sermayeye eşit olmalıdır.
Kâr büsbütün tek bir kişiye akmamalı, hakça bölüşülmelidir. “Adalet Devleti”
bunu denetlemeli ve koordine etmelidir. Burada asıl olan özel veya devlet
mülkiyeti değil; toplumsal mülkiyettir…
Anlaşılmış olmalı ki şahıs veya devlet kapitalizmi
öngörmeyen, çalışanların süreç içinde çalıştıkları yerin ortağı olacağı, malın
mülkün zenginler arasında dolanıp duran bir devlet olmaktan çıkacağı bir
düzenden bahsediyoruz. Yani olacaksa hepimizde olacak, olana kadar da
paylaşılacak, bölüşülecek. Öyle tek başına yığmak, biriktirmek yok. Elinde bir
tane ekmeğin olsa, olmayana yarısını bölüp vereceksin. Darlıkta ve bollukta
infak bu değilse nedir? Olaya buradan bakamayan Yeşaya’nın tabiri ile “Rabbden
zevk alamaz”… Müslümanlığa önce buradan giriş yapacağız. Bütün her şey
bundan sonra ve bu “direğin” etrafında kurulacak. Peygamberimizin Medine’ye
geldiğinde ilk diktiği direk buydu. Medine’yi bu direğin etrafında kurdu. Yani
genel seferberlik ilan eder gibi kardeşlik ilan ettiği, yüzlerce aileyi
birbirine kardeş yaparak yeni toplumsal yapıyı bu sosyoloji üzerine kuruduğu o
efsane (imkansız/ hayal gibi görüneni bilfiil yaparak gösterme) yıllardan
bahsediyorum. (bkz. “Kardeşlik devrimi” başlıklı makale).
Bakanız, Kapitalizm
şöyle der: “Hepsi bende olsun…”
Komünizm de şöyle: “Hepsi
devlette olsun…”
Bu bakış da ise bu
şöyle olur: “Başkasında yoksa bende de olmasın, olacaksa hepimizde olsun…”
Buna Peygamberlerde görülen “fakr” makamı denir ki en büyük insani erdemdir.
Sistemi bu felsefe üzerine kurmak lazımdır.
Komunizm sırf ekonomi-politik mekanizma olarak
işlediği ve bu alana hapsolup kaldığı için kapitalizme alternatif olamadı. Oysa
bu alanın dışına çıkmak ve mal mülk konusunda metafizik gerilim ve ontolojik
bilinç yaratmak lazımdır. Bunu sağlayacak olan da dindir. Fakat bu dinin de,
içinde ekonomi-politik olmayan yani tarih, hayat, tabiat ve insan emeği
bulunmayan tapınak dinleri olmaması gerekir…
Kanımca bu konular üzerinde kafa yorulmalı, esasa
ilişkin tartışmalar yapılmalıdır…
***
Sonuç olarak Kur’an, Müslümanın paylaşmasını,
bölüşmesini istiyor. “Mülk Allah’ın” (herkesin), zimmetinize yığma
(tekâsür) yarışına girmeyin, kasıntıyı bırakın, verin” diyor. “Kul hakkı ile
karşıma gelmediğiniz gibi, yığınla malı istif etmiş olarak da karşıma gelmeyin.
Zaten bir parça kefenle gelme dışında şansınız da yok. Hele de din ve devlet
(kamu) üzerinden yığanların vay haline! O halde o fazlalıklardan kurtulun,
hafiflemiş olarak gelin” diyor.
Çünkü fazlalık (afv) ötekinden sana haksız yere geçen
şeydir. Oysa insan için çalıştığından (sa’y; emek, alınteri) başkası yoktur
(Necm; 53/39). Bu geçen şeyi iade etmedikçe arınmış olamazsınız. Nefis
tezkiyesi (kişiliğin pislikten arındırılması) bu demektir. Başkasından sana
haksızlıkla geçen şey pislik oluyor. Yoksa pislik “dünyaya bulaşmak” demek
değildir. İşte o pislikten, başkasından sana geçmiş olanı dünyada vererek
kurtulacaksın; dünyadan el etek çekerek değil… “Nefis tezkiyesi” kavramındaki
“tezkiye” ile “zekat”ın neden aynı kökten olduğu anlaşılıyor olmalı…
İşte bunun için olmalı ki ilk sahabeler hidayete
erince ilk olarak üzerindeki mal ve mülkten kurtulmak istemişler. Böylece
nefislerini “tezkiye” etmişler. İlk hidayet coşkusunu burada bulmuşlar. Demek
ki “Müslüman olunca ilk malını dağıttı…” sahneleri her şeyden önce
arınma duygusunun, eşyaya yeni bakışın, derin bir bilincin, vicdani uyanışın ve
bakış açısı değişiminin sonucu…
Yine bunun için olmalı ki bizim unuttuğumuz,
Emevilerden beri nesh (!) olduğunu iddia edip durduğumuz “Sana neyi infak
edeceklerini soruyorlar. De ki: İhtiyaç fazlasını…” (Bakara; 2/219) ayeti
sahabeleri derinden sarsmış, ömürleri boyunca kulaklarında çınlayıp durmuş…
Önce bu sarsıntıyı ve çınlamayı yakalamalıyız.
Sonraki kimi
sahabelerin tekrar eski anlayışa dönüp biriktirme yarışına girmelerini ise ne
siz sorun ne ben söyleyeyim. Benim bu konudaki öncülerim en başta tabi
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz olmak üzere Hz. Ebubekir, Hz.
Ömer, Hz. Ali, Hz. Ebuzer, Hz. Ammar
radiyallâhü anhüm gibi ilk çekirdek sahabelerdir. Örneğin Hz. Ebubekir
ve Hz. Ömer radiyallâhü anhümanın İslam’a girdiklerinde zengin tüccarlar
olmasına rağmen öldüklerinde hiçbir şeyleri kalmamıştı. Yani din ve devlet
(kamu) üzerinden hiçbir şey biriktirmemiş, yığmamış; “tekâsür” yarışına
girmemişlerdi. Keza başta Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemEfendimiz ve
damadı Hz. Ali kerremallâhü veche olmak üzere diğerleri de “ceketi ile gelip
ceketi ile giderek” tüm kamu (din ve devlet) davası güdenler için çağlar
boyu yankılanacak ölümsüz mesajlar vermişlerdi.
Hepsine selam olsun!
Allah onların yolundan ayırmasın…
Kaynak:
ihsaneliacik.wordpress.com
ihsaneliacik.wordpress.com
“Senden
önce biri daha güzel ifade etmişse onu al” prensibinden Yukarıdaki
yazıyı sizlerle paylaşırken meramımı anlatmak için ön kısım kabul edersek,
büyükler buyurdular ki “yolun sonu başına derç edilmiştir”. Yani,
başlangıç ne ise, son oraya doğru yönelir, demektir. Kur’ân-ı Kerim’de mülkün
ve sosyal hayatın nizamını felsefe yapmadan Allah Teâlâ “bahçe sahipleri
kıssası… yani yoksula vermeyelim diye erkenden bahçelerine/bağlarına ürünü
toplamak için giden ve fakat geldiklerinde bahçelerinin afetle yerle bir
olduğunu gören iki kişinin kıssası (Kalem; 68/17-32)… daha sonra Salih aleyhisselâmın devesi kıssası…yani
herkese (kamuya) ait olmayı ifade eden “Allah’ın devesine” (Nagatallah)
dokunmamayı, bunları talan etmemeyi, bunlar üzerinden mal ve servet yığmamayı
ifade eden Salih’in devesi kıssası (Şems; 91/11-15)… nı anlatarak başlamıştır.
Kıssa ilmi seviyesi en
düşük tabakaya tevcih edilen ve uygulanan eğitim ve öğretim şeklidir. Şimdiki zamanda
kıssalar ancak “Allah Teâlâ’dan en çok korkan alimlerdir” sınıfına hitap
eder şekline geldiği için değersizdir. Birkaç yabancı terimi ağzında geveleyen
aydınlar denilen kesim, bu konulara dahi değinmeyi faziletli bulmaz. Anlatırlar,
yine anlatırlar, sonuçta suya sabuna dokunmadan nevalesini doldurup, meclisini
terk edip, tozlarını bile emanet bırakmadan giderler. Kapitale tapanların
bile münafık olduğu günümüzde, dine inananlara çok söz bile söylemek insanın
zoruna gidiyor.
Bir konuda uzmanlaşırsın. Sana da konuş,
derler konuşursun. Fakat doğru konuşursam başımı yerler diye hakkı konuşmaya
korkuyorsan veya doğru konuşur gibi konuşuyorsan, bu duruma cevap vermek mümkün
değildir. Son günlerde küresel sermayeyi tenkit edenler, küresel sermayeye
uşaklık edenleri şöylece ucundan bile tenkit etmeden, gariban, karnını doyurmaktan aciz avamdan “şöyle
yapın, böyle yapın” diyorlarsa, bizler acaba aptal mı olduk, diye
düşünebilirsiniz. Halk, günahlara batar.
Halktan birşeylerin beklenilmesi doğrudur. Ancak devletin yapması gereken
şeyleri halktan bekleme istemine giriyorsanız, aydınlar sizin bu yaptığınıza
bir çok hakaret sözü elzem olur.. Ancak halkı aldatan kapitale tapan “Müslüman
münafıklar” için şunu söyleyebiliriz.
“Bu dünya yeni dünya düzencilerinin
mülkünde değil, Allah Teâlâ’nın mülkündedir. Eğer sizler put olma sevdasına
düşüp geminizi bulanık sularda “zarar ve menfaat” çizgisinde,
makyevelist düşünceler ile “hedefime varmak için her yol mubahtır”
zihniyeti ile uçmaya kalkarsanız, “batıl zâil olmaya müstahaktır” dan,
düşeceğinizi unutmamalısınız. Hz. Abdulmuttalip aleyhisselâmın Rabbi ona nasıl
ebâbillerini gönderdiyse, bugün yine “daha önceden misli olmayan” bir
şekilde gönderecektir. Unutmayalım ki; Dünyaya hakim olalım diye dinin paçavra
dönüşmesine izin verenlere Allah Teâlâ buyurdu ki;
“Ailene, akrabalarına,
halkına, ümmetine namaz kılmayı öğret, namazı muntazam kılabilecekleri bir
düzen kur, namaz kılmalarını emret, namazlarını kıldır, onlara rehberlik,
imamlık et. Kendin de namaza sabırla, metanetle devam et. Senden ekmek, aş
istemiyoruz. Aksine biz sana rızık, ekmek, aş veriyoruz. Güzel âkibet takvâ
esaslarını-Kur’ân esaslarını tavizsiz hayata geçirenlerindir, kulluk ve
sorumluluk şuuruyla, haklarına ve özgürlüklerine sahip çıkarak şahsiyetli
davranan, dinî ve sosyal görevlerinin bilincinde olan mü’minlerindir.” (Tâhâ, 132)
Hulasa devlete, millete,
halkına reis olanlara düşen en önemli görev “dini muhafaza” etmektir.
Dini muhafaza eden İslam’ı yaşatırken sosyal hayatın her penceresinde insanları
“ötekileştirme”den haklarına riayetkâr olur. Öyleki; "Şehrin
ortasında Latin Katolik papazlarının ayin taşları yerine, Müslüman sarığı
görmeyi yeğlerim!..” (Kostantin) dedirtecek kadar Müslüman olursak
kafirlere küfürlerini bile açıklarken İslâm’ın garantisi içinde olduğunu
hissettirebiliriz. Ancak riyakâr-mülkperest-korkak-menfaatçi vb
kelimesinin bile az geldiği “Müslüman münafıklar” ile sorunların
çözülemeyeceği görülmektedir. Bu şuna benzer, Anadolu’da tuzu varken Mısır’dan
tuz getirenlerin mescidlerde Allah Teâlâ’ya dua ederken başlarına doluda yağar,
karda yağar.
Manzara şu
ki; Gerçeği, gerçek zamanında konuşmaya korkan Müslümanlar olarak daha çok
çile çekeceğiz, görünüyor.
Devlet,
millet ve birey olarak her şey kendine düşen görevini yaparken, biri diğerinden
fedakarlık bekliyorsa, adalet ve kuvvet zayıflar için uygulanırken, kudret
sahibi zenginler için uygulanmadığı yerlerde zulüm vardır, demektir.
Dünyanın sahibi olan Allah
Teâlâ mazlumunda sahibidir. Mazlumların hakkını tahsil etmekte hiç de aciz
değildir. Ancak acele etmez. Ancak, “Evin dışındakiler suçlu değil, bizler
suçluyuz.”
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar