SANCAKTAR CHRISTOPH RILKE’NİN SEVGİSİNE VE ÖLÜMÜNE DAİR- Rainer Maria RİLKE
Oruç ARUOBA
Die Weise von Liebe und Tod des
Cornets Christoph Rilke, 1899 yılının güzünde, (Rilke’nin hemen bütün şiirleri gibi) bir
solukta yazılmıştır. Şair, nice sonra, 1924’de, Pongs'a yazdığı bir mektupta
bunu şöyle anlatır:
«...tek bir gecenin beklenmedik
armağanıydı, bir güz gecesi, gece rüzgârında alevleri titreyen iki mum
ışığında yazıldı; ona, bulutların ayın önünden geçip gidişleri neden oldu,
içeriğine gelince, bir-iki hafta önce miras yoluyla elime geçen bazı aile
evrakıyla ilk karşılaşmama borçluyum bunu.»
Yoğun bir geçiş dönemi yaşamaktadır Rilke, bu yüzyıl dönümünde:
İki yıl önce, Mayıs 1897’de tanıştığı Lou Andreas-Salome, bütün ağırlığıyla yaşamındadır. Onun
'esinlendirdiği' Floransa Günlüğü, bir yıl içinde tamamlanmıştır. Haziran 1898’de, Rilke İtalya’dan ayrılarak, Lou ile kocasının Berlin’deki
evlerinin yakınma taşınır. 1899’
un baharında da iki dost-sevgili ilk Rusya gezisine çıkarlar,
Haziran’da dönerler.
İtalya ile Rusya, Güney ile Kuzey arasında bu yolculuk, şairin
yaşamı boyunca bir kaç kez katedeceği ‘aşma/ öteye geçme/yeniden başlama’
yolunun ilk durağıdır. (Bu arada, adını bile değiştirmiştir Rilke: Vaftizinde, biraz da 'soyluluk’ merakıyla olsa gerek, Rene Karl Wilhelm Johann Josef Maria adı verilmiş şair, o döneme
dek kullandığı Fransızca ‘kokan’ Rene’yi bırakıp Rainer’de karar kılar.)
Bu dönemde, sanki ‘bünyesinden dışarı atmakta olduğu bazı ‘yerel’
ve ‘ulusal’ «değerler», son bir patlama içinde yerli-yerine konup geride
bırakılır. Annesinden gelen ‘aristokrasi' merakının karışmasıyla, gençlik
gelişmesinde önemli bir yer Tutmuş Çek-Bohemya ‘ulusallığı’, bu patlama içinde dostluk/sevgi/ölüm çerçevesine,
kişi ilişkisi ağırlıklı bir düzeye oturtulur. ‘Büyük ata’; o «Sancaktar» olmuş «şehit» soylu genç, Christoph Rilke, bir kişidir artık: dostluk kuran,
seven ve ölen.
Şairin yerleşik değerlerle belki de ilk hesaplaşışıdır bu-.
Çevresinde büyük bir hızla çeşitli faşizm biçimlerine yönelmiş ‘ulusallık’lann
karşısına koymak için Avrupa’ nın dört-bir yanından, «Fransa’dan, Burgonya’dan, Felemenk’ten, Kaernten vadilerinden,
Bohemya kalelerinden» getirdiği «Baylar»la; yerel halktan ırzına geçilmiş ve öldürülmüş insanların
yanından geçen ve bu «yabancı ülkede», bir Fransız ile dostluk kurdurduğu, adını bile sormayan Macar
Kontes ile bir aşk gecesi yaşattığı ve sonunda da ‘şanlı bir biçimde ölüme
gönderdiği «Langenau’lu»yla, gelmekte olan yüzyılı kasıp kavuracak acılara,
ulağın «ağlarken göreceği» ananın gözyaşları kadar keskin bir soru işareti
getirir Rilke: Önemli olan dostluk, sevgi ve ölüm değil midir —söz konusu olan bir «sefer» ve bir «sancak» bile olsa?...
Ama biz, çevirmenlik haddimizi daha fazla aşmadan ‘yorum’u kesip,
çevirisini sunduğumuz şiirle ilgili «somut» bazı noktalan belirtmekle
yetinelim:
Şiirin ilk biçimi, yayıncı
bulamaz: Rilke’nin kendi yayımcısı Axel Juncker de geri çevirir metni. Ancak
Ekim 1904’de, Prag’da yayımlanan bir dergide, yayımlanır Christoph Rilke’nin ‘gözden geçirilmiş’ biçimi;
1906’da da yayıncı Juncker kitaplaştırır metni. Ve yalnızca elli kişi satın
alır bu basımı.
Sancaktar Rilke’nin ‘şans’ı,
1912’de, (bugün ünlü) Insel Yaymevi’nin 1 numaralı kitabı olarak basılmasıyla açılır
—Avrupa’nın kırk yıl-kırk gece yaşayacağı savaş «düğün»leri boyunca okurlarını
bulur şiir.- 1958'de milyonuncu nüsha sınırına dayanmıştır...
Buradaki çeviride Insel baskısı esas alınmıştır. Şiirin
parçaları herhangi bir başlık ya da numara taşımazlar; yalnızca herbiri ayrı
sayfalarda yer almakla biribirlerinden ayrılmışlardır.
ORUÇ ARUOBA
Aile hâtıralarını ise «Süvari
alayı sancakçısı Christoph Rilke’nin aşk ve ölüm şarkısı) (Die Weise von Liebe
und Tod des Cornets Christoph Rilke, 1907) adlı nuveli (Nouvelle: uzun hikâye.)
«...24 Kasım 1663’de Otto von
Rilke’ye / Langenau, Graenitz ve Ziegra / Lindada, Macaristan da şehit düşen
kardeşi Christoph’un Linda malikanesindeki payları teslim edildiyse de,
kendisinden bir alındı talep edildi / ki teslimat geçersiz ve yürür süz kılına
/ eğer ki (getirilen ölüm ilâmına göre Avusturya İmparatorluk Ordusu, Pirovano
Kontluk Alayı,
Heyster Süvari Bölüğünde...
Sancaktar olarak ölen) kardeşi Christoph geri döne...»
**
Sür, sür, sür, gün boyu, gece
boyu, gün boyu.
Sür, sür, sür.
Ve öylesine yorgundur yürek, özlem
de öylesine büyük.
Hiçbir dağ yoktur artık, neredeyse
hiçbir ağaç.
Hiçbir şey yüreklenip çıkmaz
ortaya.
Yabancı kulübeler çömelmiştir
susuz susuz güdük çeşmelere.
Hiçbir yerde yoktur bir kule.
Ve hep aynı manzara.
Fazla iki gözü de kişinin.
Ancak gecenin içinde bazen yolu
tanıdığını sanır kişi.
Belki geceleyin gerisin geriye kat
ederiz hep, yabancı güneş altında zorlukla elde ettiğimiz yol parçasını?
Olabilir.
Güneş ağır; bizde, yaz ortasındaki
gibi.
Oysa yazdı ayrıldığımızda.
Yeşilliğin içinde uzun uzun
pınldamıştı kadınların giysileri.
Şimdiyse sürüp gidiyoruz boyuna.
Güz olmalı öyleyse.
En azından orada, hüzünlü
kadınların bizi bildiği yerde.
Langenau’lu eğerde kaykılır, der:
«Bay Marki...» Yanındaki ufak narin Fransız, ancak üç gün konuşup gülmüştür.
Şimdiyse, bilmiyordur artık
hiçbirşey.
Uyumak isteyen bir çocuk gibidir.
İnce beyaz sivri yakalığı toz
tutmuştur; ama farketmez bunu.
Yavaş yavaş büzülüp kuruyordur
kadife eğerinin üstünde.
Ama Langenau’lu güler, der: «Ne
ilginç gözleriniz var, Bay Marki.
Belli ki annenize çekmişsiniz...»
Bunun üzerine canlanıp dikilir
ufaklık, yakalığını silkeler, yenilenmiş gibidir.
Birisi annesinden söz ediyor.
Bir Alman besbelli.
Yüksek sesle, yavaş yavaş diziyor
sözlerini.
Çiçek demetleyen bir kız gibi,
düşünceli düşünceli çiçekleri yan yana koyup deneyen, daha bilmeden sonunda
bütün demetin nasıl olacağını — öyle koyup diziyor sözlerini.
Alaylı mı? Acılı mı? Herkes kulak
kabartıyor.
Tükürmeler bile duruyor.
Çünkü bilenlerdir bu baylar,
hepsi, yakışık alanı.
Almanca bilmeyenler bile
anlıyorlar hemen, hissediyorlar sözlerin yükünü: «Akşamleyin» ...«küçülmüştü...»
Çünkü yakındır hepsi biri birine,
bu baylar,
Fransa’dan gelen, Burgonya’dan,
Felemenk’ten, Kaernten vadilerinden, Bohemya kalelerinden gelen, İmparator
Leopolddan.
Çünkü birinin anlattığını
yaşamıştır ötekiler, tam da o biçimiyle.
Yalnızca tek bir ana varmış
gibi...
Böyle sürüp gidilir, akşamın
içine, herhangi bir akşamın.
Yine susulur, ama yitmemiştir
hafif sözler.
Derken çıkarır Marki miğferini.
Saçları, koyu saçları, yumuşaktır;
eğince başını öne, yayılıverir kadınsı bir edayla omuzlarına.
Şimdi görür Langenau’lu da:
Uzaklarda yükselmiştir bir şey bu pırıltıda, ince birşey, koyu.
Bir yalnız sütun, yarı yarıya
yıkık.
Ve uzun bir süre geçtikten sonra
birden anlar, bunun bir Madonna olduğunu.
Gece ateşi.
Oturulur çevresinde, beklenir.
Beklenir biri şarkı söyleyene dek.
Ama öylesine yorgundur ki kişi.
Ağırdır kızıl ışık.
Gelir durur tozlu çizmelerin
üstünde.
Tırmanır dizlere dek, kavuşmuş
ellerin içine bakar.
Yoktur ki kanatlan.
Koyu koyu durur yüzler.
Gene de, bir an pırıldar küçük
Fransız’ın gözleri, kendi ışığıyla.
Bir küçük gülü öpmüştür, çıkarıp;
şimdi göğsünde solmasını sürdürebilir, o gül.
Görmüştür bunu Langenau’lu, uyku
tutmamıştır onu çünkü.
Şöyle düşünmüştür sonra: Benim
gülüm yok, biç yok.
Sonra odur başlayan şarkı
söylemeğe.
Eski, içli bir havadır bu, sılada
tarlaya çıkan kızların söylediği; sonbaharda, hasat sona ererken.
Küçük Marki der: «Epey gençsiniz,
Bayım?».
Langenau’lu da, yan hüzünlü yarı
avunçlu: «Onsekiz», der.
Sonra susarlar.
Epey sonra sorar Fransız: «Sizin
de var mı bir yavuklunuz sılada, Bay Junker?»
«Sizin?» diye geri sorar
Langenau’lu.
«Sarışındır, sizin gibi.»
Ve susarlar yeniden, Alman
haykırana dek: «Peki,
Tanrı aşkına, niye böyle eğer
üstünde sürüp gidiyorsunuz bu zehirli ülkede kâfir köpeklerin üstüne?» Marki
gülümser.
«Geri dönebilmek için.»
Ve hüzünlenir Langenau’lu.
Bir sarışın kız anımsar, birlikte
oyun oynadığı.
Kinci oyunlar.
Ve sılada olmak ister, bir an
için, yalnızca şunu söyleyebilecek bir süre için: «Magdalena — bağışla hep öyle olduğumu.»
Olduğumu — mu? diye düşünür genç bay.
— Öylesine uzakdırlar ki.
Birden, sabahleyin, bir süvari
belirir, sonra bir ikinci, dördüncü, onuncu.
Baştan aşağı zırhlı, kocaman.
Sonra peşlerinden binlercesi:
Ordu.
Ayrılma zamanıdır.
«Mutlu dönün sılaya, Bay Marki — »
«Meryem sizi korusun, Bay Junker.»
Ve ayrılamazlar bir türlü.
Dostturlar birden, kardeştirler.
Daha verecekleri çok sır vardır
biri birlerine: çünkü öylesine çok şey vardır ki şimdiden, birinin öteki
üzerine bildiği.
Duraksarlar.
Etraflarında itiş-kakış ve nal
sesleri.
Derken Marki kocaman sağ
eldivenini çeker.
Küçük gülü çıkarır dışarı, bir
yaprağını koparır.
Kutsal emaneti kırar gibi.
«Bu sizi korur.
Hoşçakalın.»
Langenau’lu kalakalır.
Uzun süre bakar Fransızın
ardından.
Sonra zırhının altına sokar
yabancı yaprağı.
Ve yüreğinin dalgalanmalarıyla bir
yukarı bir aşağı oynayıp durur yaprak.
Boru çalınır.
Orduya doğru sürer, Junker.
Hüzünle gülümser: bir yabancı
kadındır şimdi onu koruyan.
Gün boyu kalabalığın içinde.
Küfürler, renkler, gülüşler — :
bunlarla dolu, kamaşır toprak.
Rengârenk çocuklar gelir koşarak.
Paçavralar ve bağırışlar.
Kızlar gelir, akan saçlarında mor
şapkalar.
Göz kırpışları Oğlanlar gelir,
gezgin geceler gibi kara demir renkli.
Yakalarlar kızları ateşli,
giysileri yırtılasıya.
Davul kenarlarına bastırırlar.
Ve çırpınan ellerin korunma
çabalarıyla uyanır davullar, düşteymiş gibi tımbırdarlar, tımbırdarlar.
Ve akşamleyin lambalar tutulur
yüzüne, garip lambalar: Şarap, demir miğferlerin içinde parıldar.
Şarap mı? Yoksa kan mı? — Kim
ayırdedebilir ki?
Sonunda Spork’un karşısında.
Kıratının yanında dimdik yükselir
Kont.
Uzun saçında demir pırıltısı.
Langenau’lu sormamıştır.
Generali tanımış, atından yere
atlamış, bir toz bulutu içinde diz çöküp baş eğmiştir.
Yanında bir yazı vardır onu Konta
tanıtacak.
Kont buyurur: «Oku bakalım
neymiş.» Ve dudakları oynamamıştır.
Bu iş için gereksemez dudaklarını;
ancak küfretmeğe yarar onlar.
Ötesi için de sağ eli konuşur.
Hemen.
Bellidir bu.
Genç bay çoktan bitirmiştir
okumasını.
Artık bilmiyordur nerede
durduğunu.
Spork Her şeyin önündedir.
Gökyüzü bile çekip gitmiş.
Derken Spork, koca komutan
konuşur: «Sancaktar.»
Ne çok şey bu!
Bölük Raab’ın karşı kıyısındadır.
Langenau'lu sürer oraya, yalnız.
Düzlük.
Akşam.
Eğerinin önündeki kılıf pırıldar
tozun içinde.
Derken ay çıkar.
Ellerinde görür onu.
Düş kurar.
Ama birden bir çığlık.
Çığlık, çığlık, yırtar düşünü.
Baykuş değildir bu.
Acıyın bana:
Orada duran tek ağaçtır, çığlık
atan:
Yardım edin!
Ve bakar: ağaç biçimlenir.
Biçimlenir bir gövde ağaç boyu,
bir genç kadın, kanlı ve çıplak, belirir: Kurtarın beni!
Ve atlar iner kara yeşilliğe ve
keser sıcak sicimleri: ve bakışlarının pırıltısını görür ve dişlerinin
ısırışını.
Gülüyor mudur?
İçi bulanır.
Ve birden atının üstündedir
ve koşturur gecenin içine.
Kanlı kırnaplar sımsıkı avucunda.
Langenau’lu mektup yazar,
düşünceye daluış.
Yavaş yavaş çizer büyük, özenli,
dik harfleri:
«Benim iyi anam, onurlan: Sancağı
taşıyorum, kaygılanma: Sancağı taşıyorum, beni sev: Sancağı taşıyorum—»
Sonra saklar mektubu içine,
zırhının altındaki en mahrem yere, gül yaprağının yanma.
Ve düşünür: Yakında kokusu siner
ona.
Ve düşünür: Belki biri bulur
birgün onu-..
Ve düşünür: ...; çünkü düşman
yakındır.
Vurulup düşmüş bir köylünün
üstünden geçerler.
Gözleri açıktır, birşeyler yansır
içlerinde; gök değildir bu.
Sonra köpekler ulur.
Bir köy demek ki, sonunda.
Ve kulübelerin üstünde bir kale
yükselir taşlı Köprü açıktır onlara, geniş.
Kapı büyür.
Yukarıda bir boru buyur eder.
Dinle: Patırtılar, takırtılar,
köpek havlamaları.
Avluda kişnemeler, nal sesleri,
bağırışlar.
Konaklama! Konuk olmak arada bir.
Boyuna kendi doyurmamak kendi
isteklerini, yoksul erzakla.
Boyuna düşmanca olmadan Her şeye;
bir kez bırakmak, sunulsun Her şey ve bilmek: iyidir olup-biten.
Cesaret de arada bir uzanabilmeli
ve ipek döşeklerin kıyısında kıvrılabilmeli.
Boyuna asker olmamak.
Arada bir serbest bırakmak
bukleleri, yakayı açmak ardına dek, ipek yastıklara yaslanmak, tırnak uçlarına
dek, öylesine: hamam sonrasında olmak.
Ve yeniden öğrenmek, kadın nedir.
Beyazlar ne yapar ve maviler
nasıldır; elleri ne gibidir, gülüşleri nasıl şakır, sarışın oğlanlar güzel
tepsileri getirince, tatlı meyvelerle yüklü.
Yemek olarak başlar.
Ve bir şölen olur, kimse bilmeden,
nasıl.
Yüksek alevler dalgalanır, sesler
yankılanır, biribirine giren şarkılar çınlar camlarda, pırıltılarda ve sonunda
olgunlaşan vuruşlardan: fırlayıp çıkar dans.
Ve çeker çıkarır herkesi ortaya.
Bir dalgalanmadır bu topuklarda,
bir buluşma ve bir seçme, bir ayrılma ve bir kavuşma, pırıltıları içme ve
ışıklarda körleşme, bir salınma yaz rüzgarlarında, sıcak kadınların
giysilerinden esen.
Koyu şaraptan ve binlerce gülden
dökülerek akar saat kendinden geçerek gecenin düşüne.
Ve biri durmuş şaşıyordur bu
görkeme.
Ve öyledir ki, bekler uyanır mı
diye.
Çünkü kişi ancak düşte seyreder
böylesi ululuğu ve böyle şölenlerini böylesi kadınların: en küçük devinimleri
bir büklümdür, mücevherlerle dökülen.
Kurarlar saatleri gümüş
söyleşilerle ve bazen öyle oynatırlar ki ellerini, şöyle —sanırsın,
ulaşamadığın biryerlerde, kokulu güller dererler, göremediğin.
Ve o zaman düş kurarsın: Süslenmek
onlarla ve başka türlü bir mutlu olmak ve bir taç edinmek, boş duran alnına.
Beyaz ipek giymiş biri, anlar,
uyanamayacağım; çünkü uyanıktır ve aklı karışmıştır gerçeklikten.
O zaman kaçar düşün içine, durur
bahçede, kara bahçede yalnız.
Ve şölen uzaktadır.
Ve yalancıdır ışık.
Yakındır gece çevresinde, serin.
Ve sorar, yakınlaşan bir kadına:
«Sen gece misin?»
Güler kadın.
Utanır o zaman o da beyaz
giysisinden.
Ve uzakta ve yalnız ve zırh içinde
olmak ister.
Baştan aşağı zırh içinde.
«Unuttun mu, kulum olacaktın bu
günlük? Bırakacak mısın beni? Nereye gidiyorsun? Beyaz giysin hakkım benim—»
«Kaba urbanı mı özlüyorsun?»
«Üşüyor musun? — Sıla özlemi mi
çekiyorsun?» Kontes güler.
Hayır.
Ama şundan ki, çocukluk düşmüştür
omuzlarından, o yumuşak koyu giysi.
Kim çekip almıştır onu? «Sen mi?»
diye sorar, daha önce işitmediği bir sesle.
«Sen!»
Ve şimdi hiçbirşey yoktur
üzerinde.
Çıplaktır, bir aziz gibi.
Aydınlık ve ince.
Yavaş yavaş söner ışıkları
kalenin.
Herkes ağırdır: yorgun ya da
sevdalı ya da sarhoş.
Onca boş, uzun sefer gecelerinden
sonra: Yataklar.
Geniş meşe yataklar.
Başka türlü yatılır onlarda,
duayla, seferdeki yamru-yumru siperlerden başka, içinde uyumağa çalışınca mezar
olup çıkan.
«Tanrım, sen bilirsin!»
Daha kısadır yatakta dualar.
Ama daha içten.
Kuledeki oda karanlıktır.
Ama aydınlatırlar yüzlerini
gülüşleriyle.
Körler gibi elleriyle yordarlar
önlerini ve bulurlar ötekini, bir kapı gibi.
Sanki çocuklar gibi, geceden
ürken, yaklaşırlar, içlerine girerler biribirlerinin.
Ama korkmazlar hiç.
Hiçbirşey yoktur, onlara karşı
olabilecek: ne dün, ne yarın; çünkü yıkılıp gitmiştir zaman.
Ve çiçeklenip açarlar onlar da,
onun yıkıntılarında.
Beriki sormaz «Kocan?» diye.
Öteki sormaz «Adın?» diye.
Bulmuşlardır ya biribirlerini,
biribirlerine yeni bir cins olmak için.
Biribirlerine yüzlerce yeni ad
vereceklerdir ve yeniden alacaklardır biribirlerinden, yavaşça, bir küpe
çıkarır gibi.
Taşlıkta bir koltuğun üstünde
asılıdır zırhı, kemeri ve pelerini, Langenau’lunun.
Eldivenleri yerde, yatar.
Sancağı da dik, durur, pervaza
dayalı.
Kara ve ince.
Dışarıda koşturup durur bir
fırtına gökten öteye parça parça eder geceyi, ak ve kara.
Uzun bir bakış gibi gelip geçer
ayışığı ve huzursuzdur gölgeleri sancağın.
Düş görür.
Bir pencere mi açık? Fırtına mı
içeri girmiş. Kim vuruyor kapıları? Salonlarda gezen kim? —Bırak.
Kim olursa olsun.
Kuledeki odaya giremez ki.
Yüz kapı ardında gibidir o büyük
uyku, iki insanın ortaklaşa uyuduğu; b i r ana ya da b i r ölüm gibi ortak.
Sabah mı bu? Hangi güneş doğuyor?
Bu kadar büyük mü güneş?
Bunlar kuşlar mı? Sesleri
heryerde.
Her şey aydınlık, ama gün değil
bu.
Her şey ses içinde, ama kuş
sesleri değil bunlar.
Bunlar payandalar, parıldayan.
Bunlar pencereler, haykıran.
Ve haykıran, kızıl kızıl, düşmana
değin, dışarıda balkıyan toprakta düşmana değin, haykıran: Yangın.
Ve yüzlerinde yırtılmış uykuları
koşuşurlar hepsi, yarı demir, yarı çıplak, odadan odaya, sofadan sofaya ve
ararlar merdivenleri.
Ve çarpılmış soluklarla kekeler
borular avluda: Toplanın, toplanın!
Ve çırpınan davullar.
Ama sancak yoktur.
Çağın: Sancaktar!
Çılgın atlar, dualar, çığlıklar,
küfürler: Sancaktar!
Demir demire, buyruk ve komut;
sessizlik: Sancaktar!
Ve bir kez daha: Sancaktar!
Ve fırlar dışarı bütün kaynayan
atlar.
Ama sancak yoktur.
Yarışır yanan sofalarla, kapıların
içinden, alevlerle sarılı, merdivenlerden, derisini dağlayan, fırlar çıkar
harlı binadan.
Kollarındadır sancak, benzi atmış
baygın bir kadın gibi.
Ve bir at bulur, şimdi, bir çığlık
gibidir: Her şeyin üstünden öteye, herkesin önüne, kendininkilerin de.
Ve sancak da kendine gelir o
zaman, ve hiçbir zaman olmadığınca görkemlidir şimdi; şimdi görür hepsi onu,
uzakta, ileride, tanırlar aydınlık, gömleksiz adamı ve tanırlar sancağı...
Ama birden pırıldamağa başlar,
yayılır dörtbir yana ve kocaman oluverir, kıpkızıl...
Orada yanmaktadır sancakları
düşmanın ortasında, koşarlar onlar da peşinden.
Langenau’lu düşmanın içindedir,
ama yalnız.
Korku değirmi bir uzam kurmuştur
çevresinde, o da içindedir onun, yavaş yavaş yanıp tükenen sancağıyla.
Yavaş yavaş, sanki düşünceli
düşünceli çevresine bakar.
Birçok yabancı, rengârenk şey
vardır önünde.
Bahçe —diye düşünür ve gülümser.
Ama hisseder birden üzerindeki
gözleri ve görür adamları ve anlar, kâfir köpeklerdir bunlar—: sürer atını üzerlerine.
Ama, arkasında şimdi kapanırken
saflar, gerçekten de bahçedir yeniden orası ve ona doğru fırlayan onaltı
yuvarlak mızrak, ışın ışın, bir şölendir.
Şıkırdayan bir fıskiye.
Zırh kalede yanmıştır, mektup da,
o yabancı kadının gül yaprağı da.
—
Ertesi ilkbahar (hüzünlü ve
soğuktur gelişi), Kont Pirovano’nun ulağı atını sürer yavaş yavaş Langenau’ya.
Orada yaşlı bir kadının ağlayışını
görecektir.
Kaynak:
Sancaktar Chrıstoph Rilke’nin Sevgisine Ve Ölümüne Dair- Rainer Maria RİLKE Şiir.
Ada Yayınları hzl: Oruç ARUOBA Kent Basımevi, Ekim, 1984- İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar