Zeki Tez, Biyolojinin Kültürel Tarihi
“ALİ BABA’NIN ÇİFTLİĞİNDE
Ulusal Hayvanımız: At
Atı Hititler
evcilleştirmişlerdi. Kentaur’lar (atadam), Helenlerin gördüğü ilk Hitit
atlılarıydı. Romalı Aelianus (-175-235), De natura animalium (Canlıların Doğası
Üzerine) adlı eserinde, atlan ürkmemeye alıştırmak için, Perslerin içi saman
dolu kuklalar kullandıklarından söz eder. François Rabelais’nin (1494-1553)
Cargantua adlı eserinde bu konu ile ilgili olarak şu ilginç öykü yer alır:
“Makedonya Kralı Philippos, oğlu İskender’in akıllılığını, bir atı ustaca
kullanmasında görmüştü. O at öylesine yaman, azılı bir attı ki, kimse üstüne
binemiyordu. Çünkü bütün binicileri yere atıp, kiminin boynunu, kiminin
bacaklarını, kiminin kafasını, kiminin çenelerini kırıyordu. İskender, atların
gezi ve eğitim yeri olan Hippodrom’da bunları görünce, atın azgınlığının,
gölgesini görüp korkmasından ileri geldiğini anlayıverdi. Bunun üzerine ata
binip, onu güneşe karşı sürdü. Böylece, gölge arkaya düştü ve at, buyruğuna
girdi. ..” Büyük İskender’in (yön. 336-323) savaşlarda bindiği ünlü atının adı
‘Bukephalos’ (“Öküz Kafalı”) idi ve üzerine yalnızca onun binmesine izin
verirdi.
Başka bir görüşe göre
ise at, yaklaşık İÖ 2700 yıllarında şimdiki Ukrayna’da yaşayan göçebeler
tarafından evcilleştirilmiştir. Atın savaş, ulaşım ve tarımın vazgeçilmez bir
öğesi durumuna gelmesi, ancak nal, hamut ve üzenginin bulunmasıyla olmuştur. IS
5. yüzyılda Çin ve Moğolistan’da kullanılan metal üzengi, 13. yüzyılda Asya’nın
büyük bir bölümünü ellerine geçiren Moğollar’a olağandışı bir askerî üstünlük
sağlamıştır.
At, Araplarda her zaman
önemli bir konum kazanmış ve ona doğaüstü bir köken de yakıştırılmıştır. Hz.
Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem, “Burak” adlı atının üzerinde Kudüs’e
gelerek oradan Mirac’a çıkmıştır. Arap atı, nispeten yeni bir kökten, ilk
olarak 7./8. yüzyılda Yemen ve Suriye ırklarının çaprazlanmasıyla ortaya
çıkmıştır.
Hz. Muhammed’in beyaz
dişi atının (ya da katırının) adı “Düldül” idi. Kirpi anlamına gelen bu ad,
katıra, hızlı yürümesin-den ötürü verilmişti. Hz. Muhammed, savaşlarda bindiği
bu hayvanı, daha sonra damadı Hz. Ali’ye armağan etmiştir. Bu hayvan, Hz.
Muhammed’e “Afyar” adlı eşekle birlikte Mukavkis tarafından armağan
edilmişti. Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem döneminde din savaşları
sırasında ele geçen ganimetten, savaşa atı ile katılan 3 pay (paylardan ikisi
ata, biri savaşçıya), yaya katılan ise bir pay almaktaydı.
Ev hayvanları arasında
en önde at geliyordu ve Müslüman yayılmacılığında çok önemli bir rol oynamıştı.
Çeşitli at ırklan tanınıyordu. Küçük ve kalın yapılı Türk-Moğol atı, Asya
bozkırlarının safkan ürünü idi. İran’dan gelen iri beygir, savaş donanımının
ağırlıklannı taşıyabiliyordu. Ispanya’nın fethinden sonra başka ırklarla
karıştırılan Berberi atı, Batı Avrupa at ırklarının temelini oluşturdu. İran
atlarının Berberi aygırları ile çaprazlanmasından oluşan Suriye atlarının,
yeniden Arabistan’ın yüksek yaylalarının atlan ile çaprazlanmasından ise Arap
atı oluştu ve bu ırk, öncelikle Mısır’da, Arabistan’da ve İspanya’da
yetiştirildi.
Haçlı Seferleri
sırasında Batı’daki atların boyu küçüktü ve Arap atlarından farksızdı. Türkler
ise, günümüzde hâlâ Moğolların atları gibi, küçük atlara biniyorlardı.
Antakya’dan itibaren Haçlıların karşılaştıktan Bağdat ve Kahire kuvvetlerinin
süvarilerinde ise büyük boy İran atları vardı ve bu atlar, Batı’nın henüz
görmediği biçemde ağır zırhlarla korunuyorlardı.
Marco Polo’nun
(1254-1324) Çin gezisinin ardından yayımlanan günlüğüne göre Kubilay Han’ın
(yön 1260-1294) 300 000 atlı posta düzeni vardı ve her 40-48 km’de bir istasyon
bulunuyordu.
Arapça sıfat-fiil
“mubaitir” ve fiil “baitara”dan gelen ve “veteriner” karşılığı olan “baitâr”
sözcüğü, bizzat Yunanca “at hekimi” anlamına gelen sözcükten türetilmiştir.
Magnesia’lı (Manisa’lı) Theomnestos’un, yalnızca Arapça çevirisi günümüze
ulaşan metninin, Arap hayvan hastalıkları tedavi sanatına büyük etkisi
olmuştur. Araplar bu eseri, Bithynia’lı (Kocaeli’li) Apsyrtos aracılığı ile
tanımışlar ve bu eserden İbn Ahi Hizâm (9. yüzyıl ikinci yansı), Kitab el-Hayl
ve’l-Baytara (Atlar ve At Tedavi Sanatı Kitabı) adlı eserinde çok
yararlanmıştır, ibn Ahi Hizâm’ın eserinin 1536 yılında Türkçe olarak
çoğaltılmış bir kopyası Süleymaniye Kütüphanesi Fatih Bölümü’nde bulunmaktadır.
Bu eser, tarım konusunda ünlü bir eserin yazarı olan Ebu Zekeriya ibn
el-Avvâm’ın (13. yüzyıl), Türkçe’ye de 1590 tarihinde çevrilmiş olan Kitab
el-Filâha (Çiftçilik Kitabı) adlı eserine kaynaklık etmiş ve orada inceden
inceye değerlendirilmiştir.3 Ortaçağ’m en büyük veteriner hekimlerinden biri
olarak kabul edilen Ebu Bekr ibn Bedr (14. yüzyıl) tarafından kaleme alman
Naseri adlı baytamâme, 1563 yılında Hüseyin bin Abdullah tarafından kopyalanmış
olup 16.-17. yüzyıla kadar yeri doldurulmayacak bir eser olarak kalmıştır. 13.
yüzyılda Memluk Sultanı El-Nâsır Muhammed ibn Kalavun (yön. 1279-1290), atın,
kutsal ve saygın bir yaratık olduğunu düşünmekteydi. Çeşitli dönemlerde,
atların bakımı, özellikleri ve hastalıklarının tedavisine yönelik olarak
“baytamâme” adı verilen eserler kaleme alınmıştır. Atın ayaklan kırılacak
olursa, kemikleri bir daha kaynamadığından o at öldürülürdü. 1466 tarihinde
Mısır’da yazılan anonim nitelikteki Kitab el-Zerdeka fî Marifet el-Hayl adlı
ünlü eserde, atın anatomik çizimlerine yer verilmiştir Dünyanın bilinen ilk
resimli hayvan anatomisi kitabı olan bu eserin İstanbul Üniversitesi
Kütüphanesi’ndeki nüshasında, 1467 yılı dolayında Mısır’da hüküm sürmüş olan
Memlûk Sultanı Zahir Seyfeddin Yelbay (ya da Bilbay) olduğu sanılan “Yılbay
Mirhâni bây el-Hamzavî” için hazırlanmış olduğu belirtilmiştir. Ortaçağ
veteriner hekimliğinin en önemli eserlerinden biri de Yemen’de Resul!
Hanedanı’nın beşinci sultanı olan Melik el-Mücahid Ali bin Davud tarafından 14.
yüzyılda yazılmış olan baytamâmedir. Bu baytamâme ile Naseri, ünlü bilim
tarihçisi George Sarton (1884-1956) tarafından 14. yüzyıl İslâm veteriner
hekimliğinin en önemli kaynakları olarak nitelenmişlerdir.' Osmanlı
İmparatorluğu ordusunda 1585 yılında Asya yakasında 40 bin, Avrupa yakasında
ise 100 bin at bulundurulduğu söylenmektedir.
Fransız Süvari Subayı
olan Lefebvre des Noettes’İn ( 1 7 7 3 - 1 8 2 2 ) , atların koşum konusuna değmen ilk kitap olan
L’attelage et le cheval de selle â travers les âges (Çağlar Boyu At) adlı eseri
1931’de yayımlanmıştır. Atlan doğru biçimde koşmanın yolu, hayvanın omuz
kürekleri üzerine oturacak keçeli, sert bir hamut yapmak ve nefes almasını
engellememekti. Bu tür koşum, Avrupa’da ilk kez 800 yılı dolayında
gerçekleşmiştir.
Günümüzde yapılan
ölçümlere göre atın çekim gücü öküzünkine eşittir. Ama her türlü hesap
yapıldığında (at daha hızlıdır, günlük çalışma süresi daha uzundur, ama daha
çok yemekte ve yaşlandığında daha fazla değer yitirmektedir; öküz ise
yaşlandığında kasaba gönderilebilmektedir), aynı işin yapılması halinde öküz,
rakibi attan % 30 daha pahalıya gelmektedir.
“ÇÖL GEMİSİ”: DEVE
Deve IÖ 2500’lerde Orta
Asya’da Amuderya ile Hindukuş dağlan arasındaki bölgede ya da Araplar
tarafından evcilleştirildiği ileri sürülmektedir. Tek hörgüçlü Arap
develerinden (hecin devesi; “Camelus bactrianus dromedarus") çok önce
Türkler, Orta Asya’nın Gobi ve Taklamakan çöllerinde iki hörgüçlü ve bol tüylü
Asya develerini (Baktriya devesi, “Camelus bactrianus bactrianus’’)
tanıyorlardı. Bir Afrika atasözü, “ Tanrı
önce çölü, ardından da hatasını düzeltmek için deveyi yaratmıştır” der.
Sıcak çöller, soğuğa dayanıksız ve dağlık bölgelere hiç yatkın olmayan bir
hayvan olan hecin devesinin alanı iken, soğuk çöller ve dağlar, iki hörgüçlü
Asya devesine aittir ve bunların paylarına düşen alanlar, Anadolu ve İran’ın
yukarı ve aşağısında kalmaktadır. Yakındogu ve Kuzey Afrika'daki uygarlıklar IS
3. ve 7. yüzyıllar arasında tekerli taşıtlarla sağlanan ulaşımdan vazgeçerek,
arabalar yerine deveden yararlanmaya başladılar. Tekerleğin icat edildiği bu
bölgede onun reddedilmesi, bin yıldan fazla sürdü. Bir yük hayvanı olarak deve,
öküzlerin çektiği tipik tekerli taşıtlarla kıyaslandığında açık nedenlerden
ötürü tekerli ulaşımdan daha çok tutuldu. Geniş çöllerdeki kum denizinde yol
alan "çöl gemisi" deve, gerçekten de öküzden daha çok yük
taşıyabilir, daha hızlı hareket edebilir ve daha uzun mesafe katedebilir.
Üstelik bütün bunları yaparken daha az yiyeceğe ve daha az suya gereksinim
duyar. Devenin yağ deposu niteliğindeki hörgücü, tıpkı küçükbaş hayvanların
kuyruk yağı gibi, yeterli besin bulamadıkları kış aylarında onların yiyecek
deposu görevini görür. Deve 57 °C
sıcaklıkta 17 gün boyu hiç su içmeden yürüyebilir. Tek hörgüçlü Arap devesi, 10 dakikada 95 litre su
içebilir. Diğer hayvanlara göre
terleme, deri yoluyla buharlaşma ve idrar ile daha az su kaybeder. Kısa yelesi
ve bedenine oranla geniş deri yüzeyi sayesinde sıcağa dayanır. Başka
hayvanların sindiremediği dikenli bitkileri ve kuru otları yiyebilir. Her türlü
engebeli araziyi aşabilir ve ırmakların sığ yerlerinden rahatlıkla geçebilir.
Bütün bu işleri yaparken nal ve mıh gibi sorunları da yoktur. Böylece develer
için ayrıca yük arabasının fazladan ağırlığını çekmek gibi bir sorun da yoktur.
Dayanıklı ve oldukça hızlı bir yük hayvanı olan deve, yüklü halde günde 50
km'ye kadar yol alabilir ve 3-5 beygir yükü (300 kilogram dolayında) kadar ağır
yük taşıyabilir. Bir kervanda 12 bine varan sayıda hayvan yer alabiliyordu.
Yakındoğu ve Ortadoğu’da, Orta Asya’da ağırlıklı taşımacılık, deve sırtında yapılıyordu.
Doğu’da ve Orta Asya'da iki hörgüçlü develerden yararlanılıyor ve bunlar
temelde İran ve Horasan'da yetiştiriliyordu. Arap Yarımadası, Suriye ve
Mısır'da ise taşımacılıkta tek hörgüçlü deve ve eşek kullanılıyordu. Her iki
cins deve zamanla birbirlerinin alanlarına taşmışlar; hecin devesi bir ara
Galya’nın (Fransa) kuzeyine kadar yayılmış, Asya develeri ise Balkan ülkelerini
fethetmiş ve 1529 tarihinde I. Viyana Kuşatması sırasında Osmanlı ordusunun
hizmetinde bulunmuştur. Bir deve kervanın deve başına ortalama 400-500 kg yük
hesabıyla 6 bin develik bir kervanda 2400-3000 ton yük taşınabildiği hesaplanır
ki 4-5 yelkenli geminin yüküne bedeldir.
Garip görünümlü
eğri-büğrü bir hayvan olduğundan deve, kimine göre beceriksizliğin bir
simgesidir. Çöl toplumlarında deve yarışı, popüler bir spordur. Çöl toplumları
açısından deve, değerli bir kutsal hayvan olarak düşünülür. Ancak,
İsrailoğulları’na göre deve, “geviş getirdiği, ama çift tırnaklı olmadığı
için”, temiz bir hayvan değildir. Yüzyıllar boyu, devenin hörgücünde su
depolandığına inanılırdı. Bu nedenle deve, ağırbaşlılığın, dengeliliğin,
sabırlılığın ve ılımlılığın bir simgesi olarak bilinir. Yemeden içmeden günler
boyu yol alabilir ve bir yağ dokusu kitlesi olan hörgücü, kıtlık zamanlarında
onu besler. Devenin diz çökerek yere
oturması, Hıristiyanlıkta, ibadetin simgesi olarak yorumlanmıştır.
“ZIRHLI ŞÖVALYE”: GERGEDAN
Antik dönemlerden sonra
canlı bir gergedanı gören ilk Batı’lı, 13. yüzyılın en önemli gezgini olan
Venedikli tüccar Marco Polo idi. Çin’den dönerken, bugünkü Endonezya’nın
Sumatra Adası’nda bu fil ayaklı ve boynuzlu, manda gibi tüylü bedeni olan
hayvanları gördüğünü anlatır. Boynuzlan dışında mitolojinin şık “unicom”lanyla
(tekboynuz) bir benzerlikleri olmadığına üzülür.
Ünlü Alman grafik
sanatçısı ve ressamı Albrecht (Pierseyahatnamesi 1477 yılında Nümberg’de
basılmıştı. Polo, Dürer, 1471’de Nümberg’de doğduğunda matbaa yeni icat edilmiş
ve Marco Polo’nun tarihin bu en heyecan verici ve inanılması güç yolculuğunun
yer yer ürkütücü öyküsünde, görmüş olduğu filleri, gergedanları, kaplanları ve
Uzakdoğu’daki insanların farklı yaşam biçimlerini anlatmıştır. Onun
seyahatinden sonra geçen zamanda Avrupa’dan Çin ve Hindistan’a deniz
bağlantıları keşfedilmiş ve gemilerle yapılan ticaret iyice artmıştı. Avrupalı
sanatçılar, Uzakdoğu’nun çeşitli dekoratif ürünlerini, ipekli kumaşları,
porselen ve değerli taşlardan yapılmış figüratif işleri, ince ince tasarlanmış
nesneleri işlerlerken, ağzından ateş üfleyen Çin canavarlarını, yarasa benzeri
yaratıkları ve benzerleri gibi birçok değişik stilize biyomorfik figürü kendi
yapıtlarında esin kaynağı olarak kullanmışlardır.
Gücerat Sultanı II.
Muzaffer tarafından Portekiz Kralı I. Manuel’e (yön. 1495-1521) armağan edilen
bir fil ile bir gergedan, Hindistan’dan uzun bir deniz yolculuğunun sonunda, 20
Mayıs 1515 tarihinde Lizbon limanına getirilmişti. Lizbon o sıralar Venedik’in
yerini almış ve Avrupa’nın kıtalararası ticaret merkezi olmuştu. Böylelikle ilk
gergedan Avrupa’ya gelmiş oluyordu. Portekizli kâşiflerin Hindistan’dan
getirdikleri hayvancağızın tek resmini, Valentine Ferdinand adlı bir ressam
çizdi. Sanatçı, aptal bir hayvan olan gergedanın ikide bir boynuzunu taşlara
sürterek bilediğinden söz eder. Bu hayvanı kendi gözleriyle görmemiş olan
Albrecht Dürer de ünlü gergedan resmini (Dürer’in yaptığı gergedan resimleri üç
adettir) buna bakarak yapmıştır ve bu nedenle resimde anatomik yanlışlıklar yer
almaktadır. Ancak Dürer, özellikle üstün hayal gücünü ve sanatçı yeteneğini
kullanarak bu resmin bir başyapıt olmasını sağlamıştır. Portekiz Kralı I.
Manuel tarafından Papa X. Leo’ya (özgün adı Giovanni de' Medici) (yön.
1513-1521) armağan edilen ve bütün heybetiyle Roma’ya girdiği sırada hortumunu
sallayarak piskopos ve kardinalleri sağa sola savuran fil, insanları neşeye
boğmuştu. Yine Manuel’in papaya armağan olarak göndermeyi düşündüğü gergedan,
gemiyle Roma sevk edilirken, Cenova açıklarında geminin batması sonucu sulara
gömülüp boğulmuş, başka bir bilgiye göre ise gemide ölen gergedanın bedeni
doldurularak sergilenmek üzere Lizbon’a geri gönderilmiştir. Dürer’in,
canlısını görmeden yaptığı bu gergedan resmi “doğru” değildi. Örneğin resimdeki
hayvanın sırtında ikinci bir boynuzcuk vardı; bedeni balık pullarıyla zırh
arası, kaplumbağanınkine benzer bir kabuk ile örtülmüştü. Yine de Dürer’in
çizimi bilimsel açıdan o zaman için elde edilebilir bilgileri yansıtan gerçek
bilimsel bir çizim olup son derece popüler oldu ve birçok yerde gerçek gibi
kullanıldı. Aynı yıllarda ve daha sonra yapılan birkaç tane daha doğru ve
gerçeğe yakın olan resimle ise kimse ilgilenmedi.158159 Conrad Gesner, dört
ciltlik Historia animalium’ unda (1560), diğer bilimsel şekiller arasında
Dürer’in gergedan çiziminin bir kopyasına da yer verdi. Ancak 16. yüzyıl
ortalannda basımcılar, basacaklan yeni bir esere, daha önce yayımlanmış
eserlerdeki kimi resimleri koymayı düşündüklerinde, bir sanatçıya o gravürlerin
kopyalarını hazırlatırlardı. Bu bağlamda Gesner’in 1560 tarihli gergedan resmi,
Dürer’in ahşap baskı resminin ters imgesi hazırlanarak basılmıştı.
Conrad Lycosthenes’in
(1518-1561) Prodigiorum ac ostentorum chronicon... (Alametler ve Kerametler
Işığında Tarihsel Notlar...)
(Basel, 1557) adlı
kitabında bir gergedan resmi yer almaktadır (Şekil 104). Bu ender kitabın,
doğanın tuhaflığı konusunda ilk resimli kitaplardan biri olduğu düşünülebilir
ve Rönesans döneminin en zengin illüstrasyonlarından kimilerini içerir. Eser,
Ortaçağ’ın boş inanca dayalı ve sanal çeşitli yaratıklarını işlemekte ve
buradaki gergedan resminin, Dürer’inkine dayandığı anlaşılmaktadır.
17. yüzyıl başlarında ve
ortalannda gergedan resmi, İngilizce kitaplarda değişik iki versiyon halinde
yeniden karşımıza çıkar. Biri Jan Jonston’un Historiae naturalis de
quadrupedibus (Dörtayaklıların Doğa Araştırmaları Üzerine) (1657) adlı
kitabında yer alır ve burada Gesner’deki resmin ters imgesi, dolayısıyla
Dürer’in ahşap oymasındaki resmin düz imgesi görülür. Diğer gergedan resmi ise
Edward Topsell’in The Historie of Four-Footed Beastes... adlı kitabında yer
almaktadır. Ancak Gaspar Schott’un (1608-1666) Physica curiosa, sive mirabilia
naturae et artis... (Merak Uyandırıcı Doğa, ya da Doğanın ve Sanatın
Harikaları) adlı eserinin 1697 tarihli nüshasındaki resimde gergedan, mekanik
ve cansız bir yaratık halinde, et ve kan yerine taş ve çelikten oluşmuş gibi
karşımıza çıkar.
Jacob de Bondt,
gergedanın, zırha benzer derisi olduğu şeklindeki daha önceki kayıtları
düzeltmiş ve kimi Avrupalılar bu hayvandan birkaçını görmüşlerse de, kendisinin
bunlardan binlercesini gördüğünü ifade etmiştir.
Stanislaus Reinhard
A(c)xtelmeier’in Ebenbild der Natur in den Ungezieffem, Gewâchsen und Thieren
von vermischter Arth... (Haşarat, Bitki ve Çeşitli Türde Hayvanlar Halinde
Doğanın Betimi) (Augsburg, 1713) adlı eserinin 2. kısmındaki 14. bakır kazıma
resim, “Linguam habet acutam" (“Keskin bir dili var”) savsözü altında bir
gergedanı göstermektedir. Eserdeki bu hayvana ilişkin doğa bilimsel bilgiler ve
gergedanın kökensel olarak Albrecht Dürer’e dek geri uzanan resmi, Conrad
Gesner’in Thierbuch...’una (Hayvanlar Kitabı) dayanır. A(c)xtelmeier’e göre
gergedan, yalamak suretiyle insanlan, atları, aynca da mızmız insanları ve
iftiracıları öldürürdü. Resimde gergedanın yanı sıra yılan, “Alcyon"
(yalıçapkını) ve “kara balık” (“Loligo magna", kalamar) da görülmektedir.
Bemhardus Siegfried
Albinus’un (1697-1770) Tabulae sceletiet musculorum corporis humani (İnsan
Bedeninin İskelet ve Kas Tabloları) (Leiden, 1747) adlı eserinde Jan Wandelaar
(1690-1759) tarafından yapılmış 28 adet tam sayfa gravür yer almaktadır. Çift
boynuzlu Afrika ve tek boynuzlu Hint, Sumatra ve Cava türleri bulunan
gergedanlann en ağır olanı 4 ton kadardır.
“TULUMBACI”: FİL
Kartaca savaşlannda
Hannibal’in (1Û 247-183) ordusunda fillerin kullanıldığı bilinmektedir.
Hintliler ve kanlılar da, savaşta fillerden yararlanmışlardır. Büyük
İskender’in orduları Hindistan’daki savaşlarda fillerle donanmış düşman
ordusunu güçlükle alt edebilmişlerdir. Haçlı Seferleri sırasında ise her iki
tarafın ordularının, fillerin üzerine, kale surlanna benzeyen ahşap tahtlar
(“mahfe”) kurarak, oradan savaşa katıldıkları da bilinmektedir.
797 yılında Abbasi
Halifesi Harun el-Reşid, Charlemagne’a, sahip olduğu “Ebu’l-Abbas” adlı biricik
evcil beyaz fili göndermiş, Frank Kralı bundan çok hoşlanmış ve bu fil,
zatürreeden öldüğü 810 yılına kadar Aachen’daki hayvanat bahçesinde sayısız
ziyaretçinin dikkatini çekmişti. Benzer şekilde “Süleyman” adı verilen bir fil,
Portekiz Kralı III. John (yön. 1521-1557) tarafından Kutsal Roma-Germen
İmparatoru II. Maximilian’a (1527-1576) armağan edilmek üzere 1551 yılında
İspanya’dan yola çıkarılmış, 1552’de Viyana’ya getirilmiş, ama 1554’te
ölmüştür. Bir başka olayda ise, “Hanno” ya da “Annone” adlı fil, Portez Kralı
I. Manuel tarafından Papa X. Leo’nun 1514 tarihindeki taç giyme töreni vesilesi
ile ona armağan edilmiştir.
Timur'un
(Timurlenk) (yön. 1369-1405) Hindistan seferi sırasında Hint kralı, fillerini
en ön saflara koymuştu. İki ordu karşılaştığında Timur savaşmayı istediği halde
yapamadı; çünkü atlar filleri görünce ürktüler ve ilerlemek istemediler.
Timur'un danışmanlarından Süleyman Şah, develerin sırtlarına odun yüklenmesini
önerdi. Filler yaklaşınca odunlar ateşlenip develer ileri sürülecekti. Bu
alevler ve develerin çığlıkları sayesinde filler yenilebilirdi, çünkü filler
ateşten korkardı. O zaman Timur, bu şekilde 20.000 deve hazırlattı ve sonunda
filleri kaçırttı.
ZÜRAFA: “ZARİF’ Mİ “HIZLI KOŞAN” MI?
“Zürafa” adı, dilimize
Arapça’dan geçmiştir. Arapların bu hayvana “zûrafe”, yani “hızlı koşan” adını
vermelerine karşılık, onu ilk kez 10 46 yılında gören Romalılar, deveye benzer
uzun boynu ve leopara benzer benekleri nedeniyle ona “cameleopard’, yani
“develeopar” demişlerdir.166 1415 yılında Çin imparatoru,
Pekin’de, Çin
gemileriyle Hint Okyanusu’nun uzak bir limanı olan Malindi’den Çin’e ilk kez
getirilen garip bir hayvanı, bedeni geyiğe, kuyruğu ise sığıra benzeyen ve
üzerinde lekeler ve kemiksiz etten boynuzlar bulunan zürafayı saray kapısında
karşılamıştır. O dönemde zürafa, Çin mitolojisinde Konfüçyus’un (tÖ -551-479)
doğumunda önemli bir rol oynadığına inanılan efsane hayvanı tekboynuzlu ata
(“k’ilin”) benzetilmekteydi. 1419’da içinde aslanlar, leoparlar, devekuşlan,
zebralar, gergedanlar ve antilopların da bulunduğu imparatorluk hayvanat
bahçesine ilginç kuşlar da getirildi.
Bir zürafa resmine eşlik
eden yazıda, bu hayvanın ender ve harikulade bir hayvan olduğu, böyle bir
hayvanın hiç görülmediği, bu hayvana “sumappa’ adı verildiği, yerden başına dek
ölçüldüğünde beş adam boyundan daha yüksek olduğu, demir renginde iki boynuzcuğunun
bulunduğu, kamının düzgün tüylü ve güzel renkte olduğu, hayvanın resminin
Melchior Lorichs (Lorch) (1527-1583) tarafından Konstantinopolis’te yapıldığı
ve yakın bir arkadaşı tarafından Almanya’ya gönderildiği belirtilmektedir. Bu
resim, olasılıkla, 1530-1572 yılları arasında Nümberg’de uğraş vermiş “Meister
MS”nin (“Üstad MS”) (16. yüzyıl) ahşap oyma bir resminin kopyasıdır ve bu
betim, 1600 yılı dolayında Conrad Gesner’in Historia animalium adlı eserinin
yeni baskısında da buna çok benzeyen bir metin eşliğinde yer almıştır. Bu resmi
Melchior Lorichs’in yapıp yapmadığı kesinleşmemiştir. Buradaki ilkel betimin,
gerçek zürafadan oldukça farklı olduğu görülmektedir. Yaşlı Hans Weigel (ölm.
1578 öncesi) de 16. yüzyıl ikinci yarısında Nümberg’de buna yakın bir resim
hazırlamıştır. Zürafa ile ilgili ikonografinin en eski kaynağı, geç 15.
yüzyılda İtalya’da hazırlanmış bir bakır kazıma resimde yer alan ve 11 Kasım
1487 tarihinde Mısır sultanı tarafından Lorenzo de’ Medici’ye armağan olarak
gönderilen zürafanın betimi olup, Nicolas Stör’ün 1529 tarihinde yayımlanan
ahşap oyma zürafa resmi de bu İtalyan özgün resme dayanır. Jost Amman
(1539-1591) da, 1572’de bir ahşap oyma zürafa resmi yapmıştır.
17. yüzyıl ortalarında
İstanbul’a gelen John Anderson adlı bir tüccar, Habeşistan’dan gönderilen bir
zürafanın, padişahın sefere çıkması dolayısıyla düzenlenen geçit töreninde
halka gösterildiğini belirtmiştir. Osmanlıya zürafanın geliş öyküsünde, Mısır
Hıdivi (vali) Kavala’lı Mehmed Ali Paşa’nın (1770-1849) emriyle bir zürafa
yakalanır, Nil nehrinin çıkışındaki bir gemiye bindirilir ve zahmetli bir
yolculuk sonucu Kahire’ye, oradan da İskenderiye’ye getirilir.
Bu sırada İstanbul’da
Sultan II. Mahmud yönetimdedir. Bu dönemde Yeniçerilerin ayaklanması bastırılır
ve Yeniçeri ocağı “Vak’a-i Hayriye” denilen temizleme hareketiyle ortadan
kaldırılır.169 Enderunî Çuhadar llyas Ağa’nın 7arih-i Enderun ya da Letâif-i
Enderun adıyla bilinen anılarında yer alan bilgilere göre “Habeşistan’da
bulunup güzelliklerle dolu Rum beldesinde adı var kendi yok olan zürafa denilen
mübarek gövdeli hayvanlardan bir tanesini... (Mısır Valisi) Mehmed Ali Paşa ele
geçirip... denizden gönderdi. Padişah’ın ülkesinde şimdiye kadar görülmemiş
olan ve benzerinin bulunması mümkün olmayan hayvanı herkes bir an önce görmeye
çalışıyordu. Kimileri de, ‘Bu gibi hayvanların seyredilmesi zorunludur!’ dedi.
Bu yüzden pek çok kimse, hayvanı görmek için iskeleye indi. Rebiülevvel’in 23.
günü Padişah, hayvanın geldiğini duyunca, emir ve ferman etti. Hayvanı, Çinili
Meydanı’nda huzura aldılar... Bütün enderun ağalan toplanıp seyre gittiler...
Bu arada adı geçen valinin içtenlikli davranışı, ayrıca saygınlığım artırdı...
Hayvanın başı öküze, boynu deveye ve gövdesi kaplana benzerdi. Bilindiği gibi
Acem zarifleri, ‘eşter ve gav ve pelenk’, yani ‘deve, öküz ve kaplan’
demişlerdir. Bundan sonra... Padişah, huzurda bulunanların bu konuda
konuşmalarını istedi. O zaman güldürücü muhasipler, ... davranışları ve
yürüyüşleri ile tanınan kimi ağaların ya da halktan kişilerden kimilerinin
bakışının, kimilerinin de koşuşunun zürafa ile benzerliklerini anlatan bir sürü
temelsiz sözler söylediler.'
Mısır hiyerogliflerinin
şifresini çözen Jean-François Champollion’un (1790-1832) Mısır’a gelmesinden
yaklaşık iki yıl önce Mısır askerleri Sudan savanalarından getirdikleri iki
zürafayı Mehmed Ali Paşa’ya gönderirler. Durumdan haberdar olan Fransız
yetkililer hemen Paşa’ya giderek zürafaları Paris Hayvanat Bahçesiyle yakından
ilgilendiği belirtilen Fransa Kralı X. Charles’a (1757-1836; yön. 1824-1830)
armağan etmesini önerirler. Benzer bir öneri, İngiliz temsilci tarafından da
İngiltere kralı adına yapılır. Bu dönemde Mehmed Ali Paşa ile Fransa Kralı X.
Charles’ın arası iyidir ve söz konusu zürafalardan biri Fransızlara, diğeri de
İngilizlere armağan edilir. Fransa kralına armağan edilen zürafa,
İskenderiye’den Marsilya’ya doğru yola çıkarılarak 13 Ekim 1826’da Fransa’ya
getirilmiştir. Yaz gelene kadar kentte bekletilmesine karar verilir ve hayvanın
üşümemesi için su geçirmez bezden, önden düğmeli bir palto yapılarak bir yanma
Mehmed Ali’nin, öbür yanına da Fransa Kralı X. Charles’ın armaları konur. Bu
zürafa, havalar ısındıktan sonra Marsilya ile Paris arasındaki yolu yaklaşık
bir ayda katederek Paris’te Versailles Sarayı’na gönderilmiş, 30 Haziran 1827
günü görkemli bir törenle Jardin des Plantes’daki hayvanat bahçesine konmuş,
Etienne Geoffroy Saint-Hilaire (1772-1844) bu hayvanı krala takdim etmiş,
zürafayı gören seyirciler coşup kendinden geçmiştir.
ANKARA
TİFTİK KEÇİSİ
Ankara keçisi, 13. yüzyılda
ilk kez Türkler tarafından Orta Asya’dan Ankara dolayına getirilerek
yetiştirilmeye başlanmıştır. “Sof’ adı verilen değerli kumaşın üretiminde
tiftik keçileri Mayıs ayma doğru kırkılıp yünleri eğirildikten sonra dokunurdu.
16. yüzyıl sonlarında, genellikle evlerde üçer beşer tane kurulmuş toplam 621
tezgâhta Ankara sofu üretiliyordu. Üretilen soflar, elvan (çeşit çeşit renkli),
portakal, beyaz ve siyah renklere boyanmış olabiliyordu. Dahili gereksinime
yetmesi için sof ipliğinin ihracı zaman zaman devlet tarafından yasaklanıyordu.
Buna karşın yabancı tüccarlar aracılığıyla geniş çapta sof ve sof ipliği
alımları yapılarak ihraç da ediliyordu. “Muhayyer” (moher, Ing. “mohaif) de
tiftik ipinden dokunurdu. Ankara keçileri 1830’lara kadar dünyanın başka bir
yerinde yetiştirilemediğinden Ankara’da sof dokuma sanayii de tekel olmuş ve
çok gelişmişti, ilk olarak 1830’da Güney Afrika’da, daha sonra da Amerika’da
tiftik keçisi yetiştirilmesi, Ankara’nın önemini azaltmış, bunun sonucunda da
sof ve moher dokumacılığı da gitgide son bulmuştur.
Ünlü doğa bilimci
Manceau (1555), Konya ovalarında “deve tüyü” yünlü Ankara keçisini gözlemlemiş
ve şöyle nitelemiştir: “Bu ülkenin keçilerinin ince bir yünleri vardır ki,
ipekten bile daha ince denebilir. Beyazlıkta kan geride bırakır. Bu keçiler
bizim koyanlarımız büyüklüğündedir ve koyun gibi kırkılmazlar, tüyleri
yolunarak toplanır. Dalgalı ya da dalgasız mükemmel güzelliğe sahip tüm ince
yünlü giysiler bu tür keçilerin yününden yapılır."
Evliya Çelebi’ye göre “
Tiftik keçisi yalnız bu yörede (Ankara) yaşar. Zira pırnal (meşe çalısı)
yaprağı yer. Bu yaprağı yemezse, tüyü hemen adi keçiler gibi olur. Tiftik keçisini Osmanlı ülkesi dışına kaçırmanın cezası
idamdır. Ancak o kadar büyük kazanç vardır ki, bazı Avrupalılar bu cezayı göze
almışlardır. Fakat kaçırdıkları keçiler, Ankara bitkilerine benzer bitkiler
yedirildiği halde, götürüldükleri ülkelerde kıl keçisi haline gelmiştir. Bunun
üzerine yarı yarıya kâr etmek için, Ankara’dan tiftik ipliği satın almışlardır
ki ihracı serbestti
1700 yılına doğru
Ankara’yı ziyaret eden Joseph Pitton de Toumefort, seyahatnamesinde tiftik
keçilerinden söz ederken, “Ankara civarında dünyanın en güzel keçileri
beslenir. Beyazlıkları ve ipek kadar ince ve doğal olarak kıvırcık, sekiz veya
dokuz parmak uzunluğundaki tiftikleriyle gözleri kamaştırır. Tiftikleriyle en
güzel kumaşlar, bahusus soflar yapılır. Fakat tiftiği iplik haline
getirilmedikçe harice çıkarılmasına müsaade etmiyorlar. Çünkü memleket halkı
bununla hayatlarını kazanıyor..."."
Gezgin Pierre de
Tchihatchefin anlatımına göre, safkan Ankara keçisinin yünü, en ince ve parlak
haline kış aylarında gelirdi. Kırkım işi Nisan ayında ve Avrupa’da artık
kullanılmayan yöntemlerle yapılırdı. Evliya Çelebi’ye göre ise elle yolunan
yünün, makasla kırkılan yünden daha kaliteli olduğu deneylerle saptandığı için,
yerli halk bu yönteme başvurmaktaydı. Evliya Çelebi’ye göre “zavallı hayvanlar,
bütün bu korkunç işlem süresince yürek parçalayan feryatlar atıyorlar; derileri
bir kireç-kül karışımıyla yıkanarak bu acı azaltılmaya çalışıyordu".
Evliya Çelebi’den daha önce Küçük Asya’yı gezen Pierre Belon da aynı şeyi
aktarır ve Angora’nın (Ankara) başka hiçbir kentte üretilmeyen büyük şal üretim
ve ticareti ile ünlendiğini belirtir. Aynca Roma İmparatorluğu döneminde yazar
Marcus Terentius Varro’nun De re rustica (Çiftçilik Üzerine) adlı eserindeki
ilginç bir bölüm, bu garip alışkanlığın eski çağlara uzandığını kanıtlar. Çünkü
bu Romalı tanm uzmanı, taze kırkılmış yüne “vellus” ya da “ve la men dendiğini
belirtir ve bu terimlerin kökünün, tüyün kırkılmak yerine yolunduğu eski bir
yönteme dayandığını, hattâ kendi zamanında bile bu uygulamanın tümüyle terk
edilmediğini anlatır. Varro’ya göre tıraş bıçağı kullanımı Roma’ya Milattan
yalnızca iki yüzyıl önce girmiştir. Varro, Frigya’da keçi kırkma alışkanlığı
olduğunu gözlemledikten sonra, orada bu yünden yapılan kumaşlara “cilica"
adı verildiğini, çünkü keçi kırkma uygulamasının Kilikya’dan geldiğini söyler.
Tchihatchef, Antakya keçilerinin kılından üretilen abaların çok ünlü olduğunu,
yağmura karşı, en azından su geçirmez özellik taşıyan ünlü Macintosh kumaşları
kadar dayanıklı olduklarını belirtir.
Eski Yunan’da, kıvırcık
tüyler ve buklelerle dolu postları olan keçilerden kırkılan yünlerden,
gemilerde kullanılmak üzere ip ve halat da yapılmaktaydı.
KEDİ: “NANKÖR” MÜ “KUTSAL” MI?
Kedi, eski Mısırlılar
için en değerli kutsal hayvanlardan biriydi. Eski Mısır’da inek, keçi, şahin,
leylek, yılan, suyılanı, timsah, sıçan ve fare de kutsal idilerse de, büyük bir
yangın çıktığında yangından ilk kurtanlacak hayvan, kedi idi. Nil vadisinin
eski insanları, kediyi, neşe ve müziğin, güzel şarkıların ve kıvrak dansların
temsilcisi kedi-tanrıça Bastet’le özdeşleştirmişler; Bastet daha sonra kadın
kozmetiği ile de ilişkilendirilmiştir. Mısır mitolojisine göre Bastet, tanrılar
tanrısı Ra’nın kızı ya da Güneş-tanrının ikiz kardeşi olup, bu dünya içinde
başka bir dünyanın varlığına inanan insanların tanrıçasıydı ve ev halkını,
özellikle de kadınları ve çocuklan koruduğuna inanılırdı. Eski Mısır’da hemen
her evde kedi beslenmiştir. O zamanlar kediyi öldürmenin cezasının idam olduğu
söylenir. Romalı tarihçi Diodoros Siculus (Sicilya’lı Diodoros), (1080-29),
Romalıların Mısır’a egemen oldukları sıralarda İskenderiye sokaklarında dolaşan
iki Romalı askerin, önlerine çıkan bir kediyi, uğursuz sayarak öldürmeleri
üzerine, bütün mahalle halkının, Romalı askerleri linç edip cesetlenru
parçaladıklarını yazmıştır. Amaseia’lı (Amasya’lı) ünlü coğrafyacı Strabon
(“Şaşı”), (İÖ 64-IS 21) ise, yalnızca Mısır’da hayvanlara tanrı gibi tapıldığım
belirtmiştir.
İÖ 525 yılında Pers
Kralı II. Kambizes (yön. 10 529-522), askerleriyle Mısır’ın kapılarına
dayandığında, Mısır’ın kuzeyindeki Peluz’da bekleyen Mısır ordularının çetin
direnişi ile karşılaşmış; ancak kurnaz Pers Kralı Kambizes, Mısırlıların
duyarlılığını göz önüne alarak civar köy ve kentlerde ne kadar kedi varsa
askerlerine toplattırıp onları birer kalkan olarak kullanmış, bu durum
karşısında da Mısırlılar, tanrıça Bastet’in temsilcisi kedilere zarar gelmesin
diye silahlarını bırakarak teslim olmuşlar.
Sakkara’daki nekropoller
arasında bir de kediler nekropolü (ölüler kenti) bulunmaktadır. Eski
Mısırlılar, inanışa göre öteki dünyadaki yaşamda birlikte olabilmek için
kutsallaştırmış oldukları sevgili kedilerini mumyalamışlardır. Burada yapılan
kazılarda kedi mumyalan gün ışığına çıkartılmıştır. Eski Mısırlılar,
ülkelerinin dört bir yanından kilometrelerce yol katederek, kedi tanrıça
Bastet’in Bubastis’teki tapınağına gelip hac ziyaretlerini yerine getirirlermiş.
Eski Mısır dilinde kedinin adı, kedi miyavlamasını anıştınr biçimde “Myeou”
imiş!.172 Dilimizde "tekir" olarak bilinen kedilere verilen bu ad,
Almanca " Tiger Katze", yani "kaplan kedi"den gelir.
Çizgili kedi türü olan Tekir’in İngilizce karşılığı “tabby” bir zamanlar
Bağdat’ın çizgili kumaş dokunan “At-Tabi” mahallesinden ad almıştır.
Bir tahıl ülkesi olan
Mısır’da kedinin önem kazanması, farelerin tahıla yönelik istilâ hareketine
karşı bir önlemde önemli rol oynamasından ileri gelmiş, fare nüfusunu kontrol
amacıyla kediye, tahıl bekçiliği görevi verilmişti. Kedi tanrıça Bastet, bir
aile tanrıçası olmuş, kedilere iyi bakılmış, öldüklerinde ise mumyalanıp özel
bir mezarlığa gömülmüşlerdir. 1800’lerde ortaya çıkarılan Beni-Hasan
mezarlığında 300 000 kedi mumyası bulunmuştur.
Papa IX. Gregorius
(1145-1241), 1233’te çıkardığı papalık fermanıyla kara kedileri şeytan olarak
nitelemiş, kedinin cadılarla kara büyü yaptığı söylenmiş ve kedi lânetlemiştir.
Ardından kediler asılmış, yakılmış, öldürülmüştür. “Kara Ölüm” (veba salgını)
dönemlerinde insanlar kedilerle uğraşmayı bırakıp kendi başlarının çaresine
bakmaya yönelince, rahat nefes alan kediler çoğalmaya başlamış ve farelere
saldırmaları sonucu fareler azaldığından veba salgını da gerilemiştir. Ancak veba
salgını durunca, insanlar kedilere yönelik saldırılarını, kaldığı yerden
sürdürmüşlerdir.
MAYMUN
Bir kimyasal madde olan
benzen (C6H6), Michael Faraday (1791-1867) tarafından
keşfedilmiş ve açık olarak ilk kez Eilhard Mitscherlich (1794-1863) tarafından
betimlenmiştir. Kapalı olarak C6H6 formülüyle verilen
benzenin açık yapı formülü yazılmak istendiğinde, karbonun dört bağ ve
hidrojenin ise bir bağ yaptığı bilgisinden hareketle, önce altı karbon atomunun
bir zincir halinde yer aldığı düşünülmüş, ardından halkalı formül
keşfedilmiştir:
Ama bu yazışta, her iki
uçta birer tane bağ boşta kalıyor ve benzen molekülünün nasıl düzenlendiği
sorusu çözüm bekliyordu. "Benzen formülü bilmecesi", August Kekule
(1829-1896) tarafından çözülmüştür. Kekule bu bilmeceyi, gördüğü bir düş
sonucu, buradaki karbon zincirini, kuyruğunu ısıran yılana (simyacıların
“Ouroboros”una) benzeterek ve boşta kalan iki ucu birbiriyle birleştirerek
çözdüğünü anlatmıştır. Benzen halkasının yapılanmasına benzeştirilen fantastik
figürlerin en ilginçleri, birbirlerine kenetlenen halka şeklinde altı maymundan
oluşanlardır. (A)’da iki elle diğer maymunun iki ayağının tutulması çift bağa,
tek elle tek ayağın tutulması durumu ise tek bağa karşılık gelmekte; (B)’de ise
tek bağlar ellerin birleştirilmesi ile oluşturulurken, çift bağ yerlerindeki
ikinci bağlar kuyrukların kenetlenmesiyle oluşturulmaktadır.
Mayalar’ın bir söylencesine göre maymunlar, tanrıların
insan yaratma denemesinin başarısız bir sonucu olarak ortaya çıkmışlardır.
Maymun, özellikle Charles Robert Darwin’in evrim kuramında başrolü oynamış,
evrim karşıtları sıkça Darwin’in maymuna benzer karikatürlerini yapmışlar,
kimileri de kendisinin maymundan türediğini gururuna yediremediğinden, “maymun
yerine aslandan türemek isterdim” diyerek hayvansal köken konusunda
tercihlerini belirtmişlerdir.
KİBİRLİ HAYVAN: HİNDİ
Latince adı “Meleagris
gallopavo" olan hindiyi Avrupalılar, Amerika’nın İspanyol fatihlerine
borçludur. İspanyollar hindiyi, Amerika'da Meksika yerlileri Aztekler'in
kurduğu pazarlarda dolaşırken keşfetmiş ve çikolata sosuyla hazırlanan
yemeğinin lezzetini anladıktan sonra da, yetiştirmek üzere İber Yarımadası'na
getirmişlerdir. Hindi kısa sürede tüm Avrupa mutfaklarını kaplamış, mönülerde
birinci sıraya yükselerek kaz ve tavus kuşunun gözden düşmesine yol açmıştır.
Bu yeni tavuk türü, çok çabuk benimsenmiş ve nereden geldiği bile kısa sürede
unutulmuştur.
Kimileri
onun, racaların ülkesi olan Hindistan'a ait olduğunu düşünerek ona "Hint
tavuğu" demişler; biz de buna koşut olarak "hindi"
("Hindistan'a özgü") adını vermişiz. Bu egzotik hayvanın parlayan
tüyleri, "gulu gulu" diye ötüşleri, kuyruğunu yelpaze gibi açışı ve
kibirli yürüyüşü nedeniyle, oryantal Osmanlı ülkesine ait olabileceğini düşünen İngilizler ise ona
"turkey" adını vermişlerdir.
1620 yılında,
İngiltere'nin neredeyse yansını oluşturan Püritenler, ülkelerini terk edip
Amerika'ya göç ederlerken, yanlarına hindilerini de almışlar, ama buranın vahşi
doğasında başka hindilere rastlayınca epeyce şaşırmışlardır. Yeni vatanlarına
sağ salim ulaştıktan sonra, Tanrı'ya şükran duygularını ifade etmek amacıyla,
1621 yılının sonbaharında, hindi kızartması yaparak üç günlük bir şölen
düzenlemişlerdir. Zamanla gelenekselleşen "Şükran Günü"
kutlamalarında her yıl Kuzey Amerika'da on milyonlarca hindi, bu kutlamalar
için yetiştirilip tüketilmektedir.
Amerikalı fizikçi ve
devlet adamı Benjamin Franklin (1706-1790), 1784 yılında, kızı Sarah Franklin
Bache’e (1743-1808) yazdığı mektubunda şu düşüncelerini dile getirmiştir:
“Ülkemize devlet arması olarak kartalın seçilmemiş olmasını dilerdim. O öyle
bir kuş ki, isteğe göre ahlâkî birtakım temelleri göz ardı ede biliyor...
Ayrıca, genellikle hırpani görünüşlü ve zavallıdır. Hindi ise, Amerika için çok
daha etkileyici ve bozulmamış, saf bir temsilci olabilirdi.
“HACI LEYLEK”
Leylek, Doğu’daki tüm
yerleşim birimlerinin olmazsa olmaz öğesidir. Bir ağaç tepesinde ya da bir
minarenin üstünde duran bir leyleğin ince uzun siluetini görmeden bir köye
girmek hemen hemen olanaksızdır. Leyleği tablodan silmek, yerel rengin
kaybolmasına ve anıların yarattığı çağrışımların bozulmasına neden olur. Doğu
dünyasında kumruya ve leyleğe biçilen rol, bu kuşlara duyulan saygıdan
kaynaklanır. Leyleğe öyle saygı gösterilir ki, bulunduğu yer dokunulmazlık
kazanır ve leyleğin bir eve konmasının oraya şans getireceğine inanılır.
Doğu’da genellikle yaygın olan bu duygu, eski çağlara dek uzanır. İncil
arkeolojisi araştırmacısı Johann Rosenmüller’e (1619-1684) göre leylek için
İncil’de kullanılan “şasidah” sözcüğü, “dindar” anlamına gelmektedir. Bu
bağlamda bizim kültürümüzde “hacı leylek” diye anılır ve onları avlamaktan
çekinilir. Ancak bizdeki bu niteleme, göçmen bir kuş olan leyleğin güneyde
Arabistan’daki kutsal topraklar dolayına gidip gelmelerinden olsa gerektir.
Aralarında Aristoteles, Aelianus (~175-235) ve Gaius Julius Solinus (İS 3.
yüzyıl) gibi adların da yer aldığı birçok yazar, bu kuşun, yavrularına duyduğu
şefkati ve yavruların da ana babalarına, onları yaşlılıklarında besleyerek
gösterdikleri saygıyı anlatırlar." Germenlerde leylek kutsal hayvan
sayılır. İnanca göre onun yuvası, insanları yangından ve yıldırım düşmesinden
korur.
Eskiler, Doğuluların
leyleğe, güvercinlere ve kırlangıçlara tanıdıkları, kamusal inanç yapılarının
duvarlarına ve damlarına yuva yapma ayrıcalığım, zararsız kuşların çoğuna
yaymışlardır; çünkü Antikçağ’da tapınaklara yerleşen kuşların yok edilmeleri
bir dinsizlik ve kutsal değerlere saldırı olarak görülüyordu. Herodotos,
tapınaklara yerleşen kuşlara gösterilen dinsel saygı hakkında örnekler
vermektedir. Aelianus’tan da, Esculape tapınağında yuva yapmış birkaç serçeyi
öldüren bir yurttaşın Atmalılar tarafından ölümle cezalandırıldığını
öğreniyoruz.
“BARIŞIN SİMGESİ”: GÜVERCİN
Tufan sırasında suların
çekilip çekilmediğini anlamak için Nuh’un gemisinden salınıp, ağzında zeytin
dalıyla dönen güvercin, barışın simgesi sayılmıştır. Araplar, kentlerarası
haberleşme için, yüzyıllardan beri posta güvercini kullanıyorlardı. Sefere
çıkan her ordu, birçok Müslüman kentine ve kalesine ait güvercinleri beraberinde
getirmekteydi. Bu güvercinler, mutlaka yuvalarına geri dönecek şekilde
eğitilmişlerdi ve devletin, bu güvercinleri yetiştiren ve eğiten ücretli
görevlileri vardı. Çok ince üretilen bir tür kâğıt ise 1173 yılında Bağdat'la
Kahire arasında başlatılan posta güvercini yoluyla yapılan haberleşmede mektup
kâğıdı olarak kullanılmıştır. Bu kâğıda yazılan yazı çok ince olup, “toz”
anlamına gelen “gubarî” yazı türünde idi.
Yunanlılar ve Romalılar güvercin etini pek makbul
sayıp yedikleri halde İbraniler ve genelde Doğulular güvercini asla yemezler.
Aynı durum tavşan eti için de geçerlidir. Tavşanın pişirildiğinde hep kan olup
eti kalmadığı, bu nedenle de yenilmesinin doğru olmadığı inancı vardır. Tavşan
eti, Musevîlikte yasaklanmıştır. Alevilerde
tavşan, Hz. Ali’nin atı Düldül’ü ürküttüğü, Kerbelâ’da Hz. Hüseyin’in (625-680)
yerini düşmana gösterdiği düşüncesiyle lanetlenmiştir.
EZBERCİ PAPAĞAN
Papağanlar, insanların
söylediklerini kaydeden canlı kayıt aletleri olarak tanımlanabilir. Eski
Roma’da papağanlar gümüş ya da fildişi kafeslerde yaşıyorlar ve kimi durumlarda
bir köleninkinden daha yüksek fiyata satılıyorlardı.
Guinnes Rekorlar
Kitabı’na geçen, en iyi konuşan papağan ya da papağan benzeri kuş, “Prudle”
adındaki Afrikalı gri papağandır. Prudle, 1958 yılında Uganda’da Jinja
bölgesinde yakalanmıştı ve “emekliye” ayrıldığında, yaklaşık 1000 sözcüklük bir
dağarcığa sahipti. Gri papağanlar genellikle kimi duyarlarsa o kişinin ses ve
vurgulannı tümüyle taklit edebilirler. Avrupa’da yapılan çalışmalarda gri papağanların
beş yaşındaki bir çocuğun entelektüel kapasitesine ve iki yaşındaki bir çocuğun
duygusal gelişmişliğine sahip oldukları saptanmıştır.
“DOĞANIN RENK PALETİ”: TAVUS KUŞU
Tavus kuşunun (“Pavo
cristatus”) anavatanı Hindistan’dır. Bu Hint kuşuna verilen "pavo"
adı, Latince “korku”dan gelir ve bu kuşun irkiltici sesini ansızın duyanların
korktuklarını anımsatır. Bu kuşun, insanı kem gözden koruduğuna ve kötü ruhları
uzaklaştırdığına inanılır. Hint yarımadasında kobra ve zehirli yılanlar bol
olduğundan, onlardan korunmak amacıyla yılan yiyen bir hayvan olarak tavus
kuşu, burada özel olarak besleniyordu. Marcus Tullius Cicero (IÖ 106-43) dönemi
Roma’sının en önemli ziyafetlerinde tavus kuşu yenirdi. Tavus kuşu, rengarenk
kuyruğu ve tacıyla, ilk Hıristiyan mezarlarının demirbaş süsü olmuştu. Salomon
Trismosin’in (16. yüzyıl) Splendor Solis (Güneşin Parlaklığı) (1582) adlı ünlü
simya eserinde olağan metallerin altına dönüşmesini (transmutasyon) ya da ölmüş
bir insanın ölümsüzlüğe geçişini sergileyen sahnelerde tavus kuşu simgesi yer
almaktadır. Bu düşünce, Hollanda’da 17.-19. yüzyıllarda yapılmış Delft tipi
eczacı kaplarında da kendini göstermektedir. Bu kapların üstünde yer alan tavus
kuşu resimleri, içindeki ilaçların, insanlan hastalıktan sağlığa kavuşturucu
etkisini vurgulamaktaydı. Astrolojide tavus kuşu, Venüs’ün simgesidir.
İslâm öncesinde tavus kuşu, Şeytan’la
özdeşleştirilen hayvanlardan biriydi. Hâricîlerden Şeytan’a aşırı bağlılık
gösteren Yezîdîler ise, “Melek-i Tâvus” ya da “Tâvûs el-Melâike” adını
verdikleri Şeytan’ı yüceltmektedirler.
SANAL DEĞİL, GERÇEK BİR KUŞ: HÜDHÜD KUŞU
Mitolojide sık geçen
hüdhüd kuşu, aslında gerçek bir kuştur. Başındaki sorgucundan ötürü buna
çavuşkuşu da denir. Bir adı da ibibik kuşudur. Mitolojide Hz. Süleyman’ın (~IÖ
1000-937) ulak kuşu olup onunla Sabâ Melikesi Belkıs arasında haber iletişimini
sağlamıştır. Feridüddin Attar’ın (~ 1142-1220) Mantık el-Tayr (Kuşların Dili)
adlı eserindeki anlatıma göre kuşlar, padişahları Simurg’u aramak üzere yola
düştüklerinde kendilerine kılavuz olarak hüdhüdü seçerler.
“ÖRÜMCEĞİN AĞLARINDA”
Bu yaratıktan korkmanın
kökeninde, eski çağlardan kalma izlenimler yer alır. Yunan mitolojisinde
Zeus’un karısı Athena, Arachne’yi cezalandırmak için onu örümceğe
dönüştürmüştür. Arachne iyi bir kilim dokuyucudur. Athena ile dokuma
yarışmasına kalkışır. Yarışma sırasında her ikisi de üstün teknik yeteneklerini
sergilerler; ancak Arachne’nin dokumalarında canlandırdığı konular, Athena’yı
çılgına çevirir. Kilimlerden birinde Leda ile, aslında Zeus’un şekil
değiştirmişi olan kuğunun sevişmesi, İkincisinde Zeus’un altın damlalarından
oluşan bir sağanağa dönüşerek gebe bıraktığı Danae’yi, üçüncüsünde ise yine
Zeus’un beyaz bir boğaya dönüşerek kaçırdığı Europa’yı resmetmiştir. Athena bu
dokumaları parçalar ve Arachne’yi, “ömrünün sonuna kadar dokumayı sürdürmesi
için”, örümceğe çevirir. Türkçe’de bu hayvana verilen ad, ördüğü ağdan
gelmektedir. Asya’dan Bering Boğazı’nı geçerek Amerika kıtasına vardıklarına
inanılan Kızılderililerden Navajo kavminin yaratılış efsanesinde, o kavmin
kadınlarına dokumayı öğrettiğine inanılan bir “Ulu Örümcek Kadın” vardır ve bu
kavmin efsanelerinde örümcek, korkulacak bir yaratık olarak yer almaz. Kur’an
da “Ankebut” yani “Örümcek” suresinde “Allah yerine puta tapanlar, bir örümceğe
benzerler...” ve “Örümcek kendine bir mesken kurar ama örümceğin meskeni, bütün
meskenlerin en zayıfıdır...” ifadeleri geçer. Öte yandan Hz. Muhammed
sallallâhü aleyhi ve sellemin (571-632) Hicret sırasında Hz. Ebubekir (591-644)
ile birlikte sığındıkları mağaranın girişine bir örümcek hemen ağ örmüş,
güvercin de yumurtlayarak orada civciv çıkarmış ve böylece onları düşmanlardan
korumuşlardır.
Bilinen örümcek
türlerinden ancak yandan biraz fazlası ağ örmektedir. Ağ örmeyenler, farklı
amaçlarla örümcek ipeği üretmektedir. Örümcek, ağma düşürdüğü böcekleri
zehirleyerek öldürür ama insanları genellikle etkilemez. “Kara Dul” ve “Su
Örümceği” denen türleri insanları etkileyecek denli zehirli iseler de, bunlar
evlerde yaşamaz ve doğada da az rastlanırlar.
Tarantulalar, her
bakımdan çekingen ve ürkek yaratıklardır. Diğer örümcek türleri gibi zehirli
iseler de insanlan ender olarak ısırırlar. “Tarantula” adı, İtalya’nın Taranto
kentinde etkinlik gösteren bir tarikattan ileri gelmektedir. Bu tarikatta
dinsel törenler, “Tarantella” adı verilen çılgın bir dans eşliğinde yapılıyordu
ve dansın esin kaynağı, Taranto’da yaşadığı sanılan bir çeşit “Kara Dul”
örümceği idi. İtalya’da 16. yüzyılda ortaya çıkıp 18. yüzyıla dek süren ve
çılgınca zıplayarak yapılan halk dansındaki çılgınca hareketlerin, “Lycosa
tarantula" türü zehirli örümceğin sokmasıyla ortaya çıktığına ve
sokulanlann ancak bu dansı yaparak iyileşebileceklerine inanılmaktaydı.182
Örümcek ağının
antiseptik ya da yara onarıcı etkisi bilimsel yöntemlerle değerlendirilmiş
olmamakla birlikte, Anadolu’nun kimi köylerinde örümcek ağı, yaralara
bastırılmaktadır, İpekböceğinin kozasındaki liflerden yararlanmayı öğrenmiş
olan insanlar, örümcek ağı iplikçiklerinin fiziksel ve kimyasal niteliklerini
son zamanlarda incelemeye almışlardır. % 50’sinden fazlasının “ fibroine” denen
polimerize bir proteinden oluştuğu bu iplikçiklerin, çelikle
karşılaştırılabilecek denli güçlü olduğu ve ancak boyunun 2-4 katma çıkana dek
çekildiğinde kopacak denli esnek olduğu anlaşılmıştır. Çok uluslu Amerikan
şirketi Du Pont, örümcek ağlarının biyopolimerik yapılarını araştırmakta ve
rekombinant DNA teknolojisi kullanarak kimi maya ve bakterilerde bu iplikçiğin
benzerlerini üretmeye çalışmaktadır ki olası ürünlerin, dokumacılık ve yapı
sanayiinde devrim yaratarak çeşitli uygulamalarda yararlı olabileceği
umulmaktadır.
Görüleceği gibi doğanın
kıllı ve iğrenç görünümlü bu gibi yaratıklarından korkumuz, aslında onları
yeterince tanımamamızdan kaynaklanmaktadır.
“TIBBIN SİMGESİ”: YILAN
Pagan Yunan ve Roma
dünyasında yılan, bugün olduğu gibi korku ve dehşet uyandırmaz ve Hıristiyan
literatüründe olduğu gibi şeytanı da çağrıştırmaz, tersine genellikle yararlı
sayılır ve korunurdu. Çok eski çağlardan bu yana, insanoğlunun korku duyarak
baktığı yılan, kimi toplumlarda uğurun, mutluluğun, sağlık ve bereketin kutsal
bir nedeni olarak görülürken, kimileri için de kötülüğün, hastalığın ve acının
yaratıcısı sayılmıştır. Ölüyü içine alan ama yeni yaşamı da doğuran Toprak
Ana'nın çatlaklarından belirip yine orada gözden kaybolup gittiği göz önüne
alınırsa, yılanın üreme ve sağlık tanrılarıyla ve yeraltının iyileştirici
ruhlarıyla bağlantılı olduğu düşünülebilir. Aynı şekilde her yıl deri
değiştirmesi nedeniyle sonsuz yeniden doğuşun ve yenilenmenin de güçlü bir
simgesidir. Sağlığın diğer simgeleri arasında köpek ve horoz da bulunmaktadır.
Sümer krallarından 1. Gudea'nın (yön. İÖ 2275-2260), günümüzde Paris’teki
Louvre Müzesi’nde bulunan, taştan yapılmış bir içki kabı üzerindeki birbirine
sarılmış iki yılan kabartması, sağlık tanrısı Ningizzida’yı temsil etmekte olup
hekimlik mesleğinin amblemine esin kaynağı olmuştur.'00 Bu simge, pek çok
ülkede “Publica Salus" adıyla bilinir. Yılan, eski Mısır'da Thebes'de
(Teb) kentin totemi sayılmıştır. Eski Yunan'da en önemli sağlık tanrılarından
biri olan Asklepios'un (Aesculape, Eskülap) da yanında bir çanak, bir horoz ve
yılanlarla sanlı bir âsâ (“caduceus”) taşıdığına inanılmış, âsâsının üzerine
sanlı yılan motifi, değerli simgelerden biri haline gelmiştir. Burada çanak, şifa
verici ilaçların hazırlandığı genellikle gümüş kabın, horoz dikkatin ve
uyanıklığın (hekim, dikkatli ve uyanık olmalıydı), yılan şifanın, âsâ ise uzun
ömrün olmak üzere tıbbın simgeleridir. Eskülap’ın bir ölüyü diriltecek kadar
bilgi ve beceri sahibi olmasına kızan ve bütün insanları ölümsüz kılacağından
çekinen baş tanrı Zeus, üzerine bir yıldınm yollayarak onu öldürür. Eskiçağ
boyunca yılanın kutsallaştırılması, Orta Asya'dan Anadolu'ya kadar uzanan Türk
uygarlıkları boyunca da sürmüştür. Farsça'da yılan anlamına gelen “mar”
sözcüğünden türetilen “bimar” (hasta) ve “bimaristan” (hastane) sözcükleri,
Türk-lslâm dünyasına girmiştir. Tanrı Apollo’nun oğlu olan sağlık tanrısı
Asklepios'un yılanlı âsâsı, 1959 yılında Dünya Tıp Demeği tarafından hekimliğin
simgesi olarak kabul edilmiştir.
Bizans imparatoru Büyük
(I.) Konstantinos’un (yön. 324-337), Delfi’deki (Delphoi) bir tapmakta
bulunuyorken, Konstantinopolis’e getirterek Hipodrom çevresindeki bir alana
(Sultanahmet Meydanı) yerleştirdiği üç başlı yılan motifli “yılanlı sütun” yada
“burmalı sütun”un, halk tarafından zehirli yılanlara karşı bir tılsım olduğu
düşünülüyordu.
Bir hâzineyi korumak için alman sihirli önleme,
tılsım denir. Eskiler, paralarını yere gömerler ve kimsenin yaklaşmaması için
tılsım yaparlardı. Hâzineye bir yabancı yaklaşırsa bu tılsım nedeniyle oradan
bir yılan çıkacağına ve o insanı korkutarak kaçıracağına inanılırdı.
“BENİM GÖNLÜM BİR KELEBEK”
Kelebekler
(“Lepidopterapulkanatlılar), böcekler dünyasının en renkli, en kısa yaşamlı
canlılanndan biri olarak bilinir. Diğer böceklerden, kanatlarının pullarla
(Eski Yunanca’da “lepido”: pul, “pteronkanat) kaplı olması ile ayrılır. Eşeyli
(erkek ve dişi ayn) üreyen pulkanatlılar “tırtıl-kokon-kelebek” döngüsünden
oluşan yaşam evreleri ile dikkat çeker. Çiftleşme sonrasında döllenen
yumurtalar ya hemen ya da ilkbaharda bölünmeye başlar ve tırtıllar meydana
gelir. Bunlar belli bir süre sonra ağ bezlerinden salgıladıkları ve havayla
temas edince sertleşen bir salgı ile kokon (bir tür yuva) örmeye başlar.
Tırtıllar, ördükleri kokonların içinde genellikle 15-20 gün süresince kalırlar.
Kokonda son evre saydamlaşmadır. Bu dönemde kokon içinde metamorfoz
(başkalaşım) geçiren tırtılın bu değişimi sonrasında kelebeğin şekli,
kanatlarının rengi ve desenleri hemen hemen belli olmuştur. Bu aşamada vücudun
kuvvetli kasları ile içeri alman hava, büzülmüş kanatların hava kanallarına
(trake) süratle pompalanır ve kanatlar, hava ile dolarak sertleşir. Bir süre
sonra simetrik renk cümbüşü içindeki kanatlarıyla kokondan dışarı çıkan
kelebek, bir çiçekten diğerine uçmaya başlar.
20. yüzyılın son çeyreğinde geliştirilen kaos
(kargaşa) kuramına göre, son derece basit ve önceden kestirilebilir olaylar,
“başlangıç koşullarına karşı duyarlılık ” nedeniyle gerçek hayatta hiç de
kestirilemeyen sonuçlara varabilmektedir. Bunun, “kelebek etkisi” diye bilinen en çarpıcı ifadesini bulan meteorolog Edward
N. Lorenz’in (doğ. 1917), “New York’ta bir kelebeğin kanat çırpması, Çin
sahillerinde ilerleyen bir kasırganın yönünü değiştirmesine neden olabilir”
sözü ünlenmiştir.
ADI HOŞ OLMAYAN KUTSAL BÖCEK: BOKBÖCEĞİ
“Scarabeiade"
ailesinden “Scarabeus sacefler yani bokböcekleri, Eski Mısır’da ölümsüzlüğün ve
varoluşun simgesi olarak kutsal nitelik taşıyordu. Bokböceği etobur hayvanların
dışkı toplarını toprak altına taşıyıp içine yumurtlayarak soyunu sürdürür.
Dışkı topunun içinde yumurta halinden ergin hale geçen bokböceği “Scarab”,
güneşin her gün yeniden doğuşuna benzetilerek Eski Mısır’da her sabah güneşi
doğuran ve gün boyu ilerleten Tanrı Kheper’in simgesi olmuştu ve Tanrı
Kheper’in başı, bokböceği olarak resmedilirdi.
Eski Mısır’ın güneş tanrısının simgesi ve ölüleri yaşama döndürdüğüne
inanıldığı için kutsal sayılan bu böcek, karınlarındaki gizemli işaretler
yüzünden Avrupa’da bir dönem muska olarak da kullanılmıştır.
Sh:204-235
Kaynak: Zeki Tez, Biyolojinin Kültürel Tarihi, Doruk
Yayımcılık , 2008 Baskı: Temmuz 2008
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar