Print Friendly and PDF

BİR DÜŞÜNCENİN SİVAS’TA DEĞİŞİMİ

Bunlarada Bakarsınız



(Yine Kitapları mütalaa ederken beklemediğim bir kitapta İhramcızâde İsmail Hakkı Toprak Efendiyi görünce şok oldum. Nerden nereye dememek elde değildi.. Bu nedenle bir Sivaslı biri olarak bir noktayı açıklamak istedim. Rahmetli Babam, Sivas’ta Turan Dursun Bey müftü iken, din görevlisi olarak emrinde çalışmıştır. Çok uzun zaman oldu. Fakat babam rahmetliden dinlediğim bir kısım hatıratta, Turan Dursun’u anlatırken şunlara değinmişti.
“Biz o gelene kadar din görevlileri olarak kendimizi toplumun itilmiş bir kesimi olarak görüyorduk. Ceket-takım, kravat ve benzeri şeyleri giyemezdik. Öyle ki fakirlik ve aleladelik kisvesi üzerimize dikilmiş gibiydi. Din görevlisi olarak hafızlıktan başka bir şeyi düşünemezdik. Bize okulları dışardan bitirerek lise mezunu olabileceğimiz düşüncesini bize o aşıladı. Bizde okuma aşkını O, alevlendirdi.  Sivas'ta köyleri ağaçlandırmak için kampanya açmıştı: "Her imam 50 ağaç dikecek!" teşviki vardı. Ayrıca yeni yetişen nesil güzel imamlar hiçbir şekilde merkezi camilerde görev alamazdı. O bütün bunları aşmamızı sağladı ve mesleki performansı düşük olanları sürdü,  büyük bir değişim başlatmıştı, dedi.
Ne var ki, bu büyük değişim Turan Dursun’a karşı itici bir cephe oluşmasına sebep olmuştu.  Onun haysiyetli ve vakarlı durumu bu hale çokta dayanamadı. Bu duruma karşı olan üzüntü, istifasına çöpçülük talep edecek kadar kahıra sebep olmuştu. Bu olaylar bir inkâr yolunun açılmasına sebep olacaktı. Eğer bu şekilde olmasaydı durum daha değişik olabilirdi.
Sonuçta Arapçaya ana dili gibi vakıf birinin değişiminde Sivas’ın bir etkisi olmuş mudur, denirse, evet, Sivaslılar bu konuda bir kişinin değişime uğramasına neden olmuştur.  Turan Dursun’un hayatını ve düşünce yönünü çevirmişti. Eğer bu kişi bahsedildiği kadar art niyetli biri olsaydı Sivas İmam Hatipleri için gayretkâr olmaz ve Kur’an kurslarının açılmasına ön ayak olmazdı. Kaderin cilvesi gelecekte açılmasına sebep olduğu bu kurumlardan yetişenlerle karşı karşıya gelecekti. Bu durum karşısında Allah Teâlâ’nın kaderi bazdaki tecelliyâtına dayanmak ve yorum yapmak bir yerden sonra sonuçsuz kalıyor.
İhramcızâde İsmail Hakkı
1934 yılında Sivas’ın Şarkışla ilçesinin Yapaltın köyünde doğdum. Babam: Abdullah. Anam: Hatun.
Ben beş yaşındayken babam, ailemizi alıp Ağrı'nın Tutak ilçesine götürdü. Babasının ve dedesinin yeriymiş oralar. Kendisi oralarda imamlık yaparken beni de "büyük din adamı" olayım diye Arapça okutacak hocaların yanına verdi. Tutak Müftüsünde okudum bir süre. Sonra 8-9 yaşındayken "Kürt Mollaları"nın ve önemli bir "Kürt Şeyhi"nin bulunduğu Kargalık köyüne götürülüp bırakıldım. Arapça okurken "Kürtçe"yi de öğrendim. Yememi-içmemi "Şeyh" (Şeyh Ramazan) sağlıyordu. Köyün camiinde yatıp kalkıyordum. Arapça dilbilgisinden Sarf’ı bitirdim. "Nahiv"den de epeyce okuduktan sonra başka köylere ve başka "Mollaların yanına gittim. Ve köy köy, o "Molla" senin, bu "Molla" benim; dolaştım yıllarca. Yalnızca Ağrı'nın değil; başka illerin de, örneğin Erzurum'un, Muş'un il ve ilçelerine bağlı köylerde de okudum. Genellikle "Kürt" hocalarında, biraz da "Çerkeş" hocalarında okudum. Kürtçeyi çok iyi, Çerkesçeyi de oldukça öğrendim. Ama Türkçeyi çok az biliyordum artık. Bildiğim Türkçeye de "Türkçe" demek için "bin tanık" gerekliydi.
15 yaşıma değin böyle dolaşıp okudum. "Çok zeki" olduğum ileri sürülürdü. Çünkü o yaşa değin, o yörelerde okutulan "Islami ilim Şubeleri"nin hemen tüm "metin"lerini ezberlemiş, "Şerh"lerini de anlayarak, ama "hızla" okuyup geçmiştim.
Askerliğime değin başka il ve ilçelerde de okuyup hocalardan "icazet" aldım.
1955-1957 arası askerliğimi yaptım. "okuma-yazma"yı askerlikte öğrendim. "İlkokul diploması"nı da "terhis"ten sonra "Mahmut Paşa İlkokulu"ndan (İstanbul'da) -dışarıdan sınava girerek- aldım.
Bir süre, İstanbul'da "yüksek dereceli talebeler"e ve hocalara Arapça, İslâmi bilim dallarında "ders"ler verdim. Kimi kursların organizasyonunda çok sayıda "vaiz", "müftü" yetiştirdik. (Bugün de bu kursların çoğu sürüyor.)
Ve sonra, sınavlarına girip kazanarak, kendim de "Vaiz", "Müftü" oldum.
İlk görevim Tekirdağ'da oldu. Önce Merkez Vaizliği, sonra Müftülük. Yıl: 1958-1959.
Sivas'ın Gemerek Müftülüğü. Yıl: 1961. Sivas (Bölge) Müftüsü oldum ardından.
1962 başından 1964 sonuna değin. Bu arada ortaokul bitirme sınavlarına girip diploma aldım. Daha sonraları lise bitirmelere de girdim ama yazık ki, "bitiremedim".
Sivas Müftülüğünde Nurcu ve Süleymancılarla savaşımlarda bulundum. Onlarla birlikte "Deveci" de karşıma çıktı. "Deveci" çok "zengin" birine deniyordu. Bu zengin, öteki zenginleri de sürükledi. Hepsi birlikte karşıma çıktılar. Vali'yi de yanlarına aldılar. Ve telgrafla sürüldüm. Manisa'ya, ardından Tokat'a. Ama Paşalar nakillerimi durdurup beni yeniden Sivas'taki görevime döndürdüler. (Sivas Tümen Komutanı Cemal Paşa ve Doğu Menzil Komutanı Fahri Paşa.) Çünkü 620 İmam-Hatip'in (Vaizlerle birlikte) Cumhuriyet Bayramı'na katılmalarını sağlamıştım. Ayrıca Atatürk'ün heykeli önünde saygı duruşunda bulunmalarını gerçekleştirmiştim. "Atatürkçü Müftü" [Komünist Müftü] deniyordu. İstanbul'da Atlas Sineması'nda "Atatürk'ü ölüm yıldönümünde anma törenine" Başbakan Yardımcıları ve öteki konuşmacılarla birlikte (konuşmacı olarak) katılmıştım. (Türkiye Milli Gençlik Teşkilatı'nın çağrılısı olarak.) Bu ve benzeri olaylar basında (gazetelerin birinci sayfalarında) yer almış, yankılar uyandırmıştı. Sonra "Atatürk Plaketi" verilmişti. Basında çok geniş yer alan bir olay da, "cinayetler köyü" diye bilinen bir köyün (Yıldezi-Kalın köyünün) barışa kavuşturulmasıydı. (Müftü olarak ve halkı inandırarak başarmıştım.)
Ne var ki, bütün bunlar, "Nurcu", "Süleymancı", "Deveci" ile "hareket"e geçen çevrelerin beni "Sivas"tan "attırmaları"nı önlemeye yetmedi. Bir ara önlenir gibi oldu. Ve ben Sivas'ta kalarak 40 gün süreyle "Güney il ve ilçelerini (Diyanet yönünden) teftiş"le görevlendirildim. Ama oraya gönderildiğim zaman Sivas Valisi Sivas'taki görevime "son vermişti". Bu yüzden iki ay kadar maaş alamamıştım. Ve Bakan İbrahim Safvet Omay eliyle; "kardeşim sen ne biçim Müftüsün, bütün Sivas halkını ayağa kaldırdın, üzerimize yürüttün. Senin alınmanı istiyorlar" biçimindeki sözlerle alındım Sivas'tan. Böyle dendiği zaman "Sivas'ın 30 mahalle muhtarı binlerce imzayla biz Müftümüzü istiyoruz!" diyorlardı. (Tüm Partilerden vardı). Vali'yse muhtarları "dize getirmek" için "Nezarete" aldırtmıştı. Tümen’e çağrılan Vali'den hesap da sorulmuştu, ama, bir yarar sağlamamıştı. Vali falanca Parti'den Senatör Adaylığına ilişkin söz almıştı, bunu bana açıkça da söylemiş, beni sevdiği halde beni attırmak isteyenlerle birlik olmak zorunda bulunduğunu "ifade" etmişti.
Paşalar, Vali’nin Sivas'tan başka yere (Maraş'a) naklen atanmasını sağladılar. Ama benim artık Sivas'ta kalmamı sağlayamadılar. Daha nice olaylar oldu ve ben Sivas'tan Altındağ Müftülüğü'ne, oradan da Sinop'un Türkeli Müftülüğü'ne sürüldüm.
Maaşım çok azdı, sürülmeler beni altüst etmişti. [Çöpçülüğe başvurmuştum. Bir arkadaşımım önerisiyle TRT'de göreve aldım.-Şule Perinçek ile yapılan Röportaj] Durumumun TRTde "düzelebileceği"ni söylediler. Bir "mektup" yardımıyla bu kuruma geçtim. Yıl: 1966. [TRTde ambar memuru olarak göreve başladı.] TRT'de bir süre Genel Evrak Kayıt Memurluğu yaptım. Sonra yayın kesimine alındım. "Dinsel Programlar" verildi. 1968'den 1976 yılına değin bu programlan yaptım ve yönettim. Bu arada "Dış Yaymlar"da da "Posta Kutusu, Dinleyicilerle Baş Başa, Din ve Ahlak" gibi programlar yaptım. (Ücretle.) Sonra sınavına girerek Prodüktör oldum. 1976 yılında Şaban Karataş'ın "taş"ıyla Erzurum Radyosu'na sürüldüm. Bu arada dinsel programlar da alınmıştı benden. Artık her "sürgünler listesi"nde düzenli olarak yer alıyordum. Liste olmadığı zamanlarda da. Ve sürüldüm, sürüldüm.
"Dinsel Programlar" alınınca, "dinsel olmayanlar" yaptırıldı bana. Ne var ki, o da doğru dürüst yaptırılmadı. Yaptığım programlar nedense kolay kolay "denetim"den geçmiyordu. Yine de denetimden "kurtardıklarım" oluyordu. Programlarım dinleyenlerce büyük ilgi görüyordu. "Düşünce Tarihimiz'den Sayfalar" (kendi önerim), "Başlangıcından Bu Yana İnsanlık" (kendi önerim), "Vergi Programı", "Akşama Doğru" gibi programların yapımcısı olarak çalıştım.
"Dinsel Programları" benden aldırtmayı başaran "çevre"ler, yine peşimi bırakmamıştı: "Din" ve "Diyanet" çevreleri: "Bu adam dinsizdir, atın bu adamı TRTden!" diyorlardı. "Buyruk" veriyorlardı. Hem de "Resmi Buyruk"! Örnek: Diyanet işleri Başkanlığı Din işleri Yüksek Kurulu, 15 sayfalık bir "Karar" kaleme almıştı. Bu karan, Diyanet işleri Başkanı Tayyar Altıkulaç, boyunun ve kollarınınn "uzun" olduğunu göstererek, TRT Genel Müdürü Dr. Cengiz Taşer'e -bir "şedid" yazıyla- gönderdi. Karar gerçekten çok şiddetliydi: "TRT'den atılmam" isteniyordu. "Başlangıcından Bu Yana İnsanlık" adlı dizi programım üstüne "ateş püskürülüyor"du. "Sapık Darwin Teorisi"ne yer verildiği açıklanıyor, "dinsizlik" yapıldığı gerekçesiyle "Programın hemen yayından kaldırılması" ve ''yapımcısının da atılması ya da en ağır biçimde cezalandırılması" buyuruluyordu. Dizi önce engellendi, sonra da yayından kaldırıldı. "Cezalandırılmam" da olmadı değil. Sürüldüm. Ne var ki, TRT'den "atılmamıştım" daha. Program dizisine ilişkin yönüyle "buyruk"ları gerçekleştirilen Diyanet, "temsilcisi" aracılığıyla bir Danışma Kurulu Toplantısında TRT'ye "resmen" "teşekkür" etmiştir!
Diyanet buyruğunun ve tüm benzer çevrelerin bana ilişkin isteklerini daha büyük çapta yerine getiren, Doğan Kasaroğlu ve yönetimi olmuştur.
Kasaroğlu gelir gelmez hemen Doğu Karadeniz Bölgesine gönderilmiştim. Sözüm ona "inceleme ve araştırma yapmak" üzere... (Oysa Prodüktördüm ve böyle bir görevim olamazdı.) Oradaki görevim sırasında, Karataş dönemindeki bir olay "bahane" edilerek 1980 yılının ilk en ağır "disiplin" cezası verildi. (Uydurma olay: 1976 yılına ait). Oradan gelip Ankara'daki görevime başladım. Ve 1 gün sonra, üstelik 2-2,5 saat gibi bürokrasi tarihinde belki de eşine az rastlanır bir çabuklukla İstanbul'a sürüldüm. Meğer "kafayı üşütmüşüm". Yani "resmi" gerekçe, içine düştüğüm ileri sürülen "bunalım". Öylesine derin bir "bunalım içine düşmüşüm" ki, "son aylarda iş ve çevremle hiç uyum sağlayamıyor"muşum ve "programlarımı aksatıyormuşum". Oysa "son aylarda" ben "Program yapımı"yla yükümlü değildim. "Araştırma ve inceleme"yle yükümlüydüm. İnsan yükümlü olmadığı şeyi nasıl "aksatır"?
İstanbul'da bir süre Prodüktör olarak kaldıktan sonra, yıllarca emek verdiğim, sınavla kazandığım bu görev de elimden alındı. "Uzman" oldum.
Prodüktörün Sarı Basın Kartı var, "Uzman"ın yok.
Peki "Uzman" ne yapar?
Ben de şimdi onu soruyorum. Dilekçe verip "iş" istedim. Masamın başında "boş" bekliyorum.
"Yaşam Öyküm" çok uzun oldu. Elbette benden istenen bu denlisi değildi. Hoş görülürsem sevinirim.
Turan Dursun
(Turan Dünyalıgil)
Sh: 49-52
Hekimoğlu İsmail
Yıllar öncesi, hapishane hamamında yıkananlardan biri espri yapmıştı:
-Komünistler temizleniyor.
Buna benzer espriyi bir başkası tekrarladı:
-İslâm âlemi bir düşmanını kaybetti, diye.
Malum, kaybedilen şey kıymetlidir. Acaba İslâm düşmanlarının Müslümanlar İçin bir kıymeti var mı?
Her şey zıddıyla gelişir. İslâm düşmanları olmasa Müslümanlar çalışmaz. Bunun için düşman, Müslümana hız verir, gündüz geceye nasıl muhtaçsa, Müslüman da düşmana öyle muhtaçtır.
Evvela 2000'e Doğru dergisinde sonra Yüzyıl'da İslâm’a iftira eden Turan Dursun'dan bahsediyorum. Öldürülmüş...
Bu şahıs müftülük gibi vazifelerde bulunmuş, sonra sola kaymış, oradan dinsiz olmuş ve Islama olan iftiralarını ilim adı altında işlemiş.
Sola kayınca din düşmanı olmasının altını çizmek gerek.
Her zaman söylediğim gibi, günahla sevap beraber yürümüyor. Bir şahıs din görevlisi de olsa, günaha kaydı mı evvela basireti kapanıyor devam ederse, ibadetlerden uzaklaşıyor, yine devam ederse düşüncesi tersine dönüyor, dün ak dediğine bugün kara demeye başlıyor.
İşte Turan Dursun da bunlardan biridir.
Zaman zaman onun yazılarım okurdum. "Saçmalıklar" diye yazdığı şeylerin 'İlimler ve Yorumlar, Ölüm Yokluk mudur. Ben Bir Müslümanım Neye Nasıl İnanırım ?" isimli kitaplarımda ispat ettiğimi açıklamıştım. Bir seferinde insanın çamurdan yaratıldığım bildiren âyete itiniz ettiğini görüp senin ve on sene doğacak çocuğun çamurdan yaratıldığım ve yaratılacağını deneyle ispata hazırım demiştim, sesi çıkmamıştı.
İlim, Allahın sıfatıdır, herkesin üzerine rahmet gibi yağar. Nasıl ki, yağmurla, diken de, gül de büyürse, ilim dünyasında kâfirler de, müminler de ileri gidebilir.
Turan Dursun, ilmi, inkârına alet ettiği için insanlık adına suç işlemişti. Nasıl ki, gübreden bağlar ve bahçeler neşvü nema oluyorsa. Turan Dursun'un inkârları da bir kısım Müslümanların uyanmasına sebep olmalıydı. Mesela o, melekleri inkâr ediyorduysa, meleklerin varlığını fizik, kimya formülleri, cebir denklemleri ve geometri teoremleri gibi ispat edecek Müslümanların yetişmesi gerekirdi. Böylece "her şey zıddıyla gelişir" hikmetine tâbi olurduk.
Turan Dursun'un safındakiler "Düşünceye silahlı sansür" dediler. Bu sansür hiçbir zaman Hülâgu'nun Abbasileri yerle bir etmesi. Frankların Endülüs Emevi devletini tarihten silmesi, Rusların Afganistan'ı işgal etmesi, İsrail'in Filistinlilere işkencesi ve 163. maddenin on binlerce masumu süründürmesi kadar dehşetli değildir.
Talihsiz bir yazar şöyle demiş: "Turan Dursun'a sıkılan kurşunlar, karanlığın aydınlığa sıktığı kurşunlardır."
Ne zaman ki, elektrikle aydınlananlar nura düşman oldular, o zaman İslâmiyet’e karanlık, inkâra aydınlık dediler. Bu hal menfinin hâkimiyetindendir.
Bir Müslüman, İslamiyet için canını ve malını verebilir. Savaşlarda olduğu gibi silahlı mücadeleye de girebilir. Fakat asıl önemli olan hayatını Islama yermesidir. Bunun için Müslüman Arabca öğrenecek, ilmini artıracak, ibadette ileri gidecek, hem yaşayarak, hem de anlatarak Islama hizmet edecektir. Bu hal bir ömürboyu devam ederse, "Hayatını Islama vermiş" sayılır. Ölme veya Öldürme bu hal karşısında çok cüz'i kalır.
Turan Dursun'un dinsizliğe hizmet ettiği kadar Islama hizmet eden Müslümanların sayısı çok azdır. Adam, mevkisini, makamını, şöhretini ve çevresini dinsizlik için feda etti. Kendisine söylenen sözleri kaale almadı, tehditlere kulak asmadı, bildiği yolda yürüdü.
Öte yanda bir kısım Müslümanlar ufacık bir tenkit alacaklar diye, İslâmî rükünlerden vazgeçiyor.
Sonra bu din düşmanının yaptığı araştırmaları, yazdığı yazıları (kaç din görevlisi, Islama hizmet etmek için yapabiliyor?)
Her şey zıddıyla bilinir: Hizmetin ne olduğunu anlamak için böyle dinsizlerin çalışmasına bakınız. Sonra her gün kahveye gidenlere, meyhanelerde çürüyenlere, kumarhanelerde mahvolanlara bakınız. Cehenneme gitmek isteyenlerin gayretini görünüz, cennete gitmenin bedelini anlayınız.
Menfî cephenin kahramanları her zaman dikkatimi çeker. Zehire, dikene, taşa, karanlığa çok dikkat ederim. Zıtlar olmasaydı neden çalışayım? Neden uykusuz kalayım, neden çalışmamın yetersizliği İle kıvranayım? Dinde ileri giden çok az, amma küfürde ileri gidenler o kadar çok ki, onlara bakıp şevke ve gayrete geliyorum.
Zaman. 7 Eylül 1990.
Sh:119-121
Kaynak: ABİT DURSUN, Babam Turan Dursun, Görüşmeyi yapan: Soner Yalçın, Birinci Basım: Aralık 1995, İstanbul

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar