BOŞANMA KAPISI NE VAKİT KAPATILABİLİR?
İNSAN-
KADIN
Kudret'in
şu muazzam saltanatının en nâzik, en nâzdar ve en niyâzdar bir mâzharı olan “İNSAN”
mefhûmu hakkında birkaç söz söylemek isterim.
Evet,
insan mefhûmu kadar halli güç, anlatılması zor hiçbir mevzu' yoktur.
Zîra
her devletin bir sınırı, her sahanın, bir ölçüsü vardır. Fakat mevcudatın bütün
hüsn-i ânını toplayan bu devleti insanın ne sahası vardır, ne de sınırı...
İmdi,
elli altmış kiloluk kan ve kemik torbasına taallûk eden bu geniş mana nedir?
Enfüste
sessiz, sözsüz, bizsiz, sizsiz konuşan, sus dediğin vakit susmayan, dur dediğin
vakit durmayan, el ile tutulmayan, göz ile görülmeyen o mana nedir?
Bu
akıntı nereden geliyor?
Bu
varidat nereye gidiyor?
Bidayet
neresi?
Nihayet
neresi?
Ruhun
penceresi diye açılan gözdeki rü'yet nedir?
Okuduğumuz
mevzuat bize gözü tarif ediyor da, niçin rü'yeti tarif edemiyor?
Kudret,
konuşmak için önce işitmeyi şart koyuyor. Fakat işittiğimiz halde, işitmenin ne
olduğunu bilemiyoruz. Yine mevzuatı ilmiyye, bize kulağı tarif ediyor da
işitmeyi niçin tarif edemiyor?
Aynı
mahalden, aynı echizeden (cihaz) çıkan bir söz bazen muhatabını ihya ediyor,
can veriyor, bazen da aynı mahalden, aynı echizeden çıkan söz imha ediyor. Bir
arş kumandası, milyonlarca insanı yürütüyor.
İşte
bu nutk nedir?
Bu
zekâ nedir?
Ya
o temâyülâtı kalbiyye nedir?
Zahirde
çok küçük görünen, hakikatte çok büyük olan, bütün avalimi kendi enfüsüne
sokabilen bu vücud nedir?
Hulâsa,
bütün eşya kendisine müsahhar kılının, meçhulden ma'lûmu çıkaran insan nedir?
Bu
mevcûdiyyetini kendinden mi aldı?
Kendinden
aldı dersek; vücûdu, vâcib ve bizzarûre daima mevcûd olması lâzım gelirdi.
Hâlbuki
insanın zahiri değişiyor, bozuluyor, ihtiyarlıyor, bir gün seviniyor, birgün
yeriniyor, turdan tura geçiyor, daima bir şanda (yerde) duramıyor..
O
mükellef konuşan dil, bir gün çene kemiklerinin arasında un ufak oluyor.
O,
gözleri tezyin eden, bakmaya kıyılanı ayan kirpiklerden Kudret duvar üzerinde
diken yapıyor. Yine insan bazen her şeyi yapar gibi görünüyor... Semâlara kadar
uzanıyor, denizlerin dibinde gidiyor, dağlan deliyor. Fakat icabında gözle
göremediği, el ile tutamadığı bir mahlûkun pençe-i kahriyyesinde âciz kalıyor..
İstediği
bir kadınla evlenip de istediği şekilde bir çocuk yapamıyor?
Halbuki
kendi kendini yapan, her şeyi yapması lâzım idi, yapamadı.. Binaenaleyh bu
varlığı da kendinden almadı.
Acaba
her şeyi yapar gibi görünen, icâbında hiçbir şeyi yapamayan, acz içinde
kıvranan, kabrin kapısını kapayamayan, asıl doğum, olan ölümü öldüremeyen,
mevcûdattan aczi gideremeyen insan, bu varlığı muhitinden mi aldı?
Tetkik
edecek olursak muhiti ondan âciz!
O
halde bu kaabil, bir failin mazharı, bu mıstar (alet), bir masdarın mazharı. Bu
muazzam varlık, bir Sâni'm sun'u.
İşte
zahiri halk, bâtını Hak olan bu manayı kim teharrî eder de bulursa, Rabbisine
arif olan da odur.
Hâdisat
ve tasavvurattan münezzeh, vücûdu ile mevcûd, sıfatı ile muhît, esması ile
ma'lûm, ef'âli ile zahir, âsârı ile meşhûd olan Allah'ı beyân eden bu kitâbı
kâinat içerisinde etiketi İlâhîyi taşıyan yalnız insandır...
Mühri
hümâyûnı Sübhânî yalnız insana vurulmuştur.
İnsan:
Nâibi Hakk'dır.
İnsan:
Aslını bulmak aşkıyla doğmuş. Kerametli bir mevcuddur.
İnsan:
Esrârı Zâtiyyeye agâh ve niyâbeti İlâhîye lâyık olacak isti'dadda yaratılmış
bir mazharı tamdır.
İnsan:
Envârı hakikat ve hedâyâyı ma'nevîvvevi kabule müstaid bir candır.
İnsan:
Tenezzülât-ı Sübhânînin ilk mazharı, zulmetin
mukabili olmayan “Evvelü mâ hal âka’llahü nûrî” fermanının mefhumu
bulunan, ne Melek velvelesi, ne Felek meş'alesi yok iken, kader nakkaşı
Semâvâtın tezyinatını vurmamış iken, ne eserden, ne esirden hiçbir şey bilinmez
iken Hazreti Ulûhiyyette sâcid olan ma'nâ-i Muhammedî’nin, o nefsi nâtıka-i
kâinatın kalbi'nin bir meyvasıdır.
İşte
bütün mahlûkatın en mümtazı olan insan, şu kâinatın hakîkî sahibi ve
mutasarrıfı, bilerek ve hikmetle tasarruf edeni tarafından çok sevilerek, pek
seçilerek yaratılmış, aşk denilen bir nur da onun manasına rekzedilmiştir..
Her
şeyi görerek, bilerek terbiye eden, hikmetleri, gayeleri, fâideleri irâde
ederek tedvir eden, bir şeyi her şey, her şeyi bir şey yapan Zâtı Mutlak,
muhabbet'i İlâhîsinin suretinin sureti olan bu sınıfa bilmek hâssasını vermiş,
bilenin konuşmasını lâzım kılmış...
Bu
âlemde kendisine muhâtab tuttuğu bu mahlûku ile mektubu ile konuştuğu gibi, bir
gün de tercümansız ve hicabsız kendileri ile konuşacağını ilân etmiş.
Konuşturan,
elbette kendisi de konuşacak!
Ve
her insan kendisindeki bu varlığı, kendinin zannetmesin, benim olduğunu bilsin
diye emretmiş!
Nihayet
insanın, hakikati teharrî (hareket)
edip, kendisinde bulunan bu ariyet varlığı Hakk'da boşaltacak olursa
büyük bir kâm alacağı da beyân edilmiş.
Fâniyi
bakî ile tebdil etmenin çâreleri îzâh edilmiş.
İmdi,
eğer insan fâniyi bakî ile değiştirmeyip de kendine varlık verip Kudretin bu
muazzam bahr-ı ummânı ahadiyyetinde kendi kulaçlarımla yüzerim derse, derhal
boğulur.
Zîra
bu denizin iki mühim dalgası vardır ki, birine “Celâl”, diğerine “Cemâl” denir.
Biri çıkarır, biri batırır. Nihayet takat kesilir, tıkanılır.
Fakat
tamamıyla teslim olunursa üstünde tutar.
Zikretmiştim
ki insan, muhabbeti İlâhinin suretinin suretidir. Muhabbeti
İlâhi'nin sureti, ma'nâ-i Muhammedi'dir.
Cenâbı
Hakk hubbi Sübhânîsi ile tecelli' ettiği vakit, Aklı Küll olan, zulmetin
mukabili olmayan, nefsi nâtıkai kâinatın kalbi bulunan Nûr’i Ahmedî zuhur etti.
Bütün
varlığın sahibi olan Allah, bu nuru bütün eşyanın masdarı yaptı. Ve rütbelerin
en yükseğinin de, muhabbet rütbesi olduğunu izhâr etti.
Vücûd-ı
mukayyedi insanî, ikinci bir teayyün olarak ilmi ilâhîdeki muhabbetinin bir
tecellîsinin mazharı oldu.
Binaenaleyh
vücûdi insanî Hakk’ın muhabbetinin bir mazharı olarak taayyün etti. Onun için
bir kimse hayvâniyyetini fethederek, insaniyyete kadem basıp, kendi hakikatine
ma'rifet peyda etmesi, Rabbisinin ma'rifetine bir mukaddime teşkil etti.
“Ve
nefahtü fîhi min ruhî” sırrına mazhar olan, ya'ni nefhai İlâhî
ile sâir sınıftan mümtaz kılman bu insan,
Rabbisine kavuşmak askı ile mücehhez kılındı...
Biraz
daha açalım:
Cenâbı
Hakk rûhı küllisinden, insanı, —keyfiyyeti bizce mechûl olan— nefhai ruh ile
teklim ederek onda aslına karşı bir meyli iştiyakı hâsıl etti.
Onun
için beşerin fıtratında aslına kavuşmak aşkı vardır. Bu cibillîdir. Ve ismini
koyamadığı bütün muhabbetler hakikatte Allah'adır. Fakat gafil, ismini koyamaz,
onu eşya ile kayıtlar da ayağı kayar.
Âdem
nasıl mazharı Hakk olup Hakk’a şevk ile muhabbet ettiyse, Cenâbı Hakk’ın Âdem'e
şevki daha eşed (şiddetli) oldu.
Ve
muhabbette kemâle erenlere, kendi likasını has kıldı.
İşte
bütün nedîmânı İlâhînin aradıkları da budur.
Şuraya
dikkat edelim:
Cenâbı
Hakk Âdem'i kendisine müştak kılıp, kendisine delîl kıldığı gibi, Âdem'e delîl
olmak üzere, Âdem'den mereyi, ya'ni kadını halk etti. Ve kadın erkeğin cüz'ü
olup, erkeğe delîl kılındı. Âdem Şevk [Sevdiğini
gördüğü vakitte doyamadan sevgisi artmaktır.] ile iştiyak [Sevdiğini gördüğü vakit tatmin
olmaktır.] arasında fark vardır. Âdem kendisini kadında müşahede etti.
Âdem'in, recüliyyeti ve sıfatı fiiliyye ile ittisâf, ma'rifetine Havva
mukaddime oldu. Havva olmasaydı, Âdem bu sıfatla zahir olmaz idi.
Ona
binaen Cenâbı Nebi sallallâhü aleyhi ve sellem:
“Hubbibe
ileyye min dünyâküm esselâsetü ennisâü vettıybi ve kurreti aynî essalâtü”
“Dünyânızdan,
bana üç şey sevdirildi” diye ferman buyurduktan sonra, önce (Nisa)
yı zikretmişlerdir.[ Hilkatteki
inceliği, fıtrattaki hikmetin zevkine eremeyip surette kalanlar, hakîkati
insaniyyeye kadem basamayanlar, Cenâbı Resûl'ün hu cümlesini nefsanı
düşüncelerle, vesile-î tecâvüz addetmişlerdir]
Evet,
kadın, erkekten bir cüz'dür. Kadın, erkek için vücûdi saniyedir.(ikinci)
Erkeğin
kadına muhabbeti, kendi aslına muhabbeti demektir. Kadının da erkeğe muhabbeti,
kendi aslına iştiyakı demektir.
Kadın,
erkeğe delildir. Erkek, Hakk’a delildir.
Binaenaleyh
kadın, erkeğin yakîni ve enfüsi olmakla kendi vücûdu ona yakin olduğundan emri
nebî'de (Nisa) takdim edilmiştir. Ve tarafı ilâhîden, tahbîb (sevdirildiği)
edildiğini beyân, etmişler, (Ahbebtü) demeyip, (Hubbibe) buyurmuşlardır. Yani
(Sevdim) demeyip (Sevdirildi) diye emretmişlerdir.
BİNAEN'ALEYH
KENDİSİNDEN, MUHABBET EDENİN HAKK OLDUĞUNU DUYURMUŞLARDIR.
Eğer
Hakk’ın, kuluna muhabbeti olmasaydı kul, Rabbisine muhabbet edemez idi. Aynı
zamanda Hakk’ın abdine (kuluna) muhabbeti küllidir, abdin Hakk’a muhabbeti ise
cüz'îdir.
Çünkü
Hakk’ın abdine muhabbeti, kendi nefhettiği ruhuna muhabbetidir.
Bu
âlemde kesafetini izâle edip letafete inkılâb ettiremeyen kulun, kendi libâsı
beşeriyyeti,(beşeriyeti) Rabbisiyle arasında perdedir.
tâki
hakikatte vuslat olan ölüm, bu perdeyi kaldırır kaldırmaz Rabbisiyle lika
(buluşma) hâsıl olur. Ve kendisinin nefesi Rahmaniden teayyün ettiğini o vakit
apaşikâr görür.
Binaenaleyh
nefesi Rahman kimde varsa onun insan olduğu tahakkuk eder.
Bu
âlemde teâlî edip kesafetini letâfete inkılâb ettiren nedîmânı İlâhî, mevti
iradî ile yaşadıklarından, mevti ıztırârîden evvel bu sırra vâkıf olurlar.
İyi
dikkat edilirse, Cenâbı Hakk’ın insana tecellî eden muhabbetidir ki, işte
Melâike o muhabbetin nuruna secde etmeyi emir almıştır.
Allah
Teâlâ hubbi Sübhânîsine Âdem'i âyîne
kılmıştır.
Bu
emri Sübhânî insanın kadr ü azametini ne muazzam şekilde gösterir.
Nefesi
Rahmanı hâmil olan hazret-i insanın sureti olarak yaratılan nisâ'ya, rical,
tarafı İlâhîden tahbîb ettirilmiştir.
İşte
bu inceliğin farkında olarak tesîs edilen hukukı zevciyyette tarafeynin
biribirine muhabbeti, doğrudan doğruya asılları olan Allah Teâlâ'yadır.
Cemi'
sıfâtı İlâhînin mazharı olan ve bu imkân âleminin suretlerinin câmi'ı bulunan
insan, kadın vücûdı zâhiresiyle erkeği zevç etti (evlendi). Erkek ferd (bir)
iken kadın onu zevç (çift) etti. Ve erkeğin vücûdu kendi mertebesinde
teayyün etmiş iken ikinci bir teayyün ile kadının vücûdunda teayyünü sebebiyle
recül, zevç oldu. Ve erkek için zevciyyet kendinden müştakka (arzu ve
iştiyaklı) olan kadınla hâsıl oldu.
Buna
umûrı hâriciyede bir misâl istenirse, ruh vâhıd (bir) iken, sûreti cesed onu
şef’etmiştir.
Biraz
daha açayım:
RUH,
SIFÂTI HAKK’IN SURETİ, CESED, RUHUN SURETİ OLDUĞU GİBİ, KADIN DA ERKEĞİN SURETİ
OLDU. ERKEĞİN KENDİSİNDEN TEKEVVÜN EDEN KADINA MUHABBETİ ZARURÎ KILINDI.
BİNAENALEYH,
HAKÎKÎ İNSAN, KADINA MUHABBETİ İLÂHİYYE İLE MUHABBET ETTİ, KENDİ NEFSİYLE
MUHABBET ETMEDİ.
Buna
işareten Resûl-i Zîşan; (Sevdim ) demedi, (Hakk tarafından sevdirildi) buyurdu.
Zîra Mürebbî-i ukul (akılları terbiye deden) olan Cenâbı Muhammed'in muhabbeti
zatiyyesi, ancak Allah'adır. Nisâ'ya muhabbeti ise tâhbîbi İlâhî (ilâhi sevgi)
iledir.
İşte
erkek, hubbi İlâhî ile tekevvün eden kadına, bunun farkına vararak muhabbet edecek
olursa abdiyyetinde ihlâs sahibi olduğunu gösterir. Nikâh müessesesine
intisâb ederek, neş'eti unsuriyyeyi tamamıyle istilâ eden muhabbetle, kadın ile
cima' ettiği bu vuslatta erkeğin bütün eczası, o anda kadında fânî olur ve
kadın da, o anda erkekte fânî olur.
Bu,
Kudretin ne muazzam bir dersi hakîkîsidir.
Binaenaleyh
Kudret, hem bu âlemde bu vücûdun ma'rifetullah zevkıyle Hakk'da fânî olacağına
umûrı hâriciyede misâl kaçırıyor, hem de abdin kendinden gayrı ile
muhabbetle telezzüz ettiğinden gayret sıfatı tecellî ediyor, “Abd!
Benden gayrı ile telezzüz ettin. Binaenaleyh kalk, yıkan” diye guslü
emrediyor.
Bu
inceliklerin farkında olmaksızın yapılan mukarenetlere, hakikati görenler:
(Hayvânî mukarenet) deyip (İnsanî mukarenet) olmadığını söylerler. Beşeriyyetin
Fahri Ebedîsi: “Men tezevvece fekad istekmele nısfeddîn felyettekıllahe
nısfelbâkî” buyurmuşlardır ki:
“EVLENENLER,
DİNLERİNİN YARISINI YAPMIŞLARDIR, YARISI İÇİN DE ÇALIŞSINLAR”
demektir.
Zîra
zevç ile zevce, Sun'ı İlâhî fabrikasının insan dokuma tezgâhını kurmuşlar,
erkek Semâ makamında, kadın Arz makamında olup ruhun gelini olan cesedi
dokumaya me'mûr olmuşlardır.
Bu
vazife çok ağır, külfetli bir vazife olduğundan, zevkı şehvet insana gaye
olarak değil, tarafı İlâhîden bu yüklenilecek külfete mukabil bir ücret olarak
verilmiştir.
Şunu
iyi bilmelidir ki: Nev'i beşerin vücûdu hubbi İlâhî ile vücud bulmuştur.
Hakk,
Ebü’lBeşer Âdem'den sonra, onun hulefâsi olan evlâdlarından muhabbetiyle bir
naibin vücûdunun halk olunmasını irâde edince, bir erkeğin mazharmda zahir
olup, o etiketi İlâhîyi taşıyan vücûdun vesikası olan bu elli altmış kiloluk
heykelin meydâna gelmesi için nikâh müesesesini açmış ve kadını, suveri nev'i
beşer için mahalli infial kılmış ve irâdei İlâhîsi ile teveccüh, emri İlâhîsi
ile de tecellî ederek âlemin suverini onda fethetmiştir.
O
teveccühi İlâhî ve emri Sübhânî, bu anâsır âleminde nikâhtır.
ONUN
İÇİN DÎNİ CELÎLİ İSLÂMDA KADININ ÇOK YÜKSEK BİR MEVKİİ OLDUĞU GİBİ, NİKÂHIN DA
ÇOK BÜYÜK BİR KIYMETİ VARDIR.
Yalnız,
nakıs olan insan, ne bu müessesenin kıymetini ve ne de kadının hukukunu
bilemez.
Kâmil
olan insan ise, suveri unsuriyyedeki (görünüşteki suretler) nikâhı, âlemi
ervahtaki himmeti, âlemi manadaki tertibi bilir, kadına âid olan muhabbetin
neticesinin, hubbi îlâhî zevki olduğunu şühûd eder de ruhsuz bir sûretperest
olarak kalmaz.
Kendisinin
mezâhiri Hâhiyyeden bir mazhar olduğunu, kadının ise kendi suretinin bir
mazharı olarak yaratıldığmı müşahede eder ve şehveti tabiiyye ile iltizâz
etmeyip, ıtlakı Zatîsi ile âleminden ganî olan Hakk’ın hubbu ile iltizâz
ettiğini anlar, kalbinde bu temâyülâtı duyar.Buraya kadar yazdıklarım dikkatle
ve tekrar ile okunup bir zevk edinilecek olursa, bir zerrecik insanın, bir
noktacık kadının ne olduğu duyulmuş, bu suretle de hakikatte evlenmenin eğlenmek
olmadığı bilinmiş olur.
İKİNCİ
KISIM
KIZLAR
NİÇİN TAM ÇAĞINDA EVLENEMİYOR?
SÂİR
(Diğer) MEDENİYYETLERDE VE İSLÂM'DA KADININ MEVKİİ
Bunu
şöyle hulâsa edebiliriz:
1—
Erkeklerin ekserisi, hılkatlerindeki gayeyi unuttuklarından yahut farkında
olmayarak insanı tekâmül etmiş bir hayvan şeklinde tanımak istediklerinden.
2—
Kadınların da ekserisi niçin yaratıldıklarını unuttuklarından yahut vazife-i
hilkatlerini (yaratılış) çiğnediklerinden.
Yukarıda
söylediğim gibi, erkek Semâ makamında, kadın Arz makamında olup ruhun gelini
olan cesedi dokumaya memur olduklarının farkında olmadıklarından...
Bu
mevzu'u biraz daha açabilmek için, kadının kıymetini; dinler içinde, dinlerin
fer'i olan medeniyyetler içinde hangi medeniyyet yükseltmiştir, bunun üzerinde
biraz durmamız lâzımdır.
Evet
dinler içinde, dinlerin fer'i olan medeniyyetler içinde kadının yüksek, kudsî
hilkatini, kadr-ü kıymetini ancak Dîni Celîli İslâm göstermiş, onların hukukunu
beşeriyyetin fahri ebedîsi olan Hazreti Muhammed Sallâllahü Aleyhi Ve Sellem
tanıtmış, müebbed istikbâli dahi kadına bağlamıştır. Nitekim:
“Elcennetü
tahte akdâmil ümmehât” (Cennet annelerin ayağı altındadır.)
buyurmuşlardır ki:
“Ölüm
denilen ikinci doğumdan sonra başlayan aysız, günsüz, senesiz namütenahi âlemin
saadeti, annelerin ayağının altındadır” demektir.
Anne
ise kadındır.
Yine
o Büyük Peygamber, âlemi cemâle teşrif edeceği son rahatsızlıklarında, Hazreti
Bilâl'e emir verip:
“Yâ
Bilâl! Git Medine sokaklarında nida et;
hiç işitmedik kimse kalmasın. Ben artık Rabbime gidiyorum, dostlarım gelsin,
söyleyeceklerim var”
buyurmuşlar.
Hazreti
Bilâl de Bilâl? sesi ve o muhrik edası ile nidaya başladığı vakit herkes
yerinden fırlamış, kadın, erkek, çocuk Cenâb-ı Muhammed'in muhîti feyzine
toplanmışlardı..
Cenâbı
Muhammed Aleyhisselâm, müfârekat edalarını arzeden uzun hitabelerine:
“Ey
ümmetim! Sizden ayrılmaklığım dolayısıyla mahzun, Rabbime kavuşmaklığım
cihetiyle de memnunum..” diye başladıktan sonra, son cümlelerini
şöyle bitirmişlerdir :
“KADIN
HAKKIYLA EBEDİYYET ÂLEMİNE GEÇMİŞ OLMAYASINIZ...
ALLAH'IN
YASAK ETTİĞİ HER ŞEYDEN SAKININIZ.
HELE
İKİ HARAMA ÇOK DİKKAT EDİNİZ:
BİRİ
YETİM HAKKI, DİĞERİ KADIN HAKKI.
BU
HAKLA GELEN KİMSELERE ŞEFAAT ETMEM!..”
Acaba
kadınlık, âlemi beşeriyyeti zulmetten nura çıkaran, indi İlâhîde adîyi âlî
yapan, hâli ihtizârında bile nefsinin hayrını ayağının altına alarak
beşeriyyete bütün mahlûkata merhamet elini uzatan bu Büyük Peygamberin hakkını
nasıl ödeyebilir.
Dîni
Celîli İslâmda, kadın evinde ve evinin hâricinde bir iş tutmak mecburiyetinde
değildir.
Orada
kadının ancak bir vazifesi vardır, o da çocuk doğurmaktır.
Kudret
“Bu külfet kadına kâfidir. En ağır vazifeyi üzerine almıştır. Başka vazife
ile kendisine icbar edilemez” buyuruyor.
Yani,
erkek hâriçte çalıştığı gibi, evinde de çalışmak mecburiyetindedir. Daha açık
konuşalım: Erkek hâriçte, nafakası üzerine vâcib olan kimselerin maişetini
te'min mecburiyetinde olduğu gibi, dâhildeki işleri de görmek
mecburiyetindedir. Kadın ise, ne yemek pişirmek, ne çamaşır yıkamak, ne silmek,
süpürmek, hattâ ne de doğurduğu çocuğa meme vermek mecburiyetinde değildir.
Meğerki çocuk, hiç kimsenin sütünü içmeyip helak olmak tehlikesi bulunsun. O
vakit annenin çocuğu emdirmesi mecburî olur.
Binaenaleyh
kadının kocasına iş görmesi, vazifesi icabı değil, yüksek faziletinin eseridir.
Yalnız
Cenâb-ı Hakk, İslâm Dininin kadınlara yaptığı —ta'bîri caiz ise—bu geniş
iltimas muamelesine karşı kendisi şöyle bir ikrâmı Sübhânîde bulunuyor:
“Çocuk
doğurmaktan başka mecburi bir hizmeti olmayan kadın, eğer kocasına hizmet ederse,
arada kocası yoktur, hizmet doğrudan doğruya Zâtı Ulûhiyyetimedir. Hakk’ın da
şânı Sübhânîsine nasıl yakışırsa o kadını öyle karşılar.”
Acaba
bu kadar geniş ikramı, kadınlara hangi müessese verebilmiştir.
Bir
de Hazreti Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem) in nübüvvetini izhâr etmezden
evvelki medeniyyetlerde kadınların vaz'ıyyetini tedkık edelim:
Eski
akvamın en medenîsi ve sâhibi irfanı olarak tanınan Atinalılarda, kadın: Zevk
âleti diye tarif edilirdi. Zevceler çarşılarda hayvan gibi satılabilir, başkalarına
ihale olabilirdi.
Roma
medeniyyetinde kadın, zevcin, müştehiyyâtının esiri addolunurdu. İlk zevceden
sonra sayısız alınabilen zevceler, bütün hukuktan mahrum, hattâ çocukları bile
gayrı meşru' addedilerek babalarının mirasına giremezdi.
Zerdüşt
hâkimiyyetinde ise bir kanunî izdivaç dahi bulunmuyor, bir erkek, istediği
kadar kadın alabiliyordu.
Arablarla,
Yahudiler arasında kız evlâdı, zavallı bir mahlûktu.
Yahudi
evlerinde kız evlâd, hizmetçi mevkiine geçer, icâbında baba onu satar. Baba
ölür de erkek evlâdı kalırsa o erkek evlâd kız kardeşini istediği muameleye
tâbi' (her türlü) tutardı.
Kızlar
ancak vâris bulunmadığı zaman, babalarının mirasına girebilirlerdi.
Cenâb-ı
Muhammed, nübüvvetini izhâr etmezden evvel, Arabların kadınlara olan nefretini
anlatmak için diri diri kızlarını gömmelerini söylemek kâfidir.
Hattâ
Hazreti Ömer'in arada sırada gözleri sıcak gözyaşları ile dolup, derin bir âh
çekerek aşk ile Peygambere salâvat getirdiği görülürmüş.
Kendisine
defaatle sorulduğu vakit: “Ben pota-i Muhammedîde erimese idim kaskatı bir
şakî idim. Nazar-ı Muhammedi, benim
kesafetimi izâle etti, nârımı nûr yaptı, şekavetimi saadete inkılâb ettirdi.
Evet gözümün önüne geliyor, İslam’ın nuruna kavuşmazdan evvel zamânı
câhiliyyette âdâtı câhiliyye ile âdetlenip mini mini yavrum ciğerpare kızımı,
karış hesabı ölçtükten sonra diri diri gömmek için çukurunu kazarken sakalıma
topraklar bulaşmıştı... Yavrum, ufacık elleriyle sakalımdaki toprakları
silkerken, ben de kocaman ellerimle onu çukura tıkıyordum.
Şimdi
bu sahne gözümün önüne gelir ağlarım. Nûr-ı nüvübbette eriyip insan olduğumdan
dolayı da Resûlullah'a salâvat getiririm” buyururlarmış.
İşte
Hazreti Muhammed Hıra Dağından tek başına (Lâ ilahe illallah) da'vâsını açınca
dostlarına ilk önce âciz insan putuna tapmayı yasak etmiş, zulmün, küfürden
daha fena olduğunu duyurmuş, kadınlara zulmetmeyi menetmiş, onlara hürmeti
emretmiştir.
Köleleri
âzâd etmek kadar Allah Teâlâ’yı hoşnut eden ve kadınları boşamak kadar Allah
Teâlâ'nın gadabını tecellî ettiren bir şey olmadığını ilân etmiş, hukuk-u
zevciyyetin kopmasını şiddetle takbih (çirkin kabul) etmiştir.
Böylece
asırlarca evvel bütün medeniyetetler kadını; hiçbir hakkı olmayan âdi bir esir
muamelesine tâbi' tuttukları halde, her zaman genç ve dinç, hasmını her asırda
muârazaya da'vet edip ilmen ve aklen mağlûb eden, kendisini kalemler, kâğidlar
değil, zamanlar, hâdiseler tefsir eden Büyük Kitab Kur'anı Mübîn; Zevciyyet
rabıtasının çok mukaddes olduğunu, münazaanın hal ve faslını tavsiye etmiş ve
kadına, kocasından çirkin muâmele gördüğü zaman, meşru' nafakası tedârik,
edilmediği vakit, hukukı zevciyyete yakışmayan sebebler zuhur ettiği an
kocasından ayrılmak hakkını vermiştir.
Kadının
istinâd ettiği deliller kuvvetli olmazsa, ancak mihrini terk edebilir, ayrılır,
yine de erkeğin haksız, âdî tahakkümüne katlanmaz buyurmuştur.
Yine
o Büyük Kitab erkeklere şöyle hıtâbeder:
“Kadınlarınıza
ezâ ve cefâdan sakınınız. Hevâi nefsânînize tamamıyla münkad (uyup) olup,
evdeki kadınınızı ihmâl etmeyiniz. Ailenizle güzel geçinir, tatlı bir aile
yuvası kurarsanız, Cenâb-ı Hakk sizin olur olmaz kusurlarınızı afv ü mağfiret
eder.”
Demek
oluyor ki Allah, kabahatlerin afvolunması için, evdeki tatlı geçimi şart
koyuyor.
Keza
o Büyük Kitab şöyle der:
“Zevç
ile zevce arasında geçimsizlik başlarsa, her iki taraftan birer hakem
gönderilmeli. Kadın tarafından gönderilen hakemle, erkek tarafından gönderilen
hakem te'lîfi beyn (arayı bulma) için çalışmalı. Zevç ile zevce, aralarının iyi
olmasını arzu ederlerse, Allah da aralarını te'lîf eder. Cenâb-ı Hakk, alîm ve
hâkimdir.” Fakat beşeriyyetin bütün ihtiyâcını cami' olan bu muazzam mecmua-i
îlâhî'yi, ilimlere mevzu', sanatlara model veren bu Büyük Kitabı, yalnız
ölülerine okuyan VB O'nu sırf mezarlık kitabı yapan müslümanların ekserisi bu
emirlerden ne yazık ki bihaberdirler.
Ruha
hitabeden o Kitab, fuhşu işlemeyi değil, yaklaşmayı bile yasak eder.
Öyle
değil mi ya?
Bir bahçıvan bile âdî bir sebze tohumunu
bitmeyen bir yere ekmez. Yâ cevheri insan olan o tohum-ı nûr, o emânet israf
edilir mi?
Kudret
nikâh müessesesini açmış ki, o tohum mahalli meşru'una sarf edilsin, dokuz ay
sonra da işte fotoğrafı budur diye bir yavru meydana gelsin için.
Sonra
yaradılışında bir mevhibe-i Rabbâniyye olarak hassâsiyyet ve rikkatle mücehhez
olan kadının muhafazası uğrunda çâreler gösterilmiş, onun hicabını istemiştir.
Ba'zı
kimseler: “İSLAM’DA KADINLARIN HİCABI (ÖRTÜSÜ), ONLARA BİR NEV'İ ESARET, BİR
NEV'İ EMNİYYETSİZLİK DEĞİL Mİ?” derler.
HAYIR.
Bilakis
kadının hicabı, onun vakarını muhafaza
ve her türlü hakaretten sıyânet (korumak) içindir. Fart-ı muhabbettir (aşırı
sevgi). Zevcin ona karşı olan aşkının eseridir. Sonra o hicab, kadının evinde
esir olarak kapanmasını da âmir değildir.
Hazreti
Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem kadına hürriyyeti mes'ude vermiş, fakat
zahirde bal gibi tatlı, içinde semm-i katil olan adaletsiz bir hürriyyet ile
kadının sefalete düşmesine kat'iyyen razı olmamıştır. Kadının istiklâli
ruhîsini tamamıyla tanımıştır. Ona içtihat hakkı vermiştir.
Nitekim
vaktiyle bütün medeniyyetler kadına ağız açtırmaz iken İslâm: Hazreti Aişe
radiyallâhü anha gibi fakîheler, Cenâbı
Nebî âlemi cemâle teşrif ettikleri esnada eshâb arasında cereyan eden en
mühim mübâhaselere (sohbetlere) iştirak eden Tâc’ül Muhadderât, Hazreti İmâmı
Fâtıme'ler, üç günlük hayâtı sûrîde masa, kasa, cah (makam) hırsıyla tüyleri
ürpertecek şekilde yapılan mezâlimle İmâmı Hüseyn'i parçaladıktan sonra,
oğlunu da katletmek için uğraşan Emevîlerden
onu sıyânet (korumak) eden
ve Abdullah ibn i Ziyad gibi
şerîri ve Yezid gibi hâini şecâatiyle tir tir titreten Cenâbı Zeyneb'ler.
Hasanı Basrî gibi irfânıyla aktarı cihanda şöhret almış ârifi billâh olan
velîleri mahcûb eden Rabia'lar yetiştirmiş. Eğer merak eder, İslâm
mezarlıklarını gezer, kitabelerini okursan daha ne kadar yüksek sanâyi'i nefîse
erbabı hanımlar, ilimde ne mütebahhir anneler görürsün.
Yine
vaktiyle medeniyyetler, tağyire uğramış dinler, kadını “İnsanı şeytâna
yaklaştıran bir vâsıta, âleti şer, erkeği tahrîb eden felâket, mücessemi zarar,
oluşu muazzam bir dalâl, felâket dokuyan geniş bir tehlike, mahvedici bir
kuvvet, rengin bir illet” diye ilan ederken, İslâm:
“Kadın,
mahalli tekvindir, sûreti beşeriyye onunla feth olunmuştur, Mükevvine
kurbiyyeti vardır”
diye onu esaretten kurtarıyordu.
Evet,
yine o günün medeniyyeti, kadın yalnız yemek pişirecek, kumaş dokuyacak, evde
hizmetçilik yapacak diye emr ederken, Hazreti Muhammed:
“İlmi
öğrenmek her erkek ve her kadına bilâ istisna farzdır” diye
ferman büyütüyordu...
Yalnız
kadın ilmi ilim olduğu için ve kuracağı yuvasında yavrusuna yapacağı talim için
öğrenmelidir.
İşte,
ilmi ilim için tahsil etmeyen kadınların ekserisi hılkatlerindeki gayeyi
ayakaltına aldıklarından evlenemiyorlar, evlenenler de hayatlarını
yıprattıklarından kâm (istek,lezzet) alamıyorlar.
Ninelerimiz
on altı yaşında anne olurlar, dinin nikabı olan vatanın muhafazası hususunda
omuzları geniş, pazıları kuvvetli, kalbleri imanlı ne muazzam yiğitler
yetiştirirlerdi. Yirmi yaşında kız evde bulunmazdı. Bir Türk annesinin beş altı
tane yavrusu olurdu.
ŞİMDİ
ÇOCUK DOĞURULMUYOR.
Fakir aileler nisbeten çocuk meydana getiriyorlar ise de, biraz bilgisi,
biraz da serveti buluşan aileler ekseriyyetle çocuk yetiştirmiyorlar.
Bunlar bilgilerini, yetiştireceği çocuğa, semere-i hayâtı olan yavrusuna sarf
edeceği yerde, onun imhasında kullanıyor, düşürüyor. Servetini vücuduna
sokacağı cinayet kundağına sarf ediyor. Bu suretle de bir katilden daha büyük
bir cinayet işlemiş oluyor. Çünkü katlettiği kendi yavrusu, aynı zamanda
selâmeti fıtratını hiç kullanmamış bir mazhar!
Halbuki
bir milletin en yüksek serveti, nüfusunun kesreti olduğunda hiç şüphe yoktur.
Sonra
ehemmiyetsiz gibi görülüp yapılan bu cinayetlere de her sahada başka başka
mazeretler serdediliyor.
Meselâ,
mesleğe atılmış kadınlardan çocuk yapmayanlar veyahut tekevvün etmek üzere olan
yavrusunu imha edenler: “Efendim biz hayâta atılmış kadınlarız. Çocuk
işimize engel olur” diyor, yavrusunun önüne geçiyor.
Yahut
hayatın, Cenâbı Hakk’ın mevcudata bahşettiği bir sırrı hafî olduğunu ve onun
şe'ninin neticesinin teâvün olduğunu kabul etmeyenler: “Hayat bir
heyecandır” deyip, fantazi hayâta atılıp, biriç oyunundan alacağı zevki
kucağındaki yavrusundan alamıyor, Binaenaleyh “Çocuk bizim neş'eli
hayâtımızın bağı olur” diyor, çocuk yapmıyor.
Bazısı,
“KOCAMA EMNİYYETİM YOK. ÇOCUK İNSANI YIPRATIYOR, HÜSNİ ÂNINI (güzelliğimi)
ELİNDEN ALIYOR.. OLUR Kİ KOCAMIN BANA KARŞI NAZARI DEĞİŞİR” diyor çocuk
yapmıyor
Bunlar
ne derin yaralardır, ne çirkin düşüncelerdir.
Zevciyyetinin
ayniyyetini hâmil bir yavruyu meydâna getirmek için üzülen, en ağır veca'lara
(ağrılar) katlanan, aylarca hastalık devreleri geçiren bir zevceye, çocuk
doğurmak sebebiyle hüsni ânını kaybetmiş nazarıyla hakîkî insan bakabilir mi?
Hem:
Dilberde
meram ân olur endam değildir
Keyfiyyet
olur meyde garaz câm değildir.
Yine
ekseriyyetle görülür, vaz'ıyyeti müsâid olan aileler, çocuklarına ecnebi
mürebbî tuttuklarını ve onun terbiyesinde büyüttüklerini makamı iftiharda
söylerler. Bu, Türklüğe hakarettir. Bir Türk hanımı hâşâ çocuğunu
yetiştiremeyecek kadar küçülmüş müdür?
Tarihin en eski efendisinin kızı için bu ayıp
değil midir?
Ba'zısı da şu şekilde mazeret serdediyor:
“Efendim,
çocuk meydana getirmek kolay mı, bakabilir miyiz? Biz zaruret içinde kıvranıyoruz...”
Acaba
bunlar ibretle bakmazlar, düşünmezler mi ki Kudret, yaratacağı çocuğu
yaratmazdan evvel mahalli şefkat olan annesinin sadrında o kupkuru memelere süt
vermiştir.
O
masumun dişlerini yapan Sani', elbette onun rızkını daha evvel hazırlamıştır.
Şimdi
nasıl kıyamadan göğüste Hakk’ın bahşettiği bu depo kurutulabilir. Adî bir
ambarın içine depo edilmiş bir zahire bile kasten ifna (yok) edilse mûcibi
tecziye (ceza) olur. Yâ insan, acaba nasıl kendi eliyle kendisini hüsrânı ebedî
gayyasına (cehennemine) atmaya kalkar.
Sonra
bir insanın bu âleme gelmesi için yüz binlerce senelik bir seyri vardır.
İlmi İlâhîde
bulunan, oradan gaybi İlâhîye
sevkedilen, heyûlâi Küll'de gezen, bürûci isnâ aşerde (oniki burç) deveran
eden, kevâkibi seb'ada tûr eden (gökte seyreden gezgen) , seyyârâtı seb'ada duran, tabâyi'i geçen,
anâsırı ikmâl ile nihayet mahalli tekvin olan anne rahmine geldikten sonra,
Levhi Mahfuz'dan (şu kulumun suretinin kopyasını çek) diye Meleğe emir verilip,
oradan kopyası çekilerek, hayız kanı ve Kudret
fırçasıyla tersim edilip, ba'dettesviye (Ve nefahtü fîhi mîn ruhî)
sırrına mazhar kılınacağı eaman, o
Meleğe dahi:
“Bu
mahlûku hiçbir mahlûka benzetmedim. Buna nefhai İlâhîmden nefha verdim,
tecellî-i sıfâtiyyem ile değil, tecelli-i zâtiyyemle halkettim. Celâl ve cemâl
ellerimle yoğurdum. İmzâ-i İlâhîmi vaz'ettim. Eşyayı emrine müsahhar kıldım.
Kendime nâib olabilecek bir isti'dadda yarattım ve sıfâtı beşeriyyetin
kesafetinde mahcup kalanların halledemeyeceği nutuk ihsan ettim, icâbında bir
(Arş!) kumandası ile milyonlardan teşekkül eden orduyu yürütecek, akıllara
hayret veren, ruhun özü olacak söz verdim. Uzaklaş bakalım”
diyerek Meleği uzaklaştırdıktan sonra nefhai İlâhîsini ihsan edip (Ahseni
takvim-en güzel yaratılış) sırrına mazhar kıldığı bir yavrunun vücûdunu imha
için binâ-i Huda'ya azıcık insafı olan bir kimse kundak sokabilir mi?
İnsanların
alelade yaptığı bir binaya bile kundak sokan kimse dünya mahkemesinin elinden
kolay kolay yakasını kurtaramaz.
Yâ
binâ-i Huda'ya kundak sokan; Fir'avn'm (Ene rabbükümül a'lâ) da'vâsını
Musa'sının elindeki çobandeğneğiyle yıkan, Nemrûd'un kafasından sevdâi
rubûbiyyeti ufak bir mikrobu ile parçalayıp çıkaran emri (Kün feyekûn) a mâlik
Allah ü Zülcelâlin elinden nasıl kurtulabilir?
Hulâsa,
kadın vazifei asliyyesini suiistimal etmemeli, mukavvim olan erkek de o
vazifeyi su'i isti'mâle sebeb olmamalıdır.
Kadın
vazife-i tabiiyesinden uzaklaşıp erkekleşmek istediği dakikada aldanmıştır.
Çünkü Cenâbı Hakk kadın ve erkek vücûdunda ayrı ayrı tecellî etmiştir.
Meselâ
kadında rikkati daha galip kılmış, tehassüsâtı daha geniş tutmuş, hayır yolunda
feragate daha ziyade meylettirmiştir.
Onun
için çocuğu, kadının kucağına koymuştur. En kaba bir kimse bile bir ma'sum
yavrunun anne kucağında duruşundan bir rikkat duyar. Zîra hiçbir vakit bir
yavru, bir baba kucağına anne kucağı kadar yakışmaz. Çocuğun hisse-i sûriyyesi
babasının zahrından, annesinin de sadrındandır. Sadr, mahalli şefkattir. Onun
için insan bunalınca “Anne!” diye bağırır.
İşte
Kudret, kadının vazife-i asliyyesini göstermiş ve onu o vazifesini yapabilecek
bir hilkatte yaratmıştır.
Hiçbir
vakit kadın, erkek kadar minen ve meşakkata mütehammil değildir. Kanun-ı hilkat
(yaratılış) buna müsaade etmemiştir.
Nitekim
kadının bir ay zarfında tâmussıhha (sıhhatli) olduğu günler mahduddur.
(sayılıdır) Bir defa her ay bir müddet hastalanır. Hastalığına gireceği günler
yaklaşınca bir takım haller geçirir. Hastalığında heyecanlanır, âsâbı bozulur.
Hamil zamanları vardır,. Emzikli zamanları vardır. Örfün ta'bîri ile aşerme
günleri vardır. Ba'zısı toprak yer, ba'zısı aklın kabul edemeyeceği şeyler
üzerinde ısrar eder. Hulâsa, huzûrı Bârîye çıkamadığı, ibâdâtını yapamadığı
günler vardır.
Onun
için Sarâyı Ahadiyyetin husûsî misafiri Cenâbı Nebî:
“Kadının
iffetsizliğinden gayri kabahatlerini afv etmeye çalışınız”
buyurmuşlardır.
Yine
o nâzik Peygamber;
“—Kadın,
erkeğin eğe kemiğinden halkolundu. Çok doğrultmaya çalışmayınız, sonra
kırarsınız”
diye emretmişlerdir.
Şimdi
kadının kalkıp da, hayır efendim, benim erkekten hiçbir farkım yoktur demeğe
hakkı yoktur. Bu da'vâyı açtığı gün kendisi kaybetmiştir. Zîra yaradılışı buna
müsâid değildir. Bu hususta hürriyyet isteyen kadın, farkında olmadan kendisine esaret talep
etmiş demektir.
Hayâtın
mezâhimine mütehammil olmayarak yaratılan vücûduna o ızdırâbı kendi eliyle
vermiş demektir.
Zîra
Sun'ı İlâhî fabrikasının insan dokuma tezgâhı olan, cinsi rakîk ve lâtîf olan
kadın şişe (cam gibi) gibidir. Vazifei asliyyesini terk ettiği an kırılır.
Kudret,
ona bu vazifeyi güzel îfâ edebilmesi için ne şekilde a'zâ münâsib ise onu
vermiş ve bu a'zâ arasında tenâsüb ve tevâfuku da ayrıca ihsan etmiştir.
İşte,
hilkatin müstesna, rakîk ve hassas olarak yarattığı kadın; Hakk’ın kendisine
bahsettiği hakîkî saadetini bahşeden hürriyetin farkında olmayıp, bu hakîkî
hürriyyetini terkederek, ben de aynı erkek gibi istisnasız haklara sâhib
olacağım, erkekle yarışa çıkacağım diye iddia ederse, acaba doğuracağı çocuğu
doğurmazdan evvel tutan ağrılarını ne yapacak?
Bu kadın, bir mühim mes'elenin hallinde,
erkekle yarışa çıktığında yahut herhangi bir tezini müdâfaa ederken, bu sancısı
tutarsa ne olacak?
Çocuğun süt zamanları ne olacak?
Çocuğa kim terbiye verecek?
Anne,
çocuğu terbiye eder, baba çocuğun terbiyesini kontrol eder.
O
halde anne cismen ve rûhen yaradılışındaki gayeyi ayak altına mı alacak?
Kudrete
ilanı harp mi edecek?
“Efendim,
kadın hem erkek işini görebilir, hem de kendisine âid vazifesini de yapabilir” diye
kadına mugalâtalı (yanlış), sahte bir varlık vererek, hayâtın bütün mezâhimi
(zahmetler) ona yükletilince erkek ne yapacak?
Elbette
işsiz kalacak?
Yine
evlenme kapısına bir kilit takılacak!
İslâm
an'anesinde kadına verilen kıymeti kudsiyyenin hiçbir medeniyyette
verilmediğine şu ufak misâl bile kâfidir.
İslâm
an'anesinde erkek, alacağı kadına şükrânı ma'nevîsini takdimden sonra şükrânı
maddîsi olarak mihir verir,
Hatta
vaktiyle mihir tesmiye edilrn"miş ise o kadının mevkıi içtimaîsi tetkik
edilir, cem'iyyetteki mevkii nisbetinde mihri misil alınır. Sâir
medehiyyetlerde ise kadın, kocasına mihir verir.
Onun
için ebeveyninin vaz'ıyyeti müsâid olmayan yahut kendi arzu ettiği bir kimse
ile evlenmek isteyen kız, para kazanmak mecburiyetinde olduğundan, bütün
mezâhime katlanarak çalışmaya mecburdur. İslâm an'anesinde ise, erkeğin kadını
beslemesi şarttır.
Auguste
Comte, İslam’ın bu düsturunu aynen ilân eder de, der ki:
“En
fena bir şekli içtimaîyi güzelleştirmek için bir tabiî kanun vardır, o da
erkeğin kadını beslemesidir.”
Beşeri
huzura kavuşturan, aile yuvalarının çoğalmasına sebep olan ve o yuvaya zevk
veren yegâne kanun da budur. Çocuklar kûşei (köşe) ihmâle atılmadan, iyi bir
terbiye ile yetişmesinin yegâne çaresi budur.
Erkeğin
kadını beslemesi, kadının mevhibei fıtriyyesinin tekâmülüne sebep olur. Onun
çok nâzik ve fa'al şuuru, son derece rakîk olan ihtisâsâtı, canını feda
edercesine olan hayra meyli, ancak erkeğin onun huzurunu te'mîn ederek, hâricin
mihen ve meşakkatini yüklememesiyle tekâmül eder.
Kadın,
kadın olarak kalmayıp erkekleştiği gün, Kudretin, onun fıtratına verdiği
mevahibin (karşılıksız verilen) parlaklığı derhal söner, kendisine mahsus
melekât (özellikler) gider, Halikın kendisine bahşettiği yüksek mevkiinden de
düşer.
İşte
İslâm: Haddi ma'ruf dairesinde erkeğin hakkını, kadının hakkını bildirmiş,
erkek ve kadının istidadlarını göstermiş, kadını, cidal ve niza' zahmetinden
kurtarmıştır.
Kadının
fıtratına muvafık bir şekilde hukukunu bahşetmiş, erkeği istiklâli efkâr ve
irâde sahibi olduğunu ilân etmiş, kadının hürriyyetine ihtiramı vazife kılmış,
biri birine tahakkümünü kabul etmemiş, yalnız erkeği, kurulacak aile yuvasında
mukavvim tanımış, erkeğin hayrı tavsiye eden bir velayeti vardır demiş,
riyaseti erkeğe vermiş, bu riyasette hüsn-i muaşereti şart koymuş, erkeğin
kadına hürmetini emretmiş, erkeğin bu hürmetine mukabil kadına aklı selime göre
ma'kul olan itaati göstermesini farz kılmış, Kadının erkeğin bâzicei (oyuncak)
şehveti olmadığını ilan etmiş, vücudları iki ise de ruhlarının bir olmasını,
iki kalıpta bir ruh olarak yaşamalarını ve hakikatte nikâhın asl ü esâsı bu
olduğunu ilan etmiş, aile yuvasının bir "zâlim emir ile bir âciz esirden
teşekkül etmediğini, erkeğe kadrom Allah'ın gösterdiği çerçeve dâhilindeki
hürriyyetini ezmek hakkı olmadığını bildirmiştir.
“Ve
mâ halâktül cinne vel'inse illâ liya'büdûn”
fermânı İlâhîsi ile de, kadının da aynı gayede yaratıldığını, aslını bulmak
aşkı ile mücehhez olup o hakikati arayıp bulmada erkekle müsavi (eşit) olduğunu
ilan etmiştir.
Bu
meyanda, hâdisât arasında çirkin bir hal gösterilmeye kalkılırsa, kabahat
İslamiyet’te değil, bizim Müslümanlığımızdadır. O ŞEMSİ HAKÎKATİ MUHAMMEDİYYEYE
KARŞI BAKAR KÖR OLUŞUMUZDADIR.
İslam’ın
rûhiyyâtını terk ederek metninde de anlamadan yürüyüşümüzdedir.
Buraya
kadar erkek ile kadının ma'nevî farklarını saydık. Şimdi biraz da bunların
tekevvünündeki maddî farklar üzerinde duralım:
Kadının
kalbi hacim ve sıkletçe erkeğe müsavi değildir. Damarları dardır.
Âsab
(Damar-sinir)ve urukça (hayız görme) aralarında büyük fark vardır. Kadının
kanında su unsuru çoktur.
Meselâ:
Kadında (72,15) fosforiyeti kils (kireç taşı) olduğu halde erkekte (58,32) dir.
Kadında
(4,52) fahmiyeti kils olduğu halde erkekte (9,95) fahmiyeti kils vardır.
Kadında
(33,83) mevaddı uzviyye olduğu halde erkekte (31,27) mevaddı uzviyye vardır.
Kadında
(66,67) mevaddı gayrı uzviyye olduğu halde erkekte (68,30) mevaddı gayrı
uzviyye vardır.
Kadının
adalâtı (adele) , erkeğin adalâtı kadar nümanalanmaz. Erkeğin adalâtından 3/1
nisbetinde tehammülü eksiktir. Kadın ile erkeğin kanlarının terkibatında da
fark vardır.
Kadının
kanında (79,11) su olduğu halde erkekte (77,19) dur.
Kadında
(20,89) mevaddı camide olduğu halde erkekte (22,15) mevaddı camide vardır.
Kadında
(12,79) küreyvâtı hamra olduğu halde erkekte (14,10) küreyvâtı hamra vardır.
Erkekte
bir milimetre mikâbında, küreyvâtı hamra miktarı (4,5) milyondan (5) milyona
kadar olduğu halde, kadında (4) milyondan (4,5) milyona kadardır'. Erkeğin
kanındaki demir de, kadınınkinden fazladır.
Kadının
dimağ abakai merkeziyyesi, erkeğinkinden daha uzundur. Ve bunun için kadındaki
tevâzüni tabiî erkektekinden daha az sabit ve müstakar oluyor.
Kadında
tabakai kışriyyenin hacmi, erkektekinden daha az gıda aldığından kadında
ıztırâbâtı fikriyye ve asabiyye isti'dâdı, erkektekinden daha fazladır.
Kadında
kuvâyi âkile gerek tasavvurda, gerek hüküm vermekte erkekten süratli ise de,
evham ile vesvese erkektekinden daha ziyadedir.
Kadında
malihulya, iç sıkıntısı erkektekinden ziyadedir.
Kadında
tabaka-i kışriyye, erkeğin tabakai kışriyyesinden evvel za'fa ve yorgunluğa
uğrar.
Kadınla
erkeğin kemikleri, arasında terekküb eden madde nisbetleri de ayrıdır.
Erkeğin
ciğerleri (3,5) litre istiâb edebilecek hacimde olduğu halde, kadının ciğerleri
yalnız (3) litre istiâb edebilir. Onun için kadın, erkekten daha sık ve daha
kısa nefes alır.
Erkeğin
bir saat zarfında yaktığı hava miktarı, kadının ihrak (çıkardığı) ettiği hava
miktarının hemen hemen iki mislidir. Ve onun için kadının harareti,
erkeğinkinden daha azdır.
Kadının
nabız farkı fazla olması, kalbinin erkek kalbinden daha küçük olmasından
dolayıdır.
Erkeğin
midesi kadının midesinden bir daha kuvvetlidir. Erkekte dimağın içine giren
damarların kutru, kadındaki damarların kutrundan daha büyüktür. Kadında hassa-i
şemme (koku alma) erkektekinden daha zaif dir.
Kadında
kuvvei zâika erkektekinden daha zaif dir.
Hulâsa,
Kudret, kadının bu yaradılışını göz önüne almış, ona münasib hukuku
bahsetmiştir. Onun cidal sahasına atılıp yıpranmasını istememiştir.
Yukarıdan
beri zikrettiğim gibi, kadının bu geniş hukukunu ve sıyânetini de ancak İslâm
göstermiştir.
Hiçbir
medeniyyet ona bu kadar merhametli, saygılı bir el uzatmamıştır.
Yakın
vakte kadar medeniyyetler “Kadın, kocaya vardığı vakit güya rakabesi
(köleleri) vardığı kocasına geçiyormuş gibi hiçbir malını istediği gibi
tasarruf edemez, ecdâdından kalan malı dahi kocasına geçer” derken, İslâm: “Kadın,
mülkünde istediği gibi mutasarrıftır” demiştir.
Vaktiyle
medeniyyetler “Erkek vâris var iken, kadın pederinin emvâli gayrı
menkulesine vâris olmaz” derken, İslâm: Kadının bu hukukunu on dört asır
evvel, tanıtmıştır.
Keza
vaktiyle medeniyyeti erde izdivaçla kadının malı, erkeğin malında mündemiç
olarak buna (aile serveti) nâmı verilmiş ise de yine tasarruf hakkı erkeğe
verilmiş, bu tasarrufta kadına izin ve meşveret hakkı dahi verilmemiştir.
İşte
kadın, zılli esaret ve hakaret timsâli iken, hattâ ma'bûduna karşı yapacağı
kulluğundan bile koğulurken, Beşeriyyetin Fahri Ebedîsi, ruh âleminin
sertabibi, mekârimi ahlâkın mürşîdi a'zamı Hazreti Muhammed onların imdadına
yetişmiş ve emri (Kün feyekûn) a mâlik ma'şûkı hakîkînin mektubunu açmış!
O
mektub ki: Kur'anı Mübîndir.
O
mektub ki: (İnneddiyne indallahi’l islâm) hastahanesinin eczahanesidir.
O
mektub ki: Zirve-i tevhide çıkmak isteyen herkesin imdâdına yetiştiği gibi,
kadının da imdadına yetişmiş ve elinden tutmuştur.
Erkek
ile kadının biri birine benzer iki insan olduğunu, biri birinden gayrı münfek
(ayrılmaz) kılındığını, iki küfüv (eşit) unsur olduğunu, her ikisi olmadıkça
kıvâmı maişet olmayacağını, bunların ikisini almayan evin kararının da nâbud
(perişan) olacağını bildirmiştir.
Erkek
ile kadını halk edip biri birlerine eş olduklarını, aralarında merhamet ve
meveddetin (sevginin) esas olduğunu beyân ile kadının şânını ilân etmiştir. Ve
şu cümlesi ile de onların dualarının kabul edildiğini beyân etmiştir.
(Festecâbe
lehüm rabbühüm innî lâ üdıy'u amele âmil., ilh)
“Ben
beni tefekkür edip aslını bulmak aşkıyla mücehhez, dîvânıma gelmek zevkıyle
çırpınan hiçbir âmilin amelini heba etmem. Yani hiç kimsenin amelini zayi'
etmem. Sizler biri birinizden yaratılmışsınızdır.” Yine:
“Benim
nâmıma zahmet çeken kulun seyyiâtını (günahını), izzetim hakkı için mahvederim” diye
ferman buyurmuştur. Binaenaleyh kadının da o bâbı İlâhî'yi aynı ihlâsı
ubûdiyyetle çalacağını ilan etmiştir.
Keza
yine o mektûbı İlâhî'nin cümleî celîlesinden olan şu fermânı Sübhânî kadının
indi İlâhîdeki mevkiini duyurmuştur:
(Ve
men ya'mel minessâlihâti min zekerin ev ünsâ.. ilh)
“Erkek
olsun kadın olsun, Hakk’ın farz kıldığını yerine getirip mü'min olarak a'mâli
sâlihayı kim işlerse saâdeti ebediyyeye kavuşurlar ve yaptıklarının bir zerresi
zayi' edilerek zulme uğramazlar...”
Evet,
vaktiyle bütün medeniyyetler kadını istihkar ile koğarken, O Büyük Kitab şöyle
buyurmuştur:
(Yâ
eyyühennebiyyü iz câekel mü'minâtü yübâyi'ûneke.. ilh)
Ey
âyinei Hakk olan, Sarâyı Ahadiyyetimin hususî misafiri bulunan, Zâtı
Ahadiyyetimin tercemânı kılının Muhammed im!
Şu
şartlar üzerine huzuruna gelip, Zâtı Ahmediyyetine bîat etmek isteyen mü'min
kadınlara bîat ver ve kendileri için istiğfarda bulunuver. Allah, senin
şefaatini kabul eder. Gafur ve Rahîmdir.
Şartlar
şunlardır:
Allah'a
hiçbir şey şerik koşmayacaklar. Zina yapmayacaklar, Evlatlarını
öldürmeyecekler. (Çocuk düşürmeyecekler). Elleriyle ayakları arasında bir
bühtan uydurup getirmeyecekler. Yani başkasının çocuğunu alıp veya kendi
doğurduklarını değiştirip ben doğurdum diye kocalarına isnâd etmeyecekler.
Hulâsa,
fiilî cinayetleri ve kavli cinayetleri olmayacak. Hiçbir ma'rufta Zâtı
Risâietine âsî olmayacaklar.
İşte
bu şartlara riâyet eden mü'mine kadınlara bîat ver Habîbim.”
Bu
da yine Hakk’ın kadınlara yüksek bir ihsânı Sübbanîsi değil de yâ nedir?
İslâm:
Tekâlifi îlâhiyyede erkek ve kadını ayırmamış, ibâdatta ayrı tutmamış, yalnız
kadın için meşakkı mûcib olan ibâdeti farz kılmamıştır.
Meselâ
cihad, kadına farz kılınmamış, fakat dînin nikabı olan vatana düşman tecâvüz
ettiği vakit müdâfaadan geri kalmamalarını da emretmiştir.
Müdâfaai
nefsde kadın, erkek, çocuk, ihtiyar ayrılmamıştır.
Meşhur
sahâbiyyeden Ümmü Seleme radıyallahü anha (Huneyn) gününde bir hançerle
mücehhez bulunuyordu. Kendisine: “Bu hançeri ne yapacaksın?” diye sorulduğunda,
Ümmü Selime;
“—
Düşman başucuma gelirse karnım deşeceğim”, cevabını vermiştir.
Kadına,
câmi'lerde cemâatlere iştirak edebilme, Cum'a namazlarına dahi gidebilme
hakları verilmiştir.
“Kadın
bütün ibâdetlerini yapar. Orucunu tutar. Yalnız emzikliler, hamileler, oruç
tutmak sebebiyle çocuğuna zarar gelecek anneler orucunu tehir ederler”
buyurulmuştur.
Kadının
itikadına gelince: Erkeğe ona da müdâhale hakkı verilmemiştir.
Meselâ,
bir erkeğe kendi itikadını mezhebini zorla kendi karısına kabul ettirme hakkı
verilmemiştir.
Dîni
İslâm:
Umûrı
batniyyede herkese geniş bir hürriyet vermiştir. Zîra O, tazyik ile i'tikadı
hürriyyenin değişeceğine kani' olmayıp, bilakis İslâm ne kadar soyulur ve üryan
edilirse hakikî insanın ona o kadar âşık ve meftûn olacağını apaşikâr göstermiştir.
Ve
demiştir ki:
“KADIN,
KOCAYA VARMAKLA KENDİ AİLESİNİN İSMİNİ KAYBETMESİ ŞART DEĞİLDİR. BABA RABITASI
DAİMÎDİR, ZEVCİYYET RABITASI İSE KABİLİ İNKITA'DIR. ONDAN BABASININ BAĞINI
KOPARMAYINIZ, OLUR Kİ, HUKUKI ZEVCİYYET İNKITA'A UĞRAR, BOŞANIR, BAŞKASINA
VARIR, ÖLÜR, BAŞKASIYLA EVLENİR.. BUGÜN BİR ADLA, YARIN DİĞER ADLA ANILMASI,
KADIN İÇİN BİR HAKARETTİR, KADINLARIN ESÎR ADDEDİLDİĞİ ZAMANDAN KALMA BİR
ÂDETTİR, NAHOŞ BİR ŞEYDİR.”
Bu
da yine İslâmm, kadına ne büyük hürmetidir.
Kâinata
rahmet elini uzatan Büyük Peygamber de:
“—
KADINI, KOCASININ İSMİNİ ALMAK MECBURİYETİNE TÂBİ' TUTMAYIN. BABASINDAN
SOYMAYINIZ”
buyurmuştur. Akıl da bunu kabul eder. İşte herhangi tarafa baksak, kadına en
büyük kıymeti ancak İslâm vermiştir.
Vakıa
kadının, kocasının ismini alması zevceyn arasında ikiliğin kalkması içindir
diye iddia edenler olursa da hakikatte bu; Hakkın, kadına bahşettiği bütün
hakları ezmek, imha etmektir. Zîra yakın zamanına kadar, kadın kocaya vardığı
vakit hiçbir malını tasarruf etmek hakkı olmadığını yukarıda uzun boylu izah
ettik.
İslam’da
ise, kadının ister evli olsun, ister bekâr olsun malını istediği gibi tasarruf
edebileceğini de anlattık.
Eğer
onların iddia ettikleri gibi, kadının koca ismini alması zevceyn arasındaki
ikiliğin kalkması için olsaydı, bütün mülkünde kadının da, kocası gibi tasarruf
hakkı olurdu. Hâlbuki zevç her şeyde serbest... Zevce her şeyden mahrum...
İslâm
kadına öyle zahîr olmuş, onun lehine o kadar hüküm vermiştir ki: Şu ufak
cümlenin dahi, her tekâmül etmiş kadının kalbinde ona karşı bir aşk uyandırması
için kâfidir.
“Anne
ile babanın bir evlâdı olsa, anne ile baba da nafakaya muhtaç bulunsalar,
evlâdın da ancak bunların birinin nafakasına kudreti yetişse İslâm: Anneye bak.
Anne nafakaya babadan ehaktır” diye emreder.
Bir
gün Cenâb-ı Nebî'nin eshâbı bâsafasından (Güzel arkadaşlarından) bir zâtı âlî,
huzûrı Nebîde şöyle bir istifsarda bulunuyor:
—
Yâ Resûlallah! Kime bakayım, kimin ihtiyâcın: gidereyim, kimi gözeteyim?
“— Anneni!”
— Ondan sonra kimi?
“— Yine anneni!”
— Ondan sonra kimi yâ Resûlallah deyince Fahri
Kâinat Efendimiz:
“—
Babanı gözetirsin. Ondan sonra da sırasıyla yakınlarına geçersin” buyurdular.
Şimdi
Fahri Âlem'in şu cümle-i seniyyeleri ile iki defa; “Anneni!” diye merhametle
emir buyurmalarını işiten kadının, evet kalbinde azıcık meâliyyâta meyli olan
ve aslını bulmak aşkıyla çırpınan kadının o Büyük Peygamberin karşısında
herhalde hürmet ve muhabbetle eğilmesi, O'na lâyık olan salât ü selâmı
getirmesi şarttır.
Evet,
yukarıdan beri zikrede geldiğimiz gibi, İslâm kadına o kadar büyük bir kıymeti
kudsiyye vermiştir ki onun, bir cemiyetin malı olmasını değil, bir erkeğin yâr
u hemdemi olmasını istemiştir.
Onun
için, tarihin en eski efendisi olan necîb Türk akidesinde “Erkeğin haremi,
bir harîmi mukaddestir. Yabancılar ayak
atamaz, Fartı (aşırı) muhabbet ve hürmet buna ma'nîdir” denilmiş.
Yine
o büyük Türk ananesinde “Hakiki insan, gözbebeği manâsına gelen semere-i
hayâtı olan kerîmesine ve harîmi ismeti olan refîka-i cananına karşı en fazla
gayreti olandır” denilmiş.
Onun
için tarih sahif eler inde Türk'ün en vefakâr, en merd, en şeci', hasmına bile
merhamet elini uzatan en şerefli bir nesil olduğu tebellür etmiştir. Elbette
pâk bir kanaldan yetişen çocuk hilkaten de pâk olacak.
Sonra,
yalnız zevcinden başkasında gözü olmayan ve yalnız zevcesinden gayrısında
muhabbeti olmayan ailenin aşk ile doğan yavrusu, cem'iyyete en nâfi' (faydalı)
bir uzv olacağı da muhakkaktır. Onun için aileler kazanacağı çocuğa çok dikkat
etmelidirler.
Ve
şunu iyi bilmek lâzımdır ki, temâyülâtı kalbiyye, efâl-i ihtiyâriyyeden
değildir. İnsan ne kadar tekâmül ederse etsin, bu ihtiyar elinde değildir.
Bundan dolayı Kudret erkeğe keffi basar, kadına da hicabı tavsiye eder ki;
ailelerde yıkım başlamasın, çocuklar diri diri yetim kalmasın için. Yahut
kadının nazarında kocası yalnız zarurî ihtiyaçlarını gideren, bakımını te'mîn
eden bir şahıs mevkiine düşmesin. Kocasının nazarında da karısı âdî
hizmetlerini gören bir hizmetçi makamına kadar inmesin için..
Ve
bu iki tavsiye, erkek ile kadını müsâvî şartlarla bağlamış ki biri birlerinin
olsunlar için.
Zîra
Kudret ekseriyyetle herkese istediği şekilde eş vermez. Yalnız nikâhtaki ihlâs
onları biri birine sevdirebilir. Fakat
ihtilâtlarda (karışıp görüşme), meselâ erkek vaktiyle hayâlinde yaşattığı şekilde
bir kadın ile, yahut meziyyetler muhtelif olduğundan kendi karısında görmediği
bir meziyyet ile karşılaşabilir ve tabiî derhal bir meyîl kalbî başlar.
Farkında olmaksızın kendi karısından muhabbet rabıtası çözülür. İki taraf afif de olsa yine mühim zararlar
görülür.
Zevç
veya zevce meyli kalbileri olan şahsı tehayyül ederek biribiriyle mukarenette
(cima) bulunursa doğacak çocuk o tehayyül (hayal) edilen şahsın rûhiyyâtında,
onun manasında doğar. Binaenaleyh o ailenin unsur i'tibâriyle evlâdı olsa da
mana i'tibâriyle o ailenin evlâdı olmaz. Aynı zamanda ailenin tatlı geçimi
değişir, çocukların hayâtında sefalet başlar. Huzursuz evde çocuk terbiyesi
derhal ihmâl edilir. Evin içinde reyler (görüşler) çoğalır, fikirler ayrılır.
Onun
için nikâhı, yalnız Belediye kaydı, yalnız İmam efendinin duası zan
etmemelidir. O kayıd, o şekiller ancak halk arasında dedikoduyu kaldırır,
evlenenleri biribirine'vâris yapabilir, bir şekli muâmaelâtı dünyeviyyeyi
muhafaza edebilir ise de, hüsni muaşeret yapamaz. Evde dirlik olmaz.
Yani
bu bir surettir. Bu suretin enfüsteki manası, nikâhın hakikati ise, tarafeynin
biribirine muhabbetidir.
Beşeriyyetin
suretini, fetheden nikâh müessesesine muhabbetle intisâb eden ailenin bir nikâh
kaydı daha vardır ki o da, Meleklerin huzurunda Âlemi Arş'da taraf-ı Ilâhi'de
kıyılır.
Bundan
dolayı biri birinden muhabbeti kaldırılmış olan karı ile kocanın zahirdeki
kayıdla nikâhları bulunsa da, âlemi manada yoktur.
Evlerinde de huzur yoktur. Tatsız bir hayatları vardır. Onun için eski büyüklerimiz:
“Allah dirlik düzenlik versin” temennisinde bulunurlardı.
İşte
her aile yuvası kuranın bu hususlara çok dikkat edip muhabbetlerini daima
kontrol etmeleri ve tarafeyn muhabbetin daima tezayüdüne çalışmaları lâzımdır.
Muhabbette eksiklik başladığı zaman, hemen sebebini araştırmalı, hastalığı
teşhis edip, tedavi etmeli ve yuvanın saadetini temîn etmelidirler.
Yukarıda
söylediğim gibi meselâ ihtilât (başka kadınlar ve erkekler ile karışıp görüşme)
çok defa bu hastalığın bir sebebi ve hemen hemen izdivacın yolunu kesen yegâne
âmil oluyor. Mafevk (üst) bir Kudrete tâbi' olduğunun farkında olmayan ve
ef'âlinden bir gün mes'ul olacağını duymayan vicdanlar, ahlâkın en büyük
düsturu havfullah (Allah Teâlâ korkusu) olduğunu bilip titremeyen kalbler,
kadının hilkaten olan safiyet ve rikkat hislerinden istifade etmeyi fırsat
addederler. Hüsni niyyet eshâbından imiş gibi görünüp birçok kızla nişanlanmalar, sonra da meyli
kalbilerini değiştirerek birer âdi bahane bularak, evlenme mukaddimesi olan
nişanı atıp yeniden yeniye atlamalar hakikatte evlenmek değil, eğlenmektir.
Evlenme kararını bozmaktır. Erkeğin kadına,
kadının erkeğe olan itimatlarını kırmaktır.
Sonra
fantazi hayat da hemen sirayet eden bir halettir. Zîra bu halde herkes kendi
gücü yettiği kadar kanâat ile elzemi birleştirerek yaşamaz. Hâlbuki ahlâkın en
büyük esâsı kanâat ile elzemi birleştirmektir. Görenek ise cem'iyyetin en sârî
bir hastalığıdır.
Bugün
herkes lüks tarzda giyinmek arzu ediyor. Ve muhakkak surette kudreti taallûk
etmeyen ekseriyyet, kudreti taallûk eden ekalle (mutlu azınlıka) uyacağım diye
yıpranıyor.
Hayâtının,
sıhhatinin esaslarını kaybedecek kadar gıdasından vazgeçiyor, hatta aç kalıyor
fakat çul yapıyor. Belki yatağı yok, fakat her giydiği elbisenin rengine uygun
bir iskarpini var. Belki yorganı yok fakat tırnağının boyası var. Belki
sıhhatini muhafaza edecek iç çamaşırı yok fakat ben cemiyyet içine çıkacağım,
diye fantazi bir tuvaleti var. Muhakkak hiç olmazsa haftada bir defa yıkanarak,
mesamatını (derisinin gözeneklerini) açacak sabunu yok fakat yüzümü gereceğim
diye birçok kremi var. Belki evinde mangalı yok fakat müstarahına (istirahat)
kadar kaloriferle teshin edilmiş bir dairenin hayâtına uyacağım diye nîm üryan (yarı çıplak) soğuk odasında
kıvranarak ciğerlerini sakatlayan var.
Sonra
ne kadar acıdır ki, bugün yapılan israfla dedelerimizin, yaptığı israf ölçüye girmiyor. Ecdadın yaptığı israfda bir hakikat ve bir
iktisad göze çarpar. O yapacağı israfı
yâ altına inkılâb ettirmiş yahut mücevherata kalb etmiştir. (takı) Günün birinde sıkılınca elindeki
mevcudunu yâ yüzde yirmi kazanarak yahut aynıyla değiştirerek veyahut pek cüz'î
bir zararla, tebdil ederek sıkıntısından kurtulabilirdi. Bugün ise çula sarf
edilen geniş meblâğ, mahdut günler içinde hiçe inkılâb ediyor.
Ve
böylece de ekseri ailelerde boşanmak yıkım, göreneğin bu bâtıl kıyâsı ile
oluyor Mutavassıt geçime sahip olan kimseler,
kendinden yüksek tabakayı gözünün önüne getiriyor, hayâtım buna uyacak
diyor, kısmeti ezeliyyesinden râzî ve hoşnut olmuyor, hayrın nerede olduğunu
bilmiyor. Paranın bizatihi nimet olmayıp
vâsıtai nimet olduğunu idrâk edemiyor ve tabiî geçimsizlik de başlıyor. Hâlbuki kuvvetli muhabbet, tarafeyn (karı-koca) arasında kendilerinden
başka hiçbir şey göstermez. Muhabbet öyle bir sıfatı muhrikadır ki (yakıcı)
hangi kalbe girerse, mâadasını yakar, yıkar, çıkarır. Muhabbetle biri birlerine
bakan nazarlar, aynen ibâdettir.
Muhabbetle
biri birlerine bakan nazarlar dedim de, buna; hemen herkesin bildiği fakat
inceliğine pek herkesin vâkıf olamadığı (Ferhad ile Şirin) vak'ası güzel bir
misâl teşkil ettiğinden onu da burada zikr etmeden geçemeyeceğim:
Şirin,
bir Emîr'in kızıdır. Bu kıza Ferhad'ın kendisine mübtelâ olduğu ve bu sevginin
altında inlediği haberi verilince: Şirin:
— Muhabbeti hakikat midir, diye soruyor, bu
sualine:
— Aman efendim... Belki bu muhabbet, onun
hayatına nihayet vermesine sebep olacaktır cevabını alıyor:
— O halde, diyor. Davet ediyorum, gidin haber
verin, sarayıma gelsin..
Kendisi
de o günün en lüks elbiselerini giyinerek, göz kamaştırıcı mücevheratını
takınarak sarayının kabul salonunda bekliyor.
Şirin'in
adamları, “Şirin seni bekliyor, diye Ferhad’ı tebşir ederek Şirin'in huzuruna
getiriyorlar.
Şirin
kapıyı açar açmaz, Ferhad'ın nazarları birdenbire Şirin'in göz kamaştırıcı
mücevheratına takılınca, Şirin gayet sert bir edâ ile:
—
Çık dışarı! Diye Fer hadi huzurundan kovuyor.
Şirin'in
yakınları:
— Niçin böyle yaptınız?
Keşke çağırmasaydınız, hiç olmazsa gönlünü
kırmamış olurdunuz deyince, Şirin:
— Hayır! Ben onun sevgisinin hakîkî olduğuna
îmân etmiştim.. Sahte olduğunu bilmiyordum..
— Aman efendim, siz onun hâlinden haberdar
değilsiniz. Sevginin en son merhalesindedir.
Eğer
öyle olsaydı ben onu karşıladığım vakit onun gözü, benim gölümde fânî olurdu..
Zahirdeki alâyişime, (mücevherlere) elbiseme çarpmazdı!,
Şimdi
yanlış anlaşılmasın. Bundan kadın ziynetlenmesin manası tahsil edilmesin.
Bilakis kadının kendi evi dahilinde tezeyyün etmesini Allah Teâlâ emrediyor.
Kocasına
karşı çok süslü olsun, kaşlarını yolmaktan mâada sâir tuvaletinde ihmâl
göstermesin, diyor.
Hattâ
bu ihmâl ba'zı ailelerde farkında olmaksızın, yuvanın yıkılmasına kadar
gidiyor.
Meselâ,
ekseriyyetle kadınlar evlendikten sonra kendilerini ziynetleyen süslerini evde
kocalarına yapacakları yerde yalnız dışarıya çıkacakları vakit yapıyorlar. En
ağır elbiselerini bir yere gidecekleri zaman giyiyorlar. Belki bunu kocalarının
masrafını tahfif etmek niyyetiyle yapıyorlar. Yani evinin içinde kalın,
dayanıklı, ucuz bir tire çorap, basit bir şıp şıp terlik, sıhhatini muhafaza
kastiyle uzun pazen bir pantalon giyiyor.
Fakat
kocası ise, bu defa dışarıda; bacağına gayet ince 1520 liralık çorap, ayağına
hemen her tarafını gösteren fevkal'âde zarif ayakkabı, sırtına, göğsünün mülâki
noktasına kadar açık bırakan adetâ tülden yapılmış elbise giymiş kadını
görüyor, evde gayet basit giyinmiş olan karısıyla mukayese ediyor, tabiî
haliyle bu kadına karşı bir meyli kalbisi oluyor, kendi karışma irtibatı
gevşiyor, evine kâbuslu geliyor, neticede
de kavga çıkıyor. Zîra hayâli bozulmuştur. Hâlbuki düşünmüyor ki, kendi karısı
da böyle giyinse belki ondan daha güzel olacak.
Keza
güzel koku, şehveti tahrik eder. Koca evde karısını sabun
kokusuyla bırakmıştır, dışarıda meselâ
mevkı-i içtimaîsi yüksek, serveti geniş bir semtten bir vesâite binmiştir,
gayet hafif, durdukça açılan güzel bir koku sürünmüş bir kadına tesadüf
etmiştir. O koku derhal bir meyli kalbî yapmıştır, tabiî yine karısına olan
irtibatı gevşemiştir. Hâlbuki evindeki refîkai hayâtı da o kokuyu kullansa
belki ondan daha câzib olacaktır, farkında değildir.
Yine
evindeki harîmi ismeti, sobayı temizlemiş, külünü dökmüştür. O kül elini hışır
haşır haşır yapmıştır. Kocası ise sokakta tesadüfen birinin elini
sıkmıştır, bu el hâlis, bir gül yağı
veya gliserinle yahut temiz bir badem yağı ile övülmüştür. Tabiî bu kadının
elinin aniyle, evindeki çamaşır yıkamış, kül dökmüş, kendi ayniyetini hâmil
yavrusunun bezini yıkamış karısının elinin ânı bir olmuyor, mukayese ediyor,
yine kendi karısına karşı olan bağı gevşiyor...
Onun
için İslâm, çıplak giyinmiş kadınlara inkisar (gücenir) eder. Hikmeti; bedâyiin
(hayret verici güzellikte olan şeylerin) aleyhinde olduğundan değildir.
Yuvaların yıkımına sebep olduğundan, çocukları diri diri yetim bırakmaya bâis
olduğundandır.
Sonra
aile yıkımlarında konuşma tarzı da çok mühim rol oynuyor. Önceden gayet zarif
ve nâzik konuşmaların yerini sonradan gayet kaba sözler, hareketler alıyor. Söz
ki ruhun özüdür, onun için buna çok dikkat etmek lâzımdır. Zira saygılı,
nezaketli görüşmeler muhabbetin cilâsıdır.
Yine
dikkat olunacak en mühim şey: Koca karısının hatasından hiçbir vakit hariçde
bahsetmemeli, keza kadın da kocasının hatâsını hariçde söylememelidir. Söz
tohumdur, vücud bulur, evin yıkımına sebep olur.
Yine
hiç bir erkek, kendi karısının yanında başka bir kadını medh etmemeli, kadın da
kocasının yanında başka bir erkekten bahsetmemelidir.
İşte
ihtilât (karışmalar) böylece erkeği birçok kadın ve kız arasında zevk u tarab
içinde yaşatmağa sevk ediyor, bunun neticesinde de geniş bir bekârlık devri başlıyor,
kayıtlanmak istemiyor.
Erkek
belki hazzı nefsânîsini tatmin edebiliyor, fakat kadın çırpmıyor, asabı
marazlara mübtelâ oluyor.
Vakıa
din bakımından erkek ve kadının gayrı afîf olması müsavidir. İkisinin de cezası
birdir. Hattâ İslâm Dininde kadına burada da büyük bir iltimas muamelesi
yapılmıştır.
Çünkü
İslâm “SUÇ, ASIL ERKEĞİNDİR” diyerek kadını kurtarmak ister.
Meselâ:
Bir kadın mecnun bir şahısla zinâ yapsa, erkek mecnun olduğundan dolayı
mükellef olmayıp tecziye edilmiyor. Bu münasebetle İslâm kadına da had vurup
tecziye etmez. Çünkü erkek asıldır, kadın fer'idir. Mademki aslına had
vurmadınız; fer’ine de vurmayınız, der.
Eğer
bir kimse ahlâkın öz validesi ve vicdanın hakîkî mürebbîî bulunan din ile
alâkam yok deyip kenara çekilse de, bu defa örf bakımından kadınıın vaz'ıyyeti
daha acıklı oluyor. Yani örfte kadının gayrı afîf olması, daha büyük bir yara
açıyor.
Hele
kızlar için Kudretin en büyük bir hediyesi olan bir bekâret meselesi vardır ki,
o onun daha afîf kalmasını icap ettiriyor.
İşte
hangi cepheden mütâlâa etsek, büyük zararlar görülüyor. Belki birkaç kadının
mahzûz (memnun) olduğu gösterilirse de hüküm eksere olduğundan kıymeti yoktur.
Ve
böylece bu kâinatı tedbîr ü tedvir ve hikmetle tasarruf eden Hâlikı A'zam,
vaz'ettiği kanununda, kadınla erkeğin vazifesini ayrı ayrı gösterdiğinden
bunlar biri biriyle karıştığı zaman hayat çirkinlikler ile doluyor.
ÜÇÜNCÜ
KISIM
MÜEBBED
İSTİKBÂL
(Daimî
Huzurlu Gelecek)
Şimdi
müebbed istikbâl nedir?
Bunun
hakkında da birkaç söz söyleyelim:
İnsanın
iklîmi vücûdunda rûh ile akl'ın izdivacından doğan ve örfün lisânında “Vicdan”
tesmiye edilen, herkeste var zannedilip de pek az insanda bulunan o nurun
sesini, kim dikkatle dinleyecek olur ise (Ebed Ebed) sedasını duyar.
İnsan
bile sâhib olduğu bir şeyin zayi' olduğunu istemez. Ya bu muazzam kâinatın, bu
geniş memleketin sultânı olan Kaadiri Mutlak'ın saltanatı geçici olur mu ?
EVET,
YİRMİNCİ ASIRDA ALLAH TEÂLÂ'YI İNKÂR KAPISI KAPANMIŞTIR.
Kerâmâtı dîniyye mukabili kerâmâtı fenniyye akıllara veleh (hayret) verecek
şekilde zuhur ettikçe Hakk'ı inkâr etme yolu tıkanmıştır. Hikmetsiz hiçbir
zerre olmadığı, abes yaratılmış hiçbir mevcut bulunmadığı apaşikâr
görülmektedir.
AŞK,
ALLAH'I BULDURUYOR. AKIL, ALLAH'I BİLDİRİYOR.
Şuraya
dikkat edelim:
Allah
Teâlâ'ya iman gayet kolaydır, fakat Allah Teâlâ'nın saltanatına iman güçtür.
İşte
akıl bu saltanatı kendi ölçüsü ile ölçmeye kalktığı zaman yıkılıyor. Zira bir
tarafa bakıyor sahne-i âlemde Kudretin öyle filmlerini seyrediyor ki, meselâ
ilmen yükselmiş, ahlâkan tekâmül etmiş, faziletin numunesi olmuş bir kimse
nânpâreye (ekmek parçasına) muhtaç inliyor. Diğer tarafa bakıyor, kopkoyu
câhil, ahlâk mefhûmunu ayakaltına almış, zâlim, fâcir, gaddar, rikkat ve
merhametten hiç hissesi yok, hatta yapacağı işin programını dahi yanında
çalıştırdığı kimseye soruyor. Bu adam, milyarlara sahip, akıl danıştığı insan
ise onun yanında uşak.
Yani
ekseriyyetle görürüz ki, timsâli ahlâk olanlar mazlumdur, fakirdir, zahmet ile, zaruret ile
hayatlarını geçirirler.
İmdi
eğer şu müsavatsızlığın nihayeti yok ise, ortada büyük bir zulüm görünüyor,
hâlbuki kâinatın şehâdetiyle malûmdur ki, zulümden münezzeh, adalet ve hikmet
sahibi bir Kadiri Mutlak vardır, O'nun adi ü hikmetinin iktizâsı kurulacak bir
mahkeme-i dâd (adalet mahkemesi) vardır ki, zâlim cezasını görsün, mazlum da
mükâfatını alsın için.
Buna,
aklın acz içinde kıvranıp da hal edemediği daha canlı bir misâl vereyim;
Bir
köpek, bir kasap dükkânının önünde bir kemik, bir parça et kapabilir miyim
diye, bekler. Nihayet kafasına bir dirhem yer, bağırarak kaçar.
Diğer
bir köpek ise; muazzam bir hanın bir apartmanında yaşar, hususî hizmetçisi
vardır, mükellef bir insanın masrafından daha ziyade bir masrafa, bir i'tinâya
sahiptir. okşanır, öpülür, sevilir, kuş tüyünden yatakta yatar..
İmdi
bu köpekler mükellef değil ki, vaktiyle yaptıkları bir hasenatın mukabilini
görüyor yahut bir seyyiâtın (günahın) cezasını çekiyor diyelim.
İşte
akıl, buraları halledemiyor ve tıkanıyor.
Böyle
olunca bu sualler ilânihâye (sonsuza kadar) cevapsız mı kalır?
Hayır!
Dîni
Celîli İslâmda hiç meçhul yoktur. Yalnız ne vardır ki saltanatı İlâhideki bu
dersler ancak ma'nevî bulûğa ermiş [Meselâ:
9-10 yaşındaki bir çocuk herhangi bir kitapta (cima') kelimesini okusa da onun ne olduğunu sorsa,
o çocuğa o kelimenin manâsı hakkıyla tarif edilemez. Meğer ki o. çocuk bulûğa
ersin, o hal kendinde tecellî etsin de o ma'nâya agâh olur...] îman-ı
zevkîye çıkmış, haremi hümâyûnı İlâhîye
dâhil olmuş nedîmânı İlâhîye
ma'lûmdur. Fakat onlar da (Allahü lâ ilahe illâ hüvel hayyül kayyûm) Hükûmeti
Rabbanisinin bu sırrım, ifşa edemezler. Nasıl ki bir kimse mensup olduğu
devletin mahrem tutulması şart koşulan bir sırrını ifşa ettiği takdirde ağır
ceza ile mahkûm olursa, onlar da bir
sır ifşa ettikleri takdirde Hükûmeti Rabbaninin en ağır bir cezasına uğrarlar.
Pekiyi,
bu saltanatı İlâhiyye meçhul mü kalacak?
Hayır!
Efendim,
herkes şimdi anlasaydı olmaz, mıydı?
Yine
hayır!
Zira
ilk mektebin birinci sınıfında okuyan bir çocuğa bir muallim çift meçhullü
(bilinmeyenli) bir cebir muadelesi (denklem) veya bir kimya muadelesi
yaptırmaya kalksa müfettiş derhal tekdir eder: “Çocuğun bu sınıfa âid
müfredat programındaki dersini okut, çocuğun zekâsını körleteceksin” der.
Saltanatı
İlâhînin dersleri de böyle sınıf sınıftır.
Nitekim
lisânı dinde (Yü'minûne bilğaybi) “Gaybe îmân ederler...” denilmiş. Ba'zıları
buradaki gaybı “Allah Teâlâ'ya îman” diye tefsir etmişlerse de öyle
değildir.
ALLAH,
GAYB DEĞİLDİR. ALLAH'IN SALTANATI GAYBDIR.
Onun
için insan saltanatı İlâhînin derinliklerine dalıp, aklıyla halledemediği
mesâilde âciz kalınca:
“Yâ
Rabbi! Bana ma'rifetullah zevkini ver, senin hikmetlerini anlayayım” diye
niyaz etmesi, Hakk’ın her şeyinde bir hikmet olup, abes fiil işlenmediğine
inanması lâzımdır.
Zîra
sen varsın, Allah meydandadır. Hattâ “Gizli Kudret” ta'bîri de
yersizdir... Kudret, aşikârdır, aşikâr!
Haktan
ayan bir nesne yok, gözsüzlere pinhân (gizli) imiş..
Niyazî-i
Mısrî kaddese’llâhü sırrahu’l azîz
Suâlimizi
yine tekrar edelim: , Pekiyi, saltanatı
İlâhiyyede aklın aman diyerek acz içinde kıvrandığı bu düğümler çözülmeyecek
midir?
Hay
hay, çözülecek. Her şey meydana çıkacak. İnsan da bu hakikati görüp başını
secdeden secdeye vuracak!
Evet,
numara kâğıtlarının resmen okunacağı bir gün vardır. Bütün içlerin, dışına
vuracağı bir zaman vardır.. Hiçbir kuvvet, hiçbir yardımcı bulunamadığı bir
anda, bütün serâiri (gizli) saltanatı İlâhînin meydâna çıkacağı bir dîvan
vardır..
Zâlimin
eyvah, mazlumun hah diyeceği bir mekân vardır.
Çünkü
öyle bir gün kabul etmezsek o vakit Allah'ın adi ü mağfiret sıfatlarını kabul
etmemiş ve noksan sıfatlı Allah tanımış oluruz ki, o zaman Allah, Allah olmaz!
İnsanın
ruhunu kalıbında muhafaza eden Zâtı Hakîm.
Kudret elinde nasıl muhafaza edecek diye düşünülür mü?
Hiç
böyle sual olur mu?
Kürre-i
Arz'ı, bir sapan taşından daha kolay çeviren Kudret, bu Arz’ı nasıl tebdîl
edecek diye şaşılır mı?
Kışın,
üzerinde yaşadığımız Arz'ın beyaz sahifesini çeviren, yazın yeşil yaprağını
açan, haşr i bahârı herkesin önüne seren, bir ağaçta üç haşri (doğuşu)
gösteren, cascavlak soyduktan sonra, önce çiçeğini, sonra yaprağını, daha sonra
meyvesini gözümüzün önüne koyan, emri (Kün Feyekûn) a mâlik bir Zâtı Mutlak
hakkında “Benîm manâmı nasıl muhafaza edecek? Ben tekrar ikinci hayata nasıl kavuşacağım?” diye
düşünülür mü?
Kırk
yaşında bir kimse kırkbir sene evvel kendi varlığından haberi yok idi, henüz
isim almamıştı, resmi yoktu. Âyânı
sabiteye vukuf peyda edenlerden gayrı kendisinden hiç kimsenin haberi yoktu.
Kırk seneden beri meydana çıktı, kendisinin vâr olduğunu idrâk etti. İsim aldı,
muhiti tanıdı, hiç bilinmezken bilindi, Neş'ei ûlâyı gördü, sonra da bu
elbiseyi çıkarıp diğer bir elbise giyerek bu kevni fesâd evini tahliye ile bir
ebediyyet sarayına gideceği emrolunuyor. İmdi Neş'e-i Ulâyı (dünya neşesi)
gören, Neş'e-i Uhrâyı inkâr (ahiret neşesi) edebilir mi?
Bu âlemi idrâk eden öbür âlemi inkâr edebilir
mi?
Üzerinde
yaşadığımız Arz'ı bize bir beşik yapan, güneşi şu misafirhaneye ufak bir lâmba
olarak koyan Sâhibi Mutlak, saltanatını yalnız bu geçici dünyaya kurmaya râzî
olur mu?
Aynı
zamanda bu sözlerim; Vacib ul vücûd'un lâzimei zarûriyyei beyyinesi olan
Ezeliyyetini zihinlerine sığdıramayıp da her cihetten Ezeliyyete müuâîi olan
maddenin ezeliyyetine kani' olup onun kesafetinde kalanlar içindir. Maamâfih
şimdi bu mesleke sâlik olanlar da kalmamıştır.
Zamanımızda
(Radyum), (Uranyum), (Toryum) gibi bazı cisimlerin gözle görülmeyecek bir takım
ziyalar neşretmek hâssasına mâlik
oldukları keşfedildi. Yapılan tedkikatta (araştırma) cisimlerde bu hâssaların mevcut olduğu anlaşıldı. Hattâ en
seri cisimlerde bile mevcut olduğu meydana çıktı. Binaenaleyh maddenin daimi
surette bir takım gayrı kabili vezn cüzler neşrederek maddelik sıfatlarını
kaybettiği tahakkuk etti. Madde ile kuvvet beynindeki ikilik ortadan kalktı. Ve
madde kuvvetin, elektrik hararet ziya' ve sâire gibi muhtelif şekillerden
birisi addedilmektedir. Yalnız bu şekiller gayrı sabit olduğu halde (Madde)
kuvvetin sabit bir şeklidir. Bir vakitler madde teşkil eden ve taksimi gayrı
kaabil addolunan (Atom) ların, (Protonlar) ı ya'ni müsbeti elektrik c'üz'i
güneş vazifesini ifâ etmektedir. Ve bunun etrafında dahi küçük elektronlar,
menfî elektrik cüzleri seyyar gibi dönmektedir.
Evet;
bir cümlenin toplu durmasını muhafaza eden şey, karşılıklı te'sîr eden
kuvvetlerin müşterek incizâbıdır. Biz elektronların hareketlerini gayet küçük
olduklarından hissetmiyoruz.
Nitekim
bir bakır telin eczası gayet küçük olduğundan çevrildiğinde bize birdenbire
bitişik ve hareketsiz gibi görünüyor.
Madde
böyle tedricen mahvolduğu halde kimya muadelelerinin ne hükmü kalır?
Hatta
maddenin tebeddülü çok süratli olsaydı, bu muadelelerin terki îcâb ederdi.
Fakat
bu tebeddül, elde bulunan vâsıtaların hiçbiriyle his olunmayacak derecede yavaş
olduğundan muadeleler devam ediyor.
Madde büsbütün mahvolmuyor, ondan çıkan
cüz'ler duruyor denilirse; maddenin sıfatlarıyla, esirin sıfatları beyninde
müşterek bazı cevherler neşr oluyor. Lâkin artık bunlar sıfatlarını
kaybettiklerinden madde değildir. (Kuvvet) dir.
“Madde
gayrı kaabili imhadır” kanununu cerh ve ibtâl eden (Güstave Le
BON) “Kuvvet dahi gayrı kaabili imha değildir; mütemadiyen yıpranıyor”
diyor. Bu sahanın âlimleri, maddenin ilk aslı temeyyüz etmemiş (esir) olduğunu
kabule meylediyorlar. Fakat o da bir faraziyyeden ibaret kalıp mâhiyet; büsbütün
meçhulleşiyor.
Alman
Feylesofu Kant:
“Biz
eşyanın zahirini biliyoruz, bâtınını bilmeğe muktedir olamıyoruz” diyor.
İngiliz
Feylesofu Spencer:
“Eşyanın
hakikatini kat'iyyen bilemiyoruz. Yalnız her şeyin bir asıldan neş'et ettiği
sarsılmaz bir hakikattir” diyor.
İşte,
insan bu asim keşfine hiçbir vakit muvaffak olamayacaktır. Çünkü o ne
tecrübeye, ne de âlet vâsıtalarının hiçbirine muti' değildir. O her şeyin
mebde-i ve mercii olan Cenâbı Hakk'tır. Aklı beşer, onun hakikatini idrâkten
daima âciz kalacaktır.
Farzı
muhal, eşyanın aslı olan bir cevher keşif olunduğu farz edilse; bu bir cinsten
olan cevheri bulunduğu halden çıkmağa mecbur eden sebep ve akıllara hayret
verecek derecede muntazam, adet
manzumesine sığmayacak gayeler, hikmetler tahtında şekillere koyan Sâni'
(yaratıcı) kimdir suali sorulunca, yine Kadiri Mutlak olan Allah Teâlâ'dır
cevabından başka cevap bulunamayacaktır.
Senin
gibi akıllı, iz'anlı, şuurlu bir varlığı, şuursuz, iz'ansız bir
varlık, kör bir kuvvet yaratabilir mi?
Tabiat
denirse: [Tabiat: Allah Teâlâ'nın sünnetidir.] O NASIL BİR TABİATTİR Kİ: BİR DENİZ
YARATMIŞ VE YARATTIĞI DENİZİN BİR YUDUM SUYU ZEHİR GİBİ TUZUNDAN AĞIZA
ALINMADIĞI HALDE; TEAYYÜŞÜ, TEGADDÎSİ, TEMEKKÜNÜ, (yaşaması-gıdalanması—duruşu)
HER ŞEY Sİ O ZEHİR GİBİ TUZLU SU OLAN BALIĞIN İSE BİR LOKMASI TUZSUZ YENMİYOR!
Azizim,
sözü uzatmayalım! Akıl gözünü kapasa da vicdan'ın gözü daima açık olduğundan “ALLAH”
diye bağırır. Ve her neye baksan onun,
evsâfı cemâliyye ve kemâliyye ile muttasıf bir Sâni’ tarafından yapıldığını
görürsün.
Saâdeti
ebediyye olmasa, Ahiret denilen bir âlem bulunmasa; her şeyinde bir ziya' bir
irâde, her terkibinde bir şule-i hikmet, her hareketinde nazarı dikkati
celbeden bir lem'ai ihtiyar görülen bu muazzam nizam yalancı olur da kalır...
Zira
nizâmı tanzim eden saâdeti ebediyyedir. Hilkatteki hikmet, saâdeti ebediyyeyi
ilan eder.
Bir
kimseye şöyle denilse:
“SANA
ŞU DÜNYADA GENİŞ BİR SAADETLE, BİR MİLYON SENE ÖMÜR VERİLECEK, FAKAT SONRA
ÂDEME MAHKÛM OLACAKSIN, YA'Nİ HİÇ OLACAKSIN!” O kimsenin sevinmesi
şöyle dursun, derhal acı bir elem duyar.
Binaenaleyh
sultanı ruh, ancak ebediyyetle tatmin olur.
Sonra
rahmeti İlâhî mevcudatta apaçık meydandadır. Eğer hicrânı ebedîye kaail olursan
o zaman muhabbet, şefkat, aşk ni'metleri bir kıymet ifâde etmez.
Binaen
alâ zâlik kâinatın hakikatinde bir mâye-i aşk var... Hangi zerreyi nazarı
hikmetle tedkika kalkışırsan, kör bir ittifâkın, kör bir tesadüfün ona
karışmadığını görürsün.
Mahlûkatın
hangi sınıfını seyre çıkar isen çık, öyle muntazam ayak atarak turdan tura
geçtiklerini görürsün ki, o vakit bütün mevcudatın, iradesi her yeregeçen bir
kumandanın arş kumandasıyla hareket ettiğini mecburî olarak kabul eder, Allah
dersin!
Kaynak: Şemseddin YEŞİL,
Boşanma Kapısı Ne Vakit Kapatılabilir?, Hüsnütabiat Matbaası, İstanbul, I960
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar