HAP TOPLUMU
Nihat Genç/Aydınlık
18.10.2016
Yakın tarihimizin
en büyük savaşlarından birinin kapısındayız, ağır silahlar ve yüz binlerce
asker Irak sınırına kaydırıldı, endişe içindeyiz.
Uzun yıllar Kerkük Musul işgalini ve Türkmenler’in kırımını sadece
seyretmiş iktidarın aklına birden savaş geldi.. Koalisyona katılmak için
can atıyor.
Savaş bilinmeyendir bilinmezdir, ne kadar güçlü ordun olursa olsun bir
gün sonra ne olacağını bilemezsin.
Ve toplumda büyük bir sessizlik, yirmi yıl önce de Irak Savaşı’na
katılmak istiyorduk o günlerde de savaşa karşı yazılar yazıyorduk ve çok az da
olsa savaşa karşı ses veren sivil kurumlar vardı. Siyaset, parti, sivil kurum,
toplum, savaşa karşı en küçük bir tepki göremiyoruz.
Güle oynaya savaşa gidiyoruz, güle oynaya maceralar içindeyiz.
Şüphesiz siyasi iktidar ekranları ve oylarıyla çok güçlüdür, ancak, yine
de bu toplumda biz ölmedik diyecek sorumlu ve uyanık kitleler ve kurumlar
olmalı.
Çok mu yorulduk. Halimiz mi kalmadı. Irak ve Suriye savaşları hepimizi
çaresizlik ve umutsuzluğa mı sürükledi!
İnsanımızın bu kadar sessizleşmesi korkması ürkmesi, nasıl oldu, bu
kadar siyasetsiz örgütsüz bir muhalefet nasıl oluştu, bir yanıyla dibine
girelim.
*
Bir arkadaşım sabah sporu için koşu bandı alacak, alışveriş
merkezine girdik, yürüyerek çıkalım, dedim, hayır, ısrarla yürüyen merdivenle
çıktık, bir daha çıktık, döndük, bir daha çıktık.
Hem yürüme bandı almak istiyorsun hem de yürüyen merdiveni tercih
ediyorsun, burada bir sahtekarlık var!
David Le Breton’un Bedene Veda kitabı daha önce notunu alıp
yazmaya fırsat bulamadığım kendimize karşı birçok sahtekârlığı bir daha
hatırlattı bana.
Mesela gücün yok iştahın yok arzun yok ve ama viagra kullanıyorsun,
bedenin arzularına yetişemiyor mu, bedenin hayallerine yetişemiyor mu, bedenin
iştahına geç mi kaldı?
Bir çok yazar tanıyorum, ilk gençlik yıllarından beri düzenli sakinleştirici
ilaçlar kullanıyor, sonra, oturup ülke meselelerini çözüm için düzenli yazılar
yazıyor.
Benim bildiğim sorunlar ve kelimelerin beynimizde duygusal karşılıkları
vardır, öfke gibi ‘zorluk’ gibi endişe verici, gibi.
Sorunun zorluğunu anlamak istiyorsan sorunla çıplak şekilde
yüzleşeceksin. Sorun karşınızda acımasızlığıyla dururken hap kullanırsan
sorunun tehlikelerini beyin olarak nasıl hissedeceksin. Hayır, önce ben
duygularımı ilaçla yatıştırayım sorunu sonra çözeriz, diyorsan, sen yazar olamazsın.
Ve sorun yumağı senin karşında canlılığını telaşını paniğini ruhunu
yitirir ve kelimeler plastik oyuncaklara dönüşür.
Ve saçını başını yolan ağıtlar yakan sorunun sen de karşılığı yok
demektir, ilaçlar seni duvar gibi tuğla gibi duygusuz yapmış, sen de artık
kelimeleri lego parçaları gibi görmeye başlarsın, şu kelimeyi şuraya
koy, tamam, gönder gitsin. Önce hissiz şekilde kelimeleri gönderirsin,
sonra hissiz şekilde orduları.
Siyasi ve sosyal bir sorunu çözmek için güya kafa patlatıp klavye önüne
oturmadan önce, sen önce kendi sorununu çöz.
*
Şu çok bilinen emperyalistlerin Çin’i köleleştirmek için afyon satışını
serbest bırakması gibi, artık, uyuşturucular legal, eczaneler reçeteler
doktorlar ‘sakinleşmenin’ haplarıyla en kısa yoldan ‘sorunlarımızı’ çözüyorlar.
Sorunlarını hapla ideolojiyle çözenler savaşı vahşeti anlayamaz, bilgisayar
oyunu gibi gelir ona.
Kendimizi ‘hap’la tedavi ediyorsak, o zaman önümüzde duran siyasi ve
sosyal sorunları da ‘hap’la çözelim, mesela, hergün canavar bir iştahla kaleme
aldığın kürt meselesini de ‘hapla’ çözelim, basalım millete hapı gitsin.
Sünnilere de hapı basalım Şiilere de hapı basalım.
İşin en tuhaf yeri bir çok psikiyatr da kendi sorunlarını da ‘hapla’
çözmeye alışmış. ‘Hap’ kullanan bir psikiyatrdan memlekete hayır gelir
mi?
Sıradan insanlar gündelik hayatlarında sıkıntıları ve çıkmazları
karşısında istedikleri doktora gider istedikleri tedaviye baş vurabilirler,
konu bu değil.
Konu meslekle ilgili, müdahale ve takviyenin haram yasak olduğu bazı
meslekler vardır, yazarlık gibi siyaset gibi.
Kelimelerin bin türlü yüzünü tanımak için kelimeler karşısında çırçıplak
yüzleşen savunmasız kalabilmelisiniz, dehşeti öfkeyi anlayabilmek ciğerinden
tanıyabilmek için.
Ve her kelimenin taşıdığı zehri ya da sevinciyle girip çıkabileceği açık kapı
bir beyniniz ve psikolojiniz olmalı.
Memleket kötü biz de kötüyüz, olsun, biz yine de hep neşeli olmak
istiyoruz, hiç kaygı taşımamalı ve öfke ve hiddetimizi bastıran haplar
kullanmalıyız, memleket kötü ve bu yüzden biz ruh halimizi hep düzenli ve
uyumlu ve iniş-çıkışsız tutabilmeliyiz.
Uyuşturucuyla sağlık ne zamandır kurtuluş olmuş haberimiz yok.
Yani ‘ruh halimizi’ de giysi gibi gözlük gibi seçiyoruz, bugün yine kötü
olmayayım, şimdi haberleri okur mahvolurum, en iyisi mi önce haplarımı alayım..
Bu endişelerle doz doz alınan bu sakinleştiriciler nüfusa vurulduğunda milyon
tonlara çoktan ulaştı bile.. Yani havadan atılan dehşet bombaları kadar
toplumları sakinleştirmek için o bombaların ağırlığı kadar haplar.
Hatta edebiyatta eskisi kadar kaçış, yalnızlık ve kaybetme hikâyeleri
okuyamıyoruz, bütün bu ‘hüsranları’ artık ‘hapla’ tedavi etmeyi ve hep ‘iyi
kalmayı’ başarabiliyoruz.
Ruh halimizi düzenlemek rengi ve dikişiyle üstümüze çok uygun bir takım
elbise giymek gibi.
Okuyucular da öyle, çok gerçekçi hikâyelerden
ürküyor ve ruh hallerine uygun daha yumuşak sessiz hafif şımartan gıdıklayıcı
metinlerden hoşlanıyor.
Mesela, çocuğumuz dersini başaramıyor
dikkatini toplayamıyorsa basıyoruz ‘hap’ı, aman üzülmesin.
Hapla şırıngayla çocuğumuzun ruh halini güya uyanık diri tutup aslında o
dersin zorluğunu ve çaresizlik karşısında üzüntüsüyle baş edebilme becerilerini
köreltiyoruz.
Ki, bir dersin bize asıl öğrettiği şey, o dersi ezberlemek değil,
zorluğuyla baş edebilmeyi öğrenmektir.
Sporcuların
kullandığı ‘doping’ gibi, zorluğu hapla aşmak.
*
1990’lı yılların
ağır siyasal travmalarını gayet iyi hatırlıyorum, siyasal hava kasvetleştikçe,
acıyı, kederi hatırlatan türkü ve şarkılardan kaçmaya başladık ve hızla
‘aboneyiz abone’ ‘hey corc versene borç’ gibi hayatımız ve siyasetimizle
alakasız ve tam bir yanılsama pop rüzgarının içine düştük.
Pop
müzik de bir uyuşturucuydu, sert siyasal sorunlardan ‘aboneyiz abone’
şarkısıyla kaçabildik mi, üç-beş yıl sonra 90’lı yıllardan daha ağır siyasal
travmalar, dinci bir iktidar ve cemaat başımızdan aşağı döküp, ülkeyi
mahvederek, dönüp yine bizi buldu.
15
Temmuz gecesi yaşadığımız sert travma karşısında ‘aboneyiz abone’ şarkısını
niye söyleyemedik?
Modifiye deniliyor, arabalara orijinal olmayan başka aksesuarlar takmak, ruh
halimizi de düzenlemek ve modifiye etmek istiyoruz.
Kaç
zamandır bedenimize ve ruhumuza ilaveler yapma derdindeyiz, yanaklarımızı
şırıngayla şişiriyoruz, kaşlarımızı kaldırıp yenisini istediğimiz yerden
çiziyoruz, protez, implant, derken, yavaş yavaş sökülüp takılan robotlara
dönüşüyoruz.
Başkalarına daha güzel görünmek için, sokaktan ‘bakış’ alabilmek için,
hatta derimize resimler çiziyoruz, öcü resimleri kilim desenleri korsan bayrak
resimleri.
Karşılaştığımız
insanların artık yüzüne değil tşörtündeki yazıya takılıyor gözlerimiz,
dövmelerine takılıyor gözlerimiz, modifiye edilmiş başörtülerine takılıyor
gözlerimiz.. Bir modifiye modası
ekranları sokakları siyaseti her yanı bulaşıcı hastalık gibi sardı. Mesela
tşörtünde ‘savaşa hayır’ yazıyor, ama hepsi bu kadar, siyaseti ve kişiliğinin
gideceği isyan ancak bu kadar, ötesi yok. Tşörtüne yazdı ve kurtuldu.
Kimliklerimiz artık dövmelerimizde tşörtlerimizde, kimliklerimiz artık
hapla düzenlenmiş hep neşeli görünen ruh halimizde.
İnsanlar bedenleri ve ruhları üzerinde ‘hakimiyet’ kurmak istiyor, ruhsal
manevi bir acı yaşamak istemiyor, ve ‘eksikliğini’ hissettiği ne varsa ya dövme
ya giysi ya vücuda yeni parça ya da hapla gidermek istiyor, ama büyük fotoğrafa
kimse dokunamıyor.
Artık biz de kalabalığa ‘vestiyer’e bakar gibi bakıyoruz,
ifadeler yüzler insan suratları yok sadece giysiler markalar dövmeler.
Estetik cerrahi ve ilaçlar ve dövmeler çoktan ‘sanatkarlığa’ ve sanayiye
dönüştü. Bu kozmetik sanayi ve estetik cerrahi hepimizin savaşını bedenimize
döndürdü.
Deriye kazılan dövmeler ve tişörtlerdeki yazılar kişilerin ‘ayetleri’ ve
hayatta tek görünebildikleri yerler oluverdi.
Şüphesiz insanların ruh hallerini ve derilerini istedikleri gibi
markalaştırması kişileştirmesi teşhir sergi salonu haline getirmesine hiçbir
şekilde kimsenin itirazı olamaz.
Bedeni ve ruh halini aksesuar ve ilaçlarla sürekli programlama sürekli
modifiye etme ihtiyacı, daha derin bir derdi anlatıyor bize.
İnsanlar bedenlerinin ve ruh hallerinin içinde çok fazla yaşıyorlar.
Güzelliklerinin ve kusurlarının içinde çok fazla kalıyorlar. Başkalarının
dikkatini çekme, başkalarına güzel iyi görünme telaşı içinde çok fazla mesai
yapıyorlar. Artık günboyu meslekleri ve işleri, bedenleri ve aksesuarlarını ve
ruh hallerini ilaç ve kozmetiklerle düzenlemek.
Bir
insan kendi bedeni ve kendi ruhu içinde bu kadar süre kalmamalı.
*
Bir şehri iyi tanıyabilmek için o şehirden
uzaklaşmalısınız. Uzaklık gurbet hasret size o şehri daha iyi anlatır. Şehrinize
yakınlaşmak ve şehrinizi daha derinden ve ayrıntılarıyla tanımak istiyorsanız,
o şehirden uzaklaşın.
Hayat böyledir, ölmeden, anneyi tanıyamazsınız. Ayrılmadan, sevgili nedir
bilemezsiniz. Kaosu yaşamadan, hukukun değerini bilemezsiniz. Savaşı yaşamadan
huzuru anlayamazsınız. Sular kesilmeden suyu, elektrik gitmeden ışığın
nimetlerini anlayamazsınız.
Birileri size ısrarla bedeninize ve ruh halinizi fazla takılın, bedeninizi ve
ruh halinizi çok fazla endişe haline getirin diyor, birileri size bedeniniz ve
ruh halinize çok yoğun odaklanın ve dünyadan başkalarından uzaklaşın diyor.
Birileri sizi dünyadan uzaklaştırıyor bedeninize çok fazla yakınlaştırıyor.
Uzun
uzun türküler dinlemek, seyahate çıkmak, uzun soluklu kitaplar okumak,
başkalarının hayatlarını merak edip biyografilere sarmak, başka insanların
acılarına dertlerine yaşadığı zorluk ve işkencelere çat kapı gidip uzun uzun
düşünmek.
Yaşadığımız kültür bedenimize ve ruh halimize saniye
saniye dakika dakika çok fazla ayna tutuyor, nedense hep bedenimize ve ruh
halimize tutuyor, Suriye’de kolları bacakları kesilmiş yüzbin küçük kızın
bedenine ayna tutan bir sanayimiz yok.
Bedenimize
ve ruh halimize odaklanıyoruz, ve bu aynayı ele geçirip, bu aynaları uzaklara
ötelere başkalarına tarihe acılara büyük siyasetlere büyük direnişlere
tutamıyoruz.
Bu
aynayı genel resime büyük fotoğrafa tutamıyoruz.
Topluca halimiz nic’olacak’a tutamıyoruz, birlikte hep beraber ne
yapabilirize tutamıyoruz, felaketler karşısında hangi siyasi çıkışlar hangi
kadrolar hangi projeler içinde olmamız gerektiğine tutamıyoruz.
O
mesleğin sabır isteyen zorluklarıyla uzun uzun yıllar boğuşmayı, boş ver, aman,
hazır yapılmışı var, sorar öğrenirsin canım, açarsın ınterneti orda yazıyor
canım.
*
Kapitalist tüketim istiyor ki bedeninizde
fazla kalın, hep bedeninizle uğraşın, hep bedeninizde ikamet edin, hep
bedeninizi tamir edin, hep bedeninizi görün, hep bedeninizi düşünün.
Kapitalist tüketim istiyor ki hep neşeli olun hep uyanık kalın hep uyumlu
olun hep kayıtsız kalın hiç öfkelenmeyin hiç kaygı taşımayın, gerçek insanların
acı ve dehşet sahneleri hiç görmeyin tasa etmeyin.
Topluca ne yapabiliriz’i hep birlikte nasıl bir çözüm üretibiliriz’i hiç
dert etmeyin, üzülürseniz ilacım var, kendinizi kötü hissederseniz takma
çıkartma protez ve cerrahi ve ilaçlarım var.
Bir
meslek edinmek ve o meslekte usta olmak ilk yirmi yıldan sonradır, zor işdir,
aman talip olmayın.
Siyaset mi, gider oyunu verirsin, canım.
Hayatta ayakta kalabilmek için zihinsel ve el becerilerini
geliştirebilmek için otuz uzun yıl yoklukla açlıkla parasızlıkla ve
yalnızlığınla uğraşmana hiç gerek yok..
Biz
sana istediğin kişiliği marka marka takarız canım.. Biz senin partilerine de
istediğimiz adamları takar takar çıkartırız canım, dert edinme.
Haplarla
istediğin neşeyi sevinci yaşatırız, tatlım.
Kardeşlerim, ‘güven’ duygusu aksesuarlarla giderilemez, hayat ilaçla
değiştirilemez.
Korku, panik, endişe duygusunu ilaçlarla yok edemezsin..
Kendine uygun bir beden ve ruh, alışveriş merkezlerinde satılmaz.
Viagrayla erkek olunmaz.
Sen görmüyorsun diye Suriye milyon insan
ölememiş olmaz, siyasi kavgası ve fikirleri olmayanın, sağlığı olmaz.
İşte günlük spor merkezlerine
girip çıkanların sayısı milyonu geçti, her biri ayı gibi kuvvetli ama hiç
birinin bir başkasının hayatını değiştirecek iyileştirecek aklı fikri yok.
Tam
tersine bedenleri güçlü ve sağlıklı ve gösterişli milyonlar çoğaldıkça hayata
ve siyasete pencerelerimiz tek tek kapanıyor, tam tersini düşünün, spor
merkezlerine girip çıktıkları kadar parti ve sivil kurumlara girip çıksalar,
insan ve ülke olarak daha güçlü daha zinde insanlar olurduk.
Kaslı
pazulu ve bal mumu heykeli kusursuz suratlar çoğaldıkça siyasi çözüm için bir
araya gelmiş insanların sayısı azalıyor.
Seksen yaşında spor yaparak hala güçlü kaslarıyla övünen insanların
sayısı çoğalıyor ama siyasi fikirlerimizin siyasi varlığımızın eti kemiği
eriyor.
Seksen yaşında dahi bisiklete binebildiği için caka satıyor ama bir parti
toplantısı bir sivil kurum toplantısına bir koşu gidip hiç gelmemiş.
Kaslarını bedenini güçlü göstermek için buzlu suların içine dalacak
cesaret gösterebiliyor ama savaşlara ve hırsızlıklara karşı meydan okuyacak bir
cümle lafı, gücü kendinde bulamıyor.
Geçmiş yüzyılların burjuva ve aristokratlarını düşünün, enfiye kutuları,
elmas tokalar, süslü püslü giyimler ve hak edilmemiş bir soy gururu.
Tüketim toplumu, hepimizi, bu ilaçlar bu aksesuarlarla, bir yanılsama,
bir similasyon gibi, kendi imparatorluğuna tek tek aristokrat ve burjuva
yapıverdi, ne çok insan vahşice öldürülüyorsa o kadar çok boya sürünüyoruz.
Hukuksuzluk ve adaletsizlik ne çok insanın canını yakıyorsa neşemizi
koruyabilmek için o kadar çok ilaç kullanıyoruz.
Dünyanın başkalarının ve siyasetin acımasız fiziki gerçekliğini bizlere
unutturup, kendi fiziki güzelliğimiz ve bedenimiz içine bizleri hapseden bir
yalan gösteriş dünyası içindeyiz.
Bizleri
bedenimize diri diri gömmeyi başardılar.
Artık
her gün bu mezara çiçek taşıyor bu mezara kokular sürüyor bu mezarın mermerleri
daha şık görünsün diye tornacı cerrahlara koşuşturup didinip duruyoruz.
Ve şüphesiz, sonuç, uyuşturucu
içirilmiş fareler gibi kedi korkusu hiç yaşamadığımızı sanıp sınırlarımızda
milyonlarca insan öldürülüyor.
Çünkü o fareler ‘özel kişilikler’
olduklarına inandırılmış.
Çünkü o fareler, ilaçlarla
sabitlenmiş donuk gülüşleriyle hayatlarına zenginlik kattıklarına inandırılmışlar.
Çünkü
o farelerin irade güçleri alınmış, ne saldırmayı bilirler ne korkup kaçmayı ne
ısırmayı, ne telaşı, ne öfkeyi, ne öldük bittik mahvolduk endişesini.
Siyasi kasaplara estetik kasaplara her gün gönüllüce ve çılgınca koşup
bir de üstüne güya büyük zevkler alırız.
Ve
şüphesiz, yüzbinlerce küçük çocuk ölürken, açarsın ekranları gazeteleri, ve
yine, siyasetçileriniz yazarlarınız, öfkeleriyle yüzleşecek kaygılarıyla
hesaplaşacak kendilerini tanıyacak, yine dünyaya ayıracak zaman bulamamış.
Ve yine kimsenin kendi yüzüne kendi giysisine bakmaktan,
başkalarına ayıracak zamanı kalmamış.
http://www.aydinlik.com.tr/gec-kalmis-fareler
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar