Print Friendly and PDF

ALEVİLİK İSLÂM'IN NERESİNDE?

Bunlarada Bakarsınız




İhramcızâde İsmail Hakkı Toprak kaddese’llâhü sırrahu’l azîz Efendiyi alevi olan birisi ziyaret etmek isteyince buyurur ki;
“Gel canım, bu işin Alevisi Sünnîsi diye bir şey olmaz. Hepimiz Allah Teâlâ’nın kulu­yuz”
Ziyaretine gelen alevi kardeşlerimize de, Efendi Hazretleri;
“Gardaşım! Alevi misin?” dediklerin­de,
“Evet, Efendim” demeleri üzerine,
“Gardaşım! Alevi olabiliyor musun?” diye sorardı.
Memleketimizin gerçeklerinden olan Alevi ve Sünnî meselesi hakkında babamın can dostu Yavuz Bülent Bakiler Beyefendinin  [1] 17.04.1998 tarihinde Teknik Oto Sanayi Sitesi (Çinili)Camii (İstanbul ) nde yapmış olduğu sohbetini [2] sizinle paylaşarak durum üzerindeki gerçek arı düşüncenin ne olduğunu görmenizi istiyorum.

Değerli arkadaşlar!
Herkes kendi ikliminde söz sahibi olur. Her çiçek kendi toprağın­da yeşerir. Ben Türkiye'nin çeşitli şehirlerinde, çeşitli kürsülerinde konuştum. Yurt dışına gittiğim zamanda bir iki defa salon bulamadı­ğımız için bir camide işçilerimize hitabım oldu. Ama Türkiye'de ilk defa bir cami kürsüsünden bir memleket meselesini dile getirmek du­rumundayım. Bu kürsü benim alışkın olduğum bir kürsü değil!
Ben, mümkün olduğu kadar Türkçe'yi güzel kullanmaya, «şey» kelimesinden uzak kalmaya ve «ııı, aaa, eee, filanınnn, falanınnn» gi­bi bir takım sesleri, kelimeleri dilimden, atmaya gayret ederim. Bura­da da tabii olarak bu hassasiyet içerisinde meseleyi ortaya koymaya çalışacağım. Samimiyetle inanıyorum ki, her Müslüman Türk önce kendi dilini çok güzel bilmek ve çok güzel kullanmak mecburi­yetindedir. Dil, bizim adeta varlık sebebimizdir.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme sor­muşlar;
"Din nedir?" diye. "Din nasihattir" demişler.
Nasihati dil ile yapmak lazımdır.
Ben de sizin gibi camilerimizde vaazlar dinleyen bir kimseyim. Çeşitli camilerde namaza durdum, cemaatle birlikte oldum. Dikkatimi çeken bir husus var. O hususu burada fırsat elime geçmişken açıkla­mak istiyorum. Camiler uyunacak yer değildir. Uyumak isteyen in­sanlar gelmesinler camiye; gitsinler evlerinde uyusunlar. Camiye ge­len kimseler kulaklarını ve gözlerini dört açarak kim konuşuyorsa onu dikkatle dinlemek mecburiyetindedirler. O bakımdan hepinizden istir­hamım var. Benim sohbetimde veya başka sohbetlerde, yanınızda herhangi bir kimse gözünü yumarsa, ikaz edin onu. İslâm incelik ve mükemmellikler dünyasıdır ve aynı zamanda hoşgörüdür. Hoşgörüsü olmayanın İslâm’ı güzel bir şekilde kavraması ve yaşaması, mümkün değildir. İslâm’ın en büyük düşmanı cehalet ve taassubdur. Akif ceha­letten bahsederken diyor ki:
"Ey hasm-ı hakiki seni öldürmeli evvel! Sensin bizi düşmanlara üstün çıkaran el. "
Ey cehalet! Ey hakiki ha­sım! Bizim en büyük düşmanımız sensin. Önce seni ortadan kaldır­mak lazım. Çünkü düşmanlarımızı bize üstün hale sen getiriyorsun. Bir Müslüman'ın cahil olmasına tahammül etmek mümkün değildir.
Değerli arkadaşlar!
Türkiye'nin çok mühim, kemikleşen ve kan­gren hale gelmiş bir meselesini konuşmak istiyorum. Konumuz Ale­vi- Sünnî çekişmesidir. İçinizde bir takım insanlar, benim düşündük­lerim gibi düşünmeyebilirler, onu çok tabii görüyorum. Ama biliniz ki ben burada katiyen yalan söylemiyorum. Gerçek ne ise, onu ifade ediyorum. Söylediklerim yanlış olabilir. Okuduğum kitaplar yanlış yazabilirler. Ben mezhepler tarihini inceledim. Yerli ve yabancı bir ta­kım ilim ve din adamlarımızın konuya bakışlarını gözden geçirdim. Hissiyatımla heyecanımla kürsüye çıkmak istedim. Okuduklarım yanlış olabilir, onları tekrar sizinle görüşebilir, konuşabiliriz. Ama bi­liniz ki burada, bilerek, isteyerek gerçeklerin dışına çıkıp konuşmuyo­rum! O bakımdan bu kemikleşen meseleyi konuşurken, lütfen sabırla dinlemenizi istiyorum. Ve unutmayınız ki;
Cennet, bir takım insanla­rın sandıklan gibi öyle bin metre karelik bir yer ya da bir futbol saha­sı kadar küçük değil. Cennet aklımızın alamayacağı kadar büyük bir mekân. Bir takım insanlar;
"Aman Cennetin kapılarını kapatalım! Aman başkaları içeriye gelmesin de içeride sadece biz kalalım yerimiz daralmasın " düşüncesiyle İslâm’ı çok dar noktalara doğru itiyorlar. Onlara basiret dilemekten başka elimizden bir şey gelmiyor.
Değerli arkadaşlar!
Ben, Diyanet camiasından bir kişi değilim, ya­ni ben dini bir eğitim görmedim. İslâm'la ilgili bilgilerim, ders kitap­larının dışında şahsi gayretlerimle elde etmiş olduklarım, hocalarımız­dan dinlediklerim ve bir takım nakillerdir. Sohbetimin kapısını arala­madan önce, çok samimi bir kanaatimi de burada ortaya koymak isti­yorum. Bu mükemmel ve mübarek camide, Türkiye'nin meseleleri­nin bir takım ilim, fikir ve sanat adamlarımız tarafından konuşulması Türkiye'nin bugünü ve yarını açısından fevkalade mühim bir geliş­medir. Camilerimizi daha geniş bir saha üzerinde faaliyete geçirmek, İslâm’ı caminin dışına taşırmak, caminin dışını, caminin içiyle ilgilen­dirmek ve Türkiye'nin meselelerine çok geniş bir çerçeveden bak­mak, Türkiye'nin bu gününü ve yarınını büyük bir huzur içerisine ala­caktır. O bakımdan bu çalışmaları burada başlatan ve yürüten Ahmet Yüter. kardeşimizi bütün gönlümle tebrik ediyorum. Ne kadar güzel bir gayret içerisinde. İnşallah Türkiye'deki 70.000 camimiz de kendi kürsülerini böyle ciddi meselelere açarlar ve Türkiye'yi içerisinde bu­lunmuş olduğu bu karanlıktan sıyırmaya çalışırlar. Başka çıkış yolu­muz yoktur çünkü! Sözlerimin başında söyledim. "Alevi-Sünnî" me­selesini mezhepler tarihinin ışığı altında, anlatmak istiyorum. Dediko­dulardan, miş’li, mış'lı bir takım iftira ve yakıştırmalardan uzak kala­rak, meseleyi anlatacağım. Önce size konunun dehşetini ifade edebil­mek için yaşamış olduğum bir iki hadiseden bahsedeceğim.
Sivas'ta 1969-1975 yıllan arasında Avukat olarak hizmet verdim. 1969 yılında müftü değişti. Hasan Şakir Sancaktar isimli son derece alim, fazıl bir müftü tayin edildi.[3] Sivas'tan sonra Zonguldak ve Anka­ra müftülüğünde de bulundu. Şimdi sanıyorum ki Diyanet İşleri Baş­kanlığında, yine ciddi hizmetlerini devam ettirmektedir. Sivas'a gel­diği zaman, ziyarete gittim. Dedim ki:
"Müftü efendi, bu memleketin bir evladı olarak sizden bir istirhamım olacak. Biliyorsunuz, bizim 1320 civarında köyümüz var. Bu köylerimizin aşağı yukarı 400-450 kadarı Alevi köyleridir. Diğerleri Sünnî köyleridir. Büyük devletlerin Türkiye üzerinde politikaları ve oyunları var. Benim sizden istirha­mım var. Sizden önceki tatbikattan haberdarım. Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan her yıl Si­vas'a 1 ile 10 arasında imam kadrosu geliyor. Kabul edelim ki, bir tek kadro geldi. Ve kabul edelim ki 800 Sünnî köy bu imam kadrosunu almak için müracaatta bulundu. Bu 800 Sünnî köyü yanında; kabul edelim ki 1 Alevi köyü de imam kadrosu için gelip kapınızı çaldı. Müftü efendi, sizden istirham ediyorum. Bu 800 Sünnî köyünü, lütfen bir ta­rafa bırakın. Bize diyanetten gelen o 1 kadroyu mutlaka o Alevi köyü­ne gönderin. Çünkü bizim Sünnî kardeşlerimiz, iyi kötü bir adam bu­lur arkasında namaza dururlar. Ama bu Alevi köylerimiz, aşağı-yu-karı Yavuz'un İran seferinden beri, şehirlerden kopmuş, İslâm'dan uzak kalmışlardır. İslâmiyeti öğrenmeye çok ihtiyacı vardır. Lütfen ge­len bu imam kadrosunu isteyen Alevi köylerinde istihdam ediniz!" de­dim. Müftü, yüzüme dikkatle baktı;
"Endişenizi çok iyi anlıyorum! Sivas 'a geldikten sonra bu meselenin nasıl dehşetli boyutlara yüksel­diğini tespit etme imkânını buldum " dedi ve anlatmaya başladı.
Aziz cemaat, aklınızdan katiyen çıkarmayın. Müthiş, müthiş ötesi müthiş bir meseledir bu. Ben bir seyahatte bu konuyu, Ankara Üniversitesi Prof. larından bir arkadaşıma anlattığım zaman, gözleri dehşetten fal taşı gibi açıldı ve;
"Konunun bu noktaya geldiğini, meselenin bu noktaya tır­mandığını gerçekten bilmiyordum! Gerçekten ilk defa senden duyuyo­rum ve dehşet hissediyorum!" dedi. Hasan Şakir Sancaktar hocamızın 1969 yılında bana anlatmış olduğu acı hadise şudur, dedi ki:
"Bir gün bana bir telefon geldi. Telefonu kaldırdım karşımda genç bir adam.
"Müftü efendi ben sizinle görüşmek istiyorum. Yalnız bir şartım var! Müftülükte sizinle görüştüğüm zaman ikimizden başka hiç kimse olmayacak! Ve mutlaka sizinle mesai saatlerinin dışında konu­şacağız" dedi. 1969 yılında da bir takım terör hareketleri Türkiye'yi kavurmaya başladığı için endişe duydum, hayır dedim, mesai saatleri­nin içerisinde konuşalım. Adam itiraz etti. İçinde-dışında, içinde dı­şında diye karşılıklı ısrar oldu. Baktım ki, müftülük makamı gölgelenmeye başlıyor, kabul ettim. Bu karara vardıktan sonra, belirtilen gün­de, genç bir adam geldi. Ben müftülükte yalnız başıma oturuyordum, odama girerken, kapının anahtarı dışarıdaydı, aldı içeri girdi ve kapıyı kitledi. Ben bu genç adamın bir taarruzda bulunacağını sandım ve masamın üzerindeki zarf açacağını kendimi korumak için yanıma çektim. Ama düşündüğüm gibi olmadı. Genç adam gelip son derece büyük bir edeple karşıma oturdu, ellerini önüne bağladı ve bana dedi ki:
"Müftü efendi ben bugün buraya Müslüman olmak için geldim. Nasıl Müslüman olunacaksa bana lütfen söyleyin. Ben şimdi huzuru­nuzda Müslümanlığı kabul etmeye hazırım!"
"Sen Türkçe konuşu­yorsun. Anlıyorum ki sen Türksün!" dedim.
"Evet ben Türküm ve Sivaslıyım" dedi. Hayret ettim ve;
"Sen Sivas'lı olacaksın, ama bugü­ne kadar Müslüman olmayacak ve 22-23 yaşına geldikten sonra İslâmiyeti tercih ettiğini söyleyeceksin öyle mi? Sen benimle şaka mı ya­pıyorsun? Sivas Müslüman bir şehirdir. Ve Türkler doğuştan itibaren Müslüman'dırlar! Benimle ciddi konuşsana arkadaş!" dedim. Kar­şımda oturan adam bana dedi ki:
"Hayır! Müftü efendi. Ben Sivas'lıyım! Türküm! Ama ben aynı zamanda Aleviyim. O bakımdan size böyle söylüyorum!"
“Fesübhanallah! Ben Aleviyim de, Müslüman olmak istiyorum ne demek kardeşim. Bütün Aleviler Müslüman'dırlar ama bütün Müslü­manlar Alevi değildirler. Bütün Müslümanların Hanefi, Maliki, Şâfî olmadığı gibi. Sen de Müslümansın. Sen niye benimle ciddi olarak konuşmuyorsun? deyince;
"Müftü efendi! Bütün samimiyetimle söy­lüyorum. Ben Aleviyim ve huzurunuza, buraya Müslüman olmak için geldim!" dedi.
"Kardeşim! Sen, Kelime-i Şehadet getiriyor, yani Allah Teâlâ'nın bir­liğine ve Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin O 'nun kulu ve elçisi olduğuna inanıyor-musun? O zaman Müslümansın demektir. Müslüman olmak zor bir şey değil ki!" deyince, hayret etmiş olarak açılan gözlerle yüzüme baktı ve
"Müftü efendi siz ne söylüyorsunuz, neden bahsediyorsunuz? Kelime-i Şehadet getirmeli, samimiyetle inanmalı ve kalbimle tasdik etmeliymişim! Müftü efendi ben, beş vakit namaz kılan adamım. Hac­ca da gittim geldim. Evimdeki odalardan birini adeta bir mescit hali­ne getirdim. Cemaatle namaz kumanın faziletlerini bildiğim için, sün­nete uyarak vakit namazlarını camide kılmak istiyorum. Ama ben Ale­vi olduğum için, bizim Sünnî arkadaşlarımız, beni aralarına katiyen kabul etmek istemiyorlar. Ben hep safların en arkasında kalıyorum. Bayramda kurban kesip, konu-komşuya gönderiyorum. Mahallemiz-deki Sünnî komşular, benim gönderdiğim kurban etini gözümün önün­de köpeklere atıyorlar.
"Bu Alevinin kestiği kurbanın eti yenmez!" di­yorlar. Komşuların bayram ziyaretlerine gidiyorum ben. Hiçbirisi iade-i ziyarette bulunmuyorlar. Allah aşkına bana burada anlatın. Da­ha nasıl Müslüman olunacaksa söyleyin de ben de öyle Müslüman olayıml" dedikten sonra başladı hüngür hüngür ağlamaya. Ona hangi camide namaz kıldığını sordum. Kale Camii'nde kıldığını söyledi.
“Peki dedim. Ben şimdi bu şehrin müftüsü olarak sana söylüyo­rum genç adam! Üzülme! Bir takım cahil cühela adamların tavrına bakarak gücünü kaybetme! Cemiyete kırılma! Bu şehrin müftüsü ola­rak, yarın akşam, senin namaz kıldığın camiye geleceğim ve senin ya­nında namaza duracağım. Ve akşam yemeğini de senin evinde yiyece­ğim” dedim. Çok sevindi ve elimi öperek kalkıp gitti! Bunu bana anla­tan Hasan Şakir Sancaktar halen sağdır ve Ankara'dadır. Ve Ankara'ya gidenleriniz olursa lütfen benim de ismimi söyleyerek tah­kik etsin. Dehşet üstü dehşet bir hadisedir çünkü. Hasan Şakir San­caktar bana dedi ki:
"Bir gün sonra camiye gittim. Gördüm ki bana bir gün önce gelen delikanlı gerçekten safların en arkasında kalmış. Cemaat, onu araları­na kabul etmiyor! Neden? Cemaat namaz kılıyor ama namazın ruhun­dan haberdar değil. Cemaat Müslüman ama, Müslümanlığın ruhun­dan haberdar değil. Bir takım cahil ve beyinsiz insanların meydana getirmiş olduğu bir topluluktu o. Gittim o genç adamın yanına otur­dum. Genç adamın yanına oturunca cemaat rahatsız olmaya başladı ve bana;
“Müftü efendi öne geliniz!” diye tazyikte bulundular.
“Hayır ben yerimden memnunum!” dedim. Müftü efendi öne buyurun, diye ısrar ettiler. Kardeşim caminin önü arkası olmaz, herkes otursun otur­duğu yerde. Herkes rahat etsin! diye ikazda bulundum! Cemaat rahat­sız olmaya başladı!.. Sonra akşam namazı için namaza kalktığımız zaman, caminin imamı ısrarla beni yanına davet etti;
"Müftü efendi öne buyurun!" Tekrar bağırdım.
"Al iftitah tekbirini de başla namaza! Çağırma ısrarla beni yanına! Ben yerimden memnunum " dedim. Saf­ların en arkasında o Alevi delikanlı ile birlikte namaza durduk. Ama cemaatte o delikanlının yanından ayrılmadığım için şüphelenmiş, bir takım tahminlere girmiş olmalı ki, bana kırgınlık duymaya başladı ve namaz biter bitmez, cemaat camiyi terk etmeye koyuldu. Ben hemen önlerine durdum ve kollarımı açtım.
"Arkadaşlar durun! Ben bu kar­deşimizle dün müftülükde tanıştım, beni akşam yemeğine evine davet etti. Cemaatten de bir kaç kişi olursa çok sevinirim bahtiyar olurum dedi. Ben de size duyuruyorum! İçinizden bir kaç kişi gelsin akşam yemeğini gidip bu kardeşimizin evinde yiyelim!" Ben böyle söyler söylemez, “emrolunduğu gibi doğru olmakla”[4] vazifeli olanlar –Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem bu ayet indiği zaman, "saçım sakalım ağardı" demiştir- arka arkaya bir sürü bahane ve yalan sıralamaya başladılar. Neden? O Ale­vi vatandaşın evine gitmemek ve sofrasına oturmamak için! Ne olur o Alevi kardeşimizin evine gitse? Cahil adam sanıyor ki onun evine git­se, sofrasına otursa, İslâm'dan dışarıya çıkmış olacak! Benim o ısrarlı talebim cemaati dağıtmaya başlayınca, caminin imamı beni dışarı ça­ğırdı.
“Müftü efendi biraz dışarıya gelir misiniz?" dedi. Gittim. Bana;
“Aman müftü efendi! Dikkat et! Bu adam Alevi! Sakın bunun evine gitme! Bunun yemeği yenilmez, getirdiği içilmez, dinden çıkar­sın sonra" diye saçmalamaya başladı. Ağzıma geleni söyledim. Basi­retsiz, idraksiz, cahil adamlar dedim. Adam beş vakit namazında hac­ca gitmiş, gelmiş! Bu ne taassup. Sizin taassubunuzun dinde, insan­lıkta zerre kadar yeri yoktur. İngiliz, Fransız, Bulgar, Rus, Türkiye'ye geldiği zaman, yarım yamalak bir kelimeyi şehadet getiriyor, sevinç­ten ölüyorsunuz adam Müslüman oldu, diye. Omuzluyorsunuz,
"Ak­şam yemeği benden, bu akşam ben götüreyim, yarın ben götüreyim" nedir ne olmuş? Adam, kelimelerin kafasını, gözünü yara yara bir ke­limeyi şehadet getirmiş! Hâlbuki bu adam beş vakit namazında niya­zında yahu! Neden bu adamın Müslümanlığını kabul etmiyorsunuz? Bu korkunç ötesi korkunç bir taassup!" Şimdi böyle bir taassubun bu­lunmuş olduğu ülkede yarınlara emniyet içerisinde bakamazsınız. Bu ülkede huzur içerisinde yaşayamazsınız" diye öfkelendim.
Aziz cemaat!
Bu, benim dinlediğim, şahit olduğum dehşet verici hadiselerden sadece biri. Diğerlerini anlatmaya vaktimiz müsait değil. Şimdi burada doğru oturup doğru konuşmalıyız. Ve kendi kendimize şu soruyu mutlaka sormalıyız:
"Peki! Türkiye 'de bir kısım Sünnî va­tandaşlarımız, Alevi vatandaşlarımıza karşı böyle cahilane bir tavır içinde de bazı Alevi vatandaşlarımız Sünnî camiaya karşı acaba nasıl bir tavır içinde? " Üzülerek söyleyeyim ki taassubun ve cehaletin so­nuçları hep aynı! Meyveleri hep çürük veya zehirli. İşte iki örnek:
“Cahil ve mütaassıb Aleviler, Sünnî kardeşlerine Yezid”, diyorlar. Bizim ne ilgimiz var Yezid'le. Yezid, Muaviye'nin oğlu ve Hz. Hüse­yin (aleyhisselâm) efendimizi Kerbela'da şehit eden beyinsiz insanların, vahşi insan­ların baş kumandanı! Yezid'in adamları, Hz. Hüseyin efendimizi otuz okla vurdular. Şehid olduktan sonra, vücuduna ayrıca otuz dört kılıç daha indirdiler. Hz. Hüseyin efendimizin başını kesip Yezid'e götür­düler. Yezid'i biz de sevmiyoruz.
Şimdi siz bana, Türkiye'de ilaç için olsun bir Sünnî aile gösterebilir misiniz ki, çocuğuna "Yezid" ismini koymuş bulunsun. Biz, Yezid'i küfür veya hakaret karşılığında kul­lanmıyor muyuz? Biz öfkelendiğimiz adam "Yezid" daha çok öfke­lendiğimiz adama "Yezid oğlu Yezid!" diye bağırmıyor muyuz? Ye­zid'le bizim kan bağlılığımız da yoktur. Yani Yezid, bizim birinci de­receden bile olsa dedemiz de, atamız da değil. Hal böyle olmasına rağmen bazı Alevilerin, Sünnî camiaya "Yezid" diye bakmasının, kin duymasının zerre kadar olsun akli, mantıki bir tarafı var mı?
Yok! Pe­ki bu neden kaynaklanıyor?
Tamamen cehaletten ve taassuptan! Oku-mamaktan, bilmemekten, düşünmemekten, öğrenmemekten! Cehalet, bizim gerçekten de en büyük düşmanımızdır.
ikinci bir örnek daha:
Ankara'da bir arkadaşımın oğlu, bir alevi kıza deli-divane aşık ol­muş. Kız da o delikanlıya aynı duygularla bağlanmış. Oğlan tarafı gi­dip kız tarafından, Allah Teâlâ'nın emri Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin kavlince kızı istemiş­ler, kızın babası kestirip atmış:
"Ben kızımı bir Yezid'e vermem!" de­miş. Araya girenler olmuş ama hiç kimse, kız babasını o katı kararın­dan vaz geçirememiş. Bu arada kız da, delikanlı da üzüntülerinden mum gibi erimeye başlamış. Oğlan babası, araya bir başka hatırlı kişi bulup koymuş. O kişi de benim çok yakın arkadaşlarımdan biri. Di­yor ki:
"Oğlanın babasının yalvarıp yakarması üzerine kalkıp kız evi­ne gittim. Lisanı hali ile anlattım ki bu çocuklara yazık olacak. İkisi de birbirini çok seviyor ve istiyor. Bu gençlere kıymamak lazım! Ge­lin, rıza gösterin de hayırlı bir yuva kuralım.” Ben daha konuşmamı bitirmeden kızın babası oturduğu yerden kalkıp yanıma geldi. Koyun cebinden tabancasını çıkarıp namlusunu alnıma dayadı.
"Bana bak! dedi, eğer bir daha bu konuyu açarsan, bir daha kızımı bir Yezid'e vermemi istersen senin beynini dağıtırım! Anladın mı?" dedi. Don­dum kaldım. Adam öfkeden sapsarı kesilmişti. Elleri titriyordu. Ne di­yeyim?
“Peki efendim!' dedim kalkıp usulca evden çıktım.!"
Aziz Cemaat!
Bu hadise de, üzerinde durulacak cinsten bir hadise­dir. Sivas'ta, Kale Camii'nde, bir Alevi delikanlıyı saflarına almayan o Sünnîlerin cehaleti ve taassubu neyse, kızını çok sevdiği bir sünnî delikanlıya vermeyen bir Alevi babanın cehaleti ve taassubu da odur! Peki, şimdi lütfen söyler misiniz bana, yurdumuzda birtakım Sünnîler, alevi kardeşlerimize öyle bakarsa, birtakım Aleviler de Sünnîlere kar­şı böyle bir öfkeyle yumruk çıkarsa, biz bu memlekette birliği ve be­raberliği nasıl sağlayabiliriz?
Siyasilerimiz iki de bir; "Birlik-beraberlik içinde olalım!" diyorlar. Bu ve benzeri cehaletler, düşmanlıklar ortadan kaldırılmadan birlik ve beraberlik sağlanır mı hiç? Gerçekler çok acı dahi olsa, onları bilmeliyiz ve dirliğimizi-birliğimizi kurabil­mek, koruyabilmek için, cehalet ifritinden süratle kurtulmalıyız. Baş­ka çaremiz yoktur çünkü?
İttihat ve Terakki erkânı, Sultan 2. Abdülhamid Han'ı tahtından indirdiği zaman, Başbakanlık mevkiine gelen Talat Paşa'nın kabine üyelerine bir açıklaması var! Diyor ki:
"Arkadaşlar iktidara geldik! Ama Anadolu bizim için kapalı bir kutudan ibarettir! Bu kapalı kutuyu açmadan Anadolu 'yu idare edemeyiz! Türkiye'yi idare edemeyiz! İm­paratorluğu yönetemeyiz! O bakımdan halk neye inanıyor, halkın dü­şünce sistemi nedir? Bunu bilmek zorundayız. Ahmet bey sen Doğu Anadolu 'ya gideceksin, Mehmet bey sen Batıya gideceksin, Hasan bey sen Kuzeye, Ali bey sen Güneye, Veli bey sen Orta Anadolu 'ya gide­ceksin. Ve halkı çeşitli inanışlarıyla kendi iç dünyasıyla tespit edip, geleceksiniz, onların manevi yapılarıyla, inanç dünyalarıyla tespit et­tikten sonra Türkiye'nin politikasını çizmeye başlayacağız.
Bu çok doğru bir tespit! Ama İttihat ve Terakki bu konuda başarılı olamadı. İttihat-Terakki'den sonra, Cumhuriyetin ilanından sonra, Demokrat Parti 1950 yılında iktidara gelince bir takım insanlar meseleyi istis­mar etmeye başladılar. Ve aşağı, yukarı 1400 yıldan beri kangren hali­ne gelen bu mesele büyüye büyüye, kanlana kanlana, Türkiye'yi çok çıkmaz, çok büyük, çok kanlı sokaklara doğru aldı götürdü. Tabii bu meselenin üzerinde yabancı devletlerin de çok büyük politikaları var.
Değerli arkadaşlar!
Ben burada o politikayı size anlatmazsam bu sohbetin bir tarafı yarım kalır. Biz, 1071 Malazgirt muharebesiyle Anadolu'ya girdik. Anadolu o zaman Diyar-ı Rum idi! Biz Anado­lu'ya girer girmez, bütün Batı Dünyası karşımızda tek bir cephe ha­linde birleşmeye başladı. Ve bizi yeniden Anadolu topraklarından, Türkiye topraklarından söküp atmak, bizi yeniden geldiğimiz Türkis­tan topraklarına kovalamak istedi. Bunun adı; dünya tarihinde "Şark Meselesi "dir. Çelik-çomak oyunu değil arkadaşlar. Bu konuda "Guvera" diye bir Romen devlet adamı bir doktora tezi hazırladı. İsmi:
"Türkiye'yi Parçalamak İçin 100 plan." Ve onun bu doktora tezi Pa­ris'te, Sorbon Üniversitesi'nde ilim adamları tarafından incelendi, çok ciddi bir çalışma olduğu tespit edildi ve Guvera'ya "doktor" sıfatı ve­rildi. Bu kitap Türkiye'de yayınlandı. Aldım bir örneğini getirdim. Yakup Üstün, kitabı Fransızca'dan Türkçe'ye aktarmış. Diyanet Vakfı Yayınevlerinde var, tavsiye ederim. Batı Dünyası, 1071 Malazgirt Meydan Muharebesi'nden sonra, Balkan savaşına kadar, bizi Anado­lu topraklarından koparıp atmak için hangi yollara başvurmuş? "Guvera " bunu çok ciddi bir ölçü içerisinde tespit etmiş ve bu kitabıyla ortaya koymuş.
Evet, Batı dünyası bizi bu topraklardan koparıp atmak için bir takım zaaflarımızdan istifade etmek yoluna gidiyor. O zaafla­rımızdan bir tanesi işte bu Alevi-Sünnî meselesi. Eğer gerçekten biz bu topraklarda hür ve müreffeh yaşamak istiyorsak, bu meseleyi çok iyi bilmek ve bu meseleyi çok iyi neticelere doğru çözümlemek mec­buriyetindeyiz. Bu mesele bu güne kadar çözülemedi. Neden çözüle­medi? Ben çok açık ve kesin söylüyorum. Öyle yuvarlak cümlelerle değil. Bu meselenin bugüne kadar çözülememesinin en büyük sebebi, önce imparatorluk, sonra da Cumhuriyet Türkiye'mize! Çünkü Dev­let adamlarımız bu meselenin üzerine gitmedi. Gidilmiş olsaydı, Alevilerle Sünnîlerin aynı inanç sistemi içerisinde oldukları açıkça ortaya çıkacaktı. Ben onları büyük bir açıklıkla ortaya koyacağım.
Evet devlet, bu meselenin üzerine gitmedi. Ve bütün hocalarımıza söylüyorum; Diyanet camiası bu meseleyi kürsülere getirmedi, getir­meyince. Batı devletlerinin de oyunlarıyla düşmanlıklar büyümeye başladı. İşte benim memleketim Sivas'ta bir kaç yıl önce, Madımak Oteli'nde yakılan 33 kişi. Niçin yakıyor oradaki Sünnî camia bu 33 kişiyi?.. Onları kâfir bildiği için yakıyor! Sanıyor ki, onları yakınca İslâm’a hizmet etmiş olacak. Hayır, aksine böyle hazin hadiseler bir ta­kım hücumlarla karşı karşıya kalmamıza ve vatanın huzurunun büyük ölçüde bozulmasına sebebiyet veriyor. Ondan sonra Erzincan'da Baş bağlar köyünde mukabil bir hadise!.. Ve Başbağlar köyümüzü basan bir takım beyinsiz insanlarımızın oradaki Sünnî vatandaşlarımızı kat­letmeleri! 30'dan fazla Sünnî vatandaşımızın evleriyle birlikte yakıl­ması. Sonra Malatya'da, Maraş'ta, Ankara'da, İstanbul'da, Gazi Ma­hallesi'nde, şurada burada, ikide bir ortaya çıkan ve her iki camianın birbirine girmesine sebebiyet veren, büyük oyunlar ve kavgalar. Bun­ların üstesinden gelmenin bir tek yolu vardır. O yol, okumaktır ve öğ­renmektir. Bu konuyu okumadık ve öğrenmedikten sonra, düşmanlık­ların üstesinden gelmemiz ve bu memlekette İslâm’ı yaşamamız, yay­mamız muhal ötesinde muhal bir hadisedir. Allah Teâlâ göstermesin, bu topraklan da bize bırakmazlar, bu dini de! Bütün güçleriyle bizi orta­dan kaldırmaya çalışırlar.
Hıristiyan taassubunun, bilhassa o Haçlı seferlerinde Anadolu da neler yaptığını burada bilmeyen yoktur zannediyorum. Ben bunu bü­tün samimiyetimle söylüyorum, ben bu "Alevi ve Sünnî" kelimeleri­nin telaffuzundan bile rahatsızlık duyuyorum. Sünnîlere, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin sünnetini kabul ettikleri için Sünnî deniliyormuş, aleviler de Hz. Ali kerreme’llâhü vechenin yolundan gittikleri için onlara Alevi deniliyormuş. Böyle yanlış bir değerlendirme olmaz. O ne biçim Alevidir ki, hem Hz. Ali kerreme’llâhü vechenin yolundan gidecektir, hem de Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin sünnetini kabul etmeyecektir. Olacak iş değil bu.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, biliyorsunuz, İslâm'ı tebliğ etmeye başladığı zaman, kendisine ilk inananlardan birisi, eşinden sonra Hz. Ali kerreme’llâhü veche idi. Hz. Ali, O'nun amcaoğlu ve damadı aynı zamanda. Hz. Ali İslâm'ın kılıcı. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyuruyor ki:
"Ben ilim şehrinin kendisiyim, Ali bu şehrin kapısıdır”,
“Ali'nin yüzüne bakmak bile ibadettir”,
“Bana dört kişi sevdirildi. Bunlar, Ali, Ebuzer, Mikdad ve Selmandır”,
“Benim Ehli beytim, Hz. Nuh gemisine ben­zer. Kim bunlara sahip çıkarsa selamete kavuşmuş olur”,
“Ali 'yi inci­ten beni incitmiş olur.”
 Hz. Ali ile Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, aynı noktada bir­leşmiş olmalarına rağmen, Türkiye'de, Türkiye Alevileri arasında O’nun sünnetine karşı çıkmak, Hz. Ali'yi tanımamaktır. İslâm’ı bilmemektir. Aleviliği birçok yanlış noktalara çekip götürmektir. Bu­nu devlet ortaya koymalı, bunu diyanet camiamız ortaya koymalı ve anlatmalıdır.
Değerli arkadaşlar!
Ben, Kültür Bakanlığında uzun süre müsteşar yardımcısı olarak çalıştım, sonra bakanlık müşavirliğinde bulundum. O münasebetle çeşitli ülkelerden edindiğim rakamlarla Türkiye'deki rakamları karşılaştırma fırsatını buldum. Dünyada, dikkat buyurun dünyada en az okuyan milletlerin başında biz varız! En az okuyan milletlerin başında!.. Kur'an'ı Kerim "Oku" emriyle başlamasına rağ­men... Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem "ilim kadın ve erkek her Müslüman farz kı­lınmıştır" diye buyurmasına rağmen... Hz. Ali:
"Bana bir harf öğre­tenin kulu kölesi olurum " demesine rağmen... Dünyada en az okuyan milletlerin başında biz geliyoruz. Dünyada en az okuyan milletlerden birisi olduğumuz içindir ki, bir takım cehaletlerin ve bir takım oyun­ların çok rahat bir şekilde tuzağına düşüyoruz.
ABD' de, 1000 kişiye düşen kitap miktarı 7000'dir.
Avrupa ülke­lerinde 1000 kişiye düşen kitap miktarı 4700 ile 5000 arasında değiş­mektedir.
Türkiye'de 1000 kişiye düşen kitap miktarı şaşıracaksınız, 1000 kişiye düşen kitap miktarı sadece 7'dir. Bu nasıl Müslüman bir ülkedir ki, 1000 kişiye 7 kitap düşmektedir? Ve dolaşınız bütün Ana­dolu şehirlerini, köylerini, kasabalarını, göreceksiniz ki, şehirlerimiz­deki evlerimizin % 95'i kütüphanesizdir. Kütüphanesiz ev olmaz. Kü-tüphanesiz Müslüman olmaz. Olursa, Türkiye büyük bir savaşın, bü­yük cehaletin içerisine düşmüş olur. 1000 kişiye 7 kitap!.. Okumadı­ğımız için Mehmet Akif in söylediği gibi karşımıza cehalet çok büyük bir düşman olarak çıkıyor.
Alevi-Sünnî ifadelerinden hoşlanmıyorum. Ama ne yapalım ki Türkiye'de bunlar yerleşti ve ne yapalım ki ben de meseleyi ortaya koyabilmek için, bunlara başvurmak durumunda kalıyorum. Arkadaş­lar aklınızdan çıkarmayın, Alevilik İslâm'ın içerisinde de siyasi bir cereyandan ibarettir. Mezhepler tarihine bakmak lazımdır. Bu konuya eğilirken: "Ayşe hanım şöyle söylüyor, Mehmet Efendi böyle diyor" diye yola çıkamayız. Bırakınız Ayşe hanımın öyle söylemesini, bıra­kınız Mehmed Efendinin böyle söylemesini. Bu konuda acaba İslâm tarihi ne yazıyor, bu konuda İslâm alimleri ne söylemişler? Bunlara bakmak lazım. Hz. Ali kerreme’llâhü vechenin ehli beyti ne demiş bu konuda? Onu dik­kate alalım. Bir takım dedikodularla meselelerimizi çözmemiz müm­kün değil. Şimdi gidip sorsak bütün Alevilere:
"Sizin kitabınız ne­dir?" desek alacağımız cevap şudur:
“Kitabımız Kur'an'dır!” Ve yine sorsak bütün Alevilere:
"Peygam­beriniz kimdir? " desek bize diyeceklerdir ki:
“Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa'dır!”
Şiiler veya alevi­ler, size Caferi mezhebinden olduklarını da söyleyeceklerdir.
“Kimdir bu Cafer-i Sadık?” Hz. Ali kerreme’llâhü vechenin beşinci dereceden torunu! Ona kadar sıralama şöyle:
Hz. Ali, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin, Hz. Zeynel Abidin, Hz. Muhammed Bakır ve Hz. Cafer-i Sadık.
Cafer-i Sadık radiyallâhü anh çok bü­yük bir din alimi. Maliki Mezhebinin kurucusu İmam Malik, Mez­hepler Tarihi isimli kitabının 2. cildinde şöyle diyor:
"Cafer bin Mu­hammed'e gelir ilim alırdım. O, çok gülümserdi. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin adı anılınca yüzü sararırdı. Ona uzun zaman devam ettim. Her görüşümde Onu şu üç şeyden biri ile meşgul bulurdum. Ya namaz kılar, ya oruç tutar veya Kur 'an okurdu. Abdestli olmadan Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem bahsetmez, hadis rivayet etmezdi. Manasız sözleri hiç ağzına almazdı. O, Allah 'tan korkan zahid ve abid alimlerdendi. "
Cafer-i Sadık radiyallâhü anh işte böyle büyük bir din alimi! Ondan sadece İmam Malik mi ders almış? Elbette hayır! Bizim bağlı olduğumuz İmam Ebu Hanife de Cafer-i Sadık'tan tam iki yıl ders alan ışıklı bir isim. Muhammed Ebu Zeh­ra'nın "İslâm'da Fıkhi Mezhepler Tarihi" isimli eserinin ikinci cil­dinde deniliyor ki:
"Ebu Hanife, tam iki yıl Cafer-i Sadık'ın yanın­dan ayrılmamıştır. " Ebu Hanife'nin bu iki yılı işaret ederek "O iki yıl olmasaydı Numan -Ebu Hanife- helak olurdu " dediği rivayet edilir.
Muhammed Ebu Zehra'nın "İslâm'da Fıkhi Mezhepler Tarihi"ni okuduğunuz bizi sevince garkeden bir olay anlatılır: Bir gün Cafer-i Sadık hazretleri, Ebu Hanife Hazretlerini çağırmış ve ona:
"Gel baka­lım! Duyduğuma göre sen benim dedemin sünnetinden vazgeçiyormuşsun, doğru mu?" diye sormuş. Aralarında uzun bir sohbet başla­mış. Numan bin Sabit, Cafer-i Sadık hazretlerine örnekleriyle anlat­mış ve Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem neyi söylemiş ve neyi yapmışsa kendisi de o yol üzerindedir ve sünnetten katiyen vaz geçmediğini ispat etmiştir.
Şimdi lütfen açın okuyun Cafer-i Sadık fıkhını. Göreceksiniz ki Cafer-i Sadık'a göre dinde birinci kaynak Kur'an, ikinci kaynak sün­nettir. Yani bir konuda, Kur'an'da bir hüküm bulunmadığı takdirde Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin sözleri ve hareketleri alınır. Bizde de, dinde birinci kaynak Kur'an, ikinci kaynak sünnettir. Hal böyle iken, ben bazı Ale­vi dedelerinin radyo veya televizyon konuşmalarını dinliyorum. Ca-milerimizdeki ve okullarımızdaki sünnî eğitime karşı şiddetle itiraz ediyorlar. Sünneti veya Sünnî eğitimi katiyen kabul etmiyorlar. Peki, olur mu bu? Elbette olmaz. Yani hem
"Peygamberim Hz. Muham­med'dir!" diyeceksiniz hem de O'nun sözlerini ve hareketlerini kabul etmeyeceksiniz. Hem:
"Biz Cafer-i Sadık'a bağlıyız!" diyeceksiniz hem de Cafer-i Sadık'ın gösterdiği yolda yürümeyeceksiniz! Bu, okuyan, bilen, araştıran ve Hz. Ali kerreme’llâhü vecheye bağlı olan insanların takip ettik­leri bir yol olamaz. Bu itirazın altında bilgisizlik yatıyor.
Şimdi burada size, tamamen cehaletten kaynaklanan kırk örnek verebilirim. Lütfen gidin sorun Alevi kardeşlerimize, size ilk üç hali­feyi kabul etmediklerini söyleyeceklerdir. Ve Hz. Ali kerreme’llâhü vechenin hakkının ye­nildiğini, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin vefatından sonra, halifelik makamına Hz. Ali'nin gelmesi gerektiğini iddia edeceklerdir. Ve siz ilaç için arasanız bizim Alevi camiada bir tek Ömer, Osman, Ebubekir ismi bulamazsı­nız. Bu isimlere karşı, onlar da ilk üç halife dolayısıyla şiddetli bir antipati (sevgisizlik) vardır. Bu antipati, Alevi kardeşlerimize göre Hz. Ali kerreme’llâhü vecheye sevgisindendir. Burada, ortada çok büyük ama çok büyük iki tenakuz var. Çünkü Hz. Ali'nin çocuklarının ismine bakıyoruz, görüyoruz ki o bü­yük halife, çocuklarına:
Ebubekir, Ömer, Osman isimlerini koymuş. Hatta daha da ileri giderek bir kızını da Hz. Ömer radiyallâhü anhaya vermiş.
Peki, şim­di bu nasıl iş?
Hz. Ali bütün bunları korku ile mi yaptı?
Hâşâ! Bin de­fa hâşâ!
Hz. Ali kerreme’llâhü veche Allah Teâlâ'nın aslanı ve İslâmın kılıcı idi. O, ilk üç halifeyi çok sevdiği için onların isimlerini çocuklarına vermişti. Şimdi Hz. Ali efendimizi çok sevdiklerini söyleyen Alevi kardeşlerimiz, Onun çok sevdiği isimlere karşı nasıl nefret duyabilirler, olacak iş midir bu?
Bu işin temelinde bilgisizlik var. Açın okuyun bütün mezhepler tarihini. Göreceksiniz ki, Hz. Ali, hem Hz. Ebubekir'in, hem Hz. Ömer'in, hem de Hz. Osman'ın (radiyallâhü anhüm) halifeliğine itiraz etmemiştir. Onlara biat etmiş­tir.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem vefat ettiğinde Hz. Ali 33 yaşındadır. Hz. Ebubekir 61, Hz. Ömer 41, Hz. Osman 58 yaşındadır.
Sahabe toplanmış devlet başkanlığına Hz. Ebubekir radiyallâhü anhı seçmiştir. Alevi kardeşlerimizin iddia ettiği gibi Hz. Ali'ye karşı bir oyun oynanmamıştır. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem,
"Benden sonra halife Ali olacaktır!" diye buyurmamıştır. Eğer böyle olsaydı bu seçime önce Hz. Ali kerreme’llâhü veche itiraz ederdi.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyuruyor ki:
"Haksızlık karşısında susan, dilsiz şeytandır!"
Hâ­şâ! Hâşâ! Hz. Ali korkak ve şeytan mıydı ki, ilk üç halife seçimine iti­raz etmemişti.
"Halifelik konusunda Hz. Ali 'nin hakkı yenmiştir!" de­mek esasında Hz. Ali kerreme’llâhü vecheye karşı büyük bir haksızlık ve yanlıştır! Çünkü bu iddia Hz. Ali kerreme’llâhü vecheyi korkak, aciz, şeytan durumuna düşürecektir. Bu vasıflardan hiçbiri Hz. Ali'de yoktur. Şimdi ortada bir başka çelişki var. Hz. Ali ilk üç halifeye itiraz etmediği halde, Alevi kardeşlerimiz nasıl oluyor da onun adına hareket edip Hz. Ebubekir'e Hz. Ömer'e ve Hz. Osman'a (radiyallâhü anhüm) isyan bayrağı açıyorlar. Bu yanlıştır. Cafer-i Sadık'ın babası olan Muhammed Bakır radiyallâhü anh buyuruyor ki:
"Bir takım kimse­ler, bize yakın olduklarını söyleyerek, Hz. Ebubekir, Ömer ve Os­man 'a karşı çirkin sözler söylemekte imişler. Allah adına yemin edi­yorum ki o insanlar elimize geçse, onları İslâm için katlederdim!" Sonra haydi kabul edelim ki ilk halifelik Hz. Ali'nin hakkıydı. Alevi­ler bu haksızlığa itiraz ediyorlar. İyi ama şimdi bu haksızlığı ortadan kaldırmak mümkün değil. Çünkü ne Hz. Ali hayatta ne diğerleri. Ara­dan 1366 (1432) sene geçmiş. İki bin yılından 632 yılına nasıl dönebiliriz? Hz. Ali kerreme’llâhü vecheyi yeniden halifelik makamına getirebilir miyiz?
Geçenlerde bir televizyon programında dinledim. Bir Alevi dede­si diyordu ki:
"Biz Alevi dedeleri Seyyid'iz! Hz. Ali'nin soyundan ge­liyoruz! Bizim Müslümanlığımız Kur'an'ın Türkçe uygulanmasıdır. Namazın Türkçe uygulanmasıdır!"
Buna inanmak mümkün değil. Çünkü bizim Alevilerimiz, Türkmen boylarına mensupturlar. Onların dedeleri de Türk'türler. Adam hem Hz. Ali'nin soyundan gelecek, Arap asıllı olacak hem de Arapça bilmeyecek. Adam hem Arap asıllı o­lacak hem de Kur'an'ı ve namazı Türkçe uygulayacak! Buna inana­nlayız. Bu olamaz.
Peki, öyleyse Hz. Ali kerreme’llâhü veche ve onun mübarek ehli beyti Kur'an'ı ve namazı neden Türkçe uygulamadılar?
Neden Türkiye'de­ki Aleviler başka, Irak'taki, Suriye'deki, İran'daki aleviler başkadır?
Bazı Alevi dedeleri kabul etmiyorlar ama bizim Türkiye Alevile­ri, daha çok İslâm'dan önceki Şaman Türkünün inançlarını, adetlerini yaşıyor ve yaşatıyorlar. Sünnî camia da Şamanizm'den tam kurtula­madı, Alevi camia da. Mesela; benim anam beş vakit namazında niya­zında bir kadındı. Ama anamın çok kuvvetli şaman inançları da vardı. Mesela Sivas'ta iki de bir gider Mum (Bun) Baba Türbesi [5] nde mum yakardı. Tekke önüne gider bez bağlardı.
"Ana İslâmiyet 'te böyle mum yak­mak, bez bağlamak yoktur! Bunlar Şamanizm 'den kalma inançlardır! Yapma! Günahtır!" derdim. Bana katiyen inanmazdı. Bizi eşikte dur­durmazdı.
"Aman ocakları temiz tutun!" derdi. Ay tutulunca elime te­neke verip çaldırırdı.
"Ay'ı tutan cinler, o teneke tıngırtısından korkup ta kaçarlar" derdi. Bunların hepsi Şamanizm kalıntılarıdır. Alevi-Sünnî evlerin dış kapılarındaki nal, buğday demeti veya koç-geyik boynuzu Şamanizm'den kalmadır.
Şimdi Alevi kardeşlerimiz çıkıp bütün Türkistan'ı gezsinler. Gö­receklerdir Türkistan'da Alevi yoktur. Türkistan Türkleri hep Hanefi Mezhebindedirler. Ama bütün Türkistan'da "Dütar" yani saz vardır ve Türkistan Türkleri sazı, Anadolu Alevileri gibi şelpe usulüyle, yani mızrap kullanmadan, parmaklarıyla çalmaktadırlar. Alevi kardeşleri­miz göreceklerdir ki Sünnî Türkmenlerin oynadıkları bir oyun, yüzde % 98 kendilerinin Semahına benzemektedir. Göreceklerdir ki, Eski Türklerde Tavşan mukaddes bir hayvandır ve mesela Uygarlar da Türk ve Sünnî oldukları halde eski şaman inancından kurtulamadıkları için Tavşan eti yememektedirler.
Alevi kardeşlerimiz göreceklerdir ki, Türkmenistan'daki Sünnî Türkmenler de eşiğe basmamakta, ha­ram olmasına rağmen içki içmektedirler. Ve göreceklerdir ki Azer­baycan, Türkmenistan, Özbekistan, Kazakistan, Kırgızistan ve Çin Türkleri, hatta Balkan Türkleri, her yılın 21 Martında Nevruz şenlik­leri yapmaktadırlar. Meydanlarda büyük ateşler yakarak etrafında oy­namaktadırlar. Çin bölgesinde yaşayan Uygur Türklerine, Kırgız, Ka­zak ve Tatar Türklerine Nevruz ateşi, acaba Güneydoğu Anadolu'dan mı sıçradı, yoksa oralardan mı Anadolu'muza yayıldı?
Şimdi korkunç bir bilgisizlik karşısında, hepimizi hüzünden ağla­tacak bir başka inanışa veya yanlışa bakınız:
Bir Alevi vatandaşımız, Muharrem ayında neden 12 gün oruç tuttuklarını şöyle anlatıyor. Di­yor ki:
"Hz. Ali'nin askerlerinden olan bir Hubiyar vardır. Evliya­dandır. Devrin padişahı onu İstanbul'a çağırır. Orada padişah onu zindana attırır. Sonra Hubiyar'ı bir ateş fırınına attırır. Yalnız Hubi­yar fırına atılırken vezirin küçük oğlunu da elinden tutarak içeri sü­rükler. Vezir çok çırpınır ama bir şey yapamaz. Hz. Ali kerreme’llâhü vechenin arkadaş­larından Yalıncak'ın kızı Gönül ana, bunlara bir şey olmasın diye ye­di gün dua eder. Yedi gün sonra ateş söndürülür ve fırının ağzı açılır. Bakarlar ki, çocuğun elinde bir tutam nergis vardır. Hubiyar 'ın da sakalları soğuktan donmuştur. Bizim yedi günlük orucumuz buradan kalmadır. Böylece Hubiyar'a matem tutulur. Diğer 10 günlük oruç ise Hz. Adem aleyhisselâm içindir. Adem atamız cennetten kovulduğu zaman affedil­mesi için 10 gün oruç tuttu. 10 gün oruç ta buradan kalmadır. Kalan 2 gün oruçta sabi orucudur. Ebu Müslüm un küçükken öldürülen iki çocuğu için tutulur."
Alevilik meselesi Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin vefatından sonra ortaya çıktı. O güne kadar böyle bir mesele yoktu katiyen. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem vefat edince yerine bir devlet başkanı, bir halife seçilmek istendi. İlk halife Hz. Ebubekir radiyallâhü anh oldu. Ama Hz. Ali kerreme’llâhü vechenin de ilk halife olmasını isteyenler vardı. Bu, elbette son derece tabii normaldi. İçinizde kim Hz. Ali kerreme’llâhü vecheyi bir Alevi kadar sevmiyor? Bir Alevi dedesini alsınlar getirsinler bura­ya, onun yüreğindeki -eğer öyle bir alet varsa- Hz. Ali sevgisini ölç­sünler, ben de bir Sünnî olarak yüreğimdeki Hz. Ali sevgisini o alete ölçtüreyim. Eğer benim Hz. Ali sevgim bir Alevi dedesinin Hz. Ali sevgisinden milim gerideyse Cenab-ı Hakk bu kalbimi durdursun be­nim!
Kim sevmiyor Hz. Ali'yi?
Hz. Ali kerreme’llâhü vechenin hayranları, Hz. Ali'nin sevenleri O'nun halife olmasını istediler. Ama Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin ya­kınları, sahabe Hz. Ebubekir'i Halife seçti. Hz. Ali kerreme’llâhü veche Hz. Ebubekir'in bu halifeliğine itiraz etmedi. Çünkü onlar için makam önemli değildi. Önemli olan İslâm’a hizmet etmekti. Arkasından Hz. Ömer, onun ar­kasından Hz. Osman Halife oldu. Hz. Ali yine onların halifeliğine iti­razda bulunmadı. Ama her defasında Hz. Ali'nin etrafında halife ol­masını isteyenlerin olduğu doğrudur. Bu günün siyasi partilerine çok benziyor. Bu cemaatin içerisinde çeşitli partilere rey veren insanlar var. Çeşitli partilere rey veren insanlar, o partinin genel başkanının başbakan olmasını istiyorlar. Dün de Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin vefatından sonra, O’nun yakın çevresinde bulunan kimselere hayranlık duyan insanlar, yakın hayranlık duydukları kimselerin halife olmasını istedi­ler. İslâm’ın dışında herhangi bir düşünceye katiyen kaymadılar.
Evet, Hz. Ali efendimiz, Hz. Ebubekir'in, Hz. Ömer'in ve Hz. Os­man'ın (radiyallâhü anhüm) hilafetine itiraz etmedi. Gitti onların halifeliğini kabul etti. Sonra Hz. Osman şehid edilince, Halifelik makamı Hz. Ali kerreme’llâhü vecheye geçti. Şam Valisi Muaviye, Hz. Ali'nin, Hz. Osman'ın öldürülmesinde par­mağı olduğunu iddia etti. Esas maksadı, halifelik makamını eline ge­çirmekti.
“Niçin sen Hz. Osman'ın katillerini yakalamıyorsun, onlara göz yumuyorsun” diye, Şam'dan Hz. Ali'nin üzerine yürüdü. Sonra her iki ordu, birbirinin üzerine yürüdü ve Cemal vakası meydana gel­di. Binlerce kişi öldü. Fakat bir neticeye varılamadı. Sonra Muaviye yeniden Halifelik makamını eline geçirmek için Hz. Ali kerreme’llâhü vechenin üzerine yürüdü, derlendi, toparlandı. Ben burada meseleyi çok kısa olarak an­latıyorum. Sıffın'de ordular tekrar karşı karşıya geldiler. Tekrar bir çarpışma, tekrar her iki taraftan şehid olanlar! Derken bir takım insan­lar dediler ki, biz bu halifelik meselesini, çekişmeyi, böyle çarpışarak, ölerek, öldürerek halledemeyiz. Bunu bu meydana toplanan insanlar halletsinler.
Nasıl?
Hakem yoluyla halletsinler! İslâm'da tahkim me­selesi, hakem meselesi böyle ortaya çıktı. Dediler ki;
“Hz. Ali halife­lik makamından, Muaviye'de Şam valiliğinden çekilsin! Eşit duruma gelsinler. Sonra bu savaşa iştirak eden kimseler, reylerini kullansınlar, kimin halife olmasını istiyorlarsa onu halife seçsinler ve bu mesele ortadan kalksın." Muaviye kendisine Amr İbni As isimli bir adam seçti. Hz. Ali'de Ebu Musa isimli kimseyi hakem olarak vazifelendir­di. Hz. Ali'nin halifesi dedi ki:
"Ben, basımdaki bu sarığı çıkarır gibi halifelik makamını Hz. Ali 'den alıyorum ve onu artık halife olarak görmüyorum." Bunun üzerine, Muaviye'nin şeytan düşünceli halife­si;
"Ben de şimdi bu sarığı başıma koyar gibi halifelik makamını Hz. Ali'den alıyorum ve onu Muaviye'ye veriyorum " dedi. Ve böylece bir hileyle Halifelik makamından Hz. Ali'yi düşürmek istedi. Bu durum karşısında Hz. Ali'nin yakınları çok büyük bir öfkeye kapıldılar, yeni-baştan bir gerginlik meydana çıktı. O zaman bir takım insanlar (Hariciler) dediler ki:
"Biz, hem Hz. Ali 'yi, hem Hz. Muaviye 'yi, hem Amr ibni As 'ı öl­dürmeden bu meseleyi halledemeyiz!" Bu yanlış ve hazin karardan sonra bir takım kimseler vazifelendirildi. Haziranın 17'sinde bunlar harekete geçtiler ve Hz. Ali kerreme’llâhü vecheyi şehid ettiler. Onun üzerine Hz. Ali kerreme’llâhü vecheyi yakından tanıyanlar, sevenler daha büyük bir acı duydular.
Arkasın­dan Hz. Hasan aleyhisselâmı zehirlediler.
Arkasından Hz. Hüseyin aleyhisselâmı Kerbela'da şe­hit edildi. Kerbela'da şehit edildikten sonra Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin sevgili torunu otuz mızrak darbesiyle, otuz dört kılıç darbesiyle adeta lime li­me edildi. Kafasını kestiler ve Muaviye'nin oğlu Yezid'e getirdiler. Yezid hakarette bulundu. Hz. Hüseyin aleyhisselâm efendimizin yüzüne yumru­ğuyla vurdu ve parçaladı yüzünü adeta. Bu defa daha büyük bir ger­ginlik meydana geldi. Ve Hz. Ali kerreme’llâhü vecheyi seven, Ehli beytine yakınlık du­yan ve bu cinayetlerden ızdırap çekenler acılarını çoğalta çoğalta ızdırablarını büyüte büyüte bugüne kadar geldiler. Ve Türkiye'de bir Alevi-Sünnî kavgasının olmasına sebebiyet verdiler. Hz. Ali kerreme’llâhü vechenin halifeli­ğini isteyenler, Hz. Hasan'ın, Hz. Hüseyin'in yanında, arkasında olan­lar suret-i katiyye de demediler ki; (dikkat buyurunuz)
"Biz İslâm'ın şartını beş olarak değil, dört olarak kabul ediyoruz. İmanın şartı altı değildir üçtür. Guslün farzı üç değildir ikidir."
Ya ne dediler?
"Mademki Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem vefat etti, Hz. Ali olsun." Böylece mesele, İslâm’ın içerisine siyasi bir mesele olarak ortaya çıktı, ama o siyasi me­sele bilgisizlik yüzünden palazlana palazlana günümüze iki camiayı birbirine düşman haline getirdi.”
Değerli arkadaşlar!
Meseleyi mezhepler tarihine ve kaynağına git­tiğimiz zaman Alevilik ve Sünnîlik arasında % 98 nispetinde beraber­lik olduğunu görmek mümkündür. Türkiye'de Hacı Bektaşî Veli kaddese’llâhü sırrahu’l azîz ile ilgili toplantılar yapılıyor. Ben bu toplantılardan birisinde Sivas'ta ko­nuştum ve Hz. Hacı Bektaşî Veli neyse O'nu olduğu gibi ifade etme­ye çalıştım. Aleviler de çok şaşırdılar. Sünnîler de çok şaşırdılar.
Elimde Hacı Bektaşî Veli'ye ait "Makalat" diye bir kitap var. Prof. Dr. Esad Coşan tarafından sadeleştirilmiş bu kitap Kültür Bakanlığı yayınlan arasında çıktı. Hacı Bektaş Veli kaddese’llâhü sırrahu’l azîz, İslâm'ı; "Şeriat, Tarikat, Marifet, Hakikat" temelleri üzerine oturtan bir veli.
Veli demek Al­lah'ın dostu demek. Peygamberliğin hemen altındaki makam demek. Şimdi acaba Hacı Bektaşî Veli, şeriatı nasıl anlamış ve anlatmış? Ben bunu çeşitli salonlarda, iki saatlik, iki buçuk saatlik bir sohbetle orta­ya koyuyorum. Bu şehrin müftüsü burada mı? diyorum. Birisi kalkı­yor, 'buradayım' diyor.
“Müftü efendi! diyorum, “şimdi Hacı Bektaşî Veli hazretlerinin şeriatla ilgili "on kapısı"nı size açıyorum, aralıyo­rum! Burada İslâm'a mugayir (ters-zıt) kıl kadar bir husus varsa, cemaatin ve Allah Teâlâ'nın huzurunda kalkıp ifade edeceksiniz, anlatacaksınız,” diyorum ve okuyorum: Şimdi burada size de onu okumaya çalışacağım:
Bu üçüncü bölümdür ve şeriatın makamlarını beyan eder. Hacı Bektaşî Veli diyor ki:
"Şeriatın birinci makamı iman getirmektir.
İkin­ci makam, ilim öğrenmektir.
Üçüncü makam, namaz kılmak, zekat vermek, oruç tutmak, gücü yetene hacca gitmek, seferberlik olunca kaçmayıp, düşmana karşı gelmek ve cenabetten temizlenmektir.
Dör­düncü makam, helal kazanmak ve faizi haram bilmektir.
Beşinci ma­kam nikah kıymaktır.
Altınca makam hayız ve lohusalıkta cinsi müna­sebeti haram bilmektir.
Yedinci makam sünnet ve cemaat ehlinden ol­maktır.
Sekizinci makam şefkattir.
Dokuzuncu makam, temiz yemek ve temiz giyinmektir.
Onuncu makam iyiliği emretmek ve kötülüklerden uzak kalmaktır. "
İşte Hacı Bektaşî Veli kaddese’llâhü sırrahu’l azîzin tespit etmiş olduğu bu 10 esas, İslâm'ın kıl kadar dışında değildir. Ama Türkiye'deki Aleviler bu esaslara uyuyorlar mı?
Hayır. Neden uymuyorlar?
Çünkü haberleri yok, devletimiz anlatmamış. Çünkü Diyanet camiası ortaya koymamış, çünkü gazetelerimiz bunu böyle yazmıyor, çünkü radyolarımızda televizyonlarımızda bu konularda açıklamalar yok.
Aziz Cemaat!
Alevilik başka, Alevi başkadır. Müslümanlığın baş­ka Müslüman'ın başka olması gibi.
Müslümanlık bir güzellikler siste­mi. Ama bir takım hatalar içerisinde olan Müslümanlar var. O hataları ortadan kaldırmak insanlarımızı güzele çekip götürmek, bu gerçekleri kavramak mümkün. Kırk tane örnek var. Hacı Bektaşî Veli kaddese’llâhü sırrahu’l azîz buyuruyor ki:
"Bir kuyuya bir damla içki düşse, bu kuyunun sularıyla etrafında­ki çimenleri sulasa o çimenleri bir koyun veya kuzu yerse o kuzunun veya koyunun etini yemek haramdır. " Hacı Bektaşî Veli söylüyor. Hz. Ali kerreme’llâhü vechenin yolunda olan kişi söylüyor. Ama ne kadar yazık. Çünkü bu çok güzel öğütten pek çok Alevi vatandaşımızın haberi yok.
Ben Sivas'ta bir Hacı Bektaşî Veli gecesinde bunları anlattığım za­man, Alevi saz sanatkarlarımızdan birisi gelip bana dedi ki:
"Abi ben bu kadar Hacı Bektaşî Veli gecesine katıldım, fakat ilk defa burada si­zin anlattıklarınızı dinliyorum. Hayretler içerisinde kaldım. Demek ki bize Hacı Bektaşî Veli 'yi hemen hemen hiç anlatmamışlar. Anlatma­mak büyük facialara sebebiyet veriyor."
Sivas'ta otuz küsur alevi vatandaşımızın yakılması, cehaletin, gaf­letin, ihanetin ifadesi değildir. Bunlar çok hafif kelimeler. Cehaleti onla, yüzle, binle çarpınız, gafleti onla, yüzle, binle çarpınız, ihaneti onla, yüzle, binlerle çarpınız, cehaletin, gafletin ihanetin bin misli neyse, Sivas'taki facia da işte odur. Sivas'daki facia odur da, Erzin­can'daki facia daha mı farklı?
Hayır, Erzincan'daki facia da odur. Başbağlar Köyü'nde otuzdan fazla Sünnî vatandaşımız yakılmadı mı?
Bu cehalet ortadan kalkmadıktan sonra düşmanlıkları devam ede­cektir. Ve bu düşmanlıklardan da İslâm'ın zerre kadar bir faydası ol­mayacaktır. Sizden istirhamım şudur:
Biliniz ki Alevilik meselesini bilmeyen iyi komşu olamaz. Alevilik meselesini bilmeyen, iyi bir tüc­car, iyi öğretmen, iyi imam, iyi devlet adamı, iyi kumandan, iyi insan olamaz. Yalan yanlış, saçma sapan bir cümle söylersiniz, bir cümle, ortalığın altını üstüne getirir. Nitekim geçmiş zamanda bir adalet ba­kanımız: "Bu, Alevilerin mum söndürme hikayesine benziyor" dedi ve Türkiye'de çok büyük huzursuzlukların doğmasına sebebiyet verdi.
Arkadaşlar ben okuyan bir kardeşinizim, benim evimdeki şahsi kütüphanemde 5000 civarında kitap vardır. Ben hem İslâm'dan önce­ki Türk dünyasını, hem İslâm'dan sonraki Türk dünyasını yakından incelemeye çalışan bir kardeşinizim. Bütün mukaddesatım üzerine yeminle söylüyorum, İslâm'dan önce de İslâm'dan sonra da Türk top­lulukları arasında böyle bir ahlaksızlık yoktur. Böyle bir ahlaksızlık katiyen görülmemiştir. İbni Fadlan diye bir Arap seyyahı var. Oğuzlar Müslüman olmadan önce onların arasında gezmiş dolaşmış. Diyor ki;
"Gittim, Müslüman olmayan Oğuzlar arasında bulundum. Gördüm ki bu adamlar, ırmakta kadın ve erkek birlikte çimiyorlar! Kadınlarla birlikte çimiyorlar ama, Müslüman olmayan bir Oğuz, Müslüman ol­mayan başka bir kadına kötü gözle baktı mı, Türkler o adamı omuzla­rı ve ayak bileklerinden ip geçirmek suretiyle iki ağaç arasına getirip geriyorlar. Ondan sonra ağaçlardan birisini, dibinden baltayla kes­meye başlıyorlar ve o kesilen ağacı öbür tarafa düşürüyorlar. Tabii a-ğaç aksi yöne devrilince, bir başka kadına bir başka gözle bakan a-dam ortasından ikiye bölünüyor. Türkler ahlak konusunda böyle has­sas insanlardır. "
Şimdi bizim hem İslâmiyet'ten önce, hem İslâmi­yet'ten sonra aile anlayışımız, kadına bakış tarzımız böyle olduğu hal­de, Alevileri mum söndürmek gibi bir ahlaksızlık içerisinde görmek cehaletle de anlatılacak bir vahşet değildir. Bunları bilmeden konuş­mak Türkiye'deki düşmanlıkları artırmaktadır.
O bakımdan sizden istirhamım şu: Lütfen okuyun, inceleyin ve mahallenizdeki Alevilerle çok iyi münasebetler kurmaya çalışın. On­lar size gelmeseler bile siz onlara gidin. Bayramlarda kendilerini ziya­ret edin. Mümkün olduğu kadar bu düşmanlıkları teskin etmeye çalı­şın. Türkiye'nin bugünü ve yarını, sizin gayretinize bağlı.
Aziz cemaat, iki, üç saatlik bir imkânımız olsaydı da, bu meseleyi, 40 ayrı örnekle daha güzel bir şekilde anlatsaydım. Ama ne yapalım ki, vakit geldi ve huzurlarınızdan ayrılmak zorundayım. Size sağlık, saadet ve başarılar diliyorum. Bu caminin güzel faaliyetlerinin deva­mını temenni ediyorum. İmam efendimize yardımcı olmanızı istirham ediyorum. İnşallah Türkiye'deki bütün camilerimiz de bu meseleleri ortaya koyarlar. Öyle sanıyorum ki derme çatma dahi olsa, Türki­ye'de bu meselede ilk defa bu camide bir ışık yakılmak istendi. İnşal­lah bundan sonra, daha değerli arkadaşlarımız gelir konuşur ve bu ce­halet belasından bizi kurtarmaya çalışır.
Allah Teâlâ razı olsun hepinizden.










[1] Yavuz Bülent Bakiler
23 Nisan 1936'da Sivas'da doğdu. Azerbaycan'ın Dağlık Karabağ Bölgesinin Ağdam köyünden Türkiye'ye göç eden bir aileye mensuptur. 1960 yılında A.Ü. Hukuk Fakültesini bitirdi. Dört yıl Ankara Radyosunda, dört yılda Ankara Televizyonunda çalıştı. Çeşitli programlar hazırladı ve sundu.
Bir süre Sivas'ta avukatlık yaptı. 1979-1980 yılları arasın­da Kültür Bakanlığı Müsteşar yardımcısı olarak çalıştı. 1994 yılında Başbakanlık müşavirliğinden emekli oldu. Evli ve iki çocuk babası olan yazarın, Yalnızlık, Duvak, Seninle, Şiirimizde Ana, Sivas'a Şiir, Üsküp'ten Kosova'ya, Türkistan Türkistan, Âşık Veysel ve Azerbaycan Türkçesinden çeviri eserleri mevcuttur.
[2] Ahmet YÜTER, Aydınlar Geçidi, 1998, Kemaloğlu Yayınları, İstanbul, s.284-302
[3] Hasan Şakir Sancaktar
1937’ de Trabzon-Sürmene İlçesi Yağmurlu köyünde doğdu. 9 yaşında hafız oldu. Tecvit tashihi huruf, cezeri gibi ilimlerle meşgul oldu ve Kur’an-ı Kerimi usulüne göre okuma melekesini ilerletti. Babasından ve medreseden Arapça ve dini ilimler okudu. İlkokul ve ortaokulu hariçten bitirerek Zonguldak Endüstri Meslek Lisesinin elektrik bölümünü bitirdi. 1960 yılında yedek subay olarak askerlik görevini ifa etti. Terhisini müteakip Zonguldak Merkez Vaizliğine tayin oldu. Vaizlik görevini sürdürürken liseyi bitirdi ve 1964-1965 öğretim yılında Ankara İlahiyat Fakültesine girdi. Bu fakülteyi bitirdikten sonra Sivas Müftülüğüne tayin edildi. (30.07.1969 / 15.07.1974)  Daha sonraki yıllarda ise Din İşleri Yüksek Kurulu Üyeliğinde bulundu.
[4] Hud, 112

[5] Türbesi Sosyal Sigortalar Kurumu Hastanesinin bahçesindedir. Mezarın baş ve ayak kısmında XIII-XIV. yüzyıla ait iki şahide bulunmaktadır. Kim olduğu hakkında bilgimiz yoktur. Halk, Bun Baba söyleyişinin yanında Mum Baba, Bum Baba Bön Baba ve Dön Baba da demektedir. Ziyaret edenler ve ziyaret sebepleri : Sıkıntısı ve dilekleri olanlar.



Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar