BANKA ORDUDAN TEHLİKELİDİR
Mehmet Yılmaz
Bu kitap Derin Düşünce Fikir Platformu'nun
okurlarına armağanıdır.
www.derindusunce.org
Bu kitap Derin Düşünce Fikir Platformu'nun
okurlarına armağanıdır.
www.derindusunce.org
Allah
Teâlâ buyurdu ki:
"Faiz yiyen kimseler, kıyamet gününde kabirlerinden şeytan
çarpmış kimsenin kalkışı gibi kalkarlar." Bakara, 275.
Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki:
"Bilerek
faizi yiyen, yediren, ona katiplik eden, bilerek ona şahitlikte bulunan kimse,
dövme yapan ve güzellik için dövme yaptıranlar kıyamet günü Muhammed'in dili
ile lanete uğramışlardır."
"Bir
kimse faizden mal çoğaltırsa, akıbeti mutlaka yokluk çekmek olur."
"Bir
toplulukta faiz yaygınlaşırsa, o topluluk mutlaka kıtlıkla cezalandırılır.
Rüşvet yaygınlaşırsa o topluluk korkuyla cezalandırılır."
"Bir
yerde zina açıkça işlenip, faiz açıkça yendiğinde ora halkı Allah'ın azabının
gelmesine sebep olmuşlardır."
Atina'da, Roma'da, Madrid'de ve
Washington'da artık halkın değil bankaların dediği oluyor. Batı'da demokrasi
geriliyor, yeni bir düzen kuruluyor. Alıp satma özgürlüğü nasıl oldu da halkı
bankaların kölesi yaptı?
İnsanî değerlerin değil maddî
değerlerin hakim olduğu her toplum kendi arsızlığı altında ezilmeye mahkûm
aslında. Thomas
Jefferson, George Washington, Max Weber, Hannah Arendt, Kari Marx ve Alexis de
Tocqueville'in eserlerinde ısrarla üzerinde durulan bir mesele bu.
Zenginleşmeye ve para ile daha çok haz almaya odaklanan insanlar
bencilleşiyorlar. Siyasetten, cemiyetin dertlerinden uzak, oy kullanmaya bile
üşenen bir güruh çıkıyor meydana.
Tam da bu yüzden Batı'da
demokrasinin en büyük düşmanı batılı insan modeli oldu. Kendini özel hayatına hapseden,
lüks tüketime, tatile, konfora odaklanan batılı insanlar politikadan
uzaklaştılar. Bu refah toplumunun bireyleri diğer insanların dertlerine
duyarsızlaştı. Para bu süreçte kutsallaştı. Yine bu yüzden bankalar ve bankacılar
ilahlaşarak hukukun üstüne çıkabildiler.
İşte bu
fikrî zemindir sermayeyi aşırı büyüten, savcıları, hakimleri bile etkisiz
hale getiren.
Bankacılarına söz geçiremeyen batı
toplumları tıpkı 1980'lerde ordusuna söz geçiremeyen Türkiye'nin durumuna düştüler...
Peki, 2008 ekonomik kriz süreci nasıl gelişti? Krizi tetikleyen ve büyüten ne
oldu?
Bize yansıtılanın aksine, 2008'de
Amerikan emlâk sektöründen başlayan kriz öngörülemez bir felaket değildi.
Yapılan düpedüz bir piyasa darbesi idi aslında. Tasarlanmış, planlanmış,
yürürlüğe konmuş bir operasyon. Bu operasyonu yöneten insanlar daha 1980'lerde
Batı adaletinin üzerine çıkmışlardı.
Krizi frenleyecek yasal engelleri
bir bir kaldırdılar, krizin küreselleşmesini sağlayacak mekanizmaları yine
onlar kurdular. Yaklaşık
40-50 kişilik bir ekip. Kriz sürecinden zenginleşerek ve güçlenerek çıktılar.
Banka kurtarma operasyonlarıyla halen zenginleşmekteler.
Elinizdeki 60 sayfalık bu kitap
Batı'da demokrasinin gerileme sürecini sorguluyor:
1.
Demokrasinin zayıf noktaları nelerdir? Bankalar nasıl
oldu da halkın iradesini ayaklar altına alabildiler?
2.
"Hukuk devleti" diyerek örnek aldığımız
demokratik ülkeler neden bu Piyasa Darbesi'ne engel olamadılar?
3.
Askerî darbelerden yakasını kurtaran Türkiye'de
hükümet Piyasa Darbesi ile devrilebilir mi?
"... Bir devleti devlet
yapan nedir? Kalın surlar, yüksek kale burçları mı? Hayır. Bir devleti devlet yapan
yüksek değerlere sahip insanlardır. O insanlar ki ödevlerini bilirler. Ama
haklarını da bilirler ve o hakları koruyacak cesareti gösterirler..." (Thomas
Jefferson*, ABD'nin 3cü başkanı)
Genelde demokratların en büyük
korkusu diktatörlüktür. Seçimle ya da askerî bir darbe ile başa geçebilecek
anti-demokratik liderlerden korkarlar en çok. Muz cumhuriyetlerindeki ve
Türkiye'deki askerî darbeler hatıra gelir hemen. Veya Adolf Hitler'in (güya)
demokratik yolla başa gelmesi tartışılır durur. Oysa demokrasinin en büyük
düşmanı halktır. Daha doğrusu halkın bencilliği ve miskinliği en zayıf
halkadır, demokratik sistemlerin yumuşak karnıdır bu. Zira gücünü halktan alan
rejimler için halkın siyasetten soğuması yıkıcı bir tehdit unsuru. Bu soğuma ve
uzaklaşmanın sebebi korku, hatta paranoya oldu geçmişte. Türkiye'de Kürt
korkusu ve irtica korkusunu biliyoruz. Başka ülkelerde de iktidarlar öcüler
ürettiler ve bu yolla halkı siyasetin dışına ittiler. Ama korku dışında da
faktörler olabilir. Halkı demirden zincirlere vuramayanlar bunu yerine altından
zincirler de kullanabilir:
"...
Belki firavunlar piramitlerini kırbaç altında inleyen kölelerin emekleriyle
yükselttiler.
Günümüzde olay biraz farklı. Köleler, 'Belki ben de firavun olurum'
düşüncesiyle
piramidin
inşasına gönüllü olarak ve tebessüm ederek katılıyorlar."
(İsmet Özel)
(İsmet Özel)
Gerçekten de halka sirayet eden,
saplantı halini alan bir zenginlik umudu, bolluk, refah takıntısı
demokrasiye zarar verebilir. Çünkü böyle bir ülkede vatandaşlar kendi küçük
dünyalarına, tatillerine, lüks hayata odaklanacaklar; insanlar
"ötekine" yapılan zulme, haksızlığa kayıtsız kalacaktır. Yani Para
ile temsil edilen maddî değer yükselir, insanı insan yapan değerler alçalır.
Paranın değeri Adalet, Vicdan, Sevgi'nin üzerine çıkar. Bu koşullarda siyasi
irade Kapital'in yani sanayicilerin ve bankaların eline
geçer, halkı temsil etmesi gereken milletvekilleri sermayenin elinde oyuncak
olur, demokratik rejimler zayıflar ve çökerler.
1980'lerden itibaren Amerika
Birleşik Devletleri tam da bu tarife uyan bir sürece girdi ve 2008'den sonra
demokrasinin gördüğü hasar ciddi boyutlara ulaştı. Elbette 2008 krizini
başlatan bankacılar masum değil. Elbette bu bankacılarla suç ortaklığı yapan
siyasetçiler masum değil. Zaten geçen haftalarda yayına giren 6 bölümde
anlattığımız gibi krizin çıkarılması ve halkın parasının bankacılara
dağıtılması hukukî bir sorundur ve ABD devletinin meşruluğunu tartışmaya
açmıştır:
Ancak bu bölümde biraz daha derine
inmek istiyoruz, bu büyük soygunu mümkün kılan fikrî zemin neydi? Dünyanın
en güçlü ordusu, ekonomisi nasıl oldu da bir avuç bankacıya yenik düştü? Sanırım
bu sorunun cevabını verecek en yetkili insanlar ABD'ni kuranlardır. Bu devasa
"makinenin" tasarımını, montajını yapanlar, ABD'nin mimarları bize
sistemin zayıflıklarını da net biçimde söyleyeceklerdir. Meselâ şu satırları
dikkatle okuyalım:
"...Bankacılık sistemini
hukuk çerçevesine sokamadık. Bu zayıflık bir gün gelip anayasal düzeni
yıkabilir. Bugün dahi bir takım ahlâksızlar halkın ekmeğiyle kumar
oynamaktalar. Bankacıların bu arsızlığı gelecek kuşaklara yük olacaktır [...]
Amerikan halkından önce hiç bir ulusun kaderi para hırsına ve özel kişilerin
hokkabazlığına terk edilmemişti. O kişiler ki ticaret aracı olan paranın
dolaşım miktarını milletin ihtiyaçlarına değil kendi çıkarlarına göre
arttırırlar. Bir kâğıt seliyle mülkiyetin cari fiyatını şişirirler; sonra o
mülkiyeti yok pahasına alırlar [...] Serbest ticarete ve rekabet kurallarına
aykırı olan bu iş yapıldı ve yine yapılacaktır. Üstelik kanun yapıcıların gözü
önünde hatta koruması altında! Adalet, erdem,
ödev bize emrediyor: Bütün memleket yağmalanmadan önce bu hırsızlar
durdurulmalıdır..." (Thomas Jefferson*, özel mektuplarından)
Kemalizmin çizmesi altında 80 sene
inim inim inledikten sonra demokrasiyi eleştirmek zor. Hele Avrupa, Amerika,
Kanada, Avustralya gibi bir çok ülkede demokrasi ve refah kolkola giderken bu
eleştiriyi yapmak daha da zor. Fakat demokrasiyi bir ideal, kendi kendini meşru
kılan bir değer olarak görmek doğru değil. Toplumun hedefi ne ise, adalet,
barış, refah... bu hedeflere ulaşmak için bir araç olabilir demokrasi. Bu gözle
bakıldığında durum değişiyor. Yani "adalet ve refaha ulaşmak için en
iyi araç bu mudur?" diye sorduğunuzda, demokrasiyi kurumlarıyla,
zihniyetiyle birlikte değerlendirdiğimizde kendine has bazı "dizayn
hataları" göze çarpıyor hemen. Nedir?
Birinci hata demokrasinin
tarihinden geliyor: Avrupa'nın sınıfsal ve dinsel kavgalarından doğan bu ateşkes
rejimi ister istemez ahlâkî bir görelilik dayatıyor bize. Yani "o
da olur, bu da olur, sen de haklısın". Haklı ile güçlü birbirine
karışıyor. En çok oy alan değil en çok lobi yapan, en çok parası olan öne
geçiyor.
İkinci hata ise demokrasinin
felsefesinde: Pozitivist, fayda-tehdit ekseninde işleyen modern devlet halkı
ile kurduğu ilişkiye bu zihniyetini yansıtıyor. Haliyle kutsanan, yüceltilen
birey anonimleşiyor. Demokrasilerde birey TEK-likten TEK-tipleşmeye doğru
gidiyor. Seçmen, üretici, tüketici gibi kitlesel rollerde kristalleşen
birey referandumlara, istatistiklere ve nihayetinde "kamuoyu" denen
soyut bir algıya hapsoluyor.
Üçüncü mesele ise demokrasi
sayesinde kurulan barış ortamı. Sınıf çatışmalarının büyük ölçüde askıya
alınması sayesinde bireysel refah artıyor. Bu kendi başına elbette olumlu bir
gelişme. Ama bir yanda bu bolluk, diğer yanda siyaset üzerinde etki etmenin
zorlaşması ve anonimleşmesi varsa ne olacak? Siyasette, toplumsal
meselelerde silikleşen bireyler lüks tüketimle, marka tutkusuyla bunu tazmin
edecekler. Birisi olmak mümkün değilse çok sevesahip olmak hedefi
kalıyor bireylerin elinde.
Demokrasinin genetik kusurlarını
yani demokrasiden çıkartılıp atılması neredeyse imkânsız olan bu sorunları
teşhis etmenin en iyi yollarından biri sanırım Alexis de Tocqueville'e
başvurmak. Siyasetçi, tarihçi, filozof ve hatta sosyolog olarak kendini
ispatlamış bir deha Tocqueville. Hem Fransa'nın hem de Amerika'nın en çalkantılı
yıllarında siyasetle ve anayasa hukuku ile meşgul olmuş, dünya siyaset
felsefesinin başyapıtlarından biri olan Amerika'da Demokrasi adlı eseri
yazmış, sene 1835. Modern mânâda demokrasinin doğum sancıları çekiliyor bu
devirde. Tam da Thomas Jefferson'ın bankalarla mücadele ettiği yıllar,
başlangıçta koyduğumuz alıntıyı hatırlayın. (Tocqueville'in kitabından önemli
gördüğümüz 7 paragrafı aktardıktan sonra Avrupa tarihindeki devrim-demokrasi
ilişkisine dikkat çekeceğiz ve bu makaleyi sonuçlandıracağız)
"... Kendimizi
kandırmayalım, demokratik kurumlar insanların ihtiraslarını şiddetle
körüklüyor. Bu hırs kurumların herkese eşit olma imkânı vermesinden değil, bu
imkânın kullanılmasındaki aksamadan kaynaklanıyor. Demokratik kurumlar eşitlik
arzusunu uyandırıyor ve körüklüyor ama bu arzuyu tatmin edemiyor. Vaad edilen
mükemmel eşitlik sürekli halkın elinden kaçıyor, tam yakaladığını
zannettiğinde kayıp gidiyor. Pascal'ın dediği gibi bitmeyen, ebedî bir kaçış
bu. Halk durmadan kendini hazırlıyor bu eşitliğe. Ne olduğunu bilecek kadar
yakın, tadamayacak kadar uzak. Başarma umudu onu heyecanlandırıyor, başarma
ihtimalindeki belirsizlik ise bıktırıyor.
Maddî arzuları doyurma çabası
demokrasiler için olmazsa olmazdır. Ama yasalar karşısında eşit olmak, serbest
ticaret ve rekabet ortamı sebebiyle toplum siyasetten uzaklaşır. Egoist
beklentiler peşinde koşan, maddî çıkarları dışında hiç bir derdi olmayan
burjuvazinin boşalttığı alan despotik bir devlet tarafından doldurulabilir.
Yeni despotizmin neye benzeyeceğini
hayal ediyorum. Birbirine benzeyen, "eşit" insanlar görüyorum küçük
ve sıradan hazlar peşinde, hiç dinlenmeden kendi etraflarında dönüyorlar.
İçlerini, ruhlarını dolduruyorlar bu hazlar ile. Her biri ötekilerle arasına
bir mesafe koymuş, onların başına gelen şeylere kayıtsız, yabancı gibi.
Çocukları ve yakın arkadaşları onun için bütün insanlığı teşkil ediyor. Kendi
ülkesinin vatandaşları? Hemen yanındalar ama onları görmüyor. Dokunuyor ama
neredeyse hissetmiyor. Sadece benliği var ve benliği için var.
Elinde bir aile kaldıysa bile
artık vatanı yok.
Onun bu bireysel hazlarının
sürmesini garantileyen devasa bir güç yükseliyor üzerinde. Mutlak, düzenli,
öngörülü ve şefkatli. İnsanı yetişkinliğe hazırlayan baba şefkatini andırsa da
özünde bireyleri çocukluk mertebesinde tutmayı amaçlıyor. Vatandaşların haz
almalarından hoşlanıyor, yeter ki istedikleri tek şey bu olsun. Bu güç gönüllü
olarak bireylerin mutluluğu için çalışıyor ama bu mutluluğun tek vektörü ve tek
hakemi olmak iddiasında. Onların güvenliğini sağlıyor, İhtiyaçlarını
karşılıyor, haz almalarını kolaylaştırıyor. Endüstrilerini yönetiyor, miras
sorunlarını çözüyor. Böylece bireyler düşünmenin zahmetinden ve yaşama
ızdırabından kurtuluyorlar.
Vicdan ve özgür irade her geçen
gün biraz daha gereksiz ve nadir oluyor, daha küçük alanlara hapsediliyor.
Özgürlük böylece insanların parmakları arasından kayıp giderken birey [felçli
bir hasta gibi] kendini yönetme kabiliyetini tamamen kaybediyor. [...]
Demokratik toplumların korkması gereken en büyük tehlike anarşi değil. Zira
eşitlik iki eğilim doğuruyor: birincisi insanları bağımsızlığa götürüyor ve
anarşiye yol açabilir. Diğeri is daha uzun, sinsi ama daha kesin bir şekilde
köleliğe götürüyor.
Demokratik ülkelerde sınıf ayrımı
yok. Haliyle buralarda yaşayan insanların ne üzerlerinde ne de altlarında biri
var. Sınıf ayrımı olmadığı için bireylerin doğal müttefiki sayılabilecek kimse
de yok. İnsanlar içlerine kapanıyorlar ve kendilerini toplumdan soyutlanmış
olarak düşünüyorlar.
Böyle insanların özel hayatlarından
bir nebze ayrılıp toplumun sorunlarıyla ilgilenmeleri çok zor. Doğal olarak
kollektif karar ve sorumluluğu devlete ve onun temsilcilerine terk ediyorlar.
Hem toplumun dertleriyle uğraşmayı sevmiyorlar hem de vakitleri yok.Demokratik
ortamda özel hayat o kadar aktif ve o kadar arzularla dolu ki kimsenin siyasete
ayıracak vakti yok."
Demokrasilerin bozulmasında darbe
gibi bir komplo aramak yersiz. Mesele daha çok demirin paslanması gibi,
içeriden ve sinsice işleyen, yavaş bir süreç. Demokrasi içinde uzun süre
yaşayan insanların hayat görüşlerinde, değer yargılarında meydana gelen
değişimler demokrasiye zarar verecek bir zihniyetin tohumlarını atıyor. Neden
böyle oluyor peki?
Demokrasiyi genelde siyasi bir
rejim olarak tasavvur ederiz. Ama daha geniş bir perspektiften de bakılabilir,
Alexis de Tocqueville'in yaptığı gibi, "demokratik fikirli
toplumdan" bahsedebiliriz meselâ. Yani demokratik bir rejimi mümkün,
hatta kaçınılmaz kılan insan topluluklarına odaklayabiliriz nazarlarımızı.
Gereklidir de bu. Zira devrimler, büyük rejim değişiklikleri çoğumuzun
sandığı gibi bir başlangıç değildir, bir sondur. Uzun yıllardır yaşanmakta
olan emek/ sermaye/ teknoloji/ güç / hak / iktidar ilişkilerindeki sert değişimlerin,
keskin virajların resmiyet kazanmasıdır devrim.
Avrupa'da demokrasinin ortaya
çıkışı ve gelişimi düşünülüp tartışılmış bir proje değil. Bazı zaruretlerden
doğmuş bir tür ateşkes hali daha çok. Teknoloji
ilerlemiş, endüstri devrimi toplumu dönüştürmüş ve bir işçi sınıfı ihdas etmiş
meselâ. Yine aynı süreçte şehirde yaşayan, "soylu" olmayan sermaye
sahipleri ortaya çıkmış... Yani toplum değişmiş. Karınlarını doyurma şekilleri
değişmiş, ticaretleri değişmiş... Bu yeni düzende Kilise'nin, kralların, soyluların
nüfuz sahaları daralıyor haliyle. Buna karşılık endüstriyel ve finansal bir
"yeni aristokrasi" doğuyor, her yerel güç gibi o da iktidara
Evet, Avrupa'da cumhur iktidara
talip olmadan önce güçlenmiş, bunu hemen görebiliyoruz. Gücünü Gök'ten (Batılı "Tanrı"
algısı) alan bir sosyal yapı gitmiş, gücünü Yer'den (Para: Yer Tanrısı) bir
yapı gelmiş Batı'ya; ve bu dönüşüm çok hızlı gerçekleşmiş. Yeni teknik ve
ekonomik kurallarla şekillenen yeni dünyada eski kurumlar zorlanmış doğal
olarak: Krallık, prenslik tıpkı Vatikan gibi ritüellere, ünvanlara indirgenmiş.
Yani devrim çoktan olmuş ve bitmiş. Fransız devrimi ve diğer avrupalı ulus-
devlet projeleri birer sebep değil sonuç. Yaşananlar adeta bir deprem gibi:
Felaket öncesi yer altında yıllarca birikmiş muazzam bir enerjinin birden bire
boşalmasına benziyor bu devrimler.
İkinci dünya savaşı sonrası
kurulan zengin ve demokratik rejimlerin öncesinde yer alan totaliter devletlere
bir bakın : Yani Hitler, Mussolini, Stalin ile geçen 1930'lara. Bunların temeli
aslında 1789 Fransız devrimi sırasında atılmıştı. Çünkü tam o sırada Avrupa'da
aristokratik toplumları, kralları, derebeyleri mümkün kılan fikrî zemin
aşınmıştı. Ama Avrupalı eşitlik istediyse bunu soyut bir değer olarak talep etmedi.
"Soyluların" ayrıcalıklarından nefret ediyordu, eşitlik talebi bu
nefretten doğmuştu. Yani negatif bir tarifi vardı, eşit haklar ya da adalet
değildi arzulanan. Eşitsizliklerin ortadan kalkmasıydı. Bu sebeple AvrupalInın
eşitlik arzusu tehlikeliydi. Faşizme, Komünizme kapı açan bir arzuydu bu. Çünkü
hak ve Adalet üzerine inşa edilmiyordu. İnsanlar pekâla sefalette hatta
kölelikte de eşitlenebilirdi. İki dünya savaşı, Stalin Rusyası, Mao'nun
Komünist Çin'i ve daha nice örnek sayılabilir.
Avrupalı oturduğu evi yıkıyordu
ama başını sokacağı başka bir çatı yoktu ortada. Eskiden din üzerinden tarif
ettiği, İlâhî adaletin tecellisi kabul bir adalet vardı. Evet, kral ve
yakınlarını kayırıyordu bu adalet, evet ideal değildi, adil değildi bu düzen.
Ama ya yerine konulacak olan eşitlik? Bu adaleti sağlayacak mıydı? Müspet ve
menfi sonuçlar ortada.
Avrupa'da laiklik de bir din
özgürlüğü talebi olarak doğmadı. Daha çok Vatikan nefreti, kilise baskısına bir
reddiye idi. Yani tıpkı eşitlik gibi, negatiflik içinde, itirazla tarif edilen,
değersiz bir değerdi laiklik. İşte bu itiraz kültürü şekillendirdi batı usulü
demokrasileri. İsyankâr ve reaksiyoner. Faşist diktatörlükler ya da komünizm
gibi diğer totaliter rejimlerle kıyaslandığında demokrasi elbette çok daha iyi.
Ya da "MADE İN BATI" olan batı bütün alternatiflerin içinde en az
kötü olanı demokrasi.
Tabu bu tahlilden sonra insan
şöyle bir soru sormak istiyor: “Kardeşim, sen neden, kimden
yanasın?" Bürokrasi devleti semayeyi ve ticareti yönetse
"faşizm" oluyor. Ceberrut bir devlet ekmek ile şantaj yapıyor kendi
halkına. Yok eğer liberal ceyeranlarda kalıp, ticareti ve finansal hareketleri
tamamen serbest bırakırsak bu sefer sermaye sahipleri devletin içine
sızıyorlar. ABD'de gördüğümüz gibi bir oligarşi kuruluyor. Polisi, savcısı,
borsa denetim kuruluşlarıyla devletin çarkları sermaye için dönüyor. Adını ne
koyarsanız koyun güçlerin bir elde toplanması sakıncalı; sonuç kötü, faşizm olmazsa
liberal totalitarizm oluyor. Yasama, yürütme, ordu, sermaye, basın,
din... bir ülkenin gidişini etkileyecek güçler tek bir elde toplanınca adalet
işlemez hale geliyor, halkın iradesi çiğneniyor. Haliyle "Devlet mi
bankaya müdahale etsin yoksa banka mı devlete?" şeklinde sunulan
iki alternatif(l) gerçekte bir aldatmaca. Özel ve kamusal güçlerin hukuk dışına
çıkması ya da hukuk çerçevesinde kalmasıdır temel sorun.
Piyasa veya bürokrasi arasında bir
tercih yapmanın, birini ötekine üstün kabul etmenin ne kadar yanlış olduğunu
anlatmak için kurucu yazarlarımızdan
T.Suat Demren'den
istifade edelim. Kendisi ile yaptığımız yazışmada bir ekonomist olarak şu fikri
tasdik edip etmediğini sormuştum:
"... 'Özel' de olsa bir
bankanın iflası bakkal dükkânı veya tuğla fabrikası iflası gibi değil. Ulus-
devlet devreye giriyor, halkın vergileriyle banka kurtarılıyor ama
sağlık, eğitim, güvenlik gibi hizmetlere para kalmıyor. İşler yolunda iken,
ekonomi büyürken bankalar "özel ve enternasyonal". Yaptıkları kârı
kimseye koklatmıyorlar. Ama kriz dönemlerinde hepsi "ulusal"
olup çıkıyor. "Bizi
kurtarmazsanız kriz büyür, sizi de yutar"diyerek şantaj yapıyorlar. Yanikârları
özelleştirip, zararları kamulaştırıyorlar. Demek ki devletin ve halkın
bankalar üzerinde daha fazla söz hakkı olması gereklidir ve meşrudur. Riskleri
halkla paylaştıkları müddetçe bankalar "özel sektör" sayılamazlar ...
Suat'in cevabını aynen aktarıyorum
zira hem kabul hem de itiraz ettiği noktalar konumuza ışık tutuyor, okurlarla
paylaşmak isterim :
"...son iki cümleye kadar
katılıyorum, yani evet bankalar aynen öyle yapıyorlar, ulusdevlet yapısındaki
entegre bankacılık tam olarak bu. Yalnız son iki cümle bir tesbitten ziyade
çözüm önerisi gibi geldi, bu çözüm önerisine katılmak zor. Bu öneri müdahillik
demek ki zaten kısmi müdahale bile bahsekonu sıkıntıları doğuruyor, bunu
çözmek için "daha fazla müdahale ve söz hakkı" önermek kısır döngüyü
arttırmaktan başka bir işe yaramaz. Son ABD krizi böyle bir anlayışın eserdir
mesela. "Bırakınız batsınlar" denebilmeli, bunu diyebilmek için de en
baştan minimum müdahale şart elbette. Ulus devletler bankacılığı bir manivela
olarak kullanıyor, mesela seçim kazanmak için (ucuz kredi sübvansiyonu,
talep sıkışıklığını aşmak için özel uygulamar, vs) -güya- halk lehine sistemi
regüle ediyor, kanuni düzenlemelerle müdahil oluyor. (Bundan banka da seçim
kazanan hükümet de kazançlı çıkıyor, rahatladığını sana zavallı halk ise işler
karışınca tüm aldığı o geçici refahı bankanın kârıyla birlikte vergi olarak
geri ödüyor) Ulus devlet en baştan beri böyle müdahil olduğu için de işler
karışınca "bırakınız batsınlar" diyemiyor elbette. Mevcut demokratik
düzen, ulusdevlet ve bankacılık yapısında bahsettiğim çözüm çok radikal ve çok
teorik kalıyor ama ilk başta ne kadar az müdahale olursa sistem o kadar piyasa
şartlarında işleme şansına kavuşabilir. Ancak son tahlilde mevcut demokratik
seçim sistemi, yığınların medya kanalı ile kontrol ve yönlendirilmesi, siyaset,
medya ve bankacılığın içiçe geçmişliğini kendiliğinden getiriyor.yani teori ile
pratik çok arasında uçurum çok fazla. Liberal ekonominin en büyük açmazı da bu
zaten ..."
Biz o gün tartışmamızı daha fazla
uzatmamıştık ama kendisine "daha fazla müdahale ve söz hakkı"
noktasında itiraz edebilirdim. Bunun bürokrasi değil hukuk olduğunu
söyleyebilirdim. Ancak bürokrasiden ve/veya iktidardan bağımsız bir hukuk
düşünülebilir mi? Temel mesele bu, sadece liberalizmin değil demokrasinin de
açmazlarından biri bu. Çünkü küçük hırsızları yakalayıp hapse atan adalet
sistemleri örümcek ağlarına benziyor. Kümesten tavuk çalmaya gelen tilkilerin
örümcek ağına yakalandığını pek görmüyoruz.
Özgür basın, aktif bir sivil
toplum, özverili hatta kahraman kişilikli bir kaç bakan ve milletvekili bazı
şeyleri değiştirebilirler. Neticede demokrasinin iyi işlemesi ona güç veren
halkın erdemli olmasına sıkı sıkıya bağlı. Bencilliğin hakim olduğu bir
toplumda ne demokrasi, ne başkanlık sistemi ne de krallık, halifelik vs bir
yere varmayacak, zulüm üretecektir. Rejimin ideolojik rengi ise (İslamcı bile
olsa) bu zulme kılıf dikmekten başka bir işe yaramayacaktır.
1980'lerden itibaren liberalizm
kendini ÖNCE zihinlere dayattı, liberal liderlerin sloganı "başka
alternatif yok" idi. Batıda ekonomik faaliyetler, özellikle de
finans sektörü hukuk çerçevesinin dışına çıkarıldı. 2008'de finansal bir darbe
ile demokrasinin ayaklar altına alınmasına şahit olduk. Faşizme, ceberrut
ulus-devlete alternatif üreten liberal/özgürlükçü fikir akımları giderek bir ideolojiye
dönüştü. Zihinlere giydirilen bir deli gömleği gibi elimizi, ayağımızı ve
aklımızı bağladı. Devlet, toplum, gelenek, aristokrasi, din yobazlığı gibi
kollektif dayatmalara karşı bireyi savunan liberalizm sonunda bireyin nefsanî
arzularını yüceltti. Bu gerçek bir değer kaymasıydı: Özgürlük verine
ekonomik serbestlik. İnsanî değerler verine paranın ve malın
ölçülebilir değerleri konuldu. Bu da bir tür ORMAN KANUNU idi çünkü Hak
yerine geçen kaba kuvvet rolünde Para'yı bulduk. Halkın iradesini temsil
eden meclisler, senatolar iradelerini Para'nın, arzın ve talebin iradesine terk
ettiler: Milletin iradesi üzerindeki gücün ismi Piyasa!
Böyle bir fikrî zeminde elbette
özgür/serbest bireyler çok fazla barınamayacaktı. İnsanlar kendi küçük dünyalarına,
konforlarına odaklandılar.Siyasetten uzaklaşan halkın boş bıraktığı kamusal
alan ise yeni bir tür totalitarizm ile dolduruluyor. Bu düzenin yeni
aristokratları, yeni zorbaları ve yeni ruhban sınıfları var.
Komplo teorisi mi? Hayır,
1800'lerden itibaren sosyologlar, siyasetçiler, filozoflar bundan
bahsediyorlar. Thomas Jefferson, George Washington, Max Weber, Hannah Arendt,
Kari Marxve Alexis de Tocqueville'in haber verdikleri hatta korktukları
"karanlık çağ" sonunda başladı. ABD ve Avrupa Birliği'nde demokrasi zemin
kaybediyor, yeni bir tür totalitarizm kök salıyor. Batılı demokratlar gelecek
yıllarda başarısız olurlarsa bu coğrafya bireysel haklar bakımından geri
gidecektir. Rusya Federasyonu'na veya Çin'e benzeyen rejimlerin Batı'ya hakim
olması ihtimal dahilinde. Güçlü ve otoriter devletler, iradesiz halklar...
*
Memoirs, Correspondence, and Private Papers of Thomas
Jefferson, 4cü cilt, 1829.
** Alexis de Tocqueville [1835],
De la democratie en Amerique, Tome II, Quatrieme partie : De l'influence qu'exercent
les idees et les sentiments democratiques sur la societe politique
Tam da bu yüzden yani demokrasi
İnsanî bir değer olmadığı için Batı'da demokrasi devri kapanma tehlikesiyle
karşı karşıya. Çünkü 2ci dünya savaşından bu yana fayda odaklı demokratik
düzen bencil bireyler üretti. Ve bu bencil bireylerin aç gözlülüğü
"banka" denen havuzlarda o kadar çok birikti ki artık bankaların gücü
halkı ezecek bir noktada.
Yeni bir komplo teorisi mi? Hayır,
1800'lerden itibaren sosyologlar, siyasetçiler, filozoflar bunu anlatıyorlar. İnsanî
değerlerin değil SADECE maddî değerlerin hakim olduğu bir toplum kendi
arsızlığı altında ezilmeye mahkûm. Thomas Jefferson, George Washington, Max
Weber, Hannah Arendt, Kari Marx ve Alexis de Tocqueville'in haber verdikleri
"karanlık çağ" sonunda başladı zannediyorum.
ABD ve Avrupa Birliği'nde
demokrasi zemin kaybediyor, bankaların iradesi halkların iradesini yenmek
üzere. Batılı demokratlar gelecek yıllarda başarısız olurlarsa bu coğrafya
bireysel haklar bakımından da geri gidecek. Rusya Federasyonu'na veya Çin'e
benzeyen rejimlerin Batı'ya hakim olması ihtimal dahilinde. Güçlü ve otoriter
devletler, iradesiz halklar... Yeni bir tür totalitarizm doğuyor sanki?
Önce teslim edelim, demokrasinin
büyük bir meziyeti var: İktidar değişimleri sırasında taht kavgalarına, iç
savaşlara engel oluyor. Herkesin oyuyla seçilen, 4 veya 5 yılda bir yine
seçimle değiştirilebilen bir hükümet. Fena bir bir fikir değil. Başbakana gıcık
mı kaptınız? Yönetme şeklini beğenmiyor musunuz? Kırıp dökmenin alemi yok,
sıkın dişinizi, gelecek seçimler için çalışın. Tabi demokrasi seçimden ibaret
değil. Haklarına sahip çıkan aktif bir sivil topluma gerek var en başta. İş
bununla da bitmiyor. Bağımsız bir adalet sistemi lâzım. Basın hürriyeti lâzım.
Ama unutmayalım ki demokrasi bir
değer değil bir yöntem, çatışmaları önleme yöntemi. Demokrasiyi vicdan gibi,
erdem gibi kendi kendini meşru kılan bir değer olarak tasavvur etmek hata olur.
Toplumun hedefi ne ise, adalet,
barış, refah, tabiatın korunması... bu hedeflere ulaşmak için SADECE bir yöntem
olabilir demokrasi, eleştirilebilir, ıslah edilebilir hatta edilmelidir.
Türklere ve Arap ülkelerine İnsanî
bir hedef, bir yeryüzü cenneti gibi görünebilir ama ... Demokrasi dediğimiz
rejim uygar(?) Batı'nın iç dinamiklerinden doğmuş bir ateşkes rejimidir
aslında. Demokrasi öncesi Avrupa'ya bir bakın: Mezhep kavgaları, ırk kavgaları,
Kralların ve Vatikan'ın arsızlıkları... 1800'lerde ise yükselen ulusalcı
şiddet, nihayet dünya savaşları. Bugünkü Batı demokrasisi bunlara verilmiş
avrupaî bir cevaptır:
"... İkinci dünya savaşı
sonrası kurulan zengin ve demokratik rejimlerin öncesindeki faşist/totaliter
devletlerin yani Hitler, Mussolini, Stalin ile geçen 1930'ların temeli aslında
1789 Fransız devrimi sırasında atılmıştı. Çünkü tam o sırada Avrupa'da
aristokratik toplumları, kralları, derebeyleri mümkün kılan fikrî zemin
aşınmıştı. Ama Avrupalı eşitlik istediyse bunu soyut bir değer olarak talep
etmedi. "Soyluların" ayrıcalıklarından nefret ediyordu, eşitlik
talebi bu nefretten doğmuştu. Yani negatif bir tarifi vardı, eşit haklar ya da
adalet değildi arzulanan. Eşitsizliklerin ortadan kalkmasıydı. Bu sebeple AvrupalInın
eşitlik arzusu tehlikeliydi. Faşizme, Komünizme kapı açan bir arzuydu bu. Çünkü
hak ve Adalet üzerine inşa edilmiyordu. İnsanlar pekâla sefalette hatta
kölelikte de eşitlenebilirdi. İki dünya savaşı, Stalin Rusyası, Mao'nun
Komünist Çin'i ve daha nice örnek sayılabilir.MADE İN BATI" olan batı
bütün alternatiflerin içinde en az kötü olanı demokrasi..." (Bkz.
Demokrasinin en büyük
düşmanı halktır!)
Peki demokrasi Ortadoğu'nun,
Türkiye'nin ya da İslâm'ın kimyasına uyar mı uymaz mı? Bu konu henüz hakkıyla
tartışılmadı. Çünkü biz Müslümanlar hâlâ 1930 model faşist rejimlerle,
Kemalistler ve Baasçılarla uğraşıyoruz. Dahası Müslüman aydınlar Batı'nın fikrî
çerçevesi içinde yazıp çiziyorlar, bize has bir rejim tasavvuru henüz yok.
Evet... demokrasi insanları ıslah
etmez. Eğer etseydi batı böyle medeniyetsiz bir medeniyet olmazdı. Bunca yıllık
demokrasi ve insan hakları tecrübesine rağmen hâlâ petrol çalmak için çocuk
öldürebilecek kadar vahşi ol-A-mazlardı. Zira vicdan, adalet, barış içinde
birlikte yaşama kültürü yok batı usulü demokraside, bu onların kendilerine
anlattıkları bir masal. Gerek Avrupa'nın gerekse ABD'nin tarihine
baktığımızda görüyoruz ki "İnsan haklan" dedikleri aslında beyaz
adamın (maddî) haklarından ibaret. Demokrasinin ballı meyvalarından tatmak
için ise Batının makbul vatandaşı olmak lâzım. Yani beyaz ırktan, zengin ve
birazcık Hristiyan. Yoksa başınıza her şey gelebilir. Filistin olmazsa Irak
olur, Afganistan olur, Guantanamo olur.
ABD'de emlâk krizi patlamadan önce
Goldman Sachs müşterilerini bu sektöre girmeleri için teşvik ediyordu.
Fakat aynı Goldman Sachs
"Abacus" adlı birfinansal ürün kanalıyla emlâk sektörünün çöküşüne
oynamaktaydı. Bir başka deyişle emlâk sektörünün çökeceğini bile bile
müşterilerini yatırım yapmaya itti.
Hatta bu firmanın devasa büyüklüğü
ve spekülatif "karizması" dikkate alınırsa çöküşe oynamasının krizi
DOĞRUDAN tetiklediği söylenebilir.(l)
Dev firma sahtekârlıkla suçlandı.
15 temmuz 2010'da ufak bir ceza ödeyerek yöneticilerini akladı. Ceza miktarı
550 milyon dolarcıktı yani firmanın iki veya üç haftalık kârı kadar. Bu kadar
ufak bir para 2009'da dağıttığı primlerin 50'de biri bile etmiyordu!
Goldman Sachs böyle yapıyordu
çünkü para kazandırabildiği müşterilerinden aldığı ücretten çok daha fazlasını
işlemlerden alıyordu. Yani küçük oyuncular kazansa da kaybetse de Piyasa'nın
dalgalanmasıydı onlara kâr ettiren. Haliyleyatırımcıların panik ile asın
iyimserlik hali arasında gidip gelmesi gerekiyordu. Bu korku/coşku
halini sürdürme gücü de onların elindeydi. Yani finansal bilgiyi üretirken bu
bilgiyle başkalarının servetlerini de yöneten, bu servetin yatırıldığı
Piyasa'da bizzat kendi adına da oynayan hep aynı aktördü: Goldman Sachs.
Elbette bu durum kanunlara aykırı idi. 1930 krizinden bu yana finansal
eşkiyalığın önüne geçen bir sürü yasa yapmıştı ABD. (Örneğin
Glass- Steagall
Act) Ama
Goldman Sachs Amerikan oligarşisi içine yerleştirdiği kurmayları sayesinde
Adalet'in de üzerine çıkmıştı artık; her türlü devlet denetiminden denetiminden
kurtulmuştu. (Hâlen de bu durum sürmekte)
Özetle ciğer kediye emanet
edilmişti. Kedi ciğeri korursa kazanacak, yerse daha çok kazanacaktı. Obur
kedi Goldman Sachs ciğeri sahibiyle beraber yuttu!
Goldman Sachs kazandı. Peki kim kaybetti? Ev
borcunu ödemediği için sokağa atılanlar kaybetti. Goldman Sachs'a güvenip
Emlâk borsasına yatırım yapanlarkaybetti. "Subprime" denilen riskli
emlâklarda başlayan kriz bütün Amerikan emlâk sektörünü sardı. Bu alandaki
işçiler, taşeron firmalar kaybetti. Panik havası borsadaki saydam
olMAyan bileşik ürünler yüzünden diğer sektörlere yayıldı, (ki bu da ayrı bir suçtu)
Bütün Amerikan halkı kaybetti. Kriz diğer gelişmiş ülkelere yayıldı. Çünkü
bu ülkelerin bankaları da ahlâksızlık yapıyorlardı. Ulus-devletler onlara
ceza vermek yerine finansal eşkiyalığı yasallaştırdılar. Neticede
"subprime" kelimesini hayatında duymamış, Goldman Sachs'ın ne
olduğunu bile bilmeyen sıradan AvrupalIlar da kaybetti. ABD ve Avrupa'da
yatırımlarla birlikte istihdam geriledi, çalışanlar kaybetti. Bu
ülkelere mal satan Türkiye gibi ülkeler dış ticaret sebebiyle dolaylı olarak
etkilendiler ve potansiyel kazançtan kaybettiler.
Krize sebep olan bankacıları
kurtarmak için Atlantik'in her iki yakasında 700-800 milyar dolar harcandı.
Çünkü ulus-devletler bankaların batmasını göze alamazlardı. Peki bu kurtarma
parası kimin cebinden çıktı? Vatandaşların ödediği vergilerden. Böylece gelecek
on yılların yol, köprü, okul, hastahane parası, yaşlıların emeklilikleri de
Goldman Sachs ve saz arkadaşlarına kurban edilmiş oldu. Yukarıda "... kaybetti"
diye andığımız gruplar bu yolla ikinci bir kez daha feci şekilde soyulmuş
oldular.
Temiz iş değil mi? Sanırım
insanlık tarihinin en büyük soygununa tanık olduk. "Gel yazı tura
oynayalım" diyor Goldman Sachs. "Yazı gelirse ben
kazanacağım, tura gelirse sen kaybedeceksin!"
Tabi insanların rızkıyla bu kadar
çok oynayınca sonuçların ekonomiyle sınırlı kalması imkânsızdı.
Maddî güçlerinden yoksun bırakılan
küçük yatırımcılar, işini kaybeden insanlar ve fakirleşen ulus devletler yeni
bir dünyaya zemin hazırlamaktalar: Piyasa'nın demokrasiyi ezdiği bir düzen
(=kaos) kuruluyor. Ulus-devletler direnemiyorlar. Zira bir çok gelişmiş ülkede
finans, ekonomi, hazine bakanlıkları Goldman Sachs'ın ortaklarının ve/veya eski
müdürlerinin elinde. (Bkz.
Avrupa? İşgal altında
bir ülke gibi!) Liberal
düşünür Hayek'in Şili'li bir gazeteciye söylediği şu sözleri hatırlayalım:
Artık bu teorik tercih ete kemiğe
büründü, cisimleşti, sadece dünya ekonomisine değil dünya siyasetine de şekil
vermekte. Sayın Piyasa'nın ulus-devletlere baskısı halkların oyu kadar, hatta
bazen daha fazla. Biz Avrupa'da yaşayanlar "Piyasa şu kanunu sevdi,
filan başbakanı sevmedi" gibi manşetlere alışmaya başladık.
Gelecek onyıllarda ABD ve Avrupa'da demokrasinin gerilemesi ihtimal dahilinde.
Halkın gücü Piyasa'ya devrediliyor. Çünkü bazı liberallerin zannettiği gibi
liberalizm demokrasinin ön koşulu/müttefiği değil. Tersine, liberalizm
demokrasinin bir alternatifi. Liberalizm ideoloji haline geldikçe, doktrin
maksimum noktaya yaklaştıkça yoluna çıkan engelleri silip süpüren bir tsunamiye
benziyor. Demokrasi (halkın gücü) ile Piyasa'nın gücü çekişme haline giriyor.
Aslında bu yeni bir durum ya da bir sır değil. Eskiden beri liberal
düşünürlerin açıkça savunduğu ideolojik bir duruş:
“...Maksadımız asla demokrasiyi
fetiş hale getirmek değildir... Demokrasi esas itibariyle, dâhili sulhu ve
ferdi hürriyeti korumak için bir vasıta, faydalı birusuldür. Bir
vasıta olarak da, asla hatadan salim değildir. Unutmayalım ki,
mutlakıyetçi bir idare altında bazı demokrasilerdekinden daha fazla fikir ve
kültür hürriyeti bulunduğu vakidir. ( Hayek,
Kölelik Yolu,
sf. 114)
Aslında bu noktada iki farklı
özgürlük fikrinin çatışmasına tanık oluyoruz. Liberallerin özgürlüğü ile
demokratların özgürlüğü arasında büyük bir uçurum var. Liberaller "özgürlük"
deyince mülkiyet hakkı, alıp satma, yatırım yapma gibi ekonomik özgürlükleri
anlıyorlar. Bu uğurda diğer özgürlükleri harcamaya hazırlar:
"Piyasa'nın iç dengelerine ve
özel mülkiyete saygı bireyi bağlayan yegâne kural olmalıdır. Piyasa'nın
vatandaşlarca yapılacak kanunlarla düzenlendiği demokrasi bireysel
özgürlükler için birtehlikedir."( Hayek, Law, Legistlation and
Liberty, 1973)
Hayek'in teoride savunduğu
ideoloji artık günlük hayatımızın bir parçası.
Simdi Yunanistan ütülüyor. Ama
yalnız değil. İtalya'da bir piyasa darbesi yapıldı. Portekiz, İspanya,
İrlanda sırada. İzlanda'nın durumu da parlak değil. Goldman Sachs gibi obur
kedilerin hem ciğeri hem de sahibini yediği bu asırda ekonomik faaliyetlerin
kanun üzeri görülmesi sanırım daha da netleşiyor örneklerden sonra. Kendini
"uygar" ilân etmiş olan Batı ciddî bir yer sartıntısı geçiriyor.
İnsan hakları, Tabiatın korunması, Adalet, vatan sevgisi gibi Amerikan dolarına
çevrilemeyen değerler yok sayılıyor. Bunların yerini satın alma hakkı,
sahip olmahakkı ve satma hakkı gibi değerler alıyor. Batı
zihniyet değiştiriyor:
"Avrupalı siyasetçiler yakın
zamana kadar Çin'i de eleştirebiliyorlardı. Meselâ işkenceleri, işçi sömürüsünü,
Tibet'in işgalini... Ancak Avrupa ekonomisi fonlar ve IMF kanalıyla Çin'e
bağımlı hale gelirken/getirilirken bazı taşların da yerinden oynayacağı
muhakkak. İnsan hakları ve tabiat gibi "alınıp satılmaz" varlıkları
koruyan kanunlar da artık bir tür piyasada arz-talep dalgalanmalarına maruz
kalacak. Hukuk'a ikame edilen Piyasa günlük hayatımızı doğrudan etkileyecek.
[...] Zira "AB'yi krizden kurtarma" operasyonu basit bir ticarî
çıkar ilişkisi içinde değerlendirmek hata olur. Miktarların yüksekliği ister
istemez "yapısal" bazı neticelere gebe. Açalım: Fransız ve Alman
uzmanlara göre halen
AB'nin kamu borcunun 500 milyar avroluk bir bölümü zaten Çin'den alınmış. Dış
ticaret fazlası sayesinde Çin'in elinde biriken 3200 milyar dolar ise esas
olarak Amerikan doları. ABD'ye güveni giderek azalan Pekin bütün yumurtaları
aynı sepete koymaktan bıktı ve fazla alternatifi de yok. 2010 yılında AB'nin
GSMH'sının 12.268 milyar avro olduğunu dikkate alırsak Çin'den gelen bu
desteğinf?) ne derecede "yapısal" sonuçlar doğurabileceği daha net
anlaşılabilir sanıyorum." (Sürdürülebilir
Şerefsizlik: Cin ve Avrupa)
Ne Hayek ne de Goldman Sachs gibi
firmaları "şeytan" ilân etmek istemiyorum. Sanırım Batı'da
demokrasinin en büyük düşmanı batılı insan modeli oldu. Kendini özel hayatına
hapseden, lüks tüketime, konfora odaklanan batılı insan politikadan uzaklaştı.
Bu refah toplumunun bireyleri diğer insanların dertlerine duyarsızlaştı.
Alexis de Tocgueville'in iki
asır önce öngördüğü gibi yeni bir totaliter rejime zemin oldu bu duyarsızlık.
(Bkz. Liberalizmin Kara Kitabı) Hitler'in üstün ırk(!) modeli,
Stalin'in, Mao'nun komünist partizanları vardı. Tektipleştirilmişti insanlar;
korkuyla, polis baskısıyla vicdanları susturulmuştu. Robot gibilerdi. Batı'nın
refah toplumunda ise insan "tüketici" kalıbında eritildi. Bir isteme
makinesi haline getirildi.
Reklâm afişlerini, film ve
sloganlarını biraz inceleyenler 1930'ların totaliter propagandasıyla bizim
reklâmlarımız arasındaki ürkütücü benzerliği görebilir. Bolluk içinde
yaşanmakta olan bu baskı korkarım kelimelerin kaybı ile başladı. Adına ne
dersek diyelim, özgür irade, hürriyet, özgürlük...
İnsan'ı hayvandan ve makinelerden
ayıran yegâne vasıf kayboldu. Zira
hayvan serbesttir (liberty) ama insan
özgürdür (freedom). Bu kelime
zihinlerimizde hakiki mânâsından koptu, hayvanî bir özellik olan serbestlik ile
İnsan'a has olan Özgürlük'ü birbirine karıştırdık:
"...Özgürlük kavramını zenginlerin alıp satma
serbestliğine, tilkinin kümesteki "özgürlüğüne" eşitledi liberaller.
Ama bu hayvanî özgürlükten başka bir de İnsanî özgürlük var. Gözden
kaçırmayalim derim.
Özgürlük serbestlik değildir.
Maddî çıkarlarımıza uygun olsa bile bazı şeyleri sırf "yanlış olduğu
için" reddedebilmektir özgürlük. Vicdanın sesini duyup patrona, topluma,
devlete kafa tutabilmektir. İşkence yapması emredilen bir polis amirine ve
kanunlara direnebilirse özgürdür. Çünkü "teknik" olarak mümkün olan
şeyi yapmakta serbestiz, en az hayvanlar kadar. Devlet evlerimizi,
telefonlarımızı dinlemekte serbest. Biz çevreyi kirletmekte serbestiz. Silah
üreten firmaların hisse senetlerini satın alıp savaşlara ortak olmakta
serbestiz.
Bir insan için özgürlük canının
her istediğini yapmak değil daha "yüce" değerler uğruna
"alçak" değerlerden vaz geçebilmek olmalıdır. Soljenitsin'in
deyimiyle "başkalarının mutluluğu için kendi arzularına sınır
koymak..." Mutlaka çok büyük fedakârlıklar aramaya gerek yok..." (Ticarî bir mal olarak
"Adalet')
Sermaya piyasalarında büyük
aktörlerin yatırım kararları ve/veya tahminleri sadece "bilgi"
değildir. Kendini gerçekleştiren birer kehânettir. Meselâ Georges Soros'un
Fransız frangına karşı spekülasyon yaptığı, bu yolla tek başına Fransa'da
enflasyonu körüklediği yılları hatırlayın. Bir merkez bankası müdürünün sözleri
ya da en büyük sanayicilerin iyimser/karamsar tahminleri de böyledir.
Sunuş: Amerika Birleşik Devletleri'nde
demokrasi son nefesini veriyor, halkın değil bankaların seçtiği liderler
yönetiyor artık bu ülkeyi.
Bankacılar çekirge sürüsü gibiler,
geçtikleri yerde bir daha ot bitmiyor.
Avrupa'ya da el atmış olan bu
kravatlı barbarlar kimdir? Ne istiyorlar?
Yöntemleri ve zayıf yönleri ne?
Türkiye kendisini savunabilir mi? Bu yazı dizisinde bunları ele alacağız. (MY)
"Yakın gelecekte ülkemi
tehdit edecek bir kriz görüyorum.
Büyük şirketlerin tahta oturduğu,
yolsuzluğun iktidara sirayet ettiği, bütün paranın bir azınlıkta toplandığı bir
kriz bu ve cumhuriyet yıkılıyor. Bu kadar büyük bir endişeyi savaşın ortasında
bile hissetmemiştim. (Abraham
Lincoln, ABD'nin 16cı başkanı)
"inanıyorum ki bankalar
sınırlarımızı tehdid eden ordulardan daha tehlikelidir [...] Fonlama adı
altında gelecek kuşakların ödeyeceği harcamaları yapmak büyük çapta istikbal
dolandırıcılığından başka bir şey değildir [...] Kâğıt paranın bir değeri
yoktur, o paranın hayaletidir,kendisi değildir" (Thomas Jefferson, ABD'nin 3cü
başkanı)
Bilmem hatırlar mısınız, bundan 20
sene önce Batı'da hayat fena değildi. Para vardı, bankalar kolaylıkla kredi
veriyordu. Evet, işsizlik yükselmekte idi ama olsundu. Tüketim kredileri
tüketimi körüklüyor, yatırım kredileri sanayicilerin işini kolaylaştırıyordu...
Siyasetçiler de memnundu zira GSMH
hızla yükseliyordu ABD, Fransa, Almanya... 1980'li yıllardaki bu bolluk garip
bir ideolojinin güçlenmesine sebebiyet verdi: Ekonomik faaliyetler hukukun
dışında tutulmalıydı. Bu anlayışa göre kanun, polis, mahkeme gibi
"lüzumsuz" şeyler ekonomiyi yavaşlatıyor, insanların zenginleşmesine
engel oluyordu. "Deregulation /liberalisation"gibi
etiketlerle özel bankaların faaliyetleri giderek kanun dışı bir zemine kaydı.
Eskiden "suç" sayılan fiiller serbest bırakıldı. Shadow banking,
bilanço dışı işlemler, CDO gibi teminatsız sigorta faaliyetleri... Batı'da
Adalet'in içi boşalıyor, bu kavram yerini bir tür racona bırakıyordu.
Sonra ne olduysa, birden bir "PAAAT!"
sesi duyuldu. Eğlence bitmişti. Çılgınca dans eden Amerikalılar ve
AvrupalIlar ışıkları yaktılar. Hemen herkesin cüzdanı, mücevherleri çalınmıştı.
Bazıları donlarına kadar soyulmuştu. Fakat yavuz hırsız ev sahibini bastırdı:
Hırsızlar kaçmak yerine salonda baş köşeye oturdular ve soydukları insanlara
emirler yağdırıyorlar şimdi. ABD'de ve Avrupa Birliği'nde hazine ve ekonomiden
sorumlu bakanlıklar ve borsalar bankacılar tarafından yönetiliyor. Atina,
Madrid ve Roma'daki örneklerde gördüğümüz gibi halkın seçtiği liderler değil
bankaların tercihleri yönetiyor ulus-devletleri. Gücünü Ulus'tan alan, yetkisi
Ulus ve Vatan ile sınırlı olan devletler küresel güçlerle dans edemiyor.
Sorunlar küresel, çözümler ise (sadece) ulusal. Demokrasi namına hâlâ kaldı mı
bir şeyler? Halkın iradesi ara sıra siyaset üzerine etki edecekse bile artık bu
etki finans sektörünü rahatsız etmeyecek bir çerçeve içinde kalacak.
Eve hırsız girdiğini hemen fark
etmezsiniz. Her sabah olduğu gibi uyanırsınız önce. Bazı şeyler yerinde yoktur.
Sokak kapısı açıktır. Bir şeyler "normal" değildir. Jetonunuz düşene
kadar belli bir vakit geçer. ABD ve AB'de halkların parası ütüldü. Daha da
acısı rejim değişti. Özgürlükler ütüldü. Ama yavaş yavaş uyanıyor Batı. Nasıl
oldu bütün bunlar? Neden önlem alınmadı? Ulus-devlet uyuyor muydu?
Öncelikle meşru borsa işlemleri
ile spekülatif hisse alım satımı arasına bir çizgi çekelim: Sermaye piyasasında
kâr edeceğini umduğunuz bir firmanın hisse senedini satın alıyorsunuz. Kâra ve
zarara ortaksınız. Bunda bir sorun yok. Eğer riski azaltmak isterseniz çok
sayıda hisse senedi içeren portföyleri de alabilirsiniz. Böylece bütün
yumurtalarınızı aynı sepete koymazsınız.
İkinci bir "piyasa"
düşünün ki firmaların kâr ya da zarar etmesi önemli değil, herkesle birlikte
hareket ederek hisseleri alıp satıyorsunuz. Bir tür kumarhane. Arkanızdan
gelen, sizden daha iyimser yatırımcılar (=oyuncular) olduğu müddetçe fiyatlar
yükseliyor. Öyleki hisse senetleri gerçek değerlerinin çok üzerinde alıcı
buluyor. Aman sesinizi çıkarmayın, yolunacak yeni kazlar bulduk, korkutmayın
onları! Evet, bu kumarhane-piyasada siz aldığınız fiatın çok üzerinde
satabiliyorsunuz. Birkaç gün ya da haftalığına ortak olduğunuz firma binlerce
insanı işten atıyor, fabrika kapatıyor, yıl sonunda zarar edeceğini açıklıyor
ama yine de hisse senetleri yükselmeye devam ediyor. Çünkü talep var, kazlar
sağolsun.
Dikkat edin, iki piyasa arasında
ciddi fark var: Birinci piyasa sanayicilerin ihtiyaç duydukları parayı küçük
yatırımcıdan toplayabilmesi için kurulmuş rasyonel bir sistem. Riskler,
teminatlar ve sorumlular belli. Dolaşan para miktarı ile ekonominin gerçek
büyüklüğü arasında normal bir ilişki var. Kötü idare edilen firmalar yıl
sonunda vaad ettikleri kârı dağıtamadıkları için piyasada (yatırımcıların
gözünde) değer kaybediyorlar. Gerekli bilgileri toplamayan "kötü"
yatırımcı da "kötü" patron gibi zarar ediyor. Kazanç, bilgi, kâr ve
risk arasında meşru ilişkiler var.
Kumarhane-piyasalarda ise sürekli
artan bir bilgi kirliliği görüyorsunuz. Sağlam gözüken firmalar bir gecede
batabiliyor. "Sağlam" ulusal ekonomilerin saygın bankaları vergi
cennetlerinde bilanço dışı işlemler yapıyorlar. Kanunî kontrollerden uzak
yapılan bu işlemlerin hacmi bankanın meşru iş hacminin çok üzerine, yasal
olarak bloke edilen provizyonun yüzlerce kat üzerine çıkabiliyor. (Bkz.
Amerikan sigorta şirketi AIG)
Haliyle bu gayrı meşru sahadaki dalgalanmalar bankaları batırıyor. Almanlar,
İsveçliler, İngilizler yaşlılık günleri için kenara koydukları paraları bir
gecede kaybediyorlar. Borsanın önünden bile geçmemiş insanlar borsa yüzünden
fakirleşiyor. Yatırımcılara yön veren aracı kuruluşlar kendi müşterilerini de
kazıklıyorlar bir yandan. Sadece devlet tahvili gibi "MUTLAK"
güvenilir yatırım araçlarına verilen "AAA" notu nedense aşırı riskli
emlâk kredisi sigortalarına verilmiş bu sefer. (Bkz. Goldman Sachs, Abacus,
Moody's ve Fitch) Risk gerçekleşiyor. ABD'de ve Batı Avrupa'da bazen
belediyeler bazen de koca koca devletler borçlarını ödeyemez hale geliyorlar.
Bankaların birbine dahi güveni kalmayınca krediler, yatırımlar ve dış ticaret
felç. İşin belki en acı tarafı bütün bunların sorumlusu olan bir avuç bankacı
hapise atılmıyor. Bunun yerine yüksek primlerle ödüllendiriliyorlar.
Göstermelik para cezaları veriliyor ama bunlar da söz konusu firmaların bir iki
haftalık kârlarına eşdeğer.
Bu kumarhane-piyasaların gerçekten
var olmasını mümkün kılan neydi peki? Öyle ya, zincirleme olayları, ara
sebepleri okuyan biri "iyi ama insanları aldatmak neden yasak değil?
Devlet neden önlem almadı?" diye sorabilir. Bu yasaklar eskiden
vardı, 1929 krizinden sonra konmuştu. Zira Amerikalılarserbest piyasa
ile başıboş piyasa arasındaki farkı öğrenmek için ağır bir bedel
ödemişlerdi. Riskli finansal faaliyetler mevduat bankacılığından ayrı
tutuluyordu meselâ. Vergi cennetlerindeki operasyonlar daha çok vergi
kaçıranları, teröristleri vs kapsıyordu. "Gölgedeki" işlem hacmi
marjinal sayılabilirdi. Özel bankaların aldıkları riskler merkez bankalarındaki
teminat miktarıyla orantılıydı. Bu sebeple "sadece muz
cumhuriyetlerinde banka batar" diye bir inanış hâkimdi, doğruydu
da. Nitekim 2001'deki krizde batan Türk bankaları ve hortumcular T.C.'nin o
devirde adam gibi bir devlet olmadığını bütün dünyaya ilân etti.
1980'lere gelindiğinde Sovyet
Rusya'da Komünizmin çöküşü ideolojik bir boşluk doğurdu. Batılılar serbest
piyasa + demokrasi formülünün mükemmel bir toplum için TEK YOL
olduğuna iman ettiler. Bu inanç sisteminin peygamberleri de vardı tabi:
Fukuyama (Tarihin sonu) ve Friedman (Dünya Düz)... Hatta sahte nobel ödülleri
bile ihdas edildi. Nobel Komitesi tarafından değil,
Alfred Nobel'in anısına Norveç
Kraliyet Bankası tarafından verilen sosyal bilimler ödülleriydi bunlar.
Ama yutuyoruz, yutturuyorlar. Bu
sahte Nobel ödülleri ile liberalizm bilimselleşiyordu, başka yol yoktu,
alternatif yoktu, yersen! Yiyoruz. Liberalizm rengârenk bir düşünce geleneği olmaktan
çıktı, giderek totaliter bir ideolojiye benzemeye başladı:
•
Tek değer paradır,
•
Sermaye piyasası halkın, millet meclislerinin ve
anayasa mahkemelerinin üzerinde bir karar merciidir,
•
Finans sektörü kendini kontrol eder, kanuna gerek yok,
•
Vatandaş yoktur, müşteri vardır,
•
Hak sahibi yoktur, sermaye sahibi vardır,
•
İhtiyaç yoktur, talep vardır, Amerikan doları
cinsinden ifade edilemeyen değerler değersizdir,
•
Her şey alınıp satılabilir, tabiat, gelenekler, vatan
sevgisi...
Bu değerlerin liberal düşünce geleneğine
nasıl eklendiğini, Smith, Mandeville, John Stuart Mili, Hayek, Friedman,
Popper, Berlin, Mises, Rothbard gibi liberallerin bu değerlere nasıl sahip
çıktığını görmek için iki e-kitap okunabilir:
1900'lerden itibaren ABD'de
faaliyet gösteren ekonomik bir aktör var: Savings & Loans. Aile babalarının
para biriktirmesini sağlayan, emlâk kredisi, yaşlılık sigortası vb işlerine
bakan bir tür kooperatif veya emekli sandığı diyelim. Üyelerin, borç alan ve
verenlerin yönetimde oy hakkı var. 1980'li yıllara kadar da bu böyle. Diğer
bütün ekonomik faaliyetler gibi Savings & Loans da kanunlara tabi.
Fakat liberal ideolojinin yer
ettiği 1980 sonrasında garip bir propaganda başlıyor ABD'de. Hem demokratlar
hem de cumhuriyetçiler bir ağızdan haykırıyorlar: "Irkı, etnik
kökeni ne olursa olsun, hatta isterse işsiz veya bedensel engelli olsun,
isterse çok yaşlı olsun herkesin ev satın almaya (to buy) hakkı vardır".
Tahmin edersiniz ki bazı kategorilerdeki insanların, düzenli bir geliri
olmayanların kredi alması kolay değil. Ama bu konu hassaslaşıyor, siyasî bir
argüman, bir seçim sloganı oluyor. İnsanlar "fakirlerin ev sahibi
olma hakkı"diyorlar artık. Elbette temiz, düzgün bir barınak herkesin
hakkı ama burada hak ve gü£ kavramları arasında bir karışıklık var:
Maddî olarak şu veya bu evi satın alma gücüne sahip olmak ile o güce sahip
zenci, beyaz, kadın, erkek, Müslüman, Yahudi vs vatandaşların kanunen
engellenmesi aynı şey değil. Parası olsun ya da olmasın herkese aynı malı /
hizmeti vermek istediğinizde bir değer boşluğu oluşur. Bunu devlet kendi
imkânlarıyla doldurabilir: Toplu konut yapar, fakirlere sübvansiyon ile ucuza,
hatta bedava verebilir.
Amerikalı bankacılar daha acayip
bir şey yapıyorlar, o değer boşluğunu yani fakirlerin ödemesi mümkün olmayan
kredileri daha da fakir olan insanları kandırarak finanse ediyorlar. Böylece
işsiz, sermayesiz insanları kandırarak emlâk piyasasına çekiyorlar, ev talebi
(yapay olarak) yükseliyor. Nasıl oldu da o kadar ekonomist, siyasetçi, gazeteci
bu girdabı görmedi? Bir muamma. Bu dönemde Amerikan kamuoyunun medya ve bazı
düşünce kuruluşları vasıtasıyla manipüle edildiğinden şüpheleniyorum,
araştırmak lâzım.
Neyse. Bu "fakirlerin
ev sahibi olma hakkı" 1990'lara doğru iyice kabul görüyor
zihinlerde. Buna paralel olarak finans sektörünü kanun dışına çıkarma isteği de
adeta bir saplantı halinde. İşte bu ortamda "en alttakilerin" yani
zencilerin, göçmenlerin, özürlü ve işsiz vatandaşların da ev sahibi yapılması
bahanesiyle kanunlar gevşetiliyor. Aldığı kredileri geri ödeme imkânı olmayan
bir çok insana KASITLI OLARAK kredi veriliyor. Hatalı beyannameden tutun da
sahte imzalara, kara para aklamaya kadar her haltın yendiği acayip bir vurgun
dalgası. Tabi sonunda risk gerçekleşiyor, Savings & Loans olarak bildiğimiz
3234 emekli sandığından 747 tanesi batıyor. Amerikan tarihinde görülmemiş bir
olay. San Diego, Los Angeles... Bu "küçük" tsunami San Francisco'ya
kadar geliyor. Oregon ve Washington direniyor, spekülasyon daha zayıf
buralarda.
Devlet batan sandıkları
kurtarıyor. Amerikan halkına maliyeti: 125 milyar dolar!
Küçük tsunami dedik zira
1990'larda tavan yapan bu emlâk krizi sanki 2008'dekinin bir provası gibi.
İkinci emlâk krizinden önce başka bir vurgun geliyor tabi çünkü 2000'lerde
kumarhane-piyasa emlâktan farklı bir sektör bulmuştu: Yazılım endüstrisi ve
internet. Microsoft gibi gerçekten ekonomik değer üreten aktörlerin yanında çok
sayıda genç firma borsaya girdi. Bunların çoğu bırakın kâr etmeyi daha tek bir
kuruşluk satış bile yapmamışlardı. Ama finans uzmanı(!) basın sayesinde borsaya
girer girmez hisse senetleri yılda ortalama %180 değer kazanıyordu. Goldman
Sachs o yıl 18 genç firmayı borsaya soktu, bunlardan 14 tanesi zarar eden
firmalardı. Bir yıl sonra hâlâ zarar ediyorlardı ama hisse senetleri %300 değer
kazanmıştı. Tabi bir takım makro faktörlerin de katkısı oldu: Dolar ve
Yen'in bolluğu, OECD ülkelerinin iletişim sektörlerini rekabete açması,
internetin halka yayılması,
2000 yılında bilgisayarların
bozulacağı korkusu... Bütün bunlar spekülasyonu kolaylaştıran faktörlerdi.
Bu dönemde borsaya giren genç
firmaların müşterileri de yoktu ama ikna ettikleri yatırımcıların verdikleri
milyonlarca doları kullandılar. Yeni gelen yatırımcıların parasıyla kendilerine
yüksek maaşlar ve eski yatırımcılara (güya) kâr payı dağıttılar. Yeni
gelenlerin sayısı eskilerden fazla olduğu müddetçe mesele yoktu, görüyorsunuz,
özünde dolandırıcılık hep aynı.
2000 - 2005 arasında balon
patladı. Balonu şişirenler parsayı toplayıp kaçtılar. AOL Time Warner 100
milyar $, Nortel 19 milyar $, Vivendi 16 milyar $, Alcatel, Lucent, Cisco
firmalarının her biri 3-4 milyar $... Fakat en çarpıcı Enron'un batmasıydı, 85
milyar dolar buharlaştı bir anda. Muhasebe doğru dürüst tutulmamıştı, rakamlar
devletten saklanmıştı, kontrol eden firmalar da suç ortağı idiler. Worldcom ise
4 milyar dolarlık harcamayı "yatırım" olarak gösterdi. Bütün bunlar
kredi derecelendirme kuruluşlarının ve benzeri "uzmanların" gözünden
kaçmıştı (?) hep. Kim kaybetti peki bu paraları? Küçük tasarrufçular tabi. Bir
deENRON'da yıllarca çalışmış, emekliliğini kazanmış garibanlar bir anda
gelirsiz, maaşsız kalakaldılar. (Grafik: NASDAQ endeksi, 1999 - 2000
dönemine dikkat)
Yüzbinlerce insana asla
ödeyemeyecekleri evler için kredi verildi. Fakat bankalar için endişe edecek
bir şey yoktu, kredi ödenmemesi halinde oturanlar evden atılacak, ev bankaya
devredilecekti. 2006'ya gelindiğinde emlâk krizinin patlamasına çok az kalmıştı
ve imzalanan yüzbinlerce kredi dosyasının yaklaşık yarısı doldurulmamıştı bile.
Amerikalılar bunlara "no doc
loans" diyorlardı!
Her yeni kredi alan öncekilerden
daha fakirdi fakat yapay olarak üretilen bu ev talebi sayesinde ev fiyatları
yükseliyordu. Bu spekülasyon tam bir fakir tuzağıydı. Meselâ 100.000 dolar
kredi ile ev almış birisine banka telefon edip "evinizin fiyatı
yükseldi, 120.000 dolar ediyor, 20.000 dolar daha kredi kullanabilirsiniz"
diyordu. İlk kredinin faizlerini dahi ödeyemeyecek durumdaki fakirler bu
parayla kredi taksitlerini ödemeye çalışıyorlardı. Bankacılar bu fakir tuzağına
iki "komik" isim bulmuşlardı: Birincisi NINJA kredi idi: No Income,
No Job, no Assets (gelir yok, iş yok, ana para yok). İkinci isim ise
"neutron kredi": Binalara zarar vermeden insanları yok eden bir bomba
gibi fakirleri sokağa atıp evlerini ellerinden haciz yoluyla alacaklardı çünkü.
Peki bu batırılan emlâk kredileri
neden emlâk sektörüyle ya da bu sahada risk alan bir kaç banka ile sınırlı
kalmadı? Önce bankacılık sektörü ardından bütün Amerikan ekonomisi ve en
nihayetinde dünya ekonomisi sarsıldı?
2008'den beri ekonomistler
karmaşık ve uzun açıklamalarla kafamızı karıştırıyorlar ama gerçek çok daha
basit. Tek bir sorun var: Eğer gerçekler ortaya çıkarsa batan bankaları
kurtarmak için harcanan trilyon dolarların hesabını kimse veremez. ABD ve
Avrupa hükümetleri halklarına "kusura bakmayın, biz fakirden alıp
zengine verdik, sizin verdiğiniz vergileri kriz çıkaran bankalara peşkeş
çektik" demek zorunda kalacaklar.
Tekrar krizin hızla büyüme ve
dünyaya sirayet etme sebebine dönecek olursak... Goldman Sachs gibi büyük
bankalar krizi başlatan bu riskli emlâk kredilerini finansal risk sigortası
denebilecek ürünlere kattılar: CDO -
Cash Collateralized debt obligation. Farklı risk seviyelerine göre yapılandırılan bu ürün
özünde bir sahtekârlık içermiyor ama meslekten olmayanların gerçek riski
ölçmesi, doğru fiyatı kestirmesi imkânsız. Yani bilgide bir asimetri var,
şeffaflık yok. Serbest piyasanın en temel ilkelerinden biri çiğneniyor. Üstelik
kur riski gibi meşru ürünlerin yanında ne işe yaradığını kimsenin
açıklayamadığı karmaşık ürünler aşırı iyimserlik ve panik ortamı hazırlıyor
yani spekülasyon kolaylaşıyor.
Uzman olmadığınız bir sahada nasıl
karar verirsiniz? Doktor ya da avukata işiniz düştüğünde kuzu gibi olursunuz
değil mi? "Filan ilacı iç, şunu ye, bunu yeme... Peki doktor,
emredersin!" Başka yolu yok zaten, karnı ağrıyan herkes gidip 8
sene tıp okuyacak değil ya. Finans sektörünün doktorları da kredi
derecelendirme kuruluşları. Filan ürüne, firmaya hatta koca bir ülkeye
"AAA" veriyor, ertesi sene notunu kırıyor. Neye göre? Belli değil.
Bir bakıyorsunuz Tayland'da darbe olmuş ama kredi notu Norveç ile aynı.
Soruyorsunuz, "usta ne ayak?" Adam hemen cevabı
yapıştırıyor: "Sen sus, bre cahil! ekonomiden ne anlarsın?"
Kısacası rasyonel bir yatırım piyasası şeffaflığını yitirdikçe sadece
"uzman" hırsızların söz geçirdiği bir kumarhane-piyasa haline
geliyor.
İkinci ve daha büyük sorun var: Bu
isli, sisli, pis puslu ortamın ruhban sınıfı olan kredi derecelendirme
kuruluşları. Kim veriyor paralarını devlet mi? Hayır. Ürün kalitesini
"ölçtükleri" bankalar! Yanlış okumadınız, finansal ürünlerin
riskini ölçen kredi derecelendirme kuruluşlarının kazancı ürünü ölçülen
bankalardan geliyor. Yani bir banka kendi ürünlerine "A" veya
"B" gibi not veren firmalara doğrudan para ödüyor. Üstelik bu
ürünlerin oluşturulmasında da derecelendirme kuruluşları aktif rol oynuyorlar.
Hakim, savcı ve sanık aynı kişi! Özetle Amerika Birleşik Devletleri'nde ciğer
kediye emanet edilmişti. Kedi ciğeri yedi...
Üçüncü sorun ise söz konusu
CDO'ların piyasa dışı işlem görmesi, teknik deyimle OTC - Över The Counter. İki
finansal aktör anlaşıyorlar, işlemler kamu kuruluşlarınca kontrol edilmiyor.
Edilse bile kısıtlar, yaptırımlar borsadaki kadar değil. Ayrıca bilanço dışı
kayıt sebebiyle bir bankanın aldığı riskler diğer bankalarca bilinmiyor. Dahası
ulusal sınırlar dışında kalan "şubeler" var. Meselâ Alman
bankalarının İrlanda'daki faaliyetleri Alman borsa denetiminden de kaçmıştı
tamamen. Krizden sonra bir de bankalar arası güven krizi yaşandı. Kimse
komşusunun sağlığından emin olamıyordu.
2008'te tavan yapan krizin ve
doğurduğu güven eksikliğinin son bulduğu söylenemez tabi. Zira krizi mümkün
kılan "hatalar" analiz edilmedi, haliyle gerekli yasal önlemler de
alınmadı. Bu endişeli ortamı bahane eden FED başkanı Bernanke piyasaya her ay
fazladan 40 milyar dolar süreceğini açıkladı 2012 eylülünde. Aslında yeni bir
şey değil, FED 2008'den beri 2340 milyar $ yani iki buçuk trilyon dolar enjekte
etmiş! ABD'nin yıllık GSMH seviyesinin 15 trilyon $ olduğunu düşünürsek bu
kararın vehameti daha iyi anlaşılır sanırım. Bernanke'nin savunmasına göre
(teorik olarak) para bolluğu sayesinde piyasaları hareketlendirmesi,
yatırımlara ivme kazandırması hedefleniyor. Fakat bu karar korkarım yeni ve
daha büyük bir krize zemin hazırlıyor. Ama bu ayrı bir konu. Paranoyak mı geldi
size?
Gecen bölümden hatırlayın: Banka
göründüğü gibi değildir. Banka ordudan daha tehlikelidir!
"... Beyler! Bankaların
Birleşik Devletler'deki faaliyetlerini yakından biliyorum. İçeride adamlarım
var ve sizi gözlüyorum uzun zamandır. Bankanın parasıyla spekülasyon
yaptığınızdan, halkın ekmeği ile oynadığınızdan eminim. Kâr edince aranızda
paylaştınız, zarar edince yükü bankaya yıktınız. Bana diyorsunuz ki bankayı
kapatırsam on bin aile perişan olur. Doğru olabilir ama günah sizin. Eğer sizi
kendi halinize bırakırsam elli bin aile perişan olur ve günahı da benim
boynuma. Sizler birer hırsız, birer zehirli yılan gibisiniz. Sizi
kovmaya kararlıyım ve (yumruğunu masaya vurur)Tanrı'nın yardımıyla yapacağım
bunu." (Andrew Jackson, ABD'nin 7ci başkanı - 1834,
Philadelphia Vatandaş Komitesi tutanakları-)
Kârları özelleştirmek, zararları
kamulaştırmak konusunda
uzman olan bu zehirli yılanları kovacak bir Andrew Jackson ya da Thomas
Jefferson yok bugün Amerika'da. Tabi 1800'lere kıyasla yatırım araçları çok
gelişti, para hareketleri hızlandı ve küreselleşti. Bugün zehirli yılanların
çalışma yöntemleri de daha bir sinsi, daha bir cilalı.
Fakat temel sorun aynı: Özel
bankalar işlerine gelince özel, gelmeyince kamu kuruluşu gibi davranıyorlar. Çünkü
"Özel" de olsa bir bankanın iflası bakkal dükkânı veya tuğla
fabrikası iflası gibi değil. Ulusal-devlet devreye giriyor, halkın vergileriyle
banka kurtarılıyor ama sağlık, eğitim, güvenlik gibi hizmetlere para kalmıyor.
İşler yolunda iken, ekonomi büyürken bankalar "özel ve
enternasyonal". Yaptıkları kârı kimseye koklatmıyorlar. Ama kriz
dönemlerinde hepsi "ulusal" olup çıkıyor. "Bizi
kurtarmazsanız kriz büyür, sizi de yutar" diyerek şantaj
yapıyorlar. Yani kârları özelleştirip, zararları kamulaştırıyorlar. Demek
ki devletin ve halkın bankalar üzerinde daha fazla söz hakkı olması gereklidir
ve meşrudur. Riskleri halkla paylaştıkları müddetçe bankalar "özel
sektör" sayılamazlar. İsterseniz geçen bölümde bahsettiğimiz OTC (Över The
Counter) işlemleri ele alalım... Tahmin edersiniz ki OTC operasyonlar marjinal
kaldığı müddetçe "eh iki banka aralarında anlaşmış,
şu şu riskleri transfer ediyorlar" diyebiliriz. Ama bankaların
teminat kapasitelerinin çok üzerindeki bir seviyede risk transferi oluyorsa
devletin finansal sağlığıyla, halkın ekmeğiyle oynandığını söylemek icab etmez
mi?
"Teminat kapasitesinin
üzerinde" derken
neyi kasdediyoruz? Meselâ krizden önce risk provizyonları 2 milyar dolar olan
Amerikan sigorta firması AlG'ye bakın. Battığı zaman Amerikan halkının 85
milyar dolar parası kullanıldı. Nasıl oldu da 2 milyar dolarlık provizyon
gerçekleşen riskleri karşılamadı? Nükleer bir patlama ya da dev bir meteor gibi
beklenmedik bir kaza mı oldu? Hayır. Daha basit.
AIG riskli emlâk kredilerini
sigorta ederek kapasitesinin 400 ila 800 katı büyüklüğünde YÜKSEK risk aldı. Bu
risk alış iki kere sorunluydu. Çünkü miktarın aşırı ve (bizce) gayrı ahlâkî
derecede yüksek olmasına ek olarak, alınan risklerin gerçekleşme ihtimalleri de
çok YÜKSEK, hatta %100'e yakın idi. Önce firmanın kârı 4'e katlandı, traderları
milyoner oldular. Bu tür risk transferlerinde kontrol rolü oynaması gereken FED
ve SEC devre dışında kaldı. AIG bu yüksek riskleri başka risklerle
birleştirerek dönüştürdü, (bizce) gizledi ve menkul kıymetleştirme yoluyla yeni
finansal ürünler sürdü piyasaya. Bu saklambaç oyununa AlG'nin müşterisi olduğu
kredi derecelendirme kuruluşları da yardım ettiler. Türev ürünler içeren,
bilanço dışı işlem gören ve yüksek risk arz eden kompozit portföylerin %90'ı
AAA notuyla kamufle edildi. Yani bu "uzmanlar" dünyanın en riskli
ürünlerini aldılar, G8 ülkeleri tarafından devlet garantisiyle satılan en güvenli
finansal ürünlerle aynı kefeye koydular, onlarla eşdeğer-miş gibi gösterdiler!
İflas etmeden sadece bir kaç gün
önce AlG'nin
notu da AAA idi. İflas etmeden önce Lehman Brothers'ın notu AAA idi. İflas
etmeden önce Fannie Mae -Freddie Mac'ın notu AAA idi. Bu apaçık bir suç
ortaklığıydı. Ama bankacılar gibi derecelendirme kuruluşları da krizden sonra
cezalandırılmadılar. FED 16 eylül 2008'de kendini batıran AlG'yi iflastan
kurtarmak için tam 85 milyar dolar enjekte etti. Oysa 2005'te 200.000'den fazla
ailenin evsiz kaldığı Katrina kasırgasından sonra hükümet tarafından vaad
edilen yardım sadece 11 milyar dolardı.
Kravatlı eşkiyalar çok kolay
hareket edebildiler. Çünkü borsayı çok iyi bilenlerin bile anlayamayacağı bir
piyasa(?) çıkmıştı ortaya. Karmaşık ve yüksek riskli ürünler bir sis bulutu
teşkil ediyordu. Bu puslu havada bir radar gibi, TARAFSIZCA yol göstermesi
gereken/umulan kredi derecelendirme kuruluşları ise batmakta olan bankalara AAA
notu vererek yatırımcıları kandırdılar. Özetle şeffaflık daha da azalmıştı. Ev
kredisini kesinlikle ödeyemeyecek olan yüzbinlerce garibanın teşkil
ettiği devasa kredi riski rakamların, istatistiklerin, kredi notlarının
arkasına gizlenmiş oldu. Riskin miktarı, gerçekleşme ihtimali, teminatların
arkasındaki güvenceler... Bunlar bir sis bulutu içinde kalmıştı. Avrupa'daki
emekli sandıklarına, belediyelere, vakıflara satıldı bu ürünler ve böylece
krizin küreselleşmesi için gerekli son taşlar da döşendi.
Neticede 1980'den itibaren para
piyasaları giderek kumarhaneye dönüşüyordu. Finans sektörü hukukun
dışında/üstünde idi artık. Hükümetlerin denetimi dışında kalan alt kuruluşlar,
bilanço dışı işlemler, gayri ahlâkî kredi derecelendirme, şeffaflığın tamamen
ortadan kalkması, müşterilerine açıkça yalan söyleyerek onları iflasa sürükleyen
bankalar... Basel Committee on Banking Supervision'ın raporuna göre 2008 krizinden önce OTC
(piyasa dışı) türev ürünler piyasasında cari işlemler 650 trilyon doları buldu.
Bu rakam o yıİki dünya ekonomisinin tam 10 katıydı! Bir başka deyişle palavra
ticareti mal ve hizmet ticaretini fena halde sollamıştı.
"Krizden önce demokratik
Batılı ülkelerde bir hükümetin yeniden seçilme ihtimali %65 idi. Krizden sonra
bu ihtimal ikiye bölünerek %30'lara indi. Siyaset ticaret karşısında meşruiyet
kaybına uğradı."
Yatırım bankası Goldman Sachs
müşterilerini emlâk sektörüne yatırım yapmaya teşvik ediyordu. Fakat aynı
zamanda kendi tasarımı olan "Abacus" adında bir finansal ürün
sayesinde emlâk sektörünün çöküşüne oynadı. Goldman Sachs'a güvenerek emlâk
sektörüne yatırım yapanlar milyonlarını kaybettiler. Banka suçlandı, 15 temmuz
2010'da 550 milyon ceza ödeyerek çalışanlarını akladı. 550 milyon dolar Goldman
Sachs'ın iki haftalık kârı idi... Ya da 2009'da dağıttığı primlerin %3'ü
diyelim!
Siyasî güce bu kadar kolay nanik
yapabilmesini neye borçlu Goldman Sachs? Rüşvet ya da adam kayırmanın çok
ötesinde bir durum ile karşı karşıyayız: Katil artık öldürdüğü kişinin malına
mirasçı olabiliyor çünkü Amerikalılar kamu ile özel sektör arasında akraba
evliliğine müsade ediyorlar. Nasıl yapılıyor? Goldman Sachs'ın üst kademe
yöneticilerinin mutlaka siyasî bir kariyeri oluyor. Amerika Birleşik
Devletleri'nde kilit noktalarda oturanlar (başkan yardımcısı, hazine bakanı, borsa
denetim kurulu başkanı, vs) ise Goldman Sachs'ta daha önce müdürlük yapmış
kimseler.
Goldman Sachs sıradan bir banka
değil. Yunanistan'ın kamu borçlarını kamufle edip avro bölgesine dahil olmasını
sağlayan uzmanlar Goldman Sachs'ta çalışıyorlar meselâ. Aynı Goldman Sachs
Yunanistan'ın borcuna karşı spekülasyon yapıyor aynı dönemde. Bazı bilgileri
"vakitsizce" basına sızdırıp Yunanistan krizini başlatan ve bu
ülkenin daha da dibe batmasını sağlayanlar yine onlar. Yapay olarak petrol
fiatını yükselten, kendi ürettikleri kriz esnasında kâr etmeye devam eden yine
Goldman Sachs.
Bavyeralı bir Yahudi olan Marcus
Goldman kurmuş bu bankayı, sene 1869, kısa bir süre sonra damadı Samuel Sachs
da katılmış. Kısa vadeli borç hisseleri alıp satmışlar, dönemin finans devleri
bunları pek ciddiye almamış. İkinci dünya savaşından sonra yükselen bir Goldman
Sachs görüyoruz, özellikle otomobil firması Ford'un borsaya girişinde önemli
bir rol oynuyorlar. Dürüst, sistemli çalışan bir ekip
olarak ünleniyorlar, Amerikan
finans sektöründe giderek yerlerini sağlamlaştırıyorlar. "Yavaş yavaş
acele etmek" konusunda o kadar uzmanlar ki "kaplumbağa" adı
takılıyor Goldman Sachs'a. Rakiplerinin aksine gösterişli harcamalardan kaçıyorlar.
Hızlı ve yüksek kâr peşinde değiller, tersine müşteriye hizmet yoluyla uzun
vadeyi hedefliyorlar o devirde. "Kendi çıkarlarını müşterinin
üzerinde tutanların aramızda yeri yoktur" diyorlar, firmanın
meşhur 14 ilkesinden biri bu.
Fakat bu toz pembe tablo
1980'lerde bozulmaya başlıyor. Birinci ve ikinci bölümde anlattığımız "Deregulation/liberalisation"
dalgası ile kısa vadede daha çok kâr etme tutkusu diğer değerleri
bastırıyor: Müşterinin çıkarlarını kollama, dürüstlük, şeffaflık, yasalara
saygı... Tabi yasaları çiğnemek için bazı ön hazırlıklar yapılmalı: Siyasete,
adalete hakim olan kilit noktalar kontrol altına alınmalı. Alınıyor da.
Eski zamanların temkinli
kaplumbağasının yerini kan emici bir asalak alıyor. Ekonomik hayatı, sanayi ve
finans sektörünü düzenleyen yasaların gevşediği, yerini meslek disiplin
kurullarına, raconlara, geleneklere bıraktığı garip bir devir bu 1980'ler.
Thatcher, Reagan, Şili'nin kanlı diktatörü Pinochet ve liberal Hayek aynı
tezleri savunuyor ve uygulamaya koyuyorlar. (Bkz.
Liberalizmin Kara Kitabı) Goldman
Sachs işte bu dönemde kamu kuruluşlarında ya da devlet şirketlerinde genel
müdür olarak çalışmış insanları yüksek maaşlarla işe alıyor. Amaç yasaların
boşalttığı sahayı doldurmak, ulus- devletlerin meşruluk kaybına uğradığı
yerlerde muktedir olmak.
Diğer bir önemli gelişme ise
1999'da Goldman Sachs'ın borsaya girmesi. Finansal disiplinin, kaplumbağa gibi
temkinli olmanın lüzumu yok artık. Varsa yoksa spekülasyon. Firmanın değeri
piyasada her gün, her an yeniden belirleniyor. Akılcı kararlar, sağlıklı
bilançolar değil dedikodular ve panik dalgaları önemli şimdi. Yine birinci ve
ikinci bölümlerde ayrıntılı olarak anlattığımız gibi rasyonel bir piyasa değil
bir kumarhane-piyasa bu. Bu kumarhanede Goldman Sachs bir kaç rolü birden
oynamakta:
•
Bütün işlemlerden (=oyunlardan) komisyon alan krupiye,
•
Oyunculara (şirketler hatta devletler) tavsiye ve tüyo
veren "bir dost",
•
Kendisi de bahislere katılan bir oyuncu.
Goldman Sachs haliyle herkesin
kartlarını biliyor. Ve insanlar ne yaparsa yapsın Goldman Sachs MUTLAKA
kazanıyor. Zaten kârının en büyük kısmı da bankanın öz kaynaklarıyla yaptığı
spekülasyonlardan geliyor.
Başlarken bir alarm düğmesine
basmıştık, Goldman Sachs ile devlet arasında "akraba evliliği var"
demiştik. İlerideki bölümlerde daha detaylı bir isim listesi vereceğiz ama bu
yazıyı bitirirken bir kaç kritik koltuğa dikkat çekelim yine de:
1.
Robert Rubin, Goldman Sachs'ın eski müdürü, Clinton tarafından
kurulan Ulusal Ekonomik Konsey'in başkanı (1993-1995) ve daha sonra da yine
Clinton'un ekonomi bakanı (1995-1999). Finansal faaliyetleri yasal çerçeve
dışına taşıyan "Deregulation / liberalisation" modasının
mimarlarından.
2.
Henry Paulson, Goldman Sacs'ın eski patronlarından, 2006-2009 arası
George W. Bush döneminde finans bakanı, devasa banka kurtarma operasyonlarının
mucidi.
3.
M. Jon Curzine, yine Goldman Sacs'ın eski patronlarından, 2000 yılında
cepten 64 milyon dolar harcayarak New Jersey'den senatör olmuş, sonra da
2006-2010 arasında bu eyaletin valisi.
4.
Neel Kashkari, Goldman Sacs'ın kurmaylarından, Henry Paulson'un
eliyle besleyip büyüttüğü prenslerinden. Sonradan Paulson'un peşinden Amerikan
hâzinesine geçti, batan bankalara TARP (Troubled Asset Relief Program)
kanalıyla 700 milyar dolar dağıttı!
5.
Stephen Friedman, Goldman Sacs'ın eski patronlarından, kriz sırasında üç
koltukta
birden oturuyordu:
■
Goldman Sacs yönetim kurulu üyesi,
■
ABD Başkanlık istihbarat komisyonu başkanı,
■
New York Federal Rezerv başkanı.
Aslında liste uzun. Avrupalı
başbakanlar, merkez bankası müdürleri, Kanada merkez bankasından Nijerya'ya
(Bkz. Olusegun Olutoyin Aganga) uzanan geniş bir ağ, adeta bir mafya. Fakat
Goldman Sacs sadece kendi müdürlerini siyasî yapıların başına geçirmekle
yetinmiyor. Yorucu bir siyasî kariyerin ardından bu bankaya geçmek, rahat bir
emeklilik hazırlamak da mümkün. Bu sayede şu anda siyasette aktif olanlar
Goldman Sacs'ı üzecek, kızdıracak bir şey söylemekten, yasa vs yapmaktan uzak
tutuluyor. Belli mi olur? Bir daha ki seçimleri kazanamazsanız Goldman Sacs'ın
altın kaplama huzur evi servisi sizi bekliyor olabilir!
Meselâ İrlanda eski adalet bakanı Peter
Sutherland siyasetten finansa geçen uyanıklardan. Şu an Londra'da Goldman
Sacs'ta idareci.
İşte böyle. Amerika Birleşik
Devletleri'nde demokrasi çöktü çöküyor. Çünkü katil öldürdüğü kişinin malına
mirasçı oldu.
1980'lerde serbest bırakılan
finans sektörü başıboş bir eşeğin tarlayı talan etmesi gibi dünya ekonomisini
talan etti. Fakat eşek burada durmayacaktı... Arsız eşeklerden hesap
sormanın imkânsız olduğu yeni bir dünya kuracaktı. Bunun için finans
sektörü iki önemli adım attı:
•
Kendi adamlarını G8 ülkelerinde kilit noktalara
yerleştirdi: Borsa ve bankacılık denetim kurulları, hazine bakanlıkları, merkez
bankalarının müdürlükleri, bakanlar, milletvekiller...
•
Düşünce kuruluşları ve medya kanalıyla hem halkın hem
de orta kalibredeki siyasetçilerin liberal ideolojiye dört elle sarılmasını
sağladılar.
Meselâ Emlâk Bankacıları Derneği (Mortgage Bankers Association) riskli emlâk kredileri hızla
dağıtılırken yani 2000-2006 yılları arasında yoğun lobi yaptı. Bu sahada finans
sektörüne kanunî engel çıkmaması için 500 milyon dolar harcadı. Doğrudan
dağıtılan rüşvetin pardon lobi faaliyetinin yanı sıra yandaş düşünce
kuruluşlarına raporlar hazırlattı. Göçmenlere verilen riskli kredilerin
engellenmesini ırkçılık gibi görünebileceğini "ispat eden" raporlardı
bunlar. Her türlü adalet inisyatifi durdurulmalıydı. Öyle de oldu.
Bütün bunlar olurken Amerikalı
demokratların eli armut toplamıyordu elbette. 1998'de piyasa denetim kurulu
başkanı Brooksley Born devlet denetimi dışında gerçekleşen finansal işlemlerin
kontrolü için harekete geçti. Fakat FED başkanı Alan Greenspan bütün gücüyle
direndi:
" [2008 krizinin temel sebebi
olan] Türev
ürünlerin kontrolü faydasızdır. Bu finansal işlemler ne yaptığını bilen uzman
profesyonellerce gerçekleştirilmektedir"
Zenginler ile siyasetçiler
arasındaki "sapık" ilişkiler siyaset tarihi kadar eski. Zaten burada
dikkat çekmek istediğim rüşvet veya yolsuzluk değil. Demokrasileri aşındıran
ama tedavi edilebilir hastalıklardı bunlar. Ulus-devletin adaleti yeterliydi.
Bugün yaşadığımız ise bir rejim değişikliği. Halka rağmen, onun iradesine zıt
bir şekilde yapılıyor. Bu yüzden finansal bir darbeden bahsetmek yerinde olacak
sanırım.
Çünkü 1960'lardan itibaren özellikle
ABD'de zenginlerin siyaset üzerindeki etkisinin arttığını görüyoruz. Normal, TV
ve ulusal basında boy göstermek lâzım seçilmek için. Her yeni seçimde daha
fazla para lâzım. Buna bağlı olarak son yıllarda demokrasiden zenginokrasiye
bir dönüşüm var. Amerikan Yüce Mahkemesi (Supreme Court of the United
States) 2010'da
devrim niteliğinde bir karar verdi. (Bkz. Citizens United v.
Federal Election Commission)
Siyasi partilere kişilerce veya
şirketlerce yapılacak maddi yardımlarda tavan yok artık. Bireylerin /
vatandaşların eşit oy hakkına sahip olduğu bir demokrasiden zenginlerin çok
daha iyi temsil edildiği yeni rejime geçişin mührünü vurdu bu karar. Haliyle
ABD'nin bir oligarşi ya da bir plütokrasi olup olmadığını sorgulamak gerekiyor.
Seçim kampanyası sırasında Goldman
Sachs'tan 1,014,000 $, JPMorgan'dan 809,000 $, Citigroup'tan 737,000 $ alan
Obama kimin başkamdir? Amerikan halkının mı yoksa finans sektörünün mü?
Batının hâlâ içinden çıkamadığı
krize bakınca ilk göze çarpan gerçek şu: Benzeri bir krizi engellemek için hiç
bir önlem alınmadı. Hatta tersine, yeni ve daha büyük bir krizi mümkün kılacak
adımlar atıldı, atılmakta. Neden böyle diyoruz? Çünkü etkili ve yetkili
koltuklarda finans sektöründen önemli isimler oturuyor: ABD ve Avrupa'da
ekonomiden, para politikalarından sorumlu kurumlar özel bankacılıktan gelenlerin
elinde. Özellikle de Goldman Sachs kökenli yöneticiler bunlar. Halkların
seçtiği başkanlar, başbakanlar, vekiller bu isimlerin yakın markajı ile kontrol
altında.
Dünya Bankası, NYSE (NewYork
Borsası), Goldman Sachs'ı denetlemesi gereken New York Federal Reserve, Avrupa
Merkez Bankası, İtalya Bakanlar Kurulu, Yunanistan başbakanlığı, Almanya,
İtalya ve Kanada merkez bankaları... Bütün bu kurumlar Goldman Sachs'ta daha
önce üst kademe yöneticilik yapmış, bankada hissesi olan insanlarca yönetiliyor.
Eğer kriz esnasında olup biten
küçük olaylara ayrı ayrı bakarsanız deprem ya da sel felaketi gibi bir şey
görürsünüz. Panik halindeki yatırımcıların, siyasetçilerin, sanayicilerin ve
tüketicinin bindikleri dalı kestiklerini söyleyebilirsiniz: Bankalar kredi
musluklarını kapıyor, sanayici üretimi ve haliyle istihdamı azaltıyor, tüketici
korkudan daha az tüketiyor, ulusal siyasetçi ithalata engel olmaya çalışırken
küresel dış ticareti frenliyor, vs.
Fakat eğer bu "küçük
olaylara" geniş açıdan bakarsanız başka bir şey görürsünüz. Krizin baştan
beri engellenmediğini, tersine desteklendiğini, hatta yönetildiğini, belli
amaçlara uygun biçimde kanalize edildiğini fark edersiniz.
Yeni bir krizi engelleyecek hiç
bir önlem alınmadığını söyledik, hatta yeni krizlerin kolaylaştığını savunduk.
Krizin engellenmesi değil kurumsallaşmasısüreci nasıl yaşandı? Dönemin ekonomi
gazeteleri nedense korkutucu şeyleri manşet yaparken düşündürücü bilgileri
yarım ağızla verdiler. Biz olayların akışına farklı bir açıdan yaklaşacağız:
Doğal felakete bakar gibi değil bütün sosyal, ekonomik, siyasi olaylara
bakılması gerektiği gibi.
Ocak 2007, 1700 milyar dolarlık
(1.7 trilyon $) türev ürün piyasaya sürülüyor, DOW JONES tam 200 puan düşüyor,
Amerika'da "oynayan" yatırımcılar ilk defa "ulusal çapta"
bir kriz korkusu içine giriyorlar. Herkesin, her şeyin güvenilir olduğunu
zannederken birden hiç kimsenin, hiç bir şeyin güvenilmeyeceği panik haline
geçiliyor. 6 aylık bir belirsizlik, "batamayacak kadar büyük" (too
big to fail) aktörler yalan söylemeye devam ediyorlar: "Korkmayın,
küçükler batacak, bu sayede biz pastadan daha fazla pay alacağız, kar marjımız
artacak, sakın hisselerinizi satmayın". Tabi her yıl düzenli
olarak girmesi beklenen miktarlar bu sefer gelmiyor. Bunu söyleyen bankacılar
bir yandan kendi hisselerini (henüz yüksek olan) fiyattan satmaktalar, tabi el
altından, küçük parçalar halinde, çaktırmadan. Gemi batıyor, yolcular yemek
yiyor, dans ediyor, kaptan ve yardımcıları sessizce filikalara doğru yürümekte.
Goldman Sacs milletin elinde
patlayacağı kesin olan ürünleri satmaya devam ediyor, 2007'de 157 milyar
dolarlık satış yapıyor. Bir yıl bitmeden emlâk kredi devlerinin iflası
patlıyor: Fanni Mae - Freddie Mac. Bu iflasın Amerikan halkına yükü 185 milyar
dolar. Ardından Lehman Brothers 100 milyar dolar zarar ettiğini açıklıyor.
Yangın Avrupa'ya sıçrıyor: BNP Paribas, Deutche Bank, Societe Generale, UBS
Credit Suisse tehdit altında. Kravatlı eşkiyalar pardon, saygın bankacılar ulus-devletleri
tehdit ediyor: "Bizi kurtarmazsanız siz de batarsınız!". Ulus-devletin
ulusal siyasetçileri de ulusun parasını peşkeş çekiyor bu
soygunculara.
Peki ya adalet? Türkiye'ye örnek
gösterilen hukuk devletleri nerede? Batının hukuku bu finansçılara fazla bir
sıkıntı verilmiyor zira öncelikle Amerikan adaleti ekonomik meselelerde fazla
gürültü çıkarmaktan hoşlanmıyor. Yani yıllar sürecek, binlerce sayfa uzman
raporu yazılacak, Amerikan firmalarının prestiji sarsılacak filan. Ne gerek
var? "Plea Bargaining" denen acayip bir yöntem uygulanıyor.
Ekonomik suç işlemiş olan bankacı suçunu itiraf ediyor, ufak bir ceza ödüyor.
Karşılığında devlet aynı suç için
bir daha dava açılmasını engelleyecek garantiyi veriyor. Özetle bankacı
hukukî bir kalkan, bir dokunulmazlık satın alıyor devletten.
Temmuz 2007, Amerikan sigorta
firması AIG (Londra'da) 25 milyar dolar açık veriyor, BCE (Avrupa Merkez
Bankası) kapatıyor bu deliği, Avro Bölgesi dışında olmasına rağmen "The
City" Avro bölgesi halklarının parasıyla kurtarılıyor.
Financial Times'a göre finans
sektörü yöneticileri yıllık 90 milyar dolar civarında maaş alıyorlar.
Yaptıkları iş? 1000 milyar dolar yakmak! Yani 1 trilyon dolar, korkunç bir
rakam. Müşterilerini, firmalarını zarar ettiriyorlar. İflas eden AlG'nin genel
müdürü 65 milyon dolar alıyor. Merrill Lynch genel müdürü 160 milyon dolar,
Fannie Mae'nin genel müdürü 14 milyon dolar. Goldman Sachs'ın kârı %14 azalıyor
bu dönemde. Ama genel müdürün maaşı üç katına çıkıyor. İflâs eden Lehman
Brothers'ın genel müdürü Richard S. Fuld'un maaşı 250 milyon dolar.
Finans sektöründe batan bankalar
var ama sektör bir bütün olarak kriz öncesine kıyasla daha güçlı. Hükümete söz
geçirme konusunda çok daha etkin ve cüretkâr: Yatırımcıları ve müşterilerini
kazıklayan bankalar da zarar ediyorlar. Bir kaç trilyon dolarlık delikler
bunlar. Batı ülkelerinde krizi durdurmak için harcanan para ABD'nin GSMH'nın
%50si civarında. Delikleri kapatmak için Amerikan ve Avrupa halkın parası
kullanılıyor, bunu yapan yöneticilerin maaşları ise yükseliyor, yüz milyon
dolarlar ile ölçülüyor.
Bugün Avrupa'da bankalar arası
borç piyasasının büyüklüğü 6 trilyon avro. Avrupa Merkez Bankası'nın
"taşıdığı" borç yükü 3 trilyon avro. Bu rakam Fransa'nın GSMH'nın bir
buçuk katı. Yani ulusal provizyonların çok üzerinde bir borç yükü ile
yaşıyoruz. Avrupa ekonomisi komadan çıktı belki ama hâlâ oksijen çadırında.
Üstelik bu görünen felâket. Ya görünmeyen kısım? Shadow Banking coğrafyasında
kim kime ne kadar borçlu? Türev ürünlerin hacmi nedir? Bu tür rakamları kimse
veremiyor. Meselâ 2012 yılı itibariyle 12 bine yakın Hedge Funds var ve bu sayı
artmakta. 2011'deki kârları 28 milyar dolar oldu. Dünyanın en büyük 10
bankasının kârlarının toplamı kadar neredeyse.
Avrupa Birliği'nin gücü de sınırlı
aslında. Yunanistan'ın, ya da İspanya, İtalya gibi üilkelerin batışı yönünde
oynanacak bahislere direnebilir mi Avrupa Merkez Bankası? Goldman Sachs kökenli
genel müdür bunu ister mi? Yoksa Goldman Sachs'ın patronu ile ayrı bir plan mı
yaptılar?
Borç piyasası ulusal devletleri
bankalar ve şirketlerle aynı pistte yarıştırıyor. Bugün Danone gibi büyük
Fransız şirketlerinin imzası Fransa'nın imzasından daha kıymetli, Fransa'nın
borç kalitesi Endonezya ve Meksika gibi ülkelerin gerisinde kaldı. Coca
Cola'nın borç kalitesi ABD'ninkinden daha iyi. Bankalaşan, şirketleşen,
süpermarketleşen bir dünyadayız. Ulusal sınırlar içinde hareket edebilen
ulus-devletler küresel şirketlerin gölgesinde artık. Soğuk savaş sonrasına hiç
benzemeyen yeni bir dünyada yaşıyoruz. Piyasalar millet meclislerinin üzerinde.
Batıda bankalar iktidara talip değil artık, iktidar onların elinde. Siysetçiler
bankaları, piyasaları kızdıracak bir söz söylemekten korkuyorlar.
Batıda siyaset halkların iradesine
değil borsa endekslerine ve banka müdürlerinin kaprislerine endeksli. Bunun
için demokrasinin çökmesinden bahsediyoruz.
"Mülkiyetin adil biçimde
dağıtılmasının mümkün olmadığını biliyorum. Ancak bu korkunç zulüm insan
kitlelerini sefalete sürüklerken devletin bulduğu tek çare insanın nefsanî
dürtülerine boyun eğmek, sonuçlarına göz yummaktan ibaret." (Thomas Jefferson,
ABD'nin 3cü başkanı)
Artık isim verme zamanı! Ama
öncelikle tezimizi hatırlatalım: 2008 ekonomik krizi doğal bir felaket değildir.
Tasarlanmış, planlanmış, yürürlüğe
konmuş bir operasyondur. Bu operasyonu yöneten insanlar vardır ve Batı
adaletinin üzerindedirler. Krizi frenleyecek yasal engelleri bir bir
kaldıranlar, krizin küreselleşmesini sağlayanlar yaklaşık 40-50 kişilik bir
ekiptir. Okuyacağınız bu yazının amacı söz konusu ekibin yöntemleri, ortak
noktaları ve isimleri üzerine dikkat çekmektir.
Amerika Birleşik Devletleri'nde
kamu hizmeti veren memurların sorumluluk sahası ile özel şirketlerin çıkarları
arasında net ayrımlar yok artık. Büyük yatırım bankalarının müdürleri,
kurmayları ABD devlet mekanizmaları içine yerleşiyorlar. Yani rüşvet vs ile
vakit kaybetmiyor bankalar. Kendi çıkarlarına uygun kararları ve yasaları
çıkartmak için kritik yerleri alıyorlar. Devletin içine, başkan yardımcısı,
hazine genel sekreteri, merkez bankası müdürü koltuğuna gelip kendileri
oturuyorlar.
Bu Banka-Hükümet köprüsü garip bir
biçimde işliyor: Bazen kilit noktalarda 1 veya 2 yıl kalıyor bankacılar. Ama ayrılırken
koltuğu belli özelliklerdeki insanlara bırakıyorlar. Bu da devlet politikasında
bir süreklilik oluşmasını sağlıyor. Yani hükümetler, siyasi partiler Beyaz
Saray'a gelip gidiyor ama bankaların oradaki hakimiyeti gölgelenmiyor.
Krizi üreten ekibin üyeleri bazı
ortak özellikler arz ediyorlar: Genellikle Amerikan vatandaşı, genellikle yobaz
liberal, genellikle Goldman Sachs'ta çalışmış ve daha sonra finans sektörünü
denetleyen
federal kurumlardan birinin
başınageçmiş, genellikle Yahudi, genellikle Harvard üniversitesiyle
"ilişkili" insanlar bunlar.
Örnek? Beyaz Saray'da başkanın sağ
kolu diyebileceğimiz
White House Chief of Staff koltuğunda
oturmuş olan bir kaç isim, FED ya da SEC gibi kurumlan yönetmiş, denetlemiş
diğer isimler, banka kurtarma ve batırma operasyonlarında aktif rol oynamış
olanlar, krizin küreselleşmesini mümkün kılan finansal ürünleri tasarlayanlar,
garanti verenler, satanlar, vs. Kim bu kravatlı haydutlar?
1988-1989 arasında başkan Ronald
Reagan döneminde gelmiş Chief of Staff görevine. Duberstein dünyanın en büyük
yatırım bankası olan Goldman Sachs'ın adamı. Rusya'da işkence ile insan
öldürenlerin Amerika'daki mal varlıklarına el konulmasına karsı lobi faaliyeti yapmış. Amerikan adaletini satmak için
küçük bir fiyat ödenmiş: sadece
100.000 $. belgesi burada. Kenneth Duberstein NewYorklu bir
Yahudi.
Barrack Obama döneminde Chief of
Staff koltuğuna oturanlardan. Tabi o da yatırım bankası kökenli: l/l/asserstein
Perella & Co. Clinton tarafından 2000 yılında acayip bir göreve
getirilmiş, hükümet destekli bir emlâk kredi şirketinin genel müdürlüğü:
Freddie Mac olarak da bilinen Federal Home Loan Mortgage Corporation. Bu görevde yolsuzluk yaptığı
iddialarının soruşturulması Obama döneminde engellenmiş. Daha önemlisi Federal
Home Loan Mortgage Corporation 2008 krizinde "zehirli"
kredilerle fakir tuzaklarının kurulmasındaönemli bir yer tutmuştu,
krizi yakından takip edenler hatırlayacaklar. Rahm Emanuel Chichagolu bir
Yahudi ailenin çocuğu. Babası Filistin'de Arapları katleden , Menahem Begin'in
yönettiği terör örgütü Irgun'un üyesiymiş.
George W. Bush zamanında Chief of
Staff oldu. Amerika'daki Yahudi cemaatinin aktif bir üyesi. Goldman Sachs'ta
Kanun ve Hükümet İşleri bürosunda 3 yıl yönetici olarak çalıştı.
Beyaz Saray'a girdikten sonra eski
bankasından transferler yapılmasında kolaylaştın rol oynadı: Henry Paulson,
Joel Kaplan...
Church of Christ'ten, Norveç
kökenli göçmen bir ailenin çocuğu. 1974'ten 2006'ya kadar Goldman Sachs'ta
çalışıyor. Bu bankanın genel müdürü iken Oğul Bush (George W. Bush) tarafından hazine genel
sekreterliğine atanıyor. Polson kariyerini yaptığı bankanın yani Goldman
Sachs'ın en büyük rakibi olan Lehman Brothers'ın batışı esnasında para
musluklarının başındaydı. Serbest piyasa kanunlarını öne sürerek Lehman
Brothers'ı kamu parasıyla kurtarmayı reddetti. Ama çok kısa bir zaman sonra
Amerikan sigorta şirketi AlG'yi yine kamu parasıyla kurtardı. Zira AlG'nin
Goldman Sachs'a büyük bir borcu vardı!
New York'ta yaşayan Yahudi bir
ailenin tek çocuğu. JP Morgan ve benzeri yatırım bankalarında üst kademe
yöneticiliği yapmış, Wall Street kurtlarından. Ronald Reagan tarafından FED
başkanlığına atanıyor. 1987'den 2006'ya kadar görev yapıyor, tam 19 sene! Baba
Bush, Clinton, Oğul Bush... Hükümetler gidiyor, Goldman Sach kalıyor.
New York'lu bir Yahudi ailenin
çocuğu, 26 yıl Goldman Sachs'ta çalışmış. Bili Clinton tarafından Hazine Devlet
Sekreterliği'ne atanıyor. Amerikan yasalarına aykırı bir iş olan CitiGroup
merger operasyonu esnasında "kolaylaştırıcı" bir rol oynaması dikkat
çekici. (Travelers ve Citicorp 1998'de birleştiler ve aktifleri 700 milyar
doları bulan bu finans devini kurdular) Daha da acayibi Rubin'in bu birleşmeden
sonra bankanın başına geçmesi, kısa bir süre sonra da 126 milyon dolar bonus
ile ayrılması. Bundan da daha acayibi CitiGroup'un 2008 emlâk kredisi krizini
borsa krizine dönüştürmede baş rol oynaması.
Connecticut'ta yaşayan Romanya
Yahudisi bir ailenin çocuğu. 1991-1993 arasında Dünya Bankası'nda Chief Economist
olarak görev yaptı, ekonomiye tabiatı korumak isteyenlere karşı takındığı
düşmanca tavırla ünlendi. Bili Clinton zamanında Hazine Devlet Sekreteri (19992001).
Daha sonra Obama'ya ve Hedge Fonlara danışmanlık yaptı.
New York'lu bir Yahudi ailenin
çocuğu, 1993-2001 arasında United States Securities and Exchange Commission
(SEC) başkanıydı. Finansal krizleri önlemek için CFTC tarafından önerilen bütün
tekliflere, kanunlara Robert Rubin, ve Alan Greenspan ile ağız birliği ederek şiddetle
karşı çıktı. Muhasebe disiplini konusunda gösterdiği gevşeklik yüzünden ağır
eleştiri aldı. 2001'den sonra Goldman Sachs'ın eskileri tarafîndan kurulan bir
yatırım bankasına geçti: Cariyle Group. Goldman Sachs ve Bloomberg grubunda
danışmanlık yaptı.
Hepsi bu kadar değil tabi. Dünya
Bankası genel müdürü, NYSE (New York Borsası) genel müdürü, Goldman Sachs'ı
denetlemesi gereken New York Federal Reserve'in son iki genel müdürü, Avrupa
Merkez Bankası genel müdürü Mario Draghi, Mario Monti, Yunanistan başbakanı
Lucas Papademos, Otmar Issing İtalya ve Kanada merkez bankalarının genel
müdürleri,... Bunların dışında bir kaç kilit isim daha var, onlar da yukarıda
saydığımız "ortak özelliklere" uygun tipler. Araştırmak isteyenler
için tamamlayıcı bir liste sunuyorum:
•
Angelo Mozilo
•
Joel Kaplan
•
Richard S. Fuld
•
Ben Bernanke
•
Uoyd Blankfein
•
Jon Corzine
•
Stephen Friedman
•
Marcus Goldman
•
Vijay Karnani
•
Samuel Sachs
•
JohnWeinberg
•
Sidney Weinberg
•
John C. Whitehead
•
Karel van Miert
•
Petros Cristodoulou
•
Antonio Borges
Kaliforniya'da bir sığınma evi. 8
yaşındaki Lilly 5 haftalık kardeşini uyutuyor.
NCFH'a göre
ABD'de her 45 çocuktan biri evsiz. Ülke genelinde bir buçuk milyondan fazla
çocuk otel odalarında, garajlarda, depolarda ve çadırlarda yaşıyor. Dünyanın en
güçlü ülkesi ABD. Bu ülkenin en zengin eyaletlerinden biri olan Kaliforniya
aynı zamanda evsiz çocuk yarışında da ilk 5'in içinde.
2008'de başlayan emlâk krizi bir
çok insanı zor durumda bıraktı. Kriz öncesinde birikimi veya sabit geliri
olmayan insanları borca sokmak, onlara sorumsuzca kredi vermek yasaktı. Zaten
bu tür riskli krediler müteahit firmaların hatta bankaların iflasına yol
açabilirdi. Ancak ekonomik özgürlükler(!) adına bu "emniyet
kemeri" gevşetildi. Ev kredisi ödeyemeyecek durumdaki insanlar kağıt
üzerinde ev sahibi yapıldı.
NINJA krediler sayesinde
oldu bu (No Income No Job or Asset). Emlâk talebi böylece yapay olarak
şişirildi. Goldman Sachs gibi firmalar müşterilerini inşaat sektörüne yatırım
yapmaya teşvik ettiler. Fakat balonun patlayacağını bildikleri için aynı
firmalar sektörün çöküşüne oynadılar... Ve sektör çöktü. Bazı bankalar ise bu
çöküşten akıl almaz kârlar elde ettiler.
"Hispanikler" olarak
bilinen Latin Amerika asıllılar en sert tokadı yiyenler oldu. Ev sahibi olma
umuduyla bankaların tuzağına en çok düşen onlardı. Düşük gelir grubunda olan ve
zar zor geçinen bu insanlar bir anda kendilerini sokakta buldular. Şimdi çoğu
parklarda yatıyor, umumî tuvaletlerde yıkanıyor. Bir kaç gün çalışıp para
biriktirebildiklerinde ucuz bir otel odası kiralayarak çocuklarını yıkama
imkânı buluyorlar. Sokakta yaşayan çocuklarda çeşitli sinirsel bozukluklar
hızla baş gösteriyor: Korku krizleri, hiperaktivite, şiddet eğilimi, intihar
girişimleri...
Ekonomistler sebep-sonuç
zincirlerine fikren hakim değildir. Olaylar olup bittikten sonra makul bir
açıklama getirirler, gafleti gizlemeye, akıllı görünmeye yarar sadece. Ekonomistleri
dinleyerek tahmin yapmak dikiz aynasına bakarak araba kullanmaya benzer; toslarsınız
bir tarafa. Sonra bir ekonomist gelir, neden kaza yaptığınızı uzuuuuuuun uzun
anlatır...
Taraf Gazetesi'nden Önder Çelik de gitmiş ekonomistlere danışmış,
onlar da makro göstergelere bakarak gelecekten haber vermişler(l). "Kriz
riski artıyor" demişler. Aslında Taraf okurlarını bu derecede aptal
yerine koymaya kimsenin hakkı yok. Hele
ekonomistlerin hiç yok.
Tarih yazmıyor ki bir gün bir
ekonomist net bir şey söylesin ve söyledikleri gerçekleşmiş olsun. Bana
inanmıyorsanız 2007-2008 krizinden önce Amerikalı ekonomistlerin
söylediklerini, yazdıklarını araştırın. Yangın ABD'yi sardıktan sonra Avrupa
Merkez Bankası eski genel müdürü Jean-Claude Trichet'nin (fr.ing) yaptığı güven verici açıklamaları
okuyun. Aradan kaç yıl geçti? Yeni genel müdür
Mario Draghi hâlâ
Avrupa bankalarının batmasını engellemek için yüzmilyarlarca dolarlık yardım
paketlerine "ekonomik rasyonalite" kılıfı dikmekle meşgul.
Eğer bir ekonomist bugünkü
verilere bakarak yarın, haftaya, seneye ne olabileceğini bilecek kabiliyette
olsa Tarafa röportaj vermekle, rapor vs yazmakla ya da TV'de görünmekle neden
vakit kaybetsin ki? Borsa, emlâk, döviz, altın... elindeki parayı hızla
katlayabilir. Sadece bu bile ekonomistlerin ekonomiden ne kadar anlaMAdığını
fark etmek için yeterli sanırım.
Peki saatlerce konuşurken ne
anlatıyorlar? Ekonomi bir bilme değil inanmameselesi olduğu için
ekonomistler de peygamberlerini, mürşidlerini dinlerler. Ekonomistler intisab
etmiş oldukları ideolojilerin, ekollerin doğrultusunda konuşurlar. Örnek? 2008
Krizi kimin suçu? Her bir ekonomist kendi amentüsünü tekrar ediyor:
•
1) Ulus-Devlet suçludur. Çünkü hükümetler ulusal
paranın değerini muhafaza veya ihracatı desteklemek için faizleri yapay olarak
düşük/yüksek tuttular. Spekülasyon balonunun şişmesine sebep hükümetlerin
merkezî müdahaleleridir. Sonunda piyasaların gerçekleri karşısında
direnemeyeceklerini anladıklarında artık çok geçti. Paniğe kapıldılar. Yanlış
kararlar birbirini izledi. Vs.vs.
•
2) Bankalar suçludur. Mevduat bankacılığı ile yatırım
bankacılğını aynı çatı altında yaptıklari için spekülasyon riskleri
gerçekleştiğinde mevduatlara, hayat sigortası vb uzun vadeli birikimlere
sirayet etti.
•
3) Aracı kuruluşlar suçludur. Goldman Sacs'ın Abacus
adlı üründe yaptığı gibi bilinen riskleri gizlediler. Kendi müşterilerine
sattıkları finansal ürünlerin aleyhine "oynadılar". Para
kaybettirdikleri müşterilerden bir de komisyon aldılar.
•
4) Fitch Ratings, Moody's ve Standard & Poor's
gibi kredi derecelendirme kuruluşları suçludur. Yatırımcıları yanlış
bilgilendirdiler. Objektif değiller. Ellerindeki yatırım araçlarına zarar
vermemek için bilgi saklıyorlar. Bağlı bulundukları özel ve resmî kurumların
baskışı altında tetikçi gibi davranıyorlar.
Bunlar gerçeğin parçaları. Ama
gerçek bunların toplamı ya da ortalaması değil. Psikolojik ve sosyolojik
faktörlerin devreye girdiği bir sahadır ekonomi. İnsanlardaki açgözlülüğü ya da
fakirleşme korkusunu formüllere sığdıramazsınız. Arz, talep, fiyat
dalgalanmaları... Amerikan doları veya Japon yeni cinsinden, objektif olarka
ifade edilse de ekonomik olaylar objektifdeğildir. Bunlar insanların mallara,
risklere, beklentilere sübjektif olarak atfettiği değerle belirlenir.
Sözgelimi kariyerist bir anne
çocuklarını ihmal ederek yıl sonu primi olan 1000 veya 2000 dolar kazanmayı
hedefliyor diyelim. Bu da bir "ticaret" olur. Annelik
görevini, çocuklarının şefkat ihtiyacını yani çok sübjektif bir takım değerleriekonomik
değerler ile değiştirmiş olur.
Para için askerî sırları satan bir
general ve altın için siyanür kullanarak doğayı tahrip eden madenciler de böyle
bir değer takasına girerler. Sadece bazı insanlar için anlamı
olan sübjektif değer var bir yanda. Kıymeti sayılarla ifade
edilemeyen bu değerler ile herkes için AYNI şekilde değerli olan
para değiş-tokuş edilir. Vatan sevgisi, anne şefkati, suların ışıltısı ve
bülbülün şarkısı böylece DOW JONES, CAC 40 gibi indexlerle ifade edilen bir
piyasada diğer değerler ile rekabete girer, çarpılır, bölünür. Aç bir
insan bir miktar yedikten sonra doyabilir. Ama aç gözlü bir insan nerede durur?
20 milyar dolar? 100 milyar dolar?
Bir daha ki sefere ekonomistler
size tahminlerini açıkladığında daha dikkatli dinleyin, cahilliklerine çok
güleceksiniz. Ama yine de iyimserim. Ekonomistler değer kelimesinin
birden fazla değeri olduğunu anladıklarında bazı dertlerimiz
kendiliğinden hallolabilir.
Sunuş: Hileli bir kumar
masasına oturmuştu Yunan halkı. Hiç kazanma şansı yoktu. Pek de parlak olmayan
ekonomik göstergeler karmaşık finansal ürünlerle kamufle edildi. Yunanlılar
kamu borçları ve geri ödeme kapasiteleri konusunda kandırıldılar. Avro
bölgesine girdiler. Bu kamuflajı yapan ekip "tam zamanında"
gerçekleri açıkladı. Yunanistan'ın bugün içinde bulunduğu feci durum
"sayesinde" büyük kazançlar elde ediliyor. Bu yazıda Yunanistan'ın
eski para birimi olan drahmiye dönme imkânı üzerine konuşacağız. IMF'nin
müdahalesiyle krizden kurtulan(?) ve nüfusunun dörtte biri hâlâ fakirlik
sınırının altında yaşayan Arjantin acaba komşu Yunanistan için bir örnek
teşkil eder mi? (MY)
Borç altındaki yunanlılar ülkelerinin
kontrolünü hızla kaybediyorlar. Vergi politikası, devlet harcamaları derken
neredeyse bütün kararlar "dışarıdan" dayatılıyor. Adım adım
işgal altındaki bir ülkeye
benziyor Yunanistan. Artık sadece hükümetin kararları değil doğrudan muhtevası
da "yukarıdan" emrediliyor: AB, IMF, piyasalar... Sevmedikleri bir
başbakanı karşılarında görmek istemiyorlar. Yunan halkının ne düşündüğü
kimsenin umurunda değil, onlar kendi polisleri tarafından coplanıyor şu an.
Piyasa'nın arzuları demokrasinin üzerinde. Peki Yunanlı komşularımız Avrupa
Birliği'nin dayattığı acı ilaçları içmek istemezse ne olacak ? Meselâ şöyle
diyebilirler: "biz avrodan çıkıyoruz, canınız cehenneme!"
Böyle bir tavır karşısında
alacaklılar 400 milyar dolara yakın para kaybetmiş olurlar. Az değil. Geçmişte
"sadece" 1-2 milyar dolar için kopartılan fırtınalara bakarsak
karamsar olmak için sebep çok. Hükümet darbeleri hatta
"özgürleştirici" savaşlar yapılabilir bu borcun tahsili için. "Avrupa
toprağında artık darbe olmaz" demeyin. Alıp satma özgürlüğü uğruna
çok hükümet devrildi gezegenimizde. Borçlarını tahsil etmek isteyen özel
şirketler Yunanistan'da siyasî gerginlik üretebilirler.
Tabi sonradan yunanlıları
"kurtarmak" için!
Meselâ Şili'de sosyalist lider Salvador Allende'yi devirmek için yapılanları
hatırlayın. Nestle ve ITT (International Telephone & Telegraph) gibi
firmaların 6-7 milyon dolarlık maddî desteğiyle ve ClA'nin eşgüdümünde ülke
alt-üst edilmişti. 1972'deki kamyoncular grevi ile insanlar aç bırakılmıştı.
(Bkz.
William Colby and the CIA). Ünlü "boş
tencere yürüyüşleri"filan derken liberal bir diktatör olan
Pinochet iktidara getirildi. Ardından Şili halkı sistematik bir baskıya tabi
tutuldu, göz altında kayıplar, işkenceler, faili meçhuller derken devlet terörü
ile "adam edildi" insanlar. Daha doğrusu Piyasa Tanrısı'na boyun
eğmeleri sağlandı.(Bkz.
The Pinochet File)
Liberallik ve Diktatörlük kelimelerini bir arada görmek sizi
şaşırtmış olabilir. Son yıllarda "liberal demokrasi" gibi
terimler kullandığımız için ikisini birbirinden ayrılmaz gibi görüyoruz. Oysa
bu bir bilgi kirliğinden ibaret. Türkiye'nin liberalleri pek bilmez ama
liberalizmin "babaları" dobra dobra konuşmuş, demokrasiyi düşman ilân
etmişlerdir zamanında. Hatta Cumhur'a, halk iradesine Kemalistler gibi tepeden
bakmışlardır:
Friedrich A. Hayek:
"Piyasanın iç dengelerine ve
özel mülkiyete saygı bireyi bağlayan yegâne kural olmalıdır. Piyasanın
vatandaşlarca yapılacak kanunlarla düzenlendiği demokrasi bireysel özgürlükler
için bir tehlikedir."(Law, Legislation and Liberty, 1973)
Avusturya Ekolü'nün ünlü ismi
Ludwig Von Mises:
"Halk
yığınları, oy veren, demokrasilerde hakim olan şu milyonlar bilmeliler ki sahte
doktrinlere alet oluyorlar. Sadece Piyasa üzerine kurulu bir toplum onlara
arzuladıkları refahı verebilir. Ama halkı ikna etmek için önce
elitleriaydınları ve iş adamlarını ikna etmek gerek." (12 haziran 1943'te
Leonard Read yazdığı mektup)
Neticede halkların özgürlüğü ile
kapitalistlerin ticaret/yatırım özgürlüğü çatışabilir. Bu çok da yeni sayılmaz.
Tarih boyunca maddî güç sahipleri devletin imkânlarını ve emrindeki orduları
"ekonomik" amaçlar için kullanmışlardır. Bir kaç olay hatırlamak
istersek:
•
Limanlarını AvrupalIlara kullandırmak istemeyen Çinlileri
"adam etmek" için yapılan
Afyon Savaşları,
•
İngiliz tekstiline rekabet edip fiatları düşürdüğü
için elleri kesilen Hintli zanaatkârlar,
•
İran ve Irak petrolü için yapılan darbeler, "özgürleştirme"
savaşları...
Avro bölgesinin yardımı olmadan
Yunanistan'ın 400 milyara yaklaşan borcu kapatması biraz zor zira devletin
kasaları boş. Borcun faizlerini bile ödeyemezler, nerede kaldı ana para.
Üstelik şu an Yunan Devleti borç ile dönüyor. Yani kamu hizmetleri dış borç ile
sürdürülüyor. Yunanistan için avrodan çıkmak demek eski para birimi olan
drahmiye dönmek anlamına geliyor. İyi ama drahmi kaç para eder? Geçmişte
Fransız frangı ve Alman Markının yaşadığı devalüasyonlara bakacak olursak
drahmi de çok parlak bir gelecek vaad etmiyor.
Slate'e göre Avro karşıtı Yunanlılar
drahmiye dönmenin avantajlarını öne sürüyorlar. Ucuz drahmi sayesinde Yunan
mallarının ihracatının kolaylaşabileceğim, 2001'de önemli bir devalüasyon yapan
Arjantin'in de bu yollardan geçtiğini... Ne var ki güçsüz bir para ile
ithalatın maliyeti yükselecektir. Enerji bakımından dışa bağımlı olan
Yunanistan gerek hammadde gerekse yarı mamül malları ithal ederken zorlanacaktır.
Kısaca "ucuz" drahminin dış ticaret dengesine etkisi çok da pozitif
olMAyabilir.
Ayrıca Yunanistan Arjantin değil,
bunu da unutMAmak gerek. Arjantin'in dış ticaret dengesi uzun zamandır pozitif
iken Yunanistan'da bunun tam tersi söz konusu. 2008 krizinden önce
Yunanistan'ın ihracatı 16-17 milyar dolar iken Arjantin'in ihracatı 42 milyar
doları geçmiş. Aynı dönemde Yunanlılar 52 milyar dolarlık ithalat yaparken
Arjantinliler bunun yarısına ancak erişiyorlarmış.
Gıda ve enerji bağımlığı bakımından
da Yunanistan'ın durumu çok parlak değil. Bu sebeple Arjantin'in krizden çıkışı
ne yazık ki Atina için çok umut vaad etmiyor. Neden? Meselâ Arjantin'in nüfusu
Yunanistan'ın dört misli iken büyük baş hayvan sayısı 95 misli! Başka gıda
kalemlerinde, mısır, pirinç ve buğdayda Arjantin 5,6 bazen 10 kat fazla
üretiyor. Enerjide de bu böyle. Yunanistan'da kişi başına enerji tüketimi
Arjantin'in iki misli.
Yunanistan için iyi bir şeyler
söylemek gerekirse kriz öncesi turizm gelirinin 15 milyar dolar yaklaştığı hatırlanabilir.
"Ucuz" drahmi bu ülkeyi yabancı turistler için daha da çekici
yapacaktır, bu bir gerçek. Ama sadece turizme güvenerek avrodan çıkılabilir mi?
Yunanistan'ın krizden ve/veya
avrodan kurtulma kapasitesi konusunda bir fikir edinmek için yunan sermayesinin
ne yaptığına bakılabilir. Zira böyle sıkıntılı durumlarda küçük tasarruf
sahipleri kayba uğrarken zenginler yurt dışına yatırım yapabildikleri için
ulusal para biriminin yaşadığı çalkantılardan kaçabilirler. Zengin yunanlılar
da krizden çok önce "kokusunu" almışa benziyorlar: Ülkenin avro
bölgesini terk etme riskine karşı onlar tasarruflarını önceden "ulusal
çemberin" dışına çıkarmışlar. Tıpkı 2001 krizinde Zengin Arjantinlilerin
yaptığı gibi. Tabi bu zenginler servetlerini ülkeden kaçırarak felaketi
büyüttüler ve hızlandırdılar ama bu da ayrı bir mesele.
İtalya'da bir darbe oldu... Piyasa
Darbesi... Askerî darbelerden sonra siyaset sözlüğüne eklenecek yeni bir terim
bu, ağzımızı alıştıralım: "Piyasa darbesi". Sermayenin
asimetrik birikimi ulus- devlet kanalıyla adalete bile hükmedecek noktaya
vardı. İş adamlarına, bankacılarına söz geçiremeyen batı toplumları tıpkı
1980'lerde ordusuna söz geçiremeyen Türkiye gibi.
Evet... Silvio Berlusconi hükümeti
bir darbe ile devrildi. Bu devrilme İtalyan halkının arzusuyla, demokratik
yolla olmadı. Bütün yolsuzluklara rağmen İtalyan savcıları ve hakimleri de
Silvio Berlusconi'yi yerinden oynatamamıştı çünkü. Piyasalar yaptı bu darbeyi.
Hem de bir kaç günde. İrlanda, Portekiz, Yunanistan derken dış borç
baskısıyla EGEMENLİĞİNİ KAYBEDEN ülkelerin sayısı artıyor. Devletler ulusal
egemenliklerini para piyasalarına transfer ediyorlar. Avrupalı aydınların
öncelikli endişesi ekonomi gazetelerinin manşetlerinde: Piyasa'nın silindiri
hangi demokrasiyi ezecek bundan sonra? Madrid? Paris?
Türkiye'de darbe "işi"
silahlı kuvvetlerin tekelindedir. Kendi ülkesini defalarca işgal etmiştir bizim(?)
Türk ordusu. (Bkz.
Kendi ülkesini işgal eden ordu) Başbakan
astığı bile görülmüştür. Sivil otoriteye baş kaldıran ordular böyledir.
Mafyalaşır. Devletin memurlarını, araç ve binalarını kullanır... Düşmana değil,
halka karşı!
Avrupa askeri darbe devrini
kapatalı çok oluyor. Ancak görünen o ki darbe tehdidi sadece silahlı
kuvvetlerden gelmiyor. Askerlikle ilgisi olmayan meslek erbabı da çete kurabiliyor.
Bu çeteler güçlendikçe demokrasinin ve adaletin üzerinde bir güç olarak
çıkıyorlar karşımıza.
Ne batıda ne de Türkiye'de
aydınlar bu piyasa darbesini öngöremediler. Neden böyle oldu? Sanırım
"normal" ekonomi ile "anormal" ekonomi arasındaki fark gözden
kaçtı. Yani para, iş adamı, fabrika, banka, borsa... Bütün bunları "sömürü/düşman
/kötü/kaka/günah"Wâr\ etmiş bir grup çeyrek aydın var. Yobaz
İslâmcılar var aralarında, çok sayıda yobaz solcu da var.
Düşün(e)miyorlar. SADECE karşı duruyorlar, senelerdir alternatif bulamadılar
ama "Kapitalizm istemezüük" diyorlar. Bir de yobaz
liberaller var. Bunlar da tam tersi, ruhanî liderleri Hayek'in buyurduğu
gibi ekonomik aktörleri siyasetin ve Hukuk'un üstünde görüyorlar.
Aslında insanların çalışıp
üretmesi, alıp satmasında bir sorun yok. Daha doğrusu "normal"
ekonomik faaliyette vicdanları rahatsız edecek bir şey yok. Kötü ya da kötülük
bizim para ile kurduğumuz ilişkide: Bencillik, gösteriş, lüks merakı, israf...
(Bkz.
Liberalizmin Kara Kitabı)
"Normal" ekonomide kriz üretecek bir faktör de yok. Piyasa yoluyla
meşhur arz-talep birbirini dengeliyor. "Anormallik" ise ekonomik
faaliyetlerin Hukuk çerçevesi dışına çıkmasından kaynaklanıyor. Fikrî çerçeveyi
bu şekilde koyduktan sonra Avrupa'da yaşanmakta olan durum ve Türkiye'nin
geleceği konusunda iki meşru bir soru var sorulması gereken:
•
Avrupa'da "hukuk devleti" dediğimiz
demokratik ülkeler neden bu Piyasa Darbesi'ne engel olamadı?
•
Askerî darbelerden yakasını kurtaran Türkiye'de bir
gün Piyasa Darbesi ile hükümet devrilebilir mi?
Avrupa'nın içine düştüğü rezaleti
hazırlayan olaylar zincirini çözmek gerek. Biz de bu noktaya nereden gelindiğini
anlamak için dikiz aynasından geriye bakalım: Sürekli bir değişim içinde olan
zengin Batı'nın değişMEZlerine, son bir kaç on yılın sabitlerine
odaklandığımızda manzara nasıl? 1970'li yıllardan itibaren zengin ülkelerin bir
küreselleşme-liberalleşme sürecine girdiğini, 1980'lerde ise bu sürecin
hızlandığını görüyoruz. Yani bir yandan küresel bir entegrasyon var: Üretim,
teknoloji, ticaret, sermaye hareketlerinin menzili ulusal sınırları aşıyor.
Diğer yandan bu güçlerin ulusal olMAyan ellerde birikmesi ulus-devletlerin
üzerine bir baskı kuruyor. Giderek gücünü ve meşruluğunu yitiren ulus-
devletler şirketleri kontrol edemez hale geliyor. Tersine şirketler ve bankalar
ulus-devletlere kendi koşullarını dayatmaya başlıyor.
Son 30 yılda teknolojinin ve uluslararası
ticaretin aldığı yola bakarsak iş dünyası ile ulus-devletler arasındaki
çekişmeyi kaçınılmaz olduğunu da görürüz. Hatta devletin "altındaki"
ekonomik aktörlerin üste geçmesi, devleti "altına alması" dahi belki
1970'lerde öngörülebilirdi. Çünkü yıllık cirosu yüz milyar doları aşan firmalar
ile GSMH'sı on milyar dolar civarı olan devletler aynı pistte dans ediyorlar.
Vergi politikaları, çevre koruma, sosyal güvenlik gibi alanlarda ulus-devlet
ile sermaye ister istemez çekişiyor. Böyle bir şemada şişmanlar zayıfların
ayağına basacaktı, bu kaçınılmaz. Peki somut olarak ne oldu, bugün oluyor?
Ana süreçte dikkat çeken ilk nokta
mal, hizmet, emek ve sermayenin SERBESTÇE dolaşması. Uluslararası
anlaşmalar, Dünya Ticaret Örgütü, IMF, Dünya Bankası... Hep bu serbestliği dava
edinmişler. Kredi verdikleri ülkelerin siyasetine "liberal" bir
yön vermeye çalışmışlar. 1980'lerden itibaren Washington'da Ronald Reagan,
Londra'da
Margaret Thatchergibi
liderler ulus-devlet cephesinde bu serbestliği bir devlet politikası
haline getiriyorlar, bir ulus-devlet politikası! (Evet, ABD bir ulus-devlettir,
bkz.
Amerika Tedavi Edilebilir mi?)
Günlük hayatta bu serbestlik neye
tekabül ediyor? Meselâ gümrük duvarlarının alçalması, çalışma hayatını
düzenleyen kanunların yumuşatılması, vs. Ticareti ve rekabeti daha
"akıcı" hale getirmesi beklenen bu önlemlerin herkes için olumlu
neticeler vermesi bekleniyor: Toplam zenginliğin artması, Zenginliğin fakir
ülkelerle paylaşılması, eşitsizliklerin, açlığın, savaşın gerilemesi...Gerçekten
de bir ülkede bütün maddî gücün devlette toplanması yerine halka dağılması da
fena bir şey değildi. Bu yönüyle ticaret ve
yatırım serbestliği demokrasiye
katkıda bulunabilirdi. (Bkz.
Liberalizmin Ak Kitabı)
Ne var ki liberallerin bu toz
pembe düşü gerçekleşmedi. Toplam zenginlik arttı ama halka yayılmadı. Tersine
zengin ulusların serveti bir kaç finans kuruluşunda birikti. Liberalizmin
yükselişine katkıda bulunan endüstri bile bazı "uzmanlaşmış" finans
kuruluşları tarafından ele geçirildi. Üretim, yüksek teknoloji ve istihdam
kapasitesiyle öne çıkan köklü kuruluşlar borsada "yutuldu", ufak
parçalara
bölünüp satıldı. Bu bankamsı
yapılar bugün öyle güçlendiler ki Avrupa'da beğenmedikleri hükümetleri
devirmeye başladılar.
Dikiz aynamızdan geriye
baktığımızda bu "raydan çıkma" noktası çok net görünebiliyor.
Ticaretin serbest olmasını istemek ile bu serbestliği bir ideoloji haline
getirmek arasında fark var. Bir "ideoloji" derken aklın ve vicdanın
yerine konan, neredeyse refleksleşen tepkileri kasdediyorum. Bu haliyle
liberalizm diğer ideolojilere yaklaşıyor: Faşizm, Komünizm, İslamizm... İnsan
toplulukları^ö/r/deo/o/'/m var, artık düşünmeme gerek yok" dedikleri
andan itibaren felaketin kapısını açmış oluyorlar. (Daha önce
Arendt ve
Tocaueville'in bu
yöndeki tezlerinden çok bahsettik) Ne yazık
ki tarihçiler ve siyasetçiler genellikle farklı ideolojiler arasında tercih
yapma gayretindeler. Oysa gerçek tercih ideoloji ileakıl arasında. Yoksa
giyilen deli gömleği ha kırmızı olmuş ha yeşil ne fark eder? (Bkz. Diriliş
Neslinin Amentüsü / Sezai Karakoç) Neyse. Konumuza dönelim.
"Raydan çıkma" sürecinin kilometre taşlarından
bahsedecek olursak birbiriyle alakasız gibi görünen doğal(!) felaketlere
rastlıyoruz.:
1° 1980'lerin sonunda Amerikan
emekli sandıklarının iflası,
4° 2007-2008'de başlayan yüksek
riskli emlâk kredilerinde başlayan krizin önce ABD emlâk sektörünü, sonra
borsaları vurması, ardından likidite krizine dönüşerek bankaları batırması,
ABD'den dünyaya, finans sektöründen dış ticarete sirayet etmesi,
5° Yunanistan, İrlanda, İzlanda,
Portekiz, İspanya ve İtalya'da dış borç krizlerinin ardından meydana gelen
Piyasa darbeleri.
Hiç de doğal olMAyan bu
felaketleri birbirine bağlayan ortak noktalar var aslında ama nedense batılı
ekonomistler bundan pek bahsetmiyor:
•
a) Felaketi başlatanların cezalandırılMAması,
•
b) Felaketin sonuçlarına katlananların finanstan uzak
oluşu,
•
c) Felaketi başlatanların krizden daha da güçlenerek
ve zenginleşerek çıkması,
•
d) Endüstriyel firmalara, bankalara ve ülkelere kredi
notu veren finansal kuruluşların (kendi elleriyle ürettikleri) spekülatif
dalgalardan astronomik kârlar elde etmesi...
Türkiye uzun süre militarizmden
muzdarib idi. Hem devlet kurumlan hem de halk Türk Silahlı Kuvvetlerinin
eleştirilmesinden rahatsız olurdu. Ordu kutsaldı, "peygamber ocağı"
idi. Askerlik yapmayana kız verilmezdi, vs. Hukukun, eleştirinin, hesap
vermenin üstüne çıkardığımız ordumuz ne yazık ki bir darbe makinesi haline
geldi. Üstelik aslî görevi olan "vatan toprağını muhafaza" gücünü de
yitirdi bu süreçte. Gerek dünya tarihi gerekse Türkiye'nin geçmişine
baktığımızda hep aynı gerçeği görüyoruz: Eleştirinin, Hukuk'un üstüne
çıkarılan kişi ve kurumlar yozlaşıyor. Kendilerini besleyen halkı tehdit
ediyorlar. (1)
Evet... Dünyamız 1980'lerden
itibaren liberal rüzgârlara maruz kaldı. Özünde çok farklı şeyleri savunan
insanlar "özgürlük" umuduyla bir bayrak altında toplanmak istediler.
Meselâ kendisine "liberal" diyen kimi aydınlar ulus-devletlerin ve
totaliter rejimlerin tektipleştirici baskısına karşı durdular. Bireyi, bireysel
hakları savundular. İkinci bir grup ekonomik faaliyetler üzerinde devlet
baskısından yakındı. Ekonominin siyasete alet edilMEmesi için çaba harcadı.
Kanaatimce bütün bunlar meşru
taleplerdi. Ancak siyasî istismar ile Hukuk'un meşru sınırları arasındaki farkı
net göremedi aydınlar. Bolluk toplumu, tüketim toplumu, israf toplumu ve
bencillik toplumu haline gelen zengin Batı yeni bir canavar oluşturdu: Liberal
totalitarizm. Artan zenginlik sıradan insanlara dağılmıyor, bir kaç elde
toplanıyor. "Sermaye ve spekülasyon tefce//"diyebileceğimiz bu
azınlık elde ettiği pozisyonu korumak için ulus-devletleri, basını, düşünce
kuruluşlarını ve sivil toplumu enstrümanlaştırdı.
adamlarına, bankacılarına söz
geçiremeyen batı toplumları tıpkı 1980'lerde ordusuna söz geçiremeyen Türkiye
gibi.
Kısa vadede iki eksen üzerinde
olumsuz değişimler göreceğiz sanırım:
1° Ülkelerin kredi notuyla ifade
bulan Piyasa'yı sevindirmek için ulus-devletler büyük manevralar yaptılar 20-30
yıldır, daha da yapacaklar. Emeklilerin, işçilerin haklarını koruyan kanunlar
"hafifletiliyor" meselâ. Farklı devletlerin Kanun / Hukuk / Adalet
anlayışı birer ürün gibi rekabet halinde. Doğanın korunması, gıda güvenliği,
ilaç firmalarının denetimi bu rekabete feda edildi, gerisi gelecek gibi
görünüyor.
2° Rant üzerindeki vergilerin
azaltılması da gözden kaçMAmalı. Piyasa darbesi yapılan ülkelerde kimi zaman
polis şiddetiyle dayatılan bir politika bu. "Uluslararası rekabet"
adına yapılan oyunda ulus-devlet de bir aktör ama giderek pasifleşiyor.
Ulus-devletlerin gelir kaybı halka götürülen hizmete yansıyor: Eğitim, sağlık,
güvenlik... En kolay feda edilenler uzun vadeli "kamu yatırımları"
olacak: Bilimsel araştırma, eğitim bursları, altyapı.
Jean-Claude Trichet'nin arkasından Avrupa Merkez bankası genel
müdürlüğünegetirilen
Mario Draghi avronun da yeni patronu oldu. Aynı Mario Draghi Yunanistan'ın avro
bölgesine girişi esnasında hesaplarla ve makro göstergelerle oynayan Goldman Sachs firmasında Avrupa'dan sorumlu eş
başkan idi. Draghi ve ekibi zamanında alarm ziline bassaydı Avrupa Birliği
bugünkü duruma düşmeyecekti. Neden AB kriz üreten bir insana hesap sormak
yerine daha büyük sorumluluk vererek avroyu emanet etti?
1980'lerde küreselleşme-liberalleşme
olarak algılanan bir süreç yaşadık.Teknolojinin mümkün kıldığı bir serbestleşme
teorik olarak ulus-devletin kontrolündeydi. Bugün ise tam bir "raydan
çıkma"yaşıyoruz. Sermaye birikimi öyle büyük seviyelere ulaştı ki önce
ulusal endüstrilere hükmeden finansal kuruluşlara tanık olduk. Kendisi değer
üretmeyen, korku ve umudu nakit paraya çeviren bir "finans uzmanı üstün
ırk" türedi. Kendi düşünce kuruluşlarıyla akademilere,
"uzmanlarıyla" hükümetlere sızdılar. Gelecek onyıllar karşı devrimin
organize olacağı yıllar olabilir. Ama batılıların meydanlarda toplanmakla,
polisle çatışmakla yol alabileceklerini sanmıyorum.
1° Din adamları ve dinî kurumlar da
bu şemanın içinde. Ortaçağ Avrupa'sında Tanrı'nın temsilcisi, hata yapmaz vs
ilân edilen papaların Vatikan'ı bir geneleve çevirmeleri sanırım örnek olarak
yeter.
Nasıl ki Türkiye'de bir askerî
vesayet belâsı varsa Avrupa'da da finansal bir vesayet belâsı baş gösterdi.
Ama bu "sadece" bir
başlangıç! 2008'de ABD emlâk sektörünün 300 milyar dolarlık "küçük"
bir alt sektöründe başladı kriz. Akıl dışı, ahlâk dışı ve yasadışı olan bir
faaliyet -geliri olMAyanlara emlâk kredisi vermek- yasallaştı, yasa-içi hale
getirildi.
Böylece yapay olarak üretilen
kredi krizi (güven krizi) önce likidite krizine dönüştü, yatırım bankalarından
mevduat bankalarına bulaştı ve en sonunda dış ticareti de vurdu. Spekülatif
kumar ekonomisiyle ile ilgisi olmayan gerçek sektörlere sirayet etti.
Nihayetinde gelişmiş ülkelerden BRIC ülkelerine, Türkiye'ye ve dünyanın geri
kalan kısmına yayıldı, hiç bir sektör, şirket, ülke ve insan bu krizden
kaçamadı. Tabi kriz üreticileri hariç, onlar kaçmak şöyle dursun krizin içinde
bol bol yüzdüler, eğlendiler, yediler, içtiler ve sıçradılar.
Ancak bu ekonomik fırtına sadece
siyaseti değil demokrasiyi de vurdu. Avrupa'nın "batması" bu.
Türkiyeli aydınların (henüz) göremedikleri bir gerçek. Güneş gibi FAZLA aşikar,
göremiyorlar çıplak gözle. Hemen her konuda olduğu gibi iki aşırı uca
savrulanlar çoğunlukta. Bir yanda "Avrupa dağılıyor" vb
çığlıkları; diğer yanda "ah yok, batmıyormuş, bak anlaştılar
adamlar"diyenler (Ahmet Altan,
Temel İskit, vs)
Bir sabah uyandığında Avrupa'nın
okyanus suları altında kaybolacağını zannedenler elbette yanıldılar. Ama
Avrupa'nın "eskisi" gibi devam ettiğini zannedenler de
yanılmaktalar... Geriye kim kaldı? Zaten Türkiye hiç kimseden çekmedi çeyrek
aydınlardan çektiği kadar. Geçelim...
"Avrupa'nın batması" elbette bir metafordu. Böyle
anlaşılmalıydı. Avrupa halkları yönetim üzerindeki söz haklarını kaybediyorlar.
Siyasî bir "aktör" olarak ise Avrupa dünya güç pastasında işgal
ettiği yeri kaybetmekte. Bunlardır "batış" olarak anlaşılması
gerekenler. Yoksa "açlıktan ağaç kabuklarını kemiren, gözlerine
sinekler konan sarışın bebekler görülecek eyfel kulesinin dibinde"
demek değildir. Avrupa bir Somali olmayacak. Korkmayın (= sevinmeyin).
Avrupa'yı bizim hayran(?)
olduğumuz anlamda "WAY BE!! AVRUPEAAA!"yapan şey dağlar, ovalar veya
şatolar değil demokrasiydi. Yani kollektif imkânları kullanmaktaki maharetiydi
bu adamların. Ne demek?
Özelde Batı Avrupa ülkeleri
kollektif fırsatlar ve kollektif tehditler karşısında çatışmayı önlemenin bir
yolunu icad etmişlerdi demokrasiyle. Aslında bizim "istişare"
dediğimiz kültürün alafranga biçimde kurumsallaşmasıydı bu. Her hangi bir
grubun eline sopayı alıp kemalistler gibi geri kalanlara kendi tercihlerini
dayatması yerine "bizim" frenkler bazı kurumlar ihdas etmişlerdi:
•
Yönetici belirlemek için serbest seçimler,
•
Seçileni eleştirebilen hür basın,
•
Kuvvetler ayrılığı ilkesi,
•
Bağımsız yargı,
•
Seçimi beklemeden derneklerle, sendikalarla yönetime
baskı yapma imkânı,
•
Vs.
Avrupa toplumlarını ilerleten bu
"fikrî çatışma" ortamı idi. Yani iç anlaşmazlıkları fizikî şiddet
zemininden uzaklaştırmaktı. Halk sokaklara dökülmeden, sarayları yakmadan,
kralları asmadan gücünü kullanabilmeliydi. Halkın iradesinin, tercihlerinin
"her an" ifade bulması, KAN DÖKMEDEN eyleme dönüşmesiydi
amaçlanan. Büyük ölçüde başarıldı bu... 2ci dünya savaşından 2008'e kadar en
azından. Ya sonra? Sonrası biraz acayip. Halkın çıkarları ile bazı yatırım
bankalarının çıkarları arasındaki çizgi bulanıklaştı. Nasıl ki Türkiye'de
bir askerî vesayet belâsı varsa Avrupa'da da finansal bir vesayet belâsı baş
gösterdi. İspatı?
Le Monde, New York Times, the
Independent ve The Guardian gazetelerinin derlediği bazı bilgilere ve
"rastlantılara" bir göz atalım:
•
1974 Şili, anti-demokratik baskılarla dayatılan
liberal politikalar ve 1981'de ekonomik kriz,
•
1976 Arjantin, anti-demokratik baskılarla dayatılan
liberal politikalar ve 1980'de ekonomik kriz
•
1985 Bolivya, anti-demokratik baskılarla dayatılan
liberal politikalar ve 1987'de ekonomik kriz
•
1989 Venezüella, anti-demokratik baskılarla dayatılan
liberal politikalar ve 1993'de ekonomik kriz
•
Goldman Sachs 2009'da 11,5 milyar dolardan fazla bonus
dağıtıyor,
•
Dünyada 82 ülkenin ulusal geliri bu rakamın altında,
•
Goldman Sachs dakikada 16 bin dolar kâr ediyor, yıllık
kâr 9 milyar dolar,
•
Goldman Sachs'ta ortalama yıllık maaş 350.000 avro,
•
İngiltere'de ortalama yıllık maaş 29.000 avro,
•
Amerikan vatandaşlarının vergisinden Goldman Sachs'a
aktarılan miktar 7 milyar avro,
•
Goldman Sachs hisselerinin borsadaki değeri krizden
önce 70 milyar avro,
•
Goldman Sachs hisselerinin borsadaki değeri 21 ocak
2010'da 57 milyar avro,
•
Bankacıların "etik dışı" yatırımları
sebebiyle işini kaybeden insan sayısı 40 milyon.
•
Yatırımcıları kandırdığı için Goldman Sachs'ın (daha
büyük bir cezadan yırtmak için) ödediği tazminat: 580 milyon dolar, yani bir
iki haftalık kârı.
•
JP Morgan benzeri suçlamalardan yırtmak için ödediği
miktar: 154 milyon dolar. Bankanın 2010 kârı 18 milyar dolara yakın. Dağıttığı
bonus 10 milyar dolar civarında.
•
İngiltere'de krizden sonra çıkan ayaklanmalarda
çalıntı bir kıyafeti aldığı için bir kadına verilen ceza: 5 ay hapis,
•
Bir başka ingilize çalıntı bir televizyonun
taşınmasına yardım ettiği için verilen ceza:
18 ay hapis,
•
20 ve 22 yaşlarındaki iki genç facebook üzerinden
(başarısız) bir isyan organize etmeye çalışmaktan verilen ceza: 4 yıl hapis.
Avrupa artık eskisi gibi olmayacak.
Halkın iradesini çiğnemenin yeni yolları çıkıyor ortaya. Hukuk metalaşıyor,
adalet piyasada alınıp satılan bir şey oluyor. Halkların deviremediği
siyasetçileri banka müdürleri bir gecede indiriyor aşağı. Evet... Avrupa
batmayacak, çoktan battı çünkü... Pisliğe battı!
Sürdürülebilir
kalkınmanın yolları
aranıyordu "bizim" batıda, meşhur "sustainable
development" dediğimiz şey. Yani çevreyi kirletmeden, yerel kültürü
ezmeden, işçiyi sömürmeden zenginleşmek. İsterseniz gerçekçi olalım,
"fazla" kirletmeden diyelim, fazla ezmeden, fazla sömürmeden. Avrupa'da
bunun daha iyisini icad ettik, sadece 3 gün önce: Sürdürülebilir
Şerefsizlik.
Azıcık şerefsizlik,
katlanılabilir, alışılabilir seviyede bir şerefsizlik!
Avrupa Birliği krizden kendi
imkânlarıyla kurtulacağını ilân etmişti. Ne İrlanda ne Yunanistan... yüzüstü
bırakılmayacaktı, AB'nin gücü buna yetecekti. 26 ekim günü bu
"garantinin" tam ters yönünde iki DEV adım atıldı:
•
AB yöneticileri IMF garantisinde özel bir fon
açılmasını onayladılar: Çin ve Rusya gibi "yükselen" ülkelerden
gelecek "katkı" ile beslenecek bir fon!
•
Çin bu fon kanalıyla AB'ye borç vermeye hazır olduğunu
resmen ilân etti.
26 ekim 2011 tarihi tıpkı Pearl
Harbour saldırısı ya da Berlin duvarının yıkılması gibi tarihi bir gün. Bir
dönüm noktası. 1948'deki Marshall Planı'ndan bu yana Avrupa siyasetinin
girdiği en keskin viraj. Neden?
AB ülkeleri Türkiye de dahil bir
çok ülkeye demokrasi ve özgürlük dersi vermeye alışmışlardı. Bunu yaparken de
maddî güçlerini bolca kullanıyorlardı: "Kaka-pis" ülkelere kredi
verMEyerek, teknoloji transferine sınır koyarak, dış ticaretlerini
sınırlayarak,... Örnekler çok(l).
Avrupalı siyasetçiler yakın zamana
kadar Çin'i de eleştirebiliyorlardı. Meselâ işkenceleri, işçi sömürüsünü,
Tibet'in işgalini... Ancak Avrupa ekonomisi fonlar ve IMF kanalıyla Çin'e
bağımlı hale gelirken/getirilirken bazı taşların da yerinden oynayacağı
muhakkak. İnsan hakları ve tabiat gibi "alınıp satılmaz" varlıkları
koruyan kanunlar da artık bir tür piyasada arz-talep dalgalanmalarına maruz
kalacak. Hukuk'a ikame edilen Piyasa günlük hayatımızı doğrudan etkileyecek.
(Bkz.
Ticarî bir mal
olarak "Adalet")
Bu noktada önemli bir ayrımın
altını çizmek isterim: İnsan hakları, doğaya saygı gibi kriterler açısından
hemen bütün ülkelerin tenkid edilecek yanları vardır. Bu yüzden her ülkeyi "neden
filanca diktatörle ticarî/diplomatik ilişkin var?"û\ye eleştirmek
mümkündür. Hüsnü Mübarek'in,
Kaddafi'nin veya İsrail'in göstere
göstere yaptığını bir çok "cici" batı ülkesi de çaktırmadan yapar. Bu
makale kapsamındaki eleştirinin hedefi devletlerin tek tek ahlaksızlık yapması
değil, bu önemli. Tarihi bir dönüm noktası olarak nitelediğim AB'nın ayağına
kurşun sıkması. Bir başka deyişle demokratik bir yapı olan AB'nin totaliter bir yapı olan Çin'e boyun
eğmesi. Hem de sürdürülebilir" bir biçimde! Zira "AB'yi krizden
kurtarma" operasyonu basit bir ticarî çıkar ilişkisi içinde değerlendirmek
hata olur. Miktarların yüksekliği ister istemez "yapısal" bazı
neticelere gebe. Açalım: Fransız ve Alman
uzmanlara göre halen
AB'nin kamu borcunun 500 milyar avroluk bir bölümü zaten Çin'den alınmış. Dış
ticaret fazlası sayesinde Çin'in elinde biriken 3200 milyar dolar ise esas
olarak Amerikan doları. ABD'ye güveni giderek azalan Pekin bütün yumurtaları
aynı sepete koymaktan bıktı ve fazla alternatifi de yok. 2010 yılında AB'nin
GSMH'sının 12.268 milyar avro olduğunu dikkate alırsak Çin'den gelen bu
desteğin(?) ne derecede "yapısal" sonuçlar doğurabileceği daha net
anlaşılabilir sanıyorum. (Bkz. "Devlet kapitalizmi" ve Sovereign
wealth fund meselesi: ing. fr.)
Bir yanda "fazla"
parasını yatıracak yer arayan,
anayasasına göre "serbest
piyasa" taraftarı bir proleterya diktası olan Çin var. Diğer tarafta
hukuktan ödün vermiş, kendi bankacılarına söz geçiremediği için iflasa doğru
giden, "demokratik" bir Avrupa Birliği; tıpkı ABD gibi. Avrupa
Birliği kendi vatandaşını köle olarak çalıştıran totaliter Çin'den hayatî bir
maddî yardım almaya hazırlanıyor. Çin daha şimdiden politik tavizler konusunda şartlarını
dayatmaya başladı. Üstelik AB'nin alacağı bu yardım kârlı alt yapı
harcamalarında kullanılMAyacak. Krize sebep olan bankacılara verilecek. Bundan
sonra ne olur? Avrupa'da devletin aslî görevlerinden "istifa" edişine
tanık olabiliriz. Sosyal güvenlik, adalet, eğitim, sağlık, iç güvenlik
hizmetlerinde çok ciddi bir gerileme.
Avrupa'da demokrasiyi kıymetli
yapan ne varsa Piyasa'nın ezici gücü karşısında fazla direnemeyecektir. Basın
özgürlüğü ve bağımsız yargı da dahil. Evet, gerçekten tarihi bir viraja girdik.
Sarkozy ve Merkel sürdürülebilir şerefsizliğe oynuyorlar. Ama sürdürülemez
noktalara savrulabiliriz.
1° Tabi işlerine geldiği zaman Saddam
(Irak), Mübarek (Mısır), Kaddafi (Libya) gibi en kanlı diktatörlere yardım
etmekten geri durmadılar; bu da "oyunun" bir parçası idi. Ama AB
ülkelerinin sahip oldukları ekonomik güç, medyatik güç ve diplomatik güç bir
araya gelince "kaka-pis" ilân edilen devletlerin bir itiraz fırsatı
olmuyor. Batının çıkarına endeksli bu ahlâk(!) sayesinde İran "terörist"
ilân edilebiliyor, Afganistan'da bir kaç teröristin(?) saklandığını bahane eden
ABD ordusu kadın çoluk çocuk demeden yüzlerce masum sivili öldürebiliyor.
1.
The relationship between credit default swap spreads,
bond yields, and credit rating announcements Uournal of Banking and
Finance1J. Hull, M. Predescu, A. White
2.
Credit default swap spreads as viable substitutes for
credit ratings: [University of Pennsylvania Law Review1,
Mark J. Flannery, Joel F. Houston, Frank Partnoy
3.
The British Marksman Who Refused to Shoot Washington.
How Thomas Jefferson's Hatred of Banks Led to the Panic of 2008. \American
Historv, N° 44. 20091
1.
Writings on Money, Banking & Public Debt (Excerpts
from the Memoirs, Correspondence and Private Papers), Thomas Jefferson
2.
The Great Financial Crisis: Causes and Consequences, John
Bellamy Foster, Fred Magdoff
3.
The Financial Crisis lnquiry Report, Authorized
Edition: Final Report of the National Commission on the Causes of the Financial
and Economic Crisis in the United States,
4.
Dark Markets: Asset Pricing and Information
Transmission in Over-the-Counter Markets, Darrell Duffie
5.
İnside the Over-the-Counter Market in the UK, Tom
Wilmot
6.
Regulation of over-the-counter markets: Hearings
before the Committee on banking and currency, United States Senate,
Seventy-fifth Congress, third session, on S. 3255 by United States. Congress.
Senate. Committee on Banking and Currency
7.
A Demon of Our Own Design: Markets, Hedge Funds, and
the Perils of Financial Innovation Richard M. Bookstaber
8.
Engineering the Financial Crisis: Systemic Risk and
the Failure of Regulation, Jeffrey Friedman, Wladimir Kraus
9.
The Quants: How a New Breed of Math Whizzes Conquered
Wall Street and Nearly Destroyed İt, Scott Patterson
10.
Misunderstanding Financial Crises: Why We Don't See
Them Corning, Gary B. Gorton
11.
The Origin of Financial Crises: Central Banks, Credit
Bubbles, and the Efficient Market Fallacy, George Cooper
12.
Web of Debt: The Shocking Truth About Our Money System
and How We Can Break Free Ellen Hodgson Brown, Reed Simpson
13.
The Two Trillion Dollar Meltdown: Easy Money, High
Rollers, and the Great Credit Crash, Charles R. Morris
14.
Too Big to Fail: The İnside Story of How Wall Street
and Washington Fought to Save the Financial System--and Themselves, Andrew
Ross Sorkin
15.
Casino Capitalism: How the Financial Crisis Came About
and What Needs to be Done Now Hans-Werner Sinn
16.
On the Brink: İnside the Race to Stop the Collapse of
the Global Financial System, Henry M. Paulson
17.
The Credit Default Swap Basis (Bloomberg Financial), Moorad
Choudhry
18.
The New Paradigm for Financial Markets: The Credit
Crisis of 2008 and What İt Means, George Soros
19.
Derivatives: Markets, Valuation, and Risk Management, Robert
E. Whaley
20.
Fundamentals of Derivatives Markets, Robert L.
McDonald
21.
Derivatives Demystified: A Step-by-Step Guideto
Forwards, Futures, Swaps and Options,
22.
Crisis Economics: A Crash Course in the Future of
Finance, Nouriel Roubini
23.
Lessons from the Financial Crisis: Causes,
Consequences, and Our Economic Future, Robert Kolb
24.
Shadow Banking and Its Role in the Financial Crisis
(Global Recession - Causes, Impacts and Remedies) Devin A. Jenkins, Marlin
I. Collins
25.
Chain of Blame: How Wall Street Caused the Mortgage
and Credit Crisis, Paul Muolo,
26.
Bailout Nation, with New Post-Crisis Update: How Greed
and Easy Money Corrupted Wall Street and Shookthe World Economy, Barry
Ritholtz
27.
Money and Power: How Goldman Sachs Came to Rule the
World, William D. Cohan
28.
Chasing Goldman
Sachs: How the Masters of the Universe Melted WalI Street Down...And Why
They'll Take Us to the Brink Again, Suzanne McGee
Gözden geçirilmiş ikinci sürüm
Mehmet Yılmaz
Bu kitap Derin Düşünce Fikir Platformu'nun okurlarına armağanıdır.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar