Print Friendly and PDF

BİLİNMESİ GEREKEN MUHTELİF BİLGİLERDEN

Bunlarada Bakarsınız



DÜNYAYI KİM YÖNETİYOR?

İnsan dünyayı yönetendir. Hayvanın yöneticilik vasfı yoktur. Peki yönetmek ve yönetilmekteki kıstas nedir? Bunda esas olan bilenler, bilmeyenleri yönetmekle hükümlü kılınmış olasıdır. Ancak “Bilen Yöneteciler” çıkar çizgisinde olunca sorunlar çıkmaktadır. Tarihin geçmişinden gelen yönetenleden en güçlü olanlar okült örgütlerdir.  Bunların yönetimdeki etkinlikleri ve dünya yöneticilerini fark etmekte zor olmaktadır.
Gizliliğin içinde olan okült yönetenleri bilebilmek için gizli ilimlere ulaşan bilgiye sahip olmak ve  onların kendi aralarında kullandığı takvimi bilmek gerekir. Onların takvimi 360 gün üzerinedir.  Bu nedenle onların bize göre gaybî kendilerine göre huzûrî bilgileri bugün  itabarıyla 2500 gün öncedendir. Onların bu bilme özellikleri ile yönetilen dünya üzerinde hâkimiyet kurmaktadırlar.
Dünyayı yönetenlerdeki hâkimiyette bir ayrıcalık var mı diye düşündüğümüzde, onlar için devletlerin esası ve varlıkları üzerinde “üst tasarımcılar” diye adlandırılırlar. Bu hâkimiyet her zaman bir şekilde kendilerini yok eder gibi, görünerek bir diğer guruba intikal ettirilir.
Dünyada olaylar bahsedilen takvim esasına göre  36 yıllık periyotlar ile 108 yıllık zaman çevresinde doğudan batıya dönüşümlü olarak devreder. Her otuzaltı yılda insanlar bir önceki yılın inkarı ve çelişkisi ile uğraştırılırken “üst tasarımcılar” yönetilen bilmeyenlere hâkim olurlar.
Günümüz itibarıyla yönetenler, 19 yüzyılın izimleri iken, gelecek yüzyılı kuantum ve teknoloji terorileri bilgileri ile mücehhez olanlar yönetecektir, denilebilir.
Yöneten  “üst tasarımcılar” koydukları kuralları tespit eder. Yönetilen insanlara bildirdikleri kavramlar da kozmik âlemde pek değer taşımayanlardır. Her 36 yılda değişim tekrar eder. (1989 baz aldığımızda enigma oprasyonlarının bu yüzyıl için başlangıç kabul edilmektedir. ) eski bilgiler paçavraya dönüştürlmekte ve  yeni bilgiler ile inasn bilgilikleri  sarsıntıya uğratılmaktadır. İşte bu sebeple bazı kimselerin önceden bildikleri komplo türüne varacak kadar olan bu bilgiler ve olaylar 2500 gün önceden tasarlanmış ve uygulamaya sokulmuş planın aksiyon şeklidir.
Kavramlar, bilgiler “üst tasarımcılar” elinde oyuncak gibidir. Bu şekilde oluşan gelecek zaman zuhuratı, daha önceden yönetilenlere kehanet ve öngürü gibi sunulması ve ön aşamada  kastî bilgi sızdırılması ile mümkün olmaktadır. Neticede bu tür bilgiler toplumda tatmin sağlama yanında bir korku imparatorluğu da oluşturulmaktadır. Bu korku yönetilen gurubta tahliye, tasfiye ve mankurtlaşmayı sağlamaktadır.

TAVİSTOCK ENSTİTÜSÜ

İlluminati, gül ve haç kardeşliği vesair örgütlerin en tepesinde bulunan ve bir çatı vazifesi gören bu örgütlenme CIA'in kontrol etmek istediği ülkelerde operyasyon yapabilmek için kurduğu bir enstitüdür. Bunlar anglo sakson kökenlidir ve dünyadaki atmosfere İngiltere kanadından gizli olarak yön verildiği kanısı oluşurken göz ardı edilmemesi gereken örgütlenmedir. Haklarında çok geniş bilgiye ulaşmak mümkün değildir.
tavistock enstitüsü'nün ilham kaynağı ünlü psikanalist Sigmund Freud’un "insan davranışlarının kontrolü" konusundaki araştırmaları olmuştur.  Zihin kontrol operasyonları, toplumların psikolojileri ve insanların psikolojileri üzerinde çok derin araştırmalara sahiplerdir ve bir enstitü olmasından dolayı bu alanda çok önemli çalışmaları vardır. Bu örgütün en üstte olduğunu düşünmek, işlerini gizliden yönetmeleri ve doğrudan insan ve toplum psikolojileri üzerine çalışmalarından dolayı gayet mantıklı bir yaklaşımdır. Teknolojik yapılanma ve tasarımda bu örgüt ve silsilesinde on yıllar olacak kadar en üst düzeydedir.

AMERİKA’NIN DIŞ SİYASETİ

Amerika tarihte tek başına bir savaş kazanamamıştır. Bir tek 81 ölü vererek Ordusu olmayan Panama’ya karşı kazanmıştır.
Amerika’da her şey olağanüstüdür. Hiçbir olay, suikast vb. onun imajını zedelemez.
Amerikan toplumunda ekonomik çıkarları zedelenenince temizleme operasyonları vardır. Kovboy demokrasisi olduğundan Amerika’nın imajı hiç zedelenmez.
Amerikan, son dönme dış siyasette Afganistandan Suriye meselesine kadar 40 000 askeri öldüğü için Amerika artık HOLİSTİK DIŞ POLİTİKA uygulamasına geçmiştir.
HOLİSTİK, şumulî bütünselci, bütüncülük, eşyaların bütün birimler olduğu ve bunların böylece muamele görmesi ve birbirinden ayrılmaması teorisi dir. Yani bedensel hastalıkların tedavisi ancak beden tarafından yapılmalı, dışarıdan müdahale edilmemelidir. Ancak dışardan yardımcı olacak takviye yapılarak bedene yardımcı olmaktır. Bu nedenle son dönemde Amerika İslâm âlemine bir bütün olarak bir hastalığı var olarak bakmaktadır. Hastalık vardır, bu İslâm Dininin kendisidir ve bu din getirmiştir demektedirler.  Öyle ise biran önce İslâm Devletlerine Laikleşme ve sekülerleşme ilacı verilmelidir. Dil yapısına göre Fransızca konuşanlara ve kültürüne yakın olanlara laisizm, İngilizce konuşanlara ve kültürüne sahip olanlara sekülerizm ilacı verilmesi gerekiyor, diye dış politikalarını geliştirmektedirler.
Dünya bankası Amerika’ya ı değil, BM ye bağlı ekonomik Ve sosyal Konseye bağlıdır. Bu Konseyde 26 şirkete bağlıdır. Son Arap Baharı da Finans sektörüne 65 Milyon Kredi kartı kullanıcı sağlanması için demokratikleşme paketi altında canlandırma operasyonlarının görünmeyen yüzüdür.

İSRAİL HAKKINDA

İsrailin güvenliği Ortadoğu’daki terörle korunmakta olduğundan Siyonistlerin iktidarda kalabilmeleri için bir Orta Doğuda 20-30 yıl daha sürmesi beklenen Kürt problemi çıkartılmıştır. Çünkü Amerika’nın İsrail’in toprak büyütmesine izin vermemesi ve Filistin arasında büyük bir savaş yükünü çekmek artık mümkün değildir.
Yakın zamanda bir İsrailli ere karşılık 1073 Filistinli serbest bırakılması, İsrail için bir vatandaşının ne kadar değerli olduğunu göstermektedir. Ayrıca Filistin BM devlet olmak için başvurduğu için İsrail’in ona direk olarak bir saldırı yapması mümkün olmadığından pasif görünümden kaçınma politikalarına örnek teşkil eder.
İsrailin hedefleri için yeni “çatışma bölgeleri” oluşturulması gerekiyordu. Bu nedenle sorun merkezi için Türkiye en uygun bölge seçilmiş ve 1960 larda PKK yı İsrail bir örgüt olarak dizayn etmiştir. Burada unutulmaması gereken hiçbir zaman PKK istese de dahi kendi iradeleri ile silah bırakamazlar.
İsrailin gerçek adı “İsrail Siyonist Devleti” dir. Yahudiler ikiye bölünmüştür. Siyonizm tutarsızlıkları nedeni ile çökecek önümüzdeki 20 yılda bir çok değişim tedbirleri almazsa sıkıntılara düşeceği görülmektedir. Çünkü Siyonizm İsrailin de başına bela olmuştur. 

KÜRT AÇILIMINDAN SONRAKİ DİĞER AÇILIMLAR

Türkiyenin bütünlüğünü bozmak için Kürt açılımından sonra “Laz açılımı” da hazırlanmaktadır. Almanya'da yaşayan Lazlar kendi anadillerine sahip çıkmak için kurdukları Lazebura Birliği'yle dillerine sahip çıkmaya çalışıyorlar adı altında Lazebura, 1983'te bir çalışma gurubu olarak Almanya'nın Stutgard yakınlarında Üç kişi tarafından kuruldu.. Aralarında etnolog Wolfgang Feurstein de vardır. Lazca'ya uygun bir Latince alfabe geliştirdiler. Ayrıca 1984'te Kafkasoloji Kongresi'ne sunulmuştur.

IRAK DEVLETİ

1930 yılında Irak hükümeti bağımsız bir devlet olma yolunda İngiltere ile 25 yıllık bir anlaşma imzalarken, 1932 yılında Milletler Cemiyeti'ne bağımsız bir devlet olarak katıldı. Irak Devleti (1932)de BM girişinde 12 maddeyi kabul etmiştir. Bu 12 maddeden biri Sınırlarında Irak’ın kontrol edemediği bir sınır çatışmasında ve bir şiddetle karşılaştığı zaman sınırdaşı olduğu komşu ülkeyi davet etme hakkı vardır. (Yani Amerika’dan izin alması gerekmez.)
Irak tarih boyunca kaynayan kazan gibi etnik çatışma kabiliyetine sahip konumdadır. 1933 Kral Faysal'ın ölümünün ardından ülkede dinsel ve etnik çatışmalar arttı. Son zamanlarda Amerika Kuzey Irakta tam teçizatlı 600 Binlik taşeron bir ordu kuruluşuna yardım ettiği için ileride Irak kendi arasında çatışmalara sahne olacaktır, denilebilir.

TESETTÜR SOYGUNU- İTALYA İLİŞKİSİ
“SEVAB, KEBAB, MENFAAT ÜÇGENİ”

Nino Lo Bello tarafından yazılan The Vatican Empire “Vatikan İmparatorluğu” isimli kitabın son bölümünde 1958 de Katolik kadınlar nasıl tesettüre girme yani başlarına şapka giydirdiklerini ve örttürdüklerini izah etmiştir.
1958 baharında, Amerika (İtalyan Menşeli) şapka üreticileri  “Dinsel araştırmalar Merkezi” diye bir paravan örgüt kuruyorlar. Guido Orlando adında bir gazeteci Amerika Şapkacılık Enstitüsü tarafından işe alındı.[1] Orlando derhal ilan Araştırma Enstitüsü, oluşturulan yirmi milyondan fazla "bir anketin sonuçları" Kuzey Amerika'da kadınların her hafta ayinine katılırken başlarını kapatmadan gitmedikleri hakkında bir rapor hazırlayarak Papa Pius XII giderek sundular. Katolik kadınların kiliseye giderken başlarının örtmesi gerektiğini belirterek papayı yönlendirip bir açıklama yapmasını istediler. Papa kiliseye ve dini törenlere giderken şapka giysinler diyerek bildiri yayınlandı.  Sonuçta şapka üreticileri 63 Milyon şapka satıldı.
Daha sonra aynı şirket İran’da ortaya çıkıyor. Şahın döneminde bu İtalya’daki şirket İran’da eşarp, çarşaf ile İranı din adına soydular. Daha sonrada Türkiye’de aynı senaryo dindarlık adına uygulamaya sokuldu ve başarı sağlandı. Şimdilerde  Lüks Eşarplar ve giyim tarzı  Lümpen burjuva (Paçavra burjuvası)nın bütün hayatî alanlarını da kapsayacak şekil ve tarzda muhafazakar ve mutaassıp geçinen elit tabaka tarafından temsil ediliyor. Yeni olarak İtalyanlar Kuzey Irak’ta Kürt kadınlarına başlarını nasıl modern örtmeleri gerektiği şekilleri empoze ediyorlar.

ARAP KARNIBAHARI

Arap baharından sonra Mısır Libya hepsi ikiye bölüncektir. Doğu- batı, şii- sünni, kuzey güney diye ayrılacaktır, öngörüsü hâkimdir.

TÜRKİYENİN İÇ VE DIŞ SİYASASI[2]

Üniter Devlet Tevhid anlayışını kabul eden Merkezi sistem içerisinde bireysel özgürlükleri savunan Müslüman devlet tipine denir. İslam devletleşme tipidir. Muhammedanlar da denir.
Avrupa’da üniter devletler yoktur. 12 tane krallık vardır. Türkiye devleti üniter devlettir. Osmanlıdaki Ümmet toplumundan  Cumhuriyet Türkiye’sinde millet toplumuna geçilmiştir.
Anayasada Türk Devleti değil,  Türkiye devleti denmiştir. Niçin, Özellikle bir ırka dayalı devlet kurulmadığını belirtmek için denmiştir. Ayrıca Hilafet makamı TBBM bünyesinde mevcuttur.

ULUS DEVLET

Ulus Devleti demek kendi içerisinde başka ulusları barındıran ve anayasal vatandaşlıktır. Bir kişinin Çerkez olması kültürel kimliktir. Ancak Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıdır. Osmanlı döneminde insanlar Ümmet kategorisinde “kul” vasfındadır. Cumhuriyet dönmesinde Ulus devlet içinde bir vatandaştır.
Dilleri ana, resmi ve meşru dil diye ayrım yapılarak ayrışıma gidenler, meşru dile literatürde yer bulamazlar, bu uydurma bir terimdir.
***
“Dış siyasette ve komşularla sıfır sorun yoktur” bir masaldır.
***
Türkiye’de her genelge ve söylevle 30 yıldır irticai faaliyetler ve bölücülük terimleri ile süslendiğinden bölünmenin psikolojik alt yapısı zihinlerde hazırlanmış bu şekilde Türk insanının beyni yıkanmıştır. Bu meyanda bu iki unsurun biri iktidarda diğeri dağda faaliyet göstermektedir.
***
Türkiye de siyasetçi kıtlığı vardır. Osmanlıda Siyasî at cambazı  olarak geçmektedir. Bizdeki siyasilerin ekseriyeti devlet adamı da olamamışlardır.
***
“Türkiye hiçbir şeye hazır değildir” politikası her zaman geçerlidir.
***
Avrupalılar Türkiye’yi merak ederler. Türkiye bir şey yapmayacak olsa bile Tarih Türkiye’yi bir şey yapmaya zorlamaktadır.
***
Ortadoğu’daki insanların davranışları incelenmiş, Anadolu’daki insanların olaylar karşısındaki tepkiler tahmin edilemeyen ülke insanların kategorisinde olduğu görüldüğünden yabancılar Türkiye İnsanı ile güven sorunu yaşarlar.
NOT: Aytunç ALTINDAL Beyefendinin videolarındaki bilgilerden derlenmiştir.

Doç. Dr. Ümit Sayın
Türkiye ve diğer ülkelerdeki DSM-IV sınıflaması takipçisi psikiyatristler ne derlerse desinler, Colin Ross isimli Amerikalı psikiyatristin yazmış olduğu bazı kitaplar istihbarat örgütlerinin aslında ‘Zihin Kontrolü’ projelerinde ne kadar ilerlediklerini göstermektedir.
Colin Ross’un 2006 yılında yayınlanan ‘CIA Doctors’ (CIA Doktorları) isimli kitabı ve 1995’te yayınlanmış ‘Satanic Ritual Abuse’ (Satanik Rituel Tacizi) isimli kitabı aslında istihbarat örgütlerinin insan beynini kontrol etmek konusunda ne kadar yol almış olduklarını kanıtlıyor. DID/MPD (Dissociative Identity Disorder ve Multiple Personality Disorder), yani çoğul kişilik, aslında çok az görülen bir psikiyatrik olgu olarak biliniyor. Fakat son çalışmalar ve bazı yazarların yazmış oldukları kitaplar şu ana kadar bildiklerimizin ötesindeki bazı gerçekleri ele almakta.
John Marks (The Search for Manchurian Candidate),
Colin Ross (Satanic Ritual Abuse, the CIA Doctors, Dissociative İdentity Disorder) ,
Steven Hassan (Combatting Cult Mind Control),
Kathleen Taylor (Brain Washing: The Science of Thought Control),
William Sargant (Battle for the Mind: A Physiology of Conversion and Brain Washing),
Denise Winn (The Manipulated Mind)
gibi yazarların çalışmaları çok net olarak insan beyninin ne kadar zayıf bir psikolojiye sahip olduğunu ve yeterli koşullar sağlandığında hem bireysel zihin kontrolünün, hem de toplumsal zihin kontrolünün nasıl oluşturulabileceğini bizlere sunuyor.
Colin Ross’un yapmış olduğu son 20 yıllık çalışmalar çocuklarda ‘ritüel taciz’ (ritual abuse) ile oluşturulan psikolojik travmanın uygun koşullarda çoğul kişilik bozukluğu meydana getirebileceğini kanıtlar nitelikte. Ross’a göre CIA bu konuda MK-Ultra projesi kapsamında çocuklarda Ritüel Taciz deneyleri yapmış durumda, bu deneyler 1950’lerde başlamış, halen sürüyor!
Bu deneylerin bir kısmı üçüncü dünya ülkelerinde kurgulanmış. Bu ülkelerin içinde Türkiye de var! Aklımıza çoğunun taciz kurbanı olduğu, İstanbul sokaklarını dolduran kökenleri Güneydoğu olan yüzlerce tinerci çocuk geliyor tabii ki!
Türkiye toplumu ve Türkler 1950’lerden beri ‘CIA Zihin Kontrolü’ operasyonlarının etkisi altında! Özellikle radikal dinci bazı tarikatlarda ve cemaatlerde ciddi Zihin Kontrolü operasyonları yapıldığını biliyoruz. Psikiyatristler ise bu konuda akıl almayacak düzeyde bilgisiz ve ilgisizler. Bu konuda henüz bir giriş kitabı olarak yazmış olduğum ‘Derin Devletler, Gizli Projeler ve Kirli Gerçekler: Zihin Kontrolünden, Psikolojik Savaşa’ isimli kitap bu konuda Türk toplumunun açlığını kanıtlarcasına 2 ay içinde üçüncü baskıya giriyor. Bu konularda daha önce konunun uzmanları olmayan kişiler tarafından yazılmış bazı kitaplar ise sadece birer dezinformasyon abidesi olarak kalmaktan öteye gidemiyor. Şu anda üzerinde çalıştığım ‘ZİHİN KONTROLÜ VE KARA BİLİM’ isimli kitapta konunun detaylarına girmeye çalıştım. Eğer İstanbul Üniversitesi yönetiminin hakkımda açmakta olduğu soruşturmalar ve beni Üniversiteden atmak için yapmış olduğu girişimlerle mücadele etmekten vakit bulabilirsem, kitaplarımı bitirebileceğim. CIA’nın çocuklarda psikolojik travma ile ilgilenmesinin nedenlerinden birisi, bu çocukların bazılarında büyüyünce gelişebilecek çoğul kişilik olgularını araştırmak. Çoğul Kişilik (DID/MPD) aslında kolay kolay gelişebilecek bir psikiyatrik bozukluk değil. Ross’un DID hastalarının % 95’i çocukluklarında cinsel veya başka türlü bir tacize maruz kalmışlar. Bu da insanlarda uzun ve kalıcı etkiler yapmakta. Çoğul kişilik gelişen yetişkinlerde bilinç disosiasyona uğruyor ve birbirinden habersiz en az iki kişilik aynı beyinde varlığını sürdürüyor. Bu kişilerde yoğun amnezi (unutkanlık) olabildiği gibi başka psikiyatrik bozukluklar da görülüyor. Bu kişilerin bazıları yanlış teşhis konularak şizofreni veya psikoz tedavisi gördükleri zaman, bu psikiyatrik bozukluk daha da kötüleşiyor. Psikiyatrinin aslında emekleme çağında olduğunu söylersek abartmış olmayız.
Psikiyatrik bozukluklar ve bilinç konusundaki en yetkin bilim dalı ise Nörobilim (Neuroscience). DID vakalarında çok kolay farklı kişilik, bilinçte ilaçlarla (örn. Halüsinojenler, LSD, PCP, THC vb.) ya da diğer gizli tekniklerle çok kolay açığa çıkarılabiliyor ve bu latent kişilik programlanabiliyor. Evet! Bir film senaryosundan veya bilim kurgu romanından bahsetmiyoruz, tüm bunların 21. yüzyılda gerçek olabildiğini göreceğiz.
DID-MPD hastalarında veya DID kökenli Mançurya Kobaylarında belli dönemlere ait unutkanlık, sürekli ambivalans (çelişkili konuşmalar ve çelişkili davranışlar), paralojik (mantıkdışı) düşünceler, ağlama nöbetleri, sara krizlerine benzer krizler, depresyon, uyku bozuklukları ve rüyalarda bazı sorunlar, çeşitli davranış bozuklukları görülmekte! Demiri tavında dövüp şu soruyu soralım: Bu belirtiler size hangi politikacımızı hatırlatıyor? Benzer çalışmaları Nöroloji bölümünde yapmıştım. Şu anda bu konudaki bir makalemiz PNAS dergisinde yayınlanmakta, bu çalışmada hayvanlarda oluşturulan bir çeşit travma modeli olan farklı epilepsi modellerinde, hayvanlar yetişkin hale gelince, travmanın hem hippokampüsde hem de çeşitli yolaklarda kalıcı elektrofizyolojik etkiye ve uzun süreli psikolojik sorunlara veya öğrenme problemlerine yol açtığını kanıtlamıştık (bu konuda bir makalemiz Epilepsia’da yayınlandı). Yaptığımız çalışmalar, postnatal (doğum sonrası) dönemde (P20 ve P30 arasında) oluşan travmanın veya aşırı nöronal aktivitenin uzun süreli elektrofizyolojik değişikliklere ve öğrenme ile ilgili sorunlara yol açtığını kanıtlamıştı. Gelişim nörolojisi çalışmaları aslında yakın bir gelecekte bu konuların sırrını çözecektir.
 Zihin Kontrolü konusunda 1950’lerde Amerika’da CIA, NSA ve DoD-Pentagon İngiltere’de MI6, Almanya’da BND, Rusya’da KGB tarafından başlatılan çalışmalar hiç bir zaman durmadı. Bir kaç yüz milyar dolar bu çalışmalara ayrıldı ve çalışmalar değişik ülkelerde ve kültürlerde de sürdürüldü (Türkiye bunların içindeydi!). Bazı subaylar ve politikacıların da bu operasyonlardan geçirildiği konusunda elimizde şüphe uyandırıcı bazı bilgiler vardır; özellikle Türkiye aleyhtarı bazı kararların alındığı ve Türk Silahlı Kuvvetlerinin tasviyesi yolunda bazı adımların atılmış olmaya çalışıldığı bu dönemlerde, hangi subayların birer truva atı olarak Genelkurmaya sokulmuş olduğunun araştırılması gerekir!
Zihin Kontrolü Operasyonlarının detaylı olarak araştırılması Türkiye'nin Ulusal Güvenliğini ilgilendiren bir konudur, bu konulardaki çalışmaları engelleyenlerin ise Türkiye yararına çalışmadıkları aşikardır! Mançurya Kobayı (Manchurian Candidate, Mançurya Adayı), yani beyni yıkanmış, iradesi kontrol altına alınmış ve istenilen bazı eylemleri itiraz etmeden, kayıtsız şartsız gerçekleştiren bazı kişilerin yaratılması konusundaki çalışmaların tamamlandığı söyleniyor. Türkiye’deki politikacılara bakarsak her taraf Mançurya Kobayları ile dolu zaten! Konu sadece Mançurya Kobayı meselesi değil! Aynı zamanda sosyal zihin kontrolü operasyonları da pek çok ülkede yapılıyor; örneğin Türkiye'de belli bir şeriatçı ve radikal dinci görüşe sahip oy oranı 1985’lerde % 5 iken, bu oran 20 yıl içinde % 35-40’a çıkartılabiliyor; bunun sonucundaki geri dönüşümsüz çöküşü, Türkiye Cumhuriyeti'nin tam tasviyesini, Büyük Ortadoğu Projesinin gerçekleştirilme çabalarını ise hep birlikte hayretler içinde izliyoruz (bkz. acikistihbarat.com'daki ABD'nin ve AB'nin Türk Düşmanlığı ve Sevr Kararlarının Kanıtları ve Türk Silahlı Kuvvetlerine Karşı Psikolojik Harp: Başka Çete Operasyonları da var isimli yazılarım). Radikal dinci cemaatlerin ve tarikatların zihin kontrolü ve beyin yıkama yöntemlerini sistematik olarak kullandıklarını tüm yönleriyle biliyoruz. Beyinleriniz ve psikolojik yapınız, medyayı ya da başka yöntemleri kullanmakta olan yabancı istihbarat örgütlerine emanet! Ulusalcı bir Derin Devletimiz olmadığı için de, hiç bir önlem alıp oto-kontrol mekanizmalarımızı ve Anayasayı veya Ulusal Güvenliği koruyabilecek diğer mekanizmaları devreye sokamıyoruz


Vural SAVAŞ
Eski Yargıtay Başsavcısı

Bu yazı "neden insanlara sahip çıkmak ve onlara gerçekleri, doğruları göstermek yolunda savaş vermek gerektiğini, insanların hangi yöntemlerle birer kobay haline getirilmeye çalışıldığını, hipnoz, bilinçaltı müdahaleleri, narkotik-hipnoz, elektronik olarak beyinin uyarılması, ultrasonik, mikrodalga ve alçak ses frekanslarıyla davranışların etkilenmesi olaylarının ABD tarafından nasıl ve ne amaçla kullanıldığını, en önemlisi de o meşhur tarikat ve uyduruk dinlerin yaratılmasını, bedensiz varlıklardan yeniçağ bilgilerinin alınmasını Amerika'nın nasıl bizzat desteklediğini" ortaya koymaktadır. Bu emperyalist amaçların küçük parçaları olmamaya ve şahsi menfaatler uğruna birçok çaresiz ve boşlukta olan insanı bu yollarla kullanmamaya ve kulandırtmamaya çalışmalıyız.
Zamanın CIA direktörü Allen Dulles, Princeton Üniversitesi'nde 1953'te şöyle bir konuşma yapmıştır:
"Hedef 'insan zihnindeki savaşı' da kazanmaktır. Bu savaşın ilk cephesi propaganda, depolitizasyon ve sansür ile kitlesel sindirmeyi sağlamaktır. İkinci cephe ise bireyin beyninde kazanılacaktır; hedef beyin yıkama, zihin kontrolü, ideolojiyi değiştirme ve gerektiğinde birçok Mançurya Kobayı (Manchurian Candidate) yaratabilmektir!"
Mançurya Kobayı (Manchurian Candidate) kendi iradesi dışında, bir takım beyin yıkama seanslarının, ilaçların vaye hipnozun etkisiyle başkalarının istediği bazı eylemleri yapanlara verilen isimdir.
Kelime Mançurya'dan ve Kore savaşından gelmektedir. Kore savaşı sırasında Amerikalı askerlere Çinliler tarafından bir dizi beyin yıkama deneyi ve işkencesi yapıldığı bilinmektedir. Bu terim Frank Sinatra'nın ünlü 'Manchurian Candidate' filmine konu olmuştur. Filmi CIA finanse edip çekmiştir. Hedef tehlikeyi büyük gösterip devletten bu konuda fonlar alabilmektir. Filmde robotlaştırılan bir Amerikan subayının nasıl ulusal güvenliğe zarar verdiği anlatılmaktadır.
Bilimsel yöntemlerle ideal bir Mançurya Kobayı yaratma arayışı, nazilerden beri süre gelmiştir. Soğuk savaşla birlikte, bu konuda KGB ve ABD'li istihbarat örgütleri içindeki araştırmalar hız kazanmıştır. Klinik Psikoloji, psikaytri, nöroformakoloji, elektrofizyoloji ve parapsikoloji bu hedefe ulaşmak için kullanılmıştır.
CIA'nın, Amerika'daki her üniversitede anlaşmalı öğretim üyeleri vardır. Bunlar, ulaşılması gereken kişiyle önce dostluk kurarlar. Bazı konularda yardım ederler. Amerika'daki üniversitelerde araştırma yapabilmek için, NIH (Amerikan Sağlık Teşkilatı) gibi kurumlardan grantler (araştırma parası) alınması gerekir; oysa bilim insanları üniversitelerde kalıcı pozisyon bulamazlar. CIA bu bilim insanlarının grant almasına ve kalıcı pozisyon bulmasına yardımcı olur. Bu yolla kazanamadığı bazı kişileri ise tehdit ve şantajla elde etmeye çalışır. Bu konuda Dr. Harvey Weinstein'nin yazdığı " Psikiyatr ve CIA" isimli kitap, bu kişilerin CIA'ya nasıl devşirildiklerini ayrıntılı olarak anlatmaktadır. Ayrıca John Marks, ünlü "Mançurya Adayını Arayış" isimli kitabında bilim adamlarının hangi yemlerle tavlandıklarını detaylı anlatmaktadır.
Her şeyden önce bu bilim insanlarına garantili, kalıcı pozisyon ve grant (araştırma fonu) parası verilir. Ayrıca CIA ile ilgil yaptıkları işlerden de özel uzmanlık ücreti alırlar. CIA ile birlikte çalışan bir bilim insanının kolay kolay sırtı yere gelmez. Yani biraz daha fazla refah ve güven için bu bilim adamları tavlanır; çok kritik işlerde çalışanlar ise daha sıkı kontrol edilmek için skandala yol açarak bilgi veya şantaj olguları karşılığında veya durumlarla sürekli tehdit altında tutulurlar. Bu bilim insanları, her zaman CIA'ya çalıştıklarını bilmezler. Devletin güvenliği ile ilgili bir iş için çalıştıklarını sanırlar.

Fakat son 30 yıllık gelişmelerden sonra, bilim insanları arasında CIA'ya karşı yaygın bir güvensizlik başlamıştır. Üstelik çok yarışmacı bir ortamda bulunan bu bilim insanları, CIA tarafından korundukları için hak etmedikleri yere gelen pek çok yeteneksiz kişiye şahit olmuşlardır. CIA ile işbirliği yapan birisi, gerektiğinde yalan söylemek, yalan yayın yapmak, bildiklerini açıklamamak veya mesleki yemini bozmak zorundadır.
Bazı satanist (şeytana tapan) kültler, " Children of good" isimli hristiyan mezhebi ve Jim Jones'un kurduğu "Halkın Tapınağı"nın da CIA tarafından yaratıldığı ortaya çıkarılmıştır. Bilindiği gibi Halkın Tapınağı'nın 910 müridi 1970'li yıllarda toplu intihar etmişti.
Yeni yaratılan dinlerden birisi de 2. İsa olduğunu iddia eden ve "Reverend Moon" isimli Koreli kişinin yarattığı Moon dinidir. Moon dini sayesinde "dinleri birleştireceğini" iddia eden Reverand Moon, CIA hesabına çalışan uluslararası "deli-ajan"dır. Moonistler her yıl dünyanın bir yerinde toplanmakta ve binlerce farklı dine mensup kişiyi "bedava" ağırlayıp bir dizi konferans vermektedirler. Amaç dinleri
"sözüm ona birleştirmektir". Bu dinde, örneğin evlenmek Reverand Moon'un izni olmadan yapılamaz ve kimin kimle evleneceğine Moon karar verir, diyelim ki devletin güvenliği ile ilgili bir işte çalışıyorsunuz ve Moonie'siniz! Canınız evlenmek istedi, "Reverand Moon" babaya danıştınız, o da size Hawaili bir güzel Moonie seçti! Sadece onunla evlenmek zorundasınız, ama evlendikten sonra, önce bir veya iki yıl ayrı kalmak zorundasınız; bu iki yıl boyunca Hawaili güzelin nerede "eğitim göreceğinden" tabiki haberiniz olmayacak! Tabii bu saçmalıkları kılıfa uyduracak açıklamaları da "ilahi bir biçimde" Moon'un dini kitaplarında bulacaksınız. İşte size bir mezhep dolusu Mançurya Kobayı. Binlerce adamın eveleneceği kadının seçimini, kendini 2. İsa sanan bir deliye bırakmasından daha iyi Mançurya Kobaylığı olabilir mi?
1978 yılında Walter Boward adındaki Arizonalı gazeteci yazar, Operation Mind Control (Zihin Kontrol Harekatı) adında yayınladığı kitabında şunları anlatmaktadır:
"CIA tarafından uyuşturucu ilaçlarla yapılan deneyler ABD hükümetinin uyguladığı çok gizli zihin kontrol projesinin yalnızca bir kısmıdır. Bu deneyler binlerce kişi üzerinde 35 yıl devam etmiştir. Bu araştırmalar; hipnoz tekniği, narkotik-hipnoz, elektronik olarak beyinin uyarılması, ultrasonik, mikrodalgalar, alçak ses frekanslarıyla davranışların etkilenmesi ve davranış değişiklikleri terapisidir.
CIA psikolojik silah stoklarını, psişik silahların değişik tiplerini geliştirmeyi başararak artırmıştır. Şimdi bu kabiliyetleriyle yeni tip bir harbe girişmesi mümkündür. Bu harbin görünmez muharebe sahası, insan zihinleridir..."
Tüm bu bilgileri, Doç. Dr. Ümit Sayın'ın Temmuz 2006' da, "Neden Kitap" yayınları arasında çıkan "Derin Devletler Gizli Projeler Kirli Gerçekler" adlı kitabından size aktarıyorum.
Kitabın tümünü okuyunca; NATO karargâhlarında görev yapmış bazı subaylarımızın yabancı üniversitelerde yıllarca çalışmış sözde bilim adamlarının, bilerek veya bilmeyerek ABD ve AB'nden gelen telkinlere uygun şekilde hareket ettiklerini ve düşünce ürettiklerini daha iyi anladım.
Daha pek çok önemli araştırmada imzası bulunan sözkonusu kitabın yazarı Doç. Dr. Ümit Sayın'ın İ.Ü Rektörü Mesut Parlak'a bir internet sitesi aracılığı ile hakaret ettiği gerekçesiyle üniversiteden atılmaya çalışıldığını öğrendim.
Değerli bir bilim adamının üniversiteden atılmasının gerekçesi bu olamaz. Gerçek neden elbetteki yaptığı araştırmaların içeriği...YÖK, bizler kadar emperyalist oyunların perde arkasını görmeli ve bu değerli araştırmacıya sahip çıkmalıdır.(*)
Kaynak
Aydınlık © 06.08.2006
26 Ağustos 2012 / Atilla AKAR
atilla.akar@yurtgazetesi.com.tr
Geçtiğimiz hafta içinde efsanevi müzik grubu Beatles’ın beyni olan John Lennon’ın suikastçısı Mark David Chapman’ın şartlı tahliye talebi yedinci kez reddedildi. Chapman, John Lennon’ı vurduğu günden beri hapiste tutuluyordu.
Peki ama kimdi o zaman 25 yaşında olan katil Mark David Chapman? Cinayetten sonra hakkında yazılanlara bakılırsa “Fanatik bir hayranı” idi. John Lennon’ı görebilmek için Hawaii’den gelmiş ve ona son albümü “Double Fantasy” yi imzalatmak için Manhattan’daki “Dakota Apartmanı”nın girişinde günlerce beklemişti. (Chapman’ın Lennon’a albümünü imzalatırken fotoğrafı mevcuttur.) Sonunda 8 Aralık 1980 akşamı arkasından “Bay Lennon” diye seslenecek ve 38 kalibrelik silahıyla sırtına 5 kurşun sıkarak öldürecekti. Lennon ise belki de garip bir “Kadercilik” ile korumasını işten çıkarmasının bedelini ödeyecekti. Öldüğünde 40 yaşındaydı.
İlk andaki yorumlara bakılırsa Mark David Chapman da sık rastlanan tipik “Amerikan manyakları”ndan biriydi. Lennon’ı “Ünlü” olmak için vurmuştu. “Akli dengesi yerinde olmayan biri” olarak tanıtıldı.
Chapman, Lennon’ı vurduktan sonra kaçmadı. Tam tersine olduğu yerde kaldı ve dünyanın en çok satar kitapları arasında yer alan J. D. Salinger’a ait “Çavdar Tarlasındaki Çocuklar” (Türkçede “Gönülçelen” diye de yayınlandı) romanın sayfalarını çevirmeye başladı. Ki, Chapman bu romanı adeta kişisel “Kutsal kitabı” gibi benimsemişti. Kendisini romandaki “Holden Caulfield” karakteriyle özdeşleştirmişti.
Ancak başka iddialar da vardı. Buna göre David Chapman “Akıl hastası” değil, CIA’nın MK-ULTRA deneylerinden geçmiş bir “Mançurya Kobayı” idi. (Bu konuda iki de film çevrilmiştir. İlki başrolünü Frank Sinatra’nın oynadığı 1962 yapımı “The Manchurian Candidate” diğeri gene aynı isimli 2004 yapımı Denzel Washington’ın oynadığı filmdir.) O, zihni ve kişiliği ele geçirilmiş bir “Proje tetikçi”ydi.
Çünkü Lennon, aslında Amerikan sistemini tehdit edebilecek devrimci fikirlere yönelmiş, servetinin bir bölümünü muhalif gruplara aktardığı söylenen bir isimdi. (Küba’da heykeli dikilmiştir.) Bu yüzden de FBI tarafından takip altındaydı.
Gerçekten de Lennon, savaş, barış, özgürlük, sınıfsal eşitsizlikler, uyuşturucu trafiğinde gizli servislerin rolü, vb. konularında mesajlar veriyor, kampanyalara katılıyor, sistem karşıtı radikal tavırlar sergiliyordu. Sınır dışı bile edilmeye kalkılmıştı.
Kısaca ABD’de bazı güçler Lennon’dan rahatsızdı. Amerika zaten kendi başkanları J. F. Kennedy dahil, siyahi lider Martin Luther King, Malcom-X gibi “Baş ağrısı” isimleri yok etme yolunu seçmişti!
Bunun için de Chapman’ı “Manyak Fanatik hayran” senaryosu içinde Lennon’ın üzerine sürdüler. Chapman da beyin kontrol suikastçılarının tipik cümlesi olan “İçimden bir ses bana vur dedi” cümlesini sayıklıyordu. O da tıpkı Senatör Robert Kennedy’yi 5 Haziran 1968’de hedef alan Sirhan Bishara Sirhan gibi “Birisi ruhuma etki ediyor” diyenlerdendi.
Öyle veya böyle John Lennon, “Soğuk Savaş” dönemi için “Tehlikeli mesajlar” taşıyan bir sanatçıydı. Daha da vahimi, dünyadaki milyonları etkileme olanağına sahipti…
Not: Meraklı okurlarıma, John Lennon’ın vurulmasını ve Mark David Chapman’ın tetiği çekmeden evvelki üç gününü anlatan 2007 ABD yapımı “Chapter 27” filmini izlemelerini öneririm.
http://www.yurtgazetesi.com.tr/john-lennonin-katili-%E2%80%9Cmancurya-kobayi%E2%80%9D-miydi-makale,1794.html

Ester Yahudi tarihinde çok önemli bir mevkie sahip­tir. Ahd-i Atik’de onun adını taşıyan bir “bâb” bile vardır. Ester hadisesi Yahudiliğin hulûl kabiliyetinin, ihanetinin, kin ve gaddarlığının sembolüdür. Ester de adetâ Yahudiliğin ruhudur. Bu sebeple ona Yahudilerce peygamberlik bile izafe edilir. Aşağıda anlatacağımız olay ikibin sene önceki Yahudi ile bugünün Yahudisi arasında hiçbir fark olmadığını göstermesi bakımından da ibret vericidir. Yahudilerin en büyük bayramına (PURİM) vesile olan Kraliçe Ester’in hikâyesi özetle şöyle:
Buhtunnasr’ın Kudüs’ü tahribinden sonra Babil’e sür­gün edilenlerin arasında gizli bir Yahudi teşkilâtının ele­manı olan Mordehay adında bir kişi de vardır. Mordehay hüviyetini gizlemeyi başarmıştır. Bir müddet sonra bir yo­lunu bulup görevli olarak saraya girer. Bu sıralarda Yahudilik Pers Ülkesi içinde büyük bir nüfûza sahiptir. Zaten yukarıda da bahsi geçtiği gibi II. Keyhüsrev'den önceki kralların Yahudilere karşı olan istikrarsız tutumları Yahudilerin gücünden endişe duymaları sebebiyledir. Eski kral­lardan bazıları bu “güç”ten faydalanmak düşüncesiyle on­lara karşı yumuşak davranmışlar, diğerleri tehlikeyi ce­bir kullanarak bertaraf etme yolunu seçmişlerdir. Netice­de devletsin bu kararsız tutumu Yahudilerin kuvvetlenme­sinde başlıca faktörlerden biri olmuştu. İşte böyle bir or­tamda tahta çıkan II. Keyhüsrev'i, çözülmesi gereken bü­yük problemler beklemektedir.
Keyhüsrev’in Hâmân adında fevkalade dirayetli ve ba­siretli bir veziri vardır. Hâmân, Yahudilerin bazı yüksek makamları ele geçirdiklerinin ve ülke sınırları içindeki çe­şitli şehirlerde yaşayan Yahudilerin zenginleşip halkı sö­mürdüklerinin farkına varmış ve durumu krala iletip ted­bir alınmasını istemiştir. Kral, Hâmân'ı haklı bulup Yahudi meselesine eğilmiştir. Tehlikeyi gösterdiği için de vezirine minnettar olan Keyhüsrev, onun yetki ve nüfûzunu artır­mıştır. Hâmân saray’da artık kral gibidir. Krala gösterilen hürmet aynı şekilde ona da gösterilmektedir.
İşte Mordehay böyle bir zamanda Yahudileri muhte­mel bir yeni belâdan kurtarma çarelerini aramaktadır. Ha­li hazırda kral tarafından Yahudi olduğunun ve bir gizli teş­kilât elemanı olarak görevli bulunduğunun bilinmemesi gibi önemli bir avantaja sahiptir. Bu yüzden şimdilik saraydan kovulma veya öldürülme tehlikesi yoktur.
O sıralarda Kral’ın hizmetinde çalışmak üzere saraya kız alınacağı ilân olunur. Bu, Mordehay için bulunmaz bir fırsattır. Çünkü Mordehay’ın Kudüs’ten gelirken beraberin­de getirdiği ve kendisinin yetiştirdiği çok zeki ve çok gü­zel bir yeğeni vardır. ESTER... Ester’in annesi ve babası öl­düğü için onu Mordehay, amcası olarak himayesine almış ve yetiştirmiştir. Mordehay saraya girdikten sonra da ye­ğeni ve gizli teşkilâtı ile temasını sessizce sürdürmektedir. Saraya kız alınacağı haberi üzerine Mordehay hemen ha­rekete geçerek yeğeni Ester'i, kralın hizmetine bakacak olan kızların arasına sokmayı başarır. Ancak Mordehay Ester’e, kendisiyle olan akrabalığını gizlemesini de sıkı sıkı­ya tenbih eder. Sarayda güzellik ve zekâsıyla kralın dik­katini çeken Ester kısa zamanda önce kralın gözdesi, son­ra da Kraliçesi olur. Artık Keyhüsrev Ester’in avuçları için­dedir. Çünkü Ester iyi yetiştirilmiş bir ajandır. Böyleee Mordehay da gereğinde Ester’in nüfuzunu kullanabileceği­ni hesap ederek Kralın sevgili veziri Hâmân’ı harcama­nın ve onun Yahudiler için yaptığı tehlikeli planların tatbikatını engellemenin yollarını aramaktadır. Şimdi hikâye­yi biraz da Muharref Tevat’tan dinliyelim:
“Ve kral kapısında olan kralın bütün kullan Hâmân’a eğilirler ve önünde yere kapanırlardı; çünkü onun hakkın­da kral böyle emretmişti. Fakat Mordehay eğilmedi ve yere kapanmadı.” (Ester Kitabı. 3/)
Bu arada Hâmân, Mordehay’ın Yahudi olduğunu öğre­nir ve krala durumu ileterek Mordehay’ı şikâyet eder. Hâ­mân krala şöyle der:
“Senin ülkenin bütün vilâyetlerinde olan kavimler ara­sına dağılmış, ayrı yaşayan bir kavim vardır ve onların ka­nunları her kaviminkinden farklıdır ve kralın kanunlarını tutmuyorlar ve onları kendi hallerine bırakmak gerekmez.” (E.K. 3/8)
Tehlikeyi gören kral, gönderdiği emirlerle valilerine, vilâyetlerindeki Yahudilerin tedip edilmesini ister. Kimliği açığa çıkan Mordehay ise bir çula bürünüp saraydan ka­çar ve şehirdeki kardeşlerinin arasına girerek feryad ve figan eder. Kavmine, kendilerini bekliyen tehlikeyi haber verir. Mordehay’ın hâl-i perişanını nedimelerinden öğrenen Ester, amcasıyla temas kurarak yine nedimeleri vasıtasıy­la ondan talimatlar alır. Mordehay Ester’e gönderdiği son mesajında Yahudileri kurtarabileceğini, hatta buna mec­bur olduğunu söyler. Bir yandan da Esteri tehdit etmek­ten geri kalmaz:
“Ve Mordekay Ester’e şu cevabı götürmelerini söy­ledi: Sanma ki, kralın evinde olduğun için, bütün Yahudilerden ziyade sen kurtulacaksın. Çünkü bu vakitte sen bütün bütün susarsan Yahudilere yardım ve kurtuluş baş­ka yerden çıkacaktır, fakat sen ve babanın evi yok ola­caksınız.” (E.K. 4/13)
Mordehay'ın bu sözlerinden Yahudilerin kurtulmaları için başka alternatiflerin de hazır olduğu anlaşılıyor. Ama Mordehay Ester kanalını kullanmayı daha faydalı görüyor. Neticede şöyle bir plan kuruluyor: Kral sarhoş edilecek ve Ester kraldan isteyeceği şeylerin kendisine verilmesi hususunda ondan söz alacaktır. Bu söz alındıktan sonra ikinci bir ziyafet daha verilecek ve bu ziyafette sarhoş edi­len krala Ester istediklerini yaptırtacaktır.
Nitekim Ester ilk verdiği ziyafette, davetlisi olan Hâmân’ın yanında sarhoş kraldan arzularının yapılacağına dair söz alır. Ancak Hâmân davet için saraya gelirken Mordehay’ı saray kapısında görür ve Mordehay yine herkesin aksine Hâmân'a saygı gösterisinde bulunmaz. Fakat Hâ­mân Mordehay’a orada bir şey belli etmez ama, ziyafet dönüşünde onu astırmak için çok yüksek bir darağacı yap­tırır. Bu arada Mordehay —sarayı iyi tanıdığı için— kra­lın kulağına ulaşacak şekilde kralın iki hizmetçisinin kendi­si aleyhine komplo yapacaklarını ihbar eder. Kral bu haberi verdiğinden dolayı Mordehay'a ne mükâfat verildiğini ya­nındakilerden sorar. “Hiçbir şey” cevabını alır. O sırada
Hamân, Mordehayın asılması için kraldan izin istemeğe gelmiştir. Kral, Hâmân içeri girince ona hemen so­rar: “Kralın şeref vermek istediği adama ne yapılır?”. Hâmân kendisinin taltif edileceği zannı ile: “Kral elbisesi giydirilir ve Kralın atı ile şehirde dolaştırılır” cevabını ve­rir. Bu cevap üzerine kral da ona; dediklerini Mordehay için uygulamasını söyler. Zaten saray kapısının önünde hazır olan Mordehay içeri getirilir, kendisine Kral Esvabı giydirilir ve sonra da kral atıyla sokaklarda gezdirilmesi için Hâmân'a emir verilir. Hâmân bu görevi ifa ettikten sonra büyük bir üzüntü içinde evine gider ve olanları karı­sına anlatır. Karısı ona Yahudi olan Mordehay önünde mağlubiyetinin mukadder olduğunu söyler. Bu arada sa­raydan gelen haberciler Hâmân’ı kraliçenin vereceği zi­yafete çağırırlar.
“Ve Kral ile Hâmân kraliçe Ester’in ziyafetine geldi­ler. Ve ikinci gün de şarap içilirken kral yine Ester’e dedi: İstediğin nedir kraliçe Ester? Ve sana verilecektir. Ve dile­ğin nedir? Ülkenin yarısına kadar yapılacaktır. Ve kraliçe Ester cevap verip dedi: Ey kral senin gözünde lütuf bul­dumsa ve eğer krala iyi görünürse, isteğim üzerine canım ve dileğim üzerine kavmım bana bağışlansın...       Ve kral Ahaşveroş (Keyhüsrev) söyledi ve kraliçe Ester’e dedi: Bu işi yapmağa kalkışan adam kimdir ve nerededir? Ve Es­ter dedi: Bir hasım ve bir düşman, bu kötü Hâmân. Ve Hâmân kralla kraliçenin önünde dehşete düştü      Ve kralın önünde kızlar ağalarından biri, Harbona dedi: Hem işte Kral için iyilik söyleyen Mordekay’ı asmak üzere Hâmân’ın yapmış olduğu elli arşın yüksekliğindeki darağacı Hâmân'ın evinde duruyor. Ve kral dedi: Onun üzerine ken­disini asın. Ve Mordekay için yapmış olduğu darağacı üze­rine Hâmân’ı astılar. Ve kralın öfkesi yatıştı.” (E.K. Bab-7)
Bilâhare Ester, Mordehay’ın da kendisinin amcası ol­duğunu açıklar; ve kral, Hâmân'ın yüzüğünü Mordehay’a verir. Böylece Mordehay Hâmân’ın yetkilerini de devralmış olur. Yahudilik kendini kurtarmakla savaşın ilk safhasını kazanmıştır, ama bu ona yetmemektedir. O suçlu veya suçsuz Yahudi olmayanların kanını akıtmadan ruhunu tat­mine eriştiremez. Nitekim bundan sonra Ester, ağlayıp gözyaşları dökerek kraldan yeni kurbanlar istemektedir. Kral ona “mühür’ün Mordehay’ın elinde olduğunu söyler. Sonrasını yine Ahd-i Atik'ten takip edelim:
“Ve bütün vilâyet reisleri ve kral naipleri ve valiler ve kralın işini yapanlar Yahudilere yardım ettiler. Çünkü Mordehayn’ın yüzünden üzerlerine korku düşmüştü. Çünkü Mordehay kralın evinde büyüktü ve bütün vilâyetlerde şöhreti yayıldı; bu Mordehay kişi gittikçe büyümekte idi. Ve Yahudiler bütün düşmanlarını kılıçtan geçirdiler ve öl­dürdüler ve yok ettiler ve kendilerinden nefret edenlere istedikleri gibi yaptılar. Ve Yahudiler şuşan sarayında beş yüz kişi öldürdüler ve yok ettiler... Ve Hâmân'ın on oğlunu Parşandatayı ve Dalfon’u ...... Ve Ester dedi: Eğer krala iyi görünürse Şuşan’da olan Yahudilere bugünün buyrul­tusuna göre yarın da yapmağa izin verilsin ve Hâmân'ın on oğlunu da darağacına assınlar...     ve Hâmân'ın on oğlunu astılar. Ve Şuşan’da olan Yahudiler Adar ayının ondördüncü gününde de toplandılar ve Şuşan’da üçyüz kişi öldürdüler.” (E.K. 9/3-15)
Fakat sersemleştiren Kral’dan istenen kurbanlar bitmemiştir. Ester ve Mordehay ve bü­tün Yahudilik içtikleri kanla doymamışlardır.
“Ve kralın vilâyetlerinde olan öbür Yahudiler toplan­dılar ve canlan için durdular ve düşmanlarından rahat buldular ve kendilerinden nefret eden YETMİŞBEŞBİN ki­şiyi öldürdüler; fakat çapula el atmadılar. Bu iş adar ayı­nın önüçüncü gününde oldu; ve ondördüncü günde rahat ettiler ve onu ziyafet ve sevinç günü yaptılar.”
Bu sevinç gününün adı PURİM dir. Purim yahudîliğin en büyük bayramıdır. Her yıl kutlanan bu bayramda Yahudiler, intikam naraları atarak sol yumruklarım havaya kaldırırlar.
Burada bir noktanın tebarüz ettirilmesinde zaruret vardır: Yahudilerin kendi öz kaynaklarına dayanarak nak­lettiğimiz vakıada, Yahudilerin —sırf kendilerini sevme­dikler için— yetmişbin kişiyi katlettikleri anlatılmaktadır. M.Ö. 400 yıllarındaki dünya nüfusu dikkate alınınca bu rakamın Hitler’in katlettiğini söyledikleri (6) milyon Yahudiden daha büyük (oran olarak) olduğu açıktır. Kaldı ki Hitler onların söylediği miktar ve tarzda bir katliam yapmamıştır.
Jeosid (soykırım) kelimesi yalnız ve yalnız Yahudiliğin literatüründe tam ve kâmil manasına kavuşmaktadır.
ESTER, MORDEHAY, KEYHÜSREV... Bunların hikâ­yesi Yahudilik için, aynı zaman aliegorik bir karakter taşımaktadır. Çünkü Yahudi, yani BEYNELMİLEL YAHUDİ metanet icra edebilmek için böyle bir “şeytan üçgeni” kurmak zorundadır. Yüzyılımızın tarihine ve hele son yıl­lara bakıldığı zaman başta Amerika olmak üzere bazı İs­lâm ülkeleri de (Mısır gibi) bu üçgenin içine sıkıştırılmış­lardır. Ester’in metodu hala geçerliliğini muhafaza et­mektedir. Bu metot bizim tarihimizde de maalesef uy­gulama alanı bulmuş ve Kanûni devrinde başlayıp, II. Selim’le gelişen olaylar, Osmanlı İmparatorluğunun yıkılışına müncer olan nifak tohumlarının devletimiz bünyesine gir­mesiyle vukubulmuştur.
Patton 2. Cihan Harbinde Amerikan Ordusunun Tank Birliklerinin komutanı idi. Fevkalâde cesur, milliyetçi ve vatansever bir askerdir. General Patton Afrika Cep­hesinde Almanlara karşı Müttefik Orduları (Amerika. İn­giltere, Fransa ve Sovyet Rusya) hesabına ilk ciddi zaferi kazanan komutandır. Patton bu savaşta Almanların meş­hur ve kıymetli komutanı Mareşal Rommel'i mağlup etmiş ve böylece de askerî dehasını ispat etmiştir. İşte bu kıy­metli komutan, savaşın sonlarına doğru Müttefik Orduları Başkomutanı General Eisenhower tarafından Doğu Avrupa Cephesine tayin edilir. Aynı zamanda şuurlu bir antikomünist olan Patton, o gün için müttefikleri pozisyonunda olan Rusya’nın Avrupa’nın büyük bir bölümünü işgal ederek oraları komünistleştirme emelinde olduğunu anlamakta ge­cikmez ve bu nedenle artık bertaraf edilmiş olan Alman tehlikesinden sonra muhtemel bir Rus tehlikesini de peşi­nen önlemek ister. General, Amerikan, İngiliz ve Fransız Birliklerinin Doğuya doğru ilerleyerek, Rusya’nın Avrupa ül­kelerini işgal etmesini engellemek istemektedir. Patton Amerika Rusya ittifakının zaten zoraki olduğunu düşün­mekte ve savaş sonrasında bunun bozulacağını sezmekte­dir. Zahirde haKlıdır da. Ama gelgelelim daha üst seviye­deki görüşler değişik, hesaplar bambaşkadır. Hikâyeye Cevat Rıfkı Atilhan merhumun kaleminden devam edelim:
“George Patton, Sovyet kuvvetlerinin müttefikleriyle yaptığı bütün antlaşmaları hiçe sayarak Avrupa’yı kurtar­mak maskesi altında Tekmil Avrupa’yı işgal etmekte ol­duklarını zamanının başkumandanı Ayzenhaur’a bir raporla bildirmişti. Aynı zamanda bir teklifle, “çıbanın küçük iken kesili patılmasının” doğru olacağı ve kuvvetle ilerleyen Ame­rikan Birliklerinin tekmil Avrupa’yı işgal ederek bu şekilde bir Sovyet istilâsın önlemenin daha doğru ve isabetli olacağını söylemişti. Sovyetlerin buna kızarak bir harp hali takınmaları ihtimali karşısında zaten gayr-ı samimi olan bu ittifakın er geç Amerika aleyhine bozulacağını, onun için iyisi mi hareket halindeki birliklerin bir an evvel Moskova’ya girmelerini teklif etmişti. Eğer bu teklif kabul edilmiş olsa idi beşeriyet bugünkü batağa gömülmeyecek, çok şey kazanacaktı. Bu teklif nasıl karşılandı bilirmisiniz? Avrupa’da Amerikan ordularının en fedakâr ve en başarılı olan generali Patton, sanki vatana hiyanet teklif etmiş gibi bütün muvaffakiyetli ve şerefli hizmetleri hiçe sayılarak henüz harp devam ederken Berlin'den yüz mil cephe geri­sine çektirilmiş ve vazifesinden azledilmişti.” (CEVAT RI­FAT ATİLHAN. Medeniyetin Batışı. Sh: 140-141. Aykurt Neşriyatı 1963 İstanbul)
Şimdi General Patton filminden bazı sahneleri hatır­latarak mevzuu biraz daha açalım.[3]
Filmde Patton, saldırganlık ruhu taşıyan bir megalo manyak olarak takdim edilmekte ve yaptığı vatanseverce teklif yeteri kadar ve açık olarak anlatılmamaktadır. Yine bilhassa Türk seyircilerin herhalde hayretle izledikleri fa­kat mahiyetini çözmekte güçlükle karşılaştıkları bir başka sahne daha var:
Patton hastanedeki yaralı askerlerini zi­yaret etmekte ve gördüğü manzaralar karşısında, asker­lerini çok sevdiği için üzülmekte ve hatta gözyaşlarını tutamamaktadır. Burasını bilhassa biz gayet iyi anlıyor ve Patton'a sempati duyuyoruz. Çünkü onun bu hali milliyet­perverce ve insanca bir tavırdır. Aynı zamanda gerçek bir komutanın önemli vasıflarından biridir.
Şimdi hastanede geçen ikinci olaya ve sonrasına bir bakalım:
Yaralılar ara­sında bulunan ve hastanede bir yatak işgal etmekte olan bir erin cepheden kaçmak için kendi kendini yaralamış olduğunu öğrenen Patton, bu ere hakaret eder ve bir tokat vurur. Bu er Amerikan ordusunda bulunan bir Yahudi gen­cidir. Patton'un bu hareketi gayet normal ve savaş halin­de olan bir birliğin komutanının yapabileceği en doğru ha­reketlerin içinde, en yumuşak olanıdır. Ve bir komutanın en azından böyle bir durum karşısında bu tarz bir tepki göstermesi savaşın kuralları ve psikolojisi yönünden za­rurîdir. Ama Patton'un o güne kadar öğrenemediği bir şey vardır. Tokat attığı er Yahudidir ve her ne sebeble olursa olsun —Yahudi hukukuna göre— bir Yahudiyi küçük dü­şürmek veya ona vurmak suçtur ve cezayı müstelzimdir. Ve Amerika'nın Devlet Başkanı o gün için Yahudi’dir, Baş­komutanı da Yahudidir. Bu tokadın cezası Patton'a şöyle ödetilir:
Patton'un komuta ettiği birlikler bir araya toplanacak ve Patton kendi askerlerinin huzurunda o “er” den özür dileyecektir. Karar yukarısından gelmiştir. Ve Pat­ton kendi maiyeti önünde trajik bir nutuk çekerek cephe­den kaçmak için kendini yaralayan Yahudi askerden özür diler.
Patton bu makûl ve vatanseverce teklifinin niçin şid­detle reddedildiğini ve cephe gerisine çekilerek inisiyatif­lerinin elinden alındığı ilk anda idrak etmekte güçlük çek­miştir. Ordusunun ve milletinin gönlünde taht kuran bu mümtaz asker ve komutan, Ayzenhaur ve sürekasınca tehlikeli görülmüş ve kendisine —kaza süsü verilerek — bir suikastta bulunulmuştur. Film de görüldüğü gibi bir askerî aracın hızla üzerine gelip onu ezmek istediği bu ilk suîkast teşebbüsünden kıl payı kurtulan Patton, bir müd­det sonra (hatıratını basmak istediği sıralarda) ölmüştür. (Patton muhtemelen tedavisi sırasında meçhul bir cinaye­te kurban gitmiştir) Patton’dan sonra kızı ve karısı da öldürülmüşlerdir. Bu generalin ve ailesinin başına gelen­ler Yahudiliğin ne kadar kindar ve acımasız olduğunu gös­termesi bakımından da ibret vericidir.
Yahudilik, kendisinin düşmanı ola­rak gördüğü Haman'ı öldürttükten sonra onun on oğlunu da idam ettirmişti. Patton'un karısını ve kızını da öldürdü. (Cezaların şahsiliği” prensibi Yahudi hukukunda yoktur).
1894 yılında Fransız ordusunda Yahudi Yüzbaşı Alfred Dreyfus, Fransa’nın ulusal savunmasıyla ilgili belgeleri Almanlara verdiği yolunda haksız yere suçlanarak tutuklanır.  Dreyfus daha yargılanmadan Fransız basını hükmünü vermiştir. La Libre Parole adlı gazete, Dreyfus'un "suçlu" olduğunu anti-semitist duyguları körükleyici bir şekilde ilân eder. Yeterli delil olmamasına karşın kamuoyunun beklentilerini karşılamak üzere Dreyfus'la ilgili adli soruşturma açılır. Bir askeri mahkeme, Aralık 1894'te yargılamaya başlar. Eldeki tek delil Alman Askeri Ataşesi'nin çöp sepetinde bulunan ve Dreyfus'un elyazısına benzeyen bir yazıyla kaleme alındığı ileri sürülen belgedir. Dreyfus, yazının kendisine ait olmadığını söyler, ancak kimseyi inandıramaz. 22 Aralık 1894'te Dreyfus, jürisiz bir oturum sonucunda, yedi yargıcın oybirliği ile vatana ihanet suçundan mahkûm edilir. Dreyfus'un rütbesinin geri alınmasına ve ömür boyu hapis cezasına çarptırılmasına karar verilir ve Fransız Guyanası açıklarındaki Şeytan Adasına sürgüne gönderilir.
Yüzbaşı Dreyfus, Şeytan Adası’nda cezasını çekerken, Fransa’da müthiş bir mücadele başlar. Dreyfus’un suçsuz olduğuna inananlarla Dreyfus üzerinden Yahudi düşmanlığını pekiştirenler arasında yaşanan bu savaşa ordu, meclis, hükümet, basın ve aydınlar da müdahil olur. Genelkurmay, basınla işbirliği halinde, Dreyfus’un suçsuz olduğunu ispatlayacak girişimlerin önünü kesmeye çalışır. Mahkumiyete dayanak teşkil eden belgedeki (çizelge) el yazısının gerçekte başka birisine ait olduğunu ileri sürenler sürgüne gönderilir ve cezalandırılırlar. Nitekim Dreyfus’un mahkum olmasından iki yıl sonra askeri istihbaratın başına geçen Binbaşı Georges Picquart, Dreyfus dosyasını ayrıntılı bir şekilde inceledikten sonra gerçek suçlunun, çizelgeyi kaleme alan Walsin Esterhazy adındaki subay olduğunu belirtir. Picquart, Dreyfus davasının yeniden görülmesi gerektiğini savununca kendisini Tunus’a sürgüne gönderilmiş olarak bulur ! Bu arada suçlanan Esterhazy de askeri mahkemede beraat eder !
Dreyfus savaşı o kadar kızışmıştır ki, dönemin Savaş Bakanı Cavaignac, aralarında Zola’nın da bulunduğu belli başlı Dreyfusçuların, devletin güvenliğini tehlikeye atmaktan ve anayasal düzene karşı komplo düzenlemekten dolayı Yüce Divan’da yargılanmalarını dahi talep eder. Yazar Emile Zola, 13 Ocak 1898’günü,  L'Aurore gazetesinde kendi deyişiyle ‘Fransa'nın şerefini kurtaracak olan' yazısını yayımlar: ‘J'accuse...! Lettre au Président de la République: Suçluyorum...! Cumhurbaşkanına mektup'.
 Zola bu mektubunda Dreyfus'ün suçsuz olduğunu bilip bu gerçeği kendi suçlarını ört bas etmek için gizleyen generalleri, Savaş Bakanını, kamuoyunu saptıran gazeteleri, hukuku çiğneyen mahkemeleri çok keskin ve güçlü bir dille suçlamakta, eşitlik, özgürlük ve insan haklarının güvencesi olması gereken fransız Parlamentosunun hiçbir kesiminden bu konuda vicdanının sesini dinleyen namuslu bir insan çıkmadığını söylemektedir.
Dreyfus Davası, bu mektupla birlikte yeniden başlar. Bu arada Dreyfus’un mahkumiyetinde kullanılan belgelerin askeri istihbaratta görevli bir albay tarafından düzmece bir şekilde hazırlandığı ortaya çıkar. Adı geçen albay intihar eder. Askeri mahkemenin beraat ettirdiği Esterhazy de Dreyfus’un mahkum olmasına neden olan çizelgeyi kendisinin yazdığını itiraf eder ve İngiltere’ye kaçar. Bu olaylar üzerine Dreyfus davası yeniden başlar. 9 Eylül 1899 günü askeri mahkeme, adli hatayı kabul etmek yerine, Dreyfus’u bu kez hafifletici nedenleri dikkate alarak on yıl hapse mahkum eder ! Dreyfus yeniden Şeytan Adası’na gönderilir. Ancak, çok geçmeden Fransa Cumhurbaşkanı Loubet, Dreyfus’u affettiğini açıklar. Dreyfus’un tam olarak aklanması ise 1906’da yeniden yargılanması ile mümkün olur. Tam on bir yıl önce askeri okulun bahçesinde apoletleri sökülen Dreyfus için aynı yerde yeni bir tören düzenlenir ve kendisi bölük komutanı olarak binbaşı rütbesiyle yeniden orduya alınır. Dreyfus’a ayrıca askeri onur (Legione d’honneur) nişanı verilir. Dreyfus,  “Yaşasın Dreyfus!” diye bağıranlara şöyle cevap verir: “Hayır, yaşasın hakikat!”
 Dreyfus’un suçsuzluğu 1930 yılında iyice pekişir. Askeri bilgileri kendisine sızdırdığı iddia edilen Alman Schwartzkoppen’in günlüğü yayınlandığında gerçek bir kez daha ortaya çıkar. 25 Eylül 1995 tarihli Time dergisinde, Fransız ordusunun aradan yüz yıl geçtikten sonra ilk kez kamuoyu önünde Dreyfus’un suçsuzluğunu resmen ilan ettiğine dair bir yazı yayınlanır. Fransız ordusunda üst düzey bir komutan olan General Jean-Louis Mourrut, ilk kez kamuoyuna Dreyfus’un suçsuz olduğunu ve ordunun yanlış yaptığını açıklamıştır.
 Dreyfus olayı, Fransa’nın yaşadığı en büyük hukuksal skandal olarak tarihe geçti. Dreyfus davası, toplumda egemen olan Yahudi düşmanlığı duygularının açığa çıktığı, bu duyguların siyasi ranta tahvil edildiği, askeri kurumların militarizmi süreklileştirmek için basın ve kilise gibi kurumlarla işbirliği yapmaya yöneltildiği ve Fransız Cumhuriyeti’nin temel değerlerinin tartışıldığı bir süreç yaratmıştır. Bu haliyle Dreyfus davası, Fransa’nın siyasal ve toplumsal hafızasına kazınmış sembolizmi çok güçlü bir olaydır. 
 Ancak olaylar bu şekilde sonlandırılmamış ve Dreyfüs’ü muhakeme eden hâkimlerde mahkemeye verilerek hüküm giymeleri Yahudiler tarafından sağlanmıştır. Ve böylece General Patton’a karşı yapılan muamele, aynı güç aynı mantık ve aynı hukukun uygulanmasının bir başka örneği olarak Dreyfüs’ü müebbet hapse mahkûm eden divan-ı harp üyesi Fransız asıllı subaylar hapishaneye tıkılarak ödemişlerdir.
23 Şubat 1996 tarihi, Türk Dış Politikası’nda çok önem­li bir dönüm noktasıdır. 23 Şubat 1996 tarihinde Türkiye ile İsrail arasında yapılan “Askeri Eğitim ve İşbirliği Anlaşması”, Başbakan Tansu Çiller’in döneminde imzalanmıştır. Bu anlaşma ile İsrail savaş uçaklarına Türkiye üslerinde sığınma hakkı verildiği Türkiye, ABD ve İsrail Paktı şeklinde üçlü bir düzenleme için altyapı oluşturduğu söylenilmektedir.
İsrail de tarihinde ilk kez bir Müslüman ülke ile resmi bir askeri anlaşma imzalıyordu. Yapılan bu anlaşmayla, Orta Doğu’da yeni bir Türkiye-İsrail ‘ekseni’ oluşturuluyor ve bu yeni eksen, o güne kadar Türk dış politikasında titizlikle korunmuş birçok ilkeyi temelinden yıkıp atıyordu. Türk tarihinde çok önemli bir dönüm noktasını oluşturan bu Anlaşmayı, 23 Şubat 1996 tarihinde Genelkurmay 2. Başkanı Çevik Bir, İsra­il’i ziyareti sırasında imzalamıştı.[4]
İsrail ile bu “gizli” Askeri Anlaşmanın imzalanmasından sonra, 14 Mart 1996 günü, İsrail’de Devlet Başkanlığı Sarayı’nda Süleyman Demirel ile Eyzer Weizman, “Türkiye-İsrail Serbest Ticaret Anlaşması”nı imzaladılar. Buna bağlı olarak; çifte vergilendirme, yatırımların karşılıklı korunması ve teşviki ile ticari konuları içeren bir dizi anlaşma daha imzalandı. Bunun devamında gelişen olaylardan olarak 5 Nisan 2002 tari­hinde, dönemin Başbakanı Bülent Ecevit, Ariel Şaron’un Filistin’e saldırması üzerine önce;
“İsrail, dünyanın gözleri önünde soykırım yapmaktadır.” demiş, ancak bu sözlerinin üzerinden hemen bir gün sonra, geri adım atmış, şu açıklamayı yapmak zorunda kalmıştı:
“Ben aslında İsrail halkına çok değer veririm. İsraillile­rin de yer almakta olan olaylardan üzüntülerimi payla­şacaklarına eminim. Bu ifadeleri kullanmış olmakta is­temezdim. Üzüntü vermiş olmak istemezdim. Musevi­lerle biz tarih boyunca çok yakın ilişkiler içinde olduk. Bu son Filistin’e karşı yapılan işgal hareketinin sona er­mesini temenni ediyorum. Biran önce kalıcı ve hakça barış kurulsun.”
Türkiye’de bir dönem halkın büyük bir kesimi tarafından çok yüceltilen Başbakan Bülent Ecevit, neden sade va­tandaş Yahudilerle Siyonistler arasındaki ayrıma dikkat­leri çekmiyordu?
Soykırım yaptığını söylediği kişilerin, Siyonist İsrail devleti yöneticileri olduğunu açıklamıyor­du?
Kendisine saygı gösteren çevrelerin beklentilerine uygun cesur davranıp, neden Siyonizme karşı olduğunu duyuramıyordu?
Halkçı ve milliyetçi olarak bilinen bir başbakan, hangi korkular ve kaygılar sonucu Siyonist İs­rail devletinden özür dilemek zorunda kalıyordu?
Ancak olayların birden seyri değişti. Başbakan Bülent Ecevit, 4 Mayıs 2002’de rahatsızlanarak Başkent Üniversitesi Ankara Hastanesi'ne kaldırıldı. Tedavisi sırasında hastanede daha da durumu gittikçe kötüleşince eşi Rahşan Ecevit tarafından hastaneden çıkartılarak evine geri getirildi. Bundan sonra sıhhati gözle görünür şekilde düzeldi ve Başbakanlık görevine devam etti. Ecevit’in rahatsızlığı sırasında hükümete yönelik tartışmalar ve erken seçim talepleri de siyasi gündeme damgasını vurdu. Bu tartışmalar parti içine de yansıdı. Başbakan yardımcısı Hüsamettin Özkan’ın 8 Temmuz 2002'de görevinden ve partiden istifasını yeni istifalar izledi. İstifalarla koalisyon hükümeti TBMM’deki sayısal desteğini yitirirken, erken seçim kararı alındı ve 3 Kasım 2002’de yapılan erken genel seçimlerde DSP barajı aşamadı ve TBMM dışı kaldı. Genel başkanlıktan ayrılma kararını, 3 Kasım seçimlerinden önce olduğu gibi, seçimlerden sonra da zaman zaman dile getiren Bülent Ecevit, 22 Mayıs 2004 tarihinde düzenlediği basın toplantısıyla halefini ilan etti ve görevi Genel Başkan Yardımcısı Zeki Sezer’e devretmek isteğini belirtti. 25 Temmuz 2004 tarihinde yapılan DSP kongresi ile aktif siyaseti bıraktı.

    Moderatör: (David Ignatius) Evet gerçekten de çok ateşli bir konuşmaydı...
    T.Erdoğan: One minutes, one minutes, one minutes... Olmaz!... One minutes!
    Moderatör: Peki Sayın Başbakan, size de söz veriyorum ama lütfen hakikaten bir dakika sürsün.
    T. Erdoğan: Sayın Peres benden yaşlısın. Sesin çok yüksek çıkıyor. Biliyorum ki sesinin bu kadar çok yüksek çıkması bir suçluluk psikolojisinin gereğidir. Benim sesim bu kadar yüksek çıkmayacak; bunu da böyle bilesin. Öldürmeye gelince, siz öldürmeyi çok iyi bilirsiniz. Plajlardaki çocukları nasıl öldürdüğünüzü nasıl vurduğunuzu çok iyi biliyorum. Ülkenizde başbakanlık yapmış olan iki kişinin bana önemli lafları vardır. 'Tankların üstünde Filistin'e girdiğim zaman kendimi bir başka mutlu addediyorum' diyen başbakanlarınız vardır.' Tankların üzerine çıkıp da Filistin'e girdiğim zaman kendimi mutlu addediyorum' diyen başbakanlarınız olmuştur. Şu zulme alkış tutanları da ayrıca kınıyorum. Çünkü bu çocukları öldürenleri, bu insanları öldürenleri kalkıp da alkışlamak öyle zannediyorum ki o da ayrı bir insanlık suçudur. Bakınız ben burada çok not aldım; ama notların hepsini cevaplayacak vaktim yok. Fakat ben buradan sadece size iki söz söyleyeceğim. Bir, (Oturum moderatörü David Ignatius'un müdahalesi üzerine) excuse me, excuse me, bir, excuse me, bir, Tevrat der ki 'öldürmeyeceksin!' burada öldürme var. İki, İsrail ordusunda askerlik görevini yapan Oxford Üniversitesi uluslararası ilişkiler profesörü Avi Şalom, İngiliz gazetesi Guardian’da şunları söylüyor: 'İsrail haydut devlet vasfını kazandı.' (Oturum moderatörünün ikinci kez müdahalesi üzerine) Sana da çok teşekkür ediyorum. Sana da çok teşekkür ediyorum. Benim için de bundan böyle, bundan böyle, Davos bitmiştir. Daha Davos'a gelmem!...
Davos'ta 29 Ocak 2009'da Tayyip Erdoğan'ın "one minute"n ardından 'Türkiye ile İsrail arasında ipler kopuyor mu’ sorusu soruldu. Bu olaydan sonra İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres'in, Erdoğan'ı arayarak özür dilediği iddia edilmişti. Peres, özür dilemediğini sadece podyumda yaşananlardan dolayı üzgün olduğunu ifade ettiğini söyledi. Zaten Peres'in açıklamasından önce Tayyip Erdoğan geri adım attı ve paneldeki tepkisinin, oturumu yöneten moderatöre olduğunu belirtti.
Fakat bu olay her zamanki olanların aksine Başbakan R. Tayyip Erdoğan 29 Mart 2009 ta yapılan Türkiye Yerel Seçimlerinde AK Partiye % 38 le birçok belediyeyi kazandırdı. 12 Haziran 2011 tarihinde 24. Dönem Milletvekili Seçimlerinde oy yüzdesini %49,83'e çıkarmış ve Türkiye genelinde 21.399.082 oy alarak toplamda 327 milletvekili ile üçüncü kez hükümet kurma yetkisini kazanmıştır.


Ülkemizin garip insanları fikir adamı mukallitlerinin kucağında ve çok yoruldular. Hangi dala konacağını bırakın ağacını kaybetmiş çöl akbabasına döndüler. Semaya çıktılar, fakat inecek bir ağaç veya su birikintisi bulmakta çok zorlanıyorlar. Bir zamanlar Avrupa Birliği dalgasını göğüsleyip hazmetmeye çalışırken şimdilerde günün modası “İttihâd-ı İslâm Davası” çıktı. Alnı secde görmemiş, ömründe camiden çok kiliseye gitmiş, Kur’ân-ı Kerim’den çok Tevrat ve İncil okumuşların ağzında bu dava pelesenk durumunda.
“İttihâd-ı İslâm Davası” nedir diye sormaya gerek yok. Kimine göre mezhepler birliği, kimine göre Müslüman devletler birliği, Müslüman finans birliği, daha da ileri gidersek mevcut dinlerin mosonik düzlemde diyaloğu….Ancak genel görüş teatisi bir hilafet sistemi içerisinde kontrol altına alınmış İslam devletler birliği düşünülmektedir.
Niçin?
Emperyalist güçler bir zamanlar Osmanlı hakimiyetinde olan İslam Dünyası’nı parçalamanın ve bu şekilde yok edilme görüşüne bağlı olarak işgal ve yok etme planları parçalandılar. Ancak ihtiyarlar meclisi ve üst komitenin düşündükleri plan yeterli ve olumlu sonuç vermediği için yakın zamanlarda ikinci, üçüncü bilmem kaçıncı plan uygulamaya sokuldu. Bunun yanısıra İslâm Dünyasında mehdiliğe soyunan onlarca liderlerde çıkınca kontrol altına alınamayan kaos içindeki İslâm Dünyası için yeniden yapılanma gerekli olduğu anlaşıldı.
İşte Osmanlının yıkılışında baş gösteren “İttahad-ı İslâmî” hareketler, tekrararen Müslümanlar üzerinde uygulamaya sokuldu. Güçlü bir “İslâmî Devletler Birliği” bütün Müslümanların ideâl hedefidir. Ancak bu İttihâd sevdasının organizatörleri “ötekiler” olunca bir hinliğin olduğunu düşünmemek elden gelmiyor. Komünizm sözde öldürüldükten sonra dünya dengesini yitirdiğinden yeni bir karşıt kutbun sistematik olarak etken bir güç haline getirilmesi gerekmekte olunca Müslümanları zıt kutba hapsetmek gerekli oldu. Yüzyıllar önce parçalanma ve asimilasyon gibi hain planların tutmadığı görülünce Müslümanlar üzerinde ne yapmak gerekiyor, düşüncesi hasıl oldu. O da “Dünya Müslümanlarını seküler çizgide tekrar birleştirmek, tekleştirmek” olduğunu anladıklarında emperyalist güçler finans kaynaklarıyla, dönmeyen dönmeleriyle, yardım etme sevdasına düştüler. Peyderpey gizlice yapılan eylemeler açıktan yapılmaya dönüştü. “Arap Baharı” dalgasıyla son viraja girildi. İlk başta diktatörlerini deviren Müslüman devletler hepimizin hoşuna gideceği bir birlik rüzgarı estirdi. Ancak görünen taplonun o kadar şahane olmadığı kısa zamanda açığa çıktı.
Neden Müslümanlar kendi içlerinde bir kaynama noktasında ve değişime uğramak istiyorlar. Neden mi derseniz bunun cevabını Ünlü ateist Richard Dawkins söylüyor.
Elbette, 1930'larda, Katolik Kilisesinin en ölümcül örgüt olduğu söylenebilirdi.  Faşizmle olan çok açık, belirgin ve sefil ittifakı nedeniyle en tehlikeli cemaat oldukları söylenebilirdi.  Ama şu an için papanın en tehlikeli dini otorite olduğunu söyleyemem. 
ŞÜPHE YOK Kİ, EN TEHLİKELİ DİN İSLAM.  VE BUNUN DA NEDENİ KISMEN, BAŞINDA BÖYLE TEK BİR OTORİTESİNİN BULUNMAMASI.  BİR FERMAN ÇIKARIP DURMALARI İSTENEMİYOR.
ŞÜPHESİZ Kİ ÖYLE.  [5]
Bu sözler iki taşın arasında kalmış buğdayın unlaşıp nasıl fırınlamaya doğru gittiği anlatıyor. Televizyonda bir söyleşi programında birçok zevat-ı kiram hatırlayabildiğim kadar şunları aktarıyorlar,
“2006 yılında İngilizlerle yapılan gizli görüşmemelerde, Türkiye’nin bir halife arkasında toplanma zamanının geldiği, İslam Dünyasının kurtuluşa bu şekilde kavuşacağı için hilafetin tekrar gündeme getirilmesi.”
Bu meyanda bir bilgi insanların tüylerini ürpertecek cinsten bir şey. Sömürü uzmanı İngiltere bu dileği niçin talep etme ihtiyacı duyuyor, diye sormak gerekiyor. Yüzyıl önceki İngilizlerin ajanı olan Derviş Vahdetî’nin temiz Müslümanları kandırarak kurdurduğu İttihâd-ı Muhammedi Cemiyeti [6] ni hatırlamak yerinde olur.
İttihat, cemaatleşmek İslâm’ın emridir. Fakat İslâm dünyası ihtilaflar içindedir. Bu kötümü yoksa iyi midir noktasında düşününce bize göre İslâm Dünyası içlerindeki ihtilafla bir koruma kalkanının himayesine girmiştir demek gerekiyor. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin buyurduğu “Ümmetimin ihtilafında hayır vardır” [7] hadis-i şerifin hikmetlerinin bir cepheside bu olaylar ile daha bariz olmuştur. Bu nasıl diye sorusuna şu cevab verilebilir. Bu hadise bazıları zayıftır, der kabul etmezler. Bazıları tarafından da kabul edilir. Onlarda buradaki “ihtilaf”ı tarafgirlik anlamında değil de, müspet ihtilaf olarak görmüşlerdir. Yani, İslamî hakikatleri insanlığa bildirmede, tebliğ vazifesinde farklı yollar izlenilmesi, mezhebi farklılıklar olarak görmüşlerdir. Aslında bu hadisi şerif günümüze şu şekilde bakıyor. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, ümmetimin bir zamanı gelecek ki onların ihtilafta olmaları onları muhafaza edecek, koruyacaktır. "Hep birlikte Allah'ın ipine sarılın ve tefrikaya düşmeyin." (Âl-i İmran, 203) ayetine ters gibi gelen bir düşünce tarzı olarak görünse de bu ümmetin parçalanması kendi elleri ile olmadığından ve “ötekiler”in hain emelleri ile tekrar bağlanmanın ve birleşmenin, ümmeti hain çukura düşmelerine engel olacak bir hareket olacak demektir.
Her zaman unuttuğumuz bir konu olan “İslâm’ın kula ihtiyacının olmadığı, kulun İslâm’a muhtaçlığıdır.” Bu nedenle dünyevi menfaatler üzerine kurulacak birlikteliklerin İslâm’a bir getirisi olmayacağından bu ince çizgide yürürken, ayağı kayanların nihai hedeflerini çok iyi görmek gerekir.  Dost ve düşmanın renginin bulanık olduğu çağlarda meseleleri irdelerken şüpheciliği kapasitesi yüksek olanların zaviyesinde hep açık tutmak gerekir. İslâm hakkında hain bir akım kuvvetli olarak kalamamıştır. Dininin kavi olduğunu bilen Müslümana düşen arkasına düştüğü ekolün, liderin arkaplanını görmekte mahir olmaya çalışmasıdır.
Dünya son yüzyılda insan haklarında belirli bir mesafe kat etti denilebilir. Fakat hükümran olmak ve ideolojik vasıflı emellerininin sevdaları içinde boğulmaları olmasa belki dünya daha güzel olacaktı. Ancak “Tek dünya devleti” projesini hedef alanlar için en büyük engel önceden paramparça ettikleri İslâm dünyasını birleştirmekten başka çarelerinin kalmadığıdır. Bu nedenle günümüzde parlayan Müslümanlar birleşelim, dağınıklıktan kurtulalım, çaremiz yok, türünden haince bir tezgâh ürünü piyasaya sürüldüğünü anlamakta zorlanmayacağınızı umarım. Mesela yakın zamanda kaç tane temiz, bulaşık olmayan kişi, bir şekilde kazaya kurban gitmiş. İşine, fikrine pranga vurulmuş binlerce temiz adam kaybolmuş aç kalmış, unutulmuş, düşünebiliyor musunuz? O kadar çok ki, temizsin ya emekli olacaksın, ya da …bilmem ne tehditleri ile kaliteli keyfiyet, kemiyet sahibi insanlar S. Freud tezli sömürü tezgahında elimine olmuşlar.
Müslüman kendi dünyasında dini yaşamayı başardığı zaman, fıtratı gereği diğer insanlar ve mahlûkatta dine otomatikman ona ve dine iltica eder. Bu silsile kelebek çırpınışı gibi büyür gider. Unutmayın ki, Allah Teâlâ’nın bu dini koruyacağı taahhüdü vardır. Birçok kişinin soyunduğu din havariliği karşısında çok ta etkilenmeye gerek olmadığını bilerek, alt kademedeki insanın diğer üst kademedeki insana minnet duymayacağını bilmek gerekir. İnsan bu dünyaya geldi mi sorumluluk almıştır. Kimse yüklenmediği şeyden sorumlu değildir.  Herkes kendi sorumluluk çevresi kadar etkin ve sorumludur. Yoksa bulanık denizlerde fitne rüzgârları karşısında çok dayanaklı kalınmayacağı gibi insanın siyaset gereği hayatını ikame ederken aptalları oynaması da çok gerekli değildir. “Bireysel bütünlüğü” sağlamadan “çevresel bütünlük” hayallerine dalmak ancak İngilizlerle içilen beş çayındaki sonu gülüşmelerle biten fıkra konusu olmaktan başka durum meydana getirmez. 
Sonuçta hiç kimse kendisini bir kurtarıcı rolünde görmemeli sadece üstüne düşen maddî ve manevî görevini vicdanın muhasebesi altında Allah Teâlâ’dan korkarak yapmalıdır.
Sizler için Rahmetli Nezih Uzel Beyin “Kanatsız uçan hukukçular” makalesini buraya ekleyeceğim. Okuduğunuzda garip bir hisse kapılacağınızı şimdiden söyleyebilirim.
                 
Bir zamanlar Üsküdar’da sulh ceza hâkimi olan Eleşkirtli Cevdet Akpınar’ın oğlu Duray asker arkadaşımdır. 1967 yazında Edremit’te Yedek Subay eğitim tugayında  beraberdik. Aradan pek çok yıllar geçtiği halde arkadaşlığımız sürdü gitti, ara sıra buluşur yarenlik ederiz. Duray bir gün şunları anlattı:
“1961 yılında bir akşam babam eve geldi. Sert mizaçlı adamdı, az gülerdi, yine yüzü asıktı. Alışkın olduğumuza pek üstelemedik. Babam bir süre sonra önemli bir haber verdi: Yassıada Mahkemelerine üye seçilmişti. O sırada ülkede gerçekleşen 27 Mayıs askerî darbesinden sonra başta devrin ünlü başbakanı rahmetli Adnan Menderes olmak üzeri ülkeyi on yıl süre ile yönetmiş olan siyasi kadro yerinden sökülmüş ve Marmara Denizindeki Yassıada askeri üssünde hapse kapatılmıştı.
Bu kadro mahkeme edilecek, cezası kesilecek mahkûm olanlar layik oldukları cezalara uğrayacaklardı. Ülkede büyük bir değişme olmuş, o günlerin anlayışı ile zalim bir iktidar alaşağı edilmiş, halk kendi askeri aracılığıyla yönetime el koymuş, her şey yeni baştan ele alınmıştı. Bozulan ekonomi düzelecek, tıkanan adliye açılacak, insanlar mutlu bir geleceğe doğru sağlam adımlarla yürüyeceklerdi. Gelecek ümitliydi. Herkes neş’eli, herkes şen ve şakraktı. Acaba babamın yüzü, alışılmıştan öteye neden asıktı? Hain iktidarı mahkeme edecek hey’ette bulunmak  o günlerde ömrünü devlet ve adalet hizmetine adamış bir yargıç için şereflerin en büyüğüydü.
Ailece sevinç içindeydik. Gururlu ve azametliydik. Ancak babamda hiç hareket yoktu. Ne bir sevinç işareti, ne bir onur göstergesi ne de bir kararlılık alâmeti Hiçbir şey… Ortalık yatıştıktan sonra rahmetli peder ağır ağır söze başladı, dedi ki :  
“Bakınız evlatlarım, hanım sen de dinle… ben şimdi bu mahkemeye seçilirim, kalkıp görevime giderim, bu adamları topluca mahkeme eden hâkimler hey’etinde yerimi alırım. Bunları aylarca yargılarız, suç derecelerine göre ayırırız, kimi beraat eder, kimini hapse, kimini idama mahkum ederiz. Sonra verdiğimiz idam kararları infaz edilir. Aradan otuz yıl geçer, arkadan başta Adnan Menderes olmak üzere asılanları mezarlarından çıkarırlar, geriye kalan kemiklerini tabutlara koyarlar, üzerlerine Türk bayrağı sarar ve top arabalarına yerleştirirler. Devlet töreni ile getirir İstanbul’da Vatan Caddesine yeniden gömerler, üzerlerine de anıt mezarlar yaparlar. İşte o gün bizim adımız kötüye çıkar… Ben evlatlarıma böyle bir isim bırakmak istemem, bu vazifeyi kabul etmiyorum… Benden başka kimi isterlerse onu yargıçlar hey’etine seçsinler, kararımı verdim, ben bu göreve gitmiyorum…?
Hepimiz donup kalmıştık. Evde kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Neden sonra rahmeti anam konuştu? Haklısın bey… biz de seninle beraberiz. Nasıl istersen öyle olsun….?
Yassıada mahkemeleri yargıçlar hey’etine dahil olma şerefini reddeden ve olacakları bir kâhin edası ile bir bir sayıp döken Yargıc’ın oğlu Duray,  bunları anlattıktan sonra gözleri dolu dolu “Babam Vatan caddesindeki devlet törenini göremedi, Hayatta olsaydı görmesini çok isterdim? demişti. Mahkemelerin üzerinden otuz yıl geçtikten sonra…
Bir ömür boyu şerefli insanlar adına “suçluları cezalandırma? görevi yürüten Üsküdar Sulh Ceza yargıcı Cevdet Akpınar’ın anısı önünde hörmetle eğilirim. Kendisine cenabı Hakk’tan rahmetler dilerim. Bir “Hukuk evliyası? karakteri taşıyan bu insanın pek çok hukukçuya örnek olmasını dilerim. Yeryüzünde hiçbir hukukçunun haksız rejim ve dibi boşalmış siyasi sistemleri ayakta tutmaya yarayacak ölü kanunlar için imza atmaması yegane dileğimdir. Yeryüzünde hiçbir hukukçunun yasa dışı siyasi kanunların  girdabına kapılmamasını temenni ederim.
Kanun, yasa ve yönetmelik toplum vicdanından çıkmadıkça kanatsız uçmaya çalışan sürüngenlere benzer. [8]
Bu yazıya ilaveten başka bir yazısında şu eklemeler bulunmaktadır.
TAHA YASİN
Bağdat‘ta iki senede 300 bin kişiyi öldürenler 148 kişinin ölümüne neden olan Taha Yasin Ramazan‘ı ölüme mahkûm ettiler. Bir idam mahkûmunun ruh halini merak edenlerin, Taha Yasin‘in mahkemede “Allah biliyor… hiçbir kötü iş yapmadım…” dediği an, saptanan görüntüde, gözlerinin içine bakmalarını tavsiye ederim. Yeryüzünde hiçbir yaşayan canlının, diğer bir canlıya böyle bir zulüm yapmaya hakkı yoktur. Hayvanat bile bu derecede gaddar olamaz. Şu hayal âleminde kim kimin hayatını söndürmeye yetkilidir ki…
Siz kamu görevi yapan, suçlu veya suçsuz bir insana, bu gün ceza verebilirsiniz ama o ceza bu gün için olur. bunun bir de “yarını” var. Suç görecelidir. Siyasette bir devrin suçlusu, bir başka devrin suçsuzu, bir devrin suçsuzu, bir başka devrin suçlusu’dur   SUÇLU “İNSAN” YOK, SUÇLU “DEVİR” VARDIR. Neye yarar ki devirleri insanlar çekip çevirdiği için, suçlar yeryüzünde salınan insan bedenlerinde odaklaşıyor. Devirlerin suçu insanlara yükleniyor. Devrin suçu insan aynasında yansıyor. Devri yakalayıp suçlayamadığınıza göre, birini yakalayıp toplumun suçunu onun boynuna asıyorsunuz. Bu siyasettir.
SİYASET KENDİ SUÇUNU BAŞKASINA YÜKLEME SAN’ATIDIR.
Yüz binlerle ölüyü ve insan kanını Irak topraklarına saçtıktan sonra şaibeli bir mahkeme kurup işgalci güçlerin zorladığı uydurma   yasalarla insan asmanın da bir cezası olmalıdır. Bu gün veya yarın o ceza haksız olanların boynuna mutlaka dolanır. Akıllı insanlar olacakları herkesten önce bilirler. Saddam’ın, Taha Yasin’in bir gün mezarından çıkarılıp Bağdad‘ın orta yerinde anıt mezarlara gömülmeyeceğini kim iddia edebilir?   Bu ülkede siyaset ölü eliyle mezarlarda oluşuyor.   Bunun için hâkim Cevdet olmak da gerekmez… Artık bu işler öylesine ayan     beyan ki… Geleceği bu günden gazete havadisi gibi yazabilirsiniz.
İnsanları değil, devirleri suçlayıp asmanın bir yolunu bulmalı… Irak‘ı yeryüzünün kan çanağına çeviren ABD yönetimi ve ona belâdan uzak durmak için “vizyonumuz aynı” diyerek iştirak eden Türk yönetimini Tarih, yedi asır önce aynı ülkede altı milyon insanı telef eden Moğol kumandanı Hülagû gibi mahkûm edecektir. Kuşkusuz… Arada hiçbir fark yok… Buradayız. Bekleriz. [9]
Yapanlar ve yapılanlar her zaman bir süzgeçten ve hesaptan geçer. “Dün dündür, bugün bugündür ” diye bir düşünce Müslüman kişi için geçerli değildir. İnsan yaptığının vebalini bir gün ödeyeceğini bilmelidir.
EĞER İNSANIN BÖYLE BİR KORKUSU YOKSA HANGİ TAPINAKTA KULLUK EDERSE ETSİN ALLAH TEÂLÂ ONU AFFETMEYECEKTİR.
İhramcızâde İsmail Hakkı


KADER DEĞİŞSE DE NETİCE DEĞİŞMİYOR

Kader ve kazanın girift noktasında akıl ancak ahmaklığı ile baş başa kalır. Bunu anlamak hem kolay hem de zordur. Günümüzün olayları hergün daha acaibat tarzında tezahür ettiğinden Ahmed Amîş kaddesellâhü sırrahu’l azîz Efendimizin kaderi ifşaatların tekrar hatırlamak uygundur.
Ahmed Amîş Efendi kaddesellâhü sırrahu’l azizin müridânından biri Yunan Harbi sırasında gelmiş, demiş ki;
-“Efendi hazretleri bir rüya gördüm, ama korkuyorum anlatamıyorum.”
Ahmed Amîş Efendi;
-“Oğlum rüya hayata benzemez anlat.”
Mürid;
-“Efendim, çok feci anlatılacak gibi değil.”
-“Oğlum sen anlat, karışma,
-Efendim, gördüm ki, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ile İsâ aleyhisselâm güreşe tutuşmuş.”
Ahmed Amîş Efendi;
-“İsâ aleyhisselâm yendi değil mi?” demiş.
-“Evet Efendim, yoksa Yunan galip mi gelecek?”
Ahmed Amîş Efendi;
-“Sus”
-“Yunan galip gelecekti. Allah Teâlâ’nın takdiri buydu. Lakin Yunan evliya kabirlerine saldırdı, çoluk çocuk kadın ihtiyar katletti, gayretullaha dokundu. Anadolu evliyası niyaz ettiler.  “Ya Rabbi bu belayı başımızdan al.”  Onun için yunan mağlup olacak, ama Yunan’ın galebesi ile hasıl olan netice bizimkiler eliyle olacak. (Hatta fazlası oldu.) Allah Teâlâ’nın kaderine razı olmadığı için Anadolu velileri tasarruftan düştüler. Allah Teâlâ’nın kahır sıfatının tecellilerine razı olamadılar. Ya Rabbî bunları def et diye yalvardılar. 
Kader değişti fakat netice değişmedi. Allah Teâlâ’nın kahır sıfatına razı olmamanın sonucu olarak Yunanın galebesinin olacak netice hâsıl oldu. Türkiye laik devlet oldu.[10]
Tarih tekerrürden ibarettir. Günümüzde İsrail’in Gazze halkına, Suriye’nin kendi halkına yaptıkları saldırılar ve yurdumuzda PKK’nın milletimize yaptığı hain saldırıları kaderin yönünü değiştirmeyip sürekli neticelerini kaosa götürmekten başka hiçbir şeye yaramamaktadır.
Zulüm kavi olana karşı yapılamaz. Zulüm mazluma ve zayıf olana cari olur. Mazlumun dini olmaz. Allah Teâlâ mazlumun ahını duyar. Aciz olanların sahibi de Allah Teâlâ olduğundan kahır sıfatının tecelliyatını hak etmiş olduğu farz ettiği mazlumdan, “azîzün züntikâm” tecellisine  dönerek zalimden feci şekilde intikamını alınır. Bu alınmanın şekli beklenilmeyen bir şekildedir. Bu nedenle huzurlu yaşamak varken geçici dünya hayatında hırslara ve emellere mağlup olmalıyız. Ancak görünen şu ki, zulümler arttıkça dünyanın yaşı daha uzamaktadır. Yanlış bir düşünce vardır. Mazlumun hakkı ahirette tahsil edilir diye. Böyle bir şey yoktur Allah Teâlâ hakkı yenenin hakkını hem dünyada hem ahirette talep ve tahsil eder. Biz yaparız olur, mantığının geçerli bir dayanağı yoktur.
Ahmed Amîş kaddesellâhü sırrahu’l azîz Efendi gaybî haberlerden bahsederken buyurdular ki;
  • Şam, Bağdat, Mısır, birisi sudan, biri saikadan (yıldırım) biri de hareketi arzdan (deprem) harab olacaktır.
  • Türk devleti ( bir defasında da: Türk Milleti) ilâ yevmi’l-kıyâme baki kalır, payidar olur. Fakat şekl-i idaresi şekilden şekile tahavvül eder. [11]
  • Türkler tenassur edecek. (Türkler hıristiyanlaşacak) (1920 de söylendiğini hatırlayalım)
  • Benî Kureyşden biri ( bir defasında: Evlâd-ı Rasulden birisi  yani Hz. Hüseyin aleyhisselâm) zulüm ve îtisafa (haksızlık) mâruz kalınca (İslam liderliği) Kayı Aşireti’ne iltica etti. Mürûr-i eyyam ve zaman ile onlara baş oldu. Fakat kendileri de (sebebini) bilmez.
  • Hazreti Âdem’e bütün diller teklif edildi, ama Türk lisanını seçti. [12] Onun için Türk devleti ilelebet payidâr olur.
  • Türk kavmi ebabil kuşu [13] ile helak olacaktır.
  • Yerde gökte büyük değişiklikler olacak.
  • Semâvatta büyük değişiklikler olacak bir yıldız peyda olacak.
  • Paris şehri semavî bir hâdise ile mahvolacak.
  • Üçüncü Dünya Harbi çıkacak, “Rusya mahvolacak, küçük bir devlet haline gelecek.” Anadolu ahalisine dua ettim, bu badirede onlara ziyan gelmeyecek. Bu esnada avucunu sıkar gibi yaparak “Rusyayı küçülttüm, küçülttüm.” “Rusya darmadağan olacak! O Kremlin sokaklarında köpekler uluyacak!..”
  • İngiltere ve Yunanistan mahva mahkûmdur. İngilizler o zaman Türk donanmasına bakıp gıpta edecekler, hayıflanacaklar. [14]
  • Yine Ahmed Amîş Efendi’nin İngiltere için şu rivayeti vardır.  “O zâlim imparatorluk balıkçılıkla geçinen küçük bir ada devleti haline gelecek!.” [15]


[1] http://tr.scribd.com/doc/13225339/Bello-The-Vatican-Empire-The-Authoritative-Report-That-Reveals-the-Vatican-as-a-Nerve-Center-of-High-Finance-and-Penetrates-the-Secret-of-Papal-We
[2] Siyasa, İngilizcedeki policy sözcüğünün karşılığıdır. Belli bir konuda belirlenen hedef, izlenen yöntem ve izlemler bütünüdür. Örneğin Türkiye’nin kurduğu barajlar, Türkiye’nin su siyasasının bir parçasıdır. Siyasa sözcüğü, siyaset bilimi dışında fazla yaygın değildir. Onun yerine siyaset ya da politika sözcükleri kullanılmaktadır. Siyaset biliminde en çok kullanılan kelimelerden biridir. Yerini "siyaset" kelimesi almıştır. ama aralarında ince bir nüans farkı yok değildir. Buna göre, siyasa, daha ziyade kâğıt üzerindeki temel, genel planı ifade ederken siyaset, işin daha çok eyleme geçirilmiş, somutlaştırılıp daraltılmış halini anlatır.
Siyaset, siyasadan daha özel ve somuttur. Siyasa ise daha genel ve daha soyuttur.
[3] GENARAL PATTON (1970) Film
Yönetmen: Franklin J. Schaffner    
Ülke: ABD
Tür: Biyografi | Dram | Tarihi
Vizyon Tarihi: 01 Şubat 1972 (Türkiye)
Süre: 172 dakika
Dil: İngilizce, Almanca, Fransızca, Rusça, Arapça, İtalyanca
Senaryo: Francis Ford Coppola | Edmund H. North | Ladislas Farago
Müzik: Jerry Goldsmith   
Görüntü Yönetmeni: Fred J. Koenekamp    
Yapımcılar: Frank Caffey | Frank McCarthy |
Oyuncular: George C. Scott, Karl Malden, Michael Bates
Firma: Twentieth Century Fox Film Corporation
Ödüller: 7 Oscar, 18 ödül ve 7 adaylık
Çekim Yeri: Almería, Andalucía, Spain

Özet
Film 1943 yılında 2.Dünya Savaşı'nın Kuzey Afrika cephesi ile başlar.Savaş tarihinin en eksantrik komutanlarından biri olan Tankçı General George S. Patton Jr.(George C. Scott) 'ın karşısında Çöl Tikisi lakaplı ünlü Alman Mareşali Rommel (Karl Michael Vogler) vardır. Askeri dehasının yanı sıra savaş tarihini de çok iyi bilen Patton, Rommel'in yazdığı kitapları da okumuştur ve onun taktiklerini kullanarak 'Çöl Tilkisi'ni Kuzey Afrika'dan sürer. Bu başarısı üzerine korgeneralliğe terfi ettirilerek Sicilya 'ya gönderilir. Burada Müttefiklerin diğer bir ünlü komutanı İngiliz mareşali Montgomery (Michael Bates) ile bir rekabete girer. Kimi zaman üstlerinin emirlerine itaatsizlik eden, bencil, boşboğaz ve küfürbaz bir asker olan Patton'un bu huyları onun askeri dehasının önüne geçer. Disiplin takıntısı yüzünden bir hastane teftişi sırasında korkaklıkla suçladığı hasta bir eri tokatlaması ve ona herkesin içinde hakaretler yağdırması kariyerini tehlikeye sokar.
[4] Yılmaz DİKBAŞ, “İsrail’in Nükleer Silah Cephaneliği”, AsyaŞafak Yayınları, İstanbul, Nisan 2006
Yılmaz DİKBAŞ - Efendi Teröristler, AsyaŞafak Yayınları, İstanbul, Mayıs 2009.
Ali UĞUR Dünya Gündemindeki İsrail- İstanbul : [s.n.], 1983.
[5] Discussions With Richard Dawkins, Episode 1: The Four Horsemen (Video 2008)
[6] İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti’nin resmi kuruluşu 16 Mart 1909 olarak alınmıştır. Derviş Vahdetî, Volkan Gazetesi’nin 16 Mart tarihli nüshasında İttihad-ı Muhammedî Cemiyeti’nin nizamnamesi yayımlanmıştır. Nizamnamede Cemiyet’in başkanı, Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem olarak gösterilmiştir. Cemiyet, 26 kisilik bir kurucu heyet tarafından kurulmuştur. Nizamnamenin 3. Maddesi’nde Cemiyetin amacı açıklanmıştır.
3 Nisan 1909’da, yani 31 Mart (13Nisan 1909) vakasından on gün önce, Ayasofya Camiinde çok kalabalık bir cemaatin iştirakiyle okunan mevlidden sonra İttihat-ı Muhammedî Cemiyeti resmen halka açıldı.
Derviş Vahdeti “İttihad-ı Muhammedi” adı altında kurduğu derneğe, birçok softaları ve mutaassıp dindarları üye yazdırdı. İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne bağlı kimseleri dinsizlikle suçlamış, ağır saldırılarda bulunmuştur. Dernek askerin içine soktuğu bazı kişiler aracılığıyla kışkırtmalara girişti. Sonuçta, 31 Mart 1909 günü askerler “şeriat isteriz” bağrışmalarıyla ayaklandılar. Olayları başlatan askerlerin, İttihat-ı Muhammedi Cemiyeti’nin açıldığı gün dağıtılan küçük bayrakları taşıması dikkatleri Vahdetî’nin üzerine çekti. Volkan’da yayımlanan yazılar ve özellikle Vahdeti’nin 14 Nisan 1909’da II. Abdülhamit’e yazdığı açık mektup, halkı ve askerleri tahrik edici nitelikte bulundu.
Ayrıca meşrutiyet anlayışıve adem-i merkeziyetçi fikirleriyle İngilizlere ve Prens Sabahaddin’in başında bulunduğu Ahrar Fırkası’na yakın olan Kamil Paşa ile oğlu Said Paşa’ya yakınlığı ile tanınan, hatta bu yüzden 31 Mart vakası ile ilgili olarak yeni yayımlanan belgelere dayanan bazı araştırıcılar tarafından Derviş Vahdeti’nin İngilizlerin emrinde çalışan bir ajan olduğu ileri sürülmektedir.
Derviş Vahdeti 17 Nisan’da sorgulanmak üzere mahkemeye çağrıldı. Derviş Vahdeti ittihatçıların adaletine güvenmediği için 18 Nisan’da İstanbul’dan kaçtı. Beykoz, Gebze, Hereke ve Sapanca’da gizlendi. Son olarak gittiği İzmir’de Abdullah Nadiri tarafından ihbar edilince 25 Mayıs’ta tutuklandı.
İstanbul’a getirilip, Divan-ı Harp’te yargılandı. Görünüşte “Abdülhamit’e Açık Mektup” adlı makalesinden dolayı hakkında dava açılan Vahdeti, 31 Mart Olayı’nın müsebbibi olarak idama mahkûm edildi ve karar 19 Temmuz 1909 tarihinde Sultanahmet Meydanı’nda infaz edildi.
[7] Sehavi, el-Makasıdü'l-Hasene adli eserinde, Beyhaki'nin bu hadisi munkati bir senetle naklettiğini söyler. Yine Beyhaki, ayni rivayeti Risaletul Esariye adli kitabında senetsiz olarak da nakletmiştir.
İmam Suyuti, Camius Sagyir'de bunu senetsiz olarak nakletmiştir. Hadisin yaygın olması hasebi ile İmam Suyuti, önceki hadis alimlerinin eserlerinde senedli olarak yazılmış olabileceğini, ancak -sahih ya da uydurma olarak- senedinin kendisine ulaşmadığını söyler.
Ayrıca hadisi Deylemi, Es Sahavi, El Acluni, Makdisi ve Taberani'nin de senetsiz olarak eserlerine aldıkları söylenmiştir.
Es Subki ise, "Muhaddislere göre bu, bilinen bir hadis değildir; ne zayıf, ne de uydurma bir senetle onu bulamadım, aslının olduğunu zannetmiyorum. Ancak bir kimsenin sözü olabilir. Belki de birisi ümmetimin ihtilafı rahmettir deyip, bazıları da onu alarak, hadis zannetmişŸ ve peygamberin sözü saymıştır. Hala inanıyorum ki, bu hadisin aslı yoktur." demiştir.
Hafiz el Iraki de hadisin senedinin zayıf olduğunu söyler... Sonuc olarak "Ãmmetimin ihtilafı rahmettir" sözü; Hadiste birinci derece kaynak olarak kabul ettigimiz Kutub-u Sitte kitapları içinde bulunmamaktadır.

İkincil derecedeki hadis kitaplarında sahih bir senedi yoktur. Hatta birçok muhaddise göre zayıf bir senedi de bulunmamaktadır. Hadisin en meşhur rivayeti dahi munkati bir senetle gelmiştir. Munkati hadis ise, doğrudan referans olarak alınmaz.
[9] http://nezihuzel.com/index.php/2007/02/13/zamanin-yarini-var/
[10] Mehmet Akif Ersoy Üstad Kadir Mısıroğlu 2012 İstiklal Marşı hakkındaki konuşmada geçen bir fıkradır.  http://www.youtube.com/watch?v=BtNlEwJLhEI&feature=related (uzun bir videodur. 2 saat kısımdan sonra anlatılmaktadır.)
[11] Ahmed Amîş Efendi, hzl: İhramcizade, Gözde Matbaa, İstanbul, 2012 (Gaybî haberler)
[12] Ahmed Âmiş Efendi bu sözü, kuvvetle muhtemel, Osmanlı Devleti’nin kesin dağılma sürecine girdiği 30. Ekim 1918’in hemen ertesinde söylemiştir. Türklüğün bekasına dair Ahmed Amîş Efendi’nin bu sözü kendisinden önceki mutasavvıflarda da vardı. Mesela Ruhul Beyan Tefsirinin Müfessiri İsmail Hakkı BURSEVİ (doğumu miladi 1652) Hazretleri, İstanbul Kütüphanesi’nde kayıtlı "HADİS-İ ERBAİN“ adlı eserde Bakara Suresi 31. ayetin tefsirini yaparken şöyle diyor:
“Âdem’in cennetten çıkma vakti gelince Cenab-ı Allah bunu haber vermesi için CEBRAİL’İ gönderir. Cebrail durumu Âdem’e bildirir. “Âdem tınmadı“ yani emri duymazlıktan geldi. Cebrail durumu Allah’a bildirince Allah Teâlâ Cebrail’e: “Git ÂDEM’E LİSAN-İ TÜRKİ ile SÖYLE“ der. Cebrail gelir ve Türkçe olarak cennetten çıkma emrini tebliğ eder. “Âdem cennetten lisan-i Türki ile ‘kalk‘ dimekle kıyam idip çıkmıştır. Zira ahir zamanda tasarruf Türk’ündür.“(İstanbul Küt. 1317 nolu kitap, s.26 )
Cenâb-ı Allah, Bakara Suresi 31,32 ve 33. ayetlerden öğrendiğimize göre: ”Âdem’e İlim vermiş, bütün isimleri ve eşyanın adını öğretmiştir.” Yani Âdeme kendi zürriyetinden gelen bütün milletlerin ve bu milletleri oluşturan bütün insanların adları ve dilleri öğretilmişti. (SAYAR, 1994), s.555
[13] Hava harekâtları ile
[14] Evliyanın tasarrufuna bir misal daha verebiliriz.
17 MART 1694'TEN 18 MART 1915'E VEYA MONDROS'TA ATILAN İMZA
Bu başlığı şöyle de atabiliriz: 17 Mart 1694'ten 18 Mart 1915'e veya ayağı bukağılı bir erenin 30 Ekim 1918’ de Mondros'ta attırdığı imza.
XVII. asrın sonlarındayız. Devir İkinci Ahmed devridir. Hazret-i Niyazi'nin iş başında bulunan hainleri Padişaha tek tek bildireceği şayiası, devlet adamları arasında, özellikle de Kâdızâdelilerden Vânî-i Cânî lakaplı Mehmed Efendi’de telaş uyandırır. Sadrazam Bozoklu Mus­tafa Paşa, Mısrî Efendinin duasını almak isteyen ve sonra sefere çıkılma­sını münâsip gören Sultân II. Ahmed'i, bu zât geldiği takdirde büyük bir fitne zuhur edeceği yolundaki telkinleriyle fikrinden vazgeçirir.
Hazret-i Pîr, 30 Haziran 1693 Salı günü Edirne'ye gelip va'z etmek üzere Selimiye Camiine indiği zaman, halk caminin etrafını doldurmuş kalabalık­tan içeriye girilemez olmuştur. Bu durumu gören Sadrazam, Niyâzî-i Mısrî'nin eğer derhâl tutuklanıp sürgün edilmezse büyük bir karışıklık çıkacağını padişaha telkin eder; Mısrî'nin Limni'ye sürgünü hususunda bir ferman alır. Bunun üzerine Hazret-i Mısrî tekrar Limni'ye sürülür (1693). Hazret-i Pîr bu sefer incinmiştir ve giderken:
“OSMANLI'NIN İNKIRAZI (ÇÖKÜŞÜ) İÇİN DÖRDÜNCÜ KAT SEMÂYA BİR KAZIK ÇAKTIM. BU KAZIĞI BENDEN BAŞKA KİMSE ÇIKARAMAZ.” der ve ayağındaki bukağı ile bir koçu arabaya bindirilip palas pandıras yola çıkarılır. Ve bir müddet sonra adada (17 Mart 1694) vefat eder.
Yıl 18 Mart 1915 İngiliz Agamemnon zırhlısı Çanakkale Boğazına girer ve Mecidiye tabyasına ölüm kusar; ancak Çanakkale'yi geçemez. İsabet alıp geri çekilir. Birinci Dünyâ Savaşı sonunda ateşkes isteyen Os­manlı Devleti ile İtilaf Devletleri arasında 30 Ekim 1918 yılında Limni Adasında Niyâzî-i Mısrî'nin gömüldüğü yere bakan Mondros Limanında Agamemnon zırhlısında yapılan antlaşma ile Osmanlı'nın inkırazı (çö­küşü) tescil edilir.
İmdi, sadede gelelim ve ricâl-i devlete dönüp soralım:
Biz şimdi Hazret-i Mısrî'den özür dileyip Mondros'ta ayağımıza ge­çirilen bukağıdan kurtulalım mı, kurtulmayalım mı?
Bu zat, zamanının büyük velîlerinden olup kerametleri zahir ve bahirdir, ne buyurmuşsa hepsi ayniyle vuku bulmuştur.] (TATÇI Mustafa Niyâzî-i Mısrî [Kitap]. - İstanbul  : H Yayınları, 2010, s.92)
[15] Günümüzde çıkan “Arap Baharı Olayları” İngiltere ve diğer Avrupa ülkelerinin ekonomik durumunun düzeltilmesi için yapıldığını görünce bu yıkımın yaklaştığını düşünebiliriz.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar