BİLİNMESİ GEREKEN MUHTELİF BİLGİLERDEN
DÜNYAYI KİM YÖNETİYOR?
İnsan
dünyayı yönetendir. Hayvanın yöneticilik vasfı yoktur. Peki yönetmek ve
yönetilmekteki kıstas nedir? Bunda esas olan bilenler, bilmeyenleri yönetmekle
hükümlü kılınmış olasıdır. Ancak “Bilen Yöneteciler” çıkar çizgisinde olunca
sorunlar çıkmaktadır. Tarihin geçmişinden gelen yönetenleden en güçlü olanlar
okült örgütlerdir. Bunların yönetimdeki
etkinlikleri ve dünya yöneticilerini fark etmekte zor olmaktadır.
Gizliliğin
içinde olan okült yönetenleri bilebilmek için gizli ilimlere ulaşan bilgiye
sahip olmak ve onların kendi aralarında
kullandığı takvimi bilmek gerekir. Onların takvimi 360 gün üzerinedir. Bu nedenle onların bize göre gaybî
kendilerine göre huzûrî bilgileri bugün
itabarıyla 2500 gün öncedendir. Onların bu bilme özellikleri ile
yönetilen dünya üzerinde hâkimiyet kurmaktadırlar.
Dünyayı
yönetenlerdeki hâkimiyette bir ayrıcalık var mı diye düşündüğümüzde, onlar için
devletlerin esası ve varlıkları üzerinde “üst tasarımcılar” diye adlandırılırlar.
Bu hâkimiyet her zaman bir şekilde kendilerini yok eder gibi, görünerek bir
diğer guruba intikal ettirilir.
Dünyada
olaylar bahsedilen takvim esasına göre
36 yıllık periyotlar ile 108 yıllık zaman çevresinde doğudan batıya
dönüşümlü olarak devreder. Her otuzaltı yılda insanlar bir önceki yılın inkarı
ve çelişkisi ile uğraştırılırken “üst tasarımcılar” yönetilen bilmeyenlere
hâkim olurlar.
Günümüz
itibarıyla yönetenler, 19 yüzyılın izimleri iken, gelecek yüzyılı kuantum ve
teknoloji terorileri bilgileri ile mücehhez olanlar yönetecektir, denilebilir.
Yöneten “üst tasarımcılar” koydukları kuralları
tespit eder. Yönetilen insanlara bildirdikleri kavramlar da kozmik âlemde pek
değer taşımayanlardır. Her 36 yılda değişim tekrar eder. (1989 baz aldığımızda
enigma oprasyonlarının bu yüzyıl için başlangıç kabul edilmektedir. ) eski
bilgiler paçavraya dönüştürlmekte ve
yeni bilgiler ile inasn bilgilikleri
sarsıntıya uğratılmaktadır. İşte bu sebeple bazı kimselerin önceden
bildikleri komplo türüne varacak kadar olan bu bilgiler ve olaylar 2500 gün
önceden tasarlanmış ve uygulamaya sokulmuş planın aksiyon şeklidir.
Kavramlar,
bilgiler “üst tasarımcılar” elinde oyuncak gibidir. Bu şekilde oluşan gelecek
zaman zuhuratı, daha önceden yönetilenlere kehanet ve öngürü gibi sunulması ve
ön aşamada kastî bilgi sızdırılması ile
mümkün olmaktadır. Neticede bu tür bilgiler toplumda tatmin sağlama yanında bir
korku imparatorluğu da oluşturulmaktadır. Bu korku yönetilen gurubta tahliye,
tasfiye ve mankurtlaşmayı sağlamaktadır.
TAVİSTOCK ENSTİTÜSÜ
İlluminati,
gül ve haç kardeşliği vesair örgütlerin en tepesinde bulunan ve bir çatı
vazifesi gören bu örgütlenme CIA'in kontrol etmek istediği ülkelerde operyasyon
yapabilmek için kurduğu bir enstitüdür. Bunlar anglo sakson kökenlidir ve
dünyadaki atmosfere İngiltere kanadından gizli olarak yön verildiği kanısı
oluşurken göz ardı edilmemesi gereken örgütlenmedir. Haklarında çok geniş
bilgiye ulaşmak mümkün değildir.
tavistock
enstitüsü'nün ilham kaynağı ünlü psikanalist Sigmund Freud’un "insan
davranışlarının kontrolü" konusundaki araştırmaları olmuştur. Zihin kontrol operasyonları, toplumların
psikolojileri ve insanların psikolojileri üzerinde çok derin araştırmalara
sahiplerdir ve bir enstitü olmasından dolayı bu alanda çok önemli çalışmaları
vardır. Bu örgütün en üstte olduğunu düşünmek, işlerini gizliden yönetmeleri ve
doğrudan insan ve toplum psikolojileri üzerine çalışmalarından dolayı gayet
mantıklı bir yaklaşımdır. Teknolojik yapılanma ve tasarımda bu örgüt ve silsilesinde
on yıllar olacak kadar en üst düzeydedir.
AMERİKA’NIN DIŞ SİYASETİ
Amerika
tarihte tek başına bir savaş kazanamamıştır. Bir tek 81 ölü vererek Ordusu
olmayan Panama’ya karşı kazanmıştır.
Amerika’da
her şey olağanüstüdür. Hiçbir olay, suikast vb. onun imajını zedelemez.
Amerikan
toplumunda ekonomik çıkarları zedelenenince temizleme operasyonları vardır.
Kovboy demokrasisi olduğundan Amerika’nın imajı hiç zedelenmez.
Amerikan,
son dönme dış siyasette Afganistandan Suriye meselesine kadar 40 000 askeri öldüğü
için Amerika artık HOLİSTİK DIŞ POLİTİKA uygulamasına geçmiştir.
HOLİSTİK,
şumulî bütünselci, bütüncülük, eşyaların bütün birimler olduğu ve bunların
böylece muamele görmesi ve birbirinden ayrılmaması teorisi dir. Yani bedensel
hastalıkların tedavisi ancak beden tarafından yapılmalı, dışarıdan müdahale
edilmemelidir. Ancak dışardan yardımcı olacak takviye yapılarak bedene yardımcı
olmaktır. Bu nedenle son dönemde Amerika İslâm âlemine bir bütün olarak bir
hastalığı var olarak bakmaktadır. Hastalık vardır, bu İslâm Dininin kendisidir
ve bu din getirmiştir demektedirler.
Öyle ise biran önce İslâm Devletlerine Laikleşme ve sekülerleşme
ilacı verilmelidir. Dil yapısına göre Fransızca konuşanlara ve kültürüne yakın
olanlara laisizm, İngilizce konuşanlara ve kültürüne sahip olanlara sekülerizm
ilacı verilmesi gerekiyor, diye dış politikalarını geliştirmektedirler.
Dünya
bankası Amerika’ya ı değil, BM ye bağlı ekonomik Ve sosyal Konseye bağlıdır. Bu
Konseyde 26 şirkete bağlıdır. Son Arap Baharı da Finans sektörüne 65 Milyon
Kredi kartı kullanıcı sağlanması için demokratikleşme paketi altında
canlandırma operasyonlarının görünmeyen yüzüdür.
İSRAİL HAKKINDA
İsrailin
güvenliği Ortadoğu’daki terörle korunmakta olduğundan Siyonistlerin iktidarda
kalabilmeleri için bir Orta Doğuda 20-30 yıl daha sürmesi beklenen Kürt
problemi çıkartılmıştır. Çünkü Amerika’nın İsrail’in toprak büyütmesine izin
vermemesi ve Filistin arasında büyük bir savaş yükünü çekmek artık mümkün
değildir.
Yakın
zamanda bir İsrailli ere karşılık 1073 Filistinli serbest bırakılması, İsrail
için bir vatandaşının ne kadar değerli olduğunu göstermektedir. Ayrıca Filistin
BM devlet olmak için başvurduğu için İsrail’in ona direk olarak bir saldırı
yapması mümkün olmadığından pasif görünümden kaçınma politikalarına örnek
teşkil eder.
İsrailin
hedefleri için yeni “çatışma bölgeleri” oluşturulması gerekiyordu. Bu nedenle
sorun merkezi için Türkiye en uygun bölge seçilmiş ve 1960 larda PKK yı İsrail
bir örgüt olarak dizayn etmiştir. Burada unutulmaması gereken hiçbir zaman PKK
istese de dahi kendi iradeleri ile silah bırakamazlar.
İsrailin
gerçek adı “İsrail Siyonist Devleti” dir. Yahudiler ikiye bölünmüştür. Siyonizm
tutarsızlıkları nedeni ile çökecek önümüzdeki 20 yılda bir çok değişim
tedbirleri almazsa sıkıntılara düşeceği görülmektedir. Çünkü Siyonizm İsrailin
de başına bela olmuştur.
KÜRT AÇILIMINDAN SONRAKİ DİĞER AÇILIMLAR
Türkiyenin
bütünlüğünü bozmak için Kürt açılımından sonra “Laz açılımı” da
hazırlanmaktadır. Almanya'da yaşayan Lazlar kendi anadillerine sahip çıkmak
için kurdukları Lazebura Birliği'yle dillerine sahip çıkmaya çalışıyorlar adı
altında Lazebura, 1983'te bir çalışma gurubu olarak Almanya'nın Stutgard
yakınlarında Üç kişi tarafından kuruldu.. Aralarında etnolog Wolfgang Feurstein
de vardır. Lazca'ya uygun bir Latince alfabe geliştirdiler. Ayrıca 1984'te
Kafkasoloji Kongresi'ne sunulmuştur.
IRAK DEVLETİ
1930
yılında Irak hükümeti bağımsız bir devlet olma yolunda İngiltere ile 25 yıllık
bir anlaşma imzalarken, 1932 yılında Milletler Cemiyeti'ne bağımsız bir devlet
olarak katıldı. Irak Devleti (1932)de BM girişinde 12 maddeyi kabul etmiştir.
Bu 12 maddeden biri Sınırlarında Irak’ın kontrol edemediği bir sınır
çatışmasında ve bir şiddetle karşılaştığı zaman sınırdaşı olduğu komşu ülkeyi davet
etme hakkı vardır. (Yani Amerika’dan izin alması gerekmez.)
Irak
tarih boyunca kaynayan kazan gibi etnik çatışma kabiliyetine sahip konumdadır.
1933 Kral Faysal'ın ölümünün ardından ülkede dinsel ve etnik çatışmalar arttı.
Son zamanlarda Amerika Kuzey Irakta tam teçizatlı 600 Binlik taşeron bir ordu
kuruluşuna yardım ettiği için ileride Irak kendi arasında çatışmalara sahne
olacaktır, denilebilir.
TESETTÜR
SOYGUNU- İTALYA İLİŞKİSİ
“SEVAB, KEBAB, MENFAAT ÜÇGENİ”
Nino
Lo Bello tarafından yazılan The Vatican Empire “Vatikan İmparatorluğu” isimli
kitabın son bölümünde 1958 de Katolik kadınlar nasıl tesettüre girme yani
başlarına şapka giydirdiklerini ve örttürdüklerini izah etmiştir.
1958
baharında, Amerika (İtalyan Menşeli) şapka üreticileri “Dinsel araştırmalar Merkezi” diye bir
paravan örgüt kuruyorlar. Guido Orlando adında bir gazeteci Amerika Şapkacılık
Enstitüsü tarafından işe alındı.[1]
Orlando derhal ilan Araştırma Enstitüsü, oluşturulan yirmi milyondan fazla
"bir anketin sonuçları" Kuzey Amerika'da kadınların her hafta ayinine
katılırken başlarını kapatmadan gitmedikleri hakkında bir rapor hazırlayarak
Papa Pius XII giderek sundular. Katolik kadınların kiliseye giderken
başlarının örtmesi gerektiğini belirterek papayı yönlendirip bir açıklama
yapmasını istediler. Papa kiliseye ve dini törenlere giderken şapka giysinler
diyerek bildiri yayınlandı. Sonuçta
şapka üreticileri 63 Milyon şapka satıldı.
Daha
sonra aynı şirket İran’da ortaya çıkıyor. Şahın döneminde bu İtalya’daki şirket
İran’da eşarp, çarşaf ile İranı din adına soydular. Daha sonrada Türkiye’de
aynı senaryo dindarlık adına uygulamaya sokuldu ve başarı sağlandı.
Şimdilerde Lüks Eşarplar ve giyim
tarzı Lümpen burjuva (Paçavra
burjuvası)nın bütün hayatî alanlarını da kapsayacak şekil ve tarzda muhafazakar
ve mutaassıp geçinen elit tabaka tarafından temsil ediliyor. Yeni olarak
İtalyanlar Kuzey Irak’ta Kürt kadınlarına başlarını nasıl modern örtmeleri
gerektiği şekilleri empoze ediyorlar.
ARAP KARNIBAHARI
Arap
baharından sonra Mısır Libya hepsi ikiye bölüncektir. Doğu- batı, şii- sünni,
kuzey güney diye ayrılacaktır, öngörüsü hâkimdir.
TÜRKİYENİN İÇ VE DIŞ SİYASASI[2]
Üniter
Devlet Tevhid anlayışını kabul eden Merkezi sistem içerisinde bireysel
özgürlükleri savunan Müslüman devlet tipine denir. İslam devletleşme tipidir.
Muhammedanlar da denir.
Avrupa’da
üniter devletler yoktur. 12 tane krallık vardır. Türkiye devleti üniter
devlettir. Osmanlıdaki Ümmet toplumundan
Cumhuriyet Türkiye’sinde millet toplumuna geçilmiştir.
Anayasada
Türk Devleti değil, Türkiye devleti
denmiştir. Niçin, Özellikle bir ırka dayalı devlet kurulmadığını belirtmek için
denmiştir. Ayrıca Hilafet makamı TBBM bünyesinde mevcuttur.
ULUS DEVLET
Ulus
Devleti demek kendi içerisinde başka ulusları barındıran ve anayasal vatandaşlıktır.
Bir kişinin Çerkez olması kültürel kimliktir. Ancak Türkiye Cumhuriyeti
vatandaşıdır. Osmanlı döneminde insanlar Ümmet kategorisinde “kul” vasfındadır.
Cumhuriyet dönmesinde Ulus devlet içinde bir vatandaştır.
Dilleri
ana, resmi ve meşru dil diye ayrım yapılarak ayrışıma gidenler, meşru
dile literatürde yer bulamazlar, bu uydurma bir terimdir.
***
“Dış
siyasette ve komşularla sıfır sorun yoktur” bir masaldır.
***
Türkiye’de
her genelge ve söylevle 30 yıldır irticai faaliyetler ve bölücülük terimleri
ile süslendiğinden bölünmenin psikolojik alt yapısı zihinlerde hazırlanmış bu
şekilde Türk insanının beyni yıkanmıştır. Bu meyanda bu iki unsurun biri
iktidarda diğeri dağda faaliyet göstermektedir.
***
Türkiye
de siyasetçi kıtlığı vardır. Osmanlıda Siyasî at cambazı olarak geçmektedir. Bizdeki siyasilerin
ekseriyeti devlet adamı da olamamışlardır.
***
“Türkiye
hiçbir şeye hazır değildir”
politikası her zaman geçerlidir.
***
Avrupalılar
Türkiye’yi merak ederler. Türkiye bir şey yapmayacak olsa bile Tarih Türkiye’yi
bir şey yapmaya zorlamaktadır.
***
Ortadoğu’daki
insanların davranışları incelenmiş, Anadolu’daki insanların olaylar
karşısındaki tepkiler tahmin edilemeyen ülke insanların kategorisinde olduğu
görüldüğünden yabancılar Türkiye İnsanı ile güven sorunu yaşarlar.
NOT:
Aytunç ALTINDAL Beyefendinin videolarındaki bilgilerden derlenmiştir.
Doç.
Dr. Ümit Sayın
Türkiye ve diğer
ülkelerdeki DSM-IV sınıflaması takipçisi psikiyatristler ne derlerse desinler,
Colin Ross isimli Amerikalı psikiyatristin yazmış olduğu bazı kitaplar
istihbarat örgütlerinin aslında ‘Zihin Kontrolü’ projelerinde ne kadar
ilerlediklerini göstermektedir.
Colin Ross’un 2006
yılında yayınlanan ‘CIA Doctors’ (CIA Doktorları) isimli kitabı ve
1995’te yayınlanmış ‘Satanic Ritual Abuse’ (Satanik Rituel Tacizi)
isimli kitabı aslında istihbarat örgütlerinin insan beynini kontrol etmek
konusunda ne kadar yol almış olduklarını kanıtlıyor. DID/MPD (Dissociative
Identity Disorder ve Multiple Personality Disorder), yani çoğul kişilik,
aslında çok az görülen bir psikiyatrik olgu olarak biliniyor. Fakat son
çalışmalar ve bazı yazarların yazmış oldukları kitaplar şu ana kadar
bildiklerimizin ötesindeki bazı gerçekleri ele almakta.
John Marks (The Search
for Manchurian Candidate),
Colin Ross (Satanic
Ritual Abuse, the CIA Doctors, Dissociative İdentity Disorder) ,
Steven Hassan
(Combatting Cult Mind Control),
Kathleen Taylor (Brain
Washing: The Science of Thought Control),
William Sargant (Battle
for the Mind: A Physiology of Conversion and Brain Washing),
Denise Winn (The
Manipulated Mind)
gibi yazarların
çalışmaları çok net olarak insan beyninin ne kadar zayıf bir psikolojiye sahip
olduğunu ve yeterli koşullar sağlandığında hem bireysel zihin kontrolünün, hem
de toplumsal zihin kontrolünün nasıl oluşturulabileceğini bizlere sunuyor.
Colin Ross’un yapmış
olduğu son 20 yıllık çalışmalar çocuklarda ‘ritüel taciz’ (ritual abuse)
ile oluşturulan psikolojik travmanın uygun koşullarda çoğul kişilik bozukluğu
meydana getirebileceğini kanıtlar nitelikte. Ross’a göre CIA bu konuda MK-Ultra
projesi kapsamında çocuklarda Ritüel Taciz deneyleri yapmış durumda, bu
deneyler 1950’lerde başlamış, halen sürüyor!
Bu deneylerin bir kısmı
üçüncü dünya ülkelerinde kurgulanmış. Bu ülkelerin içinde Türkiye de var! Aklımıza çoğunun taciz
kurbanı olduğu, İstanbul sokaklarını dolduran kökenleri Güneydoğu olan yüzlerce
tinerci çocuk geliyor tabii ki!
Türkiye toplumu ve
Türkler 1950’lerden beri ‘CIA Zihin Kontrolü’ operasyonlarının etkisi
altında! Özellikle radikal dinci bazı tarikatlarda ve cemaatlerde ciddi
Zihin Kontrolü operasyonları yapıldığını biliyoruz. Psikiyatristler ise
bu konuda akıl almayacak düzeyde bilgisiz ve ilgisizler. Bu konuda henüz bir
giriş kitabı olarak yazmış olduğum ‘Derin Devletler, Gizli Projeler ve Kirli
Gerçekler: Zihin Kontrolünden, Psikolojik Savaşa’ isimli kitap bu konuda
Türk toplumunun açlığını kanıtlarcasına 2 ay içinde üçüncü baskıya giriyor. Bu
konularda daha önce konunun uzmanları olmayan kişiler tarafından yazılmış bazı
kitaplar ise sadece birer dezinformasyon abidesi olarak kalmaktan öteye
gidemiyor. Şu anda üzerinde çalıştığım ‘ZİHİN KONTROLÜ VE KARA BİLİM’
isimli kitapta konunun detaylarına girmeye çalıştım. Eğer İstanbul Üniversitesi
yönetiminin hakkımda açmakta olduğu soruşturmalar ve beni Üniversiteden atmak
için yapmış olduğu girişimlerle mücadele etmekten vakit bulabilirsem,
kitaplarımı bitirebileceğim. CIA’nın çocuklarda psikolojik travma ile
ilgilenmesinin nedenlerinden birisi, bu çocukların bazılarında büyüyünce
gelişebilecek çoğul kişilik olgularını araştırmak. Çoğul Kişilik (DID/MPD)
aslında kolay kolay gelişebilecek bir psikiyatrik bozukluk değil. Ross’un DID
hastalarının % 95’i çocukluklarında cinsel veya başka türlü bir tacize maruz
kalmışlar. Bu da insanlarda uzun ve kalıcı etkiler yapmakta. Çoğul kişilik
gelişen yetişkinlerde bilinç disosiasyona uğruyor ve birbirinden
habersiz en az iki kişilik aynı beyinde varlığını sürdürüyor. Bu kişilerde
yoğun amnezi (unutkanlık) olabildiği gibi başka psikiyatrik bozukluklar da
görülüyor. Bu kişilerin bazıları yanlış teşhis konularak şizofreni veya psikoz
tedavisi gördükleri zaman, bu psikiyatrik bozukluk daha da kötüleşiyor.
Psikiyatrinin aslında emekleme çağında olduğunu söylersek abartmış olmayız.
Psikiyatrik bozukluklar
ve bilinç konusundaki en yetkin bilim dalı ise Nörobilim (Neuroscience).
DID vakalarında çok kolay farklı kişilik, bilinçte ilaçlarla (örn. Halüsinojenler,
LSD, PCP, THC vb.) ya da diğer gizli tekniklerle çok kolay açığa
çıkarılabiliyor ve bu latent kişilik programlanabiliyor. Evet! Bir film
senaryosundan veya bilim kurgu romanından bahsetmiyoruz, tüm bunların 21.
yüzyılda gerçek olabildiğini göreceğiz.
DID-MPD hastalarında veya DID
kökenli Mançurya Kobaylarında belli dönemlere ait unutkanlık, sürekli
ambivalans (çelişkili konuşmalar ve çelişkili davranışlar), paralojik
(mantıkdışı) düşünceler, ağlama nöbetleri, sara krizlerine benzer krizler,
depresyon, uyku bozuklukları ve rüyalarda bazı sorunlar, çeşitli davranış
bozuklukları görülmekte! Demiri tavında dövüp şu soruyu soralım: Bu belirtiler
size hangi politikacımızı hatırlatıyor? Benzer çalışmaları Nöroloji bölümünde
yapmıştım. Şu anda bu konudaki bir makalemiz PNAS dergisinde yayınlanmakta, bu
çalışmada hayvanlarda oluşturulan bir çeşit travma modeli olan farklı epilepsi
modellerinde, hayvanlar yetişkin hale gelince, travmanın hem hippokampüsde hem
de çeşitli yolaklarda kalıcı elektrofizyolojik etkiye ve uzun süreli psikolojik
sorunlara veya öğrenme problemlerine yol açtığını kanıtlamıştık (bu konuda bir
makalemiz Epilepsia’da yayınlandı). Yaptığımız çalışmalar, postnatal (doğum
sonrası) dönemde (P20 ve P30 arasında) oluşan travmanın veya aşırı nöronal
aktivitenin uzun süreli elektrofizyolojik değişikliklere ve öğrenme ile ilgili
sorunlara yol açtığını kanıtlamıştı. Gelişim nörolojisi çalışmaları aslında
yakın bir gelecekte bu konuların sırrını çözecektir.
Zihin Kontrolü konusunda 1950’lerde Amerika’da
CIA, NSA ve DoD-Pentagon İngiltere’de MI6, Almanya’da BND,
Rusya’da KGB tarafından başlatılan çalışmalar hiç bir zaman durmadı. Bir kaç
yüz milyar dolar bu çalışmalara ayrıldı ve çalışmalar değişik ülkelerde ve
kültürlerde de sürdürüldü (Türkiye bunların içindeydi!). Bazı subaylar ve
politikacıların da bu operasyonlardan geçirildiği konusunda elimizde şüphe
uyandırıcı bazı bilgiler vardır; özellikle Türkiye aleyhtarı bazı kararların
alındığı ve Türk Silahlı Kuvvetlerinin tasviyesi yolunda bazı adımların atılmış
olmaya çalışıldığı bu dönemlerde, hangi subayların birer truva atı olarak
Genelkurmaya sokulmuş olduğunun araştırılması gerekir!
Zihin Kontrolü
Operasyonlarının detaylı olarak araştırılması Türkiye'nin Ulusal Güvenliğini
ilgilendiren bir konudur, bu konulardaki çalışmaları engelleyenlerin ise
Türkiye yararına çalışmadıkları aşikardır! Mançurya Kobayı (Manchurian
Candidate, Mançurya Adayı), yani beyni yıkanmış, iradesi kontrol altına
alınmış ve istenilen bazı eylemleri itiraz etmeden, kayıtsız şartsız
gerçekleştiren bazı kişilerin yaratılması konusundaki çalışmaların tamamlandığı
söyleniyor. Türkiye’deki politikacılara bakarsak her taraf Mançurya
Kobayları ile dolu zaten! Konu sadece Mançurya Kobayı meselesi değil! Aynı
zamanda sosyal zihin kontrolü operasyonları da pek çok ülkede yapılıyor;
örneğin Türkiye'de belli bir şeriatçı ve radikal dinci görüşe sahip oy
oranı 1985’lerde % 5 iken, bu oran 20 yıl içinde % 35-40’a çıkartılabiliyor;
bunun sonucundaki geri dönüşümsüz çöküşü, Türkiye Cumhuriyeti'nin tam
tasviyesini, Büyük Ortadoğu Projesinin gerçekleştirilme çabalarını ise hep
birlikte hayretler içinde izliyoruz (bkz. acikistihbarat.com'daki
ABD'nin ve AB'nin Türk Düşmanlığı ve Sevr Kararlarının Kanıtları ve Türk
Silahlı Kuvvetlerine Karşı Psikolojik Harp: Başka Çete Operasyonları da var
isimli yazılarım). Radikal dinci cemaatlerin ve tarikatların zihin kontrolü ve
beyin yıkama yöntemlerini sistematik olarak kullandıklarını tüm yönleriyle
biliyoruz. Beyinleriniz ve psikolojik yapınız, medyayı ya da başka yöntemleri
kullanmakta olan yabancı istihbarat örgütlerine emanet! Ulusalcı bir Derin
Devletimiz olmadığı için de, hiç bir önlem alıp oto-kontrol mekanizmalarımızı
ve Anayasayı veya Ulusal Güvenliği koruyabilecek diğer mekanizmaları devreye
sokamıyoruz
Vural
SAVAŞ
Eski Yargıtay Başsavcısı
Eski Yargıtay Başsavcısı
Bu yazı "neden
insanlara sahip çıkmak ve onlara gerçekleri, doğruları göstermek yolunda savaş
vermek gerektiğini, insanların hangi yöntemlerle birer kobay haline getirilmeye
çalışıldığını, hipnoz, bilinçaltı müdahaleleri, narkotik-hipnoz, elektronik
olarak beyinin uyarılması, ultrasonik, mikrodalga ve alçak ses frekanslarıyla
davranışların etkilenmesi olaylarının ABD tarafından nasıl ve ne amaçla kullanıldığını,
en önemlisi de o meşhur tarikat ve uyduruk dinlerin yaratılmasını, bedensiz
varlıklardan yeniçağ bilgilerinin alınmasını Amerika'nın nasıl bizzat
desteklediğini" ortaya koymaktadır. Bu emperyalist amaçların küçük
parçaları olmamaya ve şahsi menfaatler uğruna birçok çaresiz ve boşlukta olan
insanı bu yollarla kullanmamaya ve kulandırtmamaya çalışmalıyız.
Zamanın CIA direktörü
Allen Dulles, Princeton Üniversitesi'nde 1953'te şöyle bir konuşma yapmıştır:
"Hedef 'insan
zihnindeki savaşı' da kazanmaktır. Bu savaşın ilk cephesi propaganda,
depolitizasyon ve sansür ile kitlesel sindirmeyi sağlamaktır. İkinci cephe ise
bireyin beyninde kazanılacaktır; hedef beyin yıkama, zihin kontrolü, ideolojiyi
değiştirme ve gerektiğinde birçok Mançurya Kobayı (Manchurian Candidate)
yaratabilmektir!"
Mançurya Kobayı
(Manchurian Candidate) kendi iradesi dışında, bir takım beyin yıkama
seanslarının, ilaçların vaye hipnozun etkisiyle başkalarının istediği bazı
eylemleri yapanlara verilen isimdir.
Kelime Mançurya'dan ve
Kore savaşından gelmektedir. Kore savaşı sırasında Amerikalı askerlere Çinliler
tarafından bir dizi beyin yıkama deneyi ve işkencesi yapıldığı bilinmektedir.
Bu terim Frank Sinatra'nın ünlü 'Manchurian Candidate' filmine konu
olmuştur. Filmi CIA finanse edip çekmiştir. Hedef tehlikeyi büyük gösterip
devletten bu konuda fonlar alabilmektir. Filmde robotlaştırılan bir Amerikan
subayının nasıl ulusal güvenliğe zarar verdiği anlatılmaktadır.
Bilimsel yöntemlerle
ideal bir Mançurya Kobayı yaratma arayışı, nazilerden beri süre gelmiştir.
Soğuk savaşla birlikte, bu konuda KGB ve ABD'li istihbarat örgütleri içindeki
araştırmalar hız kazanmıştır. Klinik Psikoloji, psikaytri, nöroformakoloji,
elektrofizyoloji ve parapsikoloji bu hedefe ulaşmak için kullanılmıştır.
CIA'nın, Amerika'daki
her üniversitede anlaşmalı öğretim üyeleri vardır. Bunlar, ulaşılması gereken
kişiyle önce dostluk kurarlar. Bazı konularda yardım ederler. Amerika'daki
üniversitelerde araştırma yapabilmek için, NIH (Amerikan Sağlık Teşkilatı)
gibi kurumlardan grantler (araştırma parası) alınması gerekir; oysa bilim
insanları üniversitelerde kalıcı pozisyon bulamazlar. CIA bu bilim insanlarının
grant almasına ve kalıcı pozisyon bulmasına yardımcı olur. Bu yolla
kazanamadığı bazı kişileri ise tehdit ve şantajla elde etmeye çalışır. Bu
konuda Dr. Harvey Weinstein'nin yazdığı " Psikiyatr ve CIA"
isimli kitap, bu kişilerin CIA'ya nasıl devşirildiklerini ayrıntılı olarak
anlatmaktadır. Ayrıca John Marks, ünlü "Mançurya Adayını Arayış"
isimli kitabında bilim adamlarının hangi yemlerle tavlandıklarını detaylı
anlatmaktadır.
Her şeyden önce bu bilim
insanlarına garantili, kalıcı pozisyon ve grant (araştırma fonu) parası
verilir. Ayrıca CIA ile ilgil yaptıkları işlerden de özel uzmanlık ücreti
alırlar. CIA ile birlikte çalışan bir bilim insanının kolay kolay sırtı yere
gelmez. Yani biraz daha fazla refah ve güven için bu bilim adamları tavlanır;
çok kritik işlerde çalışanlar ise daha sıkı kontrol edilmek için skandala yol
açarak bilgi veya şantaj olguları karşılığında veya durumlarla sürekli tehdit
altında tutulurlar. Bu bilim insanları, her zaman CIA'ya çalıştıklarını
bilmezler. Devletin güvenliği ile ilgili bir iş için çalıştıklarını sanırlar.
Fakat son 30 yıllık
gelişmelerden sonra, bilim insanları arasında CIA'ya karşı yaygın bir
güvensizlik başlamıştır. Üstelik çok yarışmacı bir ortamda bulunan bu bilim
insanları, CIA tarafından korundukları için hak etmedikleri yere gelen pek çok
yeteneksiz kişiye şahit olmuşlardır. CIA ile işbirliği yapan birisi,
gerektiğinde yalan söylemek, yalan yayın yapmak, bildiklerini açıklamamak veya
mesleki yemini bozmak zorundadır.
Bazı satanist (şeytana
tapan) kültler, " Children of good" isimli hristiyan mezhebi
ve Jim Jones'un kurduğu "Halkın Tapınağı"nın da CIA tarafından
yaratıldığı ortaya çıkarılmıştır. Bilindiği gibi Halkın Tapınağı'nın 910 müridi
1970'li yıllarda toplu intihar etmişti.
Yeni yaratılan dinlerden
birisi de 2. İsa olduğunu iddia eden ve "Reverend Moon" isimli
Koreli kişinin yarattığı Moon dinidir. Moon dini sayesinde "dinleri
birleştireceğini" iddia eden Reverand Moon, CIA hesabına çalışan
uluslararası "deli-ajan"dır. Moonistler her yıl dünyanın bir
yerinde toplanmakta ve binlerce farklı dine mensup kişiyi "bedava"
ağırlayıp bir dizi konferans vermektedirler. Amaç dinleri
"sözüm ona
birleştirmektir". Bu dinde, örneğin evlenmek Reverand Moon'un izni olmadan
yapılamaz ve kimin kimle evleneceğine Moon karar verir, diyelim ki devletin
güvenliği ile ilgili bir işte çalışıyorsunuz ve Moonie'siniz! Canınız evlenmek
istedi, "Reverand Moon" babaya danıştınız, o da size Hawaili bir
güzel Moonie seçti! Sadece onunla evlenmek zorundasınız, ama evlendikten sonra,
önce bir veya iki yıl ayrı kalmak zorundasınız; bu iki yıl boyunca Hawaili
güzelin nerede "eğitim göreceğinden" tabiki haberiniz
olmayacak! Tabii bu saçmalıkları kılıfa uyduracak açıklamaları da "ilahi
bir biçimde" Moon'un dini kitaplarında bulacaksınız. İşte size bir mezhep
dolusu Mançurya Kobayı. Binlerce adamın eveleneceği kadının seçimini, kendini
2. İsa sanan bir deliye bırakmasından daha iyi Mançurya Kobaylığı olabilir mi?
1978 yılında Walter
Boward adındaki Arizonalı gazeteci yazar, Operation Mind Control (Zihin
Kontrol Harekatı) adında yayınladığı kitabında şunları anlatmaktadır:
"CIA tarafından
uyuşturucu ilaçlarla yapılan deneyler ABD hükümetinin uyguladığı çok gizli
zihin kontrol projesinin yalnızca bir kısmıdır. Bu deneyler binlerce kişi
üzerinde 35 yıl devam etmiştir. Bu araştırmalar; hipnoz tekniği, narkotik-hipnoz,
elektronik olarak beyinin uyarılması, ultrasonik, mikrodalgalar, alçak ses
frekanslarıyla davranışların etkilenmesi ve davranış değişiklikleri
terapisidir.
CIA psikolojik silah
stoklarını, psişik silahların değişik tiplerini geliştirmeyi başararak
artırmıştır. Şimdi bu kabiliyetleriyle yeni tip bir harbe girişmesi mümkündür.
Bu harbin görünmez muharebe sahası, insan zihinleridir..."
Tüm bu bilgileri, Doç.
Dr. Ümit Sayın'ın Temmuz 2006' da, "Neden Kitap" yayınları
arasında çıkan "Derin Devletler Gizli Projeler Kirli Gerçekler"
adlı kitabından size aktarıyorum.
Kitabın tümünü okuyunca;
NATO karargâhlarında görev yapmış bazı subaylarımızın yabancı üniversitelerde
yıllarca çalışmış sözde bilim adamlarının, bilerek veya bilmeyerek ABD ve
AB'nden gelen telkinlere uygun şekilde hareket ettiklerini ve düşünce
ürettiklerini daha iyi anladım.
Daha pek çok önemli
araştırmada imzası bulunan sözkonusu kitabın yazarı Doç. Dr. Ümit Sayın'ın İ.Ü
Rektörü Mesut Parlak'a bir internet sitesi aracılığı ile hakaret ettiği
gerekçesiyle üniversiteden atılmaya çalışıldığını öğrendim.
Değerli bir bilim
adamının üniversiteden atılmasının gerekçesi bu olamaz. Gerçek neden elbetteki
yaptığı araştırmaların içeriği...YÖK, bizler kadar emperyalist oyunların perde
arkasını görmeli ve bu değerli araştırmacıya sahip çıkmalıdır.(*)
Kaynak
Aydınlık © 06.08.2006
26 Ağustos 2012 / Atilla
AKAR
atilla.akar@yurtgazetesi.com.tr
Geçtiğimiz hafta içinde
efsanevi müzik grubu Beatles’ın beyni olan John Lennon’ın suikastçısı Mark
David Chapman’ın şartlı tahliye talebi yedinci kez reddedildi. Chapman,
John Lennon’ı vurduğu günden beri hapiste tutuluyordu.
Peki ama kimdi o zaman
25 yaşında olan katil Mark David Chapman? Cinayetten sonra hakkında yazılanlara
bakılırsa “Fanatik bir hayranı” idi. John Lennon’ı görebilmek için
Hawaii’den gelmiş ve ona son albümü “Double Fantasy” yi imzalatmak için
Manhattan’daki “Dakota Apartmanı”nın girişinde günlerce beklemişti.
(Chapman’ın Lennon’a albümünü imzalatırken fotoğrafı mevcuttur.) Sonunda 8
Aralık 1980 akşamı arkasından “Bay Lennon” diye seslenecek ve 38 kalibrelik
silahıyla sırtına 5 kurşun sıkarak öldürecekti. Lennon ise belki de garip bir
“Kadercilik” ile korumasını işten çıkarmasının bedelini ödeyecekti. Öldüğünde
40 yaşındaydı.
İlk andaki yorumlara
bakılırsa Mark David Chapman da sık rastlanan tipik “Amerikan manyakları”ndan
biriydi. Lennon’ı “Ünlü” olmak için vurmuştu. “Akli dengesi yerinde olmayan
biri” olarak tanıtıldı.
Chapman, Lennon’ı
vurduktan sonra kaçmadı. Tam tersine olduğu yerde kaldı ve dünyanın en çok
satar kitapları arasında yer alan J. D. Salinger’a ait “Çavdar
Tarlasındaki Çocuklar” (Türkçede “Gönülçelen” diye de yayınlandı)
romanın sayfalarını çevirmeye başladı. Ki, Chapman bu romanı adeta kişisel
“Kutsal kitabı” gibi benimsemişti. Kendisini romandaki “Holden Caulfield”
karakteriyle özdeşleştirmişti.
Ancak başka iddialar da
vardı. Buna göre David Chapman “Akıl hastası” değil, CIA’nın MK-ULTRA
deneylerinden geçmiş bir “Mançurya Kobayı” idi. (Bu konuda iki de film
çevrilmiştir. İlki başrolünü Frank Sinatra’nın oynadığı 1962 yapımı “The
Manchurian Candidate” diğeri gene aynı isimli 2004 yapımı Denzel
Washington’ın oynadığı filmdir.) O, zihni ve kişiliği ele geçirilmiş bir
“Proje tetikçi”ydi.
Çünkü Lennon, aslında
Amerikan sistemini tehdit edebilecek devrimci fikirlere yönelmiş, servetinin
bir bölümünü muhalif gruplara aktardığı söylenen bir isimdi. (Küba’da heykeli
dikilmiştir.) Bu yüzden de FBI tarafından takip altındaydı.
Gerçekten de Lennon,
savaş, barış, özgürlük, sınıfsal eşitsizlikler, uyuşturucu trafiğinde gizli
servislerin rolü, vb. konularında mesajlar veriyor, kampanyalara katılıyor,
sistem karşıtı radikal tavırlar sergiliyordu. Sınır dışı bile edilmeye
kalkılmıştı.
Kısaca ABD’de bazı
güçler Lennon’dan rahatsızdı. Amerika zaten kendi başkanları J. F. Kennedy
dahil, siyahi lider Martin Luther King, Malcom-X gibi “Baş ağrısı”
isimleri yok etme yolunu seçmişti!
Bunun için de Chapman’ı “Manyak
Fanatik hayran” senaryosu içinde Lennon’ın üzerine sürdüler. Chapman da
beyin kontrol suikastçılarının tipik cümlesi olan “İçimden bir ses bana vur
dedi” cümlesini sayıklıyordu. O da tıpkı Senatör Robert Kennedy’yi 5 Haziran
1968’de hedef alan Sirhan Bishara Sirhan gibi “Birisi ruhuma etki ediyor”
diyenlerdendi.
Öyle veya böyle John
Lennon, “Soğuk Savaş” dönemi için “Tehlikeli mesajlar” taşıyan
bir sanatçıydı. Daha da vahimi, dünyadaki milyonları etkileme olanağına
sahipti…
Not: Meraklı okurlarıma,
John Lennon’ın vurulmasını ve Mark David Chapman’ın tetiği çekmeden evvelki üç
gününü anlatan 2007 ABD yapımı “Chapter 27” filmini izlemelerini
öneririm.
http://www.yurtgazetesi.com.tr/john-lennonin-katili-%E2%80%9Cmancurya-kobayi%E2%80%9D-miydi-makale,1794.html
Ester Yahudi
tarihinde çok önemli bir mevkie sahiptir. Ahd-i Atik’de onun adını taşıyan bir
“bâb” bile vardır. Ester hadisesi Yahudiliğin
hulûl kabiliyetinin, ihanetinin, kin ve gaddarlığının sembolüdür. Ester de
adetâ Yahudiliğin ruhudur. Bu sebeple ona Yahudilerce peygamberlik bile izafe
edilir. Aşağıda anlatacağımız olay ikibin sene önceki Yahudi ile bugünün
Yahudisi arasında hiçbir fark olmadığını göstermesi bakımından da ibret
vericidir. Yahudilerin en büyük bayramına (PURİM) vesile olan Kraliçe Ester’in
hikâyesi özetle şöyle:
Buhtunnasr’ın
Kudüs’ü tahribinden sonra Babil’e sürgün edilenlerin arasında gizli bir Yahudi
teşkilâtının elemanı olan Mordehay adında bir kişi de vardır. Mordehay
hüviyetini gizlemeyi başarmıştır. Bir müddet sonra bir yolunu bulup görevli
olarak saraya girer. Bu sıralarda Yahudilik Pers Ülkesi içinde büyük bir nüfûza
sahiptir. Zaten yukarıda da bahsi geçtiği gibi II. Keyhüsrev'den önceki
kralların Yahudilere karşı olan istikrarsız tutumları Yahudilerin gücünden
endişe duymaları sebebiyledir. Eski krallardan bazıları bu “güç”ten
faydalanmak düşüncesiyle onlara karşı yumuşak davranmışlar, diğerleri
tehlikeyi cebir kullanarak bertaraf etme yolunu seçmişlerdir. Neticede
devletsin bu kararsız tutumu Yahudilerin kuvvetlenmesinde başlıca faktörlerden
biri olmuştu. İşte böyle bir ortamda tahta çıkan II. Keyhüsrev'i, çözülmesi
gereken büyük problemler beklemektedir.
Keyhüsrev’in
Hâmân adında fevkalade dirayetli ve basiretli bir veziri vardır. Hâmân, Yahudilerin bazı yüksek
makamları ele geçirdiklerinin ve ülke sınırları içindeki çeşitli şehirlerde
yaşayan Yahudilerin zenginleşip halkı sömürdüklerinin farkına varmış ve durumu
krala iletip tedbir alınmasını istemiştir. Kral, Hâmân'ı haklı bulup Yahudi
meselesine eğilmiştir. Tehlikeyi gösterdiği için de vezirine minnettar olan
Keyhüsrev, onun yetki ve nüfûzunu artırmıştır. Hâmân saray’da artık kral
gibidir. Krala gösterilen hürmet aynı şekilde ona da gösterilmektedir.
İşte Mordehay
böyle bir zamanda Yahudileri muhtemel bir yeni belâdan kurtarma çarelerini
aramaktadır. Hali hazırda kral tarafından Yahudi olduğunun ve bir gizli teşkilât
elemanı olarak görevli bulunduğunun bilinmemesi gibi önemli bir avantaja
sahiptir. Bu yüzden şimdilik saraydan kovulma veya öldürülme tehlikesi yoktur.
O sıralarda
Kral’ın hizmetinde çalışmak üzere saraya kız alınacağı ilân olunur. Bu, Mordehay
için bulunmaz bir fırsattır. Çünkü Mordehay’ın Kudüs’ten gelirken beraberinde
getirdiği ve kendisinin yetiştirdiği çok zeki ve çok güzel bir yeğeni vardır. ESTER... Ester’in annesi ve babası öldüğü için onu Mordehay,
amcası olarak himayesine almış ve yetiştirmiştir. Mordehay saraya girdikten
sonra da yeğeni ve gizli teşkilâtı ile temasını sessizce sürdürmektedir.
Saraya kız alınacağı haberi üzerine Mordehay hemen harekete geçerek yeğeni
Ester'i, kralın hizmetine bakacak olan kızların arasına sokmayı başarır. Ancak
Mordehay Ester’e, kendisiyle olan akrabalığını gizlemesini de sıkı sıkıya
tenbih eder. Sarayda güzellik ve zekâsıyla kralın dikkatini çeken Ester kısa
zamanda önce kralın gözdesi, sonra da Kraliçesi olur. Artık Keyhüsrev
Ester’in avuçları içindedir. Çünkü Ester iyi yetiştirilmiş bir ajandır.
Böyleee Mordehay da gereğinde Ester’in nüfuzunu kullanabileceğini hesap ederek
Kralın sevgili veziri Hâmân’ı harcamanın ve onun Yahudiler için yaptığı
tehlikeli planların tatbikatını engellemenin yollarını aramaktadır. Şimdi
hikâyeyi biraz da Muharref Tevat’tan dinliyelim:
“Ve kral
kapısında olan kralın bütün kullan Hâmân’a eğilirler ve önünde yere
kapanırlardı; çünkü onun hakkında kral böyle emretmişti. Fakat Mordehay
eğilmedi ve yere kapanmadı.” (Ester Kitabı.
3/)
Bu arada Hâmân,
Mordehay’ın Yahudi olduğunu öğrenir ve krala durumu ileterek Mordehay’ı
şikâyet eder. Hâmân krala şöyle der:
“Senin ülkenin
bütün vilâyetlerinde olan kavimler arasına dağılmış, ayrı yaşayan bir kavim
vardır ve onların kanunları her kaviminkinden farklıdır ve kralın kanunlarını
tutmuyorlar ve onları kendi hallerine bırakmak gerekmez.” (E.K. 3/8)
Tehlikeyi gören
kral, gönderdiği emirlerle valilerine, vilâyetlerindeki Yahudilerin tedip
edilmesini ister. Kimliği açığa çıkan Mordehay ise bir çula bürünüp saraydan kaçar
ve şehirdeki kardeşlerinin arasına girerek feryad ve figan eder. Kavmine,
kendilerini bekliyen tehlikeyi haber verir. Mordehay’ın hâl-i perişanını
nedimelerinden öğrenen Ester, amcasıyla temas kurarak yine nedimeleri vasıtasıyla
ondan talimatlar alır. Mordehay Ester’e gönderdiği son mesajında Yahudileri
kurtarabileceğini, hatta buna mecbur olduğunu söyler. Bir yandan da Esteri
tehdit etmekten geri kalmaz:
“Ve Mordekay
Ester’e şu cevabı götürmelerini söyledi: Sanma ki, kralın evinde olduğun için,
bütün Yahudilerden ziyade sen kurtulacaksın. Çünkü bu vakitte sen bütün bütün
susarsan Yahudilere yardım ve kurtuluş başka yerden çıkacaktır, fakat sen ve
babanın evi yok olacaksınız.” (E.K. 4/13)
Mordehay'ın bu
sözlerinden Yahudilerin kurtulmaları için başka alternatiflerin de hazır olduğu
anlaşılıyor. Ama Mordehay Ester kanalını kullanmayı daha faydalı görüyor.
Neticede şöyle bir plan kuruluyor: Kral sarhoş edilecek ve Ester kraldan
isteyeceği şeylerin kendisine verilmesi hususunda ondan söz alacaktır. Bu söz
alındıktan sonra ikinci bir ziyafet daha verilecek ve bu ziyafette sarhoş edilen
krala Ester istediklerini yaptırtacaktır.
Nitekim Ester
ilk verdiği ziyafette, davetlisi olan Hâmân’ın yanında sarhoş kraldan
arzularının yapılacağına dair söz alır. Ancak Hâmân davet için saraya gelirken
Mordehay’ı saray kapısında görür ve Mordehay yine herkesin aksine Hâmân'a saygı
gösterisinde bulunmaz. Fakat Hâmân Mordehay’a orada bir şey belli etmez ama,
ziyafet dönüşünde onu astırmak için çok yüksek bir darağacı yaptırır. Bu arada
Mordehay —sarayı iyi tanıdığı için— kralın kulağına ulaşacak şekilde kralın
iki hizmetçisinin kendisi aleyhine komplo yapacaklarını ihbar eder. Kral bu
haberi verdiğinden dolayı Mordehay'a ne mükâfat verildiğini yanındakilerden
sorar. “Hiçbir şey” cevabını alır. O sırada
Hamân,
Mordehayın asılması için kraldan izin istemeğe gelmiştir. Kral, Hâmân içeri
girince ona hemen sorar: “Kralın şeref vermek istediği adama ne yapılır?”.
Hâmân kendisinin taltif edileceği zannı ile: “Kral elbisesi giydirilir ve
Kralın atı ile şehirde dolaştırılır” cevabını verir. Bu cevap üzerine kral
da ona; dediklerini Mordehay için uygulamasını söyler. Zaten saray kapısının
önünde hazır olan Mordehay içeri getirilir, kendisine Kral Esvabı giydirilir ve
sonra da kral atıyla sokaklarda gezdirilmesi için Hâmân'a emir verilir. Hâmân
bu görevi ifa ettikten sonra büyük bir üzüntü içinde evine gider ve olanları
karısına anlatır. Karısı ona Yahudi olan Mordehay önünde mağlubiyetinin
mukadder olduğunu söyler. Bu arada saraydan gelen haberciler Hâmân’ı
kraliçenin vereceği ziyafete çağırırlar.
“Ve Kral ile
Hâmân kraliçe Ester’in ziyafetine geldiler. Ve ikinci gün de şarap içilirken
kral yine Ester’e dedi: İstediğin nedir kraliçe Ester? Ve sana verilecektir. Ve
dileğin nedir? Ülkenin yarısına kadar yapılacaktır. Ve kraliçe Ester cevap
verip dedi: Ey kral senin gözünde lütuf buldumsa ve eğer krala iyi görünürse,
isteğim üzerine canım ve dileğim üzerine kavmım bana bağışlansın... Ve kral Ahaşveroş (Keyhüsrev) söyledi ve
kraliçe Ester’e dedi: Bu işi yapmağa kalkışan adam kimdir ve nerededir? Ve Ester
dedi: Bir hasım ve bir düşman, bu kötü Hâmân. Ve Hâmân kralla kraliçenin önünde
dehşete düştü Ve kralın önünde
kızlar ağalarından biri, Harbona dedi: Hem işte Kral için iyilik söyleyen
Mordekay’ı asmak üzere Hâmân’ın yapmış olduğu elli arşın yüksekliğindeki
darağacı Hâmân'ın evinde duruyor. Ve kral dedi: Onun üzerine kendisini asın.
Ve Mordekay için yapmış olduğu darağacı üzerine Hâmân’ı astılar. Ve kralın
öfkesi yatıştı.” (E.K. Bab-7)
Bilâhare Ester,
Mordehay’ın da kendisinin amcası olduğunu açıklar; ve kral, Hâmân'ın yüzüğünü
Mordehay’a verir. Böylece Mordehay Hâmân’ın yetkilerini de devralmış olur.
Yahudilik kendini kurtarmakla savaşın ilk safhasını kazanmıştır, ama bu ona
yetmemektedir. O suçlu veya suçsuz Yahudi olmayanların kanını akıtmadan ruhunu
tatmine eriştiremez. Nitekim bundan sonra Ester, ağlayıp gözyaşları dökerek
kraldan yeni kurbanlar istemektedir. Kral ona “mühür’ün Mordehay’ın elinde
olduğunu söyler. Sonrasını yine Ahd-i Atik'ten takip edelim:
“Ve bütün
vilâyet reisleri ve kral naipleri ve valiler ve kralın işini yapanlar
Yahudilere yardım ettiler. Çünkü Mordehayn’ın yüzünden üzerlerine korku
düşmüştü. Çünkü Mordehay kralın evinde büyüktü ve bütün vilâyetlerde şöhreti
yayıldı; bu Mordehay kişi gittikçe büyümekte idi. Ve Yahudiler bütün
düşmanlarını kılıçtan geçirdiler ve öldürdüler ve yok ettiler ve kendilerinden
nefret edenlere istedikleri gibi yaptılar. Ve Yahudiler şuşan sarayında beş yüz
kişi öldürdüler ve yok ettiler... Ve Hâmân'ın on oğlunu Parşandatayı ve
Dalfon’u ...... Ve Ester dedi: Eğer krala iyi görünürse Şuşan’da olan
Yahudilere bugünün buyrultusuna göre yarın da yapmağa izin verilsin ve Hâmân'ın
on oğlunu da darağacına assınlar...
ve Hâmân'ın on oğlunu astılar. Ve Şuşan’da olan Yahudiler Adar ayının
ondördüncü gününde de toplandılar ve Şuşan’da üçyüz kişi öldürdüler.” (E.K. 9/3-15)
Fakat
sersemleştiren Kral’dan istenen kurbanlar bitmemiştir. Ester ve Mordehay ve bütün
Yahudilik içtikleri kanla doymamışlardır.
“Ve kralın
vilâyetlerinde olan öbür Yahudiler toplandılar ve canlan için durdular ve
düşmanlarından rahat buldular ve kendilerinden nefret eden YETMİŞBEŞBİN kişiyi
öldürdüler; fakat çapula el atmadılar. Bu iş adar ayının önüçüncü gününde
oldu; ve ondördüncü günde rahat ettiler ve onu ziyafet ve sevinç günü
yaptılar.”
Bu sevinç
gününün adı PURİM dir. Purim yahudîliğin en büyük bayramıdır. Her yıl kutlanan
bu bayramda Yahudiler, intikam naraları atarak sol yumruklarım havaya
kaldırırlar.
Burada bir
noktanın tebarüz ettirilmesinde zaruret vardır: Yahudilerin kendi öz
kaynaklarına dayanarak naklettiğimiz vakıada, Yahudilerin —sırf kendilerini
sevmedikler için— yetmişbin kişiyi katlettikleri anlatılmaktadır. M.Ö. 400
yıllarındaki dünya nüfusu dikkate alınınca bu rakamın Hitler’in katlettiğini
söyledikleri (6) milyon Yahudiden daha büyük (oran olarak) olduğu açıktır.
Kaldı ki Hitler onların söylediği miktar ve tarzda bir katliam yapmamıştır.
Jeosid
(soykırım) kelimesi yalnız ve yalnız Yahudiliğin literatüründe tam ve kâmil
manasına kavuşmaktadır.
ESTER, MORDEHAY,
KEYHÜSREV... Bunların hikâyesi Yahudilik için, aynı zaman aliegorik bir
karakter taşımaktadır. Çünkü Yahudi, yani BEYNELMİLEL YAHUDİ metanet icra
edebilmek için böyle bir “şeytan üçgeni” kurmak zorundadır. Yüzyılımızın
tarihine ve hele son yıllara bakıldığı zaman başta Amerika olmak üzere bazı İslâm
ülkeleri de (Mısır gibi) bu üçgenin içine sıkıştırılmışlardır. Ester’in metodu
hala geçerliliğini muhafaza etmektedir. Bu metot bizim tarihimizde de maalesef
uygulama alanı bulmuş ve Kanûni devrinde başlayıp, II. Selim’le gelişen
olaylar, Osmanlı İmparatorluğunun yıkılışına müncer olan nifak tohumlarının
devletimiz bünyesine girmesiyle vukubulmuştur.
Patton 2.
Cihan Harbinde Amerikan Ordusunun Tank Birliklerinin komutanı idi. Fevkalâde
cesur, milliyetçi ve vatansever bir askerdir. General Patton
Afrika Cephesinde Almanlara
karşı Müttefik Orduları (Amerika. İngiltere, Fransa ve Sovyet Rusya) hesabına
ilk ciddi zaferi kazanan komutandır. Patton bu savaşta Almanların meşhur ve
kıymetli komutanı Mareşal Rommel'i mağlup etmiş ve böylece de askerî dehasını
ispat etmiştir. İşte bu kıymetli komutan, savaşın sonlarına doğru Müttefik
Orduları Başkomutanı General Eisenhower tarafından Doğu Avrupa Cephesine tayin
edilir. Aynı zamanda şuurlu bir antikomünist olan Patton, o gün için
müttefikleri pozisyonunda olan Rusya’nın Avrupa’nın büyük bir bölümünü işgal
ederek oraları komünistleştirme emelinde olduğunu anlamakta gecikmez ve bu
nedenle artık bertaraf edilmiş olan Alman tehlikesinden sonra muhtemel bir Rus
tehlikesini de peşinen önlemek ister. General, Amerikan, İngiliz ve Fransız
Birliklerinin Doğuya doğru ilerleyerek, Rusya’nın Avrupa ülkelerini işgal
etmesini engellemek istemektedir. Patton Amerika Rusya ittifakının zaten zoraki
olduğunu düşünmekte ve savaş sonrasında bunun bozulacağını sezmektedir.
Zahirde haKlıdır da. Ama gelgelelim daha üst seviyedeki görüşler değişik,
hesaplar bambaşkadır. Hikâyeye Cevat Rıfkı Atilhan merhumun kaleminden devam
edelim:
“George
Patton, Sovyet kuvvetlerinin müttefikleriyle yaptığı bütün antlaşmaları hiçe
sayarak Avrupa’yı kurtarmak maskesi altında Tekmil Avrupa’yı işgal etmekte olduklarını
zamanının başkumandanı Ayzenhaur’a bir raporla bildirmişti. Aynı zamanda bir
teklifle, “çıbanın küçük iken kesili patılmasının” doğru olacağı ve
kuvvetle ilerleyen Amerikan Birliklerinin tekmil Avrupa’yı işgal ederek bu şekilde
bir Sovyet istilâsın önlemenin daha doğru ve isabetli olacağını söylemişti.
Sovyetlerin buna kızarak bir harp hali takınmaları ihtimali karşısında zaten
gayr-ı samimi olan bu ittifakın er geç Amerika aleyhine bozulacağını, onun için
iyisi mi hareket halindeki birliklerin bir an evvel Moskova’ya girmelerini
teklif etmişti. Eğer bu teklif kabul edilmiş olsa idi beşeriyet bugünkü batağa
gömülmeyecek, çok şey kazanacaktı. Bu teklif nasıl karşılandı bilirmisiniz?
Avrupa’da Amerikan ordularının en fedakâr ve en başarılı olan generali Patton,
sanki vatana hiyanet teklif etmiş gibi bütün muvaffakiyetli ve şerefli
hizmetleri hiçe sayılarak henüz harp devam ederken Berlin'den yüz mil cephe
gerisine çektirilmiş ve vazifesinden azledilmişti.” (CEVAT RIFAT ATİLHAN.
Medeniyetin Batışı. Sh: 140-141.
Aykurt Neşriyatı 1963 İstanbul)
Filmde
Patton, saldırganlık ruhu taşıyan bir megalo manyak olarak takdim edilmekte
ve yaptığı vatanseverce teklif yeteri kadar ve açık olarak anlatılmamaktadır.
Yine bilhassa Türk seyircilerin herhalde hayretle izledikleri fakat mahiyetini
çözmekte güçlükle karşılaştıkları bir başka sahne daha var:
Patton
hastanedeki yaralı askerlerini ziyaret etmekte ve gördüğü manzaralar
karşısında, askerlerini çok sevdiği için üzülmekte ve hatta gözyaşlarını
tutamamaktadır. Burasını bilhassa biz gayet iyi anlıyor ve Patton'a sempati
duyuyoruz. Çünkü onun bu hali milliyetperverce ve insanca bir tavırdır. Aynı
zamanda gerçek bir komutanın önemli vasıflarından biridir.
Şimdi
hastanede geçen ikinci olaya ve sonrasına bir bakalım:
Yaralılar
arasında bulunan ve hastanede bir yatak işgal etmekte olan bir erin cepheden
kaçmak için kendi kendini yaralamış olduğunu öğrenen Patton, bu ere hakaret
eder ve bir tokat vurur. Bu er Amerikan
ordusunda bulunan bir Yahudi gencidir. Patton'un bu hareketi gayet
normal ve savaş halinde olan bir birliğin komutanının yapabileceği en doğru hareketlerin
içinde, en yumuşak olanıdır. Ve bir komutanın en azından böyle bir durum
karşısında bu tarz bir tepki göstermesi savaşın kuralları ve psikolojisi
yönünden zarurîdir. Ama Patton'un o güne kadar öğrenemediği bir şey vardır.
Tokat attığı er Yahudidir ve her ne sebeble olursa olsun —Yahudi hukukuna göre— bir Yahudiyi küçük düşürmek veya ona
vurmak suçtur ve cezayı müstelzimdir. Ve Amerika'nın Devlet Başkanı o gün
için Yahudi’dir, Başkomutanı da Yahudidir. Bu tokadın cezası Patton'a şöyle
ödetilir:
Patton'un
komuta ettiği birlikler bir araya toplanacak ve Patton kendi askerlerinin
huzurunda o “er” den özür dileyecektir. Karar yukarısından gelmiştir. Ve Patton
kendi maiyeti önünde trajik bir nutuk çekerek cepheden kaçmak için kendini
yaralayan Yahudi askerden özür diler.
Patton
bu makûl ve vatanseverce teklifinin niçin şiddetle reddedildiğini ve cephe
gerisine çekilerek inisiyatiflerinin elinden alındığı ilk anda idrak etmekte
güçlük çekmiştir. Ordusunun ve milletinin gönlünde taht kuran bu mümtaz asker
ve komutan, Ayzenhaur ve sürekasınca tehlikeli görülmüş ve kendisine —kaza süsü verilerek — bir suikastta
bulunulmuştur. Film de görüldüğü gibi bir askerî aracın hızla üzerine gelip
onu ezmek istediği bu ilk suîkast teşebbüsünden kıl payı kurtulan Patton, bir
müddet sonra (hatıratını basmak istediği sıralarda) ölmüştür. (Patton
muhtemelen tedavisi sırasında meçhul bir cinayete kurban gitmiştir) Patton’dan
sonra kızı ve karısı da öldürülmüşlerdir. Bu generalin ve ailesinin başına
gelenler Yahudiliğin ne kadar kindar ve acımasız olduğunu göstermesi
bakımından da ibret vericidir.
Yahudilik,
kendisinin düşmanı olarak gördüğü Haman'ı öldürttükten sonra onun on oğlunu da
idam ettirmişti. Patton'un karısını ve kızını da öldürdü. (Cezaların şahsiliği” prensibi Yahudi hukukunda yoktur).
1894
yılında Fransız ordusunda Yahudi Yüzbaşı Alfred Dreyfus, Fransa’nın ulusal
savunmasıyla ilgili belgeleri Almanlara verdiği yolunda haksız yere suçlanarak
tutuklanır. Dreyfus daha yargılanmadan
Fransız basını hükmünü vermiştir. La Libre Parole adlı gazete, Dreyfus'un
"suçlu" olduğunu anti-semitist duyguları körükleyici bir şekilde ilân
eder. Yeterli delil olmamasına karşın kamuoyunun beklentilerini karşılamak
üzere Dreyfus'la ilgili adli soruşturma açılır. Bir askeri mahkeme, Aralık 1894'te
yargılamaya başlar. Eldeki tek delil Alman Askeri Ataşesi'nin çöp sepetinde
bulunan ve Dreyfus'un elyazısına benzeyen bir yazıyla kaleme alındığı ileri
sürülen belgedir. Dreyfus, yazının kendisine ait olmadığını söyler, ancak
kimseyi inandıramaz. 22 Aralık 1894'te Dreyfus, jürisiz bir oturum
sonucunda, yedi yargıcın oybirliği ile vatana ihanet suçundan mahkûm edilir.
Dreyfus'un rütbesinin geri alınmasına ve ömür boyu hapis cezasına
çarptırılmasına karar verilir ve Fransız Guyanası açıklarındaki Şeytan Adasına
sürgüne gönderilir.
Yüzbaşı Dreyfus, Şeytan Adası’nda cezasını çekerken,
Fransa’da müthiş bir mücadele başlar. Dreyfus’un suçsuz olduğuna inananlarla
Dreyfus üzerinden Yahudi düşmanlığını pekiştirenler arasında yaşanan bu savaşa
ordu, meclis, hükümet, basın ve aydınlar da müdahil olur. Genelkurmay,
basınla işbirliği halinde, Dreyfus’un suçsuz olduğunu ispatlayacak girişimlerin
önünü kesmeye çalışır. Mahkumiyete dayanak teşkil eden belgedeki (çizelge) el
yazısının gerçekte başka birisine ait olduğunu ileri sürenler sürgüne
gönderilir ve cezalandırılırlar. Nitekim Dreyfus’un mahkum olmasından iki yıl
sonra askeri istihbaratın başına geçen Binbaşı Georges Picquart, Dreyfus
dosyasını ayrıntılı bir şekilde inceledikten sonra gerçek suçlunun, çizelgeyi
kaleme alan Walsin Esterhazy adındaki subay olduğunu belirtir. Picquart,
Dreyfus davasının yeniden görülmesi gerektiğini savununca kendisini Tunus’a
sürgüne gönderilmiş olarak bulur ! Bu arada suçlanan Esterhazy de askeri
mahkemede beraat eder !
Dreyfus savaşı o kadar kızışmıştır ki, dönemin Savaş
Bakanı Cavaignac, aralarında Zola’nın da bulunduğu belli başlı Dreyfusçuların,
devletin güvenliğini tehlikeye atmaktan ve anayasal düzene karşı komplo
düzenlemekten dolayı Yüce Divan’da yargılanmalarını dahi talep eder. Yazar
Emile Zola, 13 Ocak 1898’günü, L'Aurore gazetesinde kendi deyişiyle
‘Fransa'nın şerefini kurtaracak olan' yazısını yayımlar: ‘J'accuse...! Lettre au Président de la
République: Suçluyorum...! Cumhurbaşkanına mektup'.
Zola bu mektubunda Dreyfus'ün
suçsuz olduğunu bilip bu gerçeği kendi suçlarını ört bas etmek için gizleyen
generalleri, Savaş Bakanını, kamuoyunu saptıran gazeteleri, hukuku çiğneyen
mahkemeleri çok keskin ve güçlü bir dille suçlamakta, eşitlik, özgürlük ve insan haklarının güvencesi
olması gereken fransız Parlamentosunun hiçbir kesiminden bu konuda vicdanının
sesini dinleyen namuslu bir insan çıkmadığını söylemektedir.
Dreyfus Davası, bu mektupla birlikte
yeniden başlar. Bu arada Dreyfus’un mahkumiyetinde kullanılan belgelerin askeri
istihbaratta görevli bir albay tarafından düzmece bir şekilde hazırlandığı
ortaya çıkar. Adı geçen
albay intihar eder. Askeri mahkemenin beraat ettirdiği Esterhazy de Dreyfus’un
mahkum olmasına neden olan çizelgeyi kendisinin yazdığını itiraf eder ve
İngiltere’ye kaçar. Bu olaylar üzerine Dreyfus davası yeniden başlar. 9 Eylül
1899 günü askeri mahkeme, adli hatayı kabul etmek yerine, Dreyfus’u bu kez
hafifletici nedenleri dikkate alarak on yıl hapse mahkum eder ! Dreyfus yeniden
Şeytan Adası’na gönderilir. Ancak, çok geçmeden Fransa Cumhurbaşkanı Loubet,
Dreyfus’u affettiğini açıklar. Dreyfus’un tam olarak aklanması ise 1906’da
yeniden yargılanması ile mümkün olur. Tam on bir yıl önce
askeri okulun bahçesinde apoletleri sökülen Dreyfus için aynı yerde yeni bir tören
düzenlenir ve kendisi bölük komutanı olarak binbaşı rütbesiyle yeniden orduya
alınır. Dreyfus’a
ayrıca askeri onur (Legione d’honneur) nişanı verilir. Dreyfus, “Yaşasın Dreyfus!” diye bağıranlara şöyle cevap
verir: “Hayır, yaşasın hakikat!”
Dreyfus’un suçsuzluğu 1930 yılında iyice
pekişir. Askeri bilgileri kendisine sızdırdığı iddia edilen Alman
Schwartzkoppen’in günlüğü yayınlandığında gerçek bir kez daha ortaya çıkar. 25
Eylül 1995 tarihli Time dergisinde, Fransız ordusunun aradan yüz yıl geçtikten
sonra ilk kez kamuoyu önünde Dreyfus’un suçsuzluğunu resmen ilan ettiğine dair
bir yazı yayınlanır. Fransız ordusunda üst düzey bir komutan olan General
Jean-Louis Mourrut, ilk kez kamuoyuna Dreyfus’un suçsuz olduğunu ve ordunun
yanlış yaptığını açıklamıştır.
Dreyfus olayı, Fransa’nın yaşadığı en büyük
hukuksal skandal olarak tarihe geçti. Dreyfus davası, toplumda egemen olan
Yahudi düşmanlığı duygularının açığa çıktığı, bu duyguların siyasi ranta tahvil
edildiği, askeri kurumların militarizmi süreklileştirmek için basın ve kilise
gibi kurumlarla işbirliği yapmaya yöneltildiği ve Fransız Cumhuriyeti’nin temel
değerlerinin tartışıldığı bir süreç yaratmıştır. Bu haliyle Dreyfus davası,
Fransa’nın siyasal ve toplumsal hafızasına kazınmış sembolizmi çok güçlü bir
olaydır.
Ancak olaylar bu şekilde
sonlandırılmamış ve Dreyfüs’ü muhakeme eden hâkimlerde mahkemeye verilerek
hüküm giymeleri Yahudiler tarafından sağlanmıştır. Ve böylece General Patton’a karşı yapılan
muamele, aynı güç aynı mantık ve aynı hukukun uygulanmasının bir başka örneği
olarak Dreyfüs’ü müebbet hapse mahkûm eden divan-ı harp üyesi Fransız asıllı
subaylar hapishaneye tıkılarak ödemişlerdir.
23 Şubat 1996 tarihi, Türk Dış Politikası’nda çok önemli bir dönüm
noktasıdır. 23 Şubat 1996 tarihinde Türkiye ile İsrail arasında
yapılan “Askeri Eğitim ve İşbirliği Anlaşması”, Başbakan Tansu
Çiller’in döneminde imzalanmıştır. Bu
anlaşma ile İsrail savaş uçaklarına Türkiye üslerinde sığınma hakkı verildiği
Türkiye, ABD ve İsrail Paktı şeklinde üçlü bir düzenleme için altyapı
oluşturduğu söylenilmektedir.
İsrail de tarihinde
ilk kez bir Müslüman ülke ile resmi bir askeri anlaşma imzalıyordu. Yapılan bu
anlaşmayla, Orta Doğu’da yeni bir Türkiye-İsrail ‘ekseni’ oluşturuluyor
ve bu yeni eksen, o güne kadar Türk dış politikasında titizlikle korunmuş
birçok ilkeyi temelinden yıkıp atıyordu. Türk tarihinde çok önemli bir dönüm
noktasını oluşturan bu Anlaşmayı, 23 Şubat 1996 tarihinde Genelkurmay 2.
Başkanı Çevik Bir, İsrail’i ziyareti sırasında imzalamıştı.[4]
İsrail ile bu “gizli” Askeri Anlaşmanın
imzalanmasından sonra, 14 Mart 1996 günü, İsrail’de Devlet Başkanlığı
Sarayı’nda Süleyman Demirel ile Eyzer Weizman, “Türkiye-İsrail Serbest
Ticaret Anlaşması”nı imzaladılar. Buna bağlı olarak; çifte vergilendirme,
yatırımların karşılıklı korunması ve teşviki ile ticari konuları içeren bir
dizi anlaşma daha imzalandı. Bunun devamında gelişen olaylardan olarak 5 Nisan 2002 tarihinde, dönemin Başbakanı
Bülent Ecevit, Ariel Şaron’un Filistin’e saldırması üzerine önce;
“İsrail, dünyanın gözleri önünde soykırım yapmaktadır.” demiş, ancak bu sözlerinin üzerinden hemen bir gün sonra,
geri adım atmış, şu açıklamayı yapmak zorunda kalmıştı:
“Ben aslında İsrail halkına çok
değer veririm. İsraillilerin de yer almakta olan olaylardan üzüntülerimi paylaşacaklarına
eminim. Bu ifadeleri kullanmış olmakta istemezdim. Üzüntü vermiş olmak
istemezdim. Musevilerle biz tarih boyunca çok yakın ilişkiler içinde olduk. Bu
son Filistin’e karşı yapılan işgal hareketinin sona ermesini temenni ediyorum.
Biran önce kalıcı ve hakça barış kurulsun.”
Türkiye’de bir dönem halkın büyük
bir kesimi tarafından çok yüceltilen Başbakan Bülent Ecevit, neden sade vatandaş
Yahudilerle Siyonistler arasındaki ayrıma dikkatleri çekmiyordu?
Soykırım yaptığını söylediği
kişilerin, Siyonist İsrail devleti yöneticileri olduğunu açıklamıyordu?
Kendisine saygı gösteren çevrelerin
beklentilerine uygun cesur davranıp, neden Siyonizme karşı olduğunu
duyuramıyordu?
Halkçı ve milliyetçi olarak bilinen
bir başbakan, hangi korkular ve kaygılar sonucu Siyonist İsrail devletinden
özür dilemek zorunda kalıyordu?
Ancak olayların birden seyri değişti. Başbakan Bülent Ecevit, 4 Mayıs
2002’de rahatsızlanarak Başkent Üniversitesi Ankara Hastanesi'ne
kaldırıldı. Tedavisi sırasında hastanede daha da durumu gittikçe kötüleşince
eşi Rahşan Ecevit tarafından hastaneden çıkartılarak evine geri getirildi.
Bundan sonra sıhhati gözle görünür şekilde düzeldi ve Başbakanlık görevine
devam etti. Ecevit’in rahatsızlığı sırasında hükümete yönelik tartışmalar ve
erken seçim talepleri de siyasi gündeme damgasını vurdu. Bu tartışmalar parti
içine de yansıdı. Başbakan yardımcısı Hüsamettin Özkan’ın 8 Temmuz 2002'de
görevinden ve partiden istifasını yeni istifalar izledi. İstifalarla koalisyon
hükümeti TBMM’deki sayısal desteğini yitirirken, erken seçim kararı alındı ve 3
Kasım 2002’de yapılan erken genel seçimlerde DSP barajı aşamadı ve TBMM dışı
kaldı. Genel başkanlıktan ayrılma kararını, 3 Kasım seçimlerinden önce olduğu
gibi, seçimlerden sonra da zaman zaman dile getiren Bülent Ecevit, 22 Mayıs
2004 tarihinde düzenlediği basın toplantısıyla halefini ilan etti ve görevi
Genel Başkan Yardımcısı Zeki Sezer’e devretmek isteğini belirtti. 25 Temmuz
2004 tarihinde yapılan DSP kongresi ile aktif siyaseti bıraktı.
Moderatör: (David Ignatius) Evet gerçekten de çok ateşli bir
konuşmaydı...
T.Erdoğan: One minutes, one minutes, one minutes... Olmaz!... One
minutes!
Moderatör: Peki Sayın Başbakan, size de söz veriyorum ama lütfen
hakikaten bir dakika sürsün.
T. Erdoğan: Sayın Peres benden yaşlısın. Sesin çok yüksek çıkıyor.
Biliyorum ki sesinin bu kadar çok yüksek çıkması bir suçluluk psikolojisinin
gereğidir. Benim sesim bu kadar yüksek çıkmayacak; bunu da böyle bilesin.
Öldürmeye gelince, siz öldürmeyi çok iyi bilirsiniz. Plajlardaki çocukları
nasıl öldürdüğünüzü nasıl vurduğunuzu çok iyi biliyorum. Ülkenizde başbakanlık
yapmış olan iki kişinin bana önemli lafları vardır. 'Tankların üstünde
Filistin'e girdiğim zaman kendimi bir başka mutlu addediyorum' diyen
başbakanlarınız vardır.' Tankların üzerine çıkıp da Filistin'e girdiğim zaman
kendimi mutlu addediyorum' diyen başbakanlarınız olmuştur. Şu zulme alkış
tutanları da ayrıca kınıyorum. Çünkü bu çocukları öldürenleri, bu insanları
öldürenleri kalkıp da alkışlamak öyle zannediyorum ki o da ayrı bir insanlık
suçudur. Bakınız ben burada çok not aldım; ama notların hepsini cevaplayacak
vaktim yok. Fakat ben buradan sadece size iki söz söyleyeceğim. Bir, (Oturum
moderatörü David Ignatius'un müdahalesi üzerine) excuse me, excuse me, bir,
excuse me, bir, Tevrat der ki 'öldürmeyeceksin!' burada öldürme var. İki,
İsrail ordusunda askerlik görevini yapan Oxford Üniversitesi uluslararası ilişkiler
profesörü Avi Şalom, İngiliz gazetesi Guardian’da şunları söylüyor: 'İsrail
haydut devlet vasfını kazandı.' (Oturum moderatörünün ikinci kez müdahalesi
üzerine) Sana da çok teşekkür ediyorum. Sana da çok teşekkür ediyorum. Benim
için de bundan böyle, bundan böyle, Davos bitmiştir. Daha Davos'a gelmem!...
Davos'ta 29 Ocak 2009'da Tayyip
Erdoğan'ın "one minute"n ardından 'Türkiye ile İsrail arasında ipler
kopuyor mu’ sorusu soruldu. Bu olaydan sonra İsrail Cumhurbaşkanı Şimon
Peres'in, Erdoğan'ı arayarak özür dilediği iddia edilmişti. Peres, özür
dilemediğini sadece podyumda yaşananlardan dolayı üzgün olduğunu ifade ettiğini
söyledi. Zaten Peres'in açıklamasından önce Tayyip Erdoğan geri adım attı ve
paneldeki tepkisinin, oturumu yöneten moderatöre olduğunu belirtti.
Fakat bu olay her zamanki olanların
aksine Başbakan R. Tayyip Erdoğan 29 Mart 2009 ta yapılan Türkiye Yerel Seçimlerinde AK Partiye % 38 le
birçok belediyeyi kazandırdı. 12 Haziran 2011 tarihinde 24. Dönem Milletvekili Seçimlerinde oy yüzdesini
%49,83'e çıkarmış ve Türkiye genelinde 21.399.082 oy alarak toplamda 327
milletvekili ile üçüncü kez hükümet kurma yetkisini kazanmıştır.
Ülkemizin garip
insanları fikir adamı mukallitlerinin kucağında ve çok yoruldular. Hangi dala
konacağını bırakın ağacını kaybetmiş çöl akbabasına döndüler. Semaya çıktılar,
fakat inecek bir ağaç veya su birikintisi bulmakta çok zorlanıyorlar. Bir
zamanlar Avrupa Birliği dalgasını göğüsleyip hazmetmeye çalışırken şimdilerde
günün modası “İttihâd-ı İslâm Davası” çıktı. Alnı secde görmemiş,
ömründe camiden çok kiliseye gitmiş, Kur’ân-ı Kerim’den çok Tevrat ve İncil
okumuşların ağzında bu dava pelesenk durumunda.
“İttihâd-ı İslâm Davası” nedir diye sormaya
gerek yok. Kimine göre mezhepler birliği, kimine göre Müslüman devletler
birliği, Müslüman finans birliği, daha da ileri gidersek mevcut dinlerin
mosonik düzlemde diyaloğu….Ancak genel görüş teatisi bir hilafet sistemi
içerisinde kontrol altına alınmış İslam devletler birliği düşünülmektedir.
Niçin?
Emperyalist güçler bir
zamanlar Osmanlı hakimiyetinde olan İslam Dünyası’nı parçalamanın ve bu şekilde
yok edilme görüşüne bağlı olarak işgal ve yok etme planları parçalandılar.
Ancak ihtiyarlar meclisi ve üst komitenin düşündükleri plan yeterli ve olumlu
sonuç vermediği için yakın zamanlarda ikinci, üçüncü bilmem kaçıncı plan
uygulamaya sokuldu. Bunun yanısıra İslâm Dünyasında mehdiliğe soyunan onlarca
liderlerde çıkınca kontrol altına alınamayan kaos içindeki İslâm Dünyası için
yeniden yapılanma gerekli olduğu anlaşıldı.
İşte Osmanlının
yıkılışında baş gösteren “İttahad-ı İslâmî” hareketler, tekrararen
Müslümanlar üzerinde uygulamaya sokuldu. Güçlü bir “İslâmî Devletler
Birliği” bütün Müslümanların ideâl hedefidir. Ancak bu İttihâd sevdasının
organizatörleri “ötekiler” olunca bir hinliğin olduğunu düşünmemek elden
gelmiyor. Komünizm sözde öldürüldükten sonra dünya dengesini yitirdiğinden yeni
bir karşıt kutbun sistematik olarak etken bir güç haline getirilmesi gerekmekte
olunca Müslümanları zıt kutba hapsetmek gerekli oldu. Yüzyıllar önce parçalanma
ve asimilasyon gibi hain planların tutmadığı görülünce Müslümanlar üzerinde ne
yapmak gerekiyor, düşüncesi hasıl oldu. O da “Dünya Müslümanlarını seküler
çizgide tekrar birleştirmek, tekleştirmek” olduğunu anladıklarında
emperyalist güçler finans kaynaklarıyla, dönmeyen dönmeleriyle, yardım etme
sevdasına düştüler. Peyderpey gizlice yapılan eylemeler açıktan yapılmaya
dönüştü. “Arap Baharı” dalgasıyla son viraja girildi. İlk başta
diktatörlerini deviren Müslüman devletler hepimizin hoşuna gideceği bir birlik
rüzgarı estirdi. Ancak görünen taplonun o kadar şahane olmadığı kısa zamanda
açığa çıktı.
Neden Müslümanlar kendi
içlerinde bir kaynama noktasında ve değişime uğramak istiyorlar. Neden mi
derseniz bunun cevabını Ünlü ateist Richard Dawkins söylüyor.
“Elbette, 1930'larda,
Katolik Kilisesinin en ölümcül örgüt olduğu söylenebilirdi. Faşizmle olan çok açık, belirgin ve sefil
ittifakı nedeniyle en tehlikeli cemaat oldukları söylenebilirdi. Ama şu an için papanın en tehlikeli dini
otorite olduğunu söyleyemem.
ŞÜPHE YOK Kİ, EN
TEHLİKELİ DİN İSLAM. VE BUNUN DA NEDENİ
KISMEN, BAŞINDA BÖYLE TEK BİR OTORİTESİNİN BULUNMAMASI. BİR FERMAN ÇIKARIP DURMALARI İSTENEMİYOR.
ŞÜPHESİZ Kİ ÖYLE. [5]
Bu sözler iki taşın
arasında kalmış buğdayın unlaşıp nasıl fırınlamaya doğru gittiği anlatıyor.
Televizyonda bir söyleşi programında birçok zevat-ı kiram hatırlayabildiğim
kadar şunları aktarıyorlar,
“2006 yılında
İngilizlerle yapılan gizli görüşmemelerde, Türkiye’nin bir halife arkasında
toplanma zamanının geldiği, İslam Dünyasının kurtuluşa bu şekilde kavuşacağı
için hilafetin tekrar gündeme getirilmesi.”
Bu meyanda bir bilgi
insanların tüylerini ürpertecek cinsten bir şey. Sömürü uzmanı İngiltere bu
dileği niçin talep etme ihtiyacı duyuyor, diye sormak gerekiyor. Yüzyıl önceki
İngilizlerin ajanı olan Derviş Vahdetî’nin temiz Müslümanları kandırarak
kurdurduğu İttihâd-ı Muhammedi
Cemiyeti
[6]
ni hatırlamak yerinde olur.
İttihat, cemaatleşmek
İslâm’ın emridir.
Fakat İslâm dünyası ihtilaflar içindedir. Bu kötümü yoksa iyi midir noktasında
düşününce bize göre İslâm Dünyası içlerindeki ihtilafla bir koruma kalkanının
himayesine girmiştir demek gerekiyor. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin
buyurduğu “Ümmetimin ihtilafında hayır vardır” [7]
hadis-i şerifin hikmetlerinin bir cepheside bu olaylar ile daha bariz olmuştur.
Bu nasıl diye sorusuna şu cevab verilebilir. Bu hadise bazıları zayıftır, der
kabul etmezler. Bazıları tarafından da kabul edilir. Onlarda buradaki
“ihtilaf”ı tarafgirlik anlamında değil de, müspet ihtilaf olarak görmüşlerdir.
Yani, İslamî hakikatleri insanlığa bildirmede, tebliğ vazifesinde farklı yollar
izlenilmesi, mezhebi farklılıklar olarak görmüşlerdir. Aslında bu hadisi şerif
günümüze şu şekilde bakıyor. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, ümmetimin
bir zamanı gelecek ki onların ihtilafta olmaları onları muhafaza edecek,
koruyacaktır. "Hep birlikte Allah'ın ipine sarılın ve tefrikaya
düşmeyin." (Âl-i İmran, 203) ayetine ters gibi gelen bir düşünce tarzı
olarak görünse de bu ümmetin parçalanması kendi elleri ile olmadığından ve “ötekiler”in
hain emelleri ile tekrar bağlanmanın ve birleşmenin, ümmeti hain çukura
düşmelerine engel olacak bir hareket olacak demektir.
Her zaman unuttuğumuz
bir konu olan “İslâm’ın kula ihtiyacının olmadığı, kulun İslâm’a
muhtaçlığıdır.” Bu nedenle dünyevi menfaatler üzerine kurulacak
birlikteliklerin İslâm’a bir getirisi olmayacağından bu ince çizgide yürürken,
ayağı kayanların nihai hedeflerini çok iyi görmek gerekir. Dost ve düşmanın renginin bulanık olduğu
çağlarda meseleleri irdelerken şüpheciliği kapasitesi yüksek olanların
zaviyesinde hep açık tutmak gerekir. İslâm hakkında hain bir akım kuvvetli
olarak kalamamıştır. Dininin kavi olduğunu bilen Müslümana düşen arkasına
düştüğü ekolün, liderin arkaplanını görmekte mahir olmaya çalışmasıdır.
Dünya son yüzyılda insan
haklarında belirli bir mesafe kat etti denilebilir. Fakat hükümran olmak ve
ideolojik vasıflı emellerininin sevdaları içinde boğulmaları olmasa belki dünya
daha güzel olacaktı. Ancak “Tek dünya devleti” projesini hedef alanlar
için en büyük engel önceden paramparça ettikleri İslâm dünyasını
birleştirmekten başka çarelerinin kalmadığıdır. Bu nedenle günümüzde parlayan
Müslümanlar birleşelim, dağınıklıktan kurtulalım, çaremiz yok, türünden haince
bir tezgâh ürünü piyasaya sürüldüğünü anlamakta zorlanmayacağınızı umarım.
Mesela yakın zamanda kaç tane temiz, bulaşık olmayan kişi, bir şekilde kazaya
kurban gitmiş. İşine, fikrine pranga vurulmuş binlerce temiz adam kaybolmuş aç
kalmış, unutulmuş, düşünebiliyor musunuz? O kadar çok ki, temizsin ya emekli
olacaksın, ya da …bilmem ne tehditleri ile kaliteli keyfiyet, kemiyet sahibi
insanlar S. Freud tezli sömürü tezgahında elimine olmuşlar.
Müslüman kendi
dünyasında dini yaşamayı başardığı zaman, fıtratı gereği diğer insanlar ve
mahlûkatta dine otomatikman ona ve dine iltica eder. Bu silsile kelebek
çırpınışı gibi büyür gider. Unutmayın ki, Allah Teâlâ’nın bu dini koruyacağı
taahhüdü vardır. Birçok kişinin soyunduğu din havariliği karşısında çok ta
etkilenmeye gerek olmadığını bilerek, alt kademedeki insanın diğer üst
kademedeki insana minnet duymayacağını bilmek gerekir. İnsan bu dünyaya geldi
mi sorumluluk almıştır. Kimse yüklenmediği şeyden sorumlu değildir. Herkes kendi sorumluluk çevresi kadar
etkin ve sorumludur. Yoksa bulanık denizlerde fitne rüzgârları karşısında
çok dayanaklı kalınmayacağı gibi insanın siyaset gereği hayatını ikame ederken
aptalları oynaması da çok gerekli değildir. “Bireysel bütünlüğü”
sağlamadan “çevresel bütünlük” hayallerine dalmak ancak İngilizlerle
içilen beş çayındaki sonu gülüşmelerle biten fıkra konusu olmaktan başka durum
meydana getirmez.
Sonuçta
hiç kimse kendisini bir kurtarıcı rolünde görmemeli sadece üstüne düşen maddî
ve manevî görevini vicdanın muhasebesi altında Allah Teâlâ’dan korkarak
yapmalıdır.
Sizler
için Rahmetli Nezih Uzel Beyin “Kanatsız uçan hukukçular” makalesini
buraya ekleyeceğim. Okuduğunuzda garip bir hisse kapılacağınızı şimdiden
söyleyebilirim.
Bir zamanlar Üsküdar’da sulh ceza hâkimi olan Eleşkirtli
Cevdet Akpınar’ın oğlu Duray asker arkadaşımdır. 1967 yazında Edremit’te
Yedek Subay eğitim tugayında beraberdik. Aradan pek çok yıllar
geçtiği halde arkadaşlığımız sürdü gitti, ara sıra buluşur
yarenlik ederiz. Duray bir gün şunları anlattı:
“1961 yılında bir akşam babam
eve geldi. Sert mizaçlı adamdı, az gülerdi, yine yüzü asıktı.
Alışkın olduğumuza pek üstelemedik. Babam bir süre sonra önemli bir haber
verdi: Yassıada Mahkemelerine üye seçilmişti. O sırada ülkede
gerçekleşen 27 Mayıs askerî darbesinden sonra başta devrin ünlü
başbakanı rahmetli Adnan Menderes olmak üzeri ülkeyi on yıl süre
ile yönetmiş olan siyasi kadro yerinden sökülmüş ve Marmara
Denizindeki Yassıada askeri üssünde hapse kapatılmıştı.
Bu kadro mahkeme edilecek, cezası
kesilecek mahkûm olanlar layik oldukları cezalara uğrayacaklardı.
Ülkede büyük bir değişme olmuş, o günlerin anlayışı ile zalim
bir iktidar alaşağı edilmiş, halk kendi askeri aracılığıyla
yönetime el koymuş, her şey yeni baştan ele alınmıştı. Bozulan ekonomi
düzelecek, tıkanan adliye açılacak, insanlar mutlu bir geleceğe
doğru sağlam adımlarla yürüyeceklerdi. Gelecek ümitliydi. Herkes neş’eli,
herkes şen ve şakraktı. Acaba babamın yüzü, alışılmıştan öteye
neden asıktı? Hain iktidarı mahkeme edecek hey’ette
bulunmak o günlerde ömrünü devlet ve adalet hizmetine
adamış bir yargıç için şereflerin en büyüğüydü.
Ailece sevinç içindeydik.
Gururlu ve azametliydik. Ancak babamda hiç hareket yoktu. Ne bir sevinç
işareti, ne bir onur göstergesi ne de bir kararlılık alâmeti
Hiçbir şey… Ortalık yatıştıktan sonra rahmetli peder ağır ağır
söze başladı, dedi ki :
“Bakınız evlatlarım, hanım
sen de dinle… ben şimdi bu mahkemeye seçilirim, kalkıp görevime
giderim, bu adamları topluca mahkeme eden hâkimler hey’etinde
yerimi alırım. Bunları aylarca yargılarız, suç derecelerine göre ayırırız,
kimi beraat eder, kimini hapse, kimini idama mahkum ederiz. Sonra
verdiğimiz idam kararları infaz edilir. Aradan otuz yıl
geçer, arkadan başta Adnan Menderes olmak üzere asılanları mezarlarından
çıkarırlar, geriye kalan kemiklerini tabutlara koyarlar, üzerlerine Türk
bayrağı sarar ve top arabalarına yerleştirirler. Devlet töreni ile
getirir İstanbul’da Vatan Caddesine yeniden gömerler, üzerlerine
de anıt mezarlar yaparlar. İşte o gün bizim adımız kötüye çıkar…
Ben evlatlarıma böyle bir isim bırakmak istemem, bu vazifeyi kabul
etmiyorum… Benden başka kimi isterlerse onu yargıçlar hey’etine
seçsinler, kararımı verdim, ben bu göreve gitmiyorum…?
Hepimiz donup kalmıştık. Evde
kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Neden sonra rahmeti anam
konuştu? Haklısın bey… biz de seninle beraberiz. Nasıl istersen
öyle olsun….?
Yassıada mahkemeleri yargıçlar hey’etine dahil olma
şerefini reddeden ve olacakları bir kâhin edası ile bir bir sayıp
döken Yargıc’ın oğlu Duray, bunları anlattıktan sonra
gözleri dolu dolu “Babam Vatan caddesindeki devlet törenini göremedi, Hayatta
olsaydı görmesini çok isterdim? demişti. Mahkemelerin üzerinden
otuz yıl geçtikten sonra…
Bir ömür boyu şerefli
insanlar adına “suçluları cezalandırma? görevi yürüten Üsküdar Sulh
Ceza yargıcı Cevdet Akpınar’ın anısı önünde hörmetle eğilirim. Kendisine
cenabı Hakk’tan rahmetler dilerim. Bir “Hukuk evliyası? karakteri
taşıyan bu insanın pek çok hukukçuya örnek olmasını dilerim. Yeryüzünde
hiçbir hukukçunun haksız rejim ve dibi boşalmış siyasi
sistemleri ayakta tutmaya yarayacak ölü kanunlar için imza atmaması yegane
dileğimdir. Yeryüzünde hiçbir hukukçunun yasa dışı siyasi
kanunların girdabına kapılmamasını temenni ederim.
Kanun, yasa ve yönetmelik
toplum vicdanından çıkmadıkça kanatsız uçmaya çalışan sürüngenlere
benzer. [8]
Bu yazıya ilaveten başka bir
yazısında şu eklemeler bulunmaktadır.
TAHA YASİN
Bağdat‘ta iki senede 300 bin kişiyi öldürenler
148 kişinin ölümüne neden olan Taha Yasin Ramazan‘ı ölüme
mahkûm ettiler. Bir idam mahkûmunun ruh halini merak edenlerin, Taha
Yasin‘in mahkemede “Allah biliyor… hiçbir kötü iş yapmadım…” dediği
an, saptanan görüntüde, gözlerinin içine bakmalarını tavsiye
ederim. Yeryüzünde hiçbir yaşayan canlının, diğer bir canlıya böyle bir
zulüm yapmaya hakkı yoktur. Hayvanat bile bu derecede gaddar
olamaz. Şu hayal âleminde kim kimin hayatını söndürmeye yetkilidir
ki…
Siz kamu görevi yapan, suçlu
veya suçsuz bir insana, bu gün ceza verebilirsiniz ama o ceza
bu gün için olur. bunun bir de “yarını” var. Suç görecelidir.
Siyasette bir devrin suçlusu, bir başka devrin suçsuzu,
bir devrin suçsuzu, bir başka devrin suçlusu’dur SUÇLU
“İNSAN” YOK, SUÇLU “DEVİR” VARDIR. Neye yarar ki devirleri insanlar
çekip çevirdiği için, suçlar yeryüzünde salınan insan bedenlerinde
odaklaşıyor. Devirlerin suçu insanlara yükleniyor. Devrin suçu insan
aynasında yansıyor. Devri yakalayıp suçlayamadığınıza göre, birini
yakalayıp toplumun suçunu onun boynuna asıyorsunuz. Bu siyasettir.
SİYASET KENDİ SUÇUNU
BAŞKASINA YÜKLEME SAN’ATIDIR.
Yüz binlerle ölüyü ve insan
kanını Irak topraklarına saçtıktan sonra şaibeli bir mahkeme
kurup işgalci güçlerin zorladığı uydurma yasalarla
insan asmanın da bir cezası olmalıdır. Bu gün veya yarın o ceza
haksız olanların boynuna mutlaka dolanır. Akıllı insanlar
olacakları herkesten önce bilirler. Saddam’ın, Taha Yasin’in bir
gün mezarından çıkarılıp Bağdad‘ın orta yerinde anıt mezarlara
gömülmeyeceğini kim iddia edebilir? Bu ülkede siyaset
ölü eliyle mezarlarda oluşuyor. Bunun için hâkim Cevdet
olmak da gerekmez… Artık bu işler öylesine ayan beyan
ki… Geleceği bu günden gazete havadisi gibi yazabilirsiniz.
İnsanları değil, devirleri
suçlayıp asmanın bir yolunu bulmalı… Irak‘ı yeryüzünün kan çanağına
çeviren ABD yönetimi ve ona belâdan uzak durmak için “vizyonumuz aynı”
diyerek iştirak eden Türk yönetimini Tarih, yedi asır önce aynı
ülkede altı milyon insanı telef eden Moğol kumandanı Hülagû gibi
mahkûm edecektir. Kuşkusuz… Arada hiçbir fark yok… Buradayız.
Bekleriz. [9]
Yapanlar ve yapılanlar her zaman bir
süzgeçten ve hesaptan geçer. “Dün dündür, bugün bugündür ” diye bir
düşünce Müslüman kişi için geçerli değildir. İnsan yaptığının vebalini bir gün ödeyeceğini
bilmelidir.
EĞER İNSANIN BÖYLE BİR KORKUSU YOKSA HANGİ
TAPINAKTA KULLUK EDERSE ETSİN ALLAH TEÂLÂ ONU AFFETMEYECEKTİR.
İhramcızâde
İsmail Hakkı
KADER
DEĞİŞSE DE NETİCE DEĞİŞMİYOR
Kader
ve kazanın girift noktasında akıl ancak ahmaklığı ile baş başa kalır. Bunu
anlamak hem kolay hem de zordur. Günümüzün olayları hergün daha acaibat
tarzında tezahür ettiğinden Ahmed Amîş kaddesellâhü sırrahu’l azîz Efendimizin
kaderi ifşaatların tekrar hatırlamak uygundur.
Ahmed
Amîş Efendi kaddesellâhü sırrahu’l azizin müridânından biri Yunan Harbi
sırasında gelmiş, demiş ki;
-“Efendi
hazretleri bir rüya gördüm, ama korkuyorum anlatamıyorum.”
Ahmed
Amîş Efendi;
-“Oğlum
rüya hayata benzemez anlat.”
Mürid;
-“Efendim,
çok feci anlatılacak gibi değil.”
-“Oğlum
sen anlat, karışma,
-Efendim,
gördüm ki, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ile İsâ aleyhisselâm güreşe
tutuşmuş.”
Ahmed
Amîş Efendi;
-“İsâ
aleyhisselâm yendi değil mi?” demiş.
-“Evet
Efendim, yoksa Yunan galip mi gelecek?”
Ahmed
Amîş Efendi;
-“Sus”
-“Yunan
galip gelecekti. Allah Teâlâ’nın takdiri buydu. Lakin Yunan evliya kabirlerine
saldırdı, çoluk çocuk kadın ihtiyar katletti, gayretullaha dokundu. Anadolu
evliyası niyaz ettiler. “Ya Rabbi bu
belayı başımızdan al.” Onun için
yunan mağlup olacak, ama Yunan’ın galebesi ile hasıl olan netice bizimkiler
eliyle olacak. (Hatta fazlası oldu.) Allah Teâlâ’nın kaderine razı olmadığı
için Anadolu velileri tasarruftan düştüler. Allah Teâlâ’nın kahır sıfatının
tecellilerine razı olamadılar. Ya Rabbî bunları def et diye yalvardılar. ”
Kader
değişti fakat netice değişmedi. Allah Teâlâ’nın kahır sıfatına razı olmamanın
sonucu olarak Yunanın galebesinin olacak netice hâsıl oldu. Türkiye laik devlet
oldu.[10]
Tarih
tekerrürden ibarettir. Günümüzde İsrail’in Gazze halkına, Suriye’nin kendi
halkına yaptıkları saldırılar ve yurdumuzda PKK’nın milletimize yaptığı hain
saldırıları kaderin yönünü değiştirmeyip sürekli neticelerini kaosa götürmekten
başka hiçbir şeye yaramamaktadır.
Zulüm
kavi olana karşı yapılamaz. Zulüm mazluma ve zayıf olana cari olur. Mazlumun
dini olmaz. Allah Teâlâ mazlumun ahını duyar. Aciz olanların sahibi de Allah
Teâlâ olduğundan kahır sıfatının tecelliyatını hak etmiş olduğu farz ettiği
mazlumdan, “azîzün züntikâm” tecellisine
dönerek zalimden feci şekilde intikamını alınır. Bu alınmanın şekli
beklenilmeyen bir şekildedir. Bu nedenle huzurlu yaşamak varken geçici dünya
hayatında hırslara ve emellere mağlup olmalıyız. Ancak görünen şu ki, zulümler
arttıkça dünyanın yaşı daha uzamaktadır. Yanlış bir düşünce vardır. Mazlumun
hakkı ahirette tahsil edilir diye. Böyle bir şey yoktur Allah Teâlâ hakkı
yenenin hakkını hem dünyada hem ahirette talep ve tahsil eder. Biz yaparız
olur, mantığının geçerli bir dayanağı yoktur.
Ahmed
Amîş kaddesellâhü sırrahu’l azîz Efendi gaybî haberlerden bahsederken
buyurdular ki;
- Şam, Bağdat, Mısır, birisi sudan, biri
saikadan (yıldırım) biri de hareketi arzdan (deprem) harab olacaktır.
- Türk devleti ( bir defasında da: Türk Milleti)
ilâ yevmi’l-kıyâme baki kalır, payidar olur. Fakat şekl-i idaresi şekilden
şekile tahavvül eder. [11]
- Türkler tenassur edecek. (Türkler
hıristiyanlaşacak) (1920 de söylendiğini hatırlayalım)
- Benî
Kureyşden biri ( bir defasında: Evlâd-ı Rasulden birisi yani Hz. Hüseyin aleyhisselâm) zulüm ve
îtisafa (haksızlık) mâruz kalınca (İslam liderliği) Kayı Aşireti’ne iltica
etti. Mürûr-i eyyam ve zaman ile onlara baş oldu. Fakat kendileri de
(sebebini) bilmez.
- Hazreti
Âdem’e bütün diller teklif edildi, ama Türk lisanını seçti. [12] Onun için Türk devleti
ilelebet payidâr olur.
- Türk kavmi ebabil kuşu [13] ile helak olacaktır.
- Yerde
gökte büyük değişiklikler olacak.
- Semâvatta
büyük değişiklikler olacak bir yıldız peyda olacak.
- Paris
şehri semavî bir hâdise ile mahvolacak.
- Üçüncü
Dünya Harbi çıkacak, “Rusya mahvolacak, küçük bir devlet haline
gelecek.” Anadolu ahalisine dua ettim, bu badirede onlara ziyan
gelmeyecek. Bu esnada avucunu sıkar gibi yaparak “Rusyayı küçülttüm,
küçülttüm.” “Rusya darmadağan olacak! O Kremlin sokaklarında köpekler
uluyacak!..”
- İngiltere
ve Yunanistan mahva mahkûmdur. İngilizler o zaman Türk donanmasına bakıp
gıpta edecekler, hayıflanacaklar. [14]
- Yine
Ahmed Amîş Efendi’nin İngiltere için şu rivayeti vardır. “O zâlim imparatorluk balıkçılıkla
geçinen küçük bir ada devleti haline gelecek!.” [15]
[1] http://tr.scribd.com/doc/13225339/Bello-The-Vatican-Empire-The-Authoritative-Report-That-Reveals-the-Vatican-as-a-Nerve-Center-of-High-Finance-and-Penetrates-the-Secret-of-Papal-We
[2]
Siyasa, İngilizcedeki policy sözcüğünün karşılığıdır. Belli bir
konuda belirlenen hedef, izlenen yöntem ve izlemler bütünüdür. Örneğin
Türkiye’nin kurduğu barajlar, Türkiye’nin su siyasasının bir parçasıdır. Siyasa
sözcüğü, siyaset bilimi dışında fazla yaygın değildir. Onun yerine siyaset ya
da politika sözcükleri kullanılmaktadır. Siyaset biliminde en çok kullanılan
kelimelerden biridir. Yerini "siyaset" kelimesi almıştır. ama
aralarında ince bir nüans farkı yok değildir. Buna göre, siyasa, daha ziyade
kâğıt üzerindeki temel, genel planı ifade ederken siyaset, işin daha çok eyleme
geçirilmiş, somutlaştırılıp daraltılmış halini anlatır.
Siyaset, siyasadan daha
özel ve somuttur. Siyasa ise daha genel ve daha soyuttur.
[3] GENARAL
PATTON (1970) Film
Yönetmen: Franklin J. Schaffner
Ülke: ABD
Tür: Biyografi | Dram | Tarihi
Vizyon Tarihi: 01 Şubat 1972 (Türkiye)
Süre: 172 dakika
Dil: İngilizce, Almanca, Fransızca,
Rusça, Arapça, İtalyanca
Senaryo: Francis Ford Coppola | Edmund
H. North | Ladislas Farago
Müzik: Jerry Goldsmith
Görüntü Yönetmeni: Fred J. Koenekamp
Yapımcılar: Frank Caffey | Frank
McCarthy |
Oyuncular: George C. Scott, Karl
Malden, Michael Bates
Firma: Twentieth Century Fox Film
Corporation
Ödüller: 7 Oscar, 18 ödül ve 7 adaylık
Çekim Yeri: Almería, Andalucía, Spain
Özet
Film 1943 yılında 2.Dünya Savaşı'nın
Kuzey Afrika cephesi ile başlar.Savaş tarihinin en eksantrik komutanlarından
biri olan Tankçı General George S. Patton Jr.(George C. Scott) 'ın karşısında
Çöl Tikisi lakaplı ünlü Alman Mareşali Rommel (Karl Michael Vogler) vardır.
Askeri dehasının yanı sıra savaş tarihini de çok iyi bilen Patton, Rommel'in
yazdığı kitapları da okumuştur ve onun taktiklerini kullanarak 'Çöl Tilkisi'ni
Kuzey Afrika'dan sürer. Bu başarısı üzerine korgeneralliğe terfi ettirilerek
Sicilya 'ya gönderilir. Burada Müttefiklerin diğer bir ünlü komutanı İngiliz
mareşali Montgomery (Michael Bates) ile bir rekabete girer. Kimi zaman
üstlerinin emirlerine itaatsizlik eden, bencil, boşboğaz ve küfürbaz bir asker
olan Patton'un bu huyları onun askeri dehasının önüne geçer. Disiplin takıntısı
yüzünden bir hastane teftişi sırasında korkaklıkla suçladığı hasta bir eri
tokatlaması ve ona herkesin içinde hakaretler yağdırması kariyerini tehlikeye
sokar.
[4] Yılmaz
DİKBAŞ, “İsrail’in Nükleer Silah Cephaneliği”, AsyaŞafak Yayınları, İstanbul,
Nisan 2006
Yılmaz
DİKBAŞ - Efendi Teröristler, AsyaŞafak Yayınları, İstanbul, Mayıs 2009.
Ali UĞUR Dünya Gündemindeki İsrail-
İstanbul : [s.n.], 1983.
[5]
Discussions With Richard Dawkins, Episode 1: The Four Horsemen (Video 2008)
[6] İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti’nin resmi
kuruluşu 16
Mart 1909 olarak alınmıştır. Derviş Vahdetî, Volkan Gazetesi’nin 16 Mart tarihli nüshasında İttihad-ı Muhammedî Cemiyeti’nin
nizamnamesi yayımlanmıştır. Nizamnamede
Cemiyet’in başkanı,
Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem olarak gösterilmiştir. Cemiyet, 26 kisilik bir kurucu heyet tarafından
kurulmuştur.
Nizamnamenin 3. Maddesi’nde Cemiyetin amacı açıklanmıştır.
3 Nisan 1909’da, yani 31 Mart
(13Nisan 1909) vakasından on gün önce, Ayasofya Camiinde çok kalabalık bir
cemaatin iştirakiyle
okunan mevlidden sonra İttihat-ı Muhammedî Cemiyeti resmen halka açıldı.
Derviş Vahdeti “İttihad-ı
Muhammedi” adı altında kurduğu derneğe, birçok softaları ve mutaassıp dindarları
üye yazdırdı. İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne bağlı kimseleri dinsizlikle
suçlamış, ağır saldırılarda bulunmuştur. Dernek askerin içine soktuğu bazı
kişiler aracılığıyla kışkırtmalara girişti. Sonuçta, 31 Mart 1909 günü askerler
“şeriat isteriz” bağrışmalarıyla ayaklandılar. Olayları başlatan
askerlerin, İttihat-ı Muhammedi Cemiyeti’nin açıldığı gün dağıtılan küçük
bayrakları taşıması dikkatleri Vahdetî’nin üzerine çekti. Volkan’da yayımlanan
yazılar ve özellikle Vahdeti’nin 14 Nisan 1909’da II. Abdülhamit’e yazdığı açık
mektup, halkı ve askerleri tahrik edici nitelikte bulundu.
Ayrıca meşrutiyet anlayışıve adem-i
merkeziyetçi fikirleriyle İngilizlere ve Prens Sabahaddin’in başında bulunduğu
Ahrar Fırkası’na yakın olan Kamil Paşa ile oğlu Said Paşa’ya yakınlığı ile
tanınan, hatta bu yüzden 31 Mart vakası ile ilgili olarak yeni yayımlanan
belgelere dayanan bazı araştırıcılar tarafından Derviş Vahdeti’nin İngilizlerin
emrinde çalışan bir ajan olduğu ileri sürülmektedir.
Derviş Vahdeti 17 Nisan’da sorgulanmak
üzere mahkemeye çağrıldı. Derviş Vahdeti ittihatçıların adaletine güvenmediği
için 18 Nisan’da İstanbul’dan kaçtı. Beykoz, Gebze, Hereke ve Sapanca’da
gizlendi. Son olarak gittiği İzmir’de Abdullah Nadiri tarafından ihbar edilince
25 Mayıs’ta tutuklandı.
İstanbul’a getirilip, Divan-ı
Harp’te yargılandı. Görünüşte “Abdülhamit’e Açık Mektup” adlı makalesinden
dolayı hakkında dava açılan Vahdeti, 31 Mart Olayı’nın müsebbibi olarak idama
mahkûm edildi ve karar 19 Temmuz 1909 tarihinde Sultanahmet
Meydanı’nda infaz edildi.
[7]
Sehavi, el-Makasıdü'l-Hasene adli eserinde, Beyhaki'nin bu hadisi munkati bir
senetle naklettiğini söyler. Yine Beyhaki, ayni rivayeti Risaletul Esariye adli
kitabında senetsiz olarak da nakletmiştir.
İmam Suyuti, Camius Sagyir'de bunu
senetsiz olarak nakletmiştir. Hadisin yaygın olması hasebi ile İmam Suyuti,
önceki hadis alimlerinin eserlerinde senedli olarak yazılmış olabileceğini,
ancak -sahih ya da uydurma olarak- senedinin kendisine ulaşmadığını söyler.
Ayrıca hadisi Deylemi, Es Sahavi, El
Acluni, Makdisi ve Taberani'nin de senetsiz olarak eserlerine aldıkları
söylenmiştir.
Es Subki ise, "Muhaddislere göre
bu, bilinen bir hadis değildir; ne zayıf,
ne de uydurma bir senetle onu bulamadım,
aslının olduğunu zannetmiyorum. Ancak bir kimsenin sözü olabilir. Belki de birisi ümmetimin ihtilafı
rahmettir deyip, bazıları da onu alarak, hadis zannetmiş ve peygamberin sözü saymıştır. Hala inanıyorum ki, bu hadisin aslı yoktur." demiştir.
Hafiz el Iraki de hadisin senedinin
zayıf olduğunu söyler... Sonuc olarak "Ãmmetimin ihtilafı rahmettir" sözü; Hadiste
birinci derece kaynak olarak kabul ettigimiz Kutub-u Sitte kitapları içinde
bulunmamaktadır.
İkincil derecedeki hadis kitaplarında
sahih bir senedi yoktur. Hatta birçok muhaddise göre zayıf bir senedi de
bulunmamaktadır. Hadisin en meşhur rivayeti dahi munkati bir senetle gelmiştir.
Munkati hadis ise, doğrudan referans olarak alınmaz.
[9]
http://nezihuzel.com/index.php/2007/02/13/zamanin-yarini-var/
[10] Mehmet
Akif Ersoy Üstad Kadir Mısıroğlu 2012 İstiklal Marşı hakkındaki konuşmada geçen
bir fıkradır. http://www.youtube.com/watch?v=BtNlEwJLhEI&feature=related (uzun bir
videodur. 2 saat kısımdan sonra anlatılmaktadır.)
[11] Ahmed
Amîş Efendi, hzl: İhramcizade, Gözde Matbaa, İstanbul, 2012 (Gaybî haberler)
[12] Ahmed
Âmiş Efendi bu sözü, kuvvetle muhtemel, Osmanlı Devleti’nin kesin dağılma
sürecine girdiği 30. Ekim 1918’in hemen ertesinde söylemiştir. Türklüğün bekasına dair Ahmed Amîş
Efendi’nin bu sözü kendisinden önceki mutasavvıflarda da vardı. Mesela Ruhul
Beyan Tefsirinin Müfessiri İsmail Hakkı BURSEVİ (doğumu miladi 1652)
Hazretleri, İstanbul Kütüphanesi’nde kayıtlı "HADİS-İ ERBAİN“ adlı eserde
Bakara Suresi 31. ayetin tefsirini yaparken şöyle diyor:
“Âdem’in
cennetten çıkma vakti gelince Cenab-ı Allah bunu haber vermesi için CEBRAİL’İ
gönderir. Cebrail durumu Âdem’e bildirir. “Âdem tınmadı“ yani emri
duymazlıktan geldi. Cebrail durumu Allah’a bildirince Allah Teâlâ Cebrail’e:
“Git ÂDEM’E LİSAN-İ TÜRKİ ile SÖYLE“ der. Cebrail gelir ve Türkçe olarak
cennetten çıkma emrini tebliğ eder. “Âdem cennetten lisan-i Türki ile ‘kalk‘
dimekle kıyam idip çıkmıştır. Zira ahir zamanda tasarruf Türk’ündür.“(İstanbul
Küt. 1317 nolu kitap, s.26 )
Cenâb-ı
Allah, Bakara Suresi 31,32 ve 33. ayetlerden öğrendiğimize göre: ”Âdem’e
İlim vermiş, bütün isimleri ve eşyanın adını öğretmiştir.” Yani Âdeme kendi
zürriyetinden gelen bütün milletlerin ve bu milletleri oluşturan bütün
insanların adları ve dilleri öğretilmişti. (SAYAR, 1994) , s.555
[13] Hava
harekâtları ile
[14]
Evliyanın tasarrufuna bir misal daha verebiliriz.
17
MART 1694'TEN 18 MART 1915'E VEYA MONDROS'TA ATILAN İMZA
Bu başlığı şöyle de
atabiliriz: 17 Mart 1694'ten 18 Mart 1915'e veya ayağı bukağılı bir erenin 30
Ekim 1918’ de Mondros'ta attırdığı imza.
XVII. asrın sonlarındayız.
Devir İkinci Ahmed devridir. Hazret-i Niyazi'nin iş başında bulunan hainleri
Padişaha tek tek bildireceği şayiası, devlet adamları arasında, özellikle de
Kâdızâdelilerden Vânî-i Cânî lakaplı Mehmed Efendi’de telaş uyandırır. Sadrazam
Bozoklu Mustafa Paşa, Mısrî Efendinin duasını almak isteyen ve sonra
sefere çıkılmasını münâsip gören Sultân II. Ahmed'i, bu zât geldiği takdirde
büyük bir fitne zuhur edeceği yolundaki telkinleriyle fikrinden vazgeçirir.
Hazret-i Pîr, 30
Haziran 1693 Salı günü Edirne'ye gelip va'z etmek üzere Selimiye Camiine indiği
zaman, halk caminin etrafını doldurmuş kalabalıktan içeriye girilemez
olmuştur. Bu durumu gören Sadrazam, Niyâzî-i Mısrî'nin eğer derhâl tutuklanıp
sürgün edilmezse büyük bir karışıklık çıkacağını padişaha telkin eder;
Mısrî'nin Limni'ye sürgünü hususunda bir ferman alır. Bunun üzerine Hazret-i
Mısrî tekrar Limni'ye sürülür (1693). Hazret-i Pîr bu sefer incinmiştir ve
giderken:
“OSMANLI'NIN İNKIRAZI
(ÇÖKÜŞÜ) İÇİN DÖRDÜNCÜ KAT SEMÂYA BİR KAZIK ÇAKTIM. BU KAZIĞI BENDEN BAŞKA
KİMSE ÇIKARAMAZ.” der ve ayağındaki
bukağı ile bir koçu arabaya bindirilip palas pandıras yola çıkarılır. Ve bir
müddet sonra adada (17 Mart 1694) vefat eder.
Yıl 18 Mart 1915
İngiliz Agamemnon zırhlısı Çanakkale Boğazına girer ve Mecidiye tabyasına ölüm
kusar; ancak Çanakkale'yi geçemez. İsabet alıp geri çekilir. Birinci Dünyâ
Savaşı sonunda ateşkes isteyen Osmanlı Devleti ile İtilaf Devletleri arasında 30
Ekim 1918 yılında Limni Adasında Niyâzî-i Mısrî'nin gömüldüğü yere bakan Mondros
Limanında Agamemnon zırhlısında yapılan antlaşma ile Osmanlı'nın inkırazı (çöküşü)
tescil edilir.
İmdi, sadede gelelim
ve ricâl-i devlete dönüp soralım:
Biz şimdi Hazret-i
Mısrî'den özür dileyip Mondros'ta ayağımıza geçirilen bukağıdan kurtulalım mı,
kurtulmayalım mı?
Bu zat, zamanının
büyük velîlerinden olup kerametleri zahir ve bahirdir, ne buyurmuşsa hepsi
ayniyle vuku bulmuştur.] (TATÇI Mustafa Niyâzî-i Mısrî [Kitap]. - İstanbul : H
Yayınları, 2010, s.92)
[15] Günümüzde
çıkan “Arap Baharı Olayları” İngiltere ve diğer Avrupa ülkelerinin ekonomik
durumunun düzeltilmesi için yapıldığını görünce bu yıkımın yaklaştığını
düşünebiliriz.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar